Son İletiler

Sayfa: 1 ... 8 9 [10]
91
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: Ehl-i sünnet ve'l cemat
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 16 Eylül 2024, 13:08:45 »
Ehl-ı sünnet
EHL-İ SÜNNET



Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.

"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u İmrân, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.

Kur'an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5).

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. 8). Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).

İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid ?erif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).

Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.

Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).

İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).

Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).

Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.

Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).

Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.

Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.

İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,

2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.

İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).

Câbir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588).
.ihya.org
92
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 16 Eylül 2024, 00:12:47 »
O ne güzelliktir ki onun cilvesi ruh ve gönül perdelerini yakar. Ve o ne nurdur ki onun parıltısı iki cihanın karanlığını def'eder...
Bu nûr o zikrin nurudur. Sana gelir kabrinde arkadaş olur. Bir kişi ölse, götürüp kabrine koysalar, o ölü Allah'ın (cc) emriyle dirilir, ruhu gelir bedenine girer.
Hak Teâlâ (cc) Kuran-ı Keriminde buyurur ki:
<< Ey bizim Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün ve iki defa dirilttin.>> ( El-Mü'min sûresi, 11 )
Yâni bir kere öldürdün, kabire geldik. Bir daha dirilttin, bu defa da mahşer yerine geldik.
Bir kimseyi kabrine koyunca o kimse kabirde dirilir. Doğrulur ve oturur. Etrafına bakar ki yanında, karşısında ve etrafında dopdulu kimseler var. Bu meyyit bunları görünce der ki:
- Kimsiniz, kimlersiniz? Size kimler, derler? Siz benden önce buralara gelmişsiniz.
Onlar derler ki:
- Biz senin iyi ve salih amelleriniziz. Senden evvel geldik ki, sen burada yalnız kalıp korkup ürkmeyesin.
Lâkin o kabre varanın amelleri hoş değil de çirkin ise gelip kabri içine girince görür ki, her yanına çirkin yüzlüler ve korkunç suratlılar, çirkin kokulular dolmuşlar.
Bunlara sorar:
- Siz kimlersiniz? Benden de evvel gelmişsiniz. Buraya toplanmışsınız.
Onlar derler ki;
- Biz senin işlediğin yaramaz amelleriz. Sen hâli hayatında iken şeriata muhalif ameller işledin ya, işte biz onlarız.
Onlardan sonra Münker ve Nekir denilen iki melek gelirler. Kök dişleri yeri yarar. Avazları katı, gözleri gök.. Sesleri gök gürlemesi gibidir. Gözlerinden yıldırımlar ve cehennem ateşleri fırlayıp çıkıyormuş gibidir. Gelip sorgu-suâl  sorarlar. Suâl sordukları cevap verebilirlerse: << Allah seni gözün aydın olduğu halde ni'metler içinde sabit kıldı.>> derler. Kabrine çiçek ve güzel kokular serpilir. İpekli elbiseler verilir. Kur'anın nuru o kimseyi bulur. Kur'anı bilmezse Hak Teâlâ (cc) ona kereminden ameli dolasıyla nur gönderir, kabrini nurla doldurur. Rahmet hazinesinden tâ kıyamete kadar rahatlıkla huzur içinde yatar, uyur.
93
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 14 Eylül 2024, 02:16:23 »
Hikâye:
Bir gün Abdulhamit bin Mahmud bin Abbas'ın yanında otuyorlardı Bir kafile hacca gitmek niyetiyle yola çıkmışlar, o civardan geçerken arkadaşlarından biri ölmüş, o civarda mezar kazıp defn edecekleri sırada kabrin içinden dolu dolu yılanlar çıkmıştı. Yılanların ardı arkası kesilmiyordu. Başka yeri kazdılar. Oradan da yılanlar çıktı. Nereye mezar kazdılarsa oradan yılanlar çıktı. İşin sonunda Abbas'ın huzuruna geldiler. Bu durumu anlattılar. Dedi ki:
- O yılanlar o kimsenin amelleridir. O kimseyi varın yılanların içine bırakın.
Varıp bir kabir daha kazdılar. Yine onda da yılanlar çıktı. Sonunda o ölüyü yılanların içine koydular.
Azizim! Var bundan kıyas et ki kabir azabı vardır. Yer değiştirmekle bundan  kurtulmak mümkün değildir. Kabire girmemekle de kurtulmak mümkün değildir! Kabirde olması mukadder olan azab nereye gömülsen seni yine bulur.
Şimdi sen de amelini burada iken güzel et. Nefs-i emmârenin çirkin huylarından kendini muhafaza et. Nefs'in güzel huylarıyla huylan. Tâ ki kabrin sana cennet bahçelerinden bir bahçe olsun.
Şeyh Safi (ra) derki:
- Bir gün bir kimse kalbini kötü huylardan temizlemeye niyet etse ve gece gündüz Lâ ilâhe illAllah demekle meşgul olsa ve kalbini tamamen temizleyemeden ölse o kimseyi kabrine bıraktıkları zaman zikrettiği o zikirler geiir ona arkadaş olurlar. Kabrinde ona zarar ve azab verebilecek haşeratı yılan vesâir azab ve işkence mahlûklarını yakar yıkar mahveder. O kişi selâmete erer.
94
İSLAM-GENEL / Kendini büyük yada küçük görmek doğru mu?
« Son İleti Gönderen: Kendinibulanadam 13 Eylül 2024, 20:45:50 »
Herkese hak ettiği değeri ver,kendini büyük yada küçük görmemek lazımdır. En önemlisi şudur,herkes tanrı yani Allah'ın yardımı ile yaşar.Allah'ın yardımı olmadan zerre kadar bir iş yoluna girmez. Allah'ın izni olmadan bir hücre bile yaşamaya devam edemez. Allah dilemeden elimizi havaya kaldıramayız. Damarda akan kan Allah yardımı ile akar.Her şey Allah yardımı iledir. Her şeye hak ettiği değer verilmelidir. Resûlullah s.a.v bir hadisinde  : İnsanlar tarakların dişi gibi eşittirler,üstünlük takva iledir." demiştir. Yani insan inanç bakımından ve Allah'a ibadetlerini güzel yapışı bakımından üstün olabilir. Şeytan ile nefs ile mücadele bakımından üstünlük olur. Eğer her şey Allah'ın yardımı ile yapılıyorsa,o zaman nasıl yaşamak lazım? Allah'ın razı olduğu hayatı yaşamak ve razı olduğu işleri yapmak lazım. Buda Kur-an ve sünnete uyarak mümkün olur. Tabi sahih oldukları sürece. Ve doğru kaynaklardan olduğu sürece. Bu makaleyi yazmamım sebeplerinden biri de şu, bazı insanlar makam ile mevki ile üstün insan olunacağını zannediyorlar. Bu yanlış. İnsanlara eşit değer vermek lazım. Tanrı yani Allah'a, tanrı kadar değer vermek, peygambere peygamber kadar değer vermek,veli olana veli kadar değer vermek,kısacası kerkese, Allah katında olduğu kadar değer vermek lazım. Bir hadis:" Allah'ın sevdiğini sevmek sevmediğini sevmemek lazımdır." diyor. Ve şunu unutmamak lazım, hiç bir insan hiç bir başarıyı,Allah yardımı olmadan gerçekleştiremez. Ne bir ülke Allah yardımı olmadan fetih edilir,Ne de bir makama Allah yardımı olmadan gelinir. Hiç bir başarıyı ben yaptım dememek,Allah yardım etti oldu demek lazımdır. Bu açıdan kendini büyük yada küçük görmemelidir. Buna ek olarak,amellerinde küçüklüğü veya büyüklüğüne bakmamak lazımdır. Nasıl oluyorda bir insan evliyaullah oluyor ve bu makamı elde ederek cennete giriyor ise normal şartlarda cehennemlik olan biride cennetlik birilerine bir içimlik su vererek yani çok büyük olmayan bir iyilik yaparak  şefaat ile cehennemden çıkıyor ve cennete giriyor.
95
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: Ehl-i sünnet ve'l cemat
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 13 Eylül 2024, 17:44:40 »
Sünnet, metod, yol, takip edilen iz ve çığır demek. Hazreti Resûlüllah’ın sünnetine bağlı olup ashabın metodunu benimseyen müslümanlar kitap ve sünnet/Kur’an ve hadis üzerinde birleşmiş, ihtilaflı meselelerde aklı değil kitap ve sünneti kaynak kabul etmişlerdir. Işte Resûlüllah’ın sünnetine uyanlaraEhl-i sünnet, bu hususta sahabîlerin metodunu  takip edenlere Ehl-i cemaat, ikisine birden de Ehl-i sünnet ve’l-cemaat denildi.

Resûlüllah’ın sünnetini tatbikte sahâbîlerin metodunu esas alan ehl-i sünnetin ölçüsü akıl değil dâima kitap ve sünnet yani Kur’an ve hadis olmuştur.

Islam dininde sünnet Resûlüllah’ın dini yaşama şeklinin adıdır. Onun için sünneti kabul ve ona bağlılık İslâmî bir mecbûriyettir. Sünnetle dalga geçmek, mühimsememek veya hafife almak insanı dinden çıkarır.

Tarihteki bütün gizli hıyanet şebekeleri, “Kur’an bize yeter” diyerek Resûlüllah’ın nurlu yolunu/sünnetini devre dışı bırakmak için uğraşıp durdular.

Peygambirimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) mûcize bir haber olarak bunu ümmetine şöyle haber vermişti:     

“Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size “Kur’an yeterlidir. Kur’an neyi helal kılmışsa onu helal bilin, neyi haram kılmışsa onu da haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz  olsun, dikkatli olun. Bana Kur’an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) verildi.(Ebû Davud, sünne 6, Ahmed bin Hanbel  IV, 131)

Imran bin Husayn (r.a.) “Bize Kur’an yeterlidir, sünnete lüzum yoktur” diyen bir adama şöyle der:

“Ahmak herif! Sen Kur’an’da öğle namazının dört rek’at olduğunu, kıraatın gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an bir çok şeyleri kapalı bırakmış, onları sünnet açıklamıştır.”

Abdullah ibn Mes’ud Hazretleri, “Allah’ın, yaratılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” söylemiş, bir kadın da “Bunlar Kur’an’da var mı?” diye sormuştu. Abdullah ibn Mes’ud da “Var tabi. Sen şu âyeti okumuyor musun?” diyerek, Haşr sûresinin şu mânâya gelen 7. âyetini hatırlatmıştır:

“Resûlüllah size neyi emrederse onu alın/yerine getirin, neyi yasaklarsa ondan kaçının.”

Islamda aslolan sahâbîleri örnek almaktır. Resûlüllah, (s.a.v.) ashabı hakkında “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyurmuştur. Ayrıca şu emri vermiştir:

“Size düşen benim sünnetime ve doğru yola erdirilmiş halifelerimin sünnetine (yoluna) uymaktır.”

Sevgili resûlümüz, “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir” haberini vermiş, o topluluğun kimler olduğu sorulunca da “Benim ve ashabımın yolunda olanlardır” buyurmuştur. Ehl-i sünnet işte bu tarife uyan topluluktur.

***

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat diyoruz. Islam tarihinde cemaat kelimesi ilk defa Hazreti Hasan’ın hilafeti Hazreti Muaviye’ye devrettiği zaman oldu, o seneye“Senetü’l-cemâa/ birlik yılı” dendi.

Ehl-i sünnet tabirini ilk defa Muhammed b. Sîrîn kullanmış daha sonra Ehl-i sünnet ve’l-cemaat tabiri yaygınlaşmıştır. Bu tabir, bid’atlara karşı İslam cemaatının tavır almasıdır.

Kıble ehli olduğu  halde ehl-i sünnete aykırı inanç taşıyanlara bid’atçı denir. Bunlar toplam 72 fırkadır.

Bid’ad ehli olanlar, Allahü Teâlâ’nın cennette görülmeyeceğini söylemek gibi bazı bozuk ve yanlış inançlara bir te’vil ve şüphe ile sahip iseler, ehl-i sünnete göre bunlara kâfir denilemez. Fakat asla şüphe taşımayan delillere rağmen inkara giderlerse dinden çıkarlar. Meselâ bu âlemin sonradan yaratıldığına ve öldükten sonra dirilmenin olmayacağına inanmak gibi.

Hazreti Ali’nin diğer halifelerden üstün olduğuna inanan İslam dâiresinden çıkmazsa da –hâşâ- Allah  olduğuna inanan ve Cebrâil Aleyhisselam’ın vahyi getirirken yanıldığını söyleyen İslamdan çıkar.

Âlimler Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren bid’ad sahiplerine karşı ehl-i sünnet inancını sistemleştirdiler. Hasan Basrî Hazretleri bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılır. Imam-ı Âzam Hazretleri de bu grubun öncülerindendir. Daha sonra Ehl-i sünnet inancını olgunlaştıranlar İmam Ebû Mansur Mâturidî ve Ebü’l- Hasan Eş’arî oldu. Bu iki zat ehl-i sünnetin îtikad imamları olarak tanınır. Aralarında bazı meselelerde farlılıklar varsa da bunlar esas ve asıl meselelerde değil teferruattadır.     

Îtikadda orta yol ehl-i sünnet yoludur. Kuran-ı Kerim’de de “Biz sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık” buyuruluyor. (Bakara, 143)

İslam dünyasının büyük çoğunluğunu, kitap ve sünnete dayanan ve İslam dininin hayata tatbiki olan  sünnîlik (ehl-i sünnet) teşkil ediyor.

EHL-İ SÜNNET NEYE NASIL İNANIR?

Ehl-i sünnet inancına göre bu âlem ezelî değildir, sonradan yaratılmıştır.

Varlık/yaratılanlar gerçekten vardır, hayal değildir.

Insanlardan başka, melek ve cinler de idrak sahibi yaratıklardır.

Kâinatın yaratıcısı olan Allah ezelî ve ebedîdir. Her şeyi yaratan, işiten, görüp gözeten, rızık veren, dileyen ve dilediğini yapar, rahmetiyle her şeyi kuşatandır. Sonradan yaratılanlara benzemez. Kemal sıfatlara sahip, noksan sıfatlardan uzaktır.

Kur’an Allah kelamıdır. Lafzı da mânası da Allah’tandır Allah’a aittir.   

Îman, kalb ile tasdik edilenin dil ile ikrar edilmesidir. Bir kimsenin “Ben mü’minim “ demesi doğru fakat “İnşAllah mü’minim” demesi doğru ve câiz değildir.

Îman/ inanılacak şeyler artmaz ve eksilmez.

Allah, hidayeti/doğru yolu isteyenlere hidayet eder, doğru yola iletir; dalâleti/sapıklığı isteyenleri de dalâlete sevkeder.

Amel imanın bir parçası değilse de ikisi arasında sıkı bir ilgi ve alâka vardır. Amel, imanın aslından değil kemâlindendir.

Peygamberlerin ilki Âdem Aleyhisselam sonuncusu ise Hazreti Muhammed Aleyhisselam’dır. İkisinin arasında sayısı kesin olarak bilinmeyen onbinlerce peygamber gelmiştir. Peygamberlerin derece itibariyle en üstünü Hazreti Muhammed Aleyhisselam’dır.

Allah’ın, peygamberlere indirdiği dört büyük kitabın, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’ın hepsi de haktır.

Melekler ne emredilirse onu yapar asla Allah’aisyan etmezler. Onlarda erkeklik dişilik yoktur.

Peygamberimiz’in Mîrac yolculuğu haktır.

Peygamberlerin mûcizeleri, evliyânın kerâmetleri hak ve gerçektir.

Peygamberimiz’den sonra insanların en üstünü sırasıyla Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. Halifelikleri de bu sıraya gore gerçekleşmiştir. Diğer sahâbeler de hayırla yâd edilir. Ashabtan o zatın kesin cennetlik oldukları Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir.

Hiç bir velî peygamber derecesine çıkamaz.

Insanların peygamberleri meleklerin peygamberlerinden, meleklerin peygamberleri umum müslümanlardan üstündür.

Ibâdet, insanlar üzerine ölünceye kadar farzdır.

Hazarda ve seferde mest üzerine meshetmek câizdir.   

Helal veya haram, herkes kendi rızkını tüketir. Haram da rızıktır. Insan başkasının rızkını yiyemez.

Büyük günah işleyenler âsî sayılırlar fakat inkâra düşmedikleri müddetçe mü’mindirler. Cenabı Hak günahkâr mü’minleri ister affeder isterse günahları miktarı cezalandırır. Bu mü’minler cezalarını çektikten sonra cennete girerler.

İşlenen günahları hafife almak veya helal kabul etmek insanı iman dâiresinden çıkarır.

Allah’ın helal saydığını haram, haram saydığını helal sayan kâfir olur.

Insan, cüz’î irade ve isteğiyle belirli ölçüler içinde istediği şeyi/ sevap veya günahı işlemekte serbesttir. Onun için insanlar yaptıklarından  hesaba çekileceklerdir.

Allah kâinatta tek yaratıcı olup, kulun kendi arzusuyla işlediği iyi kötü bütün işleri yaratan O’dur. Ancak kötülüğe razı değildir. Yani, yaratan Allah (c.c.) ise de işleyen kuldur.

Insan her ne şekilde ölürse ölsün, isterse öldürülmüş olsun, eceliyle ölmüştür.

Insanlar ölünce Münker Nekir tarafından kabir süâline tâbî olacaklardır. Kafirler ve bazı günahkât kü’minler için kabir azabı hak ve gerçektir.

Bu âlem geçicidir. Kıyamet muhakkak meydana gelecektir.

İnsanlar âhirette dirilip mahşer yerinde toplanacaklar, yaptıklarından  suâle/ hesaba çekileceklerdir.

Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez.

Iyi- kötü bütün ameller mîzanda tartılacak, insanlar sırattan geçeceklerdir.

Havz-ı kevser haktır.

Cennet ve cehennem yaratılmış olup şimdi mevcuttur.   

Ali Eren Hocaefendi
 
96
MÜBAREK GÜN VE GECELER / Ynt: Mevlît Kandili
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 13 Eylül 2024, 17:34:12 »
Tesbih namazı tevbenin, istiğfarın en büyüğü ve bütün vücudla yapılanıdır.

Hazret-i Resûlü Ekrem (s.a.v) amcaları Hazret-i Abbas'a hitaben tesbih namazı ile alâkalı şöyle buyurmuşlardır:
"Ey amca, sana on haslet haber vermekle ikram etmiş olayım ki, onu işlediğin vakit günahının evveli ve âhiri, yenisi ve eskisi, hatâen ve kasten yapılanı, küçüğü ve büyüğü, gizlisi ve aşikâr olanı mağfiret edilmiş olsun... Muktedir olursan bu tesbih namazını her gün kıl. Her gün kılmazsan ayda bir kere kıl. Onu da yapamazsan senede bir, onu da yapamazsan ömründe bir kere kıl."

Tesbih namazı 4 rek'attir. Bu namazda 300 defa şu tesbih okunur:

سُبْحَانَ ٱللهِ وَٱلْحَمْدُللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ وَٱللهُ اَكْبَرُ*وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِٱللهِ ٱلْعَلِىِّ ٱلْعَظِيمِ

"Sübhânallâhi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azıym"

Bu tesbih, namaz içinde şöyle okunur:

15 Kere Sübhâneke'den sonra (Fâtiha'dan önce),

10 Kere Zamm-ı sûreden sonra,

10 Kere Rükûda,

10 Kere Rükûdan kalkınca ayakta (kavmede),

10 Kere Birinci secdede,

10 Kere İki secde arasındaki oturmada (celsede),

10 Kere İkinci secdede,

Bu birinci rek'atte okunan tesbihlerin adedi 75'tir. İkinci rek'atte aynı sıralama ile yine 75 defa okunur. Üçüncü dördüncü rek'atler de böyle kılınır. Toplam 300 defa okunmuş olur.

Tesbih namazı, kılınması teşvik edilmiş bir namazdır. Bunu alışkanlık haline getirmek müstehaptır. Tembellik etmemek lâzımdır.

Kılmasını bilmeyenlerin de istifade etmesi maksadıyla cemaatle de kılınabilir. Cemaatle kılınırsa imam olacak kimse bu namazı kılmayı evvelâ nezreder ve namazı kıldırırken tesbihleri her yerde cehrî (sesli) okur. Cemaat ise dinler.

(Muhtasar İlmihal, Fazilet Neşriyat)
97
Sünnet namazı yerine kaza namazı kılınabilir mi ? Seyyid Abdülhakim Avrasi hazretleri bildiriyor ve uyarıyor. Sünnet namazı yerine kaza namazı kılanabiliyormuş. Video link : https://youtu.be/VuMx7thc5Fs?si=PQJ-odHDC2HeUmaV
98
MÜBAREK GÜN VE GECELER / Ynt: Mevlît Kandili
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 13 Eylül 2024, 10:03:23 »
Rebîu'l-Evvel
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bu ayın 12'sinde dünyayı şereflendirmişlerdir. Bu itibarla, senenin ilk kandili olan Velâdet kandili (Mevlid gecesi) bu ayın 12'nci gecesidir.

Bu ay içinde mümküm olduğu kadar salât-ü selâmı (Salât-ı Nâriye, Salât-ı Münciye ve Salât-ı Fethiye) çok okumalıdır.


Mevlid Gecesi
Bu gecenin manevî zenginliğinden istifâde etmek için bir tesbih namazı kılmalı, bir de Hatm-i Enbiyâ yapmalıdır.

Tesbih namazına niyet:

„Yâ Rabbî, niyet eyledim rızâ-i şerîfin için tesbih namazına. Yâ Rabbî, bu gece teşrifleriyle âlemleri nûra garkettiğin sevgili habîbin, başımızın tâcı Resûl-i Zîşân Efendimiz'in hürmetine ve bu geceki esrârın hürmetine ben âciz kulunu da afv-ı ilâhîne, feyz-i ilâhîne mazhar eyle. Allâhü Ekber“.......Fazilet Takvimi
yarın akşam..cumartesi yi pazar a bağlayan gece
99
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 12 Eylül 2024, 23:49:36 »
Hikâye:
Evvelki zamanlarda bir padişah vardı. Dünyaca gayet ulu bir padişah idi. Bir gün şiddetli bir hastalığa müptelâ oldu. Tebaasını hep çağırdı. Vasiyet etti. Dedi ki:
- Ey benim vezirlerim! Ey yaranlarım! Oğullarım ve kullarım! Beni görün ve benim hâlime bakın, ibret alın. Bu fâni yalancı beyliğe aldanmayın. Bu fâni lezzetlere gönül vermeyin, âhiret amellerine fırsat elde iken çalışıp gayret edin. Yoksa benim gibi olur nedametler edersiniz. Ölüm insana aniden gelir. Ölüm gelince insan şaşırır. Ölüm arslanı insanı pençesine alır, hiç aman vermez. İnsan dört yana baka kalır. Son pişmalık fayda vermez. Tevbeyi hiç elden bırakmamak gerekir.
Bu pâdişâh ölürken nasihat etti ve dedi ki:
- ben öldükten sonra beni kabire koymayın. Zira ben kabirden ve kabir azabından korkarım. Ben başkalarına çok zulmettim. Başkalarını çok incittim.
Etrafındakiler dediler ki:
- Ne yapmamızı istersin?
Cevaben dedi ki:
-Sarayımdaki odalardan birine koyun beni. Büyükçede bir tabut yapın, beni o tabutun içinde odaya bırakın. Tabuta su girmeyecek şekilde muntazam yapın. Bir kaç gün geçtikten sonra tabutu sağlam bir iple odanın ortasına asın. Sonra ruhunu teslim etti.
Pâdişâhın dediğini yerine getirdiler. Sağlam bir ağaçtan büyücek bir tabut hazırlayıp o ulu pâdişâhı tabutun içine soktular. Odalardan birinin içine bıraktılar. Bir müddet sonra da odanın içine tabutla beraber astılar. Bir gün aşkam oldu, herkes uykuya daldıktan sonra bir avaz işitildi. gayet heybetli idi. Hep saraydakiler kalkıp korku ile sesin geldiği tarafa koştular. Varıp tabuta sarıldılar, tabutu indirip açtılar. Gördüler ki pâdişâhın başını büyük bir kara yılan kapıp yutmuş. Bu yılan öyle bir yılan idi ki bunun gibi yılanı o havalide o vakte kadar kimse görmemiştir. O ulu pâdişâhın başını o yılanın ağzından zorla çıkardılar, yılanı öldürdüler. Başı eski şekliyle gövdeye bitişdirdiler. Tabutu güzelce kapatıp yine eskisi gibi yerine güzelce astılar. Lâkin ertesi gece tekrar aynı şekilde bir avaz ve çığlık duyuldu. Tekrar tabutu indirdiler. Bu sefer o yılan o pâdişâhı yarı beline kadar yutmuş. Yine pâdişâhı yılanın ağzından çıkardılar. Yılanı telef ettiler, tepelediler. Tekrar pâdişâhı eski haline koydular. Tabutu odanın ortasına astılar. Ertesi gün oldu, yine geceleyin bir çığlık işitildi. Herkes uykudan kalkıp koşuştular. Bu sefer yılan pâdişâhı bütün bütün yutmuş. Yılanı tepelediler, pâdişâhı çıkardılar ki kap kara kömür gibi oluvermiş. Sabahleyin varıp zamanın âlimlerine bu halleri anlattılar.
Âlimler tevil ettiler ve dediler ki:
- O yılan onun amelleri sebebiyle ona musallat olmuştur. O nerede olsa yetişip yakalar.
O havalinin insanları bu hâdise üzerine iyice anladılar ki insan ne ameller işlemişse ondan kurtuluş yoktur. İnsan öldükten sonra nereye konulursa konulsun netice değişmez. Bunun üzerine mezarlığa vardılar bir çukur kazdılar ve pâdişâhı oraya gömdüler. Böylece Hakkın emrine razı oldular.
100
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: Ehl-i sünnet ve'l cemat
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 12 Eylül 2024, 12:15:04 »
Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
281.Mektup Mektubat-ı Rabbani
MEVZUU : a) Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'ye intisab etmenin şükrünü beyan.,
b) Bu Tarikat-ı Aliyyenin bazı hususiyetlerini beyan ve onda lâzım olan edep hareketleri..

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.

Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçmiş olduğu kullarına..

Bu büyük nimetin şükrünü hangi dille eda edebiliriz?.

Şöyle ki: Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin, Ehl-i sünnet vel-cemaatın görüşüne göre itikadı tashih ettikten sonra, Sübhan Allah bizi Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'ye sülûk şerefi ile müşerref eyledi. Bizleri, bu şanı büyük taifenin müridleri ve müntesipleri eyledi.

Fakir'e göre: Bu Tarikat-ı Aliyye'de bir adım atmak; diğer tarikatlarda yetmiş adım atmaktan daha faziletlidir.

Bir yol ki, fütuhat getirir ve tebaiyet ve veraset yolu ile kemalât-ı nübüvvete ulaştırır; işte o: Bu Tarik-i Âliye'dir.

Diğer tarikatların müntehası, velâyet kemalâtının husulüdür. Nübüvvet kemalâtına ulaştıran bir yol onlardan açılmaz.

Üstte anlatılan mana icabı olarak; mektuplarımda (veya kitaplarımda) şöyle yazdım:

— Bu büyüklerin yolu, ashab-ı kiram yoludur. Allah onlardan razı olsun.

Ashab-ı kiram, bu kemalâttan yana veraset yolu ile nasıl bol hazza nail oldularsa., bu Tarikat'ın müntehileri dahi, tebaiyet yolu ile ondan nasib bulurlar. Müptedi ve mutavassıtlarına gelince., bunlar dahi bu Tarikat'ı bırakmayıp bu Tarikat'ın müntehüerine karşı kemaliyle mahabbetle muttasıf olduklarından, bunlar için dahi aynı mana ümid edilir.

— «İnsan sevdiği ile beraberdir.»

Hadis-i şerifi ayrıca bu manada uzakta kalanara bir müjdedir.

Bu Tarikat-ı Aliyye'de, asıl hüsrana dalıp varını yitiren o şahısta ki: Ona girer; amma edeplerine riayet etmediği gibi, onda yeni icadlar çıkarmaya kalkar ve bu Tarikat-ı Aliyye'ye muhalif düşen rüvalarına ve düşlerine itimad eder. Bu takdirde, Tarikat'ın günahı nedir?.

Bu durumda o kimse, rüyalarının ve düşlerinin iktizasına göre. Türkistan tarafına teveccüh etmiş; kendi arzusu ile Kabe yolundan ayrılmıştır.

Bir şiir:

Bak, ulaşabilir nü Mekke'ye o kimse:
Yarın, Irak tarafına yönelip gitmişse..

***

Orada arkadaşların topluluğu ve taliplerin ciddî çalışmaları vardır: sizin oradaki bu yolunuzu bozmak istemem.

Bundan evvel, bu tarafa gelmeniz için işaret vaki olmuştu; ama onun da şartları vardı. Şu anda dahi, aynı şartlar vardır.

Şayet bu tarafa teveccüh edeceksen; bu iş: Mükerrer istihare, şüphe ve tereddüde mahal bırakmayan gönül açıklığından ve yerine birini bıraktıktan sonra olmalıdır. Amma yerine bırakacağın kimse, önceki hale bir fütur getirecek hiç bir şey yapmamalıdır. Ancak bundan sonra gelebilirsin. Bu anlatılan şartlar olmadan; oradaki muameleyi zay etmek, taliplerin topluluğuna fütur getirmek yerinde olmaz.

Bundan daha fazla nasıl anlatayım?.

Vesselam..
Sayfa: 1 ... 8 9 [10]