Sadakat islami Forum
DİNİ KATEGORİLER => GÖNÜL SULTANLARIMIZ => EVLİYAULLAH => Konuyu başlatan: müteallim - 04 Kasım 2007, 10:21:38
-
Fıkıh ilmini kuran, sistemleştiren Ehli sünnetin reisi İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Bunun için bu mübarek zat hakkında biraz daha bilgi vermek yerinde olacak.
Imami Azam Ebu Hanifenin adi Numandir. Babasinin adi Sabit , dedesinin adi da Numandir. Ehli sunnetin 4 buyuk imaminin birincisidir . Imam derin alim demektir. Dedesi Islam dinini kabul etmisti . Hicretin 80 senesinde Kufe sehrinde dogdu . Eshabi kiramdan (r.a.) Enes Bin Malik ve Abdullah bin Evfa ve Sehl bin Sa'd Saidii ve Ebuttufeyl Amir bin Vasile gibi zevatin zamaninda yetismistir Fikh ilmini Hammad bin Ebi Suleyman'dan ogrendi. Tabi'índen bir cok zaatlarla ve Hz Ali efendimizin torunlarindan olan Imami Caferi Sadikla sohbet etti , manen kendisinden feyz aldi . (Caferi Sadik (k.S.) silsilei saadattandir).
Cok hadisi serif ezberledi . Kisa bir zaman icerisinde Sani ve sohreti tum dunyaya yayildi , kiyamete kadarda devam edecektir.
Emevilerin 14cu ve son halifesi olan Mervan bin Muhammed, mervan bin Hakemin torunu olup 132 (m. 750) de Misirda katl olunmusdur . 5 sene halifelik yapmisdir . Bunun zamaninda , Irak Valisi olan Yezid bin Amr , Imami Azam (k.s.'e Kufe hakimligini teklif etdi ise de , zuhd ve takvasi , ilmi ve zekasi son derece cok olmasina ragmen kullarin hakkini gozetmede kusur etmesinden korktugu icin teklifi red etti. Yezidin emri ile basina 110 kamci vuruldu . Mubarek basi , yuzu sisdi. Ertesi gun tekrar teklif yapmislarsada kabul etmedi. Izin isteyip Mekke-i mukerremeye gitti. 5-6 sene orada yasadi.
150 (m. 767) senesinde , Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansurun emr etdigi temyiz baskanligini kabul etmedigi icin zindana atildi. Kamci ile doguldu . Hergun 10 kamci artdirilarak doguldu. Kamci sayisi 100 oldugu gun dar-i beka'ya intikal ettiler.
Imam-i Azam (k.s.) dortyuzbin kimseden ilm aldi
Bu zatin buyuklugunu anlamak icin her asirda alimler bu zatin hakkinda kitaplar yazmislardir.
Imam-i Azam (k.s.) ayet ve hadis isiginda 12bin kaide tertip edip , 8bin kaide ile fetva vermislerdir.
Hanefi mezhebinde , 500bin dini mes'elesi cozulmus , hepsi cevaplandirilmisdir.
O dininin büyük bir direğidir
Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir.
İmâm-ı a'zamın babası Sâbit, Kûfede, imam-ı Ali ile buluşup, İmâm hazretleri, buna ve evladına duâ buyurmuştu. Hadis-i şerifte,
“Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacaktır” buyuruldu.
“Nu'mân bin Sâbit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim sünnetimi canlandıracaktır” buyuruldu.
“Ebû Hanîfe adında biri gelir. O, bu ümmetin en hayrlısıdır”,
“Ümmetimden biri, dinimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı, Nu'mân bin Sâbittir”,
“Her asırda , ümmetimden, yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe, zamanının en yükseğidir”, “Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır” hadis-i şerifleri meşhûrdur
(Bu hadisi serifler büyük alim Ebulleysi Semerkandiy hazretlerinin MUKADDIME ismi kitabinda yazilmistir. Ibni Abidiyn REDDÜL MUHTARI serh ederken bu hadisi seriflerin mevzu hadis yani uyduruk hadis olmadigini delillerle aciklamistir.)
Hanbeliy alimlerden olan Allame Yusuf TENVIRUSS SAHIFE isimli kitabinda diyorki: Ebu hanifeye dil uzatmayiniz ve ona dil uzatanlara inanmayiniz! Allaha yemin ederim ki , ondan daha vera sahibi ve ondan daha bilgili kimse bilmiyorum . Hatibi Bagdadiynin sözlerine inanmayiniz! Onun alimlere karsi kiskanciligi vardir. Ebu hanifeye , Imam ahmete dil uzatmistir. (Imam ahmet hanbeliy mezhebini ihdas etmistir).
Imami Azam hazretleri gencliginde , kelam ilmine ve marifete calisip pek mahir oldu. Sonra Imami Hammada 18 yil hizmet edip yetisdi. Hammad vefat edince , onun yerine müctehid ve müfti oldu. Ilmi , üstünlügü her yere yayildi . Fazileti , zekasi , anlayisi zühd ve takvasi , emaneti , cabuk cevabli olmasi , dine bagliligi , dogrulurugu ve bütün insanlik olgunluklarinda , herkesin üstünde idi. Zamaninda bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler , üstün kimseler , hatta hristiyanlar , kendisini hep medh etmisdir . imami Safii hazretleri buyuruyorki : Fikh bilgisinde, herkes Ebu hanifenin cocuklaridir. Bir kerrede : Ebu hanife ile teberrük ediyorum . hergün mezarini ziyaret ediyorum . Zor bir durumda kalinca onun kabrine gidip iki rekat namaz kilarim. Allahü Tealaya yalvaririm . Dilegimi verir, buyurdu.
Imami Safi hazretleri Imami Azam hazretlerinin talebelerinden olan Imam Muhammed hazretlerinin talebesidir. Imam safi hazretleri buyurdularki: Hazreti Allah bana ilmi iki kimseden ihsan etti, Hadisi Süfyan bin Uyeyneden, Fikhi Imam Muhammedden. Bir kerre de : Din bilgilerinde ve dünya islerinde , kendisine minnetdar oldugum bir kisi vardir. Oda Imami Muhammeddir , buyurmusdur. Yine Imam Safiy hazretleri buyurdularki: Imami Muhammedden ögrendiklerimle bir hayvan yükü kitap yazdim. O olmasaydi, ilimden birsey edinmeyecekdim. Ilmde herkes Irak alimlerinin cocuklaridir. Irak alimleride Kufe alimlerinin talebesidir. Kufe alimleri ise Ebu Hanifenin talebesidir. ( Yâni, bir adam, çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı a'zam da, insanların, işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmağı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmıştır. (burada bir mezheb imaminin dolayi yönden imami azam hazretlerinin talebesi oldugu dikkate sayandir. Burada hemen sunuda izah etmek istiyorum : İmâm-ı Şâfi'înin ayrı bir mezhep kurması, İmâm-ı a'zamı beğenmemesi, ondan ayrılması demek değildir. Eshâb-ı kirâmda bazen ayri birbirlerine muhalif ayri hükümlerle amel ve ictihad ederlerdi . Bununla berâber birbirlerini çok severler ve hurmet ederlerdi. Feth sûresinin son âyeti buna şâhittir).
Müsned isimli kitapta deniliyorki: Imami Azam hazretleri Kurani kerimden ve hadisi seriflerden bir mesele cikardi zaman , bunu üstadlarina söylerdi. Hepsi tasdik etmedikce süal sahibine bu cevabini bildirmezdi. Kufe sehri cami’inde ders verirken 1000 talebesi her dersinde bulunurdu . Bunlardan kirk adedi müctehiddir. (iclerinden en meshurlari Imami Yusuf , Imami Muhammed , Imam zuferdir). Bir meseleye cevap bulunca bunu talebelerine bildirirdi. Birlikde incelerler, Kurani kerime ve hadisi serife ve Eshabi Kiramin sözlerine uygun oldugunda sözbirligi olursa, sevincinden (ELHAMDÜLILLAH VAllahÜ EKBER) derdi. Dersde bulunanlarin hepsi de böyle söylerdi. Bundan sonra bunu yaziniz buyururdu.
Imami Azam hazretleri hergün sabah namazini camide kilip ögleye kadar talebelerini dinler , onlara cevap verirdi , derdleri varsa en güzel bir sekilde onlara derman bulurdu. Ögle namazindan sonra yatsiya kadar telebeye ilm ogretirdi. Yatsidan sonra evine gelip biraz dinlerir sonra camiye gider, sabah namzina kardar ibadet ederdi . Bu hali selefi salihinden Misar bin Kedami Kufi ve baska kiymetli kimseler haber vermislerdi. (Misar 115 (m. 733) senesinde vefat etmistir).
Imam Azam hazretleri ticaret ederek helal kazanirdi. Baska yerlere mal gönderir, kazanci ile talebesinin ihtiyaclarini alirdi. Kendi evine bol harc eder, evine harc etdigi kadar da, fakirlere sadaka verirdi. Her Cuma günü anasinin babasinin ruhu icin, fakirlere ayrica yirmi altin dagitirdi. Hocasi Hammad rahmetullahi aleyhin evi tarafina ayagini uzatmazdi. Halbuki aralarinda yedi sokaka uzaklik vardi. Ortaklarindan birinin, cok mikdarda bir mali, islamiyyete uygun olmiyarak satdignini anlayinca, bu maldan kazanilan doksan bin akcanin hepsini fakirlere dagitip , on parasini kabul etmedi. Kufe sehrinin köylerini hadudlar basip , koyunlari kacirmislerdi. Bu calinan koyunlar, sehrde kesilip halka satilabilir dusuncesi ile o gunden beri yedi sene kesilmis koyun eti alip yemedi. CÜNKÜ BIR KOYUNUN EN COK YEDI YIL YASAYACAGINI ÖGRENMISDI. HARAMDAN BU DERECE KORKAR, HER HAREKETINDE ISLAMIYYETI GÖZETIRDI.
Büyük fikih alimlerden , muhaddislerden olan , islamiyette ilk kitap yazdigi rivayet edilen Ibni Cüreyc Imam azam hazretleri hakkinda buyuruyorki : NUMAN IBNI SABITIN (imam azam) HAZRETLERININ SON DERECE AllahDAN KORKTUGUNU SIZ KUFELILERDEN ÖGRENDIM.
Imami Azam hazretleri 40 sene yatsi namazinin abdesti ile sabah namazi kildi. (yani yatsidan sonra hic uyumadi). Son hacccinda, Kabeyi Muazzama icine girip burada iki rekat namaz kildi. Namazda bütün Kurani kerimi okudu. Sonra agliyarak : YA RABBI! SANA LAYIK IBADET YAPAMADIM. FAKAT SENIN AKL ILE ANLASILAMAYICAGINI IYI ANLADIM. HIZMETIMDEKI KUSURUMU BU ANLAYISIMA BAGISLA! Diyerek dua etdi. O anda bir ses isitildi ki , YA EBA HANIFE! SEN BENI IYI TANIDIN VE BANA GÜZEL HIZMET ETTIN. SENI VE KIYAMETE KADAR SENIN MEZHEBINDE OLUP YOLUNDA GIDENLERI AFV VE MAGFIRET ETTIM buyuruldu. Imam Azam hazretleri Ramazani serifde hergun ve gece , ayriyeten teravihde namazida dahil olmak uzere 61 defa Kurani Kerimi hatm ederlerdi.
Imami Azam hazretlerinin takvasi o kadar cokdu ki 30 yil (bayramlar haric) hergün oruc tutardi. Cok kere bir rekatde veya iki rekatte Kurani Kerimi hatm ederdi. Bazende yalniz bir azab veya rahmet ayetini namazda veya namaz disinda tekrar tekrar okuyup hickira hickira aglar , sizlardi. (hanefi mezhebinde namazda Allah icin aglamak namazi bozmaz). Isitenler, haline acirdi. Peygamber efendimiz Muhammed Mustafa sallAllahu aleyhi vesellemin ümmeti icinde bir rekat namazda Kurani Kerimi hatm etmek yalniz Hulefa-i Rasidiynden olan OSMAN IBNI AFFANA , Temimi Dari , Sa-iyd bin Cübeyr ve Imami Azam hazretlerine nasip olmustur.
Imami Azam hazretleri kimseden hediyye kabul etmezdi. Fakirler gibi giyinirdi. Bazende Allahu tealanin nimetlerini göstermek icin , cok kiymetli elbise giyerdi. 55 kere hac edip, birkac yil Mekke-i Mukerremede kaldi. Yalniz ruhu kabz olundugu yerde (zindanda) 7000 kere Kurani Kerimi hatm etmisdi. ÖMRÜMDE BIR KERE GÜLDÜM , ONA’DA PISMANIM demisdir. Az söyler cok düsünürdü. Bazin din konularinda talebesi ile münazara , konusma yapardi. Bir gece , yatsi namazini cema-at ile kilip cikarken bir ayagi kapinin disinda bir ayagi daha mescidde iken , bir mevzu üzerinde , talebesi Imami hazretleri ile sabah ezanina kadar konusup, ikinci ayagini disari cikarmadan, sabah namazini kilmak icin yine mescide girmisdir.Hatta o sirada müezzin gelmis. Imam azam müezzine: evladim burada ne isin var demis. Müezzin cevaben : efendim sabah namazi girdi. (hizmet suruna en guzel misallerden). Imam Ali hazretleri ; 4000 DIRHEME KADAR NAFAKA CAIZDIR BUYURDU diyerek , kazancinin 4000 dirheminden fazlasini fakirlere dagitirdi.
Rivayet edilirki halife Ebu Cafer El- Mansur Imam Azam hazretlerine saygida , hürmette kusur etmezdi. Hatta bir defasinda Halife imama para gönderecegini , imama haber verirken , Imam Azam hazretleri : HAYIR BEN BU PARAYI KABUL ETMEM, demisti. Sonra halife bu parayi Imam Azam hazretlerine gönderecegi gün , Imam Azam hazretleri sabah namazi kilip , elbisesine bürünüp yatmis. Tam o esnada halifenin elcileri gelmis Hediyeyi teslim etmek icin. Fakat Imam azam hazretleri konusmuyor. Yanindakiler elcilere: BUNUN HALI BÖYLEDIR. COK NADIR KONUSUR. KENDISINE HASTALIK ARIZ OLDUGUNDA HIC KONUSMAZ. Bunun üzerine elci : O HALDE SU HEDIYEYI ALIN , IMAM EFENDI IYILESTIKTEN SONRA KENDISINE VERIN. Elciler gittikten sonra Imam Azam hazretleri oglu Hammada ,``Oglum ben öldükten sonra bu parayi al elciye götür, ve kendisine deki ```babama emanet olarak biraktiginiz paralari aliniz. Hammad vasiyeti yerine getirdikten sonra elci söyle demis: Allah babana rahmet etsin , o dinde cok sadik idi.
IMAM AZAM HAZRETLERININ BU HALI , YALNIZ ZAHIRIY ILM DEGIL , BATINIY ILME’DE SAHIP OLDUGUNA APACIK BIR DELILDIR. O DININ EN ÖNEMLI VE HAYATI MEVZULARI ÜZERINDE DÜSÜNEREK BIR NETICE CIKARMAYA CALISIRDI . CÜNKÜ SUSMASINI BILEN KIMSEYE ILMIN TAMAMI VERILMIS DEMEKTIR
-
Ellerinize sağlık efendim, güzel bir çalışma olacak inş.
-
أبو حنيفة.. الإمام الأعظم
(في ذكرى وفاته: 11 من جمادى الأولى 150هـ)
أحمد تمام
كتاب المبسوط من أهم كتب المذهب الحنفي في الفقه
نزل الصحابي الجليل عبد الله بن مسعود مدينة الكوفة عقب إنشائها على عهد عمر بن الخطاب سنة 17 هـ ليعلّم الناس ويفقّههم في دينهم، فالتف الناس حوله، وكان بحرا زاخرا من بحور العلم، وكان متأثرا بطريقة عمر بن الخطاب في الاستنباط والبحث، والأخذ بالرأي عند افتقاد النص، مع الاحتياط والتحري في قبول الحديث النبوي.
وبرز من تلامذة ابن مسعود عدد من الفقهاء الأفذاذ، يأتي في مقدمتهم عبيدة بن قيس السلماني، وعلقمة بن قيس النخعي الذي قال عنه شيخه ابن مسعود: لا أعلم شيئا إلا وعلقمة يعلمه، بالإضافة إلى شُريح الكندي الذي ولي قضاء الكوفة في عهد عمر، واستمر على القضاء اثنتين وستين سنة.
وحمل أمانة العلم من بعدهم طبقة لم يدركوا ابن مسعود، ولكن تفقهوا على يد أصحابه، وكان أبرز هذه الطبقة إبراهيم بن يزيد النخعي، فقيه العراق دون منازع، فضلا عن تمكنه الراسخ في علوم الحديث، وهو ينتمي إلى أسرة كريمة، اشتهر كثير من أفرادها بالنبوغ والاشتغال بالفقه.
وعلى يد إبراهيم النخعي تتلمذ حمّاد بن سليمان، وخلفه في درسه، وكان إماما مجتهدا، كانت له بالكوفة حلقة عظيمة، يؤمها طلاب العلم، وكان من بينهم أبو حنيفة النعمان الذي فاق أقرانه وانتهى إليه الفقه وتقلد زعامة مدرسة الرأي من بعد شيخه، والتفّ حوله الراغبون في الفقه، برز منهم تلامذة بررة، على رأسهم أبو يوسف، ومحمد، وزُفر، وعملوا معه على تكوين المذهب الحنفي.
المولد والنشأة
استقبلت الكوفة مولودها النعمان بن ثابت بن النعمان المعروف بأبي حنيفة سنة (80 هـ 699م) وكانت آنذاك حاضرة من حواضر العلم، تموج بحلقات الفقه والحديث والقراءات واللغة والعلوم، وتمتلئ مساجدها بشيوخ العلم وأئمته، وفي هذه المدينة قضى أبو حنيفة معظم حياته متعلما وعالما، وتردد في صباه الباكر بعد أن حفظ القرآن على هذه الحلقات، لكنه كان منصرفا إلى مهنة التجارة مع أبيه، فلما رآه عامر الشعبي الفقيه الكبير ولمح ما فيه مخايل الذكاء ورجاحة العقل أوصاه بمجالسة العلماء والنظر في العلم، فاستجاب لرغبته وانصرف بهمته إلى حلقات الدرس وما أكثرها في الكوفة، فروى الحديث ودرس اللغة والأدب، واتجه إلى دراسة علم الكلام حتى برع فيه براعة عظيمة مكّنته من مجادلة أصحاب الفرق المختلفة ومحاجّاتهم في بعض مسائل العقيدة، ثم انصرف إلى الفقه ولزم حماد بن أبي سليمان، وطالت ملازمته له حتى بلغت ثمانية عشر عاما.
شيوخه
وكان أبو حنيفة يكثر من أداء فريضة الحج حتى قيل إنه حج 55 مرة، وقد مكنته هذه الرحلات المتصلة إلى بيت الله الحرام أن يلتقي بكبار الفقهاء والحفّاظ، يدارسهم ويروي عنهم، وممن التقى بهم من كبار التابعين: عامر الشعبي المتوفى سنة (103 هـ= 721م)، وعكرمة مولى ابن عباس المتوفى سنة (105 هـ = 723م)، ونافع مولى ابن عمر المتوفى (117هـ= 735م)، وزيد بن علي زين العابدين المتوفى سنة (122هـ = 740م)، ويصل بعض المؤرخين بشيوخ أبي حنيفة إلى 4 آلاف شيخ، وتذكر بعض الروايات أنه التقى ببعض الصحابة الذين عاشوا إلى نهاية المائة عام الأولى، وروى عنهم بعض الأحاديث النبوية وهو بذلك ترتفع درجته إلى رتبة التابعين، على أن الراجح أنه وإن صح أنه التقى بعض الصحابة الذين امتدت بهم الحياة حتى عصره فإنه لم يكن في سن من يتلقّى العلم، ولا سيما أنه بدأ العلم في سن متأخرة وأنه انصرف في بداية حياته إلى العمل بالتجارة.
رئاسة حلقة الفقه
وبعد موت شيخه حماد بن أبي سليمان آلت رياسة حلقة الفقه إلى أبي حنيفة، وهو في الأربعين من عمره، والتفّ حوله تلاميذه ينهلون من علمه وفقهه، وكانت له طريقة مبتكرة في حل المسائل والقضايا التي كانت تُطرح في حلقته؛ فلم يكن يعمد هو إلى حلها مباشرة، وإنما كان يطرحها على تلاميذه، ليدلي كل منهم برأيه، ويعضّد ما يقول بدليل، ثم يعقّب هو على رأيهم، ويصوّب ما يراه صائبا، حتى تُقتل القضية بحثا، ويجتمع أبو حنيفة وتلاميذه على رأي واحد يقررونه جميعا.
وكان أبو حنيفة يتعهد تلاميذه بالرعاية، وينفق على بعضهم من ماله، مثلما فعل مع تلميذه أبي يوسف حين تكفّله بالعيش لما رأى ضرورات الحياة تصرفه عن طلب العلم، وأمده بماله حتى يفرغ تماما للدراسة، يقول أبو يوسف المتوفى سنة (182هـ = 797م): "وكان يعولني وعيالي عشرين سنة، وإذا قلت له: ما رأيت أجود منك، يقول: كيف لو رأيت حمادا –يقصد شيخه- ما رأيت أجمع للخصال المحمودة منه".
وكان مع اشتغاله يعمل بالتجارة، حيث كان له محل في الكوفة لبيع الخزّ (الحرير)، يقوم عليه شريك له، فأعانه ذلك على الاستمرار في خدمة العلم، والتفرغ للفقه.
أصول مذهبه
نشأ مذهب أبي حنيفة في الكوفة مهد مدرسة الرأي، وتكونت أصول المذهب على يديه، وأجملها هو في قوله: "إني آخذ بكتاب الله إذا وجدته، فما لم أجده فيه أخذت بسنة رسول الله صلى الله عليه وسلم، فإذا لم أجد فيها أخذت بقول أصحابه من شئت، وادع قول من شئت، ثم لا أخرج من قولهم إلى قول غيرهم، فإذا انتهى الأمر إلى إبراهيم، والشعبي والحسن وابن سيرين وسعيد بن المسيب فلي أن أجتهد كما اجتهدوا".
وهذا القدر من أصول التشريع لا يختلف فيه أبو حنيفة عن غيره من الأئمة، فهم يتفقون جميعا على وجوب الرجوع إلى الكتاب والسنة لاستنباط الأحكام منهما، غير أن أبا حنيفة تميّز بمنهج مستقل في الاجتهاد، وطريقة خاصة في استنباط الأحكام التي لا تقف عند ظاهر النصوص، بل تغوص إلى المعاني التي تشير إليها، وتتعمق في مقاصدها وغاياتها.
ولا يعني اشتهار أبي حنيفة بالقول بالرأي والإكثار من القياس أنه يهمل الأخذ بالأحاديث والآثار، أو أنه قليل البضاعة فيها، بل كان يشترط في قبول الحديث شروطا متشددة؛ مبالغة في التحري والضبط، والتأكد من صحة نسبتها إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم، وهذا التشدد في قبول الحديث هو ما حمله على التوسع في تفسير ما صح عنده منها، والإكثار من القياس عليها حتى يواجه النوازل والمشكلات المتجددة.
ولم يقف اجتهاد أبي حنيفة عند المسائل التي تعرض عليه أو التي تحدث فقط، بل كان يفترض المسائل التي لم تقع ويقلّبها على جميع وجوهها ثم يستنبط لها أحكاما، وهو ما يسمى بالفقه التقديري وفرص المسائل، وهذا النوع من الفقه يقال إن أبا حنيفة هو أول من استحدثه، وقد أكثر منه لإكثاره استعمال القياس، روي أنه وضع ستين ألف مسألة من هذا النوع.
تلاميذ أبي حنيفة
لم يؤثر عن أبي حنيفة أنه كتب كتابا في الفقه يجمع آراءه وفتاواه، وهذا لا ينفي أنه كان يملي ذلك على تلاميذه، ثم يراجعه بعد إتمام كتابته، ليقر منه ما يراه صالحا أو يحذف ما دون ذلك، أو يغيّر ما يحتاج إلى تغيير، ولكن مذهبه بقي وانتشر ولم يندثر كما اندثرت مذاهب كثيرة لفقهاء سبقوه أو عاصروه، وذلك بفضل تلاميذه الموهوبين الذين دونوا المذهب وحفظوا كثيرا من آراء إمامهم بأقواله وكان أشهر هؤلاء:
أبو يوسف يعقوب بن إبراهيم المتوفى (183هـ = 799م) وهو يعدّ أول من دوّن الكتب في مذهب أبي حنيفة، ووصل إلينا من كتبه "الآثار"، وكتاب اختلاف أبي حنيفة وابن أبي ليلى، وساعده منصبه في القضاء على أن يمكّن لمذهب أبي حنيفة الذيوع والانتشار.
محمد بن الحسن الشيباني المتوفى سنة (189هـ = 805م) وهو يعد صاحب الفضل الأكبر في تدوين المذهب، على الرغم من أنه لم يتتلمذ على شيخه أبي حنيفة إلا لفترة قصيرة، واستكمل دراسته على يد أبي يوسف، وأخذ عن الثوري والأوزاعي، ورحل إلى مالك في المدينة، وتلقى عنه فقه الحديث والرواية.
تدوين المذهب
وصلت إلينا كتب محمد بن الحسن الشيباني كاملة، وكان منها ما أطلق عليه العلماء كتب ظاهر الرواية، وهي كتب المبسوط والزيادات، والجامع الكبير والجماع الصغير، والسير الكبير والسير الصغير، وسميت بكتب ظاهرة الرواية؛ لأنها رويت عن الثقات من تلاميذه، فهي ثابتة عنه إما بالتواتر أو بالشهرة.
وقد جمع أبو الفضل المروزي المعروف بالحاكم الشهيد المتوفى سنة (344هـ = 955م) كتب ظاهر الرواية بعد حذف المكرر منها في كتاب أطلق عليه "الكافي"، ثم قام بشرحه شمس الأئمة السرخسي المتوفى سنة (483هـ = 1090م) في كتابه "المبسوط"، وهو مطبوع في ثلاثين جزءا، ويعد من أهم كتب الحنفية الناقلة لأقوال أئمة المذهب، بما يضمه من أصول المسائل وأدلتها وأوجه القياس فيها.
انتشار المذهب
انتشر مذهب أبي حنيفة في البلاد منذ أن مكّن له أبو يوسف بعد تولّيه منصب قاضي القضاة في الدولة العباسية، وكان المذهب الرسمي لها، كما كان مذهب السلاجقة والدولة الغرنوية ثم الدولة العثمانية، وهو الآن شائع في أكثر البقاع الإسلامية، ويتركز وجوده في مصر والشام والعراق وباكستان والهند والصين.
وفاة أبي حنيفة
مد الله في عمر أبي حنيفة، ورزقه الله القبول، وهيأ له من التلاميذ النابهين من حملوا مذهبه ومكنوا له، وحسبه أن يكون من بين تلاميذه أبو يوسف، ومحمد بن الحسن، وزفر، والحسن بن زياد، وأقر له معاصروه بالسبق والتقدم، قال عنه النضر بن شميل: "كان الناس نياما عن الفقه حتى أيقظهم أبو حنيفة بما فتقه وبيّنه"، وبلغ من سمو منزلته في الفقه أن قال الشافعي: "الناس في الفقه عيال على أبي حنيفة".
كما كان ورعا شديد الخوف والوجل من الله، وتمتلئ كتب التاريخ والتراجم بما يشهد له بذلك، ولعل من أبلغ ما قيل عنه ما وصفه به العالم الزاهد فضيل بن عياض بقوله: "كان أبو حنيفة رجلا فقيها معروفا بالفقه، مشهورا بالورع، واسع المال، معروفا بالأفضال على كل من يطيف به، صبورا عل تعليم العلم بالليل والنهار، حسن الليل، كثير الصمت، قليل الكلام حتى ترد مسألة في حلال أو حرام، فكان يحسن أن يدل على الحق، هاربا من مال السلطان".
وتوفي أبو حنيفة في بغداد بعد أن ملأ الدنيا علما وشغل الناس في (11 من جمادى الأولى 150 هـ = 14 من يونيو 767م).
من مصادر الدراسة:
محيي الدين عبد القادر: الجواهر المضيئة في طبقات الحنفية – تحقيق عبد التفاح الحلو- مطبعة الحلبي – القاهرة – 1398هـ= 1978م.
الخطيب البغدادي: تاريخ بغداد – دار الكتب العلمية – بيروت – بدون تاريخ.
محمد أبو زهرة: أبو حنيفة حياته وعصره- دار الفكر العربي – القاهرة – 1997م.
عبد الحليم الجندي: أبو حنيفة بطل الحرية والتسامح في الإسلام- دار المعارف بالقاهرة 1386هـ= 1966م.
وهبي سليمان: أبو حنيفة النعمان إمام الأئمة الفقهاء- دار القلم- دمشق – 1420هـ
-
Resulullah efendimiz, İmam-ı azamın geleceğini haber verdi. Hadis-i şerifte, “Âdem ve bütün Peygamberler “aleyhimüsselam”, benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soyadı Ebu Hanife, ismi Nu’man olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacakdır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehalet karanlığına düşmekten koruyacaktır” buyurdu. (Mevduat-ülulum, Dürül muhtar, İbni Abidin
Imam-i Azam'in fikih tedvinindeki öncülügü
Islâm ilimlerinde fikhin konularinin düzenli olarak belirlenmesiyle bunlarin kitap, bâb, fasillara ayrilarak yazilmasi Islâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasidir. Imam Muhammed es-Seybânî'nin telifiyle ortaya çikan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayati ince ayrintilariyla içine alan besyüzbin meseleyi hükme baglamistir. Bunlar yazili küllî fikih kâideleri olarak Islâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynaklari olmus, yüzyillarca serhleri yapilmistir. Çagdaslarinin Ebû Hanife'yi asiri rey taraftarligi ile suçlamalari bile daha sonralari onun görüslerinin baska kavramlar adi altinda kabulünü engellememistir. Ebû Hanife'nin bir diger özelligi, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarisini bütün meseleleri yeni bastan edille-i ser'iyye kaynaklarindan çikarmasidir. Islâm'in esaslarina uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabin görüsünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüsünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet i32 yilinda Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (i79) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüstü; hacca gelen çesitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, i36 yilinda Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un basa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahserî, el-Kessâf, ii, 232). Çagdasi Imam Câfer el-Sâdik ile mütâbakati vardir. Iki yil onun meclisinde bulunmus ve, "bu ikiyil olmasa Numân helâk olurdu" demistir. Hicrî i50 yilinda vefât ettiginde yakinlarina, "Halifenin gasbettigi hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmistir.
Imâm-i Azam bazi rivâyetlere göre iskence edilirken, zehirlenerek öldürülmüstür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona baskadi olmasi teklifi yapilir, o her defasinda reddeder, böylece sonunda yemegine zehir katilarak sehid edilir. Ibn el-Bezzâzi de Ebû Hanife'nin hapisten çikip evine döndügünü, ancak devletin onu halkla temastan engelledigini ve evinde gözetim altinda tutuldugunu zikreder (el-Bezzâzi, Menâkibu'l-Imâmi'l-A'zam, II, i5). Ebû Hanife'nin cenaze namazinda ellibin kisi bulunmus, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katildigi söylenmistir.
Çagdaslari içinde degisik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, Ibn Cüreyh, Câ'fer-i Sadik, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan Imâm-i Âzam ile büyük Imam Muhammed Bâkir arasinda geçen söyle bir olay anlatilir: Muhammed Bâkir, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kiyasla degistiren sen misin?" diye sormus; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyik olan bir sekilde yerine otur. Ben de bana lâyik olan sekilde yerime oturayim. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatinda sahâbîleri nasil saygi duyuyorlarsa ayni sekilde ben de size saygi besliyorum. Simdi sen bana kadinin mi erkegin mi zayif oldugunu; kadinin mirasta erkege nisbetle hissesini; namazin mi orucun mu efdal oldugunu, idrarin mi meninin mi pis oldugunu söyler misin? " diye sormus. Imam Bâkir da kadinin mirasta iki hissesi oldugunu; erkekten zayif oldugunu; namazin oruçtan efdal ve idrarin meniden pis oldugunu söyledi. Ebû Hanife ona, "Kiyas yapsaydim kadin erkekten zayiftir diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapildiktan sonra gusledilmesini, meni çiktiktan sonra sadece abdest alinmasini söylerdim. Kiyasla dedenizin dinini degistirmekten Allah'a siginirim" (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, II, 66-67).
-
İmam-ı Azam’ın oğlu Hammad’dan emanete riayet sorumluluğu!..
Hicri 150’de Bağdat’ta vefat eden İmam-ı Azam’ın gerideki alim evladı Hammad, her bakımdan muazzez babanın muhterem evladıydı.
Müçtehit babasından aldığı sorumluluk duygusu sonrakilere örnek olacak boyutta bir alimdi. Bağdat’ta babasının cenazesini bizzat kıldırıp defnini yaptıktan sonra ilk işi Bağdat kadısına gitmek oldu:
- Babama emanet olarak bırakılmış birçok altın, gümüş evde kaldı. Sahiplerini bilmediğim bu emanetleri şehrin kadısı olarak siz teslim alın, hem beni hem de babamı sorumluluktan kurtarın.
Düşünceye dalan Bağdat kadısı cevabını şöyle verir:
- Bu emanetleri korumaya Ebu Hanife’nin oğlu benden daha layıktır. Sahipleri gelinceye kadar senin yanında kalması Bağdat kadısının yanında kalmasından daha emniyetlidir...
Hammad’ın ısrarı fayda vermeyip de emanet altınlar, gümüşler yanında kalınca ikinci bir ısrarda bulunur:
- O halde der, gel benden bunları teslim al, tartıp miktarını kalitesini, cinslerini tespit et ki, durumları resmileşsin, benim yanımdaki miktarı ve kalitesi resmen şahitlerle tescil edilmiş olsun!.. Kadı, bunları günlerce tartıp tespit ile meşgul olurken Hammad ortadan kaybolur. Ararlar tararlar Hammad’ı bulamazlar. Ümidi kesilen Bağdat kadısı ilan eder:
- Kimin İmam-ı Azam’ın yanında emaneti varsa gelip benden alsın, Hammad emanetleri tümüyle bana teslim etmiştir. İlanı duyanlar gelirler, İmam-ı Azam’a emanet ettikleri altınlarını, gümüşlerini Bağdat kadısından eksiksiz alırlar. Sonra haber etrafa duyurulur:
- Bağdat kadısı teslim aldığı emanet altın ve gümüşleri sahiplerine teslim etmiştir... Bundan sonra derin bir nefes alan Hammad ortaya çıkar. Bağdat kadısına gelip teşekkür ederek der ki:
- Bu emanetler birer kul hakkı olarak yanımdaydılar. Bir hata ve kusur olsa da bir tanesi zayi olsa benim ve babamın ahiretteki durumumuz çok kötü olurdu. En iyisi sorumlu kadı efendiye teslim etmekti. Şükürler olsun kadı efendi görevini tam yaparak hem beni hem de müçtehit babamı emanete riayette kusur etmekten kurtarmış oldu.
Bu olaydan anlaşılıyor ki, o günkü harp ve darplardan çekinen insanların birçoğu kendinden daha emin biliyorlardı İmam-ı Azam’ı. Bu sebeple ona teslim ediyorlarmış değerli varlıklarını. Onun aziz evladı Hammad ise babasından daha az sorumluluk duygusuna sahip değilmiş anlaşılan. Babasından 26 sene sonra 176’da vefat ettiğinde halk arasında dolaşan değerlendirme aynen şöyle olmuştur:
- Müçtehit babaya layık bir evlad idi HAMMAD!..
Hammad’ın (dedesinden ibretli hatıralar anlatan) bir de oğlu vardı İsmail. İbni Hallikan İsmail’in dedesinden anlattığı bir hatırasını şöyle nakleder. İsmail der ki:
- Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer’e hürmetsizlik etmekten çekinmeyen Rafızi bir komşumuz vardı. İki katırının birine Ebu Bekir, ötekine de Ömer adını koymuştu. Ahırında bunları tımar ederken ‘Ebu Bekir şöyle dur, Ömer şuraya çekil..’ diyerek söylenir, bizi rahatsız ederdi. Dedem de bizlere hep sabır tavsiye eder:
- Sakın tartışmaya girmeyin, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer korumanıza ihtiyaç duymayacak kadar büyük insanlardır, onlar kendilerini korurlar... diyerek bizleri hep sakinleştirirdi...
Bir gün koşa koşa biri geldi dedeme dedi ki:
- Katırlarına Ebu Bekir, Ömer adını koyan adamı bir katırı teperek öldürmüş, cesedi ahırdaymış şimdi!.. Dedem de tebessüm ederek dedi ki:
- Gidin bakın mutlaka Ömer tepelemiştir onu. Ebu Bekir affeder; ama Ömer kolay kolay affetmez, adaletini uygular!.. Gerçekten de gidenler haber getirdiler.
- Ömer tepelemiş, cesedi orada yatmaktadır. Dedem bizi tekrar ikaz etti:
- Sakın böyle insanlarla tartışmaya girmeyin. Büyüklere saygısızlık edenler eninde sonunda layıklarını bulurla
-
Yürürken vakarlı olasın.
* Her işinde acele etmeyip, teenni edesin.
* Arkadan seslenene cevab vermeyesin. Zira hayvanlar ardından çağrılır. Onu kendine layık görmeyesin.
* Konuşunca, çok yüksek seslenmeyesin. Muhatabın işiteceği kadar ve ağır söyleyesin.
* Kendin için susmayı ve az hareketi âdet edesin. Böylece sabır ve sebatını herkes bilsin.
* İnsanlar içerisinde Allah-û Teâlâ'yı çok an ki, O'nu senden öğrensinler.
* Beş vakit namazın arkasından kendin için öyle vird kabul et ki, onda Kur'an okuyup, zikr ile şükrünü yapasın.
* Her ayda birkaç gün oruç tut.
* Nefsini murakabe edip, ilmi muhafazaya alasın. Böylece amelinle iki dünyada menfaatlenesin. İnsanlarla olan işlerini o görsün.
* Elinde bulunan dünya devletine ve bedenin sıhhatine itibar ve itimad etmeyesin. Böylece hepsinden sorguya çekildikte ümidsizliğe düşmeyesin.
* Sultan seni kendi yakınlarından ederse de, sen bu yakınlığını insanlara duyurmayasın. Zira sultana yakınlığı izhar edince, insanların ihtiyac ve işlerinin yeri olursun. Hepsinin işlerini görmeyi boynuna alırsan, sultanın gözünden düşüp hakaret bulursun. Yapmazsan ayıblanır, insanları darıltmak sıkıntısında kalırsın.
* Halkın hâtâsını örtüp, doğruluğuna uyasın.
* Kötü bildiğin kimseyi, kötülüğü ile anmayıp bir iyiliğini bulup, onunla söyleyesin.
* kötülüğü din hakkında ise, onu insanlara söyleyesin ve ona uymaktan onları koruyasın.
* Hak Teâlâ bu din-i mübinin yardımcısıdır. O halde sen, makam sahiblerinin dininde gördüğün sakatlıkları bir kere söylersen Allah-û Teâlâ yardımcın olur. İnsanlar senden elbette çekinir. Ne kimse dinde bir bid'at çıkarabilir, ne de bozukluğu o halde kalır.
* Sultanından ilme uymayan amel görürsen, ona saygılı tatlı dille söyleyesin. Çünkü onun eli, senin elinden kuvvetlidir.
* Bir sözü bir kere demekle yetinesin. O makam sahibi, o bozukluğu gıyabında söylemekle senden çekinmediyse, yine işleyip terk etmediyse, sarayına gidip, yalnız olarak tatlı dille nasihat edesin. Bid'at sahibi ise, münazara ile Kitab ve sünnetten hatırına geleni söyleyesin. Kabul ederse ne âla, yoksa onu kızdırmaktan çekinesin. Sakın ölümü unutmayıp, Hak Teâlâ'dan üstadların için mağfiret ve rahmet dileyesin.
* Kur'an-ı Kerim okumaya devam edip, kabir ziyaretlerine ve meşayıhı görmeye ve kıymetli yerlere çok gidesin.
* Avamın sana arzettikleri enbiya ve salihleri, mescid, menzil ve mezarlar hakkında gördükleri rüyaları kabul edesin.
* Küfr ve bid'at ehlinden bir kimse ile oturup konuşmayasın. Mümkünse dine davet edesin. Yoksa oyun meclislerine gitmeyesin.
* Müezzin ezan okuyunca, hazır olasın. Böylece avamdan önce mescide gelesin.
* Hakimin evine yakın evde oturmayasın.
* Komşundan gördüğün ayb, emanettir; saklayıp, kimsenin sırrını kimseye söylemeyesin.
* Bir iş için seninle meşveret edene doğruyu söyleyesin. Seni Mevlâ'ya yakın eden işleri O'na gösteresin.
* Benim bu vasiyyetlerimi can ile kabul kılasın. Bunlarla dünya ve ahiretinde fayda bulasın. Tevfik-i Hakk'ı refik bulasın.
* Sakın bahil olma ki, halin kötü olur. Tamah ve yalan ehli olma ki, mürüvvetsiz kalmayasın.
* Doğruyu yanlışa katma ki, ihanet görmeyesin.
* Her işte mürüvveti gözetesin.
* Sıkışık ve rahat zamanlarda beyaz elbise giyip, kalben kimseye muhtac olmadığını gösteresin.
* Fakirsen kimseden bir şey istemeyesin.
* Dünya ehline hırs ve rağbet etmeyesin. Himmetini yüksek yapıp, alçakta kalmayasın.
* Yolda giderken sağına soluna bakmayıp, önüne toprağa bakasın.
* Hamama giderken, hamam ücretini pazarlık etmeden insanlardan daha çok veresin. Hamam ehli arasında mürüvvetin zahir olup, onlardan tazim ve hürmet bulursun.
* İlim sahibleri yanında alçak olan dünyayı aşağı tutasın. Hak Teâlâ'nın katında dünyadan yüksek olan devlete kavuşasın.
* Dünya işleri için sadık bir vekil bulasın. İşlerini o görüp, sen ilim ve amele dönesin.
* İlim ehlinden hüccet ve münazara bilmeyenlerle ve makam kazanmak için olan bahis ve konuşmalara katılmayasın. Zira onlar senden kaçınmayıp, seni mahcub etmeye çalışırlar. Senin haklı olduğunu bilseler de, aykırı giderler. Ayan ve ekâbir meclisine vardığında onlar seni yüksekte oturtmayınca, sen yukarda oturmayasın.
* Bir cemaat içinde iken, onlar seni tazim ile ileri geçirip imam yapmayınca, önlerine geçmeyesin.
* Kadınların, kızların, gençlerin toplandıkları mesire (piknik) yerlerine gitmeyesin.
* Fısk, çalgı, şarkı ve haram bulunan meclislere girmeyesin. Onlarla ortak olup, ihanet görmeyesin.
* İlim meclisinde sakın kızmayasın.
* Halka, inanılmamaya yakın olan hikâyeleri söylemeyesin.
* İlim ehlinden biri için bir meclis kurmak istersen, eğer fıkıh meclisi ise, kendin gidersin, orada bildiğin gerçekleri takrir edersin. Böylece halk onu âlim sanıp, ona aldanmasınlar. Senin huzurunla şübhede kalmasınlar. Sözü fetvaya salih ise, onu ondan zikretmeli, yoksa senin huzurunda ders görmüş olmaması için kalkıp gidesin. Belki onun yanında talebenden birini bulundurup, sözünün durumunu, ilminin derecesini öğrenirsin.
* Bid'atle karışık zikr meclisine gitmeyesin.
* Evlenme işlerini, cenaze, bayram namazlarını ve Cum'a hutbesini üzerine almayasın.
* Anneni, babanı, üstadını hayır duadan unutmayasın.
* Bu nasihatimizi, bizden can-ü gönülden kabul edesin. Zira bunu senin ve herkesin iyiliği için vasiyyet eyledim. Bu yolda gidesin ve halkı da Hak yola getiresin.
-
İmam-ı Azam Hz.lerinin meseleleri kolaylıkla çözümüne misal olarak;
İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a.’in arkadaşlarından, o dönemin hadis ve kıraat âlimlerinden Süleyman A’meş, bir gece evinde eşiyle tartışmış ve hanımını biraz incitmişti. Buna rağmen tartışmadan hemen sonra hanımıyla tekrar konuşmak istemiş, ama hanımı kocasına kırgın olduğu için, adamın sözlerini cevapsız bırakmıştı.
Adam öfkeyle:
-Niçin bana cevap vermi yorsun? diye hanımını bağırıp, azarladı. Fakat bir cevap alamadı.
A’meş’in kızı babasına:
-Bu gece olmasa da, yarın sabah konuşur seninle, dediyse de adamın öfkesi dinmedi:
-Eğer bu gece benimle konuşmazsa, benden kesin boş olsun, dedi.
Kızcağız da annesini konuşması için ikna etmeye çalıştı. Ama annesi inat etti, konuşmamakta direndi.Karısının konuşmamakta kararlı olduğunu gören A’meş’in ise az önce öfkeyle ettiği yeminin ciddiyeti aklına geldi, söylediğine pişman oldu. Eşiyle boş olmaktan kurtulmak için care düşünmeye başladı. Gecenin bir yarısında giyinip evden cıktı. Doğru Ebu Hanife Hazretlerinin evine gitti. Ebu Hanife onu içeri alıp derdini sordu. A’meş karısıyla olan hadiseyi anlattı, dert yandı:
-Bu kadın bu tavrıyla benden kurtulup kaçmak istiyor. Beni sıkıntıya sokmasından korkuyorum. Kendisi çocukların annesidir. Onu boş olmaktan kurtarıp beni rahatlatacak bir care var mı? diye sordu.
Ebu Hanife:
-Üzme kendini. Allah’ın izniyle bir care bulunur, dedi.
Ebu Hanife, A’meş’in oturduğu yerdeki mescidin müezzinine haber gönderip yanına çağırdı. Bu gece sabah ezanını henüz vakti girmeden okumasını tenbihledi. A’meş de evine dönüp, ezanı beklemeye başladı. Daha sabah olmadan okunan ezanı duyan A’meş’in hanımı, sabah oldu da boşanması gerçekleşti zannederek konuştu:
-Oh be! dedi. Senden kurtuldum, kötü huylu herif!
A’meş ise kıs kıs gülerek cevap verdi:
-Henüz sabah olmadı. Sen de konuşup yeminimi bozdun. Bize çare gösterenden Allah razı olsun.
-
Ehl-i sünnetin dört mezheb imâmından birincisi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir “rahmetullahi aleyh”. 80 [m. 699] senesinde tevellüd ve 150 [m. 767] de Bağdâdda vefât etmişdir. Hanefî mezhebinin reîsidir. Osmânlılar, Hindistân müslimânları, Siberya ve Türkistân müslimânları, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedirler. Hadîs-i şerîfde, (Ebû Hanîfe, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. İbâdetlerinin çokluğu, vera’ı, zühdü, cömerdliği, keskin görüşü, ince düşünüşü meşhûr olduğundan, ayrıca bildirmeğe lüzûm yokdur. Fıkh bilgilerinin dörtde üçü onundur. Dörtde birinde de, diğer mezheblerle ortakdır. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (Müslimânların fıkh bilgilerinin kaynağı, Ebû Hanîfe ve talebeleridir. Fıkh öğrenmek istiyen, Ebû Hanîfeye ve Onun talebelerine gitsin! İmâm-ı Mâlike, Ebû Hanîfeyi gördün mü dediğimde: Evet Ebû Hanîfeyi öyle gördüm ki, şu direk altındandır dese, sözünü isbât eder. Kimse karşılık veremez dedi). İnsanlar, fıkh bilgisine karşı uykuda idi. Hepsini Ebû Hanîfe uyandırdı. Zemânın âbidlerinden, zâhidlerinden olan Îsâ bin Mûsâ, Emîr-ül-mü’minîn Ebû Ca’fer Mensûrun yanında idi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe içeri geldi. Îsâ, Mensûra, bu zât, dünyâ çapında büyük âlimdir dedi. Mensûr, İmâma, ilmi nereden edindin dedi. Hazret-i Ömerin talebelerinden buyurdu. Mensûr da, doğrusu çok sağlam senedin var dedi.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, her gece nemâz kılardı. Kâ’bede uyurken, (Yâ Ebâ Hanîfe! Bana hizmetin hâlisdir. Beni iyi tanıdın. Bu ihlâsından ve ma’rifetinden dolayı seni ve kıyâmete kadar sana tâbi’ olanları mağfiret eyledim) sesini işiterek uyandı. Ebû Hanîfe için ve Onun mezhebinde olanlar için, bu ne büyük bir müjdedir! Onun güzel ahlâkı ve temiz sıfatları, ancak ârif olanda ve müctehid imâmlarda bulunabilir. Yetişdirdiği müctehid imâmlardan ve râsih âlimlerden Abdüllah ibni Mubârek ve imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Mis’ar ve Ebû Yûsüf ve Muhammed Şeybânî ve imâm-ı Züfer, onun yüksek mertebesinin vesîkalarıdır. Tevâdu’ ve hayâsının çokluğundan, halkdan uzaklaşmak, bir köşeye çekilmek istediği hâlde, mezhebini yaymasını, rü’yâda Resûlullah “sallAllahü aleyhi ve sellem” emr edince, fetvâ vermeğe başladı. Mezhebi her yere yayıldı. Tâbi’leri çoğaldı. Çekemiyenleri türedi ise de, hepsi rezîl ve perişân oldular. Âlimler, mezhebinin usûlünü, fürû’unu öğrenip, kitâblar meydâna getirdiler. Naklî ve aklî delîllerini inceleyenler ve anlıyabilenler, onun üstünlüğünü yazdılar. Ebülferec ibni Cevzî, kitâbında, İmâm-ı a’zamı küçültücü haberler nakl ediyor ise de, bunları İmâm-ı a’zamı küçültmek için değil, hasedcilerinin bulunduğunu bildirmek için yazmışdır. Aynı kitâbında, İmâm-ı a’zamı herkesden dahâ çok övmekdedir. Babası Sâbit, hazret-i Alînin yanına gelmişdi. İmâm hazretleri, ona ve çocuklarına hayr ve bereket ile düâ eylemişdi. Bu düâ, İmâm-ı a’zamda zâhir oldu. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik hazretlerinin ve başka Sahâbîlerin sohbetlerine kavuşarak, Tâbi’înden olmakla da şereflendi.
[İstanbulda neşr edilen arabî (Ulemâ-ül-müslimîn ve vehhâbiyyûn) kitâbının altmışikinci sahîfesinde, (Mîzân-ül kübrâ) kitâbının müellifi Abdülvehhâb-i Şa’rânî buyuruyor ki, (Edillet-il-mezâhib) ismindeki kitâbımı yazacağım zemân, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve talebelerinin ictihâdlarını çok inceledim. Herbirinin bir âyet-i kerîmeye, hadîs-i şerîfe veyâ Eshâb-ı kirâmdan gelen habere dayandığını gördüm. İmâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ahmed ve imâm-ı Şâfi’î gibi büyük müctehidler, İmâm-ı a’zamı çok övdüler. Başkalarının lehde ve aleyhde konuşmalarının hiç kıymeti yokdur. Çünki, Mâlikî ve Hanbelî ve Şâfi’î mezhebinde olanların, mezheblerinin İmâmının medh etdiklerini sevmeleri ve övmeleri lâzımdır. Sevmezlerse, kendi mezheblerine uymamış olurlar. Mezheb taklîd edenin, mezhebinin imâmına uyarak, İmâm-ı a’zamı medh etmesi vâcibdir. Birgün, İmâm-ı a’zamın hayâtını yazıyordum. Yanıma bir adam geldi. Bir yazı gösterdi. İmâm-ı a’zama dil uzatmakda idi. Bunu, İmâmın ictihâdlarını anlıyamıyan biri yazmış dedim. Bunları Fahreddîn-i Râzînin kitâbından aldığını söyledi. Fahreddîn-i Râzî, (vefâtı 606 [m. 1209]), imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yanında bir talebe gibidir. Yâhud, bir sultân yanındaki köylü gibidir. Yâhud, güneşli havadaki, görünmiyen yıldız gibidir. Köylünün, delîlsiz olarak sultânı kötülemesi harâm olduğu gibi, bizim gibi mukallidlerin, te’vîl istemiyen açık bir nass olmaksızın, mezheb imâmının ictihâdına karşı çıkması, imâm için, derme çatma şeyler söylemesi de harâmdır dedim. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ictihâd ederek söylediği ahkâmdan birini anlıyamıyan bir mukallidin, bunun hilâfı zâhir olmadıkça bununla amel etmesi vâcibdir.
Ebû Mutî’ diyor ki, Küfe câmi’inde İmâm-ı a’zamın yanında idim. Süfyân-ı Sevrî ve imâm-ı Mükâtil ve Hammâd bin Seleme ve imâm-ı Ca’fer Sâdık ve başka âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în“ geldiler. Din işlerinde çok kıyâs yapdığını işitdik. Bu, senin için pek zararlı olur. Çünki, ilk kıyâs yapan İblîs idi dediler. İmâm-ı Ebû Hanîfe, sabâhdan Cum’a nemâzına kadar bunlara cevâb verdi. Mezhebini açıkladı. Önce Kur’ân-ı kerîmde arıyorum. Bulamazsam, hadîs-i şerîflerde arıyorum. Yine bulamazsam, Eshâb-ı kirâmın icmâ’larına bakıyorum. Burada da bulamazsam, ihtilâf etdiklerinden birini tercîh ediyorum. Bunu da bulamazsam, kıyâs yapıyorum dedi. Misâller gösterdi. Hepsi kalkıp, İmâmın elini öpdü. Sen âlimlerin efendisisin. Bizi afv et! Bilmeden seni üzdük dediler. Allahü teâlâ, beni de, sizi de afv buyursun dedi.
Ey kardeşim! İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye ve Onun mezhebini taklîd eden fıkh âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatmakdan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın ahvâlini, zühdünü, vera’ını ve ibâdetlerdeki ihtiyâtını, titizliğini bilmiyen dinde reformculara uyarak, onun delîlleri za’îfdir dersen, kıyâmetde onlar gibi felâkete sürüklenirsin. Sen de, benim gibi, Hanefî mezhebinin delîllerini incelersen, dört mezhebin de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tesavvuf yolunda ilerliyerek, ilminin ve amelinin ihlâslı olmasına çalış! O zemân, islâmiyyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, fıkh bilgilerini bu kaynakdan alıp yaydıklarını, bu mezheblerin hiçbirinde, islâmiyyet dışında hiçbir hükm bulunmadığını anlarsın. Mezheb imâmlarına ve onları taklîd eden âlimlere karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına se’âdet yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar insanlara Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennete giden yolun öncüleridirler. Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbının önsözünden terceme temâm oldu.
-
1- Ebû Hanîfe Hakkında Söylenenler
Şahabedin Ahmed b. Hacer Heysemî, Hayrat'ul-Hisan adlı kitabında şöyle diyor: «Bir adamın hakkında insanların birine aykırı iki zümreye ayrılması, o adamın şeref ve mevkiinin yüksekliğini gösterir. Bakınız Hz. Ali hakkında nasıl oldu: Onun uğrunda iki zümre helake maruz kalmıştır: Aşın derecede sevmekte ifrata düşenler, ona düşmanlıkta ileri gidenler...»
Çok doğru olan bu söz, îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye de tıpatıp uymaktadır. Çünkü bazı insanlar ona taraftarlıkta o kadar ileri gitmişlerdir ki, onu peygamberler mertebesine yaklaştırdılar. Tevrat'ın onu müjdelediğini iddiaya kalkışmışlar. Hz. Muhammed (A.S.) onun ismini zikretmiş ve ümmetinin çırağı olduğunu haber vermiş, dediler. Ona Öyle sıfatlar ve menkıbeler uydurdular ki, onun mertebesini aştılar, derecesini geçtiler. Bâzı kimseler de ona hücumda ileri gittiler. Zındıklık, ana caddeden ayrılmak, dini ifsat etmek, Sünneti bırakmak, hattâ Sünneti bozmak gibi isnadlar-da bulundular. Sıhhatsiz, delilsiz fet\â veriyor dediler. Bu hücumlarında ma'kul tenkit haddini aştılar, bu görüşleri bir araştırmaya ve incelemeye asla dayanmıyordu. Bu gibiler delilsiz ve ted-kiksiz rastgele tezyif etmekle kalmadılar, düşmanlıkta o kadar ileri gittiler ki, oriun şahsına, dinine ve îmanına bile ta'n ile hücum ettiler. .
-
2- Bu Hücumlar Neden Îlerî Geliyordu?
Bunlar îmâm-ı A'zam Hazretleri sağken oluyordu. O, kendisine arzolunan mese'le hakkında bir hüküm ve karara varmak için talebeleriyle ilim halkalarında müzakere yaparak tahriç ettiği Hadîsleri vazettiği kıyas ve kaideleri için uğraşıp, düzgün kıyaslar, uygun içtihatlar için üzerine hüküm kılınacağı illet ve sebepleri beyan edip dururken böyle yapılıyordu!
Onun hakkında bu ihtilâflar acaba neden ileri geliyordu. Bunun sebepleri ne idi? İleride yeri gelince bu bahse temas edeceğiz. Ancak bur da o sebeplerden birini, diğerlerinin esası sayılabilecek olanını hemen açıklıyalım ki, o da şudur: Ebû Hanîfe hâiz olduğu şahsî nüfuz ve ilmî kudreti ile fıkha öyle bir istikamet verdi ki, bu ders halkasının hudutlarını aştı, hattâ kendi muhitini geçerek diğer îslâm ülkelerine yayıldı, islâm devletinin .birçok yerlerinde onun görüşünden ve düşüncelerinden bahsedilir oldu. Bunlar muvafık, muhalif herkesçe duyuldu. Muhalif olan beğenmiyordu, muvafık olan ona taraftar çıkıyordu. Yalnız naslara bağlanıp başka şeye bakmıyan birinci grubu muhalifler, dinde re'y ve kıyası mutlak olarak bid'at sayıyorlar, bunları şiddetle inkâr ediyorlardı. Çok defalar vera' ve takva sahibi olan o büyük imâmın kail olmadığı şeyleri onun görüşü hilâfına dahi olsa, öyle imiş gibi hesap edip ona ezbere hücum ediyorlar, delilini ve söyleyenini bilmeden, bîd'at görüşü diye dil uzatıyorlardı. Belki de îmâm-ı A'zam'ı görseler, onun delilini ne veçhile olduğunu bilseler, hücum eden bu keskin diller biraz hafiflerdi. Hattâ belki onu takdir edip ona muvafakat ederlerdi. Bu hususta şunu rivayet ederler: Ebû Hanîfe ile çağdaş olan Suriye'li fakîh Evzâî bir defa Abdullah b. Mübârek'e sordu:
— Kûfe'de çıkan ve Ebû Hanîfe denen bu bid'atçı kimdir?
İbni Mübarek buna cevap vermedi. Yalnız gayet ince ve müşkil bâzı mes'eleleri ortaya atıp onların anlaşıhş tarzını, fetvalarını arzetti. Evzâî'nin bunlar hoşuna gitti ve:
— Bu fetvaları veren kim? diye sordu. O da :
— Irak'ta gördüğüm bir üstad, dedi. Evzâî:
— Bu, üstadlarm en şereflisi; git, onunla çokça görüş, dedi. O zaman îbn-i Mübarek:
— İşte Ebû Hanîfe budur, cevabını verdi.
Sonraları Ebû Hanîfe ile Evzâî Mekke'de buluştular, görüştüler. İbni Mübârek'in zikrettiği bâzı mes'eleleri müzakere, müba-hase ettiler. Ebû Hanîfe onlar hakkındaki görüşünü açıkladı. Ayrıldıktan sonra Evzâî, Abdullah b . Mübârek'e : «Doğrusu ben, bu zatın ilminin çokluğuna, aklının üstünlüğüne hayran kaldım. Ona gıpta ettim. Allah'tan af dilerim, ben onun hakkında gayet yanılıyormuşum. Sen -ondan ayrılma, o bana eriştirdiklerinden çok bambaşka imiş» [1]dedi.
Ebû Hanîfe Hazretleri, kuvvetli şahsiyeti, derin tesiri, geniş nüfuzu ile beraber aynı zamanda fetva verme ve hüküm çıkarmada,
Hadîsleri anlama ve onlardan ahkâm alma hususunda yeni bir tarz ve buluş sahibiydi. Bu usulünü talebeleri arasında olduğu gibi on-larîa görüşenler içinde de otuz seneden fazla bir müddet yaymağa gayret etti. Böyle bîr durumda olan kimse elbette ki, acı tenkidlere hedef olacaktır, hattâ şahsına hücumlar yöneltilecek, görüşleri tezyif olunacak »aleyhinde bulunanlar çıkacaktır.
-
3 - Haksız Hücumlara Karşı Onu Müdafaa Edenler
Hicretin dördüncü asrında, mezhep taassuplarının alıp yürüdüğü ve fıkıh âdeta bir mezhebe şiddetle taraftar olanlar arasında mücadeleden ibaret sanıldığı devirlerde, Ebû Hanîfe'nin taraftarları ile karşı taraf arasında münazaa ve münakaşalar çok artmıştır. ( Bunun için evlerde, camilerde münazaralar yapılırdı. Hattâ bir matem toplantısında bile fıkıh münazaraları ve mezhebler etrafında münakaşalar cereyan ederdi. Herkes imamım müdafaa eder, ona taraftar çıkardı. îşte bu asırda imamların menkıbeleri toplanıp menâkıb kitapları yazıldı. Bunlarda herkes kendi imamını bol bol medh u senada bulundu, diğerlerine ait satırları hücumla doldurdu.
Bu mücadeleler, bilhassa Hanefîîerle Şafîîler arasında pek şiddetli oluyordu. Onun için. bu iki imam, Ebû Hanîfe ve Şafii , acı hücumlara hedef oldular. Taraftarları ise, her ikisine de, imamların kendilerinin asla arzu etmedikleri, hattâ Allah huzurunda onlardan teberrî edecekleri bâzı meziyetler ve sıfatlar yakıştırdılar.
Ebû Hanîfe Hazretleri, en fazla hücuma hedef olmuştu. Çünkü onun re'y ve kıyası çokça kullanması; Hadîs hakkındaki bilgisi, takvası hüküm vermesi ve sair hususlarda ona hücum için açık bir gedik olarak kullanılıyordu.' Koyu mezhebci mutaassıplar ona atmadık ok bırakmadılar, hücumda hak ve insafı bir yana bırakıp hiçbir şeyden çekinmediler. Hattâ Safirlerden bir kısmı, işin bu kadar ileri gitmesini hoş görmediler. Bunu vebali mucip gördüler, hak yoldan sapma saydılar. İçlerinden Ebû Hanîfe hakkında insafı elden bırakmıyanlar çıktı. Ebû Hanîfe'nin güzel menâkıbı hakkında eserler yazanlar ve Şafiîlerden, fazla taassup gösterenlere cevap verenler oldu. Meselâ görüyoruz ki, Şafiî olduğu halde Celâleddin Süyutı ortaya çıkıyor ve (Tebyiz'us-Sahife fî Menakıbîl İmam Ebî Hanîfe) adlı bir eser yazıyor.. Yine Safi mezhebinde olan Sabahad-din Ahmed b, Hacer Heysemî Mekkî ,(E1-Hayrat'ul-Hisan fî Menâ-kıb'ıl-îmâmil A'zam Ebî Hanîfe Numan) unvanı kitabını kaleme alıyor. Yine .görüyoruz ki, tmam Şa'ranî, (Mîzan) adlı eserinde Ebû Hanîfe'den sitayişle bahsediyor ,onu müdafaa eyliyor. Onun mes'ele alıp hüküm çıkarma yolunun doğruluğunu-açıklıyor (Ta-bakât) ırida onun evliyaullahtan olduğunu, velayet mertebesine erenlerden bulunduğunu söylüyor.
-
4 - Hakikati Meydana Çıkarma Güçlüğü
Görülüyor ki, Ebû Hânîfe hakkında yazacak olan muharririn önünde yol açık ve işlek değil. Olaylar karışık bir halde. Tıpkı toprak içinde bir yığın halinde bulunan maden cevherleri gibi. Cevheri topraktan ayırabilmek için potada eritmek lâzım, sonra bu eritme ameliyesi de çok karışık, ayrılan cevherler etrafa parça parça saçılmış bir halde darma dağınık. Birbirine uygun bir halde sıralanr mış bir fikir vahdeti halinde değil. O dağınık parçaları bir araya getirmek lâzım. Tâ ki, o şahsın akit, ruhu, hüküm verirle metodu, talebelerine telkin ettiği görüşlerinin ne olduğu açıkça meydana çıkabilsin.
Menakıp kitapları pek çok. Fakat bu çokluk hedefe götürüyor yolu aydınlatıyor demek değildir. Zira bunlar mübalâğaların hâkim olduğu haberlerden ibarettir. Bunlarda mübalâğadan hâli olanlar hemen yok gibi. Doğru ve sağlam olanı çürüğünden ayırabilmek için doğru tenkid ölçülerine ihtiyaç vardır. Bunlardaki haberler ne toptan reddolunur, ne de toptan kabul edilir. Çünkü, içlerinde doğru olan da var, olmıyan da var. Doğruyu ayırabilmek için tetkik süzgecinden' geçirmek lâzım. Bu durumda biz hâkime benzeriz. Hâkim' mahkemede hâdiseyi gören beş şahidi dinliyor, fakat şahit hâdisenin dehşetine kendisini kaptırmış, onu anlatmakta o kadar ileri gidiyor ki, hakiki mahiyetinden çıkarıyor. Hâkim bunları dinledikten sonra bu şahitliğe göre hâdisenin aslını anlamağa çalışıyor. Zira ipucu verecek bâzı emareler yakalıyor. Hakikati gösterecek karineler buluyor. Böylelikle o mübalâğaların hududu içinde hâdisenin mahiyetini anlamağa çalışıyor.
-
5- Fıkhını Kendisi Tedvin Etmemiş Olması
îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretlerinin hayatı ve hakkında doğru haberlerin özetini yaptıktan sonra* onun fıkıh hakkındaki görüşünü incelemeğe başlayınca, önümüzdeki yolun gayet sarp olduğunu görüyoruz. Zira, elimizde Ebû Hanîfe'nin görüşlerini ve usulünü toplayan kendi tarafından yazılmış bir kitabı yok. Onun re'yleri talebesi tarafından rivayet yolu ile bize kadar gelmiştir. imâm Ebû Yusuf ile İmâm Muhammed Hazretlerinin kitapları, onun re'y ve görüşlerini diğer »rkadaşlarmm re'yleriyle birlikte bize nakletmektedir. îbn-i Şubrume, İbn-i Ebî Leylâ, Osman Bettî gibi aynı çağda yaşayan Irak'lı bir kısım ulemanın bâzı görüşlerine de bunlar arasında rastlıyoruz.
Şüphesiz ki, biz bu kitapları îmâm-ı A'zam'dan rivayet husu-sunda en doğru bulmaktayız. îlmî görüş bundan başkasına itibar edemez. Çünkü ulema, bu rivayetleri kabul etmişler, makbul tutmuşlardır. Ulemanın bu suretle kabul ettikleri bir şeyi butlanına delil olmadıkça,kabul etmeyip terketmek, ilim ve tarih ölçüsüne göre doğru sayılmıyan bir hareket olur. Meğer ki aksinin doğruluğuna delil getirilmiş olsun.
-
6- Onun Fıkhını Nakledenler
Fakat biz, üstadları Ebû Hanîfe'den yalnız bu iki değerli imamın -Ebû Yusuf ile Muhammed b. Haşan'ın- rivayet ettiklerine itimat etmekle yetinirsek, bahis tam ve olgun sayılmaz. Arada doldurulması icabeden boşluklar.kalır. Zira bu kitaplar Ebû Hanîfe'nin bütün re'ylerini rivayet etmiş değildir. Çünkü Ebû Hanîfe'nin o kitaplarda toplanmamış re'yîeri de vardır. Büyük imâmın ilminin bu kısmını bu kitaplardan başaklarında aramak zorunda kaldık. Bunları da Hanefiyye mezhebinin kitaplarında etrafiyîe bulduk. Fuka-hâ o kitaplarda taarruzu hâlinde bu rivayetlerin bâzını, (zâhir-i ri-vaye) dediğimiz îmânı Muhanımed'in kitaplanndakilere tercih bi-hâ o kitaplarda taarruzu hâlinde bu rivayetlerin bâzısını, (zâhir-i ri-vayeyi tercih edip üstün tutarlar. Diğerleri nâdir sayılır.
Her ne olursa olsun, bu tercih işi, incelemeğe ve mukayeseler yaparak ölçmeğe değer. Halbuki bu gayet güç bir iştir, öyle kolayca yapılacak bir şey değildir.
Yukardan beri arzettiklerimize şunu da ilâve edelim ki, îmâm Muhammed'in kitaplarında fıkıh kavilleri, çok defalar delilleri zikir olunmaksızın sıralanıp verilmiştir. Evet, onlarda Ebû Hanîfe'nin kavilleri toplu, fakat sözün ruhu demek olan delilinden hâli bir haldedir. Şüphesiz ki, böyle delilden hâli mücerret sözleri incelemek, re'y ve kıyas fıkhının üstadı Ebû Hanîfe'yi bize, doğru olarak tanıtamaz. Çünkü bu bize onun kıyastaki çığın, naslardan illetleri aîması, bu illetlerin ittıradına göre hükümlerin de aynı olması hususunda bize doğru bir fikir veremez. Onun için o büyük kıyasa fakıh Ebû Hanîfe'yi tanıyabilmek için İmâm Muhammed'in kitaplarını şerh eden ulemanın sözlerinden ve ahkâmın vecihlerini beyanlarından, onun delillerini anlamağa çalışmak gerekiyordu. Bu şerhler "'vasıtasiyle Ebü Hanîfe'nin kıyaslarını, usulünü tanıma veya onlardan sonra gelen ulema nakletmiştir, o halde bu deliller aciklamaya çalıştık. Biz. bu delillerin hepsinin aynen imâmdan naklolunduğunu sanıyoruz. Fakat mademki onları, onun talebesiyle buluşan ve izahlar, her ne kadar metin halinde Ebû Hanîfe'nin değilse de, naslardan hüküm çıkarıp' kıyaslarını kurduğu illet ve sebeplerini açıklama, bakımından, onun kıyaslarına yakın olduğunu söyleyebiliriz.
-
7- Onun Usulünün Nakledilmemiş Olması
Diğer bir eksiklik daha göze çarpıyor. Ebû Hanîfe'nin usulünü ve hüküm çıkarma yollarını, elimizdeki kitaplarda tedvin edilmiş bir halde bulamıyoruz. Ne talebelerinden ve ne de başkalarından rivayet voliyle bunları tafsilâtiyle bilemiyoruz. Tedvin edilmiş plan usuller, füru' ve ahkâmdan derleme ve aralarında bir bağlantı tesis suretiyle elde edilmişlerdir. Bir asırda toplanan her kısım, o füru'un aslı itibar olunmuştur, Ebû Hasan Kerhî'nin risalesi, Deb-busî risalesi, Pezdevî'nin kitabı, bunlardaki derli topîu usul ve kaideler, ister cüz'î mes'elelerin füru'unun ahkâmı kaideleri bulunsun, ister Hanefî mezhebinin hüküm çıkarma yolları olsun, bunlar rivayet yoluyla İmâm-ı A'zam'dan veya talebelerinden alınmış değildir. Bunlar ancak Hanefîyye mezhebinin kurucusu olan bu imamlardan nakil ve rivayet olunan füru'dan çıkarılmış asıllardır.
îşte bu sebepledir ki, Hanefiyye mezhebinin usûl ve esaslarıni bilme yolu pek kolay değildir. Zira araştırıcının', naklolunan bu füru'un mecmuundan bu esasların alınmasının doğruluk ve sıhhat derecesini ve bunların o füru'a tatbikînin ne dereceye kadar doğru olduğunu bilmesi lâzımdır. Bu ise hiç de kolay bir iş değildir.
-
8- Siyasî Görüşlerinin İhmâl Edîlmesî
İmâm-ı A'zam hakkında inceleme yaparken başka bir eksiklikle karşılaşıyoruz. Ondan rivayet voliyle bize gelenler hep fıkha ait görüşleridir. Akaide dair görüşleri, hilâfet mes'ejesinde kanaati hakkında taleebleri İmâm Yusuf ve İmâm Muhammed'in kitaplarında bir şeye tesadüf etmiyoruz. Evet, ona nisbet olunan kitaplarda onun akaide dair re'yleri naklolunmuştur. El'Â'lim ve'1-Müteal-lim risalesi de böyledir. Bü iki risale onun akaid cephesini aydınlatmaktadır. Osman El-Bettî'ye yazdığı risalesi de böyledir. '
Fakat hilâfet hakkındaki görüşünü, ne onun kalemiyle yazılmış veya dikte edilmiş, ne de ashabından, talebelerinden birinden rivayet edilmiş olarak bulabiliyoruz. Halbuki onun hayatı, içinde : bulunduğu devirler, maruz kaldığı takipler, bunlar onun muayyen bir siyasî görüşü olduğunu haber vermektedir. Onun hayatı, ileride geleceği üzere, imâm Zeyd b. Ali Zeynelâbidin ile sıkı münasebetlerini göstermektedir. Ebû Hanîfe'nin ashabının sözleri de onun Hazret-i Ali evlâdına, Âl-i Beyte candan bağlı olduğuna dellâet eder. Ve onun takibe maruz kalması da bu yüzdendi. Fakat ne ona nisbet olunan kitaplarda, ne de ondan gelen rivayetlerde bunlara dair hiçbir şey .-bulamıyoruz. Halbuki o, ders halkalarında hilâfete dair görüşünü bazen her halde söylemiştir. O Âbbasîlerin aleyhinde idi. Nefs'i Zekiyye'nin kardeşi İbrahim[2] Manşur'a karşı ayaklandığı günlerde bunu alenen söylerdi. Hattâ talebesi îmâm Züfer'in ona :
— VAllahi sen bundan vaz geçmiyeceksin, bizim de dolayısıyla boynumuza ipler takılacak! dediği rivayet olunur.[3]
Fakat talebelerinin, bilhassa Ebû Yusuf ile Muhammed'in Abbasî devletiyle münasebetleri çok sağlamdı. Her ikisi bu devlette kadılık vazifesini kabul ettiler. Ve üstadlarmın bu devlete dokunan, nüfuzunu kıran görüşlerini eserlerinde zikretmediler. Bu görüşler, tarihin gürültüleri arasında kaynadı gitti. Tetkikatçının bunları araştırıp bulması gerekiyor. İnşAllah sırası gelince bu bahisten örtüyü kaldırmaya çalışacağız. Allah Teâlâ'mn tevfikıyle bunda muvaffak olacağımızı ümid ederim.
-
9- Doldurulması Îcabeden Boşluklar
İşte tmâm-ı A'zam'm hayatı incelenirken karşımıza çıkan gedikler veya boşluklar ki, ilim bunların doldurulmasını bekliyor. Bunlar bu işin ne kadar güç olduğunu gösterir. Bunlara diğer bir güçlüğü de ilâve etmemiz lâzım: Şöyle ki, Ebû Hanîfe'nin mezhebi şarka ve garba yayılmıştır. Türlü ülkelere yerleşmiştir. Adalet ve hâkimlik işleri onu geliştirmiş, uzun zamanlar ona cila vermiştir. Bağdad'ta Âbbasîlerin saltanatı boyunca devletin resmî mezhebi olduğundan kadılık ve hâkimlik işleri ona göre hallolunurdu. îslâm hilâfeti Osmanlı Türklerine geçince, Türk'lerin resmî mezhebi Hanefîlik olduğundan Ebû Hanîfe'nin mezhebi, hilâfet mezhebi halini aldı. Irak, Mısır, Suriye ve diğer ülkelerde de resmî mezhep Hanefîlik oldu. Sonra nüfuzu etrafa yayıldı. Tâ Hind Müslümanlarının mezhebi oldu. Hattâ Hind sınırlarını da aştı, Çin Müslümanları arasında da Hanefîlik yayıldı. Bu mezhep, yayıldığı bu geniş ülkelerde Kitap ve Sünnette delil. bulunmıyan hususlarda örf ve âdeti de kabul ettiğinden, (tahric) yâni hüküm çıkarma hususunda genişlik kabul olunuyordu. Birçok mes'eleler için görüşler muhtelifli, îmâmi A'zam'm talebelerinden sonra mezhebi gayet sür'at ile ve çok büyüdü. Tahriç nevilerini, bir kaide altına alıp toplamak öyle kolay yapılır bir iş değildi. Maverâünnehir ulemasının tahriçle-ri var Irak ulemasının tahriçleri var, Anadolu ve Türk ulemasının tahriçleri var. Bu muhtelif tahriçleri bilmek bu ülkelerden her birinin örf ye âdetlerini, tahricin yapıldığı asırları bilmeyi icabeder. Çünkü zamanların değişmesiyle örfler de değişir. Bunların hepsini bilmek büyük gayret ister. Bu bilgileri kolayca tedarik edecek vasıtadan mahrumuz. Onun için bu mezhebin geçirdiği devirleri ve safhaları incelerken imkân dahilinde olanı yapmakla iktifa edeceğiz. Emelimiz doğruya ulaşmaktır. Allah yardımcımız olsun. Kemal ancak O'na mahsustur.
-
10- Ebû Hanîfe Hakkında Söylenenler
Şahabedin Ahmed b. Hacer Heysemî, Hayrat'ul-Hisan adlı kitabında şöyle diyor: «Bir adamın hakkında insanların birine aykırı iki zümreye ayrılması, o adamın şeref ve mevkiinin yüksekliğini gösterir. Bakınız Hz. Ali hakkında nasıl oldu: Onun uğrunda iki zümre helake maruz kalmıştır: Aşıri derecede sevmekte ifrata düşenler, ona düşmanlıkta ileri gidenler...»
Çok doğru olan bu söz, îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye de tıpatıp uymaktadır. Çünkü bazı insanlar ona taraftarlıkta o kadar ileri gitmişlerdir ki, onu peygamberler mertebesine yaklaştırdılar. Tevrat'ın onu müjdelediğini iddiaya kalkışmışlar. Hz. Muhammed (A.S.) onun ismini zikretmiş ve ümmetinin çırağı olduğunu haber vermiş, dediler. Ona Öyle sıfatlar ve menkıbeler uydurdular ki, onun mertebesini aştılar, derecesini geçtiler. Bâzı kimseler de ona hücumda ileri gittiler. Zındıklık, ana caddeden ayrılmak, dini ifsat etmek, Sünneti bırakmak, hattâ Sünneti bozmak gibi isnadlar-da bulundular. Sıhhatsiz, delilsiz fet\â veriyor dediler. Bu hücumlarında ma'kul tenkit haddini aştılar, bu görüşleri bir araştırmaya ve incelemeye asla dayanmıyordu. Bu gibiler delilsiz ve ted-kiksiz rastgele tezyif etmekle kalmadılar, düşmanlıkta o kadar ileri gittiler ki, onun şahsına, dinine ve îmanına bile ta'n ile hücum ettiler. .
-
11- Bu Hücumlar Neden Îlerî Geliyordu?
Bunlar îmâm-ı A'zam Hazretleri sağken oluyordu. O, kendisine arzolunan mese'le hakkında bir hüküm ve karara varmak için talebeleriyle ilim halkalarında müzakere yaparak tahriç ettiği Hadîsleri vazettiği kıyas ve kaideleri için uğraşıp, düzgün kıyaslar, uygun içtihatlar için üzerine hüküm kılınacağı illet ve sebepleri beyan edip dururken böyle yapılıyordu!
Onun hakkında bu ihtilâflar acaba neden ileri geliyordu. Bunun sebepleri ne idi? İleride yeri gelince bu bahse temas edeceğiz. Ancak bur da o sebeplerden birini, diğerlerinin esası sayılabilecek olanını hemen açıklıyalım ki, o da şudur: Ebû Hanîfe hâiz olduğu şahsî nüfuz ve ilmî kudreti ile fıkha öyle bir istikamet verdi ki, bu ders halkasının hudutlarını aştı, hattâ kendi muhitini geçerek diğer îslâm ülkelerine yayıldı, islâm devletinin .birçok yerlerinde onun görüşünden ve düşüncelerinden bahsedilir oldu. Bunlar muvafık, muhalif herkesçe duyuldu. Muhalif olan beğenmiyordu, muvafık olan ona taraftar çıkıyordu. Yalnız naslara bağlanıp başka şeye bakmıyan birinci grubu muhalifler, dinde re'y ve kıyası mutlak olarak bid'at sayıyorlar, bunları şiddetle inkâr ediyorlardı. Çok defalar vera' ve takva sahibi olan o büyük imâmın kail olmadığı şeyleri onun görüşü hilâfına dahi olsa, öyle imiş gibi hesap edip ona ezbere hücum ediyorlar, delilini ve söyleyenini bilmeden, bîd'at görüşü diye dil uzatıyorlardı. Belki de îmâm-ı A'zam'ı görseler, onun delilini ne veçhile olduğunu bilseler, hücum eden bu keskin diller biraz hafiflerdi. Hattâ belki onu takdir edip ona muvafakat ederlerdi. Bu hususta şunu rivayet ederler: Ebû Hanîfe ile çağdaş olan Suriye'li fakîh Evzâî bir defa Abdullah b. Mübârek'e sordu:
— Kûfe'de çıkan ve Ebû Hanîfe denen bu bid'atçı kimdir?
İbni Mübarek buna cevap vermedi. Yalnız gayet ince ve müşkil bâzı mes'eleleri ortaya atıp onların anlaşıhş tarzını, fetvalarını arzetti. Evzâî'nin bunlar hoşuna gitti ve:
— Bu fetvaları veren kim? diye sordu. O da :
— Irak'ta gördüğüm bir üstad, dedi. Evzâî:
— Bu, üstadlarm en şereflisi; git, onunla çokça görüş, dedi. O zaman îbn-i Mübarek:
— İşte Ebû Hanîfe budur, cevabını verdi.
Sonraları Ebû Hanîfe ile Evzâî Mekke'de buluştular, görüştüler. İbni Mübârek'in zikrettiği bâzı mes'eleleri müzakere, müba-hase ettiler. Ebû Hanîfe onlar hakkındaki görüşünü açıkladı. Ayrıldıktan sonra Evzâî, Abdullah b . Mübârek'e : «Doğrusu ben, bu zatın ilminin çokluğuna, aklının üstünlüğüne hayran kaldım. Ona gıpta ettim. Allah'tan af dilerim, ben onun hakkında gayet yanılıyormuşum. Sen -ondan ayrılma, o bana eriştirdiklerinden çok bambaşka imiş» [4]dedi.
Ebû Hanîfe Hazretleri, kuvvetli şahsiyeti, derin tesiri, geniş nüfuzu ile beraber aynı zamanda fetva verme ve hüküm çıkarmada,
Hadîsleri anlama ve onlardan ahkâm alma hususunda yeni bir tarz ve buluş sahibiydi. Bu usulünü talebeleri arasında olduğu gibi on-larîa görüşenler içinde de otuz seneden fazla bir müddet yaymağa gayret etti. Böyle bîr durumda olan kimse elbette ki, acı tenkidlere hedef olacaktır, hattâ şahsına hücumlar yöneltilecek, görüşleri tezyif olunacak »aleyhinde bulunanlar çıkacaktır.
-
12 - Haksız Hücumlara Karşı Onu Müdafaa Edenler
Hicretin dördüncü asrında, mezhep taassuplarının alıp yürüdüğü ve fıkıh âdeta bir mezhebe şiddetle taraftar olanlar arasında mücadeleden ibaret sanıldığı devirlerde, Ebû Hanîfe'nin taraftarları ile karşı taraf arasında münazaa ve münakaşalar çok artmıştır. ( Bunun için evlerde, camilerde münazaralar yapılırdı. Hattâ bir matem toplantısında bile fıkıh münazaraları ve mezhebler etrafında münakaşalar cereyan ederdi. Herkes imamım müdafaa eder, ona taraftar çıkardı. îşte bu asırda imamların menkıbeleri toplanıp menâkıb kitapları yazıldı. Bunlarda herkes kendi imamını bol bol medh u senada bulundu, diğerlerine ait satırları hücumla doldurdu.
Bu mücadeleler, bilhassa Hanefîîerle Şafîîler arasında pek şiddetli oluyordu. Onun için. bu iki imam, Ebû Hanîfe ve Şafii , acı hücumlara hedef oldular. Taraftarları ise, her ikisine de, imamların kendilerinin asla arzu etmedikleri, hattâ Allah huzurunda onlardan teberrî edecekleri bâzı meziyetler ve sıfatlar yakıştırdılar.
Ebû Hanîfe Hazretleri, en fazla hücuma hedef olmuştu. Çünkü onun re'y ve kıyası çokça kullanması; Hadîs hakkındaki bilgisi, takvası hüküm vermesi ve sair hususlarda ona hücum için açık bir gedik olarak kullanılıyordu.' Koyu mezhebci mutaassıplar ona atmadık ok bırakmadılar, hücumda hak ve insafı bir yana bırakıp hiçbir şeyden çekinmediler. Hattâ Safirlerden bir kısmı, işin bu kadar ileri gitmesini hoş görmediler. Bunu vebali mucip gördüler, hak yoldan sapma saydılar. İçlerinden Ebû Hanîfe hakkında insafı elden bırakmıyanlar çıktı. Ebû Hanîfe'nin güzel menâkıbı hakkında eserler yazanlar ve Şafiîlerden, fazla taassup gösterenlere cevap verenler oldu. Meselâ görüyoruz ki, Şafiî olduğu halde Celâleddin Süyutı ortaya çıkıyor ve (Tebyiz'us-Sahife fî Menakıbîl İmam Ebî Hanîfe) adlı bir eser yazıyor.. Yine Safi mezhebinde olan Sabahad-din Ahmed b, Hacer Heysemî Mekkî ,(E1-Hayrat'ul-Hisan fî Menâ-kıb'ıl-îmâmil A'zam Ebî Hanîfe Numan) unvanı kitabını kaleme alıyor. Yine .görüyoruz ki, tmam Şa'ranî, (Mîzan) adlı eserinde Ebû Hanîfe'den sitayişle bahsediyor ,onu müdafaa eyliyor. Onun mes'ele alıp hüküm çıkarma yolunun doğruluğunu-açıklıyor (Ta-bakât) ırida onun evliyaullahtan olduğunu, velayet mertebesine erenlerden bulunduğunu söylüyor.
-
EBÛ' HANÎFE'NİN HAYATI
13- Doğumu
Ebu Hanîfe Hazretleri, Hicretin 80 inci yılında Kûfe'de doğmuştur. Ekseriyetin rivayeti bu olup tarihçiler de bunda ittifak etmiştir. Diğer bir rivayete göre 61 senesinde doğduğu söyleniyorsa da bu hem zayıftır, hem de onun hayatının sonuna uymamaktadır. Çünkü onun vefatı 150 senesindedir. Ekseriyete göre ölümü Man-sur'un ona yaptığı işkenceden sonradır. 61 senesinde doğduğu far-zedilirse, Mansur'un ona kadılık teklif ettiği zaman 90 yaşında olması lâzımdır. Halbuki bu yaşta olan kimseye böyle gayet mühim bir devlet işi teklif olunmaz. Teklif olunsa bile yaşının geçkinliğini ileri sürerek özür dilemesi gayet kolay olurdu. Fakat hiçbir rivayette böyle bir özür dilediğinden bahis olunmuyor. Öyle olunca bu rivayet, tarihçilerin anlattıkları hayatının son günlerine uygun düşmemektedir.
-
14- Nesebi Ve Âîlesî
Nesebi: Babası Sabit, dedesi Faruk Zevta'dır. Buna göre Fâ-ris'lidir. Dedesi ise îcâbil ahalisindendir.[1] Araplar o yerleri feth edince esir düşmüş, Teym oğullarına köle olarak verilmiş, sonra azâd olunmuş. Teym kabilesiyle olan münasebeti de böyledir. Ebû Hanîfe'nin nesebi hakkında torunu ve oğlu Hammad'ın oğlu Ömer'in rivayeti böyledir. Fakat diğer torunu İsmail, yâni bu Ömer'in kardeşi ise dedesi Ebû Hanîfe'nin nesebini şöyle zikrediyor : «Merzban [2] oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan» ve atalarında kölelik bulunmadığını yeminle söylüyor.
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe'nin iki torunu, nesebleri hususunda velevki zahiren olsun, ihtilâfa düşmüşlerdir. Birincisi Sâbit'in babası Zevta olduğunu söylüyor, ikincisi Numan diyor. Birincisi onun esir edilip köle düştüğünü söylüyor, ikincisi köleliği kat'iyetle reddediyor. Hayrat'ul-Hisan sahibi îbn-i Hacer Heysemî bu iki rivayetin arasım şöyle birleştirmektedir: Ona göre Ebû Hanîfe'nin dedesinin iki ismi olabilir, biri lâkaptır ve Zevta'dır, diğeri asıl isimdir, Numan'dır. İkincinin köleliği reddetmesi babası Sabit hakkındadır,, dedesine şümulü yoktur. Biz isimlerin böyle zahiren muhtelif olabileceği hakkındaki buluşunu uygun görürüz. Fakat kölelik hususundaki ihtilâfı birleştirmesini kabul edemeyiz. Çünkü böyle kat'i surette reddetmek yalnız babaya münhasır görünmüyor.
Bence bu iki rivayetin arası şöyle bulunabilir : Zevta veyahut Numan, memleketleri feth olunduğu zaman esir düşmüştür, fakat kendisine âmân verilmiş serbest bırakılmıştır. Çünkü fetholunan yerler halkının büyüklerine Müslümanların yapageldikleri muamele böyledir. Onların ve yakınlarının gönüllerini hoş etmek için müsamaha gösterilir.
-
15- Şeref Milliyetle Değil, Takva Îledîr
Güvenilir ulemanın sözleri onun Acem olduğudur. Arap ve Bâ-bil'li değildir. Dedesi ister köleliğe düşmüş olsun, ister düşmesin. Ebû Hanîfe hür bir babadan hür olarak doğmuştur. Her ne kadar bâzıları, muhakkiki arın kabul etmediği mevsuk olmıyan rivayetlerle, babasının da köle düştüğü zannına kapildılarsa da köle düşmesi, Ebû Hanîfe'nin ilmine ve mevkiine, şeref ve kadrine hiçbir nakîse vermez. Hattâ kendi başından bile kölelik geçmiş olsa ne ehemmiyeti var? Onun şeref:' nesebten ve maldan gelmiyor. O, şöhretini haiz olduğu mevhibeler, izzet-i nefs, akıl ve takvadan alıyor. Asıl şeref işte bunlardır.
Bu hususta Mekkı şöyle diyor: «Bilmiş ol ki, Takva en yüksek neseb ve en büyük sevabtır.» Cenâb-ı Hak : «Allah nezdinde sizin en şerefliniz, en muttaki olammzdır» buyurdu. Hz. Peygamber de: «Benim â'lim her hayır işleyen ve takva sahibi olandır» demiştir. Bunun için Selman Fârisî'yi Ehl-i Beyt'mden saymıştır da: «Selman bizdendir, âl-i'Beyf tendir» buyurmuştur. Allah'u Teâlâ Hazret-i Nuh'un oğlunu Nuh'tan reddetmiş ve: «O senin ehlinden değildir, onun işi iyi değil» buyurmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz Bilâl-i Habeşî'yi akrabası gibi kendi yakınlarından saymış ve amcası Ebû Leheb'i ise uzak tutmuştur.[3]
Neseb şerefiyle öğünmenin hâkim olduğu bir devirde Ebû Ha-niîe zatî şeref duygulariyle yaşamıştır. Rivayet olunduğuna göre dedesi esaretlerine düşmesi dolayısiyle aralarında bir münasebet bulunan Benî Teym'den birisi ona: «Sen benim mevlâmsm» demiş. Ebû Hanîfe ona: «VAllahi ben senin bana şeref iddia etmenden,, senden kat kat şerefliyim» cevabını vermiştir[4]. O, izzet-i nefsine dokunulmasına asla Tazı olamadı. Hayatı bunu açıkça göstermektedir,
-
16- Mevâlîden Olan Ulema Ve Bunların Îslama Hizmeti
Nesebinin Acem olması, onun kadrini asla düşürmez ve onun kemâl derecesine yükselmesine mâni teşkil etmez, onu bu yükselme yolundan alıkoymaz. Onun nefsi, köle ruhu değildir. O, hür ve asil ruhlu bir kimseydi.
Tabiîn devrinde fıkıh ilmi mevâli'nin elindeydi (Mevâli kelimesini tarihçiler Araplardan başkası hakkında kullanırlar). Ebû ,Hanîfe fıkhı bunlardan aldı, onlardan öğrendi Tabiîn ve Tebe-i Tabiîm devrinde İslâm merkez şehirlerindeki inkuhânın ekserisi mevâlidendi.[5]
Ibn-i Abdi Rabbih, Ikdü-V Ferid'de naklediyor: îbn-i Ebî Leylâ diyor ki, îsâ b. Musa çok kavmiyet gayreti güderdi. Bana bir defa:
— Irak'ın Fakım kim? diye sordu. Ben de:
— Hasan îbn-i Ebî Hasan, dedim.
— Sonra itim? dedi
— Muhammed b. Sîrin, cevabını verdim.
O kimlerdendir? .
— Mevâlidendir.
— Mekke'nin fakıhı kim?
— Atâ b. Ebî Rebah, Mücahid, Said b. Çübeyr ve Süleyman Bin Yesar.
— Bunlar kimlerden?
— Mevâlidîrler.
— Medine fukahâsı kimlerdir?
— Zeyd b. Eşlem, Muhammed b. Münkedir, Nâfi' b. Ebî Nu-ceyh.
— Yâ bunlar kimlerdendir?
— Mevâlidendirler, deyince rengi bozuldu.
— Ehl-i Kubânın en fakıhı kimdir? dedi.
— Rabiatu'r^Re'y îbri-i Ebî Zennâd.
— Bunlar kimden?
—Mevâlidendirler, dedim. Bu defa yüzü sarardı.
— Yemen fukahâsı kimlerdir? diye sordu.
— Tavus ile oğlu Ibn-i Münebbih, dedim.
— Bunlar kimdendir?
— Mevâlidendirler, deyince şahdamarı kabardı,, ayağa kalktı:
— Horasan fakıhı kim?
— Atâ b. Abdullah Horasanlı.
— Bu Atâ kimden oluyor?
— Mevâlidendir, dedim. Bunun i^zerine yüzü sapsarı kesildi, renkten renge girdi. İçime korku düştü.
— Şam fakıhı kim? dedi.
— Mekhûl, dedim.
— Mekhûl kimden?
— Mevâliden, dedim, içini çekerek derin derin nefes aldı.
— Küfe fakıhı kim? diye sordu. Yemin olsun ki, eğer ondan korkmasaydım, Hakem b. Utbe ve Hammad b. Ebî Süleyman diyecektim. Fakat baktım fena olacak.
— İbrahim Nahaî ve Şa'bî'dirler, dedim.
— Bunlar kimlerden, diye sordu.
— ikisi de Araptırlar, cevabım verdim.
— Allahu Ekber, dedi ve sükûnet buldu[6]
Mekkî de (Menâkıb-ı Ebî Hanîfe) kitabında Atâ ile Hişam b. Abdu'l-Melik arasında geçen buna benzer bir konuşma nakletmektedir. Atâ diyor ki: Hişam b. Abdu'l-Melik'in yanma girdim. Bana:
— Atâ, dedi, etrafındaki ulema hakkında malûmatın var mı?
— Evet Emîrü'l-mü'minîn, dedim.
— Medine halkının fakım kimdir? diye sordu.
— Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah'ın kölesi Nâfi' dedim.
— Mekke halkının fakıhı kim?
— Atâ b. Ebî Rebah.
— Arap mı, mevâliden mi?
— Arap değil, mevâlidendir.
— Yemen halkının fakıhı kimdir
— Tavus b. Keysan.
— Mevâliden mi, Arap mı?
— Arap değil* mevâlidendir.
— Yemâme halkının fakıhı kim?
— Yahya b. Kesîr'dir.
— Mevâliden mi, Arap mı?
— Mevâlidendir.
— Şam halkının fakım kim?
— Mekhul.
— Mevâliden mi, Arap mı?
— Mevâlidendir.
— Cezîre halkının fakıhı kim?
— Meymûn b. Mehran.
— Mevâliden mi, Arap mı?
— Mevâlidendir.
— Horasan halkının fakıhı kim?
— Dahhâk b. Müzahim.
— Arap mı, mevâliden mi?
— Mevâlidendir.
— Basra'nın fakıhı kim?
— Hasan-"ı Basrî ve Muhammed b. Sîrin,
— Arap mı, mevâliclen mi?
— îkisi de mevâliden.
— Küfe halkının fakıhı kim?
— İbrahim Nahaî.
— Arap mı, mevâliden mi?
— Arap'tır dedim. Bunun üzerine :
— Canım çıkayazdı, hiç birini Arap'tır, demiyor.
-
17- Îslâmda Ulemanın Çoğunun Mevalîden Olmasının Sebebi?
Ebû Hanîfe'nin yetiştiği bu devirde ilimle uğraşanların çoğu Arap olmayan unsurlardı. Neseble öğünmeleri yoksa da Allah onlara asıl öğünülecek ilim vermiştir. İlim şerefi daha temizdir, daha üstündür, asırlar boyunca daima parlar durur, hiç sönmez.
İlmin Fâris evlâdında gelişeceğine dair Hz. Peygamber'in vermiş olduğu haber doğru çıktı. Buharı, Müslim, Şirazî ve Tabarân! rivayet ediyorlar ki, Hz. Peygamber : «İlim şayet Ülker yıldızlarında asılı olsa Fâris oğullarından bâzı kimseler uzanıp onu alırlar.» buyurmuştur. Bu kitaplarda Hadisin ibaresi değişik olsa da mânâsı birdir. Bu hadis-i şerifin doğruluğuna bakın ki, gerçekten Sahabeden sonra ilim, pek de kısa olmıyan bir müddet mevâlide devam etmiştir, öyle olunca Ebû Hanîfe Numan'm mevâliden olmasında hayreti mucip bir şey yoktur. Çünkü İslâm devletinde ilim çevrelerini mevâli teşkil ediyor.
Ebu Hanîfe'nin nesebi hakkında sözü kesmeden önce, mevzuu tamamlamış olmak maksadiyîe, Emevîler devrinde ilimle meşgul olanların çoğunun mevâliden olması sebeplerini açıklayalım. Müteaddit sebepler bir araya gelmiştir. Başlıcalan ise şunlardır :
1- Emevîler devrinde hâkimiyet ve idare Arapların elinde idi. Harble, fütûhatle meşguldüler. Bunlar onları ilimle meşgul olmaktan alıkoydu. Araştırmaya, tetkikata vakit bulamadılar. Mevâli ise boş vakit ve saha buldular, ders ve mütaleaya koyuldular. Araştırmalar yaptılar: Baktılar ki, hâkimiyetleri kaybolmuş, başka yoldan şerefe ermek istediler.. O da ilim ve irfan yoludur. Mahrumiyet bâzan kemâle götürür, yüksek emeller ve bü^ük işler ondan doğar. Mevliye göre de durum böyledir. Her rie kadar maddî galibiyet ve hâkimiyet Araplarda ise de Arap ve îslâm dünyasında fikir hakimiyeti Arap olmıyan unsurlara geçti.
2- Ashabın birçok köleleri vardı. Bu köleler akşam sabah daima Ashabın yanında bulunur, onlardan ayrılmazlardı. Ashab-ı Kiram'ın Hz. Peygamber'den öğrendiklerim onlardan öğrenirlerdi. Böylece Sahabe devri geçtikten sonra gelen devirde ilim erbabı bu mevâli oldu. Onun için Tabiînin ulemasının ekserisi mevâli-dendir.
3- Bu mevâli, kültür ve ilim sahibi eski milletlere mensupturlar. Onların fikirlerini yuğurup geliştirmek, düşüncelerine ve hattâ bâzan akidelerine bile bir istikamet vermek hususunda bunun tesiri olmuştur, ilme sarılma aşkı, yaratılış ve tabiatlerine uygundu.
4- Araplar sanat erbabı değildiler. İnsan bütün varlığını ilme verirse onun için bir sanat halini alır. îbn-i Haldun bu hususta uzun boylu konuşarak der ki: «Sonra bu ilimlerin hepsi Öğrenmeğe muhtaç melekeler hâline geldi. Ve san'atlar arasına girdi. Yukarıda arzettiğimiz gibi san'atlar şehirlilerin, medenîlerin hüneridir. Araplarsa insanların bunlardan en uzak olanlanndandır. Onun için ilimler şehir halkına aittir. Araplar onlardan uzak kalmıştır. O devirde şehirliler Acemlerdi veya o mânâda demek olan, mevâli ve şehir halkı idi.»
-
18- Ebü Hanîfe'nîn Yetişmesi
Ebû Hanîfe Hazretleri Kûfe'de yetişti, orada büyüdü. Hayatının çoğunu orada; öğrenerek, öğreterek ve savaşarak geçirdi. Elimizdeki kaynaklar babasının hayatını, ne iş yaptığını ye ahvalim anlatmıyor. Fakat onlardan bâzı ahvali hakkında işaretler çıkarmak mümkündür. Onlardan anlıyoruz ki, babası varlık sahibi bir kimsedir, tüccardandır, gayet iyi bir Mü s! limandır. Ebû Hanîfe'nin hayatını yazan eserlerin, çoğunun nakline göre, babası küçüklüğünde Hz. Ali'yi görmüştür. Dedesi Nevruz Bayramında ona muhallebi hediye etmiştir. Bu hâdise Ebû Hanîfe'nin ailesinin bolluk içinde yaşadığını, malî durumlarının iyi olduğunu gösterir. Büyük servet sahibi ki, Halifeye o zaman ancak zenginlerin yiyebildiği muhallebi hediye ediyorlar.
Hz. Ali'nin Sâbit'e, evlâdına hayır duada bulunduğu rivayet olunuyor. Bundan anlaşılıyor ki, Hz. Ali'yi gördüğü ve onu» hayır duasını aldığı zaman, şüphesiz ki, Müslümandı. Tarih kuapları Sâbit'in Müslüman doğduğunu tasrih ederler. Bu itibarla Ebû Hanîfe hâlis Müslüman bir ailede yetişmiştir. Bütün ulemanın soy ledikleri budur. Ancak sözlerine bakılmaz birkaç yan çizen bundan hariçtir.
Ebû Hanîfe'yi ulema meclislerine devama başlamazdan evvel çarşı pazara gelip giderken görüyoruz. Sonra hayatı boyunca ticaret yaptığım biliyoruz. Bu bizi, babasının tacir olduğunu söylemeğe sevk ediyor. Onun kumaş taciri olduğu anlaşılıyor. Ebû Hanîfe de bu sıfatı babasından almıştır. Eskiden ve şimdi de âdet böyledir. Baba san'atı çok defalar evlâdına geçer. Bunlar bize gösteriyor ki, Ebû Hanîfe temiz bir Müslüman evinde yetişmiştir. Ailesi zengindir, ticaretle meşguldür. Dindar ailelerde olduğu gibi Ebû Hanîfe'nin de çocukluğunda Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlediğini söyleyebiliriz... Bu, hayatı boyunca onun bilinen ve görülen- ahvaline uymaktadır. Zira o en çok Kur'ân-ı Kerîm okuyan kimselerdendir. Ramazanda 60 defa Kur'ân-ı Kerîm'i hatmettiği rivayet olunur. Bu haberde biraz mübalâa olsa bile onun çok Kur'ân-ı Kerîm okuduğunu göstermektedir. Müteaddit yollarla rivayet olunduğuna göre kıraat ilmini, yani Kur'ân okuma usulünü yedi Kurradan biri olan Âsım'dan almıştır.[7]
-
19- Muhiti Ve Îlme Merak Etmesi
Ebû Hanîfe'nin doğduğu yer. Küfe, Irak'ın büyük şehirlerinden biri idi., Belki o zamanki iki büyük şehrin ikincisi geliyordu. Irak'ta muhtelif milletler kavimler, cemaatler vardı. Orası eski medeniyetlerin yatağıdır. Süryânî'ler orada yayılmıştı. îslâmdan önce oralarda mektepler kurmuşlardı. Bunlarda Yunan felsefesi, Iran hikmeti okunurdu. Irak'ta Îslâmdan Önce akîde meselelerinde birbiriyle mücadele halinde bulunan Hıristiyan mezhepleri vardı. îslâ-miyetten sonra da çeşitli milletler ve dinler burada mevcuttu. Ara sıra kargaşalıklar, fitneler oluyordu. Siyasî fırkalar birbirleriyle çarpışıyor, akideler usul mücadelesi yapıyordu. Şîa orada bulunuyor, çölde Haricîler türüyor. Mu'tezile orada çıkıyor. Görüştükleri Ashabdan aldıkları ilmi neşreden müçtehit Tabiîn orada. Din ilminin kana kana içilen berrak menbaları oradan kaynıyor. Birbirleriyle niza hâlinde olan taifeler, birbiriyle çarpışan düşünceler, görüşler hep orada...
Ebû Hanîfe gözlerini açtığı vakit bu karışık muhiti gördü. Onun akıl ışığı yandığı zaman bütün bu görünüşler onun önünde açıldı, öyle görünüyor ki, o daha gençliğinde ömrünün ilk çağlarında bu mücadele meydanına atılmış, doğru buluşları, fitrî zekâsının verdiği kuvvetle sapık düşüncelerle savaşa atılmıştır. Fakat diğer taraftan da ticaret işleriyle meşgul oluyor, çarşı pazara gelip gidiyor, ilim meclislerine az devam ediyordu. Ulemadan bâzıları ondaki bu parlak zekâyı, ilmî aklı sezdiler. Bunların hepsinin yalnız ticaret uğrunda harcanmasına acıdılar. Onun ticaret işleriyle olduğu gibi ilim meclisleriyle de alâkalanmasını tavsiye ettiler. Ebû Hanîfe bu hususta kendisi şunu naklediyor:
«Günün birinde Şa'bi'nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana:
— Nereye devam ediyorsun? dedi. Ben de:
— Çarşı pazara, dedim.
— Maksadım o değil, ulemadan kimin dersine devam ediyorsun? dedi.
— Hiç birinin dersinde devam üzere bulunamıyorum, dedim.
— İlmi ve ulema ile görüşmeği sakın ihmal etme, ben senin uyanık ve canlı bir genç olduğunu görüyorum, dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir tesir bıraktı. Çarşı pazar işlerini bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inayetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu.»[8]
Bu kıssa bize şunları göstermektedir:
1- Ebû Hanîfe hayatının ilk zamanında ticaretle meşguldü. Ulema meclislerinde sık sık bulunamıyordu. O fıkıhta müstakil bir mezheb sahibi olacak bir âlim olmak emeliyle değil, tacir olmak arzusiyle hayata atılmıştı.
2- Ebû Hanîfe'nin yüzünde keskin zekâ işaretleri, kuvvetli fikir emareleri okunurdu* o derece ki, bunlar onu görenlerin dikkat nazarını çekti ve Şa'bî'nin ona neler dediği yukarıda geçti. Acaba onun ilmî meyli, fikir yönelişi hangi şeylere karşı daha fazla idi? Ulema ile görüşmesi nasıldı? Öyle anlaşılıyor ki, Irak'ta hâkim olan fikir havasının içinde bulunduğundan muhtelif zümrelerin yaptığı münakaşalara o da karışıyordu. Babasının iyi yetiştirdiği ve bilgiden nasibi olan her uyanık genç gibi o da bu işlen konuşabiliyordu. Bâzı derneklerde, toplantılarda, hattâ çarşı pazarda tesadüfen bazı kimselerle münakaşa yapıyor, sapık fırkalarla mücadele ediyor, kendini gösteriyordu. Böylece Şk'bî gibi bâzı adamların dikkatini çekti. Anlaşılıyor.ki, onun fikri ve görüşleri ehl-i sünnet ve cemaat görüşüne uygundu. Onlardan ayrılır yeri yoktu. Bu bize onun gençliğinde kelâm ilmiyle meşgul olmasını izah etmektedir. Kelâm mes'elelerine dalmış birçok taifelerin, sapıkların başlarıyla münakaşalar yapmıştır.
3- Sadî'nin öğüdünden sonra Ebû Hanîfe ilme sarıldı. Ulema meclislerine devama başladı. Ticaret işlerine az bakar oldu. Bu ticaretten büsbütün el çekti demek değildir. Onun târihinde sabit bir gerçektir ki, o ilimle iştigal ile beraber ayni zamanda ticaret sahibi idi. Ticareti ortakları vasıtasiyle işlettiği anlaşılıyordu. Ortağına tam güven vardı, ticaretini ona işletirdi. Ancak ticaretin nasıl gittiğini, işlerin yolunda olup olmadığını, ticarette dînin icaplarına uyup uymadığını anlamak için ortağına uğrar, kontrol ederdi. Hakkında söylenen haberlerin mümkün derecede birbirine uygun düşmesi için onu böyle tahmin edebiliriz.
-
20-Baştan Kelama Hevesi, Sonra Fıkha Dönüşü
Sadî'nin tavsiyesinden sonra Ebû Hanîfe bütün varlığıyle İlme sarıldı. Ders halkalarına devama başladı.
Fakat acaba hangi nevi' ilim halkalarına merak etti. Tarihî kaynaklardan çıkarabildiğimize göre o devirde ilim halkaları başlıca üç nevi'di.
1- Akıt usulleri müzakere olunan halkalar; kelâm dersleri ki, çeşitli taifeler bunlara karışırdı,.
2- Hadis halkaları; Hadîs-i şerifler, bunlarda rivayet ve müzakere olunurdu.
3- Fıkıh halkaları; Kitap ve Sünnet'ten hüküm çıkarma usulü, vukubuîan hâdiseler hakkında nasıl fetva verileceği bunlarda okunurdu.
Bu hususta Önümüzde üç türlü rivayet var: Birincisine göre Ebû Hanîfe,, içinde ilim aşkı doğup da derse başladığı zaman, devrindeki ilimlerin arasından fıkıh ilmini seçti. Diğer iki rivayete göre ise: Evvelâ kelâm ve münazara ilmine başlamış, sonra fıkha merak etmiş ve bütün varlığını ona vermiştir.
Bu husustaki üç rivayet şöyledir:[9]
1- Talebesi Ebû Yusuf başta olmak üzere muhtelif kimselerden şöyle rivayet olunuyor: Kendisine sormuşlar:
— Fıkha nasıl başladın?
— Anlatayım, demiş: Bu Allah'ın tevfik ve inayetidir, O'na daima hamd olsun. Ben öğrenmeğe başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Herbirini kısım kısım okudum. Sonunu ve faydasını düşündüm. Kelâm ilmine başlayacağım, dedim. Sonra baktım, akıbeti kötü, faydası az, insan kelâmda olgunlaşsa aşikâre konuşamaz, her kötülüğü ona yaptırırlar, heves ve arzusuna uyuyor. Derler. Bundan vaz geçtim. Sonra edebiyat ve nahve baktım. Onun da sonu, bir çocukla oturup ona nahiv, edebiyat öğretmekten ibaret. Şairliğe baktım. Onun da neticesi ya methederek dalkavukluk yapmak veya hicvetmek. Yalan sözlerden ve dîni hırpalamaktan ibaret. Sonra kıraat ilmini düşündüm. Dedim ki, onu elde edersem ne olacak : Gençler etrafıma toplanacak, bana okuyacaklar, ben dinleyeceğim. Kur'ân-ı Kerîm ve mânâları hakkında söz söylemek güç. Öyle ise Hadis öğreneyim dedim. Fakat çok hadis toplayabilmek uzun Ömür ister, tâ ki bana muhtaç olup baş vursunlar. Beni arayıp müracaat edecekler ise yeni yetişenler, gençler olacak. Belki iyi beleyemeyecek. Yalan söylemekle itham ederler, bednam olurum ve bu kıyamete kadar gider. Sonra fıkha baktım. Ona baktıkça gözümde değeri arttı. Onda bir eksiklik bulamadım. Baktım ki» ulema ile, fukahâ ile, üstadlarla bir arada oturmak,' onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin icaplarını yerine getirmek ibâdet etmek de onu bilmekle olacak. Dünya ve âhiret onunla kaim... Onun sayesinde dünyayı isteyen büyük mevkilere yükselir .ibadet etmek isteyen onsuz yapamaz.. Kimse ilimsiz ibadet yaptığım söyleyemez. Fıkıh, ilimle ameldir.»
«Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe Hazretleri asrında yayılmış olan ilimlerin hepsini denemiş, içlerinden en beğendiğini seçmiş, onda mütehassıs olmuştur. Demek o, devrindeki ilimlerin hepsini bilen kültürlü bir insandı. Sonradan bütün varlığıyla fıkha sarılmıştır. Fıkha sarılması, baştan diğer ilimleri elde edip hepsinde malûmat sahibi olduktan sonra olmuştur.
2- Yahya b. Şeyban rivayet ediyor, Ebû Hanîfe şöyle demiştir :
«Ben, kelâmda, münazarada kuvvetli olan bir kimseydim. Bir müddet bununla uğraştım. Münakaşalar yapıyor, kelâmı müdafaa ediyordum. Bu münazara ve mübahase erbabının çoğu Basra'da bulunuyordu. Yirmi defadan fazla Basra'ya gidip geldim. Orada bir sene kadar daha az veya daha çok kaldığım olurdu. Haricîlerden Ibaza, Sufriyye vesair fırkalarla münakaşa yaptım. Kelâm ilmini ilimlerin en efdalı sayıyordum. Kelâm dînin aslıdır, derdim.
Ömrümün birazı böyle geçtikten sonra, kendi kendime düşündüm. Dedim ki: Hz. Peygamber'in Ashabı olsun. Tabiîn olsun, bizim erebileceğimiz şeylerin hiçbiri onlardan kaçmış değildi. Onlar bu hususta daha kuvvetli idiler. Bunları daha iyi bilirler, her şeyin hakîkatına vakıftılar. Bununla beraber keîâm mes'elesine dalmadılar, münakaşa ve mücadefc yapmadılar. Kendilerini tuttular, hattâ bunlara dalmaktan nehyettiler. Onlar şeriat mes'delerine, fıkıh bablanna sarıldılar. Onların sözleri hep fıkıh hakkında idi, oturup bunları konuşmuşlar, halka bunları öğretmişler, bunları öğrenmeğe Müslümanları davet etmişler. Fetva veriyorlar, fetva alıyorlar. İlk Müslümanların devri. Sahabe zamanı böyle imiş. Arkalarından Tabiîn aynı izden gittiler. îşte onların 'bu vasfolunan ahvali böylece canlanınca münazaralara, münakaşalara son vererek kelâm ilmini bıraktım. O kadarla iktifa ettim. Selefin[10] bulunduğu hallere döndüm. Onların izine koyuldum. Onların yaptıklarını yapmağa başladım. Bu mevzuları iyi bilenlerle beraber bulundum. Zira baktım ki, kelâmla uğraşanların simaları eskilerin siması. gibi değil. Onların yolu sâlihlerin yoluna benzemiyor. Kalb-leri katı, yürekleri taş gibi. Kitaba, Sünnete, sâlihîne karşı gelmeğe hiç aldırış etmiyorlar. Ne takvaları var, ne'de korkuları!»
3- Talebesi İmam Züfer b. Hüzeyl anlatıyor: «Ebû Hanîfe derdi ki, baştan kelâmla meşgul olurdum. Bunda parmakla gösterilir bir dereceye ulaşmıştım. Mescit'te H^mmâd b. Ebî Süleyman'ın ders halkasına yakın bir yerde oturuyordum. Günün birinde bir kadın gelerek bana: «Bir adamın câriye bir karısı var, onu Sünnet üzere boşamak istiyor, kaç talâk vermeli? diye sordu. Ben de bunu Hammâd'a sormasını ve dönüşte bana da haber vermesini söyledim. Hammâd'a sormuş, o da şu cevabı vermiş:
«Hayızdan temiz olduğu sıra onu bir defa boşar, bekler, iki defa hayız görüp de yıkandıktan sonra kocaya varması helâl olur.» Bundan sonra bana kelâm lâzım değil dedim, ayakkaplarımı alıp Hammâd'ın dersine gelip oturdum. Onu dikkatle dinliyor, söylediği mes'eleleri belliyordum. Ertesi gün müzakere yoluyla yoklama yapılınca ben bellemiş olurdum, diğer talebeler ise yanılırlardı. Bunun üzerine üstadımız Hamtnâd: Benim yanıma, ders halkasının başına Ebû Hanîfe'den başka kimse oturmıyacak, dedi»
-
21-Bu Üç Rivayetin Arasını Buluş
İşte üç rivayet böyledir. Bunlar bir kaç yolla naklolunmuş-tur. Rivayetlerin ibareleri, kısalık ve uzunluk bakımından türlü türlü ise de maksat ve mânâ birdir. Birinci rivayetten anlıyoruz ki, Ebû Hanîfe yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bütün ilimlerden nasibini aldıktan sonra fıkhı seçmiştir. Diğer iki rivayet ise ilm-i kelâmda son derece maharet sahibi idi, sonra fıkha döndü, diyor.
Birinci rivayetle ikinci rivayet arasını birleştirmek kolaydır. Çünkü birinci rivayet kelâm öğrenmedi, demiyor, kelâm mes'elele^. rinde münazara ve mübahase yaptığını reddetmiyor. Belki kelâm bildiğine işaret bile ediyor. Diğer iki rivayet, kelâmda münazara ve münakaşa yaptığını, bu işden son derece zevk aldığım sarahaten söylüyor. Hattâ muhtelif fırkalarla münakaşa için Basra'ya bile gidermiş. Demek birincinin işaret ettiğini, diğer iki rivayet açıklıyor. Ve hepsinden çıkan netice sonradan fıkha merak etmiş olduğudur.
-
22-İlmî Olgunluğu Ve Münazara Kuvveti
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe, asrındaki İslâm ilimlerini ve kültürünü elde etmiş münevver bir kimsedir. Âsim kıraati üzere Kur'ânı Kerîm'i ezberledi, Hadis biliyordu. Edebiyat, şiir, nahiy öğrendi. İtikat mes'elelerine dair türlü fırkalarla mücadele etti. Hattâ münakaşa yapmak için Basra'ya bile gittiği ve orada bir sene kaldığı olurdu. En sonunda fıkha sarıldı.
Hayatının gençlik çağında, akait esasları -hakkında münazara yapmaktaki hevesi onu çok olgun laştırmış, en yüksek mertebeye ulaştırmıştı. Din esaslarım anlama tarzı kuvvetli idi. Hattâ kendini fıkha verdikten sonra bite icabettiği zaman ara sıra usrl ve akait esaslarında münakaşa yaptığı olurdu. Hâriciler Küfe nıescjdini bastıkları zaman Ebû Hanîfe mescidin içinde idi. Onun yanına girdiler, onlarla münazara yaptı.[11]
Gulât-i Ş i adan bazılarıyla münakaşa yaptı ve onları ikna etti. Ve daha böyle nice vak'alan oldu. Bütün bunlar, o kendisini fıkha verdikten sonra oluyordu.
Fakat kendisi ara sıra böyle usul ve. akait hakkında münakaşalar yapmakla beraber talebelerini ve yakınlarını böyle münakaşalardan men ediyordu. Rivayet olunduğuna göre oğlu Hammâd'ı kelâm mes'elesinde münakaşa yaparken gördü ve onu bundan vaz geçirdi. Ona:
— Seni münakaşa yaparken görüyoruz, bizi neden menediyor-sun? dediler. Cevabı şu oldu:
— Biz münazara yaparken, arkadaşımız kayıp düşecek, yanılacak diye korkudan başımızda kuş varmış gibi dururduk. Sizse münazara yapıyorsunuz ve arkadaşınızın düşmesini istiyorsunuz. Arakdaşmın kayıp düşmesini isteyen, arkadaşını tekfir etmek istiyor, demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyense, arkadaşından önce küfre düşer.»[12]
-
23-Münazaraların Onu Olgunlaştırması
Sözün hulâsası: Muhtelif rivayetlerin işaret ettiği ve ekseriyetin de tasrih eylediği veçhile Ebû Hanîfe, itikat mes'elelerinde münakaşa yaparken: hayata atıldı. îlm-i kelâm dediğimiz budur. Muhtelif fırkalarla mücadele yapardı. Sonra bundan vaz geçti, fıkha döndü. Bütün fikir kuvvetini fıkha verdi; yine de ara sıra mecbur kaldıkça veya hakkı meydana çıkarmak için akaide dair münakaşalar yaptığı da olmuştur.
Ebû Hanîfe bidayette muhtelif dinî fırkaların münakaşa mevzuu yaptıkları mes'elelerle boğuştuktan sonra fıkıh okumağa döndü. Devrinin büyük üstadlarından ders aldı. Onlardan birine devam etti. Ondan okudu ve yetişti. Başka fıkıh talebeleri muhtelif üstadlardan ders alırken o bir üstada devam etti. En mümtaz hocayı seçti. Onun muhitine ısındı. En ince mes'eleleri ondan öğrendi. Küfe o zaman Irak fukahâsının yatağı idi, Basra ise muhtelif mezheb fırkaları yatağı idi. Bu çevrelerin onun üzerine büyük tesiri olmuştur. Kendisi bu hususta şöyle demektedir: Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. Onların erbabiyle bir arada bulundum, o fukahânın arasından bir fakîhe devam ettim.
-
24-Üstadı Hammâd'ın Dersine Devamı
Ebû Hanîfe Hammâd b. Ebî Süleyman'ın dersine devam etti. Fıkıh hususunda ondan yetişti. Hammâd ölünceye kadar ondan ayrılmadı. Burada bahsedeceğimiz üç şeyi kurcalamak isteriz:
1- Fıkha döndüğü veya Hammâd'a devama başladığı zaman Ebû Hanîfe acaba kaç yaşında idi?
2- Müstakil ders vermeğe başladığı zaman yaşı kaçtı?
3- Hammâd'a devamı fasılasız mı idi? Yâni başkalariyle ilmî münasebeti hiç mi yoktu? Yalnız Hammâd'a devam edip başka-, smdan hiç fıkıh okumadı mı?
Bu suallerin cevabına başlıyahm : Fıkıh okumağa veya Ham-mâd'dan ders almağa başladığı zaman kaç yaşında olduğunu doğrudan bilmiyoruz. Fakat müstakil ders kürsüsüne çıktığı zamanki yaşından bunu bulabiliriz. Çünkü bu bellidir. Hemen bütün rivayetlerin ittifak ettiği bir nokta vardır ki, o da Ebû Hanîfe'nin Ham-mâd'ın dersine vefatına kadar devam etmiş olduğudur. Ancak üstadı Hammâd'm Ölümünden sonra müstakil ders halkası kurmuştur. Hammâd 120 Hicrî senesinde öldü. Hanîfe o zaman kırk yaşında idi. "Demek Ebû Hanîfe 40 yaşında ders okutmağa başlamıştır. Aklı tam kemâle erip olgunlaştıktan sonra üstadının yerine geçmiştir. Bundan önce de ders vermeği düşünmüştü. Fakat sonra vaz geçti. İmâm Züfer'den rivayet olunuyor: Ebû Hanîfe üstadı Hammâd'a olan bağlılığı hakkında şunu.anlatmış :
«On sene onun dersinde bulundum. Sonra içimde bir ders halkasında baş olma arzusu uyandı. Onun dersinden ayrılıp kendim ders vermek istedim. Bir gün evden çıttım. Niyetim bunu yapmak. Mescide girdim. Üstadı görünce gönlüm ondan ayrılmağa razı olmadı. Gelip yanına oturdum. O gece üstadın Basra'da bulunan akrabasından birinin Ölüm haberi geldi. Mal bırakmıştı. Ondan başka da mirasçısı yoktu. Bana kendi makamına geçip ders vermemi emretti ve Basra'ya gitti. O gittikten sonra ondan hiç duymadığım mes'eleler gelmeğe başlad- Ben onları cevaplandırıyor ve cevapları da yazıyordum. Sonra üstad dönüp gelince bu mes'eleleri ona arzet-tim. Altmış mes'ele dolayında idi. Kırkında bana muvafakat etti, onları uygun buldu, yirmisinde muhalif kaldı. Ben de Ölünceye kadar ondan ayrılmamağa ahdettim ve ölünceye kadar ondan ayrılmadım.[14]
Hammâd'ın dersinde on sekiz sene bulunduğu tarihçe sabittir. Kendisi şöyle diyor: «Bir defa Basra'ya geldim. Her ne sorulursa behemahal cevabını veririm, sanıyordum. Bana öyle şeyler sordular ki, cevabını bulamadım. O zaman üstadım Hammâd'dan ölünceye kadar ayrılmamağa andiçtim. Ve onsekiz sene onun talebesi oldum.»[15]
Ebû Hanîfe onsekiz sene Hammâd'm dersine devam etmiş ve üstadı öldüğü zaman kırk yaşma basmış olunca, ona talebe olduğu zaman yirmi iki yaşında bulunduğu meydana çıkar. Kırk yaşma kadar onsekiz sene talebelik yapmış olur ve ondan sonra da müstakil ders halkası kurmuştur.
Bu devamın nasıl olduğuna gelince, Ebû Hanîfe'nin hayatını inceleyen kimse,, bunun fasılasız olduğunu yâni tamamiyle ona bağlanıp başkalarından hiç ders almadığını söyleyemez. Beytul-lah'ı ziyaret etmek, Hac yapmak maksadiyle sık sık Hicaz'a giderdi. Mekke ve Medine'de ulema ile buluşup görüşürdü. Bunların çoğu tâbiîndendir. Onlarla görüşmesi ilmî olurdu. Onlardan Hadis rivayeti" dinler, onlarla fıkıh müzakere yapar, kendi usulüne göre onlara ders verirdi. Ona ait haberlerde ve önün tarihinde bir £ok üstadları olduğu zikrolunmaktadır. Kendilerinden Hadis rivayet ettiği ve ders aldığı kimselerin arasında muhtelif fırkalardan adamlar var. Zeyd b. Ali Zeyd'el-Âbîdin'den, Ca'fer Sâdık gibi Şia imamlarından ders almıştır. Muhammed Nefs'üz-Zekiyye'nin babası Abdullah b. Hasan'dan da ders almıştır. Ricata kail olan bâzı Keysa-niye ulemasından da ders okumuştur. Üstadlarmdan bahsederken inşAllah bunları anlatacağız.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, o üstadı Hammâd'a devamla beraber diğer fukahâ ve muhaddisleri de görmüştür. Nerede bulunursa bulunsun tabiîni arar bulurdu. Bilhassa fıkıh içtihatta seçkin olan Sahabeyle buluşmuş olan tabiîni mutlaka arar bulurdu. Kendisi diyor ki: «Hz. Ömer'in fıkhını, Hz. Ali'nin fıkhını, Abdullah b. Mes'ud'un fıkhını ve îbn-i Abbas'in fıkhını onların ashabından aldım.» Eğer ders alması yalnız Hammâd'a münhasırdır dersek, bunları diğerlerinden almış olmasına yol bulamayız.
14.Hatib Bağdadi, c. 13, s. 333.
15.Hatip Bağdadî, Tarih-i Bağdad,.c. 13, s. 333.
-
25-Ebü Hanîfe'nîn Hayatı Hakkında Bilmemiz Gerekenler
Ebû Hanîfe kırk yaşına geldiği zaman, tam olgunluk çağında Küfe mescidinde üstadı Hammâd'm ders kürsüsüne oturdu. Kendisine sorulan mes'eleleri çözmek arz olunan hâdiseleri bir hükme bağlayabilmek için bunları talebeleriyle müzakere yoluyla, karşılıklı konuşmalarla okutmağa başladı. Benzeri., hâdiseleri birbirine kıyas yapıyor, müşterek illeti olanları ayni hükme bağlıyor, fıtrî zekâsı, kuvvetli aklı ve sağlam mantıki sayesinde bunları ko!ayca yapıyordu. Böylece Hanefiyye mezhebini doğuran parlak fıkıh yolunu açtı.
Burada bu ilmî yapının nasıl teşekkül ettiğini ve doğurduğu neticeleri etrafiyle anlatmağa kalkışacak değiliz. Bunun ileride şerh ve beyân yeri gelecektir.
Biz burada onun hayatının mecrasından, onunla ilgili olan şeylerden söz açıyoruz. Biz burada onun şahsını inceliyoruz. Orada ise millî varlığının teşekkülünü araştıracağız. Sonra bu iki emirden doğan neticeler nedir? Yâni ilmî kudretiyle diktiği ilim fidanları ve ne vakit meyve verdiği ve bir çok ülkelerde fıkıh ve hüküm verme kapılarını nasıl açtığı mes'elesini bahis konusu yapacağız.
Onun hayatiyle ilgili şeyleri beyan için burada îki noktayı açıklayacağız :
1- Yaşayışı, geçinmesi, kazancı nasıldı?
2- Umumî hayat yâni yaşadığı devirde olup biten olaylar karşısında vaziyeti ne idi ve bunun hayatının akışında ne gibi tesiri oldu?
-
26-Ailesinin Malî Durumu
Tarih bize anlatıyor ki, Ebû Hanîfe servet sahibi,, varlıklı bir ailede yatişti. Babaları tacirdi. Onların yünlü ve ipekli kumaş ticâreti yaptıkları anlaşılıyor. Bu ticaret çok kârlı bir işti. Ebû Hanîfe atalarından kalan bu işe başladı. Gençliğinde çarşı-pazara gidip gelirdi. Ulemanın dersine devam etmezdi. ŞaTsî ona ilim meclislerine devamı tenbih etti. Bunun üzerine o da ilme sarıldı, fakat ticaretten büsbütün ayrılıp vazgeçti mi? Bütün rivayetler onun ticareti bırakmadığını söylemektedir. Hayatının sonuna kadar ticaretle meşgul olmuştur.[16]
Onun ticarette ortağı olduğunu söylerler, öyle anlaşılıyor kî, onun ilim tahsil edebiimesi, fıkıh ve Hadîs öğrenerek ilme hizmete devanı edebilmesi hususunda bu ortağının yardımı olmuştur. Bütün rivayetler onun tacir olduğunda ittifak ettiği gibi fıkıh ve dîne hizmete kendini vermiş olduğunda da ittifak ederler. Bu ise ancak onun çarşıya bağlanmasına lüzum bırakmıyan emin bir ortağın yardım sayesinde olabilir. "Yoksa işinin başında bulunması lâzım gelird Onun da ticarete dair bilgisi, tecrübesi var. Ticaretle alâkadar Uıyor, ticaret işlerini idare ediyordu. Fakat ilimle ticareti bir arada toplayan ulemanın ahvali hep böyledir,
Mûtczİle'nin reisi olan Vâsıl b. Atâ da böyle idi. O da Ebû Ha-nîfe'nin çağdaşıdır, aynı yılda doğmuşlardır. O da îran'lıdır. Ticaretle geçinirdi. Akrabasından emin bir ortağı ile ticaretini yürütürdü. Kendisi ders meşguldü. îslâma hücum edenlerle münakaşa ya-parc: Bunun emsali çoktur. Öyleyse Ebû Hanîfe'nin tacir olduğu haldt kendisini bu derece ilme nasıl vermiş olduğunda hayret edilecek bir cihet yoktur.
16.Hatip Bağdadî, Tarîh-i Bağdad, c. 13, s. 333.
-
27-Tâcîr Ebü Hanîfe'nin Meziyetleri, Cömertliği
Ebû Hanîfe, tâcîr olarak halka olan ticarî münasebet ve muamelelerinde dört vasıf taşır ki, bunlar onu doğru ve namuslu tüccar arasında örnek olarak göstermeğe kâfidir. Ulema arasında en yüksek mevkide o*duğu gibi ticaret ahlâkında da böyledir.
1- Son dertle kanaatkar, gönlü zengindi. İnsanları fakir yapan tamahkârlıktan onda eser yoktu. Bunun sebebi, belki de zengin ve varlıklı bir ailede vetişmiş olmasıdır. İhtiyaç zilletini tatmış değildi.
2- Son deerce emanete riayet ederdi. Emanet hususunda çok titizdi. Hıyanet nedir bilmezdi.
3- Gayet cömertti, eli çok kaçıktı. Cimrilik ondan uzaktı.
4- Son derece dindardı, çok ibadet ederdi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri "namaz ve niyazla geçirirdi.
Şahsında toplanan bu dört güzel vasıf, onun ticaret muamelelerinde daima eserini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederlerdi. Birçokları onu ticarette Hz. Ebû Bekr'is-Siddık'a benzetirdi Sanki onu kendine Örnek tutuyor, onun izinden gidiyordu, ona tâ-biydi. Bir malı satın alırken de, sattığı zamanki gibi, emanet kaidesine riayet ederdi: Bir kadın ona satmak üzere bir ipek elbise getirdi. Ebû Hanîfe fiyatım sordu. Kadın da yüz dirhem istediğini söyledi. Ebû Hanîfe: «Bunun değeri yüzden daha ziyadedir, kaça vereceğinizi söyleyin» dedi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktı. Ebû Hanîfe: «Daha fazla yapar», deyince kadın:
— Benimle eğleniyor musun? dedi.
Ebû Hanîfe:
— Ne münasebet, dedi, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim.
Kadın bir adam çağırdı. Fiyat takdir ettirdi. Ebû Hanîfe beş-yüze satın aldı.[17]
O işte böyle idi. Alıcı kendisi, fakat satıcının menfaatini koruyor. Satıcının gafletinden istifade ederek onu aldatmağa fırsat kollanııyor, vurgunculuk yapmıyor, satıcıya doğru yolu gösteriyor.
O öyle bir satıcı idi ki, müşteri fakir veya ahbabı olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verir, hattâ kazancından müşteriye bağışladığı bile olurdu. Bir defa ihtiyar bir kadın geldi:
—Ben yoksulum dedi. Bana şu elbiseyi maliyeti fiatına sat! Ona:
Dört dirhem ver, onu al, dedi.
Ben ihtiyar bir kadıncağızım,, benimle böyle alay etme,
dedi.
— Bunun alayı yok, bunları iki takım elbise olarak almıştım. Birini verdiğini paradan dört dirhem eksiğine sattım. Bu elbise bana dört dirheme kalmış oldu, bunu da sen al.
Ahbaplarından biri gelip şu vasıfta, şu renkte bir elbiselik kumaş istedi. Ona:
— Biraz bekle, düşerse senin için alırım, dedi.
Bir hafta geçmeden o vasıfta kumaş geldi. Ahbabı uğrayınca:
— Senin işi gördük, dedi ve kumaşı çıkardı. Ahbabı;
— Kaça? diye sordu.
— Bir dirheme, dedi.
— Benimle alay edeceğini hiç zannetmezdim!
— Ortada aîay edecek bir şey yok. Ben 20 dinar ve bîr dirheme iki elbise satın aldım. Birini 20 dinara sattım. Bu bir dirheme kaldı.[18]
Şüphesiz ki, bu aliş verişe satıcının cömertliğinden ileri gelen büyük bir ikram karışıyordu. Yahut bu alış veriş suretinde bir hediye ve ihsandı. Bu ticaret değildir. Bu büyük ve âlim tacirin nasıl cömert bir kalb sahibi olduğunu, onun emanet, dîn, akıl ve vefa bakımından nasıl bir namus heykeli olduğunu gösterir. Günah karışma şüphesi olan her şeyden pek sakımrdı. Bir mala haram karıştığı şüphesi hâsıl olursa onu hemen yoksullara, muhtaçlara sadaka olarak dağıtırdı.
Rivayet olunduğuna göre: Ortağı Hafs b. Abdurrahman'ı mal satmak üzere gönderdi ve içlerinde kusurlu bir elbise olduğunu da ona söyledi ve bunu satarken kusurlu olduğunu, söylemesini tenbih etti. Hafs malı sattı. Kusurunu söylemeyi unuttu. Onu satın alanın kim olduğunu da bilmiyor, Ebû Hanîfe bunu öğrenince bütün o mallardan alınan paranın hepsini sadaka olarak dağıttı.[19]
Bu derece takvaya riayet ,helâl kazançla iktifa etmesiyle beraber ticareti ona yine de çok gelir sağlıyordu, serveti çoktu. Ulemaya, muhaddislere pek çok ihsanda bulunur, onlara iyilik yapardı. Târih-i Bağdadî diyor ki: Seneden seneye kazancını toplar, onlarla üstadîann» muhaddislerin ihtiyaçlarını karşılar, yiyeceklerini, giyeceklerini satın alır, bütün hacetlerini görürdü. Sonra kârdan kalan parayı onlara dağıtırdı ve: «Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve ancak Allah'a hamd edin», derdi. Çünkü verdiğim bu mal filhakika benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allah'ın fazl ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.»[20]
Ticaretinin sağladığı kazançla ulemaya mürüvvet gösteriyor, onların ihtiyaçlarını karşılıyordu. Onları başkalarına muhtaç olma durumundan çıkararak ilmin şerefini koruyordu.
O, dış görünüşe de ehemmiyet veriyor, dışının da içi gibi temiz olmasına dikkat ediyordu. Elbisesine itina gösterirdi. ' Elbisenin en âlâsını giyerdi. Üst elbisesi otuz dinar kıymetinde idi. Kıyafeti güzeldi. Çok güzel kokular kullanırdı. Ebû Yusuf'un dediği gibi daha uzaktan güzel kokusu duyulur, geldiği belli olurdu.[21]
Tanıdıklarını da kendi elbiselerine ve diğer dış görünüşlerine dikkat etmeğe teşvik ederdi. Yanına gelip oturan bir adamın üzerindeki eski elbise gözüne ilişti. Adam kalkıp gideceği zaman biraz beklemesini söyledi. Meclis dağılıp herkes gittikten sonra ikisi yalnız kalınca adama:
— Şu seccadeyi kaldır, altında olanları al, dedi.
Adam seccadeyi kaldırdı. Altında bin dirhem vardı, durakladı.
— Al bu dirhemleri, dedi. Onunla kılığını kıyafetini değiştir!
— Ben zenginim, bunlara ihtiyacım yok, cevabım verdi.
— Sen Hz. Peygamber'in şu Hadîsini duymadın mı: «Allah, kulunun üzerinde, ona verdiği nimetin eserini görmeyi sever.» Sen şu halini değiştirmelisin, tâ ki dostların senin için kederlenmesin
17.Mekkî, Menakjb-ı Ebu Hanife, c, II, s- 100.
18.Hatib Bağdadi, Tarih-i Bağdad, c. 13. s. 362
19.Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 358.
20.Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 14, s. 360.
21.İbn-i Haeer Heysemi, Hayrat'ul-Hisan, s, 61
-
MAlumat değil de ufak bir bildiğimi paylaşayım ben de.İmamı Azam Hz.Peygamber Efendimiz(S.A.V)in karpuzu nasıl yediğini bilmediği için ömrü boyunca hiç karpuz yememiş..Ne itaat..
-
Hocam Allah Razı olsun elinize sağlık ancak alıntı yaptığınız yerleride yazsaydınız sevinirdik.
-
28-Devrîndekî Sîyasî Hareketler Karşısındaki Durumu
İşte Ebû Hanîfe'nin yaşayışı böyle idi. Ve onun gelir kaynakları bunlardı. Şimdi hayatının akışı ile sıkı alâkası olan bir şeyden bahsetmek istiyoruz. Devrindeki siyasî ayaklanma hareketleri karşısında durumu ne idi? Bunların ona tesiri nedir? Ayaklanmalara yardımı var mıdır? Devlet işlerini ellerinde tutanlarla münasebeti nasıldı? Bunlar Ebû Hanîfe'nin hayatına tesirleri derecesinde eserimizde yer vereceğiz. îmâm-i A'zam gibi büyük imâmın hayatına son vermeğe sebep olan o işkenceler bununla sıkı alâkadardır. Tıpkı sebebin müsebbiple, neticenin mukaddemelerle, eserin müessirle olan bağlantısı gibi. Hayatında çektiği elemlerin sebebi bunlardır.
Ebû Hanîfe hayatının 52 senesini Emevîler devrinde yaşadı. 18 senesini de Abbasîler devrinde geçirdi. Bu iki İslâm devletinde ömür sürdü. Emevî devletinin gençlik ve kuvvetli devrini gördü. Sonra onun çöktüğüne şahit oldu. Abbasîler devletine yetişti. Ab-bâsîlerin gizli bir teşkilât halinde Emevîleri yıkmak için propaganda yaptıkları, durmadan çalıştıkları günleri yaşadıktan sonra Emevî devletini yıkıp idareyi- ele aldıkları günleri gördü. Abbasîler, Hz. Peygamber'in yakın akrabasından olduklarından Abbasî Halîfeleri, Peygamber'in dinî vekili gibi halkın başına geçmişlerdir. Halkı idareleri altına bu namla alıyorlardı.
Ebû Hanîfe bunların cümlesini görüp geçirdi. Bunlar onun üzerinden hâli kalmıyordu. İhtilâlcilerle bir olup hükümet aleyhine yürümediyse de, bütün haberler, onun kalben Hz. Peygamber'in âli, Ehl-i Beyt ile beraber olduğunu göstermektedir.
O, evvelâ Emevîlere karşı ayaklanan Peygamber'in akraba-siyledir. Sonradan bu işi Abbasîler sırf kendi ellerine alıp Hz. Ali'nin evlâdını mahrum bırakınca, Hz. Ali evlâdının Abbâsîlere karşı ayaklanmasını haklı gördü. Emevîleri din ve şeriatv bakımından hiçbir suretle hak ve hâkimiyet sahibi görmüyordu. Fakat işi kılıca sarılmağa vardırarak isyan etmiyordu. Belki de bunu yapmayı kuruyordu, fakat bâzı sebepleri hesaba katarak buna imkân görmüyordu. Zeyd b. Zeynelâbidin, 121 Hicrî yılında Hişam b. Abdu'1-Me-lik'e karşı ayaklanınca, rivayete göre, Ebû Hanîfe: «Onun bu çıkışı, Hz. Peygamber Efendimiz'in Bedir Harbine çıkışına benzer» demiştir. Kendisine:
— Öyle ise siz neye ona katılmadınız? denilince:
— Beni, ona katılmaktan halkın bendeki emanetleri alıkoydu. Bana birçok emanet bırakmışlardı. Onları tbn-i Ebî Leylâ'ya bırakma kistedim kabul etmedi. Emanetler bende iken bilinmeyen uzak yerlerde ölmekten korktum, dedi. Başka bir rivayette şu özü-rü ileri sürdüğü söyleniyor:
«Şayet halkın, onun atalarını aldattıkları gibi onu da aldatıp yarı yolda bırakmayacaklarını bilsem; onunla beraber ben'de; savaşırdım. Zira hak imâm ve halife odur. Hilâfet onun hakkıdır. Ben ona malımla yardım ettim. Bin dirhem göndererek ona bi'at ettim. Elçiye özürümü ona arzetmesini söyledim.»
Bu iki haberden anlaşılıyor ki, o İmâm Zeyd b. Ali Zeynelâbidin gibi bir âdil imâm tarafından olmak şartiyle, Emevîlere karşı isyanı şer'an caiz görüyordu ve kendisi de mücâhidlerle beraber kılıç sallamağı arzu ediyordu. Fakat o bununla iyi neticeler alınacağından emin değildi. Böyle yapmak haklı ve yerinde bir iş, lâkin buna kuvvetle katılanlar ve andla bağlı kalpler bulunmadığından bir netice çıkmiyacağı da belli idi. Bununla beraber bu işe arka çevirip katılmıyanlardan olmak da istemezdi. Onun için teyit edenlerden olduğuna delil göstermek maksadiyle malî yardım göndermiştir. Mal da takviye kuvvetidir.
İhtilâlcilerle beraber neden çıkmadığı hususunda zikrettiği sebepleri, kılıç taşımağa ve kavgada insan yaralamağa alışık değildi de bu sebeple cihada katılmadığından, kendini mazur göstermek için ileri sürdüğünü söylemek istemiyoruz. Böyle bir şeye ihtimal bile vermeyiz. Çünkü Ebû Hanîfe içindekinin aksini söyleyen kimselerden değildi. Kanaatinin hilâfına bir şey söylemez, her şeyi samimiyetle söyler. Hayatını bu yüzden tehlikelere bile maruz bırakmıştır. Bunları kuvvetli bir irade ve cesur bir kalble karşıladı. Korkmadı, zaaf göstermedi.
-
29.Irak Valîsi Îbn-Î Ebî Hübeyre'nîn Ebû Hanîfe'yî Takibi
İmam Zeyd b. AH Zeynelâbidin'in ihtilâli, 122 hicret yılında onun öldürülmesiyle sona erdi. Ondan sonra 125 senesinde oğlu Yahya Horasan'da ayaklandı. Babası gibi o da öldürüldü. Sonra bu Yahya'nın oğlu Abdullah, atalarının hakkını isteyerek ayaklandı. Emevîlerin son halifesi Mervan b. Muhammed'in gönderdiği kuvvetleri Yemen'de kırıp ezdi. Fakat o da 130 senesinde şehid oldu.[23]
Zeyd b. Ali'nin Ebû Hanîfe nezdinde büyük bir mevkii vardı. Hattâ onun devlete karşı çıkışını, Hz. Peygamber'in Bedir Harbine çıkışma benzetmişti. Onun dînini, ahlâkını, ilmini pek beğeniyor, çok takdir ediyordu. Onu hak imâm addederdi. Bu cihattan ayrılanlardan olmasın diye ona malca yardımda bulundu. Onun Emevîlerin kılıcıyle öldürüldüğünü gördü. Sonra bu açılan yaralar henüz dinmeden arkasından onun oğlunun öldürüldüğüne şahit oldu. Onun arkasından da torunu aynı akıbete uğradı. Şüphesiz ki, bunların hepsi Ebû Hanîfe'nin içinde birer düğüm halinde kaldı. Bu zulümleri diliyle söylemekten elbette ki çekinmedi. Bunları anlattı. Kızdıkları zaman ulemanın lisanları, keskin kılıçların yapamadıklarını yapar, onlardan daha keskin olur, vuruşları daha şiddetlidir. 130 senesinde Irak'ta Emevîlerin başından geçenler, bunu ta-mamiyle göstermektedir.
Mekkî'nin Menakıb-ı Ebû Hanîfe'sinde ve diğer menakıb ki-taplannda ve târihlerin tercüme-i hâl kısımlarında kayıt olunduğu veçhile: Son Emevî Halifesi Mervan b. Muhemmed'in Irak valisi olan Yezid b. Ömer b. Hübeyre, Ebû Hanîfe'ye kadılık veya hazinedarlık teklif etti. Bununla onun Emevîlere olan bağlılığını denemek istiyordu. Çünkü onun Hz. AH evlâdına taraftar olduğu, onlara elinden gelen yardımı yaptığı Emevîlerin kulağına değmişti. Bu sırada Irak, Horasan ve îran, siyasî hareketlerle kaynaşıyordu. Şehirler birer birer Abbasî taraftarlarının eline düşüyordu. Koca yeryüzü her taraftan darahp Emevîleri sıkıştırıyordu.
Mekkî aynen şöyle diyor: «Emevîler zamanında îbn-i Hübeyre Küfe valisi idi. Irak'ta kaynaşmalar başgösterdi. Irak fukahâsı-m kendi kapısında topladı. Aralarında İbn-i Ebî Leylâ, îbn-i Şüb-rüme, Davud b. Ebî Hind gibi ulema vardı. Her birini mühim devlet vazifeleri başına geçirdi. Ebû Hanîfe'yi de davet etti. Mührü onun eline vermek, istedi. Ebû Hanîfe'nin elinden geçmeyince hiçbir emir ve fermanın hükmü olmıyacak, Beyt-ül-malden çıkan her mal Ebû Hanîfe'nin elinden çıkmış olacaktı. Ebû Hanîfe bunu kabul etmedi, tbn-i Hübeyre: Eğer kabul etmezse onu döğerim diye yemin etti. Fukahâ arkadaşları Ebû Hanîfe'ye:
— Allah aşkına, kendini tehlikeye atma, şu işi kabul et. Biz senin kardeşleriniz, hepimiz bu işlerden nefret ediyoruz, fakat kabulden başka çare bulamadık, ister istemez vazife aldık, dediler.
Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
— Vas.ıt mescidinin kapılarım saymayı bana teklif etse ona onu da yapmam. Nasıl olur da bu ağır işi kabul ederim. O, boynunu vuracağı bir adamm ölüm fermanını yazacak, ben de ona mührü basacağım ha, vAllahi böyle bir ise kat'iyen girmem!
îbn-i Ebî Leylâ:
— Arkadaşımızı bırakalım, o haklıdır, hata başkasının, dedi.
Ebû Hanîfe'yi hapse attılar. Ona her gün dayak attırıyorlardı. Cellâd, îbn-i Hübeyre'ye gelerek:
— Bu adam kırbaçtan ölecek, dedi. îbn-i Hübeyre:
— Söyle ona, bizi yeminimizden kurtarsın, dedi. O da Ebû Hanîfe'ye bunu söyleyince:
— Camiin kapılarını saymamı istese yine yapmam, dedi. Sonra o cellâd, îbn-i Hiibeyre ile görüştü :
— Bu mahpusa bir nasîhatçı yok mu, mühlet istesin ki vereyim dedi.
Ebû Hanîfe'ye haber gönderdiler :
— Arkadaşlarımla istişare1 yapayım, bakayım, dedi.
İbn-i Hübevre tahliyesini emretti. Ebû Hanîfe hapisten çıkınca atma bindi, Mekke'ye kaçtî. Bu hâdise 130 senesinde İdî. Mekke'de yerleşti. Hilâfet Abbâsîlere geçinceye kadar orada kaldı. Ebû Ca'-fer Mansur zamanında Küfe'ye döndü.[24]
İbn-i Hübeyre tahliyesini emretti. Ebû Hanîfe hapisten çıkınca ki, îbn-i Hübeyre, Ebû Hanîfe'ye işbirİiğiği, beraber çalışmayı teklif etti. O da kabul etmedi. Anlaşıldığına göre İbn-i Hübeyre ona, kendi taraftarında olduğunu gösterecek herhangi bir işi kabul etmesini teklif etti. Onun hakkında ileri sürülen itham ve şüpheyi anlamak istiyordu. Ona mührü vermek istedi. O ise kabuî etmedi. Hükümet tarafında olduğunu gösterecek herhangi bir işin kabulünü teklif etti. Şiddetli ısrarlara ve dayağa rağmen o bunu yine kabul'etmedi. İşkenceden başı şişti. Fakat gönlü sarsılmadı, dayak altında zaaf göstermedi. Ağlayıp sızlamadı. Fakat annesinin onun bu haline çok üzüldüğünü öğrenince, onun elemine acıyarak gözlerinden yaşlar boşandı. îşîe hakkıyla kuvvetli olmak böyledir. Kanaati uğrunda çektikleri şeyler onun hiç umurunda bile olmaz, fakat kendisi için çok kıymetli olan candan yakınlarından birinin acı duymasına gönlü razı olmuyor, başkalarının acı duyması yüzünden kendi acıları artıyor, diğer kimselerin elem çekmesine tahammül edemiyor. Kuvvetli olmak demek, katı kalbli, kaba ve sert olmak demek değildir. Kuvvetli olmak, sağlam irade, yüksek duygu, şefkatli kalb, ince ruh, tahammüllü gönül, sebatlı akıl, vekarlı hareket sahibi olmak demektir. İşte Ebû Hanîfe, bunların hepsi demektir.
23.Hatib Bağdadi, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 361.
24.Ibn-i Esir, EI-Kâmil, c. V, 122, 125, 130 seneleri olayları
-
30.Ebû Hanîfe'ye Yapılan İşkencenin Siyasî Sebepleri
îbn-î Hübeyre'nin Ebû Hanîfe'ye bu işkenceleri yapmaktan maksadı onun Emevî'lere karşı durumunu anlamak ve denemek idi. Çünkü etrafında şüpheler dolaşıyordu. Anlaşıldığına göre diğer bâzı fukahâ da aynı töhmet altında idiler. Fakat orrlar teklif olunan devlet vazifelerini kabul ettiler ve böylece kendilerini şüpheden kurtardılar. Belki de onlarda Ebû Hanîfe-'deki sabır ve tahammül yoktu da kendilerini korumak için böyle hareekt ettiler. Bütün bunlar olup biterken Emevî Devleti için için kaynıyordu. Horasan ve Iran Abbasî'lerin eline geçmişti veya geçmek üzere idi. Irak'ta kaynaşan fitneler tehlikeli bir Kal alıyordu. Abbasî'lerin orduları orada Emevî'Ieri kuşatmıştı. Devlet merkezine yakın ülkelerde bile Emevîler ansızın baskına maruzdu. Şu geniş dünya onların başına dar gelmeğe başlamıştı. Saltanat siyaseti onları Ebû Hanîfe'ye böyle muameleye sevk ediyordu. Fakat, din, ahlâk, siyaset bunu kabul edemez, buna asla razı olamazdı.
-
31.Hapishaneden Mekke'ye Gîdîşî, Abbasîler Devrinde Tekrar Dönüşü
Hapishane memuru hapisten çıkma yollarını hazırladıktan sonra Ebû Hanîfe Mekke'ye kaçtı. 130 senesinde Abbasîler idareyi tamamiyle ellerine alıncaya kadar Mekke'de oturdu. Her tarafta kopan ihtilâl insanları kapıp fitnenin içine atarken o, Kabe'nin civarında, Harem'i Şerifte aradığı emniyeti buldu. İbn-i Abbâs'm ilmine vâris olan Mekke'de şevkle hadis ve fıkıh ilimleri üzerine eğilip ilimle meşgul oldu. Ebû Hanîfe orada Ibn-i Abbâs'm talebe-leriyle buluştu. Onlara kendi ilmini öğretti. Onlardan da onların ilmini öğrendi, İlminden bahsederken Mekke ekolünden nasıl faydalandığım açıklayacağız.
Burada Mekke'de ne kadar oturduğunu tetkik etmek istiyoruz. Mekki'nin Menâkıp'mda kaydettiğine göre Ebû Hanîfe Mekke'de Mansur zamanına kadar kalmıştır. Mansur 136. hicrî yılında hilâfet makamına geçti. Ebû Hanîfe, 130 yılında Mekke'ye geldiğine göre en az altı sene Mekke'de ikamet etmiş olması gerekiyor. Bu itibarla bu büyük imâm Ömrünün altı senesi gibi büyük bir kısmım Bey-tullah civarında geçirmiş, Kabe'de mücavir olmuştur.
Fakat yine Mekkî, Menakib'mda: Ebu'l-Abbâs Seffâh Kûfe'ye girip de halktan bîat istediği zaman' Ebû Hanîfe'nin orada olduğunu söylüyor ve aynen şöyle diyor: «Ebû'l-Abbas Seffâh, Kûfe'ye girdiği zaman ulemayı davet etti, onları huzuruna topladı; onlara şöyle dedi:
— Bu hilâfet işi, Peygamberimizin ehline ve akrabasına geçti. Bu size Allah'u Teâlâ'nın bir lütuf ve keremidir. Hak yerini buldu.
Sizler, ey ulema zümresi, buna yardım etmeğe en lâyık olanlarsınız. Size istediğiniz kadar ihsan ve ikram var. Allah malından ziyafet var. Halifenize bîat ediniz( âhirette sizin iiçn emniyete kavuşmağa vesile olur. Allah'ın huzuruna, halifeye bî'at etmeksizin imâm-sız olduğunuz halde çikmayınız. Hüccetsiz ve delilsiz kalanlardan olmayın.»
Oradakiler Ebû Hanîfe*ye baktılar, o da :
— «İsterseniz kendim namına ve sizin namınıza konuşayım.» dedi.
— Evet, bunu arzu ediyoruz, dediler. Bunun üzerine şu sözleri söyledi:
— Allah'a hamd olsun ki, bu hakkı Resul-i Ekrem'inin akrabasına nasîb etti. Zalimlerin zulmünü bizden kaldırdı. Lisanımızla hakkı söyleyebiliyoruz. Allah'ın emri üzerine sana bî'at ettik. Kıyamete kadar sana verdiğimiz ahdi tutacağız. Allah'u Teâlâ bu işi Peygamberimizin akrabasından asla ayırmasın.
Ebu'l-Abbâs da buna güzel bir cevap vermiştir:
— «Ulema namına senin gibiler konuşmalı... Seni seçmekte çok isabetli hareket ettiler. Sen de gayet güzel ifade ettin...»
Çıktıktan sonra (kıyamete kadar) sözü ile neyi kasdettiğini sordular O da:
— «Siz beni ele verirseniz ben de sizi ele veririm...» dedi. Onlar da sustular. Ve onun yaptığını haklı buldular.[25]
Bu rivayet iki şeye delâlet eder:
1- Seffâh Kûfe'ye gelip de halktan kendisi için hilâfet bîati aldığı zaman Ebû Hanîfe orada bulunmaktadır. Bu hâdise ise, hiç şüphesiz ki, 136 yılından önce idi. Öyle olunca bu rivayet Kûfe'ye Mansur'un hilâfeti esnasında yani 136 senesinden sonra döndüğünü söyleyen rivayetin zahirine uymuyor.
Bence bu iki rivayetin arasını bulmak şöyle mümkün olur: Ebû Hanîfe, îbn-i Hübeyre yüzünden Mekke'ye kaçmıştı. îbn-i Hübeyre ve hükümeti Irak'tan çekilip gidinceye kadar orada oturdu. Onlar Irak'tan def olunca memleketinde kalmak niyetiyle Kû-fe'ye geldi. îşte bu sırada Ebu'l-Abbâs Seffâh'la görüştü. Ve yukarıda geçtiği üzere ona bî'at etti. Fakat Irak'ta ve dolayında fitneler tamamiyle sönmüş değildir. îşler tam bir sükûnet ve istikrar bulmamıştı. Onun için yine Mekek'ye döndü. Belki ,de Mekke ile. Küfe arasında, işleri icabı, birkaç defa gelip gitmiştir ve bu gidişlerinden birinde Seffâh ile görüşmüştür.
Halife Mansur devrinde işler yoluna girip istikrar bulunca Küfe'ye gelip orada kaldı ve mescidde ders halkasını eskiden olduğu gibi yine açtı. Fitneler ve kargaşalıklar devam edip dururken, Abbâsiyye devleti kurulduğu gibi hemen Kûfe'ye yerleşerek mescidde ders vermeğe başladığını söyleyemeyiz. Çünkü tarihin delâleti veçhile inkılâpların sonunda huzursuzluklar derhal ortadan kalkıp dinmez. Tarihler bunu böyle kaydederler. Demek Ebû Hanîfe de işlerin yatışmasını bekledi ve ancak Mansur'un halifeliği esnasında Kûfe'ye dönüp orada kaldı.
2- Bu rivayetlerden çıkan ikinci meseleye gelince: Ulema Ebu'l-Abbâs'a bîat edilmesine razı değildir. Bi'at esnasında yaptığı konuşmadan sonra Ebû Hanîfe ile başbaşa kalınca bunu söylemek istediler. Sonradan onun yaptığını ve dediğini kabul ettiler.
Hakikaten bu ulema arasında tbn-i Şübrüme, îbn-i Ebî Leylâ gibi Emevîîerîe çalışmış, onîara hizmet etmiş kimseler vardı. Onların son halife Muhammed h. Mervan'a yaptıkları bî'at boyunlarında idi. Ahdinde durmak borçtur. Bu yeni bî'at onları gayet güç duruma düşürmektedir. Ebû Hanîfe'ye gelince Emevîler hakkında hiçbir taahhüde girmiş değildir. Boynunda böyle bir borç yoktu.
25.Mekki, Menakib-ı Ebi Hanife, s. 23, 24.
-
32-Abbâsîlerîn Hâkimiyetini Nasıl Karşıladı?
Ebu'l-Abbâs Seffâh'a bî'at ederken söylediği sözlerden anîaşıl-dığı üzere Ebû Hanîfe Abbasîler devrini büyük bir memnunlukla ümid ve ferahla karşılamıştır, Emevîlerden çektiklerine bakınca, onun hayatının seyrine uygun düşen de budur. Halbuki ileride ümidleri kırılacak, Abbasîler de emelleri hilâfına zuhur edecektir.
Ebû Hanîfe, Emevîlerin Âl'i Beyte, Hz. Ali evlâdına nasıl tazyikler yaptıklarım gözü ile gördü. Şimdi ise Abbasî devleti kuruluyordu. Bu, aslında Hz. Ali taraftarlarının devleti olarak ortaya çıktı. Ali taraftarlarının dâvetine dayanarak kuruldu. Onlara bu hak, Hz. Ali'nin torunlarından geçti. Bunları bir yana bırakalım. Abbasîler de Hâşimî âilesindendirler, Hazret-i Peygamberlerle aynı sülâleden gelirler. Bu devlet, Hâşimî devleti demektir. Amucaları oğulları olan Hz. Ali evlâdına karşı, her gün artan bir şefkatle hoş muamele yapmaları lâzım gelirdi. Onlardan beklenen, onların hakkına riayet etmeleridir. Sonra onlar, Hz. Ali evlâdının, Âl-i Beytin intikamını alacaklarını boyuna ilân ediyorlar, onlara zulüm edenleri haklayacaklarını tekrarlıyorlardı. Âl-i Beytin velîleri ve hamileri olduklarını, onların şehitlerinin kanlarım istemek hakkı kendilerine ait bulunduğunu söylüyorlardı.
Ebû Hanîfe'nin böyle bir devlet kurulmasından memnun kalması ve bu devletin ilk halifesine bî'at elini uzatması pek tabiî idi. O da bunu yaptı. Ebu'l-Abbâs Seffâh'a bî'at esnasındaki sözleri, Peygamber'in akrabasına nasıl kudsî bağlarla bağlandığını ve halkı bî'ata nasıl çağırdığını göstermektedir. Bu konuşmadan sonra fukahâ arkadaşlariyle aralarında geçen sözlerle onlan devlete ita-ata ve cemaatla beraber olmağa teşvik etmiştir.
Ebû Hanîfe Hazretleri, yukarıda arzettiğimiz sebeplerle, Abbasî devletine dostluğunda _ve bağlılığında olduğu gibi, Âl-i Beytin cümlesini sevmekle devam etti. Mansur onu kendine yaklaştırmak istiyor, onun mevkiini yükseltiyordu. Ona bol bol atiyeler veriyor, ihsanlarda bulunuyordu. Mansur ile zevcesi arasında, zevceler arasında eşitliğe riayet etmemek ve kendisinden yüz çevirmek yüzünden dargınlık vuku buldu. Zevcesi Mansur'dan adalet üzere hareket etmesini istedi. O da :
— İkimizin arasında hakem olarak kime razısın, dedi.
— Ebû Hanîfe'nin hakemliğine razıyım, cevabını verdi.
Mansur da onun hakemlik yapmasını kabul etti. Bunun üzerine Ebû Hanîfe'yi davet ettiler. Mansur söze başladı:
— Zevcem benden davacı, adaletini göster bakalım.
— Emîrül-Mümînin anlatsınlar bakalım, mes'ele nedir?
— Bir erkek kaç kadın alabilir?
— Dört.
— Cariyelerden kaç?
— Onlar için bir sayı yok .istediği kadar.
— Bunun hilâfına söyleyen var mı?
— Hayır.
Ebû Ca'fer Mansur, hanımına dönerek:
Şöylediîkerini işitiyorsun ya, dedi. Bunlar şeriat hükmü.
Ebû Hanîfe tekrar söz aldı:
— Allah'u Teâlâ bunları zevceleri arasında adalete riayet edenler için helâl kıldı. Adalete riayet etmiyen veya edemeyeceğinden korkanlar birden fazîa kan almamalıdır. Alîah'u Teâlâ buyuruyor ki: «Adalet edemiyeceğinizden korkarsanız bir tane yeter.» Bize yakışan Alİah'u Teâlâ'nın verdiği edeb dersini kabul etmektir. Onın öğütlerinden ibret alıp faydalanmak lâzımdır.
Ebû Câ'fer Mansur bunlara diyecek bir şey bulamadı, susup kaldı. Ebû Hanîfe de çıkıp gitti. Evine vardığı zaman Mansur'un zevcesi ona hizmetçisiyle para, elbise bir câriye ve bir Mısır merkebi gönderdi. Ebû Hanîfe bunları kabul etmeyip geri çevirdi ve hizmetçiye dedi ki:
— Ona selâm söyle ve de ki: «Ben dinî vazifemi yaptım. Hakkı müdafaa ettim. Bunu Allah için yaptım. Bununla kimseye yakın olmak istemedim. Dünyalık da arzu etmedim.»
-
33-Abbasîler Âl-i Beyt'e Ezaya Başlayınca Onları Tenkidi
Hz. Ali torunları Abbâsîlerin aleyhine dönüp aralarında düşmanlık başlayıncaya kadar Ebû Hanîfe'nin Abbasî devleti aleyhinde konuştuğu yoktu. Ebû Hanîfe, Ali evlâdına çok bağlı idi, onları seviyordu. Onlara şiddetle taraftar idi. Onların kızdığı şeye onun da kızması pek tabiî idi, Ebû Câ'fer Mansur'un hükümetine karşı ayaklanan Muhammed Nefsüz-Zekiyye'nin ve kardeşi İbrahim'in babalari olan Abdullah b. Hasan'la Ebû Hanîfe'nin ilmî münasebeti vardı. Menakıb kitapları onu Ebû Hanîfe'nin üstadları arasında sayarlar ve ondan rivayet ettiğini söylerler. Bunu ileride biraz açıklayacağız. Kendi oğullan, Mansur'a karşı ayaklandıkları vakit Abdullah hapiste bulunuyordu. Mansur onu hapse almıştı. İki oğlunun Öldürülmesinden sonra o da hapiste öldü.
İşte bu yüzden, bu hâdiselerden sonra yâni Nefsü'z-Zekiyye'-nin ve kardeşi İbrahim'in isyanlarında ve öldürülmelerinden sonra Ebû Hanîfe'den Abbasîler aleyhinde sözler duyulmağa başlıyor.
Anlaşıldığına göre bundan böyle Abbâsîlere sadakati ve dostluğu doğru bulmaz oldu. Fakat Emevîler zamanında yaptığı gibi, şimdi de Abbâsîlere karşı bâzan derste münasebet düştükçe sözle tenkîd etmek haddini geçiniyor, daha ileri gitmiyordu. Hz. Ali evlâdına olan sadakati bir an sarsılmadan devam ediyordu. Fakat kılıca sarılıp isyana davet etmiyordu. Ulemanın ahvali böyledir. Kendilerini ilimden alıkoyacak bir şeyle oyalanmazlar. Ancak sevdikleri ve beğendikleri şeyler hakkında duygularını ifade etmek suretiyle iç âlemlerini doyururlar. Ebû Câ'fer Mansur da biliyor, ve seziyordu. Bâzan göz yumuyor, önü kendi tarafına çekmek için denemek istiyordu. Nihayet facia koptu.
-
34-Nefsü'z-Zekîyye'nîn İsyanında Ebû Hanîfe'nîn Durumu
İşte bu kısaca arzettiklerimîzi, Ebû Hanîfe'nin hayatiyle olan ilgileri bakımından-biraz tâfsilâtiyle anlatmak icabediyor.
Muhammed Nefsü'z-Zekîyye 145 senesinde Medine'de Ebû Câ'fer Mansur'a karşı ayaklandı. Horasan halkı ve diğer bâzı yerler de ona sadakatle bağlı ve taraftar idiler. Fakat bunlar uzakta idiler. Sadakat ve sevgi bakımından ona bağlı olmakla beraber kuvvetçe ona yardım yapamıyorlardi. Rivayet olunduğuna göre M'* hammed Nefsü'z-Zekiyye ile bir olup Abbâsîlere karşı çıkmanın meşru olduğu hakkında İmâm Mâlik Medine'de fetva vermiştir. îbn-i Cerîr Taberî ve îbn-i Kesîr tarihlerinin kaydettiklerine göre: İmâm Mâlik, Abdullah oğlu Muhammed Nefsü'z-Zekiyye'ye bî'at: etmeleri için halka fetva veriyordu. Ona :
— Bizim boynumuzda Mansur'un bî'atı var, dediler.
— Siz zor altında bulu vermiştiniz, dedi. Halk İmâm Mâlik'in bu sözü üzerine ona bî'at ettiler. Mâlik evinden çıkmıyordu.[26]
Bu Muhammed Nefsü'z-Zekiyye'nin öldürülmesiyle isyan bastırıldı. Irak'da ayaklanıp birçok şehirleri eline geçiren ve Kûfe'-ye de hücum etmiş olan kardeşi İbrahim de öldürülerek isyan önlendi.
İmâm Mâlik, Muhammed Nefsü'z-Zekiyye ile beraber Man-sur'a karşı ayaklanma için fetva verdiyse bunun hesabını verdi: Kendisine daya katıldı, işkence yapıldı. Ebû Hanîfe'nin durumu Mâlik'den daha dehşetli idi. Derslerinde ihtilâlcilere yardım yapmayı açıkça söylüyordu. Hattâ o kadar ileri gidiyordu ki, Man-sur'un bâzı kumandanlarını ihtilâlcilere karşı savaşmaktan bile vazgeçirtiyordu. Şunu naklederler: Mansur'un kumandanlarından olan Hasan b. Kahtabe Ebû Hanîfe'nin yanma gelip giderdi. Dedi ki:
— Benim işim sana malûm, benim için tevbe yolu var mı? Ebû Hanîfe ona şu cevabı verdi:
— Senin yaptıklarına hakikaten nadim olduğun Allah indinde gerçekse bir Müslümam öldürmekle kendinin öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsan da kendi öldürülmeni tercih etsen ve asla eski yaptıklarına dönmeyeceğine Allah'a ahid versen ve eğer bunları tutarsan işte senin tevben budur.
— İşte ben, de bunu yapacağım ve hiçbir Müslümam öldürmeyeceğim, Allah'ıma söz veriyorum, dedi.
Bu, Hz. AH torunlarından İbrahim b. Abdullah'ın ayaklanmasından önce idi. İbrahim isyan edince Mansur ona İbrahim'e karşı gitmesini emretti; isyanı bastırmayı ona teklif etti. O da İmâm-ı A'zam'a geldi ve olup biteni anlattı. O da :
— İşte senin tevbenin zamanı geldi.Eğer ahdettiklerini yaparsan, sen hakiki tevbe yapmış sayılırsın. Yoksa eskiden yaptıklarından hepsinden sorulursun! dedi.
O da tevbesinde sebat etti. Hazırlandı, kendim ölümün kucağına atarcasına Mansur'un yanma girdi; ve:
—- Senin gönderdiğin cihete gitmiyeceğim, eğer senin hâkimiyetinde bu yaptıkların Allah'a itaat sayılıyorsa bundan en fazla nasibi olan benim, eğer senin emrinle bu yaptıklarım günahsa artık yeter. Bu kadarı kâfi.
Mansur kızdı. Kardeşi Hamîd b. Kahtabe orada idi.
— Bir senedenberi onun aklında bir bozukluk var, biraz aklını kaçırdı, onun yerine ben gideceğim. Bu şerefe ben ondan daha lâ-yıkım, dedi.
Mansur, yanındaki güvendiği kimselere sordu :
— Fukahâdan kiminle görüşüp konuşuyor bu?
— Ebû Hanîfe'ye gidip geliyor, dediler.[27]
îşte îmâm-i A'zam hakkında rivayet olunanların bir kısmı budur. Eğer bu rivayet doğru ise onun bu yaptığı şey, Mansur'un nazarında devlet için en tehlikeli bir iştir, demekti. Çünkü bunda Ebû Hanîfe mücerred tenkid sınırını aşıyor. Gönlünde beslediği taraftarlıkla iktifa etmiyor, işi daha ileri götürüyor, faal sahaya döküyor demektir. Bunda iş yalnız fetvaya münhasır kalmıyor. Halbuki müftüye düşen Allah'ın dîni hakında nasihattir. Fesadı önlemektir. Hakka riayetten başka bir şey gözetmemektir.
Bu rivayet hakkında ne denirse denilsin, o bize tarihen sabit olan bir gerçeği tekrarlaamktadır ki, o da Ebû Hanîfe'nin Halife Mansur'u tenkîd ettiği ve onun Hz. Ali evlâdına yaptıklarını asla beğenmediği cihetidir. Onun mazisine ve Hz. Ali sülâlesine olan sevgisine uygun düşen de budur. Bildiğimiz gibi onun Zeyd b. Ali Zeynelâbidin'le alâkası vardı. Câ'fer Sâdık'la aralarında samimî bir bağlılık mevcuttu. Muhamnıed Bakır onunla temas halinde idi. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi o, şehit edilen Muhammed Nefsü-'z-Zekiyye'nin ve İbrahim'in babalan olan Abdullah b. Ha-san'ın talebesi idi. öyle ise onlara son derece sadakatle bağlı olmasında, onların başına gelen felâketlerden çok acı duyduğuna dair haberlerde hayret edecek bir sev voktur. Ebû Hanîfe'nin iç âlemi mantığına uyan, yaşadığı ruhî haletini ifade eden ve halihazırı ile mazisini bir birine bağlayan budur.
26-Mekkî, Menakıb-i Ebû Hanife, s. 151, îbn-i Menakıb-ı İmâm-ı A'zam,c.II,s 200o
27-Îbn-i Kesir, El-Bİdâye ve'n-Nihaye, c, X s.84.
-
35-Mansur'un Bazı Vazifeler Teklifiyle Ebû Hanîfe'yî Denemesi
Ebû Hanîfe'nin durumu, onun tarzı hareketlerini daima gözetleyen Mansur'un gözünden kaçmıyordu. Ebû Hanîfe'nin Küfe gibi tarihte yer alan bir şehirde bulunması ziyade uyanıklık istiyordu. Mansur onun devlete sadakatim, muvafakat derecesini denemek istedi. Ele güzel bir fırsat da geçmişti. Bağdat şehri kuruluyordu. Onu yeni merkeze Bağdat kadısı yapmak istedi, o kabul etmedi. Mansur ısrar ettîj o kabulden çekindi. Mansur en sonunda herhangi bir iş olursa olsun mutlaka devlette resmî bir vazife almasını istiyordu. Maksat onun kanaatini anlamak, denemekti. Ebû Hanîfe bundan maksadın ne olduğunu anlıyordu: Kabul etmezse kellesi gideceğini seziyordu ve rivayete göre nihayet Bağdat inşasında tuğla hesaplarını kontrol İşini kabul etmiştir.
îbn-i Cerîr Taberî'nin naklettiğine göre: Mansur Ebû Hanî-fe'yi kadı tayin etmek istedi. O kabul etmedi. Mansur kabul ettireceğim diye yemin etti. Ebû Hanîfe de kabul çürüyeceğine yemin etti. Nihayet Mansur onu Bağdat şehrinin inşaat amirliğine, tuğla ve kerpiç işlerini kontrol etmeğe, amele çalıştırma işlerine âmir tayin etti, o da bunu kabul etti.
îbn-i Kesîr diyor ki: «Hersem b. Adiy'den naklolunmuştur ki, Mansur Ebû Hanîfe'ye Bağdat kadılığını teklif etti, o kabul etmedi. Mansur da: Devletten bir vazife almayınca onun peşini bıfak-mıyacağına yemin etti. Bunu duyunca Ebû Hanîfe Mansur'un yemini yerini bulsun diye Bağdad inşaatında tuğla kontrol işlerini kabul etti .[28]
Bu rivayete göre Ebû Hanîfe, Ebû Câ'fer Mansur'un maksadını anladı ve kellesini kurtarmak için onu atlatmış oldu. Öyle anlaşılıyor ki, bu hâdise, Mansur, Hz. Ali İtaraftarlannın ileri gelenlerini toplayıp hapse attığı, onların mallarım zabt ve müsadere ettiği ve hattâ selefi Ebu'l-Abbâs Ceffâh'ın onlara verdiği tahsisatı bile keserek onlan her şeyden mahrum bıraktığı sıralarda olmuştur, îster Abdullah b. Hasan'm iki oğlunun öldürülmelerinden evvel olsun, ister sonra olsun bunun neticede bir. önemi yoktur. Bu denemenin Ebû Câ'fer'le Hz. Ali evlâdı arasında nizam şiddetlendiği sırada olduğu şüphesizdir.
28.İbn-i BezsâzS, menakıb-ı İmam'ı A'zam, c. II, s.22
-
36-Tarîhi Gerçeklere Aykırı Rivayetler
Bu haberlere göre Ebû Hanîfe kanaatına ve dînine zararı do-kunmıyan bir müsamahakârlıkla bu işi başından savmağa muvaf-vak oldu. Bir müddet için Mansur'un takip edici gözünden kurtuldu. Lâkin bu, Mansur onun bütün hareketlerine büsbütün göz yumdu demek değildi. Ara sıra onun sarf ettiği sözler, hesabı sonra görülmek üzere, resmî makamlarca hep kaydolunuyordu.
Ebû Câ'fer'i, Ebû Hanîfe'ye bu ağır işkenceleri yapmağa sevk eden işlerden bir kısmını zikretmeğe geçmezden önce şunu söyleyelim ki, bu facia Nefsü'z-Zekiyye'nin kardeşi İbrahim b. Abdullah'ın Irak'ta ayaklanmasının derhal akabinde değildi. Aradan beş sene gibi uzun bir müddet geçtikten sonra idi. İbrahim'in ayaklanması ve öldürülmesi 145 hicrî yılında idi. Ebû Hanîfe'nin ölümü ise 150 senesindedir, bu hususta rivayetler müttefiktir.
İşte bu sebepledir ki, Hatib Bağdadî'nin tarihinde îmâm Züfer'den rivayet ettiklerini, ilmî araştırma bakımından reddetmek gerekiyor. Orada Züfer'den naklen deniyor ki: «Ebû Hanîfe İbrahim'in ayaklandığı günlerde siyasî mes'eleler hakkında gayet aşikare ve çekinmeden konuşuyordu. Bir defa onu: VAllah sen böyle devam edersen boynumuza ip takılacak, dedim. Aradan çok geçmedi, Halife Mansur Isâ b. Musa'yı gönderdiği bir emirle Ebû Ha-nîfe'yi merkeze istiyordu. O da Ebû Hanîfe'yi Bağdad'a gönderdi ve orada onbeş gün yaşadı.[29]
Bu rivayetin son kısmı tarihi gerçeklere aykın olduğundan onu kabul edemeyiz. İbrahim'in, ayaklandıktan sonra öldürülmesi, * yukarıda geçtiği veçhile, 145 senesinde idi. Buna göre Ebû Hanîfe'-nin Bağdad'a götürülmesi ibrahim'in ayaklanmasının hemen sonunda olmamıştır. Arada beş sene gibi bir müddet vardır. Kitapların haberlerinde bu neviden hatalar çok bulunur. Bunları alırken ihtiyatlı davranmak ve doğrusunu araştırıp bulmak lâzımdır. Bu ise kolay bir iş değildir.
29.İbn-i Kesir, EI-Bidâye ven-Nihaye, c. 10, s. 97.
-
37-Kendînî Tam Îlme Vermesi, Mansur’un Aleyhinde Sözlerden Çekinmemesi
Mansur, Hz. Ali torunlarına eza ve cefa yapmağa, onlann ileri gelenlerini, rüesâsını öldürmeğe başlayıp da arada düşmanlık arttıktan sonra Ebû Hanlfe'nin Abbasî hükümetinden sıdkı sıyrıldı, onlardan gönlü döndü. Ve kendisini ezadan koruyabildi. Bütün varlığını ilme verdi. Fakat ara sıra konuşmalarında Abbâsîleri ten-kîd ediyor ve bâzı işleri, hükümet hakkında beslediği kanaatim açığa vuruyordu. Bu hususta misâl vermek için iki olayı zikredeceğiz. Bunlar Mansur'un şüphelerini uyandıracak mahiyettedir.
1- Musul halkı, Mansur'a karşı isyan etmişti. Halbuki Mansur ile aralarında şöyle bir şart koşmuşlardı: Eğer isyan ederlerse, hükümete karşı gelirlerse kanlan ve malları helâl addolunacaktı! Mansur fukahâyı topladı, içlerinde Ebû Hanîfe de bulunuyordu. Onlara dedi ki:
— Peygamber efendimiz: «Mü'minler aralarındaki şartlara riayet ederler» buyurdu doğru değil midir? Musul halkı bana karşı ayaklanmamayı şart etmişlerdi. Halbuki şimdi benim valime isyan ettiler. Şarta göre onların kanları helâl olmuştur. Hükümet ne isterse yapar içlerinden biri şu cevabı verdi:
—Sen onlara elini uzattın, Onlar hakkında sözün makbuldür. Sen onları affedersen, af ehlinden olursun, eğer onları cezalandı-nrsan onlar bunu da hak etmişlerdir.
Halife, Ebû Hanîfe'ye sordu:
— Sen ne dersin, üstad? Biz Peygamberimizin halifesi değil miyiz ve ahd ve eman ülkesinde yaşamıyor muyuz? Verilen sözler tutulmayacak mı?
Ebû Hanîfe şöyle cevap verdi:
— Onlar mâlik olmadıkları bir şeyi sana şart koşmuşlar; sen de salâhiyetin olmıyan bir şeyi onlara şart etmişsin. Zira Müslü-manın kanı ancak üç şeyden biriyle helâl olur. Burada onlar yok. Sen onlara karşı kılıç kullanırsan helâl olmıyan bir şeyi yapmış olursun. Allah'ın koştuğu şartlar riayet olunmaya daha lâyıktır!
Mansur fukahâya dağılmalarını söyledi. Sonra Ebû Hanîfe'yi yalnız çağırarak:
— Üstad, sen sözünde haklısın, bu iş böyledir. Memleketine git, halifenin kadrini küçültecek şeyler söyleme. Hariciler, hükümete karşı çıkanlar, elini kolunu sallıyarak mı gezsinler!».[1]
Menakıb kitaplarının anlattıkları böyledir, tbn-i Esîr'in El-Kâ-mil'inde 148 senesi vukuatı arasında bu hâdise şöyle anlatılıyor: «Hemedan halkı hepsi Hz. Ali evlâdı taraftarı idi. Mansur Musul üzerine ordu gönderip onları ezmeğe karar verdi. Ebû Hanîfe, îbn-i Leylâ, İbn-i Şubrüme'yi huzuruna çağırdı. Onlara:
— Musul ahalisi asla bana karşı gelmemeği şart koşmuşlardı. Eğer isyan ederlerse canlan, malları helâl olacaktı. Şimdi isyan ettiler. Ne dersiniz.
Ebû Hanîfe sükût etti. Diğer ikisi konuştular:
— Onlar senin teb'andır, affedersen, onlan affetme salâhiyetini haizsin. Eğer cezalarını verirsen bunu da hak etmişlerdir.
Mansur Ebû Han'fe'ye dönerek:
— Bakıyorum, sükût ediyorsun, üstad, dedi.
— Ey Emîrü'l-Mü'minîn, onlar mâlik olmadıkları bir şeyi helâl etmişler, canı helâl etmek ellerinde mi? Meselâ bir kadın nikâh kıyılmaksızın kendini bir erkeğe teslim etse onunla cinsî münasebette bulunması helâl olur mu?
— Hayır.
— Tıpkı böyle, canı helâl etmek de onların elinde değil.
Bunun üzerine Mansur, Musul halkı üzerine yürümekten vaz geçti.. Ebû Hanîfe'ye ve iki arkadaşına Kûfe'ye dönmelerini söyledi.[2]
Tarihin bu haberi, menakıb rivayetleri gibi muteberdir. Mânâ bakımından arada bir. fark yoktur. Fakat îbn-i Esîr'in bâzı kısımlarında hata var. Meselâ, îbn-i Şubrüme'nin de bu hâdisede Ebû Hahîfe'nin yanında bulunduğunu söylüyor. Ve bunu 148 senesi vukuatı arasında zikrediyor. Halbuki tercüme-i hal kitaplarının kaydettiği veçhile İbn-i Şubrüme 144 senesinde ölmüştür. Hattâ bunv İbn-i Esîr kendisi de daha yukarıda böylece kaydetmiştir.[3] Menakıb kitaplarının rivayeti burada daha doğrudur.
2- Ebû Câ'fer Mansur'un hükümeti hakkındaki kanaatmı gösterir diğer hâdise de şudur: Mansur ona bâzı hediyeler göndermiştir. Kabul edip etmiyeceğini denemek istiyordu. MekkS'nin Me-nakıbmda kaydettiğine göre: Ebû Câ'fer, Ebû Hanîfe'ye onbin dirhem ve bir cariye hediye olarak gönderdi, Ebû Câ'fer'in veziri Ab-dulmelik b. Hümeyd anlayışlı ve iyi görüşlü bir adamdı. Ebû Hanîfe bu hediyeleri reddedince ona dedi ki:
— Yalvarırım, Allah aşkına bunları kabul et. Emlrül-Mü'mi-nin senin aleyhinde bir bahane kolluyor, sebep anyor. Eğer hediyelerini kabul etmezsen senin hakkındaki şüpheleri artar, ne olur
bunları kabul et!
Bu işarlara rağmen Ebû Hanîfe yine kabul etmedi. Vezir yine dedi ki :
— Parayı ben hediye ve ihsanlar meyanına kaydederim» olur biter. Fakat cariyeyi kabul et. Veya bir özürün varsa söyle ki onu Emîrü'l-Mü'minîne arzedeyim.
Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
— Ben ihtiyarladım, kadınlarla işim yok. Elim uzanmıyacak bir cafireyi helâl görmem. Emîrü'l-Mü'minîn elinden gelen bir carireyi satmağa da cür'et edemem...
1-Hatib Bağdadî, Tarih-i Bagdad, c. 13, s. 330
2-İbn-i Bezzazi, Menâkıb-ı İmam-ı A'zam, c. II, s. 17
3-İbn-ı Esir, El-Kâmil, c. V. s. 217 .
-
38-Mansur'u Bâzı Adamları Ebû Hanîfe'ye Karşı Tahrîk Ediyorlar
İşte bunlar, Halife Mansur'la Ebû Hanîfe Hazretleri arasında ceryan eden şeylerden bâzı örneklerdir, Ebû Hanîfe'yi daima gözetliyor, onu takip ediyordu. Halifenin etrafındakilerden onu'Ebû. Hanîfe aleyhine kışkırtıp onun hakkında fena zan uyandırmağa çalışanlar da vardı. Fakat Ebû Hanîfe hak bildiği yoldan şaşmıyor, doğru bulduğu sözleri söylemekten çekinmiyordu. Allahım, hakkı ve vicdanını razı ettikten sonra başkaları onun sözlerinden razı olacaklarmış veya olmayacakla rnnş bunun ne ehemmiyeti var? Menfaatlerini başkalarının zararında arayan kötü niyetli bâzı kimseler, Mansur'un kinini körükleyerek onu Ebû Hanîfe aleyhine tahrik etmeğe çalışsalar da bundan ne çıkar-? O, böyle şeylere aldmş etmekten çok yüksekte idi.
Hatîb Bağdadî, Ebû Yusuf'dan rivayet ediyor:
«Mansur Ebû Hanîfe'yi davet etti. Mansur'un teşrifat memuru Rabi'ki Ebû Hanîfe'ye karşı düşmanlık besliyordu, bir'ara:
— Yâ Emîrü'l-Mü'minîn, bu Ebû Hanîfe senin atana muhalefet ediyor, dedi. Abdullah tbn-i Abbas: «Bir kimse bir şey üzerine yemin etse ve bir veya iki gün sonra ondan istisna yapsa caiz olur» dedi. Halbuki Ebû Hanîfe istisna ancak yemine muttasıl olarak yapılırsa muteberdir, diyor.
Ebû Hanîfe'nin cevabı şu oldu:
— Yâ Emîrü'l-Mü'minîn, Rabi' şu iddiasiyle ordumuzun size bîatı yoktur, demek istiyor.
— Nasıl olur bu?
— Huzurunuzda yemin ederler^Şönra evlerine döndükten sonra istisna yaparlar, onca bu istisnâf'câiz olduğundan yeminleri batıl olur,..
Mansur güldü.
— Rabi' dedi. Aklını basma al, E,bû Hanîfe'ye dokunma! Mansur çıktıktan sonra Rabi' Ebû Hanîfe'ye:
— Yahu, benim kanımı heder edip akıtacaksın, dedi! Ebû Hanîfe:
— Hayır, dedi, öyle bir kastım yok. Sen benim kanımı heder etmek istedin, ben de hem seni günahtan kurtardım, hem de kendimi ölümden».[1]
Yine Hatîb Bağdadî rivayet ediyor: Ebu'l-Abbas Tûsî Ebû Ha-iıîfe hakkında kötü niyet besliyordu. Ebû Hanîfe de bunu biliyordu. Ebû Hanîfe bir defa Ca'fer Mansur'un huzuruna girdi. Başka-ları da vardı. Tûsî, içinden:
— Bugün Ebû Hanîfe'yi bir tuzağa bastırayım da görsün, dedi. Ve Ebû Hanîfe 'ye dönerek:
— Yâ Ebû Hanîfe, dedi. Emîrü'I-Mü'minîn bizden bir kimseye, bir adamın boynunu vurmasını emrediyor, Sebebini bilmediği halde o adamın boynunu vurmak ona caiz midir, değil midir?
Ebû Hanîfe'nin cevabı gayet kurnazca oldu:
— Yâ Ebû Abbas, Emîrül-Mü'minîn hakla mı emir eder, yoksa batıl ile mi? Tûsî başka türlü cevap veremezdi;
— Hak ile emir eder, dedi.-
— Öyle ise hakkı yerine getir, nasıl olduğunu sorma! Bundan sonra Ebû Hanîfe yanında oturana dönerek:
— O, güya beni tutmak istedi, ama ben onu sımsıkı bağladım.[2]
1-İbn-ı Esir, El-Kâmil, c. V. s. 217 .
2-Hatib Bağdadî, Tarih-İ- Bâğdad, c. 13, s. 365
-
39-Kadı İbn-i Leylâ'nın Hükümlerini Tenkîdî Ve Kadı'nın Mansur'a Şikâyetî
Bu münasebetle Ebû Hanîfe'nin bir durumundan daha bahsetmek istiyoruz ki, kanaatımızca, bu büyük imâma Mansur'un işkence yapmasında bunun da tesiri olsa gerektir. Bütün haberlerden anlıyoruz ki, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, Küfe kadılarının verdikleri hükümler, kendi re'yine muhalif düşünce, onları tenkîd ederdi. Yanlış bulduğu noktaları derhal açıkça söyledi. Verilen hüküm lehte olsun, aleyhde olsun, o hususta doğru bildiğini, haklı bulduğunu söylemekten çekinmezdi. Bu yüzden kadı, içten içe kızıyor, Ebû Hanîfe'ye kin besliyordu. Hattâ diyebiliriz ki, bunlar kadıyı, ümerâ nezdinde Ebû. Hanîfe aleyhinde konuşmağa bile sevkettîği olurdu. Nasıl ki Küfe kadısı Ibiı-i Ebî Leylâ'nın, Ebû Hanîfe'nin bu halinden bizzat şikâyet ettiği rivayet olunur. Bunun üzerine Ebû Hanîfe bir müddet fetva vermekten menoiunmuş ve sonraları bir vesile ile bu yasak kaldırılmıştır.
Menakıb kitaplarının ve Bağdad tarihinin kaydettiklerine gö-. re: birisi bir deli kadını kızdırmış olacak ki, kadın ona:
— Sen, zina yapan iki kişinin oğlusun, demiş, Adam kadıya şikâyet etmiş. Küfe kadısı olan İbn-i Ebî Leylâ dâvaya bakmış, ka-dının aleyhine hüküm vermiş ve kadına mescidde ayak üzere had vurdurmuş, 'hem de iki defa, birisi anasına, diğeri de babasına ka-zi( ettiği için!
Ebû Hanîfe bunu duyunca:
— Bizim kadı efendi bu mes'elede tam altı yerde yanılmıştır dedi.
1- Mescidde had vurdurmuştur. Halbuki mescidde had vurulmaz.
2- Kadına ayakta dayak attırmıştır, halbuki kadınlara oturdukları halde had vurulur.
3- Babası için bir had, anası için bir had vurdurmuştur, halbuki bir adam kalabalık bir cemaata kazzef etse ona yalnız bil" had vurulur, kazif olunanların sayısınca değil.
4- İki had vurmayı bir arada toplamıştır. Halbuki iki had birden vurulmaz.
5- Deli kadına had vurdurmuştur, halbuki deliye had yoktur, o mükellef değildir.
6- Anası ve babası için had vurdurmuştur. Halbuki onlar ka-yıbdırîar, mahkemeye gelip dâva etmemişlerdir.
Bu tenkidleri îbn-i Ebî Leylâ'ya yetiştirdiler. O da Emîrin yanma girip Ebû Hanîfe'den şikâyette bulundu. Bunun üzerine Ebû Hanfe fetva vermekten menolundu.
Bu yasağa riayet ederek Ebû Hanîfe bir müddet fetva vermedi. Vetiahd tarafından bir elçi geldi, fetva ve hüküm almak için Ebû Hanîfe'ye bâzı mes'eleler arzetti. Ebû Hanîfe:
— Bana fetva vermeyi yasak ettiler, diyerek fetva vermekler çekindi. Elçi Emîre giderek işi anlatı. Emîr de:
—- Fetva vermesine müsaade ediyorum, dedi. Ebû Hanîfe de tekrar fetva vermeğe başladı.[1
Ebû Hanîfe yaptığı tenkidlerde kadının hükmü ile fakihın fetvası arasında fark gözetmiyordu. Halbuki birincide, doğru olsun. yanlış olsun, başkalarını ilzam etmek vardır. Halbuki fetvada başkasını ilzam yoktur. Hattâ Ebû Hanîfe'nin yanlış bulduğu fetvâ-lan tenkidi tenfiz olunacak hükmü tenkidinden daha hafif olurdu. Hükümleri daha şiddetle tenkîd ederdi. Çünkü tenfîz olunan hükümde, ona göre bir hüküm yanlış olduğu takdirde, bir haksızlık tatbik sahasına konuyor demektir. Ebû Hanîfe bunları ten-kîtf etmekle, zulümden ve haksızlıktan şikâyet etmiş, yıkıcı ve bozucu hükümleri önlemiş oluyordu. Ruh haleti bakımından gönülleri tatmin ettiğinden bu, yerinde bir harekettir. Çünkü kadının hatası yüzünden masum canlara kıyılır, kanlar heder olur, mallar zayi' olup gider. Hürmet edilecek şeyler ortadan kalkar, hukuk zayi' olur, haksızlıklar alıp yürür. Bu tenkîdler hâkimi uyanık davranmağa davet sayılır. Fakat umumî nizamı koruma bakımından da kadının hükümlerinin hürmete lâyık sayılması lâzımdır ki, hüküm giyenler hükmün yerinde olduğuna kani' olsunlar, adalet işleri yoluna girsin, hüküm istikamet üzere yürüsün: Kadı yanılsa -Ha bu yanlış hüküm infaz olunsa, bu hata Örtülü kalınca umumî nizam hukukunu koruma bakımından bu daha yararlıdır. Az hata affolunabilir. Hatayı ilân etmeden gizlice tenbihatta bulunmak, umumî nizamın, sarsılmadan ve ahkâma hürmetin kalkmasından daha hayırlıdır. Ebû Hanîfe gibi büyük bir fakıhın ve kendisine uyulan şanlı imamın mahkeme kararları hakkındaki tenkidlerini,
bu mülâhaza ile gizli yapmasını veya kendilerine yazılı olarak göndermesini biz de arzu ederdik. Aralarında yazışma yoksa bile bunları bir takrir halinde alâkalı makama gönderebilirdi. Fakat her zamanın kendine mahsus şartları ve icablan vardır.
1-Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad. c. 13, s. 366
-
40-İlmi Tenkide Tahammül Edemi Yen Kadı, Siyasete Başvuruyor
Ebû Hanîfe'nin mahkeme hükümlerine karşı durumu nasıl olursa olsun, İbn-i Ebî Leylâ, Ebû Hanîfe'nin tenkidlerini gönül hoşluğu ile, kalb nzasiyle karşılamıyordu. Hattâ bu tenkidler sebebiyle; ona düşman kesilmişti. Bu düşmanlık yüzünden Ebû Hanîfe'yi eza ve cefaya düşürmek için tuzaklar bile kuruyordu. Hattâ Ebû Hanîfe'nin, hakkında şöyle.dediği bile rivayet olunur;
— «Benim hayvanlar hakkında bile helâl addetmediğim bir şeyi îbn-i Ebi Leylâ benim hakkımda helâl görüyor. Yâni benim canıma kasdediyor.» [1]
Ebû Hanîfe'nin, İbn-i Ebî Leylâ hakkındaki tenkidlerini biraz şiddetli buluyor ve bu tenkidleri herkesin önünde yapmasını hoş görmüyorsak da koca Küfe kadısı gibi bir zatın bu tenkidler yüzünden aradaki münasebeti düşmanlığa çevirmesini de asla beğe-nemeyiz. Kadı eğer aradaki samimiyeti bozmasaydı, bu şiddet azalırdı. Ulema arasında geçen tttr ilim mes'elesi halinde kalırdı, mes'-ele iki âlim arasında olmaktan çıkmazdı; fakat maalesef kadı bu müsamahayı gösteremedi.
1-İbn-i Bezzâzî, Menakib-ı İmara-ı Â'zam, c. I, s. 166, Hatib, Tarih-Baftdad, c. 13, s. 351
-
41-Hak Uğrunda Gösterdiği Celâlet Ve Metanet
Ebû Hanîfe'nin Hz. Ali evlâcfc taraf tan olduğunu biliyoruz. Bu, ders halkasında onun lisanından duyuluyor, talebesi bunu biliyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi bir. de bakıyoruz. Ebû Hanîfe, Man -sur'un sorduğu mes'elelere hiç çekinmeden onun arzusu hilâfına cevaplar veriyor. Halbuki bu fetva istemeler onun içindekini, kanaatlerini anlamak için bir vesileydi. Onun fikrini anladıktan sonra Halîfe'ye karşı isyan edenler, îmâm-ı A'zam'm sözlerini kendilerine siper edinmesinler diye onu böyle sözlerden, fetvadan menedebiîir-di. Yine bakıyoruz Ebû Hanîfe, Mansur'un hediye ve ihsanlarım da kabul etmiyor. Bu hediyeler mücerred şehaveîten doğmuş değil, onun iç duygularım anlamak için yapılmış bir deneme olabilirdi. Fakat o bunu düşünmüyor, gelen hediyeleri reddediyor. Halifenin adamlarından kendisini seven biri: Hediyeleri kabul etmesi için yalvarıyor, eğer bîr özürü varsa onu söylemesini rica ediyor, tâ ki kendisi şüphe altında kalmasın. Lâkin, o kabul etmemekte ısrar ediyor. Bunlara ilâveden onu, mahkemelerin heybeti zayi' olup ol-nnyacağına bakmadan, kendi görüşünce hakka aykırı bulduğu hükümleri acı şekilde tenkid ederken buluyoruz. Bunları hakkı sevdiğinden yapıyor. İşte Ebû Hanîfe budur.
-
42-Mansur'un Kadılık Teklifînî Reddetmesi, İşkence Sebebi Bu Mudur?
Mansur'un Ebû Hanîfe'ye canı çokça sıkılmaya başladı: Hz. Ali sülâlesine karşı fazla meylini öğrenince ondan büsbütün soğudu. Çeşitli denemelerden aldığı netice onun şüphelerini kuvvetlendirdi. Sorduğu fetvalara da istediği cevabı alamadı. Fakat Ebû Ha-nîfe'nin aleyhine hükmetmeğe elde delil yoktu. Çünkü Ebû Hanî-fe'nin yaptığı bu işler, ders halkalarını geçmiyor, mücerred tenkid haddini aşmıyordu. Dîninde itham edilecek bir yerini de bulamıyordu ki, sapıklık yapıyor diye onu yakalasınlar. Amellerinden hiçbirinde itham edilecek bir işi yoktu. Noksan ve kusuilu bir işini bulamıyordu ki, onun yakasına yapışsınlar. O, hakikati arayan, Hak yolunda sebat eden, son derece emin, dindar, muttaki seha-ve doğruluğunun şöhreti her tarafı tutmuştu. Namı dillerde dolaşıyordu. Kılıca sarılıp hükümete karşı gelenlerle beraber olmadıkça, ona dokunmağa yol yoktu. Fakat halife ondan soğuyor, ona dargındır. Çünkü onun yaptıklarından hoşnut değildir. Kendisine kadılık teklif edip de, o da kabul etmeyince, çoktan beri beklediği ve aradığı fırsat Man s ur'un eline geçmiş oldu.
Ona Bağdad kadılığını teklif etti. Böylelikle devletin baş kadısı olmuş olacaktı. Eğer kabul ederse hükümete ihlâsla bağlı olduğuna veya Mansur'a mutlak surette itaatına delil olacaktı. Eğer kabul etmezse umum hak nazarında din bakımından müşkilâta uğra-makıszın,. ona işkenceye sebep bulunmuş olacaktı. Zira madem ki Ebû Hanîfe halk nazarında en faziletli bir âlimdir, bu makama, en lâyık olan odur; bu vazifeyi kabul etmiyorsa, boynuna borç
olan bir şeyi kabulden çekinmiş oluyor demektir, öyle ise bu uğurda işkenceye maruz kalınca ona katlanması gerektir. Kendisine işkence yapılıyorsa bu bütün insanların maslahatına olan bir işi kabul etmemesi yüzündendir. Onu tuzağa düşürmek veya ona zulüm yapmak için değil- Mademki en büyük âlimdir, halka karşı ilim ve faziletinin borcunu ödemelidir. Bu da hâkimliği kabul etmekle olur. îşte Mansur bunları söyleyebilirdi.
Yine Mansur şunları da ileri sürebilirdi: Mademki ara sıra kadıların hükümlerini tenkid etmektedir. Öyle ise kendisi başkadilık kürsüsüne oturmalı ve kadılara kendisi, Örnek olup onlara mümkün olduğu kadar doğru yolu göstermelidir. Evet, o verdiği fetvaları başkalarının hükümlerine üstün tutulan bir fakıhtır. Bir hükmün doğruluğu hakkında onun sözü miyar tutulmaktadır. Buna rağmen, şimdi eğer bu vazifeyi kabulden imtina ediyorsa, demek diğer hâkimlerin hükümlerini tenkidi yapıcı değil, yıkıcı imiş demek olur. Çünkü kendisine şimdi yapıcı bir iş teklif olunuyor, fakat kabul etmiyor. Madem ki kendisi Irak halkı nazarında birinci derecede gelen bir fakıhtır. Halife onu, Başkadı yapmak istemekle en doğru tarzda hareket etmiş demektir. Eğer kendisi imtina ederse. Halife onu kabule zorlayabilir. Bu zorlama zulüm sayılmaz. Çünkü maksat en lâyık adarriı. o makama getirerek hakkı yükseltmektir.
îşte Mansur halk nazarında kendini mazur göstermek için bunları söyleyebilirdi!
-
43-Menakıb Kitaplarına Göre İşkence
Ebû Ca'fer Mansur, Ebû Hanîfe'ye kadılık teklif etti, o kabul eımedi. Müşkül mes'elelere hüküm verirken fetva için kendisine müracaat olunmasını istedi, reddetti. Bunun üzerine mansur onu hapse tıktı ve dayak attırarak işkence yaptı. Veyahut bâzı rivayetlere göre yalnız hapsetti. Meselenin kısacası budur. Târih ve menakıb kitaplarının rivayetlerine göre tafsilât şöyledir:
Muvaffak, Mekkî Menakıbından kaydediyor: «Ebû Hanîfe Bağ-dad'a çağırılıp getirilmesinden bahsederken diyor ki:
— Halîfe beni kadılık için davet etti. Ben de ona bu işe lâyık olmadığımı bildirdim. Ben: beyyine davacıya, yemin de dâvâlıya düştüğünü bilirim. Fakat kadılık için bu kadarı yetmez. Kadılığa lâyık olacak kimse senin aleyhine, oğlunun aleyhine ve senin kumandanlarının aleyhine hüküm verecek cesarette bir adam olmalıdır. Bu ise bende yok. Sen beni öyle bir şeye davet ediyorsun ki, gönlüm ona asla razs değil!
Bunun üzerine Mansur:
— Sen benim hediyelerimi neden1 kabul etmiyorsun? dedi. Ben de şu cevabı verdim:
— Emîrül-Mü'minîn bana sırf kendi malından bir şey yollamadı ki ben onu reddetmiş olayım. Eğer kendi malından bir şey gelse onu kabul ederim. Emîrü'l-Mü'minîn'in bana gönderdiği hediyeler, Müslümanların malından, beyt'üîmaîdendir. Halbuki Müslümanların beyt'ülmaîinde benim hiçbir suretle hakkım yok. Ben cepheye gidip savaşanlardan değilimki, serhadlerdekİ mücâhidîer gibi beyt'ül-malden hisse alayım. Mücâhidlerin çocuklarından da değilimki, kimsesiz yavrular gibi beyt'ül-malden bir şey alayım. Fakir de değiîim ki, yoksullar gibi hisse alayım!
Bunun üzerine Halîfe :
— öyle ise makamda dur, kadılar sana gelsinler, muhtaç ol-duklan zaman sorsunlar, dedi.[37]
îbn-i Bezzazı Menakıb'mda diyor ki: «Ebû Ca'fer Ebû Hant-fe'ye Başkadiîık teklifinde bulundu. Kabul etmeyince hapsetti. Hattâ 110 kamçı vurdurdu. Sonra hapisten çıkardı ve kapıda beklemesini emretti. Kendisine sorulan mes'eleler hakkında fetva vermesini istedi. Ona sorulmak üzere mes'eleier gönderdi, o fetva vermekten çekindi. Tekrar hapse atılmasını emretti. Ve yine hapse atıldı. Ona çok kötü muamele ettiler. Gayet tazyik yaptılar.»[38]
Hatib Bağdadî bu hususta tarihinde diyor ki: «Ebû Ca'fer, Ebû Hanîfe'yi huzuruna davet etti. Ona kadılık makamına geçmesini teklif eyledi. O kabul etmedi. Halife o makama seni getireceğim diye yemin etti, Ebû Hanîfe de kadılığı kabul etmem, diye yemin etti. Halifenin teşrifatçısı Rabi' Ebû Hanîfe'ye:
— Duymuyor musun, Emîrül'-Mü'minin yemin ediyor, dedi. Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
— Emîrü-i -Mü'minîn yeminin keffaretini vermeğe benden daha kadirdir! dedi. Ve kabul etmemekte ayak diredi. Bunun üzerine hapse-atıldı.»
Yine Bağdad Târihinde, Rabi' b. Yunus'tan naklolunuyor: «Emîrü'l-Mü'minîn, Ebû Hanîfe ile kadılık mes'elesine münakaşa yaparken gördüm. Ebû Hanîfe diyordu ki:
— Allah'tan kork, kadılık emanetini ancak Allah'dan korkan birisine emanet et. Ben kendime güvenemiyorum. Eğer beni Fı-rat'da boğulmakla bu işi kabul etmek arasında muhayyer bırak-san, ben boğulmayı tercih ederim. Senin etrafında bir alay maiyetin var, ikram beklerler. Ben buna lâyık değilim, yapamam.
Ebû Ca'fer'in canı sıkıldı:
— Yalan söylüyorsun, sen bu işe lâyıksın! dedi. Ebû Hanîfe bunu bekliyormuş gibi:
— iste hükmünü kendin verdin, yalan söylediğini söylediğin bir kimseye kadılık emanetini nasıl verirsin.»[39]
37-Mekki, Menakıb-ı Ebî Hanife c. I, s 215
38-Mekki, Menakıb-ı Ebî Hanife c. I, s 215
39-İbn-i Bezzâzİ, menâkıb-ı İmam1-: A'zam, c. 2. s. 19.
-
44-Mansur'la Ebû Hanîfe'nin Arasında Geçenlerîn Bîr Muhakemesi
Ebû Ca'fer'in, Ebû Hanîfe'ye yaptığı eza ve cefalar ve bunların sebepleri hakkında bir fikir verebilmek için okuyucunun önüne muhtelif rivayetlerin hepsini serip döktük. Ebû Hanîfe ile Mansur arasındaki muhtelif konuşmaların birbirinden farklı olması bun-, lann arasında tezat olduğunu göstermez. Belki de bu konuşmalar muhtelif meclislerde, muhtelif zamanlarda cereyan etmiştir. O itibarla birbirinden farklıdır. Bir defasında rivayetin birinde olan konuşma geçmiş, diğer defasında da diğeri. Bâzan ona kachlık teklif etmiş, bâzan hediyelerini kabul etmeyişinin sebebini sormuştur. Başka bir defa kadılık kabul etmediğinden ona karşı daha şiddetli konuşmuş, Ebû Hanîfe de aynı şekilde- cevap vermiş ve kadılığı kabul etmektense Fırat nehrinde boğulmayı tercih ettiğini söylemiştir. Diğer defa Mansur, kabul edeceltsin diye yemin eder, o da kabul etmem diye $pmin verir. Mansur'un teşrifatçısı Rabi' b. Yunus'un «Duymuyor musun, halife yemin ediyor» diyerek gammazlık yapması yüzünden nihayet iş hapse dayanıyor. Bütün bunlardan Ebû Ca'fer ile Ebû Hanîfe arasında eskidenberi ne gibi düşmanlık oldu&unu,. daha doğrusu Ebû Hanîfe'ye karşı içinden nasıl kin beslediğini öğreniyoruz. Bu rivayetlerden anladığımız ve
çıkardığımız neticeler şunlardır:
1- Ebû Hanîfe'nin kadılığı kabul etmemesi, bu, yalnız Mansur tarafından gelen bir teklif olduğu için değildi. Belki de onu gayet ağır ve hattâ tehlikeli bir iş gördüğünden reddediyordu. îh-timal ki altından kalkamam diye korkuyordu vicdanı bu yükün mes'uliyetini yüklenmeğe razı değildi. O makamın icabı bâzı işler hususunda nefsini tutmağa belki kadir olamaz endişesi vardı. Hak ve adaleti bütün insanlar hakkında müsavat üzere kabul etmek istemiyordu. Zühd ve takva sebebiyle hükümet vazifesi almaktan çekinen ulema çoktur. Kadılık makamında mes'uliyet vardır. Ebû Hanîfe fetva vermeyi de reddetmiş olsaydı, kesin olarak, sırf bu endîşelerle kabul etmekten çekindiğine hükmederdik. Bunda siyasî kanaatlerin de rol oynadığına ihtimal vermezdik. Fetva, kadıların maruz kaldıkları müşkülâtı çözmek içindir. Ebû Hanîfe, fetva işlerini gayet iyi bilirdi. Bu hususta hem kuvvetlidir, hem de atılgandır. Acaba fetvayı hiçin kabul etmedi. Burada hatıra gelen şudur: Ondan fetvası istenen mes'eîeler, bir hükme bağlanacak mahkeme mes'eleleri idi. öyle ise bunların hüküm ve kararla sıkı alâkası var demektir. Halbuki o ne suretle olursa olsun, mahkeme mes'elelerine asla karışmak istemiyordu. Burada şu ince noktaya da işaret edelim ki, bu nevi fetva vermek, hüküm vermekten daha tehlikelidir. Çünkü dâva mevzuunu bilmeden, davacıların sözlerinden, beyyinelerinden hakkı meydana çıkarmak için delil aramadan, incelemeden mes'elenin hükmü verilmiş olacaktı. Fetva ile meselenin hükmünü birbirine karıştırmamak.
2- Ebû Ca'fer, Ebû Hanîfe'yi kadılığı kabul etmemeye sevk eden âmillerde şüpheli idi. Kadılığın mücerret güç bir iş olmasından ve hâkimlik mes'uliyetini üzerine almaktan çekindiğinden ileri geldiğine inanmıyordu. Onun için hediyeleri reddetmesinin sebebini sordu. Eğer kadılığı kabul etmekle hediyeleri reddetmek arasında bir bağlantı olduğu düşünülmeseydi, bu sual sorulmazdı. Hâdiselerin cereyan tarzı gösteriyor ki; böyle şüphelere düşürecek sebepler vardır: Halifenin etrafındakilerden bâzıları bu şüpheleri boyuna uyandırmakta devam ediyorlardı. Halifenin dikkat nazarını oraya çeviriyorlardı.
3- Ebû Hanîfe cevaplarında pek mülayim değildi. Tath sözlerle oyalamak istemiyordu. Hileye başvurmuyordu. Neticesinin ne olacağına hiç aldırış etmeden hakkı cesaretle söylüyordu. Karşısına çıkaack en kötü ihtimalleri göze alarak belâlara sabır ve tahammüle hazırdı. Hem kadılığı hem de fetva vermeyi tereddütsüzce reddediyor ve hediyeleri niçin kabul etmediğini açıkça söylüyordu. Zira bu mallar Müslümanların beyt'ül-malindendir, bunlar helâl değildir, Halife kadılığı kabul edeceksin diye ısrar ediyor, o da et-miyeceğim diye yeminle mukabelede bulunuyor ve hiç sakınmıyor.
Teşrifatçı Rabi' arada gammazlık yapıyor, buna da aldırış etmiyor. Çünkü o her işi inceden inceye hesaplamıştı, bütün ihtimalleri ölçmüştü, bu işi sonuna kadar götürmeğe karar vermişti. Karşılığını vermek Allah'a aittir.
-
45-Nihayet İşkence Yapılıyor
Nihayet Ebû Hanîfe işkenceye maruz kaldı. Bütün rivayetlerin birleştiği bir cihet var ki, o da Ebû Hanîfe'nin hapse atılmış olduğudur. Bundan sonra fetva vermek, ders okutmak için ilim meclisine oturmamıştır. Çünkü ya atılduğ hapiste, veya oradan çıktığı gibi ölmüştür. Rivayetlerin ayrıldığı noktalar buradadır. Acaba hapiste dayağın tesiriyle mi öldü? Yoksa zehirlenerek mi Öldürüldü? Zira yalnız dayakla iktifa edilmiyerek hapiste uzun müddet kalmasın diye ve çabuk ölsün diye zehir içirildiği de söylenir. Yoksa hapiste ölmeden önce serbest bırakıldı da çıkınca evinde mı öldü? Hapisten çıktıktan sonra aynı zamanda ders vermekten ve halkla görüşmekten de menedilmiş miydi? Bu rivayetlerin hepsi de Me-nakıb kitaplarında yer almıştır.
Rivayetlerden birine göre dayak atıldıktan sonra hapiste kalmış ve orada ölmüştür. Davud b. Vâsıtî diyor ki; «Kadılığı kabul eimesi için îmâm-ı A'zairi'a işkence yapılırken gördüm. Her gün zindandan çıkarılır ve on kamçı vurulurdu. Hattâ 110 kırbaç bile vuruldu. Ona, kadılığı kabul et, denirdi. O da: Ben, buna lâyık değilim derdi. Dayak atılırken o yavaşça: «Allah'ım, kudretinle benden onların şerrini uzak kıl!» diye niyaz ederdi. Kadılığı kabul et-miyeceğini anlayınca onun yemeğine ağu kattılar ve onu zehirliye-rek öldürdüler.»
îbn-i Bezzazî ise menakıbında şunları kaydediyor: «Ebû Hanî-fe hapsedilip bir müddet tazyik yapıldıktan sonra bâzı yakınları Mansur'la bu işi konuştular. Bunun üzerine hapisten çıkarıldı ise de fetva vermekten ve halkla görüşmekten men olundu. Evinden çıkması yasak edildi, ölünceye kadar bu hal böyle devam etti.»[40]
Biz bu sonuncu rivayeti kabule meyyaliz. Çünkü olayların gelişine uyan ve Mansur'un herkesçe bilinen tutumuna muvafık olan budur. Zira Mansurilim ve ulemayı tazyik altında tutan bir adam kılığında ortaya çıkmayı elbette istemezdi. Hadiselerin akışı zoriy-le Ebû Hanîfe'ye eza ve cefa yapsa da, bunu mazur göstermeğe çalışmak için sebepler de bulmuştur. Bunlara uygun düşecek tarzda bu kadarı ile iktifa etmek, bir fakının kaniyle ellerini bulamaktan çekinmek,- mantık ve akıl icabıdır. Onun için diyebiliriz ki, kadılığı kabule zorlamıştır ve yapılan işte bu kadardır. îşkence; mücerred intikam ve şahsî kin için imiş gibi bir mâna verilmivebilir. 7âhire göre kadifrğı kabul ettirmek içindi. Bir netice alamadıysa dayak attırmağa devam etmekten bir mâna yok, eğer devam ederse, niyetinin bozuk olduğu meydana çıkar. Onun için hapisten salmıştır.
Burada akla daha mülayim gelen cihet şudur: Halifenin yakınlarından bâzıları, bu ihtiyar fakıha acıyarak, Halife hezdinde ona şefaatçi çıkmış olabilir. Zira o Halifeye muhalifse de şahsan ona hiçbir zaran dokunmamiştır. Bu fakıha işkenceye devam ederse onlardan da korkulur. Umum-u efkâr daima mazlumdan yana çıkar. Bütün rivayetler Ebû Hanîfe'nin Hayzuran mezarlığının gas-bolunan kısmına gömülmeyip, gasbedilmemiş olan kısmına defnedilmesini vasiyet ettiğinde müttefiktirler. Bu vasiyet hapishane haricinde yapılmıştır.
Hapishaneden çıkarıldıktan sonra halkla temastan ve ders vermekten menedilmiş olması Halife'nin gönlünü yatıştırmiştır. Ortada şüpheyi davet edecek bir hal kalmamıştır, aleyhte propaganda yollan kapanmıştır. Hapishanede mevkuf tutulmasında ve bunun devam edip gitmesinde bir mâna yok. Onun için hapisten çıkarıldığı rivayeti daha uygundur. Ebû Hanîfe Öldüğü zaman, Mansıır'un onun cenaze namazım kıldığını söylüyorlar. Eğer hapishanede ölmüş olsaydı Mansur bunu yapmazdı.
-
46-Îlîm Dünyasından Göçen Bîr Güneş
Sıddıkların've şehitlerin ölümüne benzer bir ölümle Ebû Hanîfe bu âîemden âhirete göçtü. Vefatı 150 hicrî senesinde idi. 151 veya 153 senelerinde öldü diyenler varsa da .doğrusu birincisidir. ölüm onun için bir istirahat oldu. O büyük vicdan, o dindar ruh, o kuvvetli kalb, o cebbar akıl, o mütehammil ve sabırlı gönül, ölümle sonsuz huzura kavuştu. Bu fena evinden kurtularak Allah'ın rahmetine nail oldu. Bu fâni dünyada ezâ ve cefaya maruz kaldı,
onlara.tahammül gösterdi. Kendi görüşüne muhalif olanlardan neler çekti. Ona neler demediler, ne iftiralar atmadılar? Ö bunların hepsine gönül nzasiylc tahammül etti. Önce ayak takımından, sü-fehâdan, sonra ümerâdan, en sonunda da halifelerden eza ve cefa gördü. Bunlara rağmen ne zaaf gösterdi, ne. de gevşeklik! Bezmedi, yılmadı. Nefisle cihad lâzımdır. Bu cihad için de türlü meydanlar vardır, Ebû Hanîfe Hazretleri bu nevi cihadın en büyük kahra-manlanndandır ve bu meydanın hepsinde şanlı zaferler kazanmıştır. Cihadında metindi,, celâdet ve kahramanlıkta eşsizdi. Bu cihad-da daima üstün gelmiş, galebe çalmıştır. Hattâ son nefesinde bile gasbedilmemiş olan temiz ve pâk bir toprağa defnolunmasım vasiyet etmeyi unutmamıştır. O temiz insan, temiz toprağa yakışır. Gasbedilmiş olmak şüphesi olan yere defnedilmesini bile istemiyor. O öyle bir ruh sahibi idi. Temiz yaşadı, temiz Öldü, Ebû Ca'fer bu vasiveti duyunca:
— Diriyken veya ölüyken Ebû Hanîfe hakkında beni kim mazur görür? demiştir. (Nur içinde yatsın)
îlim, din, ahlâk ve ruh azametinin insanlar üzerinde büyük değer ve tesiri vardır. Bu, saltanat azametinden ve hâkimlik heybetinden hiç de az değildir. Hattâ bu manevî fazilet ve meziyetler kat kat üstündür. îşte. bu sebepledir ki, Irak fakıhinin ve büyük imamın cenâze.-ini bütün Bağdad te'yîa çıkmıştır. Cenaze namazını kılanların sayısı elli bini aşmıştır. Bizzat Halife Ebû Ca'fer defninden sonra onun kabrine gelip cenaze namazını kılmıştır. Bilemeyiz, onun bu yapışı, din ve ahlâk azametini, takva büyüklüğünü takdir ve ikrar ettiğinden mi idi? Yoksa umumi efkârı hoşnud etmek için mi? Belki her ikisinin tesiri var. tmâm-i A'zam Ebû Hanîfe gerçekten büyük idi.
-
47-Her Tarafa Feyz Ve Nur Saçan Ders Halkaları
Ebû Hanîfe Hazretleri, Bağdad'da öldü ve oraya defnolundu. Bunda bütün rivayetler birleşiyor. Fakat ders halkasını daha önce acaba Bağdad'a nakletmiş miydi, orada ders okuttu mu? Tarihçilerin hiç birisi Ebû Hanîfe'nin Bağdad'.da ders okuttuğunu söylemiyorlar. Bütün haberler ders okutmaktan ve fetva vermekten menolunduğu zamana kadar ders halkasının Kûfe'de devam ettiğine işaret etmektedirler. Onun maruz kaldığı ezalardan bahseden rivayetlerde Kûfe'den Bağdad'a getirildiğine işaret olunuyor, bâzısında bu sarahaten söyleniyor. Buna göre Bağdad'ın inşası tamam olduktan sonra geçen müddet zarfında Kûfe'ye dönmüş ve orada dersine devam ederken Bağdat'a tekrar götürülüp eza ve cefaya maruz kaldı ve orada öldü.
Bu, Ebû Hanîfe Kûfe'den başka yerde ders okutmadı demek değildir. Rivayetler bunun aksini göstermektedir. O Hacca gittiği zaman orada fetva verdiği, mübahase ve münakaşaları yaptığı rivayet olunuyor, Bâzan Mekke'de Mescid-i Haram'da ders halkası
kurar, ders okuturdu. Sonra Emevîlerin ve valilerinin zulümlerinden kaçarak Harem-i Şerife iltica ettiği uzun müddet zarfında Mekke'de defs halkası kurarak fıkıh dersi okutmadığını nasıl söyliyebi-liriz. Halbuki tarihçiler ve menakıb muharrirleri bu hususta müs-bet veya menfi hiçbir şey kaydetmezler.
Küfe haricinde verdiği dersler, Evzâî ile olduğu gibi devrinin fukahası arasında geçen münazara ve mübahaseler, İmam Mâlik'le bâzı fıkıh meselelerini müzakere etmesi, Basra'da çeşitli fıkralarla mücadeleler yapması, bütün bunlar ne olursa olsun, onu ana dersleri Kûfe'de talebeleri ve ashabı arasındadır. Bu sebeple Küfe Fa-kıhi unvanını hakkiyie taşıyordu.
-
EBÜ HANÎFE'NÎN ÎLMÎ VE BU İLMİN KAYNAKLARI
48- Medhedenlerî, Zemmedenlerden Daha Çok
İslâm fıkıh tarihi, Ebû Hanîfe kadar medhedenîeri veya ten-kidçileri çok olan başka bir şahsiyet tanımamıştır. Onun Övenleri ve yerenleri pek çoktur, medhi hakkında nice kitaplar yazıldığı gibi aleyhinde bulunup ona dil uzatanlar da vardır. Zira o, müstakil fikirli bir fakıhtı, başlı başına bir görüş sahibi idi. Düşünceleri gayet derindi. Onun bu görüşlerine hayran kalıp ona uyanlar olduğu gibi, anlamayıp da ona muhalefet edenlerin bulunması da pek tabiîdir. Onun aleyhinde bulunanların çoğu, onun fikir istiklâline ayak uyduramayan veya anlayışları onun geniş anlayış ufkuna eri-şemiyen kısa görüşlü kimselerdir. Veyahut da yalnız geçmişlerin akvalini tutmayan her yolu kötü bir bid'at sayan, onu hak tanımıyan, maziye kıymet verenlerdir. Bunlar baktılar ki, Ebû Hanîfe re'y ve kıyası çokça kullanıyor. Halbuki onlara göre İş kıyasa dayanınca ya durmak, veya hiç olmazsa gayet az almak lâzımdır. Bu sebeple onu beğenmediler. Onu tenkid edenlerin bir kısmı onu hiç tan ırmy anlar dır. Bunlar onun zühd ve takvasını, dindarlığım ve insanlığını bilmiyorlardı. Onlar Allah'ın ona bahşetmiş olduğu metîn akh derin ilmi, yüksek mevkii takdir edemiyorîardı. Onu görmemişlerdi. Halk ve büyükler nezdinde onun itibarını ve derecesini bilseler onu. severlerdi. Onun aleyhinde bulunanlar hangi sınıftan olursa olsun, onlar ne derlerse desinler, tarih bu büyük Irak fakıhine karşı insafı elden bırakmamıştır. Onun sevenleri ve takdir edenleri vardır. Sağlığında onun aleyhinde bulunanlara, öldükten sonra ona iftira edenlere karşı tarih onu daima müdafaa etmiştir. İnsanlar, onu tezkiye edenlerin sözlerini dinlemişler, bunları doğru şehâdet ve hak söz olarak kabul edip onun fazilet derecesini anlamışlardır. Aleyhte bulunanların sözleri kuru iftiradan ibaret kalmıştır. Bu da gösteriyor ki, değerli bir insanın, fikri, dîni, ahlâkı yüksek olsa da iftiradan kurtulamıyor demek. Hattâ mev-kî yükseldikçe maruz kaldığı güçlükler de çoğalıyor.
-
49-Ebû Hanîfe Hakkındaki Sitayişlerden Bâzıları
Asırlar boyunca bütün nesiller Ebû Hanîfe'nin medih ve senasını kulaktan kulağa haykırmaktadır. Bu büyük fakîhin temiz hayatı herkese örnek olmuştur. Birçok kimseler onun ilmini ve şahsını övmektedirler. Bunların düşünce tarzları ayrı ayrı olsa da hepsi onu takdir etmekte birleşmektedirler, onun yaşadığı asırda yaşayan veya sonra gelen bir kısım ulemanın sözlerinden bâzılarını nakledelim :
Ebû Hanîfe'nin çağdaşlarından olup zühd ve takvâsiyle meşhur FudayI b. îyaz diyor ki: «Ebû Hanîfe fakîh ve muttaki bir zattı. Fıkıh ilminde meşhurdu, çok servet sahibi idi. Etrafındakilere iyüik yapmakla tanınmıştı. Gece gündüz ilim öğrenmekle meşguldü. Kendisine müracaat edenler, ilminden ve malından faydalanırdı.. Geceleri ibâdetle geçirirdi. Az söyler, çok sükût ederdi. Helâl ve harama dair bir mes'ele ortaya atılınca hemen konuşurdu. Hakka delâlet hususunda en güzel hareket ederdi. Saltanat malından kaçar, hediyesini almazdı.»[1]
Ca'fer b. Rabi' diyor ki: «Beş sene Ebû Hanîfe'nin yanında bulundum. Onun kadar uzun uzun sükût eden görmedim. Fıkıhtan bir şey sorulunca açılır, coşkun ırmak gibi akar çağlardı. Yüksek sesi etrafı tutardı.[2]
Çağdaşlarından Melih b. Vekî diyor ki: «Allah'a yemin ederim ki, Ebû Hanîfe emânete son derece riayet ederdi. Büyük ve eşsiz bir kalb sahibi idi. Allah'ın rızasını her şeyden üstün tutardı. Allah uğrunda boynuna kıhnç çaîsalar buna katlanırdı. Allah ona rahmet etsin, ebrardan, hayırlı kimselerden razı olduğu gibi ondan da razı olsun. O da ebrardan idi.»
Çağdaşlarından meşhur muttaki âlim Abdullah b. Mübarek, Ebû Hanîfe'yi anlatırken : Onun, ilmin dimağı olduğunu söylüyor.[3]
Muhaddislerden îbn-i Cüreyh onun hakkında gençliğinde şöyle demiştir :
«İlimde onun hayret verici bir hâli olacak, kemalât kazanacak.» Büyüdükten sonra bir defa yanında Ebû Hanîfe'nin yâdı geçince : «Fakıhtır o, hakkiyle fakıh ancak onlara denir.» demiştir.
Çağdaşlardan biri olan Ebû Süleyman onun hakkında şöyle demektedir: «Ebû Hanîfe hayranlık uyandıran bir âlimdir, o ilim âyetlerinden bir âyettir. Onun sözünden yüz çevirenler onu anlamağa takatları olmıyanîardır.»[4]
A'meş onun hakkında şöyle demişti: . «Ebû Hanîfe tam mânâsiyle fakıhtır.»
Bir defa îmâm Mâlik'e Osman El-Betti'yi sordular: Orta bir zattır, dedi. Ebû Hanîfe'yi sordular: O size şu direkler ağaçken anların altından olduğunu kıyas yoliyle isbata başlasa sizi ikna' edecek dirayette bir zattır, cevabını verdi.
îmâm Şafiî Hazretleri de şöyle demiştir: «İnsanlar fıkıhta Ebû Hanîfe'nin iyalidirler.»[5]
1-Hatîb Bağdadî, Tarih-i Bagdad, c. XIII, s. 340.
[2] Hatîb Bağdadî, Târih-i Bağdad, c. XIH; s. 340
[3] İbn-i Hacer Heysemî, Hayrat-ul-Hisan, s. 32.
[4] îbn-i Hacer Heyşemi, Hayrât-ul-Hisan, s. 35.
[5] İbn-i Abdulber, el-întıka, s. 136
-
50-Feyîzlî Îlîm Deryası
Ebû Hanîfe'nin medih ve senası hakkında söylenen sözlerin hepsini zikretmeğe imkân yoktur. Bunların çoğunu Hayrat'ul-Hi-san sahibi toplamıştır. Bu kaydettiklerimiz denizden bir damladır. Ebû Hanîfe ile aynı çağda yaşayanlar, ister muvafık, ister ona muhalif olsunlar, onun değerli fakıh olduğunu söylerler, bu hususta birleşirler. Bu vasıfların en- özlüsü ve canlısı Abdullah b. Mübâ-rek'in şu sözüdür: «O ilmin dimağıdır.» Evet Ebû Hanîfe ilmin özünü bulmuştur, ilmin son noktasına ulaşmıştır, en yüksek derecesine çıkmıştır. Mes'elelerin içini, dışını inceler ,her taraftan deseler, künhünü, mahiyetini anlar, usulünü bilir ve. o usullere göre hallederdi. Fikriyle, bütün ilim dünyasını meşgul etmiştir. Bakarsın o kelâmcılann arasındadır, onlarla münakaşa yapıyor, sapık düşüncelilere dalâlete sürüklenenlere karşı dîni müdafaa ediyor. Çeşitli fırkaların görüşlerim çürütüyor. Kelâm mes'elelerine dair onun müstakil görüşleri vardır ki, ondan rivayet olunarak bize kadar gelmiştir. Ona nisbet olunan kelâm risaleleri bile vardır. Hadîse dair Müsnedi vardır. Eğer bu Müsnedin ona nisbeti sahih ise onun Hadîs ilminde de mühim bir mevkii var demektir. Fıkıhta, hüküm çıkarmada, Hadîsleri anlamakta, hükümlerin sebep ve illetlerini tâyinde o en yüksek dereceye ulaşmıştır.
Çağdaşlardan biri: «Hadîs'i onun kadar iyi anlıyan başka bir adam bilmiyorum!» demiştir. Çünkü o kelimelerin mânasından.
ibarelerin gelişinden ve hâdisenin münasebetinden hükmün sebebini çıkarmayı gayet iyi bilirdi. Bu hüküm niçin böyledir, bu hâdise neden bu hükmü taşıyor, bunu derhal kavrardı. Sözün yalnız dışına bakmıyor, mânâsının ruhuna giriyor, birbirine benzeyen hâdiseler arasındaki münasebeti buluyor, hâdiseleri, illetleri sebebiyle hükümlerine kuvvetli bir mantıkla bağlıyordu. Bunu yaparken nassı esas tutuyor, nasta geçen hükmü esas olarak alıyor, ona benzeyen ve o mânâda olan başka hâdiselerin hükümlerini ona göre veriyordu. Nas olan cihette kıyasa gitmiyor, nasla, kıyası terk ediyordu.
-
51-Bu İlmî Varlığın Tekevvünü
Ebû Hanîfe'ye bu ilim nereden geldi? Bunun kaynağı nerededir? Onu böyle hazırlayan kimlerdir? İslâm fıkıh tarihinin rivayet ettiği bunca ilim onda nasıl toplandı? Bunları biraz araştıralım :
Bir insanın ilmî şahsiyetini hazırlayıp, onu kendi sahasında yükseltip yetiştirmek için şu dört şartın bulunması lâzımdır:
1- Yaratıhşmdaki kabiliyet, fıtrî mevhibeler veya sonradan kazanıp meleke hâline gelen vasıflar ki, bunlar onun ruhî temayülünü tâyin eden fikrî hazırlığını, istidatlannı meydana getirir.
2- Hayatına bir istikamet veren, ondaki kabiliyetleri sezip onlara göre ona yürüyeceği yolu çizen, tutacağı çığın gösteren kimseler, bunların tuttuğu ışık altında yolunu seçer, hayatına istikamet verir, en doğru bulduğu yolda yürür.
3- Şahsî hayati ve kendi tecrübeleri : Hayatının seyri boyunca karşılaştığı olayların onun üzerinde tesirler bırakacağı şüphesizdir. Fıtrî kabiliyetleri ve hayatlarına istikamet veren üstadla-rı aynı olduğu halde iki şahsın, hususî hayatları bakımından birbirinden farklı olmaları bundandır. Biri muvaffak olur, diğeri olamaz. O, diğer arkadaşı gibi muvaffakiyete giden yolu bulamaz. Şahsî hayatı onu başka yola sürükleyebilir.
4- Yaşadığı devir, içinde bulunduğu fikir çevresi. Kabiliyetler muhitin tesiri altında gelişir. Topluluğun ve muhitin tesiri inkâr olunamaz. Bunları birer birer izah edelim.
-
52-Yüksek Meziyetleri:Ağır Başlılığı,Ve Karı, İstiklâl Fikri, Şahsiyeti, Hakkı Aramadaki İhlâli
Ebû Hanîfe Hazretleri, öyle vasıflan hâizdir ki, bunlar onu ulema arasında en yüksek mertebeye çıkarmaktadır. O her şeyden evvel hak ve hakikati arayan bir âlimdir. Doğruyu bulmak için uğrayan mevsuk bir ilim adamıdır. Gayet uzağı gören düşünce sahibidir. Hakikati arar bulur her şeye sür'atle cevap verir fıtrî mantıki sayesinde mes'elenin derhal cevabını bulur.
a) Ebû Hanîfe nefsine hâkim, hislerini dizginlemesini bilen, iradesi kuvvetli bir şahsiyettir. Boş kelimelere aldanmaz, münasebetsiz ibareler onu haktan ayıramaz. Kabalılka mukabele etmez, nezaketi elden bırakmaz. Bir defa Irak vaizi ve halk arasında pek itibarlı olan Hasan-ı Basrî'nin fetva vermiş olduğu bir mes'eleyi münakaşa yaparken:
— Hasan-ı Basrî bu mes'elede yanılmış, dedi. Adamın biri küstahça söze karışarak:
— Ey İbn-i zaniye, sen mi Hasan hata etti diyorsun? dedi.
Ebû Hanîfe'nin ne rengi bozuldu, ne yüzü değişti, çünkü aciz ler kızar.
— Evet, vAllah Hasan hata etti ve Abdullah b. Mes'ud doğr söyledi. Allah ondan razı olsun, şöyle derdi: «Yâ Rab kimin, on gönlü darsa, bizim kalbimizde ona geniş geniş yer var.»[1]
Onun bu sükûneti ve böyle geniş gönüllülük göstermesi; di nuk his ve zayıf duygudan ileri değildir. O hassas bir yürek, du; gulu bir kalb taşıyordu. Nezaketi bir an elden bırakmıyordu. M nazara yaptığı kimselerden biri ona: «Ey bid'atçı yâ zındık!» dedi.
— Allah seni affetsin, benim böyle olmadığımı Allah bilir. Çü kü ben Allah'ımı tanıyalıberi ondan bir lâhza bile ayrılmadım. Yalnız Allah'ın affını dilerim, ancak O'nun ıkabmdan korkarım, dedi. Ve ıkab kelimesini söylerken gözlerinden yaşlar boşandı.
Adam ha tasını anladı ve :
— Beni bu dediğim sözden dolayı bağışla, diye yalvardı. O da:
— Cahillerden benim hakkımda bilmiyerek bir şey söyleyenlerin hepsini bağışladım, ilim erbabamdan her kim bende olmıyan bir şeyi beni mhakkımda söylerse işte onun başı dara gelsin. Zira ulemanın gıybeti,, arkalarından bir iz bırakır.[2]
Onun bu ağırbaşlılığı ve sükûneti duygusuzluktan doğma değildi. Bu takva ile kanatlanan yüksek ruhların sükûnetidir, olgunluk eseridir. Onlar ancak Allah'la alâkalı olan şeyleri hissederler, insanların attıkları çirkefler onlara bulaşmaz. Onlar parlak cilâlı bir düz satıh gibidirler. İnsanların fırlattığı kaba lâflar orada bir iz bırakmazlar, yalabık satıhtan kayar gibi kayar düşer. Onlar, atılan taşların erişemiyeceği yüksek bir makamdadıilar. işte Ebû Hanîfe'nin sükûneti bu nevi'dendir. Nefsine hâkim, sabırlı bir insanın sükûneti; düşüncesi karşısında kopan yaygara fırtınalarının tesiriyle yolunu şaşırmaz. O sebatlı, azimli, metanetli ve kararlı hareke tederdi. Telâş ve korku nedir bilmezdi. Bir defa mescidde ders okuturken tavandan bir yılan önüne düşüverdi. Yamndakile-rin hepsi dağılıp kaçıştılar. O ise yılanı bir tarafa fırlattıktan son-ia yerine oturup dersine devam etti.[3]
b) O düşüncesinde istiklâl sahibi idi. Başkasına kendini verip uymazdı. Üstadı Hammâd b. Süleyman bunun farkında olmuştu. Zira her mes'eleyi onunla münakaşa eder, inceden inceye sorar, kendi aklı yatışmadan hiçbir fikri kabul etmezdi, işte bu fikir istiklâli sebebiyledir ki, o kitap ve sünnetin naslari ile Ashab-ı Ki-ram'm fetvalarından başka akval hususunda kendini serbest görüyor, tabiînin kavline bakıp incelemeğe kendini selâhiyetli buluyor, hatalı savabını araştınyor, ona göre kabul ediyordu. Çünkü tabiînin re'yini talkit etmek, ona uymak vacip değildir. Ve bu taklit takvadan sayılmaz.
O, bir Şîa olan Kûfe'de yaşadı. Zamanında Şîa imamlarından Zeyd b. Ali Zeyne'i-Abidm, Muhammed Bakır, Ca'fer Sâdık Abdullah b. Hasan gibi zatlarla görüştü. Al-i Beyt'e büyük sevgisine ve meyline rağmen kibar sahabe hakkındaki kanaatini muhafaza etti. Ehl-i Beyte büyük sevgisi vardı. Onların uğrunda işkencelere bile katlandı. Fakat hiçbir tesirle fikrini değiştirmedi. Büyük Ashabı da sevdi.
îbn-i Abdulber, El-întika'da diyor ki:
«Sâid İbn-i Ebî Urûbe derdi ki : Küfe'ye geldim, Ebû Hanî-fe'nin meclisinde bulundum. Birgün Hz. Osman b. Affan'ı andı ona çok acıyarak bol bol rahmet okudu. Ben de :
— Bunu burada senden duyuyorum, bu diyarda Hz. Osman'a senden başka rahmet okuyan kimseye tesadüf etmedim, dedim.[4]
îşte fikir istikllâi böyle olur. Ne avama boyun eğer, ne de ha-vâsda eriyip yok olur. Ne sevgi ne de nefret tesiri aklında kalır. Kendi bildiğinden şaşmaz.
c) O gayet derin fikir sahibi idi. Derin düşüncesiyle mes'ele-lerin içine nüfuz ederdi. Nasların ve diğer umurun yalnız zahirine bakmakla iktifa etmezdi, ibarenin zahirine saplanıp kalmazdı. Uzak
veya yakın kastolunan mânâların arkasını bırakmazdı. Bir meseleyi araştrırken onun zahirine bakıp aklmaz, yorulmadan bahsine devamla onun illet ve sebeplerini, gayesini araştırırdı. Belki de işte bu derin felsefî akıl, hayatının başlangıcında onu kelâm ilmine sevektmiş olacak! Derin bahisleri incelemek suretiyle, ilim tecessüsü olan aklının iştihâsını biraz tatmin etmek, araştırıcı ve sorucu fikrinin arzularım doyurmak istemiştir. Yine bu derinleşme arzusu onu hadîsleri derinden incelemeğe sevketmiş olacak ki lâfızların işaretinden, ibarelerin maksatlarından, benzerlik ahvalinden, münasip vasıflardan yardımlanarak hükümlerin illetlerini araştırıp meydana çıkarmıştır. Birçok hâdiseleri süzdükten sonra illeti bulunca onu kıyasa ölçü yapar, faraziye yürütür, mes'elenin muhtelif şekillerini tasvir eder ve bu esas üzerinden ileri doğru gider de giderdi.
ç) O, cevaplarını gayet kolaylıkla bulurdu. İcabında sanki mânâlar onun kafasının içine yıldınm sür'atiyle akardı. Bir sual karşısında donup kalmazdı. Görüşü kapalı değildi. Münakaşada tutulduğu olmazdı. Hak kendi tarafında oldukça asla susmaz, onu takviye eden delilleri bol bol bulup getirirdi.[5]
(i) {2) 74 100 BÜYÜK ESER
Her şeyin usulünü, yolunu bulurdu. Karşısındakini susturmak için en kısa yoldan gitmesini bilirdi. Menakıb eserleri, tercüme-i hal ve tarih kitapları bu hususta akıllara dehşet ve hayret verici şeylerle doludur. Biz burada onlardan üç tanesini nakledeceğiz. Bunlar her ne kadar en hayret vericilerinden değilse de onun güzel buluşlarını ve zekâ işleyişini gösterme bakımından mühimdir.
1- Bir adam ölürken Ebû Hanîfe'yi vasi tâyin etmiş, Ebû Hanîfe vasiyet yapılırken orada yoktur. Mes'eleyi tbn-i Şubrüme'-ye arzedip filân adam ölürken kendisini tâyin ettiğini söylüyor ve şahit getiriyor.
İbn-i Şubrüme Ebû Hanîfe'ye soruyor:
— Bu şahitlerin doğru şahitlik ettiklerine yemin eder misin?
— Bana yemin düşmez, ben orada yoktum.
— Öyleyse senin mikyasların şaştı.
îş buraya gelince Ebû Hanîfe îbn-i Şubrüme'ye şunu sordu:
— Ne buyurulur, bir körün başım yarsalar, iki şahit kimin yardığına şahitlik etseler, âmâ, onların doğru şahitlik yaptıklarına yemin ettirilir mi? Benden ne grömediğim bir şey hakkında yemin istiyorsunuz!
İbn-i Şubrüme vasiyetin kabulüne hüküm vererek onu tenfiz etti.
2- Emevîler zamanında ayaklanan Hâricilerden Dahhak b. tfays Küfe mescidine baskın yaptı. Onlara göre, Hâricilerden başka Müslümanların kanı helâldi. Ebû Hanîfe'nin karşısına geçip :
— Tevbe et, dedi. O da:
— Neden tevbe edeyim? dedi.
— Neden olacak, Hz. Ali ve Muâviye ihtilâfından hakemleri caiz görmeden tevbe edeceksin!
— Beni öldürecek misin, yoksa münazara mı yapacaksın?
— Münazara yapalım.
— Münazara yaptığımızda birşey hakkında ihtilâf edersek seninle benim aramda hakem, arabulucu kim olacak?
— İstediğin birini göster.
Ebû Hanîfe Dahhâk'm adamlarından birine:
— Şuraya otur bakalım, ihtilâf edersek ihtilâf ettiğimiz şey hakkında bizim aramızda hakemlik yapacaksın, dedi. Sonra Dah-hâk'a dönerek:
—Aramızda bunun hükmüne razı mısın? diye sordu. O da
— Evet deyince :
— işte hakemliği sen de caiz gördün, kabul ettin, dedi.
— Dahhâk buna diyecek bir şey bulamıyarak sustu.
3- Kûfe'de bir adam varmış. Osman b. Affan Yahudi idi, dermiş. Ulema onu bir türlü ikna edip bu bâtıl sözünden vaz geçi-remezmiş. Ebû Hanîfe ona gelmiş ve :
— Sana dünürlüğe geldim, kızını istiyorum, demiş.
— Kime?
— Asîl ve şerefli bir adam, gayet zengin, Kur'ân-ı Kerîm'i hafız, son derece cömert. Geceleri ibadetle geçiriyor. Allah korkusundan göz yaşı döküyor.
— Yeter, aranan meziyetler için bunların bir kısmı bile kâfi.
— Yalnız bir kusuru var.
— Neymiş o?
— Adam Yahudi!
—- FesuphanAllah, buldun buldun da benim kızımı bir Yahudiye vermemi mi istiyorsun?
— Vermez misin?
— Hayır!
—Sen bir kızını Yahudiye vermezsin de, Hz. Peygamber Efendimiz iki tane kızını Yahudiye nasıl olur da verir?
Adam işi anladı. Hz. Osman hakkındaki sözlerine pişman oldu. Tevbe ve istiğfar etti.
Münazaralarda ve mübahaselerde onun gayet ince zekâ oyun-lariyle çıkar yollan bulmadaki mahareti dillere destandır. En dar ve güç yerlerde en İâtif sözleri bulup işin içinden çıkmasını bilirdi. Ve bunu fıtrî mantık kuvvetiyle yapardı. Hattâ Ebû Ca'fer Mansur ona:
— Sen çare ve çıkar yol bulmakta kurnazsın, demişti.
Kuvvetli feraseti, keskin görüşü, insanların içinde nüfuz eden bakışı, ona mubahase ve münazara yollarını kolaylaştırıyordu. O da bunlarla insanların kalblerini açıyor, gönüllerinin en gizli kö-şelerrie giriyor, hakkı en kolay kavrayacakları taraftan onlara gösteriyor, karşısındakiler de kolayca onu kabul ediyorlardı.
d) Ebû Hanîfe hakkı aramakta son derece ihlâs ve samimi yet sahibi idi. tşte bu kemâl sıfatı, bu olgunluk derecesi onun kalbini nurlandırmış, gönlünü ma'rifet nuruyla aydınlatmıştır. Zira eğer bir kalb; hakikat mes'delerini araştırmak ve anlamak hususunda nefsinin sefîl arzularından, pis kirlerinden ve hasîs garezlerinden hâli olursa işte o zaman Allah onu ma'rifet nuruyla doldurur, onun anlayışı temiz olur, düşüncesi doğru yolu bulur. Çünkü, hakikatleri aramakta istikamet sahibi olmak, doğruluk, akim anlayışım kolaylaştırır. Akıl, eğer şehvet pisliğine dalarsa şaşırır kalır, dellâetten kurtulamaz.
Ebû Hanîfe nefsini her türlü süflî arzulardan kurtarmıştır. Onun tek emeli ve arzusu vardır: Hakikati doğru anlamak.
O biliyordu ki, fıkıh dindir, dîni anlamaktır. Başka düşünce-lerin altında kalan kimse bunu elde edemez. Yalnız hakkın ardı sıra koşan kimse ona yol bulur, hakikat öyle nazlı bir mahbubedir ki, kendini ona tam vermeyene râm olmaz. Hakikat âşığı bu yolda kendisi galip gelmiş, mağlûp düşmüş onun için hep birdir. Yeter ki hakikat meydana çıksın. Mademki hakikat meydana çıkmıştır, öyle ise o galip demektir. Çünkü aradığı budur. Münazara ve mu-bahasede hasmı onu ikna ederse hakikat meydana çıktı diye yine sevinir, mağlûp da olsa hakikati anladı diye kendini galip sayar. Hakkı aramaktaki ihlâstan dolayıdır ki, kendi görüşünün mutlaka hak olduğunu ileri sürüp iddia etmiyor, şöyle diyordu: «Bizim görüşümüz budur. Bu, kadir olabildiğimiz en güzel kavildir. Kim ki bizim bu kavlimizden daha iyisini bulursa doğru olan odur.»[6]
Kendisine :
— Ya Ebû Hanîfe, bu verdiğin fetva şüphe götürmez bir hakikat mıdır? dediler.
— Bilmem vAllah, dedi. Belki de şüphe kaldırmaz bir bâtıl olabilir!
İmâm Züfer şöyje diyor: «îmâm Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan ile birlikte Ebû Hanîfe'nin dersine devam ederdik. Onun şöyle söylediklerini yazardık. Bir gün Ebû Yusuf'a dedi.ki:
— Ne yapıyorsun öyle Yusuf, benden her işittiğini yazma! Çünkü ben bugün bir re'y görürüm, yarın onu bırakırım, yarın bir re'y görürüm, Öbürgün ondan vazgeçerim.»[7]
Hakkı aramakta son derece samimî ve ihlâs sahibi olduğundan kendisine sahih ve sağlam bir Hadîs veya Sahabe fetvası söylenince hemen onu kabul eder, kendi re'y ve görüşünden dönerdi. Çünkü aradığı hakti.
Züheyr b. Muâviye diyor ki: Ebû Hanîfe'ye harpte kölenin verdiği eman muteber mi diye sordum.
— Eğer harbe iştirak etmediyse verdiği eman mu'teber değildir, dedi. Ona dedim ki:
— Âsim Ahvel, Füzeyi b. Yezid Rakkâşî'den bana şunu rivayet etti: Düşmanı muhasara etmiştik. Düşmana üzerinde (Eman) yazılı bir ok atılmış. Karşı taraf: Bize eman verdiniz, dediler. Biz de bunu atan bir köledir, dedik.
— Biz sizin hanginiz hür, hanginiz köle ne bilelim, dediler. Bu mes'eleyi Ömer b. HattâVa yazıp sorduk, o da:
Kölenin verdiği emanı yerine-getirin, diye cevap verdi. Ebû Hanîfe bunu işitince sustu. Bir şey demedi.
Sonra ben on sene kadar Kûfe'den ayrıldım. Sonra dönüp geldim. Ebû Hanîfe'ye gittim ve ona yine kölenin verdiği .emanı sordum. Bu defa bana Asım'm rivayet ettiği hadisle cevap verdi. Eski sözünden dönmüştü. Anladım ki, o, işittiği hadislere tâbi oluyor.
Bir defa kendisine : Sünnete muhalefet mi ediyorsun? dediler.
— Estağfurullah Allah'ın Peygamberine muhalefet yapana Allah lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti. Onun sayesinde bizi kurtardı, cevabını verdi.[8]
Ebû Hanîfe fıkhına ve dînine işte böyle ihlâsla bağlıydı, o içten gelen bir samimiyetle hakka tâbiydi. Kendi görüşlerine kör bir taassupla saplananlardan değildi. Hakka olan ihlâsi, o geniş akliyle beraber başkalarının görüşlerine de kalbinde yer açmağa onu sevk etmişti. Diğerlerinin kanaatlerine de hürmet ederdi. Zira taassup, hissiyatı fikirlerine galebe çalan kimselerin kârıdır. Veyahut asabı zayıf, fikir çevresi dar olanların işidir. Ebû Hanîfe'de bunlardan hiçbiri yoktu. Onun aklı kuvvetli idi. Nefsine ve asabına hâkimdi. Hakkı aramakta ihlâs sahibiydi. Allah'tan korkardı. Kendisinin hata edebileceğini kabul ederdi.
e) Bu vasıfların hepsinin üstünde baş tacı gibi duran bîr vasıf vardır ki, bunların hepsinin başı odur. O da: Allah'ın bâzı insanlara lütfettiği bir inevhibedir. Bunun adı : Kuvvetli şahsiyet sahibi olmaktır. Nüfuz ve mehabet, sempati ve ruh kuvveti sayesinde başkalarına tesir yapabilmek hassasıdır. Onun birçok talebeleri vardı. Kendi görüşlerini kabule onları zorlamış değildi. Onlara ders veriyor, talebelerinin ileri gelenlerinin fikirlerini yoklayıp onları tanıyor, onlaria bir büyük gibi değil emsalmiş gibi arkadaşça münakaşa yapıyordu. O bir görüşte karar kılıp mes'eleyi neticeye bağlıyor diğerlerini delilleriyle ikna ediyordu. Onlar da kendilerine kanaat gelince bunu kabul ediyorlardı. İçlerinden bazıları kendi görüşlerinde kalabilirlerdi. Kimse onları zorlamazdı. îster kabul etsinler, ister kabul etmesinler her iki takdirde de Ebû Ha-nîfe'nin mevki ve şahsiyetine asla bir halel gelmezdi, o daima başta gelirdi. Çağdaşlarında Mis'ar b. Kidam, Ebû Hanîfe'nin talebe-siyle kurduğu ders meclisini şöyle tasvir eder:
«Sabah namazından sonra kendi ihtiyaçlarını görmek için dağılırlardı, sonra yine toplanırlardı. Ebû Hanîfe onlarla oturur, kimisi sorar, kimisi münazara yapardı. Bazı sesler yükselirdi. Bu sesleri sükûnete çeviren bir adamın tslâm nazarında mevkii elbet büyüklü."[9]
Hatib Bağdadî, c. XIII, s. 352
[2] îbn-i Haecr Heysemî, Hayrât'ul-Hisan, s. 40
[3] Mekki, Menakıb-ı Ebî Hani/e, c. I, s. 268
[4] İbn-i Abdulber, El-İntika, s. 130
[5] Leys b. Sa'd diyor ö: «Ebû Hanîfe'yi görmeyi çok arzu ediyordum. Bir defa baktım ki, halk bîr üstadın başına toplanmışlar, boyuna mes'eleler soruyorlar, içlerinden biri: Yâ Ebâ Hanîfe! diye bir mes'ele sordu, vAllah ben onun doğru cevap vermesinden ziyade her sorulana çabucak cevap vermesine hayran kaldım.>
[6] Hatib Bağdadî, Tsrüı-i Bağdad, c. xm, s. 332
[7] Hatib Bağdadî, TarÜı-i Bagdad c. XIII, s. 402
[8] İbn-i Abdulber, El-İntika, s. 140, 141.
[9] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanife, c. II, s. 36.
-
53-Fıtrî Ve Kısbî Meziyetler Mecmuası
İşte Ebû Hanîfe'nin vasıflarından bâzıları. Bunların bir kısmı fıtrîdir, bir kısmı kazanmakla, emekle elde edilmiştir. Kendisini ona göre hazırlamışür. Bunlar onun şahsiyetinin anahtarıdır. Bu meziyetler sayesinde aldığı her ruhî gıdadan faydalanmıştır. Bunlar canlı cisimlere gıdayı hazırlayıp sevkeden cihazlar gibidir. Ruhî gıda olan ilmi böyle işlemiştir. Asrının uleması, üstadîarı ile karşılıklı konuşmaları ve kendi tecrübelerinden edindiği bilgileri işleyip, faydalı bir hale getirmiştir. O bu unsurlardan beslendi. Onlara yeni bir düşünce tarzı, derin.bir görüş ilâve etti. Nesilden ne-sile geçerek bir tesir yolu bıraktı. İşte bu meziyetleri sayesinde Ebû Hanîfe hayranlarının Kalplerini teshir etti. Onların takdirini, kazandı. Bu yüksek meziyetler onu çekemiyenlerin hasedini kabarttı, onun aleyhinde konuşanlar oldu. Fakat onun şerefine bunlar haIer vermez.
-
54-Kimlerden Feyz Aldı
Ebû Hanîfe diyor ki: «Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. îlim erbabiyle düşüp kalktım. Fukahâdan en değerli birine devam ettim.»
îlmî yetişmesi, talebe olarak fıkıh tahsili hakkında Ebû Hanî-feînin kendi söyledikleri işte bunlardır. Bu sözler gösteriyor ki : Ebû Hanîfe bir ilim muhitinde yetişmiş, ilim ocağında yaşamıştır. Bu ilim muhîtindeki ulema ile buluşup görüşmüş, onlardan ilim almış? onların ilmî bahis usullerini öğrenmiş, sonra onların arasında bir fakım kendine üstad seçmiş. Çünkü onda ilmî temayüllerini tatmîn edecek dirayeti, arayıp bulmuş, onun dersine devam etmiş, bir daha ondan ayrılmamış, ancak ara sıra diğer ulema ile de ilmî müzakereler yapmıştır. Çünkü bir üstadın dersine devam etmek, onu, diğer ulema ile görüşmekten meneder demek değildir. Bütün rivayetler onun ö devirde Irak'ın fıkıh üstadhğı kendisinde toplanmış olan Hammâd b. Ebî Süleyman'ın talebesi olduğunda birleşmektedir. Bununla beraber o başkalarından da ilim almış, birçok ulemadan rivayet etmiş, birçoklariyle müzakerelerde bulunmuştur. Bunlar bilhassa Hammâd'm vefatından sonra ve daha önce de Emevî valilerinden Ibn-i Hübeyre yüzünden Kûfe'den muhacir olarak çıkıp Mekke'ye gittiği zaman olmuştur. İşte bu sebeple onun hayatını yazanlar, Hammâd'm dersine devam ettiğini söylemekle beraber ders aldığı birçok üstadları olduğunu da kaydederler.
Bu üstadlarm zikretmeğe,, daha doğrusu onların içinde hususi bir fıkıh görüşü sahibi olmakla ma'ruf olanların hayatını anlatmağa başlamazdan önce, burada üç noktaya kısaca da olsa derli toplu bir surette temas etmek istiyoruz :
-
55-Her Tabaka Ve Sınıftan Üstadları Var
Birincisi: Ebû Hanîfe'nin üstadları muhtelif mezhcblerden, çeşitli dînî fırkalardan idi. Yalnız Ehl-i Sünnet fukahâsından veyahut: sade ehl-i reyden değildiler. Ders aldığı üstadlan arasında Hadîs ftıkabası olanîar bulunduğu gibi, ilmini ve Kur'ân-ı anlayışı, tercüman'i Kur'ân unvanını taşıyan Abdullah b. Abbas'dan alanlar da vardır. Biliyoruz ki, Ebû Hanifc, Mekke'de altı sene kadar kaldı. Bâzı kitapların rivayeti bize bunu gösteriyor. Bu kadar bir müddet Mekke'de kalan bu büyük fikir ve derin akıl sahibi hiç şüphesiz ki, îbn-i Abbas'ın ilmine vâris olan Tabiîni görüp onlardan ders ve iîim aldı, Kur'ân-ı fıkhı Öğrendi. Sonra îrok'da görüşüp buluştuklarının çoğu türlü Şia fırkalarından idiler. Bunların bâzısı Keysâniye. Zcydive idi. Bir kısmı da, oniki imâmı tutan İmâmiy-yeden, îsmâiliyyeden idiler. Bunların hepsinin onun fikir ve görüşünde tesiri olabilir. Onun bu Şia fırkalarının temayüllerine kaydığı asla olmamıştır. Onda yalnız Al-i Bcyt sevgisi yardır. Onun muhtelif fırkalardan ve mezhebi er den ders alması, türlü gıdalardan enerji toplayan vücude ben7er. O gıdalar, vücutta erir, kana karışır, enerjiye inkılâp eder. Ebû Hanîfe de böyle yaptı. Her unsurdan alıyor, fakat onları işliyor, temizini alıyor fenasını atıyor, nev'i kendine mahsus olan yepyeni ve kuvvetli bir fikir hâlinde onu meydana çıkarıyor.
-
56-Ashabın Fetvalarını Öğrenmesi
ikincisi: Aldığı bu çeşitli dersler Ebû Hanîfe'yi şu neticeye gÖ-türdü: îştihat, iyi görüş ve işlek zekâ ile meşhur olan kibar Sahabe fetvalarını öğrendi,
Târih-i Bağdad sahibi diyor ki : «Ebû Hanîfe bir gün Man-sur'un yanına girdi. İsa b. Musa orada bulunuyordu. Bu sofî ve muttaki âlim Mansur'a :
— Bugün dünyanın yegâne âlimi bu zattır, dedi. Mansur:
— Ey Numan, bu ilmi kimden aldın, dedi. O da şu cevabı verdi:
— Hz. Ömer'den ilim planlar vasıtasiyle Ömer'den Hz. Ali'den ilim alanlar vasıtasiyle Ali'den, Abdullah b. Mes'ul'dan ilim alanlar vasıtasiyîe Ibn-i Mes'ut'tan aldım. îbn-i Abbas zamanında yeryüzünde ondan daha âlimi yoktu.
Bunun üzerine Mansur:
— Sen işini gayet sağlara tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın, dedi.»[1]
Ebû Hanîfe Hazretleri, bu değerli Sahabe-i Kiramın fetvalarını öğrendi. Mansur'un huzurundaki sözü onun Ashabın fetvalarını araştırdığını göstermektedir. En azından ashabla görüşen Tabiînden onların akvâlini aldığına delâlet etmektedir. Çünkü kibar Ashabîa görüşenlerden arada bir vasıta zikretmeksizin doğrudan ilim aldığını söylüyor.
Ebû Hanîfe'nin ilimlerini ve kavillerini araştırıp aldığı bu Ashab, aklî temayül erbabından idiler. Kitap ve Sünnetin yâni Kur'-ân ve Hadîsin ışığı altında fikir ve akıl istiklâlinden faydalanmasını biliyorlardı; Ashabm müctehidler in dendir. Bu içtihadlann Ebû Hanîfe üzerindeki tesiri açıktır. Hükümlerin illetlerini anlamakta, hadisleri benzerlerine kıyas edip hüküm vermekte aklım kullanmağa onu sevketmiştir. Bundan başka zaten onda felsefî bir akıl temayülü vardır.
-
57-Bazı Ashab-ı Kiramla Görüştüğü
Üçüncüsü : Bütün menakıb kitapları o'nun bâzı Ashabla görüştüğünü kaydederler. Bâzıları onlardan Hadîs rivayet ettiğini de söylerler. Böylelikle o, Tabiînden olmak şerefine de yükselmiştir. Çağdaşı olan fukahâdan Süfyan Sevrî, Evzâî, îmâm Mâlik ve saire gibi akranlarını bu şerefle de geçmiştir.
Ebû Hanîfe'nin uzun ömürlü, çok yaşamış bâzı ashabla görüştüğünde ihtilâf yoktur. Kendilerine yetişip gördüğü Ashabın isimlerini zikrederken: 93 hicrî yılında vefat eden Enes b. Mâlik'i 87 senesinde vefat eden Abdullah b. Evfâ'yi, 85 senesinde vefal eden Vasile b. Eska'ı, 88 senesinde vefat eden Sehi b. Saide'yi ve en son ölen Sahabî olup 102 senesinde Mekke'de vefat eden Ebu't Tufeyl Amir b. Vasile'yi zikretmektedirler.[2]
Bunlar gibi uzun ömürlü Ashab-ı Kiram'ı gördüğü şüphesiz dir. Ancak onlardan Hadîs rivayet edip etmediği ihtilaflıdır. Ule manın bir kısmı bu Ashabdan Hadîs rivayet ettiğini söylüyorlar vç rivayet ettiği Hadîsleri de zikrediyorlar. Fakat Hadîs ulemasımr müdakkıklan bu senedleri biraz zayıf bulmaktadırlar. Her ne ka dar bir kısmı başka yolla takviye olunmakta iseler de hepsi böyl< değildir. Ashabdan rivayet ettiği söylenen Hadîsler şunlardır:
1- «Bir kimse Allah rızası için, velev bağırtlak kuşunun yu vasi kadar olsun, bir mescid bina ederse, Allah da onun için Cen nette bir ev bina eder.»
2- «Seni şüpheye düşüren şeyi bırak, gönlünü tırmalarm-yan şeyi al.»
3- «Allah'u Tcâlâ bîçarelerin imdadına koşmayı sever.»
4 - «İlimöğrenmek her Müslümana farzdır.»
5 - «Bir hayra delâlet eden onu yapan gibidir.»
6 - «Kardeşinin başına gelene sevinme, zira Allah onu kurtarır,) seni o belâya duçar ediverin»[3]
Ulemanın birçoğu Ebû Hanîfe Ashabdan bâzılariyle görüşse de onlardan Hadîs rivayet etmedi, diyorlar. Bu hususla öne sürdükleri deliller: Ebû Hanîfe Hazretleri onlarla görüştüğü zaman, ilim öğrenecek ve onu belleyip nakledecek bir yaşta değildi, diyorlar. Aynı zamanda o, hayatının ilk çağlarında ticaret işlerine atılmıştı. Nasıl ki, yukarıda geçtiği üzere Şa'bî'nin verdiği öğüt sayesinde lime sarılmıştı. Bunlara ilâveten Ashabdan işitip de ondan rivayet olunan Hadîslerin senedine ya bir yalancı veya rivayette zayıf kimsenin ismi karışmıştır. Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan, Abdullah b. Mübarek, Zufer vesair gibi talebeleri de yazdıktan kitaplara bu Hadîsleri kaydetmedikleri gibi, onlardan naklolunan sözlere Ebû Hanîfe'den rivayet olunduğu söylenen bu Hadîslere dair bir şey yoktur. Halbuki böyîe bir şey olsa bunu kaçirmazîarcîı. Eğer bu nisbet doğru olsa onu bilirler ve yaparlardı. Onu îmâm-ı A'zam'ın faziletleri arasında sayarlardı. Çünkü onlar bu gibi şeylere son derece itina gösterirler, önem verirlerdi.[
-
58-Ebü Hanîfe Tabiînden Mîdîr?
Biz bu görüşe meylediyor, onu alıyoruz. Artık diyebileceğimiz cihet şudur: Ebû Hanîfe kendi zamanına kadar yaşamış olan uzun Ömürlü bâzı Ashab-ı Kiramla görüştü. Fakat onlardan Hadîs rivayet etmiş değildir.
Buna göre o Tabiî sayılır mı? Sayılmaz mı? mes'elesi ortaya çıkıyor. Ulema, Tabiînin tarifinde ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları Sa-habivle buluşup onu gören kimseve Tabiî derler[5] Kendisiyle sohbet etmese de bir Sahabeyi mücerred görmekle bir şahıs Tabiî olur. Bu itibarla Ebû Hanîfe'nin Tabiînden olduğu şüphesizdir. Ulemadan bâzısı ise Tabiîyi tarif ederken Sahabeyi mücerred görmüş olmakla iktifa etmiyor, onunla görüşüp konuşmuş olmayı, ondan rivayet etmeyi de şart koşuyor. Buna göre Ebû Hanîfe Tâbiîn zümresinden sayılmıyor, meğer ki yukarıda isimlerini zikrettiğimiz Ashabın bazısından rivayet ettiğini kabul etmiş olalım.[6]
Ashabdan Hadîs rivayet edip etmediği hususunda söz ne olursa olsun, bütün ulema onun Tabiîlerle görüştüğünde, onlardan ders aldığında ve onlardan rivayet ettiğinde ittifak etmektedirler. On Tabiînin büyüklerinden fıkıh okudu. Yaşı buna müsaittir. Onları gördü, ders aldı ve rivayet etti. Bunda hiç kimsenin şüphesi yoktur.
Kendilerinden rivayet ettiği -kimselerin ilim usulleri, bilgi yollan muhtelifti, kimisi Hadîsle şöhret almıştı, Şa'bî gibi; kimisi re'y ve kıyas ile meşguldü, bunlar az değildiler. O hepsinden ilim aldı. îbn-i Abbas'm ilmini taşıyan îkrüne'den aldı, Abdullah b. Ömer'in ilmini toplayan Nâfi'den, Mekke'nin fakıhi olan Atâ b. Ebî Rabah'dan aldı. Atâ ile pek kısa sayılmıyacak bir müddet görüştüğü anlaşılıyor. Ebû Hanîfe onunla tefsir münakaşası yaptığını, ondan tefsîr aldığını kendisi söylüyor. El - întika naklediyor:
Ebû Hanîfe diyor ki, Atâ b. Ebî Rabah'a:
«Ona ehlini, onlarla beraber mislini de verdik.» [7] Âyetine ne buyurulur, diye sordum.
— Ona ehlini ve ehlinin mislini verdi, demektir, dedi.
— Bir adama ondan olmıyan birisinin katılması caiz olur mu?
—Öyleyse sana göre burada ne denebilir? dedi.
Dedim ki:
— Yâ Ebâ Muhammed, ehlinin ücretini ve onların ücretlerinin mislini verdin demektir.
— Sahih bu böyle, Allah en iyi bilendir, dedi .[8] Bu rivayet doğru ise, iki şeye delâlet etmektedir;
1- Ebû Hanîfe, Atâ b. Ebî Raban'm meclisine oturdu, ondan ders okudu, ilim aldı. Atâ 114 senesinde vefat ettiğine göre bu şu demek olur: Ebû Hanîfe o zaman Mekke'ye Hac için gidiyor, orada ulemanın ders halkalarına oturuyor, onlardan ilim öğreniyordu. Bunu yaparken Hammâd'm talebesi idi. Hammâd'ın dersine devam etmesi başkalarından da ders almasına hiçbir mâni teşkil etmez.
2- Bu rivayetten anlıyoruz ki, Atâ Mekke'deki derslerinde Kur'ân-ı Kerîm'in tefsirine de temas ediyor, âyetlerin tefsirine girişiyordu. Mekke ekolü, Ashabdan olan Abdullah b. Abbas'ın ilmine varisti. îbn-i Abbas ise en ziyade Kur'ân-ı Kerim . tefsirinden şöhret sahibi idi. Tercüman-ı Kur'ân unvanı taşır. Nâsih ve men-suhu onun kadar bilen yoktu.
-
59-En Meşhur Üstadları
Şimdi artık Ebû Hanîfe'nin üstadlanndan birer birer bahsetmek sırası gelmiş bulunuyor. Ebû Hanîfe'nin kendilerinden ders aldığı ve muayyen bir fikir tarzı olup da onun üzerinde bir tesir bırakan bu üstadîanm tanımak, Ebû Hanîfe'nin feyz aldığı yerleri, ilim susuzluğunu gidermek için kana kana içtiği menbalan bize öğretmiş olur. Ve "böylece onun fıkhî kültürünün her cephesi aydınlanmış, bulunur.
Ebû Hanîfe'nin en başta gelen üstadı., ölünceye kadar dersine devam ettiği Hammâd b. Ebî Süleyman Eş'arî'dir. Hammâd, îbrahim b. Ebî Musa el-Eş'arî'nin kölesi idi. Kûfe'de yetişti. İbrahim Nahaî'den fıkıh okudu. Onun re'y ve görüşünü en iyi bilenlerdendi. 120 hicrî yılında vefat etti. Hammâd, yaînız îbrahim Nahaî'den fıkıh Öğrenmekle kalmadı, Şa'bî'den de fıkıh dersi aldı. Bu ikisi Şureyh'den, Alkame b. Kays'dan, Mesruk b. Ecda'den ders almışlardır. Bu üstadlar da Abdullah b. Mes'ud, Ali b. EbîfTalib gibi iki büyük Sahabeden fıkıh ilmini öğrenmişlerdir. Kibâr-ı As-habdan olan bu iki zat yâni Hz. Ali ve îbn-i Mes'ud Kûfe'de ikamet etmeleri hasebiyle Kûfe'ye kendi ilimlerini mîras bıraktılar ki, Küfe fıkhının temeli bu olmuştur. Bu ikisinin fetvaları ve onların izinden giden talebelerinin ekvali sayesinde o büyük fıkıh mirası ortaya çıkmıştır. İşte Hammâd bu ilmin içinde yetişti. * îbrahim Nahaî'nin fıkhını ve Şâ'bî'nin fıkhını okudu, öğrendi. Öyle görünüyor ki, Hammâd daha ziyade îbrahim Nahaî'nin fıkhım tuttu. Onun fıkhı ehl-i re'y fıkhı kulundandır. Şâ*bî ise ehl-i re'y fukahâsın-dan ziyade ehl-i Hadîs fukahâsma daha yakındır. Kendisi her ne kadar Irak'da yaşadı ve orada okuyup yetişti ise de Eserci ulemadandır. Ehl-i re'y fukahâsının yolunu beğenip sevemedi.
Ebû Hanîfe 18 sene Hammâd'ın dersine devam etti. Ondan ehl-i Irak fıkhım Öğrendi ki, bu fıkhı, Hz. Aîi ve Abdullah îbn-i Mes'ud'un fıkıhlarının hulâsası demektir. îbrahim Nahaî'nin fetvalarını, fıkıh hükümlerini Hammâd'dan bizzat aldı. Onun için, Şah Veliyullah Dehlevî, «Hanefiyye fıkhının kaynağı îbrahim Nahaî'nin kavilleridir» hükmünü vermektedir. Hüccet'ullahi'1-Bâliga kitabında şöyle diyor: «Ebû Hanîfe Hazretleri (Allah razı olsun) ibrahim Nahaî'nin ve akranlarının mezhebine sarılmıştı. îbrahim Nahaî'nin dediklerinden geçmiyor, onları aşmıyordu. Ancak az bir şey bundan hariç kalır. Onun mezhebine göre, mes'ele çıkarma hususunda büyük dirayeti vardı. Tahric yollarında gayet ince görüsü vardı. Furu1 mes'elelerini cok1 mükemmel işlivordu. Eğer bu dediklerimin hakikata uygun olduğunu anlamak istersen : Kitab'ül-Asâr'dan, Abdu'r-Râzık’ın El-Camitnden, Ebü Bekir b. Şeybe'nin Musannef'inden îbrahim. Nahaî'nin akvalini topla, sonra onları Ebû Hanîfe'nin mezhebiyle mukayese yap, göreceksin ki, gayet az meseleler hariç, Ebû Hanîfe bu delillerden ayrılmıyor ve gayet az olan mes'elelerde de yine Küfe fukahâsmm kail olduklarından dışarı çıkmıyor.»[9]
îşi bu kadar dar bir çerçeve içine sokmakta belki de biraz mübalâğa vardır. Ebû Hanîfe'nin fıkhı aşın derecede dar gösterilmiş oluyor. Fakat Ebû Hanîfe'nin Hammâd'a devamı ve Ham-mâd'ın da bütün rivayetlerde geçtiği veçhile, İbrahim Nahaî'nin fıkhını en iyi bi.en bir insan olması, şüpheye yer bırakmadan ortaya çıkıyor ki, Ebû Hanîfe fıkhının en büyük-ve başlıca kaynağı üstadı Hammâd'm, îbrahim Nahaî'den aldığı ilim mirasıdır. Hanefiyye'nİn eski eserlerini dikkatle okumakda bilhassa bunu isbat etmektedir.
- Ders Aldığ Diğer Kimseler
Hammâd'm dersine devam eden bir talebe olmakla beraber başkalarından da ders alıyordu. Bunu yukarıda da söylemiştik. Hammâd'm ölümünden sonra dersi bırakıp ilimden vazgeçmiş değildi. Hem öğreniyor, hem Öğretiyor. Bu hususta Hz. Peygamber'-in Hadîs-i şerîfiyle amel eden ilme sadık ulema gibi hareket ediyordu. «Bir adam ilim peşinde oldukça âlim olmakta devam eder. Alim olduğu zannına düştüğü zaman cahil olur gider.» Yukanda da zikrettiğimiz gibi Ebû Hanîfe Hac mevsiminde hacca gittiğinde ve Mekke'ye vâki olan seyahatlerinde Atâ b. Ebî Rabah'dan ders alıyor, Beyt-i şerifte mücavir bulunduğu müddetçe oradaki ders halkalarına devam ediyordu. Hayatında 55 defa Hac ettiğim söylerler. Bunun mânâsı delikanlılık çağına ayak bastıktan sonra her sene haccetmiş demektir. Biz bu sayının kesin olduğuna hükmetmiş değiliz. Hac niyetiyle Mekke'ye gelince bir taraftan ilim ve Hadîs öğrenme imkânını buluyordu. Diğer taraftan da hac menâ-sikini, hacda yapılması gereken ibadetleri yapmakla dînî farîzesini ifa ediyor, takvasını tamamlıyordu. Mekke ekolünde Atâ'dan İbn-i Abbas'ın ilmini aldığı gibi onun azadhsı Ikrime'den de ilim aldı. Bu Ikrime, Efendisi tbn-i Abbas'ın ilmine vâristi. îbn-i Abbas'm ölümünden sonra oğlu onu dört bin dinara satınca:
— Senden hayır gelmez, babanın ilmini dört bin dinara satıyorsun, dedi. O da bu satıştan vazgeçti.
Hz. Ömer'in ve onun oğlu Abdullah'ın ilimlerini, Abdullah'ın azadhsı Nâfi'den aldı. Böylece îbn-i Mes'ud'un ilmiyle Hz. Ali'nin iimini Küfe ekolü voliyle almış oldu. Hz. Ömer'in ve tbn-i Abbas'-m ilimlerini de görüşüp buluştuğu Tabiînden ahp öğrendi.
Zeyd B. Ali'den Ders Alması
Buna göre İslâm cemaatının fıkıhlarım türlü yollardan aldığını söyleyebiliriz. Her ne kadar kendisinde^ ehl-i re'y ve kryasçila-rın görüşü galip ise de, bu böyledir. Hattâ ehl-i re'yin üstadı sayılmıştır. Fakat Ebû Hanîfe yalnız bu üstadlardan ilim almalka iktifa etmedi, hattâ Şia imamlarından da ilim aldı, ders okudu. Onlarla zaten münasebeli vardı, onlara yardımda bulunuyordu. Eme-vîler zamanında olduğu gibi Abbasîler zamanında da, ihtiyarlık çağında bu yüzden hesaba çekildi. Nihayet Ali Beyt'e olan candan bağlılığı sebebiyle ihlâsı uğruna şehid oldu. Hak ve takvadan ayrılmadan bu uğurda can verdi. Bu imamlardan Zeyd b. Ali, Mu-hamftıed Bakır, Ebû Muhammed Abdullah b. Hasan'dan ilim öğrendi. Bunların her biri fıkıhda ve ilimde esaslı bilgi sahibidirler.
îmânı Zeyd b. Ali Zeynel-Abidin (ölümü 122 hicrî senesi) her nevi islâm ilimlerinde gayet geniş bilgi sahibi olan bir âlimdi. Kur'ân-m okunma tarzına dair kıraat ilimlerini ve diğer Kur'an ilimlerini çok iyi bilirdi. O fıkıh ilminde olduğu gibi, akaid ve kelâm ilminde de üstad idi. Hattâ mu'tezile, kelâmdaki üstün bilgisinden dolayı pnu kendi üstadlanndan sayarlar. Ebû Hanîfe iki sene kadar ona talebelik yaptığını söyler. (Ravdun-Nâdir) in kaydettiğine göre Ebû Hanîfe şöyle demiştir: «Zeyd b. Ali'yi ve arkadaşlarım gördüm. Zamanında ondan daha fakıh, ondan daha bilgili olan bir kimse görmedim. Onun kadar sür'atle cevap veren ve gayet açık sözlü olan yoktu. O emsalsizdi.»
Ebû Hanîfe'nin onunla görüştüğünde bizim hiç şüphemiz yok. Fakat onun dersine devam ettiği kanaatmda değiliz. Belki dersine devam etmeden onunla görüştüğü, buluştuğu zamanlarda onun bilgisinden istifade etmiş, ondan ilim öğrenmiştir.
Muhammed Bâkır'dan Ders Alması
Adı geçen Zeyd'in kardeşi olan Muhammed Bakır b. Ali Zeyn'eî-Abidin, Şîa imamlarından ve on iki imâmdan biridir. O kardeşi Zeyd'den önce vefat etmiştir. îmâmiye fırkalarının en meşhurlarından olan on iki imâm ve îsmailiye fırkası onun imamlığında ittifak etmişlerdir. Ona Bakır unvanı verilir. Çünkü o ilmi deşelemiş-tir. O, Al-i Beyt'ten oiduğu halde Hulefa'yı Raşidîn'den olan Ebû Bekir, Ömer ve Osman Hazretleri haklarında asla kötü bir söz sarf etmemiş tir. Rivayet olunduğuna göre, Irak ahalisinden bâzj-ları onun yanında Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ı kötülükle anmışlar, onlara dil uzatmışlar, Muhammed Bakır buna fena halde kızmış onlara sitem ederek:
— Siz mal, mülk ne varsa hepsini terkederek kendi yurtlarından çıkarılan muhacirlerden misiniz? diye sordu.
— Hayır, dediler,
— Muhacirlere kucağım açan, yer hazırlayan Ensar'dan mısınız?
— Hayır.
— Bunlardan değilsiniz, onlardan değilsiniz! Hiç olmazsa onlardan sonra gelip de: Yâ Rab bizi ve îman etmede bizi geçen kardeşlerimizi affet diyenlerden de mi olamıyorsunuz? Bari onların aleyhinde bulunmayın. Bunu da mı yapamıyorsunuz? Yanımdan defolun! Benden uzak olun. Müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz, fakat islâm ehlinden değilsiniz.
Muhammed Bakır 114 hicrî yılında vefat etti.[10]
Muhammed Bakır gayet derin bilgi sahibi idi. Anlaşıldığına göre Ebû Hanîfe, Ehl-i re'y ve kıyastan olarak ortaya çıkmaya başladığı ilk zamanlarda onunla görüşmüş ve buluşmuştur. Ve ilk defa buluşmaları da, Ebû Hanîfe'nin Medine'yi ziyareti sırasında Medine'de olmuştur. Zira rivayet olunduğuna göre Muhammed Bakır ilk görüştüklerinde ona :
— Sen ceddim Resûlullâh'm dînini ve Hadîslerini kıyasla de-ğiştiriyormuşsun? demiş, Ebû Hanîfe de:
— Allah korusun, böyle bir şey nasıl olur? demiş.
— Belki değiştirdin.
— Lâyık olduğunuz makamınıza oturunuz, ben de bana yakışır şekilde yerime oturayım, zira benim size hürmetim var, hayatında Ashabı arasında muhterem olan ceddiniz hürmetine, sîzlere hürmet etmeğe hepimiz borçluyuz.
Bunun üzerine Muhammed Bakır oturdu. Ebû^Hanlfe de onun önüne diz çöktü. Ve arada şu konuşma cereyan etti; Ebû Hanîfe :
— Size üç sualim var, onlara cevap lütfedin diye söze başladı. Evvelâ:
— Kadın mı daha zayıftır, erkek mi?
— Kadın.
— Kadının mirasta hissesi kaç?
— Adam iki hisse alıyor, kadın bir hisse.
— Bu, ceddin Resûlulîâh'ın kavli değil mi? Eğer ben atanın dinîni bozmuş olsam, kıyasa göre; erkeğin hissesini bir, kadının hissesini iki yapardım. Çünkü: kadın zayıftır, kazanç yollan azdır, erkek kuvvetlidir, çok çalışır, çok kazanır, nasıl olsa geçinir. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nasla amel ediyorum.
î kincisi:
—Namaz rnı daha faziletlidir, yoksa oruç mu?
— Namaz daha faziletlidir.
— Atanın kavîi böyledir. Eğer ben onun dînini bozmuş oîsam, kadın hayizden temizlendikten sonra, kıyasa göre; namazını kaza etmesini emrederdim. Orucunu kaza ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapıyor muyum?
Üçüncüsü:
— Bevil mi daha pistir, yoksa meni mi?
— Bevil daha pistir.
— Eğer ben atanın dînini kıyaslarımla değiştirmiş olsam, kıyasa göre; bevilden gusül yapılmasını, meniden abdest alınmasını emrederdim. Fakat ben Hadîse aykırı re'y kullanarak, kıyas yaparak ceddin Resûlullâh'm dînini değiştirmekten Allah'ıma sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun.
Bunun üzerine. Muhammed Bakır ayağa kalktı. Ebû Hanîfe'yi kucakladı ve onu abımdan öptü.
Bu konuşmayı Muvaffak Mekkî, Menakıbmda nakletmiştir. Sözün gelişinden anlaşılıyor ki, bu konuşma ilk görüşmede olmuştur. Zira ona tanımadığı bir kimseye sorar gibi sormuştur. O, yalnız Ebû Hanîfe'nin kıyascı olarak şöhretini duymuştu. Fakat Ebû Hanîfe nas olan yerde kıyas yapmadığını ve bunu misallerle açıklayınca onu takdir ve tebcil etti. Bu konuşma aynı zamanda bize şunu da gösteriyor ki: Ebû Hanîfe, henüz üstadı Hammâd'm ders sıralarında otururken bile re'y ve. kıyas sahibi olarak şöhret almıştır. Hammâd'm ders halkasında oturması onun şöhret kazanmasına bir mâni teşkil etmemiştir, ilmi ve ilimdeki usulü etrafa yayılıp duyulmuş ki, Muhammed Bakır onu kıyascı olarak tanıyor. Hammâd 120 senesinde öldü. Muhammed Bakır ise 1İ4 senesinde vefat etti. Buna göre bu konuşmanın cereyan ettiği görüşme yapıldığı zaman, hiç şüphesiz ki, Hammâd hayatta idi.
Bu nevi haberler bize gösteriyor ki? Ebû Hanîfe henüz Ham-mâd'ın ders halkasında otururken şöhret kazanmıştır. Hayatının gelişi ve akışı onu bu şöhrete erkenden narazed kılmıştır. Zira onun birçok defalar Basra'ya seyahati, birçok defalar Hacca gidip gelmesi, ulema ile görüşmesi, üstadı Hammâd'Ia müzakeresini yaptığı re'y ve kıyas usulü ve yolunu işlemesi, etrafında ulema ile münakaşalarda bulunması, şüphesiz ki bunlar onu şöhret yapmıştır. Henüz müstakil bir ders halkası kurmadan önce daha talebeyken namı etrafa yayılmıştır.
-
60-Ca'fer Sâdık'la İlmî Münasebeti
Ebû Hanîfe'nin Muhammed Bâkır'İa münasebeti olduğu gibi onun oğlu Ca'fer Câdık'la da ilmî temasları vardı, ikisi aynı yaşta idiler. Aynı senede doğmuşlardı. Fakat Ca'fer Sâdık, Ebû Hanîfe'-den daha evvel ahirete göçtü. Ebû Hanîfe'den iki yıl önce 148 senesinde vefat etti. Ebû Hanîfe ondan bahsederken: «VAllah Ca'fer Sâdık'dan daha fakih bir kimse görmedim» demiştir.
Muvaffak Mekkî Menakıb-ı Ebû Hanîfe eserinde şunu nakleder : Ebû Ca'fer Mansur bir defa :
— Yâ Ebû Hanîfe bu insanlar Ca'fer Sâdık'a meftun oldular. Ona sormak üzere en çetin mes'ele hazırla da sor bakalım, dedi. Ebû Hanîfe de 40 soru hazırladı. Bundan sonrasını Ebû Hanîfe'den dinleyelim. Diyar ki: Ebû Ca'fer, Hîre'de iken Ca'fer Sâdık yanında bulunduğu bir sırada huzuruna girdim. Ca'fer Sâdık Halifenin sağ tarafında oturuyordu. Gördüğüm anda Ca'fer Sâdık'ııı heybeti beni kapladı, meclise Halifenin heybetinden ziyade onun heybeti hâkimdi. Selâm verdim.
— Otur, diye işaret ettiler. Ben de oturdum.
Mansur, Ca'fer Sâdık'a dönerek :
— Yâ Ebâ Abdullah, işte Ebû Hanîfe bu zattır, dedi.
— Alâ, dedi. Sonra bana dönerek ;
— Yâ Ebû Hanîfe, Ebâ Abdullah'a mes'elelerini arzet bakalım, dedi. Ben de hazırladığım mes'eleleri arzetmeğe başladım. Ben soruyordum, o cevap veriyordu. Ve siz şöyle dersiniz, Medine ehli şöyle der, biz ise böyle deriz,; diyerek bütün ihtilâfları naklediyor, bazan bizim kavlimize, bazan Medine ehli kavline tâbi oluyor, bazan bize muhalefet ediyordu. Kırk mes'eleyi de böyle bütün tafsilâtiyle cevaplandırdı, bir tanesini bile cevapsız bırakmadı.
Ebû Hanîfe bunu anlattıktan sonra Ca'fer Sâdık'm ilmî kudretini belirterek şöyle dedi: «insanların en âlim olanı, mes'eleler etrafındaki ihtilâfları en iyi bilendir.»
Bu rivayet bize gayet açık olarak gosierıyor ki: Ebû Hanîfe Ca'fer Sâdık Hazretleriyle daha ilk görüşmede onun yüksek ilmî kudretini anlamış, onu takdir etmiştir. Ca'fer Sâdık'ın fıkıh hakkındaki derin bilgisine hayran kalmıştır. Şüphesiz ki, hâdise Man-sur ile evlâd-ı Ali arasında düşmanlık baş göstermezden Önce olmuştu.
Ca'fer Sâdık her ne kadar Ebû Hanîfe ile aynı yaşta ise de ulema onu Ebû Hanîfe'nin üstadlanndan addetmişlerdir.
-
61-Abdullah B. Hasan'la Münasebeti
Ebû Muhammed Abdullah b. Hasan da Ebû Hanîfe'nin üstadlarından biridir. Mekkî ve İbn-i Bezzazı menakıblanrîda geçtiği üzere Ebû Hanîfe onun talebesidir. Abdullah Hazretleri, sözünde sâdık bir âlim, güvenilir bir muhaddisti. Süfyân-ı Sevrî, îmâm Mâlik ve diğerleri ondan Hadîs rivayet ederler. Ulema nezdinde onun değeri büyüktür. O, kadri yüce bir âbiddir. Emevî Halifelerinin en sofularından olan Ömer b. Abdulâziz'le görüştü. Ondan son derece i'zaz ve ikram gördü. Abbâsîlerin ilk devrinde Ebu'l-Abbas Sef-fâh'îa görüştü. Ondan da aynı i'zaz ve ikramı gördü. Seffâh kendisine bir milyon dirhem ihsanda bulundu. Mansur, Halife olunca ona bunların aksine muamele yaptı. Onun evlâtlarına ve ailesine de aynı kötü muamelede bulundu. Elleri kollan bağlı bir haîde onları Medine'den Haşimiye'ye getirtti. Onları merhametsizce hapse tıktı. Çoğu hapiste can verdiler.
Burada şuna işaret etmek isteriz ki, bilûmum evlâd-ı Ali'ye ve bilhassa Abdullah b. Hasan ailesine karşı bu gaddarca muameleler, işte Ebû Hanîfe'nin kalbini Abbasilerden çeviren bunlardır. Bu gaddarca zulümleri gördükten sonra onlardan soğumuş, fırsat buldukça Ebû Ca'fer'in idaresi aleyhinde bulunmağa . başlamış, hükümetine acı tenkîdlerini yöneltmiştir. Çünkü o* Hz. Ali evlâdını seviyordu. Yukarıda görüldüğü veçhile bunlardan birçoklan onun üstadları idi, onlardan ilim ve feyz almıştı. Bilhassa Abdullah ile aralannda gayet samimî bir dostluk mevcuttu.
Abdullah 70 senesinde doğmuştur. Ebû Hanîfe'den on yaş kadar büyü kdemektir. 75 yaşında olduğu halde 145 senesinde bu fâni âlemden ebediyet âlemine göçmüştür.
-
62-Bazı Ehl-Î Heva Île Görüşmesi
Ebû Hanîfe'nin ilmî münasebetleri yalnız ehl-i sünnet ve cemaat mensuplanna, Al-i Beyt imâmlanna münhasır değildi. Menakıb kitaplarının kayıtlarına göre o bâzı sapık fırkalarla temas ederdi. Onlardan bâzı hocaları vardı. Meselâ Câbir b. Yezid Cu'-fı'yi (ölümü 165 yılı) onun üstadlarmdan sayarlar. Halbuki o, Gu-lât-ı Şiîa'dandır. Bunlar Hz. Muhammed'in veya Hz. Ali'nin veyahut da son imamların tekrar geleceklerine inanırlar. îbn-i Bezzâzî, Menakıb-ı Imâm-i A'zam eserinde bunun Abdullah b. Sebe'in et-bâindan olduğunu söyler. Fakat bence bu uzak bir şeydir. Bana göre o, Şia'nın Sebeiyye kolundan değildir. Zira Sebeiyye : Hz. Ali'ye uîûhiyyet nisbet ederler, veya buna yakın bir şey söylerler. Hz. Ali onları küfre nisbet etmiştir. Ebû Hanîfe'nin Islâmilmini bu nevi kimselerden almasına ihtimal verilmez. Câbir b. Yezid, Hz. Ali'nin tekrar döneceğine kail ise ve bu da Sebeiyye'nin kavline uygun düşüyorsa, bu aynı zamanda Keysâniyye'nin akidesine de uygun demektir. Onlardan sayılması daha uygun düşer .
Öyle anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe, yanlış anlayışını bildiği halde, ondan bâzı aklî ilimleri okumuştur. Onun kendisini sapık heveslere kaptırdığını biliyordu. Bunun için olacak ki, onun hakkında şöyle, derdi: «Câbir Cu'fî açığa vurduğu hevesleriyle nefsini ifsad etti, bence kendi babında Küfe'de ondan daha büyüğü yoktur!»[11] Ebû Hanîfe, Câbir'in ilim bablarından hangisinde çok bilgi sahibi olduğunu beyan etmiyor. Belki de tahric kısmında, veyahut aklî ilimlerde derin bilgisi vardı.
Şunu da kaydedelim kî, Ebû Hanîfe kendisi onunla müzakerelerde bulunur, fakat arkadaşlarım ve talebelerini onunla oturmaktan görüşmekten menederdi. Demek onların onun fitnesine kapılmalarından, sapık düşüncelerinin tesiri altında kalmalarından korkuyordu. Dalâlete saplanmış olan bu adamın hevâ ve hevesine göre, onları da sapıtmasından endişe ediyordu. Ebû Hanîfe onu yalancılıkla vasıflandırarak ondan sakındırırdı. Mîzanü'l-l'tidal kitabının kaydına göre, Ebû Yahya el-Humânî diyor ki: «Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim: Gördüklerimin içinde Atâ'dan daha faziletli bir insan, Câbir Cu'fî'den daha yalancı bir kişi görmedim.»[12]
Bunlar bize gösteriyor ki, Ebû Hanîfe ilmin herhangi bir sahasında kuvvetli olan birini buldu mu, her ne kadar bâzı sapık düşünceleri olsa da, onlardan ilim alıyordu, ilmin faydalı olanını alıyor, zararlı olan yerlerini ayıklıyordu. Temizini pis olandan ayırıyor, iyisini seçip alıyor, pis ve. zararlı planını fırlatıp atıyordu.
îlmi her kaptan atmaktan çekimiyordu, kabı taşıyana ve kaba bakmıyordu. Faydalı ve yararlı gördüğünü alıyor, onun kirini, pasını temizliyor, temiz bir hale sokuyordu. İlimden bu yoida faydalanmayı herkes yapamaz. Bunun ancak düşünce ufukları geniş, kabiliyetleri yüksek olan kuvvetli akıllar yapabilir. Zira aradıkları doğruyu bulmaktan, hayrı tanımaktan onları alıkoyacak, saplandıkları sapık bir düşünceleri yoktur. Ebû Hanîfe ise bu hususta asrının biricik âlimi idi.
-
63-Arasında Îkî Nevî Ulema
Onun çağında ulema iki sınıf -idi. Bir kısmı yalnız İslâm fıkhı île iktifa eder, başka bir şeye uzanmızdı. Eğer daha biraz ufku genişlerse, tahric ve kıyasa kadar giderdi. Diğer bir sınıf ise akaid ve kelâm okur, onların felsefesine dalmak ister, dînin ruhunu ve özünü bilmeksizin böyle felsefe taslamağa kalkışınca, bu felsefe onu maksattan ayırır, bâzan şaşırtıp dalâlete sürüklerdi. Hem fıkıh mes'elelerinde derinleşip, hem de aklî bilgileri inceleyip bu ikisinin arasım bularak sapmadan, gayeden ayrılmadan doğru yolu tutup giden adeta yoktu. İkisi arası bu orta yolu ilk tutan Ebû Hanîfe olmuştur. Ondan başkası bu yola koyulmamıştır.
Ebû Hanîfe bu yolu hem ilk tutan olmuş ve hem de en yüksek mertebeye çıkmış ve gayeye ulaşmıştır. Onun için her nevi ilim kapısından dalmış ve her türlü ilmi öğrenmek istemiş, ilme giden her yolu tutarak daima ilim peşinde koşmuştur. Hakikatte hâkim ve doğru bir akıl, kuvvetli ve metîn bir dîn, araştırıcı ve tenkidci bir kafayla ortaya atıldı. Biliyordu ki, talebelerinin gücü bunların hepsine yetmez, onun yaptıklarını onlar yapamaz. Onun için talebelerini fıkıhtan başka mevzulara dalmaktan sakındırır, fukahâ-dan başkasından ders almalarını yasak ederdi. Yukarıda oğlu Hammâd'ı kelâmda münazara yapmaktan nasıl menettiğini söylemiştik [13]. Halbuki o, bu mevzuda temayüz etmiş bir âlimdi.
-
64-Münazaraları, Seyahatleri, Ders Usulleri
Bir şahsın hususî hayatını saran ahval ve hâdiseler, onun başkalarına itimad etmeksizin yaptığı eîüdler ve edindiği tecrübeler, bunların hepsinin o şahsın ilmî hazırlığında, hayatına istikamet verip fikrini kullanmasında tesiri görülür. Ebû Hanîfe'nin hayatı, ilmî araştırmaları, edindiği tecrübeler bunların hepsi Irak fıkhını yoğurup meydana getirmiştir.
a) Her şeyden evvel o, ticaretle meşgul bir aile yuvasında yetişti. Ve sonraları hayatı boyunca bu ticaretten ayrılmadı. Ticaret işlerine doğrudan kendisi bakmadıysa bile, bunları vekili veya or~ tağı vasıtasiyle yürütmüştür. Bu itibarla çarşı-pazardaki alış veriş usulünü ticaret örf ve âdetlerini yakından tanırdı. Bu bakımdan çarşı-pazarda edindiği tecrübeleri ona ticarette halkın muameleleri, alış veriş yolları hakkında vukufla konuşma imkânını verdi. Ve belki de bunun için fıkıh mes'delerinde hüküm çıkarırken, aşağıda izah olunacağı veçhile. Kitap ve Sünnet olmayan hususlarda, örf ve âdete mühim bir yer vermiş olacaktır. İhtimal ki, kıyas maslahata, adalete veya örfe muhalif olduğu zaman istihsan yoluyla hükme varma hususunda, ticarete olan bu vukufu sayesinde iyi bir muvaffakiyet göstermiştir. Talebesinden Muhammed b. Hasan diyor ki: «Ebû Hanîfe kıyas yaptığı zaman ashabı ona itiraz ederler, şöyle böyle derler. Fakat istihsan yapıyorum, dedi mi hiç birisi karışamazdı. Çünkü istihsan mes'elelerinde öyle çok deliller bulurdu ki, hepsi boyun eğip ona teslim olurlardı.»
Bunun sebebi: Mes'elelerin inceliğini kavraması, halkla temas neticesi onların muamelelerini, meramlarını gayet iyi bitmesidir, îstihsan yaptığı zaman bunun malzemelerini, şer-i şerifin usuliyle beraber, insanların ahvalini iyiden iyiye bilmesinden alırdı.
b) Ebû Hanîfe çok seyahat ederdi. Rivayetler onun elli beş defa hacca gittiğini söylüyor. Bu rakam biraz mübalâğalı olsa da yine çok haccettiğine delâlet eder. Hac esnasında ders alır, ders verirdi. Başkalarından ilim öğrenir, rivayet eder, kendisi feîvâ verirdi. Mekek'de Atâ b. Ebî Rebah'Ia görüşürdü. İlk defa görüştüklerinde Atâ ona sordu :
— Sen nerelisin?
Küfe ahalisindenim, deyince.
— Dinlerini ayrı ayrı bölüp fırkalara dağılan diyardan desene!
— Evet oradan.
— Sen hangi sınıftansın? ;
— Ben selefe sövmiyen, kadere îman eden, günahtan dolayı bir kimseyi tekfir etmeyen sınıftanım.
Hac esnasında îmâm Mâlik'e gider, onunla fıkıh müzakeresi yapardı. İmâm Evzâî ile görüşür, onunla mubahaselerde bulunurdu. Onun hac seferinin işte böyle bir de ilmî cephesi vardı. Vahiy diyarında, o mukaddes risâlet ülkesinde Hazret-i Peygamberin harekâtını ve ahvalini yakından tetkik etmek imkânını bulur, Resûluî-lah'm âsânnı araştırır,, onu görmüş gibi olurdu.
Bu seyahatler esnasında kendi fetvalarını başkalarına arzeder, onlar hakkında başkalarının ne dediklerini duyar, tenkidlerini dinler ve zayıf noktalarını anlardı. Bunlardan başka bu seyahatler onun zihnini açar, görüş ufkunu genişletirdi. Muhtelif memleketleri görüp tanır, halkın muamelelerini ve örflerini Öğrenir, fıkıh mes'elelerini ona göre yürütür ve hüküm verirdi.
c) Ebû Hanîfe ilim tahsiline başladığından itibaren cedel ve münazaraya son derece meraklı bir zattı. îslâm fırkalarının ocağı olan Basra'ya sık sık gider, dînî fırkaların reisleriyle mücadele ve münakaşa yapar, onların görüşlerini çürütürdü. Gençliğinde onun yirmi iki kadar fırka ile mücadele yaptığı rivayet olunur. Yaşı ilerledikçe ömrü boyunca îslâm fıkhını müdafaadan bir an hâli kalmamıştır. Fıtrî mantıki sayesinde münazaraları kolayca kazanırdı. Devrindeki dehrilerle bu kâinatın bir yaratıcısı bulunduğuna, îmanın zaruri olduğuna dair yaptığı münakaşa meşhurdur. Dehri-Iere şunu sorarak münazaraya başlamıştır:
— Bir adam size gelse de şöyle bîr şey anlatsa: Denizin ortasında bir fırtına koptu, dalgalar ve rüzgâr çarpışırken birdenbire içi çeşitli mallarla dolu bir gemi meydana geliverdi. Kuvvetli fırtınaya rağmen bu gemi kaptansız ve tayfasız kendi kendine istikametini bulup hareket ediyor; dese buna ne dersiniz. Akıl bunu kabul eder mi?
— Hayır, dediler, Böyle şey olmaz. Bu akim kabul etmeyeceği ve havsalanın almayacağı bir şeydir.
— Mademki öyledir. Denizde bir geminin kendi kendine olu-vereceğini ve kaptansız yüzeceğini kabul etmiyorsunuz. Şu sonsuz âlemler, en ince nizam üzere kurulmuş bu dünya, içindeki akıllara hayret verici varlıkları ve olaylariyle kendi kendine nasıl oluverir, bunların bir yaratıcısı, bir sahibi yok mudur?
Dehriler buna cevap vermeyi sustular [1]
Kelâm ve akaid mes 'eklerinde yaptığı münakaşalar onun fikrini işletmiş, kavrayışım derinleştirmiştir. Münazara ve mübahase melekesi gayet gelişmiştir. Onun için Mekke'ye, Medine'ye gidişlerinde vesair Hicaz seferlerinde fıkıh münakaşaları yapar, vardığı yerde âdeta fıkıh pazarı kurardı. Onun meclisinde herkes görüşünü ve delilini ortaya atar, serbestçe konuşurdu. Bu münasebetle o zamana kadar işitmediği Hadîsleri, Sahabe fetva ve içtihatlarını duyar, yeni yeni kıyas ve hükümlere vakıf olurdu. Yukarıda da zikri geçtiği üzere o, kölelerin verdiği emâm tanımıyordu. Fakat kendisine Hz. Ömer'in kölelerin emânı tanıdığı söylenince o da bunu kabul etti ve eski re'yinden döndü.
ç) Ebû Hanîfe'nin ders usulü bambaşka idi. Talebesine dersi yalnız takrir yoluyla vermezdi. Hocayla talebe beraber müzakere yaparak mes'eleyi müşavere ile hallederlerdi. Meselâ ortaya bir fıkıh mes'elesi atılırdı. O mes'ele hakkında talebeleri söz alır her biri görüşünü söyler, delilini getirir, itirazlar yapılır, cevaplar verilir, o mes'ele hakkında he risteyen konuşur, deliller çarpışır, mes'ele olgunlaşır, en sonunda Ebû Hanîfe de re'yini söyler ve mes'ele hükme bağlanırdı. Bu mübahaseler yapılırken talebeleri Ebû Hanîfe'nin kıyaslarına ve içtihatlarına itirazlarda bulunurlar, yukarıda Mis'ar b. Kidam'dan naklettiğimiz gibi, bâzan gürültüler olur, sesler yükselirdi. Mes'ele her yönden incelendikten sonra Ebû Hanîfe'nin re'yine göre karara bağlanırdı. (Hattâ bir mes'ele halledince şükür için toptan tekbir alırlardı. Dînî bir mes'elenin halli onlar için bir zafer olurdu. Küfe mescidi tekbir sadalariyle inlerdi). Bu usul ders okutmak, hem hocanın, hem de talebenin bilgisini arttırır. Talebe derse iştirak ederek açılır, hoca talebesinin re'yini işitir, onlân mes'ele halline alıştırır, bu usul çok faydalıdır. Ebû Hanîfe'nin derslerinde bu yolu tutması, ölünceye kadar onu talebe olarak yaşatmıştır, ilmi daima artmış, fikri yükselmiştir. Kendisine bir Hadîs arzolununca onda beyan olunan hükmün illetini araştırırdı. Hükmün illetini bulunca, o usul üzerine kurulan fürû' mes'elelerine onu tatbik ederdi. Ve ona göre işte fıkıh da budur. Şöyle derdi: «Hadis toplayıp da fıkıh bilmiyen kimse ilâç satan eczacıya benzer. İlâçları toplar, fakat hangi hastalıklarda kullanacağını bilmez, ilâçların kullanılacağı yeri doktor gösterir. Hadîsciler toplar, fakih Hadîsden hüküm alır.»[2]
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe taleeblerini münazara yapmağa alıştırıyor, onları donmuş bir halde durup dersle alâaklanmaz bir durumda bıyrakmıyordu. Onları üç şeye alıştırdı;
1- Onlara malca yardım yapardı. Geçinme sıkıntılarım giderirdi. Evlenme çağma gelip de evlenme masraflarını karşılayacak parası olmıyanlann, masraflarını görerek evlendirir, kızlara cihaz verirdi. Şüreyk onun hakkında şöyle diyor: «İlim öğrettiği talebesini zenginleştirirdi. Talebesine ve ailesine yardım yapardı. Talebesi ilim Öğrendikten sonra ona :
— «Helâl ve haramı Öğrenmek suretiyle en büyük zenginliğe ulaştın» derdi.
2- Talebelerinin rûh haletini gözönünde tutar, onların üzerinden himayesini eksik etmezdi. Onların hayrını gözetirdi. İçlerinden birine ilim gururu gelip onun ders halkasından ayrılma sevdasına düştüğünü sezince onu ikaz ederdi, onun henüz başkasından ders alma ihtiyacında olduğunu sezdirirdi.
Rivayet olunduğuna göre, talebesi Ebû Yusuf kendisinin müstakil bir ders halkası kurup ders okutma vakti geldiği kanaatma kapılmış ve mescidin bir köşesinde derse başlamış. Ebû Hanîfe yanındakilerden birine demiş ki: Yakub'un (Ebû Yusuf'un) meclisine git ve ona şu mes'eleyi sor;
— Bir adam iki dirhem ücretle temizlemek üzere temizleyiciye elbise verse, elbisesini almak için gidip istediği zaman evvelâ İnkâr etse, aradan birkaç gün geçtikten sonra tekrar isteyince bu defa elbiseyi temizlenmiş bir halde verse temizleme ücretini istihkakı var mıdır? de. Eğer:
— Evet vardır derse, olmadı, de. Şayet:
— Yoktur, derse yine olmadn, cevabını ver.
Adam aldığı talimat üzerine İmâra Ebû Yusuf'a gider ve mes'eleyi sorar. İmâm Ebû Yusuf :
— Evet ücreti ha ketmiştir, der.
— Olmadı, deyince biraz düşünür ve bu defa da :
— Hayır, yoktur, cevabını verir. Yine:
— Olmadı, deyince, zeki talebe bu sorunun nereden geldiğinin farkına vardı ve kalkıp Ebû Hanîfe'nin dersine geldi. İmâm-ı A'zam, Ebû Yusuf'u görünce :
— Seni buraya getiren temizleyici mes'elesi olsa gerek, dedi. Oda:
— Evet, cevabını verdi.
— Henüz böyle icâre mes'elesine cevap veremiyen bir kimse Allah'ın dîninden bahisle ilm-i fıkıhdan ders vermeğe nasıl cesaret eder?
— Bu mes'eleyi bana Öğret!
— Mes'eleyi ayırmak lâzım. Eğer inkâr ve gasbettikten sonra temizlediyse ücret istemeğe hakkı yoktur. Çünkü inkâriyle icare akdi bâtıl olduğundan kendisi için temizlemiş olur. Eğer inkârdan önce temizlediğini isbat edebilirse o zaman ücret istemeğe hakkı vardır.»[3]
Ebû Hanîfe'nin böyle yapması belki de ders halkasında takip ettiği usul icabıdır. Çünkü o talebelerini kendisiyle mübahase ve müzakere yapacak bir mertebeye yükseltir, bu yüzden içlerinden bâzılarına gurur gelebilir! Bu gururu sebebiyle kendisi ayn ders vermeğe kalkışana ilminin henüz noksan olduğunu, daha olgunlaşmağa muhtaç bulunduğunu, müstakil ders için ilminin yeter dereceye ulaşamadığını hatırlatır, onu irşad ederdi.
3- O, taleeblerine daima nasîhat ederdi. Bilhassa ayrılık sırasında onlara, başına bir hal gelenlere nasîhatta bulunurdu. Bu hususta Mekkî ve îbn-i Bezzazı menakıblerinden nice ibretli ve güzel nasihatler naklolunmuştur. Yusuf b. Hâlid Simtî'ye vasiyeti, Nûh b. Ebî Meryem el-Cami'ye vasiyeti, Ebû Yusuf'a vasiyeti meşhurdur.
Hülâsa, Ebû Hanîfe talebelerini kendisine emsal ve dost gibi tutardı. Onlara bütün ruhunu ve kalbini verirdi. Onlara şöyle derdi : «Sizler benim kalbimin sevinci ve hüznümün tesellîsisiniz!»
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Mekkî Menakıb-ı Ebü Hanîfe, c. 1, s. 179
[2] İbn-i Hacer Hesemi Hayratu'l Hisan, 22'nci Fasıl.
[3] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanîfe, c. II, s. 91.
-
EBÜ HANİFE'NİN YAŞADIĞI DEVİR
65- Emevı Devrini Görmesi, Abbâsîlere Yetişmesi
Ebû Hanîfc Hazretleri, Emevî halifelerinden Abdu'l-Melik b. Mervan zamanında, 80. hicrî senesinde doğdu, 150 senesine kadar yaşadı. Abbasîler devrine yetişti. Emevîlerin en kuvvetli olduğu çağları, sonra da zayıflayıp yıkıldığını gördü. Abbasî devletinin burulmasını, kuvvetlenip gelişmesini müşahede etti. Hayatının çoğu, 52 senesi, Emevller zamanında geçti. Büyüyüp yetişmesi, ilminin en yüksek noktasına çıkması, fikri olgunlaşıp kemâle ermesi hep o devirdedir. Ömrünün 18 senesi Abbasîler devrine raslar ki, bu ihtiyarlık çağı demektir. Bu yaşta insan, şahsiyetine yeni bir şey kat-raaz. Çünkü o zamana kadar fikirleri mecrasını ve istikametim bulup yerleşmiş, ilmî metodu kurulmuştur. Artık fikir mahsullerini harice bol bol verir, kendisi az almaya başlar, hiç almaz diyemeyiz. Çünkü insanın akıl araştırıcıdır, daima bilmediği şeyleri bilmeye özenir, her an öğrenmek ister. Bilhassa ihlâs sahibi ulemâ böyledir. Onlar daima daha fazla eser verip tesir bırakırlar. Buna göre Ebû Hanîfe'nin Emevîler devrinde aldıkları, Abbasilerden daha çoktur diyebiliriz. Emevîler devrinde ilim toplamış, Abbasiler devrinde harcamıştır.
-
66-Çağlar Arasındaki Münasebet Ve Benzeyiş
Ebû Hanîfe'nin yaşadığı devri teşkil eden: Emevî devri ile Abbasîler devrinin başı olan bu iki devir arasında, ilim ruhu ve bilhassa dînî ruh bakımından büyük bir fark yoktur. Abbasî devrinin başlan, Emevî devrinin sonunun devamı demektir. Önce baş-hyanların neticesinden, eskiden gelen yolun devamından ibarettir. Asırların ve devirlerin ilmî ve içtimaî ruh bakımından birbirine benzemesi, yekdiğerine karışan nehirleri andırır. Coşarak akan sulan, renk ve tat bakımından bir fark yapmaz. Ancak geçtikleri topraklardan aldıklan şeyle hafif bir fark olabilir, Asırlar da böyledir. Milletler akar gider. Devletin tütumu've siyasî rengi hafif bir fark yapar. Esas kök yerinden kopmaz, o sabittir; ümmetlerin ni-hu değişmez. Devletin hızlandırılmasına veya kısmasına göre ya ağır veya sür'atle yürür. Er veya geç yine de gayeye ulaşır. Emevî devletinde hakim olan ilmî ve içtimaî ruh devletin değil, kitlenin eseri idi, onu topluluk yarattı. O ilmi, Sahâbe'nin bıraktığı ilim servetinden ilim alan mübarek cemaat meydana getirdi. O ilim onların elinde çiçek açtı, en olgun meyvelerini verdi.
Diğer taraftan, ekseri îslâmiyeti kabul eden fakat eski medeniyetlerine ve ilimlerine sahib olanlar bu ilimlerin bir kısmiyle Arap-çayı da besliyorlardı. Ya fikirlerini beyan etmek veyahut Farsça-dan ve diğer dillerden yaptıkları tercümelerle yeni yeni ilimlere kapı açmışlardı. Başka dillerden Arapçaya tercüme işi Emevî devrinde başladı. Kelile ve Dimme'yi tercüme eden Abdullah b. Mukaffa' daha çok Emevî devrinde yaşadı. Din ilimleri Abbasîler devrinde daha da gelişti, tercüme eserleri çoğaldı ve yayıldı. Bu, kemiyef bakımından böyledir, fakat keyfiyet bakımından böyle değildir. Tercüme işi Emevî devrinde başlamış, Abbasîler devrinde genişlemiş ve ilerlemiştir.
-
67-Her İkî Devrîn Hususiyetleri
Ebû Hanîfe her iki devirde yaşadığına göre, gerek Emf.vî ve gerekse Abbasîler devrindeki siyasî hayattan kısaca bahsetmemiz icabediyor. Ondan sonra da içtimaî ve ilmî hayata göz atarak Ab-bâsîîerin ilk devirlerinden nasıl geliştiğini belirteceğiz. O devirde îslâm âleminin fikrini meşgul eden mes'elelere temasla akide, siyaset, fıkıh ile olan münasebetlerini açıklacağız.
Sîyasî Durum
Evvelâ siyasî hayata bakalım. Bilindiği gibi Emevî devleti, Hulefayı Râşid'în devrinden sonra kuruldu. îslâmda Halife seçi-im çeşit çeşit olmuştur. Sabık Halîfenin namzet olarak gösterdiği seçkin ve mümtaz Müslümanlardan seçilirdi. Hz. Ömer'in halife seçilişi böyle oldu. Veya sabık Halîfe namzet göstermeden seçilirdi. Hz, Ebû Bekir'in ve Hz. Ali'nin seçilmesi böyle yapıldı. Veya-r hut bunların ikisi arası bir usulde Şûra yoîiyle intihab olunurdu. Hz. Osman'ın seçilmesi bir Şûra hey'eti tarafından idi. Emevî devleti kurulunca hilâfet usulü saltanat çevrildi. Emevîyye devletinin kurucusu olan Muâviye'yi Müslümanların büyük bir cemaatı Halîfe olarak seçti ise de ondan sonra gelenlerin, bu makama onlan Müslüman cemaatlerinin kendi hürriyet ve iradeleriyle seçtiklerini iddia etmeye hakları yoktur. Onlar o makama kendileri konmuşlardır. Zaten kargaşalıklar bu yüzden çıkmıştır. Bu kargaşalıklara Emevî devrinde sık sık raslanır. Bunlar bastınlsa bile zahirde böyledir. Kalbler kinle kaynaşmaktadır. Bu halifelerin çoğu, Müslümanlar arasında büyük mevki ve itibar sahibi olan zevata, eza ve cefadan bile çekinmezlerdi. Din duygulan bile onların bu gibi işleri yapmasına mâni olamazdı. Meselâ Muâviye'nin oğlu Yezid, kendisine karşı gelen Medinelilere neler yapmadı. Bunlar F.nsâr'ı Kiram oğullarıdır, demedi. Medîne-i Münevvere'yi ordusuna mubah kıldı. Dinin yasak ettiği şeyleri sanki helâl imiş gibi işlediler. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin, islâm'da müesses hükümet nizamına ve esaslarına uymadığı için Yezid'i tanımıyor ve ona karşı. çıkıyor. Yezid'in adamları onu en feci şekilde şehit ediyorlar. Hz. Peygamber'e karabetine veya din hürmetine riayet edilmeyerek mübark kanını döküyorlar! Kız kardeşleri yâni Hz. Peygamber'in kerîmesi Fatma anamızdan doğma kızlar esir gibi tutuluyor ve esir muamelesi yapılarak Ye2id'e götürülüyor. Eme-viyye devletinin sonralarına doğru Hz. Ali ile Hz. Fatma'nın evlâtlarının ve sülâlesinin hükümete karşı ayaklanmaları birbirini takip ediyor. Onlara da kılıç atılıyor, katil faciası devam ediyor. Zeyd b. Ali öldürülüyor. Oğlu Yahya ve Yahya'nın oğlu Abdullah öldürülüyor. Ehl-i Beytin sevgililerine karşı Emevîlerin yaptıkları yalnız bunlardan ibaret değildir. Minberler üzerinde Hz. Ali'ye lanet okumak bir sünnetmiş gibi zarurî bir emir hâline gelmişti. .Bu bid'atı Ebû Süfyân'm oğlu Muâviye ortaya çıkarmıştır. Müslü-. manlar bunu fena gördüler, hiç beğenmediler. Hattâ Hz. Peygamber'in zevcelerinden Ümmü'l-mü'mînin Ummü Seleme Muaviye'ye bir mektup göndererek Müslümanların hissiyatına tercüman olmuş ve şöyle demiştir: «Siz minberleriniz üzerinde Allah ve Resulüne lanet okuyorsunuz demektir. Çünkü Hz. Ali'ye ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben şahitlik ederim ki, muhakkak Allah da, Resulü de onu sevdiler.» Bu minberlerde lanet okuma bid'atı sürüp gitti, nihayet Emevîlerin âdil halifesi Ömer b. Abdülaziz onu yasak etti.
-
68-Emevîlerde Araplık Temayülü
Emevîlerde kuvvetli bir Araplık temayülü vardı. Bunun tesiriyle İslâm öncesi Arap medeniyet ve hayatına ait çok şeyleri dirilttiler. Bu medeniyet mirası içinde hoşa gidip öğülecek bâzı ci-hitler yok değildi. Fakat Emevîler bu milliyetçilikte çok aşırı gittiler, Arap obniyan unsurlara karşı milliyetçilik işini taassup derecesine vardırdılar. Onların haklarını çiğnediler. Halbuki onlar âa şeriat nazarında diğer Müslüman kardeşleriyle müsavi idiler. Zira İslârnda bütün insanlar müsavidir. Arabın Arap olmayına bir üstünlüğü yoktun Üstünlük takva iledir. Fakat Emev'ler mevâli olanlara çok zulüm yaptılar. Hâttâ orduyla gazaya gittiklerinde ganimetten hisse almak hakkından onları mahrum bıraktılar. Böylelikle Allah'ın ganimet hususundaki hükmüne karşı geldiler. Bunun için mevâlî, Emevİere karşı ayaklananların safında yer aî-dılar, Emevlerin idarelerini tanımadılar.
îslâm ülkeleri, bu gibi sebepler yüzünden fitneler içinde çalkalanıyor, fesat içinde yüzüyordu. Ara sıra sükûnet bulsa da bu zahirî idi, külün altında ateş sönmüyordu. Zaman oluyordu, ayaklanmalar yatışıyordu, fakat fitne gizli gizli devam ediyordu. Erae-vî devletini bir daha belini doğrultamayacak şekilde yıkmak için gjzli çalışmalar hiç durmuyordu. Hilâfetin Abbâsîlere geçmesi için daima propaganda yapılıyordu. Sessizce yapılan bu çalışmalar nihayet muvaffak oldu: Emevî devletini temelinden uçurdu yerine Abbasî devleti kuruldu.
Abbasilerden Gördükleri
İşte Emevilerin hüküm sürdükleri müddetçe yaptıklarının kısaca bir levhası. Bunlar arasında halk kitlelerini galeyana getirecek yerler yok değil. Seyyiat ve hasenâtiyle o levha meydanda, herkesin gözünün önünde. Ebû Hanîfe bu dünyaya gözlerini açtığı zaman Emevî hükümetinin en şiddetli ve en zalim idaresini gördü. Emevî hükümetinin en şiddetli ve en zalim idaresini gördü. Emevî zorbalarından Haccâc b. Yûsuf Sekafî idaresinde yaşadı, Haccâc öldüğü zaman Ebû Hanîfe onbeş yaşında idi. Bu yaştaki genç, çok şeyleri anlar. Haccâc'm sert ve şiddetli idaresini gördü. Bunlar, Arap soyundan olmıyan bu genç üzerinde derin tesirler bıraktı. Emevî devleti hakkında hükmünü vermesinde bunların tesiri oldu. Yaşı ilerledikçe bu hükmü de kuvvetlendi, çünkü Emevîlerin Ehl-i Beyte karşı yaptıkları cinayetleri gözüyle gördü. Hâttâ Emevîlerin zulmüne kendisi de uğradı. Onu tazyik ettiler, hapse attılar onların elinden Mekke'ye kaçarak Beytullah'a sığınmak suıetiyle kurtulabildi.
Abbasî devleti işte böyle korkunç bir devirden sonra emniyet ve hürriyet getirmek va'diyle iktidara gelmişti. Ebû Hanîfe'nin ümîdi büyüktü. Onların şefkatli ve merhametli bir idare kuracaklarını umuyordu. Onlar birçok felâketlere uğradıktan sonra bu mevkie gelmişler, zulmün acısını tatmışlardı. Halka merhamet elini uzatmaları beklenirdi. Onun için Ebû Hanîfe, bu ümitle Ebu'l-Ab-bas Seffâh'a seve seve elini uzatarak gönül rizasiyle ona bîat etmişti. Hayatını anlatırken kaydettiğimiz gibi fukahânın arzularına tercüman oimuş, arkadaşları adına tatlı ve güzel konuşmuştu. Fakat Ebû Cafer Mansur'un devri gelince iş değişti. Devlet nüfuzunu takviye için rıfk ve mülâyimet tanımayan bir şiddet ve sertlik göstermeye başladı. Ehî-i Beyte eza ve cefa yaptı. Onların ileri gelenlerini zindanlara tıkü. Hz. Ali taraftarlarının kanları hesapsız akıtılır c)du. Ebû Hanîfe baktı ki, Mansur'un idaresi, Emevîierin idaresinin devamından başka bir şey değil, değişen şey yalnız kuru bir isimdir. Dış değişmiş, iç aynıdır. Yukarıda uzun boylu anlattığı üzere devletle arası bu yüzden açıldı, Ebû Hanîfe'ye eza ve cefâ yapılmağa başlandı ve ölümü de bu yüzden oîdu.
Ebû Hanîfe Irak'da yaşadı. Doğup yetişmesi orada oldu. Ders halkasını orada kurdu. Emevîler devrinin sonunda ve Abbasiler devimin başında Irak şehirleri halkı çeşitli unsurlardan müreşek-kiîdi. Araplarla beraber İranlı, Rum, Hindli ve saire gibi muhfeîi& milletlerle dolu idi. Bu şekilde topluluklarda içtimaî hadiselerin de çok karışık olacağı şüphesizdir. Çünkü muhtelif unsurların muhtelif tezahürleri vardır. Hâdiseler hüküm ister. îslâm şeriatına göre bir hâdise ya mubahtır ona cevaz verilir veyahut da haramdır, men-olunur. Bu gibi çeşitli hâdiseleri inelemeck fakîhin fikir ufkunu genişletir. Onun zihnini açarak mes'ejeler hakkında hüküm verr.îeğe hazırlar. Faraziyeler yürütmeğe alıştırır. Ayrı ayrı mes'eleleri umumî bir kaide altında toplayacak kıyaslar bulmağa sevkeder.
-
69-Çeşît Çeşit Fırkaların Ve Taifelerin Merkezi
Irak muhiti saydığımız bu içtimaî belirtilerden başka bir hususiyeti daha hâizdir ki o da -muhtelif dînî fırkaların yatağı olmasıdır. Gulât-ı Şîa ve mu'tedilleri oradadır. Mu'teziler oradadır. Ceh-niiyye, Kaderiyye, Mürcie ve saire hep oradan çıkmıştır. Bu itibarla orası canlı bir fikir hareketi kaynağı halinde idi. Zaten Irak'ın eski zamandan beri türlü fikir cereyanlarının çarpıştığı bir yer olduğu anlaşılıyor. Onun için tbn-i Ebû'l-Hadîd, Nehc'ül-Belâga şehrinde çeşitli Şîa- fırkalarını Irak'da türeme sebeplerini araştırırken şöyle diyor:.
«Râfızâlerle Hz. Peygamber'in devrinde yaşayanlar arasındaki fırkalardan biri de şudur: Râfizîler hep Irak'da, Küfe sakinlerinden çıkıyor. Irak toprağı her zaman hevâ ve hevesine uyan acaib inanç sahipleri, türlü mezheb erbabı yetiştirir. Bu iklimin insanları her şeyi incelemek isteyen görüş sahibi olurlar. İnançların ve düşüncelerin aslını araştırırlar. Mezheplere karşı gelirler. Kısralar zama-mnda Mani, Disan, Mazdek vesaire hep burada çıktı. Halbuki Hicaz'ın toprağı böyle bir toprak değildir. Hicaz halkının zihinleri de onların zihnine benzemez.»
Bundan da anlaşılıyor ki, Irak hem eskiden ve hem de İslâmiyet devrinde akideler ve inançlar hakkında muhtelif re'ylerin ve görüşlerin kaynaştığı bir yer olmuştur. Bu da şundan ileri gelmektedir: Orada gayet eski zamanlardan beri türlü din salikleri, çeşitli cemaatler yaşamaktadır. Eskiden orada türeyen mezhebler birbirine karışan çeşitli akîdlerin ve halitası gibidir. Dîsaniye ve Manilik, Putperestlik ve Senevliğin Hıristiyanlık prensipleriyle karışmasından ibarettir. Orada çıkan dînî fırkaların çoğunda bu hal görülür, îki akidenin mezcinden başka bir akide meydana çıkarmak kolaydır.
-
70-Gayrî Müslimlerin Yıkıcı Fikîrlerî Neşirleri
Ebû Hanîfe'nin yaşadığı Irak işte böyledir. Emevîler devrinde ve Abbâsîlerin ilk çağlarında burası çeşitli fikir ve mezheplerin kaynaştığı yerdi. Bunlar Müslümanların akidelerini bozmak, din işlerinde onları şaşırtmak için gizlice aralarına sokulurlardı. Müslümanlığın kolay ve açık cihetlerini bile akıl Önünde güçleştirmek veya kurcalamak isterlerdi. Kaza ve kader bahisleri, irade mes'e-lesi gibi ince mes'eleleri ortaya çıkardılar, insan, iradesinde acaba hür müdür ki, kendisine teklif ve emirler vermek ma'kul olsun ve yaptıklarına bir ceza terettüp etsin. Yok, insan iradesinde hür de-ğilde o zaman teklifin hikmeti nedir?[1]
Bu mücadeleler, Müslümanlar arasında gizli bir tertip ile kur-calamrdı. Maksat Müslümanların dîni sarsılsın, islâm düşmanları dîne hücum edecek gedik bulabilsin. Aynı zamanda başka dinlerde olanlar îslâmiyete meyil ederek Müslüman olmasınlar diye araya bir set çekmek istiyorlardı.
Bu gizli gizli sokulan tertipler Müslümanları şüpheye düşürmek, onların görüşlerini parçalamak, aralarında fikir ayrılıkları uyandırmak için yapılıyordu. Bu garip fikirlerin Müslümanlar arasında niza ve çatışmalar uyandırmak için ortaya atıldığında hiç şüphe yoktur. Abbasî devri muharrirleri arasında bu gizli ellere işaret edenler olduğunu görüyoruz. Câhız bazı risalelerinde, Hıristiyanlığı korumak için Müslümanlar arasında ne gibi fikirler uyandırmak lâzım geldiği hususunda Hıristiyanların kendi aralarında, kararlaştırdıkları şeyleri bize sayıp dökmektedir.
Bâzı Hıristiyan tarihlerinde de böyle şeyler görüyoruz. Meselâ Hişam b. Abdülmelik zamanına kadar Emevîlerde devlet hizmetinde bulunmuş olan Şamlı Yuhanna din hususunda Müslümanlarla nasıl mücadele yapacaklarını Hiristiyanlara öğretmiş.
Türâs-ı İslâm eserinin kaydettiğine göre, o şöyle diyormuş:
Eğer Müslüman sana: Mesih hakkında ne dersin? diye sorarsa :
— O, Kelimet'ullahtır, de. Sonra Müslümana:
— Kur'ân'da Mesih nasıl zikrolunmuştur? diye sor. Ve Müslüman ona cevap verinceye kadar hiçbir şey söyleme. Çünkü Müslüman ister istemez şu cevabı verecektir: «îsa b. Meryem Allah'ın Resulüdür, Meryem'e ilkaettiği kelimesidir. Ondan bir ruhtur.»
Bu cevabı aldıktan sonra ona şunu sor:
— Kelimetu'llah ve ruh mahlûk mudur, yoksa gayri'mahlûk mudur?
Eğer mahlûktur, derse ona de ki:
— Ezelden Allah vardı fakat ne kelimesi ve ne ruh vardı.
Bunu söylersen Müslüman-., susup kalacaktır. Çünkü bu ka-naatta olan kimse Müslümanların nazarında zındıktır.»
Açıkça görülüyor ki, Yuhanna kendilerine delil olacak şeyleri hazırlıyor, Müslümanları nasıl izlam edeceğini araştırıyor, sonra kendi dâvasını müdafaa için Allah Kelâmının kadim olduğu mes'e-lesini bu işe karıştırıyor. Halbuki bu mes'elenin bu dâvada hiç yeri yoktur ve ona asla faydası olamaz. Çünkü kelime'nin Allah'a izafet ve nisbeti, ruhun Allah'tan olması bu ikisinin kadîm olduğuna delâlet etmez. Zira Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olduğu kelime, kadîm değildir. Onun yarattığı ruh da böyledir. Hz. İsâ'ya Kelimetu'lîah denildi. Çünkü o Allah'ın mücerred «Ol!» demesiyle oluverdi. Araya baba vasıtası girmeksizin bir «Ol» kelimesiyle oldu. Onun için Kelimetu'lîah denildi. Ona ruh denilmesine, gelince, onun olması, umumî tabiat kanunlarına göre canlılar için ilk madde olan meniden değildi. Şahıslar en bariz haliyle vasıflanırlar.
Bundan sonra Yuhanna îslâm prensiplerini tenkîd edici fikirleri onlara şöyle aşılıyor: Taahhüdü zevcâttan, talâktan, hülleden bahsediyor. Sonra Peygamberimiz hakkında yalan ve iftiralar başlayarak şüpheler uvandırmniia gayret ediyor; Hz. Peygamber'in Zeyneb binti Çahş ile aşk hikâyesini uyduruyor. Sonra Hacer-i Esver'i takdis etmek Haçı takdîs etmek gibidir, diyor.
O yalnız bu kadarla da iktifa etmiyor. Belki de münakaşacıla-nna Müslümanları kader, insan iradesi,[2] iradenin hürriyeti mes'elelerine dalmağa sürüklemelerini öğretiyor. Böylece Müslü-manın zihnini karıştırıyor, onun aklım bir sürü tartışma ve münakaşa çöllerine atıyor. Onların1 arasında bir sürü karışık fikirler uyandırıyor. Maksat Müslümanları şaşırtmak, aralarına tefrika sokmak, sapık düşünceler ve kanaatler ileri sürerek onları ayrı ayn fırkalara bölmek; fikir ayrılıkları yaratmaktır. Ne yazık ki, bunları yapan da Emevî hükümdarlarının kendisine kucak açtığı, hem kendisini ve hem de babasını saraylarında besleyip yetiştirdikleri bir adamdır!
Fîkîr Çarpışmaları Ve Tercüme İşleri
Bu fikir çarpışmaları yanısıra diğer bir fikir hareketi daha vardır ki, o da Emevîlerin zamanında başlamış, Abbasîler devrinde meyvesini vermiştir. Bu da Yunan devrinde başladı. İbn-i Hallikân diyor ki: Hâlid b. Yezîd b. Muâviye Kureyş içinde çeşitli ilimleri en iyi bilen idi. Onun kimya-tib hakkında sözleri vardır. Bunları iyi bildiğini gösterir risaleleri vardır. Bu ilimleri Meryânüs Rumi naramdaki bir keşişten öğrendi. Onun bu konuda üç risalesi mevcuttur. Birisi mezkûr Meryânüsle aralarında cereyan edenleri, ondan öğrendiği ve gösterdiği rumuzları ihtiva eder.
Abbasîler devrinde tercüme hareketlerinin canlanmasiyle başka milletlerin fikir ve felsefesiyle'yaRTndan temas imkânı genişledi. Böylelikle Yunan, Iran ve Hind tefekkür ve görüşleri Müslümanlar tarafından bilinmiş ve îslâm düşüncesi üzerinde bunların tesiri olmuştur. Bu tesir çeşitli yönlerden olmuştur ve bu, felsefeyle meşgul olanın aklının ve dîninin kuvvet derecesine göre değişir. Aklı doğru, îmanı sâdık olan kimse, karşısına çıkan felsefe düşüncelerine akıl kuvveti ve îman ihlâsiyle hâkim olur, onların tesiri altında kalmaz. Onları hazmeder körü körüne onlara uymaz, onları kendine uydurmak fikrini, idrakini genişletir, aklını parlatır. Aklı hafif olanlar ise o fikirleri kaldırmaz, onların karşısında ezilir, eski ile yeni arasında şaşırır kalır. Fikir anarşisi içinde bocalar durur. Kararsızlıktan bir türlü kurtulamaz. Onun için bakıyoruz ki, bâzısı şair, bazısı muharrir, bazısı ilim adamı olmak üzere bir takım kimseler o nevi fikirlerle karşı karşıya gelince onîara dayanamamışlar, onları hazmedememişler, dimağları bu yabancı fikirlerin istilâsına uğramış şaşırıp kalmışlar!
Bu saydıklarımızın yanı sıra diğer bir zümre daha vardır ki, onlar da zındıklardır. Bunlar İslâm cemaatını fesada uğratacak düşünceleri ilân edip yayarlar, îslârm yıkacak şeyleri ortaya sürmekten çekinmezlerdi. îslâmı sarsmak, Müslümanları küçültmek için her hiyleye başvururlardı. Bunların içinde bazıları îsîâm hakimiyetini kaldırarak, yerine eski Iran hâkimiyetini diriltmek isterlerdi. Nasıl ki Mehdi devrinde Abbasî devletine karşı ayaklanan Mukanna Horasanı bunu yapmak istemişti.
-
71-Bu Hercümerc Îçlnde Ebû Hanîfe
işte bu saydığımız şeylerin cümlesi, Irak'da fikir münazaraları çıkmasına, birbirine zıd ve aykırı görüşler ve kanaatler arasında boğuşmalara sebep olmuştur. îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe işte böyle bir asırda yaşamıştır. Bu fikir boğuşmalarının asıl merkezi Irak'tı. Hiç şüphesiz ki, îmâm-ı A'zam bunlara karışacak, bu bahislere o da dalacaktı. Fakat o bunlara, dînini tamamiyle anlayan, îmanı kuvvetli bir Müslüman sıfatiyle daldı. Sapık fırkalara, çeşitli mezheplere karşı vukufla ve şerefle îslâmı müdafaa etti. Türlü dînî fırkalarla mücadelede onun sağlam bir görüşü, şerefli bir mevkii haiz olduğu şüphesizdir. Ondan bu hususta naklolu-nanlar onun akîdeye dair görüşlerini teşkil eder.
Tedvinîn Başlaması Ve Dîn Îlîmlerî
İşte o devirdeki felsefe ve fikir temayülleri ve bunların o büyük fakîh Ebû Hanîfe üzerindeki tesirleri böyledir. Şimdi de bu asırdan, biraz da din ilimleri bakımından bahsedelim :Sadr-ı îslâmda ilim şifahî idi, yâni başkalarından dinlemek suretiyle alınırdı. Fakat sonraları ilim sahası genişleyip bazı kimseler muhtelif ilimleri öğrenmeye başlayınca, Emevî devrinin sonlarında ulemâ ilmi tedvin etmeğe yâni yazı ile tesbit etmeğe başladılar. Dînî ilimler ve Ulûm-ı Arabiyye birbirinden ayrıldı. Her iklimde, kendilerini o ilme veren ihtisas sahipleri yetişmeğe başladı. Her ilmin esasını ve kaidelerini tesbit edenler çıktı. Emevî devri sonlarında fukaha, fıkıh ilmini, muhaddisler Hadîs ilmîni tedvine başladılar. Hicaz fukahası : Abdulîah b. Ömer'in Âişe'nin, İbn-i Abbas'ın fetvâlariyle onlardan sonra gelen Medine'deki kibâr-i Tabiînin fetvalarını topluyorlardı. .Onları inceliyorlar,, onlardan hüküm çıkarıyorlardı. Irak fukahası ise Abdullah b. Mcsud'un fetvâlariyle Hz, Ali'nin hüküm ve fetvalarını, Kadı Surayh ve diğer Küfe kadılarının verdikleri mahkeme kararlarını topluyorlar, onlardan hüküm çıkarıyorlar ,yeni hüküm verme yollarını buluyorlardı. Abbasîler devri gelince Hadîsler de fıkıh bablan üzere tertiplenerek tedvin işi gayet genişledi.
îş yalnız bu saydıklarımıza münhasır değildi. Şiâ fukahâsı da kendi re'y ve görüşlerini toplayıp tedvin ediyorlardı. Milano'da bazı îslâm eserleri bulundu. 122 hicrî yılında şehid edilen imâm Zeyd b. Ali'ye mensup fıkha dair yazma bir eser bunlar arasındadır. Elde mevcut ve matbu olan Kitab-ul Mecmû'çla bu imâma nis-bet olunmaktadır. Bu nisbet sahih olsun olmasın, muhakkak olan bir cihet varsa o da îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe zamanında Şia'nın Zeydiye konulan maruf ve belli görüşleri ve re'yleri vardı. Ebû Hanîfe bunlardan haberdardı. Tercüme-î hâlinden biliyoruz ki, onun Zeyd b. Ali ile daima münasebeti vardı. Cafer Sâdık'la, Mu-hemmed Bâkır'la ilmî münasebet bağları mevcuttu. O, îmâmiyye-nin oniki imâm ve îsmâiliyye imamlarının fıkhını biliyordu.
-
72-Çeşîtlî Münazaralar
O asır, münazaralar, mübahaseîer asrı idi. Muhtelif dînî fırkalar arasında, Şîa ve Ehl-i Sünnet arasında. Haricîlerle başkaları orasında bu gürültülü münazaralar durmadan devam ediyordu. Sapık fırkalar diğerleriyle boğuşuyor Mu'tezile Ehl-i Sünnete çatıyor, Ehl-i Sünnet ulemâsı doğru ve sağlam İslâm akidelerini müdafaaya çalışıyorlardı. Ulemâ bu münazaralar için bir yerden başka yere giderlerdi. Yukarıda geçtiği üzere birçok sapık fırkalarla mücadele yapmak için Ebû Hanîfe Basra'ya 22 defa gitmiştir. Bazı Basra ulemâsı da münazaralar yapmak için Kûfe'ye gelirlerdi.
Hac mevsimi, ulemâ bir araya toplanınca fıkıh münazarası mevsimi halini alırdı. Bakarsın Ebû Hanîfe Evzâî ile münazara yapıyor, îmâm Mâİik'İe mübahase ve müzakerelerde bulunuyor. Fukahârın mübahase ve münakaşaları, sapık fırkalarla yapılan münazaralardan çok daha hayırlı ve yararlı oluyordu. , .
Bu münazara ve münakaşalara bazan memleket taraftarlığı, hemşehrilik,gayret ve taassubu da karıştığı olurdu. Basra ve Küfe uleması iki cepheye bölünmüştü. Birbiriyle münakaşa yaparlardı. Herkes memleket gayreti güderdi. Kendi memleketi kazanırsa pğü-nür, yenilirse yerinirdi. Hattâ bu halin bazan seçkin, ve halis ulemâ arasına bile sokulduğu olurdu. Bu kabilden bir olayı nakledelim :
Yusuf b. Hâlid es-Semtî'nin[3] Ebû Hanîfe ile ilk defa görüşmesine dair olan o hâdiseyi îbn-i Bezzazı Menâkıb'ından dinleyelim : «Hilâl b. Yahya er-Re'y diyor ki: Yusuf b. Hâlid es-Semtî anlatırken dinledim; şöyle dedi: Ben Osman el-Bettî'nin dersine devam ederdim. OA Hasan Mutezilî ve îbn-i Şîrîn mezhebine kayardı. Onların mezheplerini öğrendim. Bu hususta münazaralarda bulundum. Küfe ulemâsını da görüp onların mezheplerini de öğrenmek istediğimden Kûfe'ye gitmek üzere kendisinden müsaade istedim. Ve Küfe'ye gittim. Bana Süleyman A'meş'i tavsiye ettiler. Çünkü .Hadîsde en kıdemli âlim o idi. Hadîsde soracak bazı mes'elelerim vardı. Onları muhaddislere sormuştum. Fakat hiç birisi bilememişti. A'meş'in halkasına oturdum. Ve bunları ona açtım:
— Getir göreyim, dedi. Yanına vardım. Bana:
— İhtimal ki sen de Basrahlar, Kûfelilerden daha bilgili dersin. Hayır, hayır, Kûfe'nin sahibi aşkına bu böyle değildir. Basra ancak hikayeci, veya rüya tabircişi veya ağlayan yaşcı çıkarır. Val-Iah şu Kûfe'de, Arablarmdan değil, Mevâlîsinden olan o tek adam yok-mu, işte o hepsine yeter, öyle mes'eîeler bilir ki, onları ne Hasan, ne İbn-i Şîrîn, ne Katâde, ne Osman el-Bettî bilir, ne de başkaları.
A'meş konuşurken öyle kızmıştı ki, asâsiyle bana vuracak diye korktum. Sonra yammdakilerdcn birine dedi ki:
— Bunu Nu'mân'ın (Ebû Hanîfe'nin) meclisine götür, vAllah onun en küçük talebesini görse, mahşer halkının hepsine cevap yetiştirmeğe kadir olduğunu anlar.
İçime öyle bir korku girdi ki, derecesini Allah bilir. Adam kalktı. Ben de arkasından yürüdüm. Mescidden çıktıktan sonra:
— Nu'mân, Benî Haram mahallesinde bulunur. Orada sor, c bu mes'eîeleri en iyi bilendir. Benim işim var oraya kadar gidemi yeceğim, sen yürü dedi.
Ben de sora sora aramağa başladım. En sonunda Benî Ha ram mahallesine geldim. İkindi vakti olmuştu. Baktım Öteden bi: adam geliyor, güzel yüzlü, temiz elbiseli. Arkasından da O'na ben zer bir oğlan var. Yaklaşınca selâm verdi. Sonra minareye çıktı Güze! bîr ezan okudu. Anladım ki, Nu'mân bu zat olacak. Minare den inince iki rek'at namaz kıldı. Namaz kılışı Hasan ve îbn-i Sî rî'nin namazlarına çok benziyordu. Etrafında talebeleri topland; öne geçti. Onlara namaz kıldırdı, tıpkı Basrahlann namazı gib Namaz tamam olup selâm verince arkasını mihraba dayadı, yi zünü cemaata döndü. Onları selâmladı. Sonra yanmdakilerde her birine hal-hatır sordu. Sıra bana gelince:
— Sen yabancısın galiba, Basrah mısın? dedi.
— Evet, dedim.
— İsmin nedir? diye sordu.
Ben de ismimi, nesebimi söyledim. Sonra künyemi sord Künyemi söyleyince:
— Osman el-Betti'nin dersine devam edenlerden misin? dec
— Evet, dedim.
— Eğer o bana yetişseydi, kavillerinin çoğundan vaz geçeri
Sonra bana:
— Soracağın mes'eleîeri sor bakalım, dedi. Arkadaşlard: önce sen başla. Çünkü sen garîbsin. Senin gibi fıkıh meraklıların hak-ı takaddümü vardır. Yeni gelen yabancı, dehşet verir; her ( lenin de bir haceti vardır.
O gün mes'eleîeri ben sordum, o cevap verdi. A'meş'le aram dakî geçeni de ona anlattım. Allah selâmet versin ona, memleke nin ismini başkasiyle yükseltmek istiyor...
Hasan-ı Basri ve lbn-i Şîrîn, bu iki faziletli zat, A'meş'in dediklerini doğru çıkarır şekilde birbirlerine atıp tuttukları olur* Ibn4 Sîrin, Hasan-ı Basrî'ye tariz yapar: Sultandan atiye ve ihs kabul ediyor, muhal şeyleri rivayet eyliyor, arzusuna göre söylüy Tsadere kail, sanki yerin sahibi o, iş onun elindeymiş gibi konuşuyor. îbn-i Şîrîn söylediği için bir gün Hâlid el-Hazzâ, meclisini bile terketti...»
Hasan da tbn-i Şîrîn'e ta'riz yapardı: Bir tulum suyla abdest alır, sabahleyin ise üç tulum suyla oğuna oğuna yıkanır. Kendine azap veriyor. Peygamberin sünnetinin hilafını yapıyor, rüya tabir ediyor sanki Yâkub Aleyhi's-Selâmın âlinden. Bırak onu sen lâzım olanı öğren. Milletler sizden önce birleşmemişler ve birleşe-mezlcr. Allah'u Teâlâ buyurur ki: «İhtilâf üzere devam ediyorlar, ancak Rabb'ının acıdıkları müstesnadır.» Onları bunun için yarattı. Eğer böyle olmasaydı, takdirât cereyan etmezdi. Tabiatîer türlü türlüdür. Herkes kendi yolunca işliyor. Kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbımiz en iyi bilendir, dedi ve sonra sükût etti.
Yûsuf b. Hâlid es-Semtî diyor ki: Sonra ona :
-— îhtilâf mevzuu olan şu kader mes'elesi hakkında ne dersin? diye sordum. Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
— Bilindiği gibi Basrahlar Kûfeliler kader mes'elesinde ihtilâfa düştüler. Bu mes'eîe gayet müşkil bir iştir. Bu, insanların halline takat getiremiyecekleri bir meseledir ki, anahtarı kaybolmuştur. Eğer anahtarı bulunursa içinde ne olduğu bilinir. Bunu ancak Allah tarafından gelen haberci açar, Allah indinde olanı o haber verir. Fakat bu devir geçti. Bizim dediğimiz iki kavli arasında orta bir kavildir. Ne cebriyecilik, ne de büsbütün tefviz. Allah'u Teâlâ kullarına takat getirmiyecekleri şeyi teklif etmez. Onlardan yapamıyacaklarım istemez. İşlemedikleri bir şeyden dolayı onlara ıkab etmez. Bilmedikleri şeyler hakkında münakaşaya dalmalarına rızası yoktur. İçinde bulunduğumuz ahvali Allah en iyi bilendir. Doğru ve sevap olan, O'nun nezdindedir. Biz içtihad ederek doğruyu araştırıyoruz. Her müetehid isabet eder. Allah bilmiyecekleri bir şey hususunda içtihad yapmalarım asla emretmez. Allah her niyaz edenin veiisidir. Herkes O'nun rızasını arar. Allah bizi ve sizi sevdiği ve razı olduğu şeye muvaffak buyursun.»[4]
Yûsuf Semtî'ye Verdiği Cevaptan Alınanlar
Yûsuf b. Hâlid Semtî'nin Ebû Hanîfe ile ilk görüşmesine dair sözler işte böyledir. Bunlar herkesin kendi memleketinde nasıl taraftarlık yaptığını gösterir. Basrahlar kendi ulemâsını ve onların bilgilerini öğüyorlar, Kûfeliler kendi, ilim adamlarım göklere çıkarıyorlar. Bu hâdise bize Hicaz ulemâsı ile Irak ulemâsı arasındaki cidalin sebeplerini biraz açıklamaktadır. Hicaz ve Irak'ın iki cepheye ayrılması yalnız görüş ve usul farkından ileri geliyor değildi. Buna muhît ve memleket tarafgirliği de karışıyordu. Bu bize aynı zamanda ulemâ arasındaki ihtilâfları da göstermektedir. Aralarında arasira sert tenkidler oluyormuş demek. Tabiînden olan Hasan ile îbn-i Şîrîn her ikisi de değerli din âlimlerinden oldukları halde, usûl ayrılığı yüzünden birbirlerini tenkid ediyorlar!
Ulemâ arasında bâzı mes'elelerde şiddetli ihtilâflar olduğunu görüyoruz. Muhaliflerini dille yaralayanlar var. Ebû Hanîfe, asrının ruhunu işte böyle gayet iyi biliyor, ulemâyı ve onların ruhunu anlıyor. Kendisi fikir istiklâlini muhafaza ediyor. Aklını hakem yapıyor, o hadiselerin içine nüfuz eden bir araştırıcı sıfatiyle her şeye vâkıf bir mütefekkirdir.
Aklı onu şaşırtıp boş meydanlarda djU^tmuaz. Aklını gücü yetmiyecek bir şeye zorlamaz. însan fikrinin fcavramıyacağı şeylere zihnini yormaz. O, kader mes'elesiin" anahtarı kaybolmuş bir mes'ele addediyor, ne doğru!
80- Îçtîmal Ve Fikri Cereyanlar
İşte Ebû Hanîfe zamanındaki fikrî ve İçtimaî yönelimlerin ana hatları bunlardır. Biz burada bu kadarla iktifa ediyoruz. Onun şahsî tefekkürâtına taallûk edenleri yeri gelince c-v a bahis konusu yapacağız. Bunların bir kışını itikad ve kelâmaaKİ mezhebine, bir kısmı da fıkhı içtihadlarınıı taallûk eder...
Bu ihtilaflı mes'elelerin bayında re'y ve Hadîs meselesi gelir ki, o asırdaki fukahâ arasında en hararetli münakaşa mevzuu olmuştur. Diğer bir ihtilâf mevzuu ise Sahabenin ve Tabiîn fetvaları mes 'e leşidir.
Bunlardan sonra dînî fırkalırdan siyasî cereyanlardan da bahsedeceğiz. Çünkü Ebû Hanîle bunlarla mübahaselerde bulunmuştu, bu hususta da görüş sahibi biı zattır.
-
EHL-İ HADİS VEEHL-İ RE'Y
73- Münakaşası Yapılan Mes'eleler: . Sünnet Ve Re'y
Hz. Peygamber'in âhirete irtihallerinden başlıyarak îmâm Şafiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fukahâ iki kısma ayrılır. Birinci kısım re'y ve kıyas fukahâsı diye anılır, diğerleri de rivayet ve Hadîs fukahâsı namiyle meşhurdur. Ashabın fukahâsı arasında re'y fukahâsı diye şöhret bulanlar olduğu gibi rivayet vö Hadîs ehli olanlar da vardı. Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn de böyle idi. Sonra müctehid imamlar, Ebû Hanîfe, îmâm Mâlik ve diğer fukahânın da böyle olduklarını görüyoruz. Kimisi re'y ve kıyasla meşhur, kimisi Hadîsde şöhret sahibi olmuştur. Bunu kısaca da olsa biraz açıklayalım:
Şehristânî el-Milel ve'n-Nihal'de diyor ki: «îbâdât, muamelât vesâirede hâdiseler ve vukuat sayılmayacak kadar çoktur. Şu cihet de malûm ki, her hâdise hakkında bir nas gelmemiştir ve buna imkân da yoktur. Naslar mahduttur. Halbuki hadisler sonsuzdur, sonsuz olan bir şey sonu olanla nasıl tahdit olunur ve bir kaide altına alınabilir? öyle olunca içtihad ve kıyasa olan lüzum ve zaruret kendiliğinden meydana çıkar. Hâdiselerin hükmü içtihadla beyan olunmak icabeder.» Hz. Peygamber'in âhirete intikallerinden sonra Vahy kesilmiş olduğundan Ashab sonu kesilmeyen hâdiseler karşısında kaldılar. Ellerinde Allah'u Teâlâ'nın Kitabı ve Resulünün Sünneti var. O yeni hâdisenin hükmünü bulmak için evvelâ Kitaba baktılar. Eğer sarih bir hüküm bulamadılarsa o zaman Hazret-i Resûl'ün Süneline müracaat ettiler. Hz. Peygamber'in bu gibi hâdiselerde emsaline ne hüküm verdiğini anlamak hususunda As-hâb-ı Kirâm'ın hafızalarına baş vurdular. Eğer bu hâdise hakkında bir Hadis bulamazlarsa o zaman kıyasa gittiler, re'yleriyle içtihad yaptılar. Hâkim nasıl ki, evvelâ Kanunda sarih bir hüküm arar, kanunun metnine bağlıdır. Kanunda bir hüküm bulamazsa o zaman önündeki dâva hakkında hakkaniyet ve insaf, dairesinde adalete uygun gördüğünü tatbik eder.
îşte fukahânm tuttuğu yol budur. Hâdiseyi önce kitap ve sünnete tatbik ediyorlardı. Onlarda bulamazlarsa o zaman içtihat yo-Iiyle kıyasa gidiyorlardı. Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eş'ârî'ye yazdığı mektupta bu noktayı çok güzel anlatıyor ve diyor ki: «Kitapta ve, Sünnette bulunmayanlardan gönlüne yatışmayanları gayet iyi anla. Benzer mes'eleleri ve misli olanları iyi tanı, ondan sonra işleri birbirine mukayese yap.»
-
74-Ashabın Re'y Île Amelî Kabulü
Ashâb-ı Kiram re'y yoliyle içtihad ve kıyası kabul etmişlerdir. Yalnız onu kabul edip alma miktarı birbirine uymaz. Bir kısmı çok almıştır, diğer bir kısmı daha az almıştır. Hattâ Kitap ve Sünnet'-te bulunmıyan hususlarda re'y ve kıyasa gitmeyip tevakkuf edenler, bii- şey yapmadan duranlar da vardır.
îşin doğrusu ve açıkçası şudur: Ashab-ı Kiram Kitap ve Sün-net'e itimatta ittifak halindedirler. Eğer onlarda bulamazlarsa o zaman meşhur olan Ashabın fukahâsı içtihad ve kıyas yoluna giderlerdi. Ashâb'ın bir kısmı. Hadîsi Şerifi Resûl-i Ekrem'den işittikleri gibi belki aynen belleyememiştir diye rivayetten çekindikleri gibi, belki yanılırım korkusiyle kendi re'y ve içtihadiyle fetva vermekten sakınanlar da olurdu. îmrân b. Husayn şöyle derdi : «Eğer istemiş olsam Resûî-i Ekrem'den hiç ara vermeksizin iki gün Hadîs rivayet edebilirim. Fakat beni bu rivayetten alıkoyan şey şudur : Ashâb'dan bir kısım zevat, ben nasıl dinledimse Resûlullah'-tan Hadîs dinlediler. Öyle Hadîsler rivayet ediyorlar ki, dedikleri gibi hiç de değil! Onların karıştırdıkları gibi ben de karıştırmaktan endişe ediyorum.» Ebû Amr eş-Şeybânî diyor ki : îbn-i Mes*-ûd'un meclisinde oturdum. Öyle sık sık : Peygamberimiz dedi ki, demezdi. Hadîs rivayet ederek : Peygamberimiz buyurdu dedi mi; onu bir titreme alırdı. (Böyle dedi, buna benzer, buna yakın bir-şey dedi) derdi. Abdullah b. Mes'ûd, Resûlullah'ın lisanında yalan söylemektense kendi re'y ve içtihadıyla fetva verip hata etse bile o hatanın mes'uliyetini yüklenmeyi tercih ederdi. Bir mes'ele hakkında kendi içtihadiyîe fetva verdiği zaman : «Bu benim re'yimdir, eğer doğru ise Allah'tandır. Eğer hata ise kusur benimdir» derdi. Bir mes'ele hakkında verdiği hüküm ve fetvaya uygun bir Hadîs-i Şerifi Ashabdan biri rivayet ederse bunu duyunca sevinçten uçardı. Nasıl ki, mufavvaza mes'elesinde böyle idi. Mufavvaza için mehr-i misille hükmetmişti. Ashabdan bâzıları Resûî-i Ekrem'in de bu mes'elede onun hükmü gibi hüküm verdiğini söylemişlerdi. Buna çok sevinmişti.
Re'y. ve içtihadîariyle hüküm verenleri beğenmiyen ikinci sınıf. Kitap ve Sünnet'ten delil olmaksızın Allah'ın dîninde hüküm yürütüyorlar diye kızıyorlardı.
Hakikaten Ashâb-ı Kiram dînî gayret ve vicdanlarından aldıkları kuvvetle iki şeyi gözönünde tutuyorlardı.
1- Hz. Peygamber'in söylemediği bir şevi yalancılıkla söylemiş olmak korkusundan, çok Hadîs rivayetinden çekmiyorlardı. Dehlevî Huccetu'l lâhil'l-Bâliga kitabında şunu naklediyor: «Hz. Ömer Ensar'dan bâzı zevatı Küfe'ye gönderiyor. Onlara dedi ki: Siz Kûfe'ye gidiyorsunuz. Onlar Kur'ân okurken sesleri etrafı tutan bir cemaattır. Size gelir, Hadîs sorarlarsa Hadîs rivayetini biraz az yapın,»
2- Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber'den menkul bir eser rivayet olunmıyan hususta re'y ile hükümden çekinirlerdi. Bunda kendi re'yleriyle birşeyin haram veya helâl edilmiş olması endişesi vardı. Fakat hâdiselerin hükmünü beyân için yapılacak başka iş de yoktu. Onun için Ashabın bâzıları Hz. Peygamber'den Hadîs rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler. Bâzıları da Hz. Peygamber'den bir eser ve Hadîs rivayet olunmıyan hususlarda kendi re'y ve içtihadîariyle hüküm verme yolunu tuttular. Bununla beraber ^ğer re'y ile hüküm verdikten sonra bu hususta bir Hadîs bulunduğunu öğrenirlerse derhal o rey'den döner, Hadîsi alırlardı. Ashâbdan birçokları böyle hâdiselerle karşılaşmışlardır. Hz. Ömer de böyle yapmıştır.
-
75-Tabiînin Görüşleri
Ashâbdan sonra onların talebeleri olan Tabiîn gelmiştir. Onların devrinde de iki şey ortaya çıkmıştır :
1- Müslümanlar birçok fırkalara ve gruplara ayrılmıştır. Aralarında şiddetli ihtilâf fırtınaları esmeğe başlamıştır. Bu ihtilâfların tesirleri de çok şiddetli olmuş gayet ağır neticeler doğmuştur. Taraflar karşılıklı birbirlerine küfür, fısk ve isyan damgasını basmışlar, birbirlerine kılıç çekmişler, kan bile dökmüşler-, dir. islâm birliği parçalanmıştır. Ümmet: Haricîler, Şia, Ehl-* Sünnet fırkalarına ayrıldı. Manzara çok hazindir. Emevî saltanatım tutanlar ve ona karşı duranlar olduğu gibi ümmetin üzerine çöken bu belâlara -sabırla fitnelere kanşmayıp bir köşede sakin sakin duranlar da bulunuyor. Hariciler de aralarında birçok kısımlara bölündüler : Ezârıka, İbâziye, Necdât ve daha bir sürü isimler aldılar. Şiâ tfa birbirine uymaz kısımlara bölündü. Hattâ bir kısmı Öyle kanaatlere saplandılar ki, İslâmiyet dairesini aştılar. Şîâ arasında öyleleri vardır ki, Müslümanları ifsat etmek için dıştan İslâm görünmüşlerdir. Maksatları îslâmı esasından sarsmaktı. Böylece kendi milletlerinin eski devİeî ve hâkimiyetlerini tekrar diriltmek, hiç olmazsa en azından kendi hâkimiyetlerine son veren Müslümanlardan öc almak istiyorlardı.
Bunların bir neticesi olarak ortaya çıkan dîn! müşkiîlerden biri de Hz. Peygamber'in lisanından yalan Hadîs rivayet etmenin çoğalmış olmasıdır. Bu iş samimî îman sahiplerini cidden düşündürmeğe başladı. Bu kabil uydurma Hadîsleri önlemek için çare aradılar. Ömer b. Abdüîâziz. Hadîslerin toplanıp yazılmasını düşündü. Sahih ve doğru Hadîsleri toplayıp tesbit etmek lâzım geliyordu.
2- Medine'nin ilmî üstünlüğü azalmağa yüz tutmuştur. Sa* hâbe zamanında bilhassa fıkhî içtihadlarda altın devri sayılan Hz. Ömer devrinde Medine-i Münevvere, Ashabın ulemâsının ve fuka-hâsımn yuvası idi. Medine haricine çıkanlar bile orayla ilmî bağlılıklarını devam ettiriyorlar, ortaya çıkan yeni bir mes'ele hakkında Medine ile fikir müdavelesi yapıyorlar» daima yazışıyorlardı. Hz. Ömer'in siyaseti, Kureyş'in ekâbirinin Hicaz topraklarından dışarı çıkmasına müsaade etmezdi. Muhacirin ve Ensâr'm ekâ-biri ancak onun müsaadesiyle merkezden ayrılabiliyorlardı. Onların daima gözönünde bulunmalarını isterdi. Hz. Ömer'in vefatından sonra Ashabın ekâbiri diğer memleketlere yayıldılar. Her birinin fıkıhta takip ettiği bir usûlü vardı. Her biri bir çığır açtı, bir ekol kurdu. Sonra Tabiîn devri geldi. Bunlar Medine'de kalan veya oradan ayrılan fukahânın talebeleri demektir. Bunlar bulundukları şehirlerin fukahâsı oldular. Böylelikle bulundukları muhît icabı görüş ayrılıkları başladı. Her biri bulunduğu mahallin örf ve âdetlerini nazan itibare alırdı. Her muhitin kendine mahsus mes'e-leîeri vardı. Bundan başka Tabiîmden olan fakîh o muhîte gelen Sahabînin fıkıhtaki metodunu tâbi idi; onun rivayet ettiği Hadîslere uyardı. Bu gibi sebeplerle muhtelif fıkıh görüşleri ortaya çıktı. Herbiri Kur'ân-ı Kerîm'den ve Peygamber'in Sünnetinden yardım-îanıp dîne uygun fetva vererek hakkı arıyordu
-
76-Ashab-ı Kîrâm'ın İkî Usul Takîbî
Sahabe devrinden bahsederken gördük ki, onlar fıkıhta iki çığır takip ediyordu. Bunlardan birincisinde: Re'y ve içtihad çoktur, rivayet azdır. Fakat sahih bir Hadîs bulunursa içtihaddan sonra yine rivayete dönerlerdi. Yâni rivayet olmayınca içtihada giderdi. İkincisinde : Rivayete çok yer verilir, ondan ayrılmazlar, Allah'ın dînine kendi re'yini karıştırmaktan kaçınmak için rivayet olmıyan hususta fetva vermemeyi tercih ederlerdi. Tabiîn devrine gelince bu iki usûl arasındaki aralık daha genişledi. Her iki taraf kendilerinden önceliklere nisbetle birbirlerinden çok daha uzak-' laştilar. Rivayet yolunu tercih edenler, kendi yollarına daha çok sarıldılar. Ortalığı kaplayan fitnelerden korunmayı ancak bunda gördüler, Sünnete sarılmaktan başka çare bulamadılar. Diğerleri ise baktılar ki, Hz. Peygamber'in lisanından Hadîs uyduran yalancılar türedi, yalan hadîsler çoğaldı. İslâm fütuhatının genişlemesiyle Müslüman olan yeni milletlerle yeni fikir temasları başladı. Yeni hâdiselerle karşılaşıldı. Burada gözden kaçmaması gereken diğer bir nokta daha var : Tabiînin ekserisi mevâîîdendi. Onlar eski medeniyetlerin sahihleri olan milletlerin mirasçısı idiler. Eski bir kültürleri vardı. Bunu da taşıyorlardı. Böylelikle iki yol arasındaki mesafe daha genişledi. Halbuki eskiden bu iki yol birbirine çok yakındı, aralarında yalnız bir çizgi vardı.
İhtilâfın esası Sürmeli delil olarak kabul etme işi değildir. Çünkü onda müttefiktirler. Asıl ihtilâf re'y ve kıyası kabul edip ona göre hüküm verip vermeme hususundadır. Ehl-i Hadîs re'y ve kıyası ancak bir zaruret halinde, rauztar kaldıkları zaman alıyorlardı. Keza vuku bulmayan hâdiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı. Anvak vuku bulan hâdiseler için hüküm ve fetva veriyorlardı. Vâki olan mes'eleîeri atlayıp farazi mes'elelere geçmiyorlardı. Ehî-i re'ye gelince mademki Önlerindeki mevzu hakkında bir hadîs bulamıyorlar, öyleyse önlerine getirilen ve hal bek-
-leyen bu mes'eîe hakkında re'y ve içtihadyoliyîe hüküm vermek lâzımdır. Onlar, hem de yalnız vâki olan mes'eleler hakkında hüküm çıkarmakla iktifa etmiyorlar, vâki olmamış mes'eîeleri de farz ederek vukuu muhtemel mes'eleler için re'y ve kıyas voliyle peşin hükümler hazırlıyorlardı. Dikkat edilirse görülür ki, Ehl-i Hadîsin ekseri Hicaz'da idi. Çünkü orası Ashâb-ı Kirâm'ın vatanı ve vahiy diyarıdır. Oralarda sakin olup onlarla görüşen tabiîn, çok kıyas ve re'y taraftan olmıyan Ashâbdan ders aldılar. Çok re'y kullanan Sahâbînin talebesi olan da onun re'ylerini rivayet etmekle iktifa etti, daha ileri geçemedi. Re'y ve kıyascıların çoğu Irak'da yetişti. Çünkü onîar Abdullah îbn-i Mes'ûd'dan ders aldılar. O ise, belki yanılırım endişesiyle, Hz. Peygamber'den Hadîs rivayet etmekten biraz çekinirdi. Halbuki kendi re'yiyle içtihaddan çekinmezdi. Şayet içtihad yaptığı mevzuda sahih bir Hadîs duyarsa derhal içtihadından dönüp Hadîsi delil olarak alırdı.
Hadîs râvîlerinin ekserisi Hicaz'da idi. Irak ise felsefe ve eski ilimler yatağı idi. Eskİdenberi birçok mektepler kurulmuştu. Bu gibi şeylere alışık olanlar re'y ile içtihad yolunu tutarlar. Bilhassa orada Hadîs rivayeti için lâzım gelen şartlar da azdı. Bu gibi sebeplerle Irak'da rey ve kıyas aldı yürüdü.
-
77-Tabiin Devrinde İhtilâfın Artması
Tabiîn devrinde rev ve ictihaîn fukahâ ile muhaddis fukafıâ arasında ihtilâf boşluğu genişledi. Tebe-i Tabiîn ve mezheb sahibi olan müctehitler devri gelince aradaki mesafe daha da arttı. Mezheb sahipleri olan müctehitler devrinin başlarında bu ihtilâflar son derece şiddetli idi. Fakat iki taraf birbiriyle görüşüp mübaha-selere girişince birbirine yaklaşmağa başladılar, karşılıklı fikir teatîsi yaptılar. Hadîs ehli tevakkuf mevkiinden çıkıp bâzı hallerde re'y kıyası almak zorunda kaldılar. Re'y ve ictihadcılar da, Hadîslerin tedvîn olduğunu, sıhhat derecelerinin incelenip tesbite başlandığını görünce Hadîse yaklaştılar, re'ylerini Hadîsle teyide başladılar. Fetva verdikleri zaman bilmedikleri bir Hadîsi sonradan duyunca hemen re'y ve içtihadlanndan dönerek Hadîsi kabul ettiler.
Bu konuyu biraz daha izah edelim. Çünkü bu devir, fıkhın geliştiği, islâm hukukunun işlendiği mühim bir devirdir.
Bu asırda Hz. Peygamber namına mevzu Hadîsler uydurma işi durmuş değildi. Çeşitli fırkaların kendi görüşlerini sözle müdafaa etmek için harekete geçmeleri, bu fırkaların kendi görüşlerine göre uydurdukları Hadîslerin şuyûuna, herkesçe duyulmasına, Müslümanlar arasında yayılmasına sebep oldu. Kadı Iyâz bu yalancıların bâzısının ismini yererek Peygamber'în lisanından yalan söylemeleri sebeplerini şöyle anlatıyor: «Onlar birkaç türlüdür. Bir kısmı Peygamber'in asla söylemediği sözü uydurur, bunu ya zındıkların yaptığı gibi istihfaf ve dîni küçültmek için yapanlar olduğu gibi, dîne hizmet ve sevap kasdiyle yapanlar da olmuştur. Bâzı cahillerin, fazâile dair, teşvik için Hadîs uydurmaları böyledir. Bunu garip şeylere nam kazanmak için yapanlar da olmuştur. Bâzı fasık hadîsciler gibi. Mezheb taassup ve gayretleriyle de Hadîs uyduranlar vardır. Bid'atçıların, mezheb mutaassıplarının uydurdukları hadîsler gibi. Ehl-i hevânın gözüne girmek, yaptıklarını doğru göstermek için Hadîs uyduranlar olmuştur. Bu sınıfların her biri Hadîs ulemâsı ve ilmi Rical erbabı nezdinde bellidir. Bunlardan bâzıları Hadîsin metnini uydurmaz, fakat zayıf olan sened yerine sahih ve meşhur bir sened uydurur. Bâzıları senedleri ters çevirir, senede ilâveler yapar, değiştirir. Bunu başkalarını garip göstermek veya kendinden cehaleti gidermek için yapar. Bâzıları doğrudan yalan söyler. İşitmediğini işittim diye iddia eder, görüşmediği kimse ile görüşmüş gibi söyler, onlardan Hadîs rivayet eder. Bâzıları Sahabenin sözlerini veya Arapların hikmetli sözlerini Arap hükemâsının vecizelerini Peygamber'e nisbet eder.»[1]
Mezheblerin kurulduğu ve içtihad devirlerinde bu yalan dalgasının kabarması iki şeye sebep olmuştur :
1- Sahih Hadîsleri çürüklerinden ayırmak için muhaddis-ler, Hadîsleri inceleyip doğru rivayetleri ayırmağa koyuldular. Bunun için Hadîs rivayetlerini incelemeğe, râvîlerin ahvâlini yakından öğrenip tanımağa başladılar. Doğruyu, doğru olmıyandan seçip ayırdılar. Doğru olan râvîleri de doğruluk derecelerine göre sıraladılar, sadâkat mertebelerine ayırdılar. Hadîsleri incelediler. Yalnız senedleri değil, metin tenkidi de yaptılar. Onları dînen biz-zarura maruf olan şeylerle, doğruluğundan şüphe edilmeyen meşhur Hadîslerle ve Kur'ân-ı Kerîmle mukayese edip karşılaştırdılar. Onlara muvafık olanları kabul ettiler. Uyrmyanlan bir yana bıraktılar. Sonra büyük imamlar sahih Hadîsleri toplayıp yazmağa başladılar. îmâm Mâlik Muvaîta'ı yazdı. Süfyân b. Uyeyne el-Ce-vâmi' fi's-Sünen ve l'-Âdâb'mı topladı. Süfyân-ı Sevrî fıkıh ve Hadîse dair el-Câmiü'1-Kebîr'ini telif etti.
2- Ehl-i re'y rukahâsı, mevzu Hadîslerin çokluğundan yalana düşmek korkusuyla re'y ve kıyas yoluyla fetva vermeyi çoğaltılar. Kıyasçılık çoğaldı.
-
78-Irak Re'y Yatağıdır
Irak, geçen asırlarda olduğu gibi hâlâ re'y ve kıyas merkezi olmakta devam ediyordu. Çünkü orada yetişen fukahâ, re'y ve iç-tihadla meşgul olan Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn fukahâsmdan ders almışlardı. Şâh VeliyyuIIah Dehlevî, Huccetu'l-Lahi'l-Bâliga kitabında Ehl-i Hadîsi zikrettikten sonra diyor ki:
«imam Mâlik ve Süfyân-ı Sevrî zamanında onların yanısıra diğer bir zümre vardı ki, mes'ele hallinden korkmuyorlar, fetva vermekten çekinmiyorlardı. Onlar, din binası fıkıh üzerine kurulmuştur, fıkhı neşretmek lâzımdır, derlerdi. Hz. Peygamber'in Hadîslerini rivayetten ise çekinirlerdi, bir yanlışlığa düşmekten endişe ederlerdi. Hattâ Şa'bî şöyle demiştir: «Peygamber'den gayrisine sözü isnad etmek bize daha kolay!» İbrahim Nahaî de şöyle dedi: «Abdullah şöyle dedi, Alkame böyle dedi demeği biz daha severiz.» Hadîs ehlinin seçtiği usul üzerine fıkıh mes'eleleri çıkarmak için onların ellerinde Hadîsler yoktu. Diğer yerlerdeki ulemânın ak-vâline bakmağa, onları toplayıp incelemeğe gönülleri yatışmıyordu, kendilerini bundan müstağni görüyorlardı. Kendi imamları tahkîkin en yüksek derecesinde bulunduğuna inançları vardı. Kalbleri kendi adamlarına çok bağlıydı. Alkame bunu şu sözlerle ifade eder: «Onlarda Abdullah b. Mes'ud'dan daha sağlam bir surette araştıran birisi var mıdır?» Ebû Hanîfe de şöyle demiştir: «Jtbrahim, Sâlim'den daha fakîhtir. Eğer Sahâbelîk fazileti olmasa Alkame, Ibn-i Ömer'den daha fakîhtir bile derdim.» Onlar, hâiz nMukîarı fetânet, hads ve zihnin sür'at-ı intikali sayesinde arkadaşlarının kavilleri ve usulleri üzerine mes'elelerin cevabını çıkarmağa kadir oluyorlardı. Herkes yaratılış kabiliyetine göre kolayca iş görür. Her taife kendi nezdinde olanla ferahlanır. Onlar da tahric kaidelerine göre fıkhı hazırladılar.»
Görülüyor ki. Şah Velivyullah Dehlevî'ye göre ehl-i re'y ve içtihadın Irak halkı arasında yetişmesine sebep, onların fetvanın lüzumuna kail olarak mes'elelerden ve cevaplarından yılmamalan-dır. Keza ilm-i fıkıh, dînin binası olduğuna inanıyorlar. Resûlullah'-tan Hadîs rivayetinden korkuyorlar, diğer yerler ulemâsının ak-vâlini almıyorlar, kendi üstadlanna şiddetle taraftar olup bağlanıyorlar ve onlann kavillerine göre mes'eîeleri hallediyorlar.
-
79-Bîrleştiklerî Ve Ayrıldıkları Nokta
Iraklıların daha fazla re'ye. Hicazlıların ve Şamlıların daha fazla Hadîse bağlanmalarına sebep ne olursa olsun, biz yukarıda işaret ettiğimiz veçhile, burada tekrar söyliyelim ki: Ehl-i re'y ile Ehl-i Hadîs Kitap ve sahih Sünneti alma hususunda ittifak üzeredirler. Bundan sonra ayrıldıkları cihet şudur: Ehl-i Hadîs re'y ve kıyastan çekinirler, Resulûllah'tan rivayetten çekinmezler. Hakkında Hadîs olmıyan bir hususta re'yi kabule mecbur olurlar. Ehi-i re'y ise ekseriyetle Hadîs rivayetinden çekinirler, fetva vermekten çekinmezler, onun mes'uliyetini üzerlerine alırlar. Fetva verdikten sonra o hususta sahîh bir Hadîs bulurlarsa re'yîerinden dönerler, Hadîsi alırlar. Buna dair haberler pek çoktur.
Yine usûl farkından olarak ehl-i re'y zayıf Hadîsleri kabul etmezler. Ehl-i Hadîs ise mevzu olduğuna delil bulunmadıkça, onları kabul ederler. Bu devirde ehl-i Hadîsin imamı olan îmam Mâlik Munkati', Mürsel, mevkuf olan Hadîsleri ve Medine halkının amelini delil olarak kabul ederdi. Ancak bunlardan biri bulunmazsa sa o zaman re'y ve kıyasa giderdi.[2]
Ibnü'I-Kayyim, Î'lâm'ul-Muvakkiîn'de diyor ki, îmam Mâlik Mürsel, Munkat'ı Hadîsleri ve belagatı (bana ulaştı diye rivayet olunanları) ve Sahabe kavillerini kıyasa tercih eder.»[3]
Bu bahis için bak: Muhammed Hudarî, Tarihu, Teşrîi'I İslâmi, S. 82.
-
80-Hadîsi Delîl Tutmıyanlar
Çeşitli fikirlerin çalkalandığı bu asırda Hadislerin «ıbulü etrafında kurcalanan mes'eleler böyle İdi. Bu hususta birbirleriyle çarpışan görüşler vardı. Bir taife Hadîsi delil olarak alnii; ordu. Çünkü onun Peygamber'e nisbetinden şüphesi vardı. Bir kısmı ise Kur'ân'ı anlamak hususunda Hadîsten faydalanıyor, fakat onu ahkâmda itibar etmiyorlar, hüküm hususunda delil tutmuyorlardı. Bu iki taife de târih sah ifeler in den silinmiştir. Diğer iki taife İse devam etmiştir. Bunlardan biri re'y ve kıyası çok kullanıyor ve ancak zayıf olmıyan Hadîsleri kabul ediyor, senedinde şüphe etmiyor. Ehl-i Hadîs ise her nevi Hadîsi kabul ediyor. İmam Şâî'ye gelinceye kadar bu iki bölük arasındaki boşluk çok derindi.
Ebü Hanîfe Devrinde Sünnet Ve Re'yin Yaklaşması
Ebû Hanîfe'nin asrında bu iki zümre birbirine yaklaşmağa başlamıştı. Çünkü iki taraf ders almak, müzakere yapmak, münakaşa ve münazarada bulunmak için bir arada toplanmağa, bir yere gelmeğe başlamışlardı. Birbiriyle görüşmeler ve buluşmalar onları yekdiğerine yaklaştırıyordu. Zaten bunların ekserisi din şulesini parlatmak emelinde idi. Bu arzularında samimî idiler. İlimlerin tedvini başlayınca her iki taraf da birbirlerinin eserlerini okumağa başladılar. Birbirlerinin görüşlerini yakından tanıdılar. Ardı arasş kesilmeyen hâdiselerin çokluğu, Hadis ehlinin re'y ve kıyası kabul etmek zorunda bıraktı. Sahih Hadîslerin toplanıp seçilmesi, onları tanıma işinin kolaylaşması, re'y ve kıyascılarm Ashabın Hz. Pey-gamber'den rivayet ettikleri Hadîslerin ekserisine kolayca muttali olmak imkânını bulması, muhtelif diyarlardaki halkın rivayet ettikleri Hadîsleri öğrenme hususundaki kolaylıklar. Bütün bunlar sayesinde ehl-i re'y denen kıyascıîarın elinde büyük miktarda Hadîs toplandı. Bu sebeple onlar da Hadîsleri tanıyınca Hadîs ehline yaklaş-
Ebû Hanîfe'nin talebelerinden ve ehl-i re'y fukahâsmdan olan îmam Ebû Yûsuf Hadîs Öğrenmeğe koyuluyor, Hadîs ezberliyor, re'y ve içtihadlarına Hadîsten şahit getiriyor, önce kail olduğu bir re'y ve içtihadı Hadîse mugayir çıkarsa ondan dönüyor, Hadîse uygun bir görüş ortaya atıyordu. îbn-i Cerîr Taberi onun hakkında diyor ki: «O, Hadîs ezberlemekle mâruftu. Muhaddisin dersine gelir, elli, altmış Hadîs ezberler, sonra kalkar, onları halka ezberinden yazdırırdı.» Ebû Hanîfe'nin ikinci şakirdi ve arkadaşı olan îmam Muhammed Hadîs öğrenmeye başlıyor. Sevri'den Hadîs öğreniyor sonra üç sene İmam Mâlik'in dersine devam ediyor ye ondan Hadîs alıyor. Böylece ehl-i re'y ile ehl-i Hadîs arasındaki açıklığın daraldığını, birbirlerine yaklaştığını görüyoruz.
Bundan sonra İmam Şafiî devri gelince, o ehl-i re'y ile ehl-i Hadîs arasında birleşme halkasını teşkil eder. Ehl-i Hadîs mesleğini aynen almadı ve onların yalan olduğuna delil getirmedikçe her Hadîsi kabul etmelerini benimsedi. Ehl-i re'yin mesleğini de aynen almadı. Re'y ve kıyas dairesini onlar gibi çok geniş tutmadı. İçtihad kaidelerini bir kayd ve usûl altına aîdi. Yolunu biraz daralttı; aynı zamanda içtihadı kolaylaştırdı, herkesin boğazından geçecek bir hâle getirdi. Şah Velîyyullah Dehlevî, Huccetu'lla-hi' Bâliga'da İmam Şafiî hakkında şöyle diyor:
«Şafiî, Hanefî ve Mâliki mezheblerinin kuruluşlarının başlarında yetişti. Her iki mezhebin usûl ve füruunun tertibi ile teşekkülünü gördü. Kendinden öncekilerin yaptıklarına şöyle bir baktı. Öyle bâzı şeyler gördü ki, işte bunlar onu, onların yolunda koşmaktan dizginlemiştir, o yolda yürümekten alıkoymuştur.»
îmanı Şafiî'nin nelere bağlandığını, onu nelerin dizginlediğini izah etmenin yeri, onun fıkhından bahseden eserdir.
-
81-Re'yîn Hakikati, Kıyas
Re'y ve kıyascı fukahâ ile Hadîs fukahâsi arasındaki ihtilâfları kısaca anlatmış bulunuyoruz. Fakat etrafında söz ve münakaşa cereyan eden re'y, hangi re'y idi. Aralarındaki müşterek illet dolayısiyle hakkında nas olan bir hâdisenin hükmünü, hakkında nas bulunmayan bîr hâdiseyi veren fıkıh kıyası mıdır? Sahabe ve Tabiîn devirlerinde re'y kelimesinin mânâsım" inceleyenler bunun daha geniş mânâda kullanılmış olduğunu görürler.
Bu yalnız kıyasa münhasır değildir. Kıyasa da, kıyastan başkasına da şâmildir. Bir mezhebîerin başlangıcına, teşekkülleri zamanına kadar inersek orada da ayni şeyi buluruz. Bu kelime umumî mânâda kullanılmıştır. Hezheblerin ortalarına doğru geldikçe, her mezhebin kabulüne cevaz verdiği re'yi, başka başka tefsir ettiklerine şahit oluyoruz.
îbn-i Kayyım, Sahabeden ve Tabiînden naklolunan re'yi şöyle açıklar: «Türlü emarelerin tearuzu hâlinde doğru olanı bulmak için fikir ve teemmül voliyi*- araştırdıktan sonra kalbin gördüğü, karar, kıldığı şeydi.»
Hakikaten Sahabe ve Tabiînin ve onların raesleğince gidenlerin fetvalarına bakan kimse görür ki, re'y kelimesinin mânâsı, nas bulunmadığı hususlarda fakının vermiş olduğu fetvaya şâmil bulunmaktadır.Bu fetvasında, fakih, dînin ahkâmiyle bağdaşacak bir hükme dayanır,, veyahut da hakkında nas bulunan bir hükme
benzediğinden, ikişer zeri birbirine ilhak eder. Bu itibarla re'y: kıyasa, istihsâna,[4] mesâlih-i mürseleye ve Örfe şâmil sayılır.
Ebû Hanîfe ile arkadaşları kıyası, istihsânı ve örfü alırlardı. Mâîik'in arkadaşları istihsânı ve mesâlih-i mürseleyi ahrlardı. Bu mezheb mesâlih-i mürseleyi almakla meşhurdur. Onun için muhtelif asırlarda halkın ihtiyaç ve ahvaline uygun gelmiştir. Halbuki o, az kıyas yapan bir mezhebtir, onu çok almaz. Bu açığı mesâlih-i mürsele ile kapati-. Mâlikiyye mezhebi istihsâna da geniş yer verir* Hattâ fmam Mâlik: «îstihsam ilmin onda dokuzudur» demiştir. Fakat bunların hepsi, nas, Sahabe fetvası ve Medine halkı ameli bulunmadığı zaman onca muteberdir.
İmam Şafiî'ye gelince; itimat olunur bîr nas yokken ahkâm için mürsel istidlali cari buldu. Fakat hüküm verme hususunda bu çığın alelıtlak muvafık görmedi. Şeriatta mücerred re'y yoktur.
Ancak hükmü mahsus olnııyan bir emir, hükmü nasla bildirilen bir emre ilhak olunmak yoliyîe olursa makbuldür. Bu halde, re'y netice bakımından nassa hamletmektir, şeriatta, bid'at demek değildir. Fakat hükmü nasla bildirilen bir emir illetine istinat ettirmeksizin mutlak olarak istidlal yapmak ve ahkâmı mutlak surette ta'lil etmek, işte şeriatta bid'at olan budur. Bunun içindir ki, Şafiî kıyas İçin kaideler ve Ölçüler koymuştur. Onu müdafaa etmiş ve kuvvetlendirmiştir. Hattâ kıyas kaideleri yazmakta ve isbat etmekte Hanefîyye'den bile üstündür. Onun için Râzî şöyle demiştir: Şayanı hayret olan cihet şudur ki, Ebû Hanîfe'nin dayanağı kıyas idi. Düşmanları çok kıyas yapıyor diye onu zemmediyorlardı. Halbuki Ebû Hanîfe'nin kıyasını isbata dair bir yaprak olsun yazı yazdığı ne ondan ne de ashabından biri tarafından naklolunmuş değildir. Takrirlerinde bu hususta delil şöyle dursun, bir işaret bile zikrettiğini söyleyen yok. Kıyası inkâr eden düşmanlarının de-Kilerine cevap verdiği de söylenmiyor. Bu mes'elede ilk konuşan ve deliller getirip isbat eden îmam Şafiî olmuştur.»
-
82-Sahabe Fetvaları Ve Onlar Hakkındaki Sözler
Etrafında münakaşa cereyan eden mes'elelerden biri de Sahabenin fetvaları mes'elesidir. Hadîs ehli ve re'yciler onları delil olarak almağa meyyaldiler. Çünkü ittiba', ibtida'dan evlâdır. Yâni başkasına uymak, yeni bir bid'at çıkarmaktan daha iyidir. Keza onlar Peygamber'in ashabıdırlar, onlann re'yi savaba yakındır. Dîni anlamda, onların mevkii yüksektir. Onlar arkalarına düşülecek, izlerinden gidilecek rehberlerdir. Fukâhâmn ekserisi onların re'ylerin-den almıştır. Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği rivayet olunur: «Allah'ın Kitabında ve Peygamber'in Sünnetinde bulamazsam, o zaman Ashâbdan dilediğimin kavlini alır, dilediğimin kavlini terkederim. Sonra onların kavlinin dışına çıkıp başkalarının kavline bakmam, îş, İbrahim Nahaî, Şa*bî, Hasan Basri, îbn-i Şîrîn ve Said b. Mü-sey'e gelince; onlar, nasıl içtihad ettilerse ben de öylece içtihad ederim.» Ehl-i re'y*11 imamı olan Ebû Hanîfe Ashabın re'y ve ak-vâli hakkında böyle deyince, şüphesiz ki, başkalarına onların fetvalarının tesiri daha çok olacak ve onların sözlerini daha fazla alacaklardır, Allah cümlesinden razı olsun.
Bu sırada sahabe fetvalarından rivayet olunan o kadar büyük bîr yekûn tutuyordu ki, fukâhâmn aklı onlarla doldu. Onlann ışığı altında içtihadlannı yaptılar, onların içtihadlannı tercih ettiler. Onlann yolundan yürüdüler. Onlann tesiri altında kaldılar. Onlann re'ylerine hürmet ettiler. Kitap ve Sünnet olmıyan hususta onlara itimat ettiler. Ashab bir re'yde karar kılıp ittifak ettilerse onlardan sonra gelen müctehidlerin onu kabul etmeleri gerekli olmuştur. Ashab'dan biri bir re'y ortaya atar da ona muhalefet eden bulunmazsa fukahânın ekserisi o re'yi kabul eder. Onlar aralarında ihtilâf ettilerse, müctehidlerin çoğu kendi temayüllerine uygun olan re'yi seçmişlerdir ve böylelikle yine ashabın re'yleri dairesi dışına çıkmamış oluyorlar. Tabiîn ve müctehitler devrinde fukahâ hep bu asıl üzere yürüdüler, böyle yaptılar. Çünkü onlar biliyordu ki: Kur'ân-ı Kerim Hz. Peygamber' e Ashabın gözü önünde nazil oldu. Onlar bu re'ylerini mutlaka Peygamber'den almışlardır. Peygamber'e nisbet olunan bir emirde kimsenin içtihada hakkı yoktur. Onların bu re'yleri mücerred fıkhı içtihad değildir, belki içtihattan ziyade Peygamberin Sünnetine yakındır.
Sonra Ashaba uymak şu itibarla da lâzımdır. Onlar yeryüzüne islâm nurunu saçan yıldızlardır. Onlar hidayet yoluna ışık tutarlar.
-
83-Ashaba Îttîbâın Lüzumu
Ebû Hanîfe işte böyle bir devirde yetişti. Re'y üstadlarından ve bâzı Hadîs erbabından ders aldı. Devrinin fukahâsınuı hepsinden istifade etti. Tabiîdir ki, bunların hepsinin onun üzerinde tesiri oldu. Onların re'ylerini ileri tuttu. Ondan sonra gelen Şâfiî.nin şöyle dediği rivayet olunuyor; «Onların re'yleri bizim için kendi re'ylerimizden daha hayırlıdır.».[1] Yine îlâm'ul Muvakkiîn şunu kaydeder: «Şafiî Risâle-i Kadîmesi'nden dedi ki... Onlar her ilimde, içtihatta, takvada, akılda ve her şeyde bize üstündürler. Onların re'yleri bizim için kendi re'ylerimizden daha kıymetlidir.»[2]
Yine Ibn-i El-Kayyim ondan şunu nakleder: «İlim tabaka tabakadır: Birincisi; Kitap ve Sünnettir, ikincisi; Kitap ve Sünnette bulunmıyan hususlarda icmâdır. Üçncüsü; muhalifi bulunmamak şartiyle Sahabenin kavlidir. Dördüncüsü; Sahabenin ihtilâfı, beşincisi de Kıyastır.[3]
Yukarıda da işaret ettiğimiz veçhile Ashabın re'y ve içtihadları Ebû Hanîfe'nin içtihadında büyük ve mühim yer alır. Onun usulünden bahsederken bunu etraflıca anlatacağız.
Tabiîlerin mezhebine gelince: Hadîs fukahası onların kavillerini kıyasa tercih ederlerdi. Ebû Hanîfe ise: Onlar nasıl içtihad ettilerse ben de öylece içtihad ederim, derd;.
Ehl-I Medine'nin Ameli Hüccet Mi?
Şimdi. İmam Mâlik'in ortaya attığı ve gayet sıkı bir surette sarıldığı bir mes'eleye geliyoruz. O da ehl-i Medine'nin ameli mes'eleşidir. îmam Mâlik bunu delil olarak aldı. Çünkü Müslümanlar, hicret merkezi olan Medine halkına tâbi olmuştur. Kur'ân-ı Ke-rîm'in nüzulü orada devam etmiş ve tamam olmuştur. îmam Mâ-lik'in Leys'e yazdığı mektupta ve onun cevabında bu böylece mezkûrdur. Bu asrın fukahası arasında bu mes'ele hakkında büyük münakaşalar cereyan etmiştir. îbn-i Kayyim diyor ki: îmam Mâlik'-in Medine halkının amelini delil olarak alması, başkalarını da bunu almağa mecbur etmez. Bu, muhalefet edilmesi kabil olmıyan dînî bir delil de değildir. Belki bu onun ihtiyarıdır.
Ilâm'ul-Muvakkiînde diyor ki: Harun Reşid halka Mâliki mezhebini kabul ettirmek istediği zaman, bizzat Mâlik mezhebini kabul ettirmek istediği zaman, bizzat Mâlik Harun Reşid'i bundan menetmişti. Ve şöyle demiştir: «Resûlullah'ın ashabı çeşitli yerlere dağıldılar. Her birinde diğerlerinde bulunmayan ilim vardır.»
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbn-i El-Kayyim, Cevzî, İlâm'ul-Muvakkiîn, c.II, S. 143
[2] İbn-i El-Kayyim Cevzî, İlâm'ul-Muvakkiîn, c. II, s. 191.
[3] Aynı eser c. II, s. 379.
-
Mâlikin Görüşü
îmam Mâlik'e göre, Medine halkının ameli herkesçe kabulü lâzım gelen umumî bir delil olarak ortaya sürülmediğini göstermektedir. Yoksa herkese bunu kabul ettirmeğe mâni olmazdı. O, kendisi bunu ihtiyar ve kabul etmiştir. Ne Muvattâ'da ne de diğer eserlerinde Medine halkının amelinden başkasiyle amel etmek caiz olmaz demiştir.. O, böyle bir şey söylememiştir. O, sadece Medine halkının ameli böyledir diyor ve bu mücerred bir haber kabilin-dendir başkasını izlam etmez. îmam Mâlik 40 kadar mes'elede Medine halkının icmâmı iddia eder. Bunlar üç nevidir: 1- Medî-ne halkına başkalarının muhalefet ettikleri bilinmiyenler, 2- Medine halkına; başkalarının muhalefet ettikleri mes'eleler, 3- Bizzat Medine halkı aralarında ihtilâfa düştükleri mes'eleler. îmam Mâlik hiçbir zaman bunlar, hilafı caiz olmıyan icmâ-ı ümmet kabi-lindendirler dememiştir.[4] Birinci kısmı Haber-i vâhîdden ileri tutmuştur. Bu da içtihat kabil olmıyan ve nakle dayanan umurdandır.
İbn-i Kayyim devzî, llam'ul Muvakiîn, c. II, s. 297.
-
86-Gulât-ı Şîa
Gulât-ı Şia yâni Şia'nın müfritleri, Hz. Ali'yi Peygamberlik mertebesine çıkarırlar. Hâttâ içlerinden bazı lari Peygamberlik onun hakkı olduğunu, Cebrail'in yanılarak onu Hz. Muhammed'e götürdüğünü bile söylerler.[4] Hattâ bir kısmı Hz. Ali'yi Hâşâ Tanri mertebesine çıkarırlar. Bir kısmı Allah'ın Ali'ye ve diğer imamlara hulul etliğini söylerler. Bu söz, Allah'ın Hz. İsa'yı hulul ettiğine inanan Hıristiyan dînine benzer, içlerinden bir kısmı ise her imamın ruhuna Allah'ın hulul ettiğine ve kendisinden sonra gelen imama da intikal ettiğine inanırlar.
Şia'nın ekserisi son imamın ölmediği itikadındadırlar. Onlara göre son imam hayattadır, günün birinde dönecektir, zulümle dolan bu yeryüzünü o adaletle dolduracakit.r Hâttâ Sebeiyye Taifesi, Ali b. Ebû Talib'in hayatta olduğuna, onun ölmediğine inanırlar. Bir takımı ise Muhammed b. Hanîfe'nin hayatta olduğunu, Radva dağında gizlendiğini, yanında bal ve su bulunduğunu söylerler. Bir taife ise Yahya b. Zeyd asılmadı, ölmedi, o sağdır, derler. Oniki îmam etbaı ise, onikinci imam olan Muhammed b. Hasan Askeriye «Mehdi» unvanını verirler. Onun Hılle'de bir hanenin bodrumunda gizlendiğini anasiyle birlikte derbest edilince orada kaybolduğunu söylerler. Bu mehdi âhir zamanda çıkacak ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Bu taife mehdinin çıkmasını beklemektedir. Her akşam namazından sonra bu hanenin bodrum kapısında dururlar-rnış. Bir binek hazırlarlar ve mehdiyi ismiyle çağırırlarmış. Bnnlar-dan bazıları ölen imamın tekrar dünyaya döneceğine inanırlar ve buna Kur'ân-ı Kerîm'deki Kehf sûresinden delil getirirler... [5]
[4] Bunlara Gurabiye fıkrası denir. Gurab karga demektir, kuş kuşa benzediği gibi Hz. Ali de Hasa Peygambere benzermiş.
[5] Ibn-i Haldun Mukaddimesi
-
88-Sebeîyye
Sebeiyye: Bunlar Abdullah b. Sebe'ye uyanlardır. O Hîre'li bir Vahudidir, Müslüman görünmüştür. Anası bir zenci cariyedir. Onun için ona İbn-i Sevda yani karaoğîu da denir. Hz. Osman'ın aleyhinde propaganda yapanların başında gelir. Müslümanlar arasında düşüncelerini yaydı, bozguncu hareketlerde bulundu. Bunların çoğunu Hz. Ali namına uyduruyordu.
Evvelâ halk arasında şunu yaymağa başladı .'Tevrat'ta Peygamber'in bir vârisi olduğunu bulmuş, Hz. Ali de Hz. Muhammed'in vârisi imiş. Hz. Muhammed Peygamberlerin en hayırliğı olduğunu derdi. Bu dediklerine Kur'ân'dan sana inzal kılan, seni dönüş yurduna döndürecektir.» (Kısas: 85)
gibi, Hz. AH de vârislerin en hayırhsıdır. Sonra, Hz. Muhammed'in bu dünya hayatına döneceğini ortaya attı. Hz. îsâ'nın döneceğine inanıp Hz. Muhammed'in döneceğine inanmıyanların aklına şaşa-
Sonra yavaş yavaş işi ilerletip Hz. Ali'nin Tanrılığım söylemeğe başladı. Hz. Ali bunu duyunca onu öldürmek istediyse de, Abdullah İbn-i Abbas buna mâni oîdu: «Eğer sen onu öldürürsen tarattarla-rın aarsmda ihtilâf baş gösterir. Halbuki sen Şamlılarla sayaşa gitmek niyetindesin, birlik parçalanmasın» dedi. Bunun üzerine Hz. Ali onu Medâin'e sürgün etti. Hz. Ali şehit edilince: İbn-i Sebe halkın Hz. Ali'ye olan sevgi ve bağlılığını istismar etti. Muhayyilesinde işlediği yalanlan Hz. Ali'ye nisbet ederek halkı dalâlete ve fesada sürükledi. Öldürülen Hz. Ali olmayıp, onun suretine girmiş bir şeytan olduğunu, Hz. Ali'nin Hz. îsâ gibi göğe çekildiğini söylüyordu. «Yahudiler ve Hıristiyanlar Hz. îsâ'nın katli mes'elesinde yanıldıkları gibi. Haricîler de Hz. Ali'nin katli mes'elesinde yanılmaktadırlar. Yahudiler ve Hıristiyanlar, asılmış bir şahsı gördüler ve onu îsâ sandılar. Hz. Ali'nin öldürüldüğüne kail olanlar da böyle Ali'ye benzeyen Öldürülmüş bir kimse gördüler ve onu Ali sandılar. Halbuki o göğe çıktı. Gök gürültüsü onun sesidir, şimşek onun gülümsemesidir» derdi. Gök gürlediği zaman Sebeîyye taifesi:
«Selâm sana ya Emîrü'l-Mü'mimin» derler. Ömer b. Şurah-bil'in rivayet ettiğine göre îbn-i Sebe'e: Ali öldürüldü denilmiş, o da: «Şayet onun kellesini bir torba içinde getirmiş olsanız yine onun öldüğüne inanmayız, o ölmedi, gökten inecek ve bütün yeryüzüne hâkim olacaktır» demiştir.[10]
-
90-Akideleri
a) Keysâniye akidesi: Bunlarda imamların tanrılığına inanmak yoktur. Halbuki Sebeiyye Allah'ın bir cüz'inin insana hulût ettiğine inanır. Keysâniye'ye göre imam mukaddes bir şahsiyettir. Ona itaat lâzımdır. Onun ilmine mutlak surette güvenilir; Onu» hatadan salim ve masum olduğuna inanılır. Çünkü imam îlm-i ilâhinin bir sembolüdür.
b) Bunlar da Sebeiyye gibi imanım rücuuna inanırlar. Bunlara göre imam Ali, Hasan ve Hüseyin'den sonra Muhammed b. Hanîfe'dir. Bâzıları onun öldüğüne inanır, fakat tekrar döneceğini söylerler. Ekserisi ise onun Ölmediğine inanır. O da Radva dağında gizlenmiştir. Yanında bal ve su vardır.
c) Bunlar bedâe itikat ederler. Yâni Allah'u Teâlâ ilminin değişmesine teVan dileğini değiştirir. Bir şey emreder, sonra onun hilafını emreder. Şehristânî bu hususta diyor ki:
«Muhtar Sakafi bedâe kail oldu. Çünkü o vukubulacak ahvali bildiğini iddia ederdi. Bunlar kendisine ya vahyolunmuş veyahutta imam tarafından elçi olarak gelmiş. Arkadaşlarına bir şey yapmamayı veya bir hâdisenin olacağını vaid ederdi. Eğer o şey dediği gibi çıkarsa onu dâvasma delil olarak gösterirdi, işte dediğim oldu, derdi. Yok, eğer öyle çıkmazsa o zaman : Rabbiniz bunu değiştirdi, derdi.
Bunlar ruhların tenasühün a inanırlardı. Ruh cesetten çıkıp başka bir cesede girdiğine kaildirler. Bilindiği gibi bu fikir eski Hind felsefesinden alınmadır.
d) Bunlara göre her şeyin zahiri ve batını vardır. Her şahsın bir ruhu, her nazil olan âyetin bir te'vili vardır. Bu âlemde her misâlin bir hakikati mevcuttur. Varlıkla yayılmış ve serpilmiş olan hikmet ve esrar insanın şahsında toplanmıştır. Bu ilmî Hz. Ali, oğlu Muhammed b. Hanîfe'ye tevdi etmiştir. Kendisinde bu ilim toplanmış olan adam, işte hak imam odur»[12]
Bu zikrettiğimiz onların akıl almaz inançlarından bir kısmıdır. Bunlar gösteriyor ki, onlar îslâm prensiplerinden ayrılmışlardır, îslâmin ruhundanuzaktırlar.İmamları peygamber mertebesine çıkarırlar.Onlarca Hz. Muhammed'in Peygamberliği onun ölümüyle sona ermiyor. ÂI-i Beytte devam ediyor.
-
91-Zeydıye
Bu fırka Şia fırkaları içinde Ehl-i Sünnet Vel-cemâata en yakın olan bir fırkadır. Bunlar akidelerinde aşırılık göstermezler, ekserisi Peygamber'in ashabından kimseyi tekfir etmezler, imamları Tanrı veya Peygamber mertebesine çıkarmazlar.
-Bunların imamı Zeyd b. Ali b. Hüseyin olup Emevîhül^imdarlarından Hişam b. Abdulmelik'e karşı Kûfe'de ayaklandı. Fakat muvaffak olamadı, yakalanıp Kûfe'de asıldı. Zeydiye mezhebinin esasları şunlardır:
a) İmamın ismi değil, vasfı nasîa bildirilmiştir. Bî'at edilmesi gereken imamın evsafı şöyledir : Hz. Fâtima'nin neslinden gelecek, muttaki, âlim, cömert olacak. Çıkıp halkı kendisine davet edecek. Bu sonuncu şartta Şia'nın çoğu orta muhalefet ettiler. Hattâ kardeşi Muhammed Bakır da bunu onunla münakaşa etmiş ve: «Senin bu şartına göre babanın imam sayılmaması gerekir. Çünkü o bu dâva İle ortaya çıkmadı ve hattâ çıkmağa teşebbüs bile etmedi»[13]
b) Daha aşağı derecede bulunan imameti, reisliği caizdir. Demek yukarda sayılan sıfatlar onlarca efdal ve kâmil olan imam içindir. Bu vasıfları haiz olan o makama başkalarından daha lâyıktır. Fakat söz sahibi olan millet bu vasıfların bazısı kendisinde bulunmıyan bir şahsı imam olarak seçer ve ona bî'at ederse, artık ona uymak lâzım gelir. îşte bu esasa göre Ebû Bekir ve Ömer'in Halifelikleri onlarca da yerindedir. Onlara bî'at yapan Ashab-ı Kiram tekfir olunamaz. Zeyd'e göre : Hz. Ali b. Ebî Talip ashabın ef-dali idi. Fakat Hilâfet makamına Ebû Bekir'i getirdiler, bunda gözönünde tuttukları bir maslahat, riayet ettikleri dînî bir kaide vardı. Fitne uyandırmamak, umumun kalbini okşamak maksadını güttüler. Şöyle ki; Hz. Peygamber zamanında yapılan harpler henüz unutulmıyacak kadar yakındı. Hz. Ali'nin bu harplerde gösterdiği kahramanlıklar herkesin hatırında idi. Kılıcından müşriklerin kanı henüz kurumamıştı. Kalbinde Ali'ye karşı kin ve intikam hisleri besleyenler vardı. Herkesin ona boyun eğip, tâbi olmasında şüphe vardı. Hilâfete geçecek adamın yumuşak huylu, herkesçe sevilen, yaşlı başîı, Hz. Peygamberin yakın ahbaplarından biri olmak maslahat icabı idi»[14]
Bu sözlerden dolayı Şia'nın ekserisi Zeyd'den ayrıldı. Bağdadî, El-Fark Beyne'l-Fırak kitabında diyor ki: «Zeyd ile Yûsuf b. Ömer El-Sakafî arasında doğuş şiddetlenince bunlar Zeyd'e dediler ki :
— Düşmanlarına karşı biz sana yardımda bulunacağız, ancak bize şunu haber ver: Atan Ali b. Ebî Tâlib'e haksızlık yapan Ebû Bekir'le Ömer hakkında re'yin nedir?
— Ben onların hakkında hayırdan başka birşey söylemem. Ben Emevîlere karşı ayaklandım. Çünkü onlar atam Hz. Hüseyin'i şehit ettiler. Harre günü Medine'yi mubah kılıp yağma ettiler, Kâ-bei Muazzamayı inancılıkla atılan taşlarla dövdüler, ateşe tuttular.»
«Bu sözler üzerine o vakit Zeyd'den ayrıldılar.»
c) Zeydiye mezhebine göre başka başka iki memlekette ayrı iki imam bulunabilir. Aranılan vasıfları haiz olan bu imamlardan herbiri kendi memleketlerinde imam halîfe sayılır. Bundan anlaşıldığına göre onlar aynı memlekette iki imamın bulunmasını caiz görmüyorlar. Çünkü bu halkın aynı zamanda iki imama bı'at etmesi icabeder. Bu ise yasaktır.
d) Zeydîyeye göre Mürtekib-İ kebîre yâni, büyük günah işleyen kimse tevbe etmedikçe cehennemde ebedî olarak kalır. Bunu
onîar, Mûtzile'den aynen almışlardır. Çünkü Zeyd, Mutezile mez-hebiyle alâkadar olurdu. Mutezilenin reisi olan Vâsıl b. Ata ile münasebeti vardı. Mûtezile'nin usûl-i akaid hakkındaki görüşlerini almıştır, denildiğine göre diğer Şia'nın, Zeyd'i sevmemelerinin sebeplerinden biri de budur. Zira Vâsıl'e göre : «Cemel vak'asında ve Şamlı'larîa yaptığı savaşlarda Hz. Ali yakînen savap üzeredir denemez. îki taraftan birisi hata üzere olduğu muhakkak, fakat hangisi, bu belli değil!»[15] Halbuki bu Şia'nın hiç de hoşuna gitmez. Zeyd öldürülünce Zeydîîer onun oğlu Yahya'ya bİ'at ettiler, sonra o da öldürüldü. . Yahya'dan sonra îmam Muhammed'e ve îmam İbrahim'e bi'at ettiler. Abbasî halifelerinden Ebû Ca'fer Mansur bunların ikisini de öldürttü. Ondan sonra Zeydiye mezhebinin işi bozuldu. Faziletçe daha aşağı derecede bulunan imameti sözünden caydılar. Diğer Şia'nın yaptığı gibi ashaba dil uzatmağa başladılar ye böylelikle onların en güzel hasletleri gitmiş oldu.
-
AKAİDE DAİR GÖRÜŞLERİ
9- Kelâm Mes'elelerînde Görüşleri Ve Eserleri
Ebû Hanîfe'nin hayatını anlatırken dedik ki: O, asrında bulunan çeşitli fırkalarla münakaşa ve mücadele yapardı. Böyle mü-bâhaselerde bulunmak için muhtelif yerlere seyahatler yaptığı olurdu. O, ilmî hayata bu fırkalarla münakaşa yaparak başlamıştır. Sonra fıkha dönmüştür ve ehl-i re'y fıkhının rakipsiz imamı olmuştur. Fakat yine de muhtelif fırkalarla münakaşa ve mücadeleyi tamâmiyle bırakmış değildir. İlmî vazifesi, dînî vecibesi onu böyle bir şeye çağırınca hemen koşardı. Onun için asnndaki ke-lâmcıların daldıkları mevzular hakkında Ebû Hanîfe'nin de görüşleri naklolunmak tadır. İmanın hakikati, günah irtikap e;den hakkında görüşleri, kaza ve kader mes'elelerine, Allah'ın iradesi yanında insan iradesine dair sözleri bize kadar gelmiştir. însan iradesinde hür müdür? İhtiyarı var mıdır, yoksa iradesinde cebre mi tâbidir? Bunlar hakkındaki görüşleri ve düşünceleri iki yolla bize gelmektedir:
1- Dağınık rivayetler hâlinde zaif veya kuvvetli yollarla naklolunmaktadır. Hangisi kuvvetli, hangisi zayıf bunu ayırmak mümkündür.
2- Ona nisbet bâzı kitaplar yoliyle biz onun görüşlerini Öğreniyoruz. Bunların başında Fıkh-ı Ekber kitabı gelir, İbn-i Nedim Fihristinde diyor ki:
«Ebû Hanîfe'nin dört kitabı vardır. Onlar da: Fıkh-ı Ekber, EI-Alim Vel-Mütaallim, Osman b. Müslim, El-Bettî'ye risalesi ki, bu eser îman ve îmanın amelle bağlılığı hakkındadır, bir de Kaderiyeye red kitabı vardır. Bunların cümlesi kelâm ilmine ve akaide dairdir.»[1]
Bu kitapların içinden Fıkh-ı Ekber eskidenberi gayet muteber tutulmuştur. Bu küçük risale matbûdur. Hind'de Haydarabad'da müstakil bir tab'ı vardır. Eser muhtelif yollarla rivayet olunmuştur. Birisi Ebû Hanîfe'nin oğlu Mammâd yoliyledir. Bunu Aliyyül-Kaari şerh etmiştir, Ebû Muti' Belhi'nin rivayeti Fıkh-ı Basit diye mâruftur. Bunu da Ebû Leys Semerkandî, Atâ b. Ali Cozcanî şerh etmişlerdir. Diğer rivayetleri ve şerhleri de vardır. îmam Ebû Mansur Mâtüridi'ye nisbet olunan bir şerh de vardır. Bu şerhin Mâtüridiye nisbeti söz taşır. Çünkü onda Eş'arilere karşı cevaplar vardır. Bundan onun Ebû Hasan Eş'ariden sonra yazılmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki Mâtürîdi ile Eş'ari çağdaştırlar. İmam Mâtürîdi 332, Eş'-ari ise 333 veya 334 tarihinde vefat etmişlerdir.
-
Fıkhı Ekber Hakkında
Fıkh-ı Ekber'in Ehû Hanîfe'ye nisbeti ulemâ arasında tetkik ye bahis mevzuudur. Ulemâ bu eserin Ebû Hanîfe'ye nisbetinin doğruluğunda ittifak etmiş değildir. Hattâ Ebû Hanîfe'nin en ha-, raretli taraftarları olan ve onun eserlerinin sayısını ziyadeleştirmek isteyen muhibleri bile bu hususta ittifak iddiasında değildirler, îbn-i Bezzazı Menakıbmda; Fıkh-ı Ekber ve El-Âlim Vel-Mütealli-me hakkında konuşurken şöyle diyor: «Ebû Hanîfe'niv. tasnif edilmiş bir kitabı yok diyecek olursan, ben de cevaben derim ki, bu mutezilenin sözüdür. Onların iddiaları Ebû Hanîfe'nin ilm-i kelâma dair eseri olmadığını söylemektir. Bundan da maksatları Fıkhı Ekber'in ve El-Âlim Vel-Müteallim kitabının onun olmadığını ortaya atmaktır. Çünkü bunlarda Ehl-i Sünnet Vel-cemâat kaidelerinin ekserisini tasrih etmiştir. Halbuki Mutezile onu kendilerinden göstermek hevesindedir. Bu kitap Ebû Hanîfe Buhâri'nin, derler. Bu açıkça bir karıştırmadır. Ben bu iki kitabı da Allâme Kürdî Imadî hattıyle gördüm. Her ikisinde de bunların Ebû Hanîfe'nin olduğunu yazıyordu. Ulemâdan çoğu bunun üzerinde birleşmişlerdir.»[2]
Görülüyor ki, Bezzâzî bu kitabın Ebû Hanîfe'ye nisbetinde ulemânın çoğu ittifak etti diyor. Bütün ulemâ ittifak etti demiyor. Demek oluyor kiri kitabın ona nisbeti ulemâdan bâzısmca şüpheli görülüyor.
11- Eserîn Mevzuuna Bakış
Fıkh-ı Ekber kitabının Ebû Hanîfe'ye nisbetı hususunda ulemânın dedikleri böyledir. Bunun hakkında rivayetler çeşitlidir.
Kat'i hükme varabilmek için en doğrusu eserin metnini gözden geçirmektir. Eserindeki mes'elenin hepsinin Ebû Hanîfe'ye nisbeti doğru mu? Yoksa bâzıları onun zamanında ele alınmayan mevzular mı? Bu cihet incelenmelidir.
Biz Hind'de tabolunan Fıkh-ı Ekber kitabına baktık. Bâzı aydınlatıcı noktalar gördük.
Peygamberlerden sonra en faziletli olanları şu sırayla tertip ediyor: «Peygamberlerden sonra insanların efdali Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali'dir. Bunlar daima ibâdet eden, Hak üzere sabit ve hakla beraber olan zatlardır. Biz hepsini severiz. Ashabdan hiç birini hayırdan başkasıyla anmayız..»
Halbuki bütün menakıb kitaplarında zikredilen rivayetler onun Hz. Osman'ın Hz. Ali'den üstün tutup öne geçirmediğinde ittifak ederler. Bir sened'e dayanan bu rivayetler, senedi olmıyan bir metinden daha kuvvetlidir.
Fıkh-ı Ekber'de bâzı öyle mes'eleler görüyoruz ki, bunlar onun asrında ve ondan önceki çağlarda mevzuubahs edilmiş şeyler değildir. Elimizde bulunan kaynaklardan hiç birinde onun çağdaşlarından veya ondan öncekilerden birinin mucize, keramet ve istid-rac arasındaki farkı anlatmağa teşebbüs ettiğini göremiyoruz. Halbuki Fıkh-ı Ekber şöyle diyor: «Peygamberlerin mucizeleri, evliyanın kerameti haktır. Fakat haberlerde geldiği üzere iblis, Firavun, Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olup da onları .şimdiye kadar vukua gelmiş ve gelecek bulunan hallerine ve mucize ve ne de keramet deriz, istidractır: Hacetlerini yerine getirmek deriz. Zira Allah, düşmanların hacetini onları derece derece cezaya çekmek ve nihayet cezaya çarpmak kabilinde yerine getirir, onlar da buna aldanip daha azarlar. Bunlar caiz ve mümkündür.»
Evliyanın kerameti, kâfirlerden sadır olan hârukuiâde ahval, olağanüstü şeyler arasındaki farka dair bir söze o asırda cereyan eden münakaşalara tesadüf edemiyoruz. Bunlar îslâmda tasavvuf meydana çıktıktan sonra kelâm uleması arasında bahis mevzuu yapılmağa başlanmıştır. Ulemâ ermiş evliyaya Allah'ın neler bahsettiğinden söz açtılar, erenlerin olağanüstü hallerinden bahse . daldılar. Bu cihet bizi, mes'elenin esere sonradan ilâve olunduğu zannına götürmektedir. Veyahut eser Mâtürîdi ve Eş'arî görüşlerine göre o sırada yeniden yazılmıştır.
-
12- Akaîd Görüşlerini Anlama Yolu
Ebû Hanîfe'nin akaide dair görüşlerini biz, yukanki sebeplerden dolayı yalnız Fikh-ı Ekber'den ve El-Âlim Vel-Müteallim'den almakla iktifa etmiyoruz. Bunları tarih kitaplarındaki rivayetlerden bu iki kitapta olanlara uygun düşüncelerle birleştiriyoruz. Böylece dört mes'eleyi ele alıp onlar üzerinde konuşacağız : 1- iman, 2- Büyük günah işleyen hakkında hüküm, 3- Kudret ve irade mes'elesi, 4- Kur'ân mahlûk mu, değil mi münakaşası.
13- ÎMANIN HAKÎKATINA Dalr
Imâm-ı A'zam'a göre îmanın hakikati hakkında Fıkh-ı Ekber'-de olanlar muhtelif rivayetlerde naklolunanlara uymaktadır. Onun için bunları doğruluğunda şüpheye mahal yoktur. Fıkh-ı Ekber şöyle diyor:
«îman, ikrar ve tasdiktir.»[3]
islâm hakkında şöyle diyor: «islâm Allah'a teslim olmak, O'nun emirlerine boyun eğmektir. îman ile islâm arasında lügat bakımından fark varsa da islâm olmayınca îman olmaz, îman olmayınca da islâm olmaz. Bu ikisi içle dış gibidir. Din: îmana, Is-îâma ve bütün şeriatlere şâmil olan bir isimdir.»[4]
14- Îman Ve İslâm Bîr Mî?
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe'ye göre îman sade kalple tasdikten ibaret değildir. îmanın hakikati kalbîe tasdik ve lisanla ikrardır. Böylelikle îman ile islâm, lâzım ve mezlum gibi birbirlerine bağlanıyor, kaynaşıyor, islâm olmayınca îman olmaz, îman bulunmayınca islâm da yoktur.
Ebû Hanîfe, bu husustaki görüşünün delilini, Cehm b. Safvari ile arasında geçen bir münakaşada izah etmektedir. Bu münazarayı sana da nakleedlim de Ebû Hanîfeyi fikirlerini izah eder ve delilini getirirken sen de dinlemiş ol!
Mekkî Menakııbnda diyor ki: «Cehm b. Safvan, Ebû Hanîfe'y-le konuşmak arzusiyle onun yanma geldi ve :
— Ya Ebû Hanîfe, hazırladığım bâzı mes'eleler üzerinde konuşmak üzere sana geldim, dedi.
Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
— Seninle konuşmak abestir, seninle münakaşaya dalmak ateşe girmektir.
— Sözümü dinlemeden benim hakkımda bu ağır hükmü nasıl veriyorsun?
— Bana senin öyle sözlerini ulaştırdılar ki, onları Ehl-i Kıble olan bir Müslüman söylemez.
— Benim hakkımda gayba göre mi hüküm veriyorsun?
— Bunlar senin hakkında öyle meşhur olmuş şeyler ki, avamı da, havası da bunları duydu, herkes biliyor. Ben de ona göre söyledim.
—Ya Ebû Hanîfe, ben sana başka birşey sormıyacağım, yalnız îmanı soracağım.
— Bu vakte kadar îmanın ne olduğunu öğrenmedin mi ki bana soracaksın?
— Evet öğrendim, fakat bir nevide şüphem var.
— îmanda şüphe küfürdür.
— Küfürün bana hangi cihetten geldiğini beyan etmelisin.
— Sor, söyliyeyim.
— Bana söyle bakalım, bir kimse kalbiyle Allah'ı tanıyor, onun bir olduğunu, şeriki ve dengi olmadığını biliyor, sıfatlarını tanıyor. Lisanıyla bunları söylemeden Önce Ölüyor. Bu kimse mü'-min olarak mı öldü, yoksa kâfir midir?
— Kâfirdir, kalbiyle bildiğini Hsaniyle söylemedikçe Cehennem ehlindendir.
—- Allah'ı sıfatiyle bildiği halde neden mü'min olmuyor?
— Söyle, eğer Kur'ân'a inanıyor ve onu delil olarak kabul ediyorsan sana onunla cevap vereyim. Eğer Kur'ân'a inanmıyor ve onu delil tutmuyorsan, yine söyle, islâm milletine muhalif olanların konuştukları tarzda konuşup sana cevap vereyim.
— Kur'ân'a îmanım var, onu delil olarak kabul ediyorum.
Öyleyse dinle, Allah'u Teâlâ kitabında îmanı kalb ve lisana yani bu iki azaya bağlıyarak zikreder.
«Resule indirileni dinledikleri zaman onların gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Zira onlar Hakkı tanırlar ve derler ki, ey Rabbımız, îman ettik, bizi de şahit olanlarla beraber..»
«Biz niçin Allah'a ve bize gönderilen gerçeğe îman etmiyelim ve Rabbimizin bizi de iyi insanlar arasına katmasını dileyelim.»
îşte Allah da onları bu söylediglerinden dolayı altından ırmaklar akan Cennetlerle mükâfatlandırdı. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu, iyi işler işleyenlerin mükâfatıdır.» (Mâide; 83-85)
Cenab-ı Hak onları Allah'ı tanıdıkları ve bunu sözleriyle söylediklerinden dolayı Cennete koymaktadır. Ve onlan kalbiyle tasdik ve lisanla ikrarları yüzünden mü'minlerden sayıyor.
Yine Allah'u Teâlâ buyuruyor ki:
«Deyin ki: Biz Allah'a inandık, bize gönderilen Vahye, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a ve oğullarına vahyedilen şeylere ve Musa ile İsa'ya verilene ve. bütün Peygamberlere Rab'ları tarafından gönderilenlere îman ettik. Onlardan hiç birini diğerlerinden ayırmayız, biz ona teslim olanlarız.
«Eğer onlar da sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse hak olan doğru yolu bulmuş olurlar.» (Bakara: 136-137)
îman ettik deyin, yâni lisanla söyleyin demektir.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
«Onlara takva kelimesini gerekli kıldı.» (Fetih Sûresi: 26)
«Bunlar sözün en iyisine iletilmişlerdir.» (Hac Sûresi: 24)
«Temiz söz ona yükselir.» (Fatır Sûresi: 10)
«Allah îman edenleri dünya hayatında da, âhirette de kavl-i sabit üzere sebatlı kılar.» (İbrahim Sûresi: 27)
Bütün bunlarda îman sözünden bahis vardır. Söz dille olur.
Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: «Lâ İlahe illAllah deyin, felah bulursunuz.» Felah bulmayı kelime-i şehâdeti söyleme-, den yalnız marifete bağlamıyor. Yine Peygamberimiz buyurur : «Kim ki Allah'tan başka Tanrı yoktur, derse ve kalbinde de bu böyle ise o Cehennemden çıkar.»
Allah'ı tanıyan Cehennemden çıkar demedi, diliyle söylemeğe bağladı.
Eğer sözle söylemek lâzım olmasa ve yalnız marifet kâfi gelseydi, lisaniyle Allah'ı red ve inkâr eden kimse kalbiyle Allah'ı bildiği vakit mümin sayılırdı. İblis de mümin sayılırdı. Çünkü o Rab-bini tanıyor ve yaradam, öldüreni, tekrar dirilteni, kendisine ığva eden o olduğunu biliyordu. Bakın nasıl diyor: «Yarab, beni neden ığva ettin? Ba's edeceğim güne kadar bana mühlet ver!» «Beni ateşten yarattın* onu ise balçıktan yarattın». Kâfirler de lisanla inkâr etseler de Rablarmı bildikleri zaman mü'min olurlardı. Allah'u Teâlâ buyurur:
«Nefisleri bunları kabul ettikleri halde yine inkâr ettiler.» (Nahl: 14 )
Lisanlariyle inkâr ettikleri için Allah'ı bir bildikleri halce onları mü'minlerden addetmiyor. Yine Allah buyurur:
«Allah'ın nimetlerini bilirler, sonra inkâr ederler, onların ekserisi kâfirdir.»
«De ki: Gökten ve yerden size rızk veren kim? işitmeğe ve görmeğe hâkim olan kim? Ölüden diri çıkaran, diriden ölü çıkaran kim? işi çevirip yürüten kim? Şüphesiz Allah'tır diyecekler. De ki: Korkmaz mısınız, işte o sizin Hak Rabbiniz Allah'tır.»
inkâr etmeleri yüzünden bilmeleri, marifetleri fayda vermedi. «Oğullarını nasıl bilirse onu öylece bilirler.»
Fakat Allah'ı inkâr ettiklerinden dolayı marifet ve bilgi hiçbir fayda sağlamadı.
Bunları dinleyince Cehm:
«— Benim aklıma bir çok şeyler koydun, yine gelip sana baş vuracağım» dedi.[5]
Mekkî, Ebû Hanîfe'nin: «Kalbiyle tanıyıp diliyle ikrar etmeden ölürse kâfirdir» sözünü şöyle izah ediyor: «Ebû Hanîfe'nin bu sözünün yorumu şudur: Diliyle ikrar etmemekle itham olunduğu takdirde yine ikrar etmezse, o zaman kâfir olur. Yâni: Kalbinde olanı diliyle de söyle, denilse de söylemese o vakit kâfirdir. Fakat böyle bir töhmet ve zan yoksa, meselâ denizde, bir adada veyahut bir mağarada tenha bulunsa, kalbiyle tanırsa kâfir olmaz.»
Demek oluyor ki, Ebû Hanîfe îmanı iki cüzden mürekkep sayıyor: Kalbiyle kat'î inanma, yani itikat-ı câzim olacak; sözle de bunu ikrar ederek kalbindeki tanımayı açığa vuracak, ilân edecek. Sözle ikrar zaruridir. Çünkü kaîbde olan teslimiyyeti meydana çıkaran odur. Lisanla söylemedikçe kalbdeki bilinmez. Onun için Ebû Hanîfe'nin îman taksiminde: Kalbiyle îman eden kimse diliyle söylemedikçe insanlar arasında mü'min sayılmasa da, Allah indinde mü'mindir.
ibn-i Abdulber tntikâ kitabında Ebû Hanîfe'ye göre, îman ve aksamını şöyle beyan ediyor: «Ebû Mukatil, Ebû Hanîfe'den naklediyor, demiş ki: îman, marifet, tasdik ve islâm ikrardır, insanlar tasdikte üç mertebe üzeredir: Bir kısmı; Allah'ı ve Allah tarafımdan her geleni kalbiyle ve lisaniyle tasdik eder. Bir kısmı lisa-niyle söyler, fakat kalbiyle inanmaz. Bir kısmı kalbiyle tasdik eder, lisaniyle bunu söylemez, Allah'ı ve Peygamberinin Allah tarafından getirdiklerini kalbiyle tasdik edip lisaniyle ikrar edenler hem Allah nezdinde ve hem insanlara göre mü'mindirler. Lisaniyle söyleyip kalbiyle inanmıyan Allah indinde kâfirdir, insanlara göre m-ü'-min sayılır. Çünkü insanlar onun kaibindekini bilmez. Kelime-i şehâdeti söylemek suretiyle imanını lisaniyle gösterdiğinden ona mü'min adını verirler. Kalblerde olanı bilmeğe onları zorlayama-yız. Bir kısmı Allah nezdinde mü'mindir, insanlara göre ise kâfirdir, Bu da şöyle olur, bir mü'min, kendini korumak için lisaniyle küfür izhar eder, onu bilmiyen kimse ona kâfir der. Halbuki o Allah nezdinde mü'mindir.»[6]
Bütün bunlardan görülüyor ki, Ebû Hanîfe'ye göre itibar yalnız kalble tasdike değildir. Behemehal teslim olmak, buna razı "olmak ve mümkün olduğu zaman bunu açığa vurmak, lisaniyle söylemek lâzımdır. Şayet korku gibi bir sebeple îmanını gizli tutmak, lisaniyle söyleyememek mecburiyeti varsa, o takdirde kalbiyle tasdikle iktifa eder. Lisanla söylemese de mü'mindir.
Bu iz'anla teslimiyet, gönülden Allah'a boyun eğmek, mü'min ile münafık arasını ayıran vasıftır. Münafık lisanla söyler, fakat kalbi inanmaz. Mü'minin hâli ise gönül nzasiyle Allah'a teslim olmaktır. Kalbi tslâma bağlıdır. Münafığın hâlinde marifet var, fakat iz'an ve teslimiyet yok. Lisaniyle söylese de kalbinde îman mevcut değil.
-
Amel Îmandan Cüz Mü?
Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre: Amel îmandan cüz değildir. Ona bu hususta iki grup muhaliftir:
Birisi: Mutezile ile Hariciler, bunlar ameli îmandan cüz sayarlar. Amel etmiyen kimse mü'min addolunmuyor, onlar pratik islamcıdırlar.
ikincisi: Fukahâ ve muhaddisler, bunlara göre amel îmana dahildir, fakat îmanın aslına dahil değildir. îmanın artması ve eksilmesi bakımından îmana dahil sayılır. Onlara göre Şeriat ahkâ-miyle amel etmese de tasdik bulunduğu zaman mü'min sayılır, fakat bu tarzda îmanı kâmil sayılmaz. îşte buradan îman artar ve eksilir mes'elesi çıkıyor.
16- İman Ne Artar, Ne Eksîlîr
Ebû Hanife'ye göre îman ne artar, ne eksilir. Onun için gök ehlinin, yer ehlinin îmanı hep bir sayılır. Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği rivayet olunuyor:
«Yer ve gök ehlinin îmanı birdir. Evvelin ve âhirinin, öncekilerin ve sonrakilerin îmanı ve Peygamberlerin îmanı aslında birdir. Zira biz hepimiz bir Allah'a îman ettik. Onu tasdik ettik.
Farzlarsa çok muhteliftir. Keza küfür de birdir. Kâfirlerin sıfatları çoktur. Hepimiz Peygamberlerin îman ettiklerine inandık. Lâkin onların îmanda ve bütün taatta bizlere sevapça üstünlüğü vardır. Zira onlar taatta efdaî oldukları gibi bütün umurda sevapça efdaldirler. Rabbinriz bize bu hususta haksızlık yapmış değildir. Çünkü o bizim hakkımızı azaltıp kısmadı. Belki Peygamberlere izaz ve ikram için fazlından daha ziyade verdi. Zira onlar insanların rehberidir. Allah'ın emir elçileridirler. Kimse mertebece onlara eşit olamaz. Zira insanlar fazilete onlar sayesinde erdiler. Cennete giren herkes onların daveti ve duasiyle girer.»[7]
îmanın hakikati tasdiktir ve Ebû Hanîfe'ye göre ne artar, ne eksilir. Tasdik ziyadeîiği ve noksanlığı kabul etmez. Fazilet ve amel bakımından mü'minler birbirlerinden farklıdır, inanış kuvvetli veya hafif olur.
Ebû Hanîfe'den sonra gelenlerin çoğu bu mes'elede ona muhalefet ettiler. Müslim Şârİhi, Nevevî diyor ki: «Tasdik ziyadeîiği kabul eder. Çünkü tasdik, fazla nazar ve delillerin kuvvetli olması nisbetinde artar. Hattâ sıddîklerin îmanı en kuvvetlidir. Onlara hiç şüphe arîz olmaz, onların îmanı sarsılmaz. Karışık ahval içinde kalsalar da kalbleri daîma münşerihtir, huzur içindedir. Onlardan başkaları ise öyle olamaz. Bu inkârı kabil olmıyan bir gerçektir. Akıllı bir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk'ın tastikine başka hiç bir kimsenin tasdikinin müsavi olmıyacağmda şüphe etmez. Onun için Buhâri şunu zikretmiştir:
«Ibn-i Müleyke diyor ki: Otuz sahabeye yetiştim, her biri nifaktan korkardı. Hiç birisi Cebrail ve Mikâil îmanı gibi îmânı olduğunu söylemiyordu.»
İbn-i Bezzazı bu söze şöyle cevap veriyor :
«Tek bir bakış eğer kat'î surette cezme götürür ve tasdik ederse, istenen tasdik hâsıl olmuş demektir. Öyle değilse ona tasdik değil, zan denir. Bir tasdikle hâsıl olan cezm, bin defa tekrarlansa o yine birinci tasdikdir, bir nazarla hâsıl olan cezm de böyledir. Çok nazarla ziyadelik hâsıl oimaz.»
Bunlar iki türlü görüştür. Biz tasdikin kuvvetinin birbirinden farklı olduğuna kaniiz. Bu da amelde kendini gösterir. Tasdik var, öyle kuvvetlidir ki, şahıs onun hükmüne muhalefet edemez. Tasdik var, akla tesir eder, fikir, mantık ona boyun eğer. Kalb onun hük-rnüna râm olur. Fakat tasdik var bütün şuur ve arzulara hâkim olamaz, şuur, his ve amel bir yanda olur akıl fikir ve mantık diğer yanda kalır.
17- Ehh Cennet, Ehl-I Nâr
Ebû Hanîfe'ye göre îmanın rüknü tasdik olduğundan ve oda artıp eksilmediğinden günah işlemek yüzünden kimse tekfîr olunamaz. Çünkü îmanın aslı olan tasdik mevcuttur. Amel etmese de îman vardır, âsiler mü'min sayılırlar. Onlar sadece amel-i saliha bâzı seyyiât katıyorlar demektir. Umulur ki, Allah onların tevbele-rini kabul eder.
Intikâ şunu naklediyor: «Ebû Mukâtil diyor ki: Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim. İnsanlar bize göre üç mertebe üzeredir. Birincisi: Peygamberler olup Cennet ehlindendirler. Peygamberin Cennet ehlinden olduklarını haber verdikleri de Cennet ehlindendirler. ikincisi: Müşriklerdir. Onların Cehennem ehlinden olduklarını biliriz. Üçüncüsü mü'minlerdir. Onlar hakkında bir hüküm veremeyiz, ne Cennet ehlinden ,ne de Cehennem ehlinden olduklarını beyân edemeyiz. Onların Cennet ehlinden olmalarım dileriz. Cehennem ehlinden olmalarından korkarız. Allah'u Teâlâ'nın buyurduğu gibi deriz: «Amel-i salih işlediler, seyyiât ta karıştırdılar. Umulur ki, Allah onların tevbesini kabul eder.» Onlar hakkında hükmü verecek olan Allah'tır. Onların Cennet ehlinden olmasını dileriz. Çünkü Cenâb-ı Hak buyurur:
«Allah, şirk koşmayı asla affetmez, Bunlardan başkasını dilerse affeder.»
«Onların günahlarından ve hatâlarından dolayı endişe ederiz. Çünkü Peygamberlerden başka kimse Cennetle müjdelenmiş değildir, îsterse gece gündüz oruç ve namazla vakit geçirsin. Bir de Peygamber tarafından Cennet ehlinden oldukları haber verilenler Cennetliktir.»[8]
Bu sözler Fıkıh-ı Ekber'de olanlara tamâmiyle uygundur. Orada aynen şöyle denir: «İsterse büyük günah olsun, onu helâl tanımadıkça bir günahtan dolayı bir Müslümanı tekfir edemeyiz. îman adını ondan çekip atmayız. Biz ona mü'min ismini veririz.»
18- Âsîleri Tekfîr Etmez
Ebû Hanîfe'nin bu hususta sözü böyledir. Bunlar sağlam, mantıkî sözlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de olan va'd ve vaîde uygundur. Ulemâ bunu beğenmiş ve fukahânın cümlesi bunu böyle kabul etmiştir. Hicret yurdu olan Medine'nin fakıhı îmâm Mâlik bu hususta Ebû Hanîfe'ye muvafakat ederdi. Ömer b. Hammâd b. Ebû Hanî-fe diyor ki: «îmam Mâlik b. Enes'le görüştüm, onun yanında oturdum, onun ilmini dinledim, ondan ayrılacağım zaman ona dedim ki:
— Düşmanlık yapan hasedciler sana Ebû Harîfe'yi olduğundan başka türlü tanıtmağa çalışmalarından emin değildim.. Ben sana onu olduğu gibi tanıtmak isterim. Onun fikirlerini beğenirsen ne âlâ, yoksa sende ondan daha iyisi varsa onu da öğrenmiş olurum.
— Söyle bakalım, öyleyse, dedi. Şöyle konuştuk:
— Ebû Hanîfe günahından dolayı mü'minlerden kimseye kâfir oldun demez, dedim.
— Ne güzel söylemiş, dedi, veyahut isabet etti, dedi.
— O bundan daha büyüğünü söyledi: Kötü künahlar işlese de tekfir etmem, dedi.
— İsabet etmiş ve güzel söylemiş.
— Bundan daha büyüğünü söylerdi, dedim.
— Nedir o? dedi.
— Bir adam, taammünden, kasden günah işlese yine tekfir etmem, dedi.
— Doğru söylemiş.
— işte onun dedikleri bunlardır, her kim ki sana onun sözleri bunlardan başka türlü olduğunu haber verirse ona kanma.»[9]
19- Mürcîecilîk Hakkında Sözleri
Müteahhirinden cumhur Muslinimin re'yi bunun üzerine karar kılmıştır. Müslüman cemaatına bu hususta muhalif olanlar Hâriciler ve Muteziledir. Hal böyle iken bu söz ulemâdan bâzısı tarafından Ebû Hanîfe'ye dil uzatmak için vesile yapılmıştır. Bundan onun Mürcieden olduğu neticesini çıkarmışlardır. Şehri s tanı'nin bu itham hakkındaki sözünü yukarıda beyan etmiştik. Bizzat o Fikh-ı Ekber kitabında kendisinden bu töhmeti reddedip almakta ve kendi mezhebiyle Mürcie arasındaki farkı belirtmektedir:
«Mü'mine günahları zarar vermez, mü'min ateşe girmez, o fâ-sık ta olsa, dünyadan mü'min olarak çıktıktan sonra ateşte ebedî kalır deyemeyiz. Mürcie Taifesinin dediği gibi bizim hasenatımız makbuldür, günahımız yargılanmıştır da diyemeyiz. Fakat şöyle deriz: Kim ki ifsat eden ayıplardan, iptal eden hallerden hâîî olarak bütün şartiyle' iyilik yaparsa onu küfürle, dinden dönmekle, kötü ahlâkla iptal etmez ve mü'min olarak bu dünyadan giderse, Allah onun amelini zayi etmez. Kendi Iûtfundan kabul ederse, sevap verir. Allah'a şirk koşmamak, küfre sapmamak şartiyle irtikap edilen günahların sahibi mü'min olarak ölünceye kadar tevbe etmezse o Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse onu ateşte azaplandı-rır. Dilerse onu affeder. Cehennemde azap etmez.»[10]
Fıkh-ı Ekber'in bu ibareleri, întikâdan ve münakaşa kitaplarından naklettiklerimize tamâmiyle uygundur. Ebû Hanîfe'nin görüşüyle Mürcie arasındaki farkı daha ziyade açıklamaktadır. Doğrusunu isterseniz. Mürciecilik son devirlerine doğru ibahcılığa -herşeyi mubah saymaya doğru daha çok kayıp yaklaşmıştır. Fâsık-lar orada istedikleri kapıyı açık buldular. Onun için Zeyd b. Ali şöyle demiştir: «Fasıklan Allah'tan af bekleme tama'ma düşüren Mürcieden ben teberri ederim,»
Onun için diyebiliriz ki: Büyük günah işleyen hakkında görüşler üç guruba ayrılmıştır: Bir kısmı onları, mü'minlerden saymaz Hâriciler ve Mutezile gibi. Bir kısmı îmanla beraber mâsiyet hiç zarar vermez, Allah bütün günahları affeder, der. İşte bunlar dâ mezmun Mürciedir. Üçüncü grup ki, ulemanın ekserisi bunlardandır. Bunlarca âsi olan tekfir olunmaz, iyiliğe on misli cevap vardır» günaha ise kendi miktarı kadar azap vardır. Allah'ın affı hiç bir kayıt altına alınmaz, bir hadde tâbi değildir, tşte Ebû Hanîfe bu ulema zümresi ndendir. Cumhur Müsîimînin akidesi de budur. Eğer bu re'ye kail olanlara Mürcie denirse o zaman Cumhur Müsli-mîn Mürcie demek olur.[11]
îyi araştıran ulemâ, Mürcie namını yalnız ikinci gruba vermektedirler. Onun için Ebû Hanîfe'den Mürcieliği reddederler. Çünkü o esaslara göre Mürcie'de amel ve taat cihetini ihmal vardır. Ameli hesaba katmıyorlar. Halbuki muttakî olan Ebû Hanîfe asla böyle bir şeye kail değildir.
Hayrat'ül-Hisan'da şöyle deniyor: «Bir kısmı Ebû Hanîfe'yi Mürcie'den saymaktadır. Bu söz doğru değildir. Evvelâ Mevâkıf sarihi diyor ki: Mürcie'den olan Assan'ı Ebû Hanîfe'yi de Mürcie'den sayıyor ve kendi görüşlerini ona nisbet ediyordu. Bu ona iftiradır. O, şöhreti olan bu büyük imama Mürciecilik nisbet ederek mezhebi yaymağa bakıyordu. Sonra Amidî diyor ki:
«Onu Ehl-i Sünnet Mürciesinden saymış olsalar gerek. Çünkü Mutezile ilk zamanlarda kader mes'elesinde kendilerine her muhalif olana Mürcie damgası vuruyordu. Veyahutta Ebû Hanîfe iman eksilmez ve artmaz dediğinden, ameli îmandan geri bırakır zannettiler ve Mürcie'den saydılar. Halbuki bu böyle değildir. Çünkü Ebû Hanîfe amele son derece ehemmiyet verir. Birçok amel mes'e-lelerinde fıkhî içtihadı vardır.»
Üçüncü olarak İbn-i Abdulber diyor ki: «Ebû Hanîfeîyi çeke-miyorlardi. Hased edenleri çoktu. Ondan olmıyan şeyi ona nisbet ediyorlardı ona yakışmayan şeyleri uydurup söylüyorlardı.»
îşte Ebû Hanîfe'nin Mürcieciliği hakkında ulemânın sözleri bunlardır. Bence Ebû Hanîfe asla Mürcieden addolunamaz. Meğer ki fâsıkı, mü'minlerden sayan herkes mürcieden addedilmiş olsun. Allah'u Teâlâ âsilerin bâzısını affeder, Allah'ın affı bir kayıt ve tahdit altına alınamaz. Bu hâle göre yâlnız Ebû Hanîfe değil. Mutezileden başka bütün fukahâ ve muhaddisler Mürcie zümresine girmiş olur ki, bu doğru değildir.
-
Kader Ve İnsanların Amelleri Mes'elesi
Ebû Hanîfe nüfuz-ı nazar sahibi, iyi görüşlü bir zattır. Onun için kader mes'elesine dalmaktan çekinirdi. Ve arkadaşlarına da bunu tavsiye ederdi. Yusuf b. Hâlid, Basra'dan geldiği zaman ona şöyle demiştir:
«Bu, insanların karşısına dikilmiş güç bir mes'eledir. Bunu halledin güçlüğü kim yenebilecek? Bu Öyle kapalı bir mes'eledir ki, anahtarı zayi olmuştur, anahtarı bulunursa o zaman içindeki belli olacak, onu açacak olanlar, ancak Allah indinden haber getirenlerdir.»
Kaderiyyeden bir grup ona gelerek kader mes'elesini münakaşa yapmak istediler. Onlara şöyle dedi: «Bilmez misiniz ki, kadere bakan, güneşe bakan gibidir, baktıkça gözleri kamaşır, şaşkınlığı artar.» Fakat Kaderiyye bu haddi aştılar, kaza ile adalet arasım nasıl bulabileceğini sordular. Allah herşeyin nasıl olacağına hüküm ve kaza ediyor. Onun kazası ve kaderi üzere o işler oluyor. Sonra neden kaza ve kader çerçevesi dairesinde yaptıklarından dolayı insanları hesaba çekiyor? îşte bunu sordular ve dediler ki:
— Allah'ın mülkünde kazası dışında bir şey yapmak mahlûh-tan hiç birinin elinden gelir mi?
— Hayır, gelemez, Yalnız kaza iki türlüdür. Biri Vahiyle emirdir. Diğer kudrette takdir eder, kudret verir. Meselâ küfre kudret verir, fakat emir vermez. Belki nehyeder. Emir de iki türlüdür. Emr-i tekvîn, yâni birşeyi meydana getirmek ,olmak emri. Ol, der, olur. Bu vahiy emrinden başkadır.»
Ebû Hanîfe'nin bu taksimi ne güzeldir. O kazayı kaderden ayırıyor. Ona göre kaza demek: Vahy-i İlâhî ile Allah'ın vermiş olduğu hükümdür. Kader ise kudret-i îlâhiye altında cereyan edendir. Allah ezelden halkın umurunu takdir etmiştir. Vahyin muktezasına göre kullarına takalifi vardır. Ameller kulun ihtiyariyle Allah'ın takdiri üzere cereyan eder. Emir de iki kısımdır, icat ve tekvîn emri var, bir de teklif emri var. Kâinattaki umur birinciye göre cereyan eder. Âhırette ceza ise ikinci teklif emrine göredir.
Burada şöyle bir mes'ele var: Taat ve isyan kulun dilemesiyle midir? Yoksa Allah'ın meşietiyle midir? Şayet kulun meşîetiyle ise Allah irade eder mi? Allah'ın iradesi emrinden ayrılır im? Bu halli müşkîl bir mes'eledir. Ebû Hanîfe bu mes'eleye insan, bilgi takatinin varabileceği şekilde ve Allah'ın kudret ve kemâline lâyık tarzda şöyle cevap veriyor:
«Ben bu hususta ortadan söylerim, ne cebir var, ne de tefviz var. Allah'u Teâlâ kullarına takat getiremiyecek bir şey teklif etmez. Onlardan yapamıyacaklan bir şey istemez, işlemedikleri bir şeyden dolayı onları cezalandırmaz. Yapmadıkları bir şeyi onlara sormaz. Bilgileri olmryan bir şeyin münakaşasına dalmalarına rızası yoktur. Bulunduğumuz hâli Allah'u Teâlâ bilir.»[12]
işte bu mes'elede mütefekkire yakışan söz budur. Coşkun dalgalar gibi çalkalanan bu mes'eleye, içinde boğulurum endişesiyle dalmak istemiyor, insan iradesine lâyık olduğu hürriyeti veriyor. Çünkü bu hissolunur bir emirdir.
Her hangi bir münakaşacı onu girmek istemediği bu mevzua sürüklemek isterse, beşer ilminin takat getiremiyeceği bu mes'eleye sokarsa yasak hududu geçmez. Kaderiye'ciler[13] ona sordular :
Bize haber ver. Allah bir kuluna küfrünü murat ederse ona iyilik mi yapmış olurw yoksa fenalık mı?
Şu cevabı verdi:
— Fenalık etti, zulüm etti denilmez. Allah'ın emrine muhalefet edenler hakkında bunlar söylenir. Allah ise bundan münezzehtir.
Bağdat tarihinde Ebû Yusuf'tan naklolunuyor:
Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim. Bir kaderci, ile konuştun mu, sana söyliyeceği iki şeydir: Ya küfür etmek, ya sükût etmek. Ona bu şeylerin böyle olacağını Allah eskiden biliyor muydu diye sorulsa: Buna karşı: Hayır derse kâfir olur. Evet derse ona sorulur: Bildiği gibi olmasını mı diledi, yoksa bildiğinin hilâfına olmasını mı diledi? Cevabında: Bildiği gibi olmasını diledi derse mü'-minden îmanı, kâfirden küfrü dilediğini ikrar etmiş olup, yok ilminin hilâfına olmasını diledi derse Allah hem diliyor, hem de meramına nail olamıyor demek. Bildiğinin aksine dileyen ve bildiği olmayan bir tanrı tanımak ise küfürdür.»
Hulâsa Ebû Hanîfe bu mevzua muayyen hudutlar dahilinde dalıyor. Bu denizde fazla açılmıyor. Hayır ve şer her şeyin Allah'ın kaderiyle olduğuna inanıyor. Allah ilminin, iradesinin ve kudretinin şumuline îmanı var. Allah'ın iradesi haricinde insandan bir iş sadır olmaz. İnsanın taatı ve mâsiyctleri kendisine aittir, insanın cüz'i iradesi ve ihtiyan vardır. Onun için yaptığından sorulur, hesap verir. Hayır olsun, şer olsun zerre kadar haksızlık görmez. Bunlar Kur'ân'ın akideleridir. Ebû Hanîfe bunları Kur'ân'm sağlam âyetlerinden alıyor. Kadercilerle münakaşa yapması onlann önünü kesmek, onları susturmak, delâletlerini yüzlerine çarpmak içindir.
21- Ebü Hanîfe Îtîdalden Ayrılmaz
Ebû Hanîfe cebre kail olan Cehmi'ye'nin nazariyesini almıyor. O insanın ef'âlinde iradesi olmadığına kani değildir. Bununla beraber görüyoruz ki, onu tenkîd edenler daima onun Cehmiye'den olduğunu ileri sürüp duruyorlar; böylece ona iftira atıyorlar. Cehme ta'zîm için onun devesinin yularını tuttuğunu söylüyorlar. Bu yalanı uyduruyorlar. Halbuki o, Cehm'Ie münakaşalar yapıyor onun bâtıl delillerini çürütüyordu. Nasıl ki Ebû Yusuf onun şöyle dediğini nakleder: «Horasan'da iki sınıf şer insan var: Cehmiye ve Müşebbihe.»
ilim ve faziletten mahrum olan bâzı kimselerin iftira atarak ulemâya haksızlık yapmaları olsa olsa bu kadar olur. Hayır ve şer kaderle olduğuna hükmetmezse Mûtezili derler, hayır ve şer kaderle olduğuna hükmederse Cehmiye derler. Halbuki o Cehmiyeden uzak olduğunu kendisi haykırıyor. Doğru rivayetler onun Cehmiye'nin yollarını kesip bâtıl propagandalarının yapılmasına engel olduğunu anlatmaktadır.
22- Hâlk-ı Kur'ân Mes'elesî
Ebû Hanîfe zamanında bâzı kimseler Müslümanlar arasında Kur'ân'm mahlûk olduğuna dair sözler etmeğe başladılar. Kur'ân Hz. Peygamberin en büyük mûcizesidir, fakat Allah'ın mahlûkudur, diyorlardı. Bildiğimize göre bu sözü ilk söyleyen Ca'd b. Dirhem olmuştur. Onu Horasan Valisi Hâlid b. Abdullah idam etmiştir. Cehm b. Safvâ da buna kail oluyordu.
Ebû Hanîfe düşmanları onun da bu re'yde olduğunu iddia ediyorlar ve onun bundan dolayı iki defa tövbeye çekildiğini söylüyorlar. Sözde Emevîlerin Irak Valisi olan Yusuf b. Ömer tarafından bir defa, başka bir defa da kadı Ibn-i Ebî Leylâ tarafından tevbe ettirilmiş imiş!
Sabit olmuş bir töhmeti veya delile dayanan bir görüşü ulu orta reddetmek bizim âdetimiz değildir. Fakat bu hususta Ebû Hanîfe'ye nisbe tolunan bu rivayetleri kabul etmekte tereddül ediyoruz. Bunları doğru bulmuyoruz. Çünkü bunlar onu kötülemek istiyen düşmanları yoliyle gelmektedir. Ve elimizde bunlara muarız rivayetler de vardır. Ve bunlar kabule daha lâyıktır. Çünkü bunlar töhmet altında olmıyan mevsuk kimselerin rivayetleridir. Akâid hususunda rasgele söz söylememekle şöhret bulan, ölçülü konuşan Ebû Hanîfe'nin sânına yakışan da budur. Çünkü o ancak selefin daldığı mevzulara dalardı. Selefin görüşlerini ve dînî hakikatleri müdafaa ederdi.
Onun Kur'ân mahlûktur deyip de sonra bundan tevbe ettirildiğine dair olan rivayetleri bir yana bırakalım da onun bu mesele hakkındaki kanaatim başka haberlerden öğrenmeğe çalışalım. Bu hususta iki haber nakledeceğiz.
Birincisi: Bağdat tarihi diyor ki: «Kur'an mahlûktur sözüne gelince denildiğine göre Ebû Hanîfe'nin buna asla kail olduğu yoktur.» Yine orada şöyle deniyor: «Ne Ebû Hanîfe, ne Ebî Yusuf, ne Züfer, ne Muhammed ve ne de onların arkadaşlarından hiç birisi Halk-ı Kur'ân hakkında asla birşey demediler. Haîk-ı Kur'ân hakkında Bişr, Merisi, Ibn-i Ebî Duâd konuştular ve işte bunlar Ebû Hanîfe'nin ashabına da leke sürdüler.»[14]
ikincisi: întikâ kaydediyor: Ebû Yusuf diyor ki: «Bir Cuma günü Küfe mescidine bir adam gelerek Kur'ân hakkında sorar. Ebû Hanîfe orada yoktur, Mekke'de bulunmaktadır." Oradakiler aralarında ihtilâfa düşerler, Ebû Yusuf diyor ki: VAllah o insan şekline girmiş bir şeytandı zannederim; bizim halkımıza sokuldu, bize bu mes'eleyi sordu, biz de birbirimizle soruştuk ve cevap da vermedik. Üstadımız burada yok, o söze başlamadıkça biz söze katılmağa hoş görmeyiz, deyip savdık. Ebû Hanîfe geldiği zaman ona bu mese'leyi açtık, şöyle şöyle oldu, bu hususta ne biliyorsun, dedik. Yüzünün rengi değişti. Güç bir mes'ele vuku buldu da biz de o, hususta bir şey söylemedik zannetti. Nasıl oldu diye sordu. Biz de şöyle oldu diye anlattık. Bir müddet sükûta daldı. Sonra: Siz ne cevap verdiniz? dedi. Biz de hiçbir cevap vermedik, yanlış bir şey söyleriz, sen de onu beğenmezsin diye korktuk da bir şey söylemedik,, dedik. Bunu duyunca sevindi ve:
— Allah hayırla mükâfatlandırsın, benim vasiyetimi iyi tutun. Bu hususta asla birşey demeyin, bunu asla sormayın. Yalnız şunu bilin: Kur'ân Allah'ın kelâmıdır, deyin. Buna bir harf bile ziyade etmeyin. Zannetmem ki bu mes'elenin sonu gelsin.»[15]
23- Açık Netice : Hâlk-I Kur'ân Mes'etesine Dalmaktan Çekinirdi
Bu sözlerden çıkan netice şüphe bırakmayacak surette gösteriyor ki, Ebû Hanîfe bu mes'eleye dalmaktan çekiniyordu. Fakat düşmanları bu yolda asılsız şeyler uydurdular; Ebû Hanîfe'ye iftira ettiler. Hanefiyyeden bazılarının hâlk-ı Kur'ân'a kail olmaları onların bu asılsız sözlerinin yayılmasına ve doğru zannedilmesine yardım etti. Ebû Hanîfe onların iftiralarının gadrine uğramıştır. Bâzı Hanefîyyenin sözlerini ona yüklemişlerdir. Yine bu cümleden olarak Ebû Hanîfe'nin torunu ismail b. Hammâd b. Ebû Hanîfe'nin Hâlk-ı Kur'ân'a kâiî olması da bu isnadın ona yapışmasına sebep olmuştur. Çünkü rivayete göre, İsmail b. Hammâd şöyle demiş: «Kur'ân mahlûktur, bu benim re'yimdir ve atalarımın re'yi-dir..» Bişr b. Velid bunu şöyle reddetmiştir.
— Senin re'yindir, buna evet deriz. Fakat atalarının re'yi olduğuna gelince, buna cevabımız: Hayır, öyle değildir, olacaktır.
Hâlk-ı Kur'ân'a kail olan Mutezile .ilimde fıkıhta yüksek mevki sahibi olan kimselerin de bu re yde olduklarını' söyleyerek kendi mezheblerini tervice çalışıyorlardı. Ebû Hanîfe'yi de bu işe karıştırdılar.
Bütün bunlara dayanarak diyoruz ki: Ebû Hanîfe Hâlk-ı Kur'* ân mes'elesine dalmamıştır, bu mevzuu kurcalamamıştır. Ve pek tabiî ki Kur'ân mahlûktur da dememiştir. Kanaatımızca bu mes'e-leyi mevzuubahs etmek günah da sayılmaz!
-
Siyasî Görüşleri
Okuduğumuz menakıb ve tarih kitaplarında Ebû Hanîfe'nin siyaset hakkındaki fikirlerine derli toplu bir arada yazılı olarak rastlayamıyoruz. Onun için bunları dağınık haberlerden ve kitapların arasından bulup çıkarmağa çalışacağız. Böylelikle belki de onun siyasî görüşü hakkında tam bir fikir edinmek kabil olur.
Ebû Hanîfe'nin hayatını anlatırken söylediklerimizden iki şeyi anlamış bulunuyoruz:
1- O, Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma'dan doğma evlâtlarını yâni Âl-i Beyti pek fazla seviyordu. Bu sevgi yüzünden eza ve cefalara maruz kaldı. Hattâ bu sevgi uğruna şehit gitti bile denebilir.
2- Gerek Emevîlere ve gerekse Abbâsîlere karşı ayaklanan evîâd-ı Ali iîe bir olup fi'len bu ayaklanmalara katılmamıştır. Derslerinde sözle onlara yardım etmekte iktifa ediyor, sorulduğu zaman onların haklı olduğuna fetva veriyordu. Hasan b. Kahtabe ile aralarında geçen olay bunu gösterir. Bu işte kendisinden fetva sorulan bir müftü vaziyetinden ileri geçmez. Hükümdarın kuvvet ve sultasını nazarı itibare almıyarak vicdanının sesine uyar ve hükmünü verir.
Bunlara dayanarak diyebiliriz ki, Ebû Hanîfe'de Hz. Ali taraftarlığı vardı. Fakat bunun hududu nereye varır, o Şia'dan bir fırkaya mensup mudur? İşte burada bunu araştırmak istiyoruz.
-
Ehl-1 Beyt Sevgisîndekî Îtîdalî
Ebû Hanîfe'nin Hz. Ali taraftarlığı Öyle Ashabın fazilet derecelerini görmesine mâni olacak neviden kör bir taassup değildi. AI-i Beyt taraftarlığıyle beraber Hz. Ebû Bekir ve Ömer'i faziletçe Hz. Ali'den üstün tutardı. Ebû Bekir'in takvasını takdirle anardı. Onun yüksek seciyesinin hayranı idi. Hattâ ticaret hayatında ve cömertlik yapmakta Ebû Bekir'i örnek tutar, onun gibi olmak isterdi. Hz. Ebû Bekir'in Mekke'de kumaş dükkânı mı vardı, o da Kûfe'de bîr kumaş dükkânı açtı. Faziletçe Ebû Bekir'den sonra Hz. Ömer gelirdi. Fakat Hz. Osman'ı, Hz, Ali üzerine takdim etmez,-di. İbn-i Abdulber Intikâ'da diyor ki :
«Ebû Hanîfe; Ebû Bekir'le Ömer'i başkalarına tafdîl eder, Ali ile Osman'ı severdi.», oğlu Hammâd, babasının şöyle dediğini naklediyor: «Ali bize Osman'dan daha sevgilidir.»[1] Hz. Ali'yi sevgide tercih etmesiyle beraber Hz. Osman'a asla dil uzatmazdı. Hz. Osman anıldığı zaman onu rahmetle yâdederdi. Hattâ dersine hazır olanlardan biri şöyle demiştir : «Kûfe'de ondan başka Osman'a rahmet okuyup da dua eden işitmedim.»
O, selefe söğmeğe asla cevaz vermezdi. Hattâ onun kimseye dil uzattığı duyulmamıştır. Mekke'de Atâ b. Ebî Rebah'la buluştuğu zaman Atâ ona :
—Sen şu dinde fırkalara ayrılan diyardan mısın? diye sordu. Ve sen onlardan hangi fırkadansın? deyince :
— Selefe soğmeyen, kadere îman eden, günahtan dolayı kimseyi tekfir etmiyen sınıftanım, cevabını vermişti.[2]
öyle anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe Âl-i Beyi sülâlesini Ebû Bekir ve Ömer hakkında gayet nezih lisanh görmek isterdi. Mekkî Me-nakıbında şunu naklediyor: «Ebû Hanîfe diyor ki, Medine'ye geldim. Ebû Cafer Muhammed Bakır b. Ali'nin yanına gittim :
— Ey Iraklı kardaş, bizim yanımıza oturma, dedi. Ben oturdum ve:
— Allah iyilikler versin, Ebû Bekir ve Ömer hakkında ne dersin? diye sordum.
— Allah Ebû Bekir'i ve Ömer'i rahmetine gark eylesin, dedi. —- Irak'da senin onlardan teberrî ettiğin söyleniyor, dedim.
— Allah korusun, onlar yalan söylüyorlar. Bilmez misin Ilz. Ali Efendimizin,, Hz. Fâtima'dan doğma kızı Ümmü Gülsüm'ü Hz. Ömer'le evlendirdi. Bu Ümmü Gülsüm kimdir, bir düşün. Büyük annesi Cennet kadınlarının ulusu Hz. Hatice, dedesi bütün Peygamberlerin ulusu ve sonuncusu Hz. Muhammed, anası cihan kadınlarının ulusu Hz. Falıma, kardeşleri Cennet ehlinin gençlerinin efendileri Hasan ile Hüseyin, babası îslâmda şerefli mevkî sahibi ars-laniar arslanı Hz. Ali'dir. Eğer Ömer ona münasip ve lâyık bir eş olmasaydı onunla evlendirmezdi. Böyle olana birşey denir mi?
Bunun üzerine dedim ki :
— Onlara bunu böylece yazsan, o söylenenleri tenkîd etsen.
— Onlar yazılana itaat etmezler ki, Iraklılar öyledir, sana yanımıza oturma dedim, oturdun. Yazsam onlar da dinlemezler.»[3]
Ebû Hanîfe'ye îmamiye imamlarından olan Muhammed Bakır arasında geçen bu konuşmadan anlıyoruz ki, Ebû Hanîfe Al-i Beyt'e taraftarlığa toz kondurmak istemiyor onlara sürülmek istenen lekeyi temizlemeğe çalışıyor. Ona göre en büyük leke Ebû Bekir'e sövüp dil uzatmak idi. Bu iş onun vicdanını kemiriyordu. O bunu silmeğe çalışıyordu.
-
Hz. Alı Ve Muhalifleri Hakkındaki Görüşü
Ebû Hanîfe Hz. Ali'nin yaptığı her "harbde haklı olduğu ka-naatında idi, hiçbir şeyi tevile kalkışmıyordu. Fakat muhaliflerine de taan edip dil uzatmıyordu. Ve şöyle diyordu : «Ali ile harb edenlerden hiç biri yoktur ki, Ali bu hakka ondan daha lâyık olmasın.»[4] Ali ile Talha ve Zübeyr arasında olan harb hakkında şöyle diyor : «Şüphesiz ki Emir'ül-Mü'minm olan Hz. Ali'dir. Talha ile Zübeyr ona bi'at ettikten sonra muhalefet ettiler.»
Kendisine Cemel vak'ası soruldu. «Ali adalet üzere gitti. O âsilerle muharebe hakkında sünneti Müslümanlar arasında en iyi bilendir.» dedi.[5]
Görülüyor ki, o hakkı açıkça söylüyordu. Hiç birşeyden çekinmiyordu. Fakat muhalifleri de hiç kötülükle zikretmiyor, te'vil kapısı da açmıyordu.
Hz. Ali'ye muhalefet eden ashab hakkında re'yi böyle olunca, Emevîler hakkındaki görüşü şüphesiz ki, onların hükmünü teyit edici, onların hilâfetini kabul edici bir görüş olamaz. Asnndaki Eınevî Halifeleri hakkında bu şüphe taşımaz bir surette böylece sabittir. Ondan Öncekiler hakkında da mantık yoliyle ayni hükme varmak kabildir.
Faraziye ve kıyasları bir yana bırakalım da şüpheye mahal bırakmıyan söz ve amellere bakalım : Gördük ki: Zeyd b, Ali Emevî Halifelerinden Hişâm b. Abdulmelik'e karşı ayaklandığı zaman Ebû Hanîfe, Zeyd'i takviye etti. Zeyd ile beraber cihada katılmak nasıldır? diye sorulunca: Onun bu çıkışı, Hz. Peygamberin Bedir Harbine çıkışma benzer, dedi. Onun askerlerine malca yardımda bulundu. Fakat onun etrafındaki adamlara itimadı azdı. Bunun için şöyle dedi:
— Eğer bilsem ki, bu halk onu aldatmıyacak, kendisiyle beraber sadâkat üzre sebat gösterecekler, ben de O'na tâbi olur, O'nun-la Leraber ben de çalışırdım. Çünkü hak imam odur.»
-
Abbasîler Hakkındaki Fikrî
Abbasîler hakkındaki fikri, Emevîler hakkındakinden daha iyi değildi. Bilhassa Abbâsîlerle Hz. Ali evlâdı arasında ihtilâf baş gösterince onlardan soğudu. İbrahim, Mansur'a karşı ayaklanınca ona taraftar oldu. Bâzı kumandanlar, hükümet tarafından ona karşı gitmeyi sorunca, onları vaz geçirdi. Kendisine soranları ayaklanmaya teşvik etti. Mekkî Menakıbında diyor ki:
«İbrahim b. Süveyd diyor: İbrahim b. Abdullah b. Hasan ayaklandığı zaman Ebû Hanîfe'ye sordum :
— Farz olan Haccı yaptıktan sonra sence hangisi daha hayırlıdır, İbrahim'le beraber ayaklanma mı, yoksa Hacca gitmek mi?
— Bir gaza elli Hac'dan daha efdaldir, dedi. İbrahim zamanında bir kadın Ebû Hanîfe'ye gelerek:
— Oğlum o adamın yanına gitmek istiyor, bense buna manî oluyorum, ne dersin dedi.
— «Ona manî olma...»[6]
Hammâd b. A'yen diyor ki: «Ebû Hanîfe, halkı İbrahim'in tarafına geçmeğe teşvik eder, ona tâbi olmalarım söylerdi. Muham-med b. Abdullah b. Hasan Ebû Hanîfe'nin yanında anılınca gözlerinden yaşlar boşanırdı.[7]
-
İlmi Bağlantılar
Ebû Hanîfe'yi Âl-i Beyt'e bağlıyan yalnız bu siyasî temayül değildi. Onun AI-i Beyt'le ilmî bağlantısı çok daha kuvvetli idi. Hattâ bu siyasî temayülün sebebi asıl bu ilmî bağlantıdan doğuyordu, îmam Zeyt ile ilmî münasebeti vardı. O üstadlanndan mâduttur. iki hak şehidi Muhammed ve İbrahim'in babaları Abdullah b. Hasan da üstadlarındandır. O, Muhammed Bâkır'dan, Cafer Sâdık'-dan Hadîs rivayet ediyordu, Müsned'i buna şahittir.
Ebû Yusuf'un Kitab'ül-Asâr'ında zikrolunuyor: Ebû Yusuf, Ebû Hanîfe'den rivayet ediyor, o da Ebû Cafer Muhammed b. Ali'den rivayet ediyor: Hz. Peygamber yatsıdan sonra fecre kadar namaz kılardı. Bunların arasında sekiz rek'at kılar, üç rek'at.vitr kı-' lar, iki rek'at fecr namazı kılardı.»[8] Burada Ebû Cafer'den mün-kati' — senedi kesik bir Hadîs rivayet ediyor.. Senet onda kesiliyor ve daha yukan çıkmıyor. Ebû Hanîfe bu nevi Hadîsin mutadı hilâfına ancak birinci derecede mevsuk olan en kuvvetli râviden kabul eder. Bu mücerred rivayet değil, ilim almaktır. Yine ayni eserde menâsik bababında Cafer Sâdık'tan şu rivayet var:
«Ebû Yusuf, Ebû Hanîfe'den, o da Cafer b. Muhammed'den o da İbn-i Ömer'den rivayet ediyor ki: Bir adam gelerek : Ben, Tavaftan mâda bütün menâsiki yaptım, sonra ehlimle yaklaştım, dedi. O da: Kalanını da yap, kurbanını kes, gelecek sene sana yine . Hac lâzım.» dedi. Adam döndü ve :
— Ben çok uzak yerden geldim, dedi. Yine aynı şekilde cevap verdi.[9]
-
Hz. Ali Taraftarı Olmakla Beraber Şîa Fırkalarından Bîrine Katılmış Değildir
Hâsılı bütün bunlardan vardığımız netice şudur: Ebû Hanîfe'de Hz. Ali taraftarlığı vardı. Onun siyasî gidişi o tarafadır. Fakat onun hayatının akışından ve geçen olaylardan iki şey açıkça meydana çıkıyor:
1- Al-i Beyt'e olan şiddetli taraftarlığı onu başkalarından ilim almağı terke veya diğerleri hakkında kötü zan beslemeğe asla sevketmiyordu. Asrının bütün ulemasiyle ilmî münasebeti vardı. Üstadlannın çoğunun zaten her hangi bir siyasî temayülü yoktu. Ve daha ziyade onların tesirinde idi.
2- Şiadan her hangi bir fırkaya intisap etmiş değildi. Zeydi-ye imamları ve Imâmiye imamları ile olduğu gibi Keysâniye'den bâzilariyîe de münasebeti vardı. Fakat bu fırkalardan her hangi birine intisabı yoktu. O her hangi bir mezheple mukayyed olmaksızın takdir hürriyeti» tedkîk hürriyeti sahibi olarak Âl-i 'Beyt'e sırf ictihadiyle bağlı idi. Onları candan severdi. Taassuptan uzaktı.
O muayyen dîni zümrelerden birine intisap etmemekle beraber onuri\re'y ve görüşlerinin ekseriyetle Zeydiye fırkasının fikirlerine yaklaşmakta olduğunu görüyoruz. Meselâ o da Ebû Bekir ve Ömer'in hilâfetlerini doğru bulanlardandır. Vasiyet voliyle Halifenin Peygamber tarafından tâyin edilmiş olduğuna kani değildir. Bunlar ise hep Zeydiye'nin görüşleridir. Ebû Hanîfe'nin görüşlerinin Zeydiye görüşlerine yaklaşmasında hayret edilecek bir cihet yoktur. Çünkü Zeydiye, Şia fırkalarının Ehl-i Sünnete en yakın olanıdır.
-
AKAİDE DAİR GÖRÜŞLERİ
9- Kelâm Mes'elelerînde Görüşleri Ve Eserleri
Ebû Hanîfe'nin hayatını anlatırken dedik ki: O, asrında bulunan çeşitli fırkalarla münakaşa ve mücadele yapardı. Böyle mü-bâhaselerde bulunmak için muhtelif yerlere seyahatler yaptığı olurdu. O, ilmî hayata bu fırkalarla münakaşa yaparak başlamıştır. Sonra fıkha dönmüştür ve ehl-i re'y fıkhının rakipsiz imamı olmuştur. Fakat yine de muhtelif fırkalarla münakaşa ve mücadeleyi tamâmiyle bırakmış değildir. İlmî vazifesi, dînî vecibesi onu böyle bir şeye çağırınca hemen koşardı. Onun için asnndaki ke-lâmcıların daldıkları mevzular hakkında Ebû Hanîfe'nin de görüşleri naklolunmak tadır. İmanın hakikati, günah irtikap e;den hakkında görüşleri, kaza ve kader mes'elelerine, Allah'ın iradesi yanında insan iradesine dair sözleri bize kadar gelmiştir. însan iradesinde hür müdür? İhtiyarı var mıdır, yoksa iradesinde cebre mi tâbidir? Bunlar hakkındaki görüşleri ve düşünceleri iki yolla bize gelmektedir:
1- Dağınık rivayetler hâlinde zaif veya kuvvetli yollarla naklolunmaktadır. Hangisi kuvvetli, hangisi zayıf bunu ayırmak mümkündür.
2- Ona nisbet bâzı kitaplar yoliyle biz onun görüşlerini Öğreniyoruz. Bunların başında Fıkh-ı Ekber kitabı gelir, İbn-i Nedim Fihristinde diyor ki:
«Ebû Hanîfe'nin dört kitabı vardır. Onlar da: Fıkh-ı Ekber, EI-Alim Vel-Mütaallim, Osman b. Müslim, El-Bettî'ye risalesi ki, bu eser îman ve îmanın amelle bağlılığı hakkındadır, bir de Kaderiyeye red kitabı vardır. Bunların cümlesi kelâm ilmine ve akaide dairdir.»[1]
Bu kitapların içinden Fıkh-ı Ekber eskidenberi gayet muteber tutulmuştur. Bu küçük risale matbûdur. Hind'de Haydarabad'da müstakil bir tab'ı vardır. Eser muhtelif yollarla rivayet olunmuştur. Birisi Ebû Hanîfe'nin oğlu Mammâd yoliyledir. Bunu Aliyyül-Kaari şerh etmiştir, Ebû Muti' Belhi'nin rivayeti Fıkh-ı Basit diye mâruftur. Bunu da Ebû Leys Semerkandî, Atâ b. Ali Cozcanî şerh etmişlerdir. Diğer rivayetleri ve şerhleri de vardır. îmam Ebû Mansur Mâtüridi'ye nisbet olunan bir şerh de vardır. Bu şerhin Mâtüridiye nisbeti söz taşır. Çünkü onda Eş'arilere karşı cevaplar vardır. Bundan onun Ebû Hasan Eş'ariden sonra yazılmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki Mâtürîdi ile Eş'ari çağdaştırlar. İmam Mâtürîdi 332, Eş'-ari ise 333 veya 334 tarihinde vefat etmişlerdir.
-
Fıkhı Ekber Hakkında
Fıkh-ı Ekber'in Ehû Hanîfe'ye nisbeti ulemâ arasında tetkik ye bahis mevzuudur. Ulemâ bu eserin Ebû Hanîfe'ye nisbetinin doğruluğunda ittifak etmiş değildir. Hattâ Ebû Hanîfe'nin en ha-, raretli taraftarları olan ve onun eserlerinin sayısını ziyadeleştirmek isteyen muhibleri bile bu hususta ittifak iddiasında değildirler, îbn-i Bezzazı Menakıbmda; Fıkh-ı Ekber ve El-Âlim Vel-Mütealli-me hakkında konuşurken şöyle diyor: «Ebû Hanîfe'niv. tasnif edilmiş bir kitabı yok diyecek olursan, ben de cevaben derim ki, bu mutezilenin sözüdür. Onların iddiaları Ebû Hanîfe'nin ilm-i kelâma dair eseri olmadığını söylemektir. Bundan da maksatları Fıkhı Ekber'in ve El-Âlim Vel-Müteallim kitabının onun olmadığını ortaya atmaktır. Çünkü bunlarda Ehl-i Sünnet Vel-cemâat kaidelerinin ekserisini tasrih etmiştir. Halbuki Mutezile onu kendilerinden göstermek hevesindedir. Bu kitap Ebû Hanîfe Buhâri'nin, derler. Bu açıkça bir karıştırmadır. Ben bu iki kitabı da Allâme Kürdî Imadî hattıyle gördüm. Her ikisinde de bunların Ebû Hanîfe'nin olduğunu yazıyordu. Ulemâdan çoğu bunun üzerinde birleşmişlerdir.»[2]
Görülüyor ki, Bezzâzî bu kitabın Ebû Hanîfe'ye nisbetinde ulemânın çoğu ittifak etti diyor. Bütün ulemâ ittifak etti demiyor. Demek oluyor kiri kitabın ona nisbeti ulemâdan bâzısmca şüpheli görülüyor.
-
Eserîn Mevzuuna Bakış
Fıkh-ı Ekber kitabının Ebû Hanîfe'ye nisbetı hususunda ulemânın dedikleri böyledir. Bunun hakkında rivayetler çeşitlidir.
Kat'i hükme varabilmek için en doğrusu eserin metnini gözden geçirmektir. Eserindeki mes'elenin hepsinin Ebû Hanîfe'ye nisbeti doğru mu? Yoksa bâzıları onun zamanında ele alınmayan mevzular mı? Bu cihet incelenmelidir.
Biz Hind'de tabolunan Fıkh-ı Ekber kitabına baktık. Bâzı aydınlatıcı noktalar gördük.
Peygamberlerden sonra en faziletli olanları şu sırayla tertip ediyor: «Peygamberlerden sonra insanların efdali Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali'dir. Bunlar daima ibâdet eden, Hak üzere sabit ve hakla beraber olan zatlardır. Biz hepsini severiz. Ashabdan hiç birini hayırdan başkasıyla anmayız..»
Halbuki bütün menakıb kitaplarında zikredilen rivayetler onun Hz. Osman'ın Hz. Ali'den üstün tutup öne geçirmediğinde ittifak ederler. Bir sened'e dayanan bu rivayetler, senedi olmıyan bir metinden daha kuvvetlidir.
Fıkh-ı Ekber'de bâzı öyle mes'eleler görüyoruz ki, bunlar onun asrında ve ondan önceki çağlarda mevzuubahs edilmiş şeyler değildir. Elimizde bulunan kaynaklardan hiç birinde onun çağdaşlarından veya ondan öncekilerden birinin mucize, keramet ve istid-rac arasındaki farkı anlatmağa teşebbüs ettiğini göremiyoruz. Halbuki Fıkh-ı Ekber şöyle diyor: «Peygamberlerin mucizeleri, evliyanın kerameti haktır. Fakat haberlerde geldiği üzere iblis, Firavun, Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olup da onları .şimdiye kadar vukua gelmiş ve gelecek bulunan hallerine ve mucize ve ne de keramet deriz, istidractır: Hacetlerini yerine getirmek deriz. Zira Allah, düşmanların hacetini onları derece derece cezaya çekmek ve nihayet cezaya çarpmak kabilinde yerine getirir, onlar da buna aldanip daha azarlar. Bunlar caiz ve mümkündür.»
Evliyanın kerameti, kâfirlerden sadır olan hârukuiâde ahval, olağanüstü şeyler arasındaki farka dair bir söze o asırda cereyan eden münakaşalara tesadüf edemiyoruz. Bunlar îslâmda tasavvuf meydana çıktıktan sonra kelâm uleması arasında bahis mevzuu yapılmağa başlanmıştır. Ulemâ ermiş evliyaya Allah'ın neler bahsettiğinden söz açtılar, erenlerin olağanüstü hallerinden bahse . daldılar. Bu cihet bizi, mes'elenin esere sonradan ilâve olunduğu zannına götürmektedir. Veyahut eser Mâtürîdi ve Eş'arî görüşlerine göre o sırada yeniden yazılmıştır.
-
Akaîd Görüşlerini Anlama Yolu
Ebû Hanîfe'nin akaide dair görüşlerini biz, yukanki sebeplerden dolayı yalnız Fikh-ı Ekber'den ve El-Âlim Vel-Müteallim'den almakla iktifa etmiyoruz. Bunları tarih kitaplarındaki rivayetlerden bu iki kitapta olanlara uygun düşüncelerle birleştiriyoruz. Böylece dört mes'eleyi ele alıp onlar üzerinde konuşacağız : 1- iman, 2- Büyük günah işleyen hakkında hüküm, 3- Kudret ve irade mes'elesi, 4- Kur'ân mahlûk mu, değil mi münakaşası.
-
ÎMANIN HAKÎKATINA Dalr
Imâm-ı A'zam'a göre îmanın hakikati hakkında Fıkh-ı Ekber'-de olanlar muhtelif rivayetlerde naklolunanlara uymaktadır. Onun için bunları doğruluğunda şüpheye mahal yoktur. Fıkh-ı Ekber şöyle diyor:
«îman, ikrar ve tasdiktir.»[3]
islâm hakkında şöyle diyor: «islâm Allah'a teslim olmak, O'nun emirlerine boyun eğmektir. îman ile islâm arasında lügat bakımından fark varsa da islâm olmayınca îman olmaz, îman olmayınca da islâm olmaz. Bu ikisi içle dış gibidir. Din: îmana, Is-îâma ve bütün şeriatlere şâmil olan bir isimdir.»[4]
-
14- Îman Ve İslâm Bîr Mî?
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe'ye göre îman sade kalple tasdikten ibaret değildir. îmanın hakikati kalbîe tasdik ve lisanla ikrardır. Böylelikle îman ile islâm, lâzım ve mezlum gibi birbirlerine bağlanıyor, kaynaşıyor, islâm olmayınca îman olmaz, îman bulunmayınca islâm da yoktur.
Ebû Hanîfe, bu husustaki görüşünün delilini, Cehm b. Safvari ile arasında geçen bir münakaşada izah etmektedir. Bu münazarayı sana da nakleedlim de Ebû Hanîfeyi fikirlerini izah eder ve delilini getirirken sen de dinlemiş ol!
Mekkî Menakııbnda diyor ki: «Cehm b. Safvan, Ebû Hanîfe'y-le konuşmak arzusiyle onun yanma geldi ve :
— Ya Ebû Hanîfe, hazırladığım bâzı mes'eleler üzerinde konuşmak üzere sana geldim, dedi.
Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
— Seninle konuşmak abestir, seninle münakaşaya dalmak ateşe girmektir.
— Sözümü dinlemeden benim hakkımda bu ağır hükmü nasıl veriyorsun?
— Bana senin öyle sözlerini ulaştırdılar ki, onları Ehl-i Kıble olan bir Müslüman söylemez.
— Benim hakkımda gayba göre mi hüküm veriyorsun?
— Bunlar senin hakkında öyle meşhur olmuş şeyler ki, avamı da, havası da bunları duydu, herkes biliyor. Ben de ona göre söyledim.
—Ya Ebû Hanîfe, ben sana başka birşey sormıyacağım, yalnız îmanı soracağım.
— Bu vakte kadar îmanın ne olduğunu öğrenmedin mi ki bana soracaksın?
— Evet öğrendim, fakat bir nevide şüphem var.
— îmanda şüphe küfürdür.
— Küfürün bana hangi cihetten geldiğini beyan etmelisin.
— Sor, söyliyeyim.
— Bana söyle bakalım, bir kimse kalbiyle Allah'ı tanıyor, onun bir olduğunu, şeriki ve dengi olmadığını biliyor, sıfatlarını tanıyor. Lisanıyla bunları söylemeden Önce Ölüyor. Bu kimse mü'-min olarak mı öldü, yoksa kâfir midir?
— Kâfirdir, kalbiyle bildiğini Hsaniyle söylemedikçe Cehennem ehlindendir.
—- Allah'ı sıfatiyle bildiği halde neden mü'min olmuyor?
— Söyle, eğer Kur'ân'a inanıyor ve onu delil olarak kabul ediyorsan sana onunla cevap vereyim. Eğer Kur'ân'a inanmıyor ve onu delil tutmuyorsan, yine söyle, islâm milletine muhalif olanların konuştukları tarzda konuşup sana cevap vereyim.
— Kur'ân'a îmanım var, onu delil olarak kabul ediyorum.
Öyleyse dinle, Allah'u Teâlâ kitabında îmanı kalb ve lisana yani bu iki azaya bağlıyarak zikreder.
«Resule indirileni dinledikleri zaman onların gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Zira onlar Hakkı tanırlar ve derler ki, ey Rabbımız, îman ettik, bizi de şahit olanlarla beraber..»
«Biz niçin Allah'a ve bize gönderilen gerçeğe îman etmiyelim ve Rabbimizin bizi de iyi insanlar arasına katmasını dileyelim.»
îşte Allah da onları bu söylediglerinden dolayı altından ırmaklar akan Cennetlerle mükâfatlandırdı. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu, iyi işler işleyenlerin mükâfatıdır.» (Mâide; 83-85)
Cenab-ı Hak onları Allah'ı tanıdıkları ve bunu sözleriyle söylediklerinden dolayı Cennete koymaktadır. Ve onlan kalbiyle tasdik ve lisanla ikrarları yüzünden mü'minlerden sayıyor.
Yine Allah'u Teâlâ buyuruyor ki:
«Deyin ki: Biz Allah'a inandık, bize gönderilen Vahye, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a ve oğullarına vahyedilen şeylere ve Musa ile İsa'ya verilene ve. bütün Peygamberlere Rab'ları tarafından gönderilenlere îman ettik. Onlardan hiç birini diğerlerinden ayırmayız, biz ona teslim olanlarız.
«Eğer onlar da sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse hak olan doğru yolu bulmuş olurlar.» (Bakara: 136-137)
îman ettik deyin, yâni lisanla söyleyin demektir.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
«Onlara takva kelimesini gerekli kıldı.» (Fetih Sûresi: 26)
«Bunlar sözün en iyisine iletilmişlerdir.» (Hac Sûresi: 24)
«Temiz söz ona yükselir.» (Fatır Sûresi: 10)
«Allah îman edenleri dünya hayatında da, âhirette de kavl-i sabit üzere sebatlı kılar.» (İbrahim Sûresi: 27)
Bütün bunlarda îman sözünden bahis vardır. Söz dille olur.
Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: «Lâ İlahe illAllah deyin, felah bulursunuz.» Felah bulmayı kelime-i şehâdeti söyleme-, den yalnız marifete bağlamıyor. Yine Peygamberimiz buyurur : «Kim ki Allah'tan başka Tanrı yoktur, derse ve kalbinde de bu böyle ise o Cehennemden çıkar.»
Allah'ı tanıyan Cehennemden çıkar demedi, diliyle söylemeğe bağladı.
Eğer sözle söylemek lâzım olmasa ve yalnız marifet kâfi gelseydi, lisaniyle Allah'ı red ve inkâr eden kimse kalbiyle Allah'ı bildiği vakit mümin sayılırdı. İblis de mümin sayılırdı. Çünkü o Rab-bini tanıyor ve yaradam, öldüreni, tekrar dirilteni, kendisine ığva eden o olduğunu biliyordu. Bakın nasıl diyor: «Yarab, beni neden ığva ettin? Ba's edeceğim güne kadar bana mühlet ver!» «Beni ateşten yarattın* onu ise balçıktan yarattın». Kâfirler de lisanla inkâr etseler de Rablarmı bildikleri zaman mü'min olurlardı. Allah'u Teâlâ buyurur:
«Nefisleri bunları kabul ettikleri halde yine inkâr ettiler.» (Nahl: 14 )
Lisanlariyle inkâr ettikleri için Allah'ı bir bildikleri halce onları mü'minlerden addetmiyor. Yine Allah buyurur:
«Allah'ın nimetlerini bilirler, sonra inkâr ederler, onların ekserisi kâfirdir.»
«De ki: Gökten ve yerden size rızk veren kim? işitmeğe ve görmeğe hâkim olan kim? Ölüden diri çıkaran, diriden ölü çıkaran kim? işi çevirip yürüten kim? Şüphesiz Allah'tır diyecekler. De ki: Korkmaz mısınız, işte o sizin Hak Rabbiniz Allah'tır.»
inkâr etmeleri yüzünden bilmeleri, marifetleri fayda vermedi. «Oğullarını nasıl bilirse onu öylece bilirler.»
Fakat Allah'ı inkâr ettiklerinden dolayı marifet ve bilgi hiçbir fayda sağlamadı.
Bunları dinleyince Cehm:
«— Benim aklıma bir çok şeyler koydun, yine gelip sana baş vuracağım» dedi.[5]
Mekkî, Ebû Hanîfe'nin: «Kalbiyle tanıyıp diliyle ikrar etmeden ölürse kâfirdir» sözünü şöyle izah ediyor: «Ebû Hanîfe'nin bu sözünün yorumu şudur: Diliyle ikrar etmemekle itham olunduğu takdirde yine ikrar etmezse, o zaman kâfir olur. Yâni: Kalbinde olanı diliyle de söyle, denilse de söylemese o vakit kâfirdir. Fakat böyle bir töhmet ve zan yoksa, meselâ denizde, bir adada veyahut bir mağarada tenha bulunsa, kalbiyle tanırsa kâfir olmaz.»
Demek oluyor ki, Ebû Hanîfe îmanı iki cüzden mürekkep sayıyor: Kalbiyle kat'î inanma, yani itikat-ı câzim olacak; sözle de bunu ikrar ederek kalbindeki tanımayı açığa vuracak, ilân edecek. Sözle ikrar zaruridir. Çünkü kaîbde olan teslimiyyeti meydana çıkaran odur. Lisanla söylemedikçe kalbdeki bilinmez. Onun için Ebû Hanîfe'nin îman taksiminde: Kalbiyle îman eden kimse diliyle söylemedikçe insanlar arasında mü'min sayılmasa da, Allah indinde mü'mindir.
ibn-i Abdulber tntikâ kitabında Ebû Hanîfe'ye göre, îman ve aksamını şöyle beyan ediyor: «Ebû Mukatil, Ebû Hanîfe'den naklediyor, demiş ki: îman, marifet, tasdik ve islâm ikrardır, insanlar tasdikte üç mertebe üzeredir: Bir kısmı; Allah'ı ve Allah tarafımdan her geleni kalbiyle ve lisaniyle tasdik eder. Bir kısmı lisa-niyle söyler, fakat kalbiyle inanmaz. Bir kısmı kalbiyle tasdik eder, lisaniyle bunu söylemez, Allah'ı ve Peygamberinin Allah tarafından getirdiklerini kalbiyle tasdik edip lisaniyle ikrar edenler hem Allah nezdinde ve hem insanlara göre mü'mindirler. Lisaniyle söyleyip kalbiyle inanmıyan Allah indinde kâfirdir, insanlara göre m-ü'-min sayılır. Çünkü insanlar onun kaibindekini bilmez. Kelime-i şehâdeti söylemek suretiyle imanını lisaniyle gösterdiğinden ona mü'min adını verirler. Kalblerde olanı bilmeğe onları zorlayama-yız. Bir kısmı Allah nezdinde mü'mindir, insanlara göre ise kâfirdir, Bu da şöyle olur, bir mü'min, kendini korumak için lisaniyle küfür izhar eder, onu bilmiyen kimse ona kâfir der. Halbuki o Allah nezdinde mü'mindir.»[6]
Bütün bunlardan görülüyor ki, Ebû Hanîfe'ye göre itibar yalnız kalble tasdike değildir. Behemehal teslim olmak, buna razı "olmak ve mümkün olduğu zaman bunu açığa vurmak, lisaniyle söylemek lâzımdır. Şayet korku gibi bir sebeple îmanını gizli tutmak, lisaniyle söyleyememek mecburiyeti varsa, o takdirde kalbiyle tasdikle iktifa eder. Lisanla söylemese de mü'mindir.
Bu iz'anla teslimiyet, gönülden Allah'a boyun eğmek, mü'min ile münafık arasını ayıran vasıftır. Münafık lisanla söyler, fakat kalbi inanmaz. Mü'minin hâli ise gönül nzasiyle Allah'a teslim olmaktır. Kalbi tslâma bağlıdır. Münafığın hâlinde marifet var, fakat iz'an ve teslimiyet yok. Lisaniyle söylese de kalbinde îman mevcut değil.
-
Âsîleri Tekfîr Etmez
Ebû Hanîfe'nin bu hususta sözü böyledir. Bunlar sağlam, mantıkî sözlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de olan va'd ve vaîde uygundur. Ulemâ bunu beğenmiş ve fukahânın cümlesi bunu böyle kabul etmiştir. Hicret yurdu olan Medine'nin fakıhı îmâm Mâlik bu hususta Ebû Hanîfe'ye muvafakat ederdi. Ömer b. Hammâd b. Ebû Hanî-fe diyor ki: «îmam Mâlik b. Enes'le görüştüm, onun yanında oturdum, onun ilmini dinledim, ondan ayrılacağım zaman ona dedim ki:
— Düşmanlık yapan hasedciler sana Ebû Harîfe'yi olduğundan başka türlü tanıtmağa çalışmalarından emin değildim.. Ben sana onu olduğu gibi tanıtmak isterim. Onun fikirlerini beğenirsen ne âlâ, yoksa sende ondan daha iyisi varsa onu da öğrenmiş olurum.
— Söyle bakalım, öyleyse, dedi. Şöyle konuştuk:
— Ebû Hanîfe günahından dolayı mü'minlerden kimseye kâfir oldun demez, dedim.
— Ne güzel söylemiş, dedi, veyahut isabet etti, dedi.
— O bundan daha büyüğünü söyledi: Kötü künahlar işlese de tekfir etmem, dedi.
— İsabet etmiş ve güzel söylemiş.
— Bundan daha büyüğünü söylerdi, dedim.
— Nedir o? dedi.
— Bir adam, taammünden, kasden günah işlese yine tekfir etmem, dedi.
— Doğru söylemiş.
— işte onun dedikleri bunlardır, her kim ki sana onun sözleri bunlardan başka türlü olduğunu haber verirse ona kanma.»[9]
-
Mürcîecilîk Hakkında Sözleri
Müteahhirinden cumhur Muslinimin re'yi bunun üzerine karar kılmıştır. Müslüman cemaatına bu hususta muhalif olanlar Hâriciler ve Muteziledir. Hal böyle iken bu söz ulemâdan bâzısı tarafından Ebû Hanîfe'ye dil uzatmak için vesile yapılmıştır. Bundan onun Mürcieden olduğu neticesini çıkarmışlardır. Şehri s tanı'nin bu itham hakkındaki sözünü yukarıda beyan etmiştik. Bizzat o Fikh-ı Ekber kitabında kendisinden bu töhmeti reddedip almakta ve kendi mezhebiyle Mürcie arasındaki farkı belirtmektedir:
«Mü'mine günahları zarar vermez, mü'min ateşe girmez, o fâ-sık ta olsa, dünyadan mü'min olarak çıktıktan sonra ateşte ebedî kalır deyemeyiz. Mürcie Taifesinin dediği gibi bizim hasenatımız makbuldür, günahımız yargılanmıştır da diyemeyiz. Fakat şöyle deriz: Kim ki ifsat eden ayıplardan, iptal eden hallerden hâîî olarak bütün şartiyle' iyilik yaparsa onu küfürle, dinden dönmekle, kötü ahlâkla iptal etmez ve mü'min olarak bu dünyadan giderse, Allah onun amelini zayi etmez. Kendi Iûtfundan kabul ederse, sevap verir. Allah'a şirk koşmamak, küfre sapmamak şartiyle irtikap edilen günahların sahibi mü'min olarak ölünceye kadar tevbe etmezse o Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse onu ateşte azaplandı-rır. Dilerse onu affeder. Cehennemde azap etmez.»[10]
Fıkh-ı Ekber'in bu ibareleri, întikâdan ve münakaşa kitaplarından naklettiklerimize tamâmiyle uygundur. Ebû Hanîfe'nin görüşüyle Mürcie arasındaki farkı daha ziyade açıklamaktadır. Doğrusunu isterseniz. Mürciecilik son devirlerine doğru ibahcılığa -herşeyi mubah saymaya doğru daha çok kayıp yaklaşmıştır. Fâsık-lar orada istedikleri kapıyı açık buldular. Onun için Zeyd b. Ali şöyle demiştir: «Fasıklan Allah'tan af bekleme tama'ma düşüren Mürcieden ben teberri ederim,»
Onun için diyebiliriz ki: Büyük günah işleyen hakkında görüşler üç guruba ayrılmıştır: Bir kısmı onları, mü'minlerden saymaz Hâriciler ve Mutezile gibi. Bir kısmı îmanla beraber mâsiyet hiç zarar vermez, Allah bütün günahları affeder, der. İşte bunlar dâ mezmun Mürciedir. Üçüncü grup ki, ulemanın ekserisi bunlardandır. Bunlarca âsi olan tekfir olunmaz, iyiliğe on misli cevap vardır» günaha ise kendi miktarı kadar azap vardır. Allah'ın affı hiç bir kayıt altına alınmaz, bir hadde tâbi değildir, tşte Ebû Hanîfe bu ulema zümresi ndendir. Cumhur Müsîimînin akidesi de budur. Eğer bu re'ye kail olanlara Mürcie denirse o zaman Cumhur Müsli-mîn Mürcie demek olur.[11]
îyi araştıran ulemâ, Mürcie namını yalnız ikinci gruba vermektedirler. Onun için Ebû Hanîfe'den Mürcieliği reddederler. Çünkü o esaslara göre Mürcie'de amel ve taat cihetini ihmal vardır. Ameli hesaba katmıyorlar. Halbuki muttakî olan Ebû Hanîfe asla böyle bir şeye kail değildir.
Hayrat'ül-Hisan'da şöyle deniyor: «Bir kısmı Ebû Hanîfe'yi Mürcie'den saymaktadır. Bu söz doğru değildir. Evvelâ Mevâkıf sarihi diyor ki: Mürcie'den olan Assan'ı Ebû Hanîfe'yi de Mürcie'den sayıyor ve kendi görüşlerini ona nisbet ediyordu. Bu ona iftiradır. O, şöhreti olan bu büyük imama Mürciecilik nisbet ederek mezhebi yaymağa bakıyordu. Sonra Amidî diyor ki:
«Onu Ehl-i Sünnet Mürciesinden saymış olsalar gerek. Çünkü Mutezile ilk zamanlarda kader mes'elesinde kendilerine her muhalif olana Mürcie damgası vuruyordu. Veyahutta Ebû Hanîfe iman eksilmez ve artmaz dediğinden, ameli îmandan geri bırakır zannettiler ve Mürcie'den saydılar. Halbuki bu böyle değildir. Çünkü Ebû Hanîfe amele son derece ehemmiyet verir. Birçok amel mes'e-lelerinde fıkhî içtihadı vardır.»
Üçüncü olarak İbn-i Abdulber diyor ki: «Ebû Hanîfeîyi çeke-miyorlardi. Hased edenleri çoktu. Ondan olmıyan şeyi ona nisbet ediyorlardı ona yakışmayan şeyleri uydurup söylüyorlardı.»
îşte Ebû Hanîfe'nin Mürcieciliği hakkında ulemânın sözleri bunlardır. Bence Ebû Hanîfe asla Mürcieden addolunamaz. Meğer ki fâsıkı, mü'minlerden sayan herkes mürcieden addedilmiş olsun. Allah'u Teâlâ âsilerin bâzısını affeder, Allah'ın affı bir kayıt ve tahdit altına alınamaz. Bu hâle göre yâlnız Ebû Hanîfe değil. Mutezileden başka bütün fukahâ ve muhaddisler Mürcie zümresine girmiş olur ki, bu doğru değildir.
-
Kader Ve İnsanların Amelleri Mes'elesi
Ebû Hanîfe nüfuz-ı nazar sahibi, iyi görüşlü bir zattır. Onun için kader mes'elesine dalmaktan çekinirdi. Ve arkadaşlarına da bunu tavsiye ederdi. Yusuf b. Hâlid, Basra'dan geldiği zaman ona şöyle demiştir:
«Bu, insanların karşısına dikilmiş güç bir mes'eledir. Bunu halledin güçlüğü kim yenebilecek? Bu Öyle kapalı bir mes'eledir ki, anahtarı zayi olmuştur, anahtarı bulunursa o zaman içindeki belli olacak, onu açacak olanlar, ancak Allah indinden haber getirenlerdir.»
Kaderiyyeden bir grup ona gelerek kader mes'elesini münakaşa yapmak istediler. Onlara şöyle dedi: «Bilmez misiniz ki, kadere bakan, güneşe bakan gibidir, baktıkça gözleri kamaşır, şaşkınlığı artar.» Fakat Kaderiyye bu haddi aştılar, kaza ile adalet arasım nasıl bulabileceğini sordular. Allah herşeyin nasıl olacağına hüküm ve kaza ediyor. Onun kazası ve kaderi üzere o işler oluyor. Sonra neden kaza ve kader çerçevesi dairesinde yaptıklarından dolayı insanları hesaba çekiyor? îşte bunu sordular ve dediler ki:
— Allah'ın mülkünde kazası dışında bir şey yapmak mahlûh-tan hiç birinin elinden gelir mi?
— Hayır, gelemez, Yalnız kaza iki türlüdür. Biri Vahiyle emirdir. Diğer kudrette takdir eder, kudret verir. Meselâ küfre kudret verir, fakat emir vermez. Belki nehyeder. Emir de iki türlüdür. Emr-i tekvîn, yâni birşeyi meydana getirmek ,olmak emri. Ol, der, olur. Bu vahiy emrinden başkadır.»
Ebû Hanîfe'nin bu taksimi ne güzeldir. O kazayı kaderden ayırıyor. Ona göre kaza demek: Vahy-i İlâhî ile Allah'ın vermiş olduğu hükümdür. Kader ise kudret-i îlâhiye altında cereyan edendir. Allah ezelden halkın umurunu takdir etmiştir. Vahyin muktezasına göre kullarına takalifi vardır. Ameller kulun ihtiyariyle Allah'ın takdiri üzere cereyan eder. Emir de iki kısımdır, icat ve tekvîn emri var, bir de teklif emri var. Kâinattaki umur birinciye göre cereyan eder. Âhırette ceza ise ikinci teklif emrine göredir.
Burada şöyle bir mes'ele var: Taat ve isyan kulun dilemesiyle midir? Yoksa Allah'ın meşietiyle midir? Şayet kulun meşîetiyle ise Allah irade eder mi? Allah'ın iradesi emrinden ayrılır im? Bu halli müşkîl bir mes'eledir. Ebû Hanîfe bu mes'eleye insan, bilgi takatinin varabileceği şekilde ve Allah'ın kudret ve kemâline lâyık tarzda şöyle cevap veriyor:
«Ben bu hususta ortadan söylerim, ne cebir var, ne de tefviz var. Allah'u Teâlâ kullarına takat getiremiyecek bir şey teklif etmez. Onlardan yapamıyacaklan bir şey istemez, işlemedikleri bir şeyden dolayı onları cezalandırmaz. Yapmadıkları bir şeyi onlara sormaz. Bilgileri olmryan bir şeyin münakaşasına dalmalarına rızası yoktur. Bulunduğumuz hâli Allah'u Teâlâ bilir.»[12]
işte bu mes'elede mütefekkire yakışan söz budur. Coşkun dalgalar gibi çalkalanan bu mes'eleye, içinde boğulurum endişesiyle dalmak istemiyor, insan iradesine lâyık olduğu hürriyeti veriyor. Çünkü bu hissolunur bir emirdir.
Her hangi bir münakaşacı onu girmek istemediği bu mevzua sürüklemek isterse, beşer ilminin takat getiremiyeceği bu mes'eleye sokarsa yasak hududu geçmez. Kaderiye'ciler[13] ona sordular :
Bize haber ver. Allah bir kuluna küfrünü murat ederse ona iyilik mi yapmış olurw yoksa fenalık mı?
Şu cevabı verdi:
— Fenalık etti, zulüm etti denilmez. Allah'ın emrine muhalefet edenler hakkında bunlar söylenir. Allah ise bundan münezzehtir.
Bağdat tarihinde Ebû Yusuf'tan naklolunuyor:
Ebû Hanîfe'yi şöyle derken işittim. Bir kaderci, ile konuştun mu, sana söyliyeceği iki şeydir: Ya küfür etmek, ya sükût etmek. Ona bu şeylerin böyle olacağını Allah eskiden biliyor muydu diye sorulsa: Buna karşı: Hayır derse kâfir olur. Evet derse ona sorulur: Bildiği gibi olmasını mı diledi, yoksa bildiğinin hilâfına olmasını mı diledi? Cevabında: Bildiği gibi olmasını diledi derse mü'-minden îmanı, kâfirden küfrü dilediğini ikrar etmiş olup, yok ilminin hilâfına olmasını diledi derse Allah hem diliyor, hem de meramına nail olamıyor demek. Bildiğinin aksine dileyen ve bildiği olmayan bir tanrı tanımak ise küfürdür.»
Hulâsa Ebû Hanîfe bu mevzua muayyen hudutlar dahilinde dalıyor. Bu denizde fazla açılmıyor. Hayır ve şer her şeyin Allah'ın kaderiyle olduğuna inanıyor. Allah ilminin, iradesinin ve kudretinin şumuline îmanı var. Allah'ın iradesi haricinde insandan bir iş sadır olmaz. İnsanın taatı ve mâsiyctleri kendisine aittir, insanın cüz'i iradesi ve ihtiyan vardır. Onun için yaptığından sorulur, hesap verir. Hayır olsun, şer olsun zerre kadar haksızlık görmez. Bunlar Kur'ân'ın akideleridir. Ebû Hanîfe bunları Kur'ân'm sağlam âyetlerinden alıyor. Kadercilerle münakaşa yapması onlann önünü kesmek, onları susturmak, delâletlerini yüzlerine çarpmak içindir.
-
Ebü Hanîfe Îtîdalden Ayrılmaz
Ebû Hanîfe cebre kail olan Cehmi'ye'nin nazariyesini almıyor. O insanın ef'âlinde iradesi olmadığına kani değildir. Bununla beraber görüyoruz ki, onu tenkîd edenler daima onun Cehmiye'den olduğunu ileri sürüp duruyorlar; böylece ona iftira atıyorlar. Cehme ta'zîm için onun devesinin yularını tuttuğunu söylüyorlar. Bu yalanı uyduruyorlar. Halbuki o, Cehm'Ie münakaşalar yapıyor onun bâtıl delillerini çürütüyordu. Nasıl ki Ebû Yusuf onun şöyle dediğini nakleder: «Horasan'da iki sınıf şer insan var: Cehmiye ve Müşebbihe.»
ilim ve faziletten mahrum olan bâzı kimselerin iftira atarak ulemâya haksızlık yapmaları olsa olsa bu kadar olur. Hayır ve şer kaderle olduğuna hükmetmezse Mûtezili derler, hayır ve şer kaderle olduğuna hükmederse Cehmiye derler. Halbuki o Cehmiyeden uzak olduğunu kendisi haykırıyor. Doğru rivayetler onun Cehmiye'nin yollarını kesip bâtıl propagandalarının yapılmasına engel olduğunu anlatmaktadır.
22- Hâlk-ı Kur'ân Mes'elesî
Ebû Hanîfe zamanında bâzı kimseler Müslümanlar arasında Kur'ân'm mahlûk olduğuna dair sözler etmeğe başladılar. Kur'ân Hz. Peygamberin en büyük mûcizesidir, fakat Allah'ın mahlûkudur, diyorlardı. Bildiğimize göre bu sözü ilk söyleyen Ca'd b. Dirhem olmuştur. Onu Horasan Valisi Hâlid b. Abdullah idam etmiştir. Cehm b. Safvâ da buna kail oluyordu.
Ebû Hanîfe düşmanları onun da bu re'yde olduğunu iddia ediyorlar ve onun bundan dolayı iki defa tövbeye çekildiğini söylüyorlar. Sözde Emevîlerin Irak Valisi olan Yusuf b. Ömer tarafından bir defa, başka bir defa da kadı Ibn-i Ebî Leylâ tarafından tevbe ettirilmiş imiş!
Sabit olmuş bir töhmeti veya delile dayanan bir görüşü ulu orta reddetmek bizim âdetimiz değildir. Fakat bu hususta Ebû Hanîfe'ye nisbe tolunan bu rivayetleri kabul etmekte tereddül ediyoruz. Bunları doğru bulmuyoruz. Çünkü bunlar onu kötülemek istiyen düşmanları yoliyle gelmektedir. Ve elimizde bunlara muarız rivayetler de vardır. Ve bunlar kabule daha lâyıktır. Çünkü bunlar töhmet altında olmıyan mevsuk kimselerin rivayetleridir. Akâid hususunda rasgele söz söylememekle şöhret bulan, ölçülü konuşan Ebû Hanîfe'nin sânına yakışan da budur. Çünkü o ancak selefin daldığı mevzulara dalardı. Selefin görüşlerini ve dînî hakikatleri müdafaa ederdi.
Onun Kur'ân mahlûktur deyip de sonra bundan tevbe ettirildiğine dair olan rivayetleri bir yana bırakalım da onun bu mesele hakkındaki kanaatim başka haberlerden öğrenmeğe çalışalım. Bu hususta iki haber nakledeceğiz.
Birincisi: Bağdat tarihi diyor ki: «Kur'an mahlûktur sözüne gelince denildiğine göre Ebû Hanîfe'nin buna asla kail olduğu yoktur.» Yine orada şöyle deniyor: «Ne Ebû Hanîfe, ne Ebî Yusuf, ne Züfer, ne Muhammed ve ne de onların arkadaşlarından hiç birisi Halk-ı Kur'ân hakkında asla birşey demediler. Haîk-ı Kur'ân hakkında Bişr, Merisi, Ibn-i Ebî Duâd konuştular ve işte bunlar Ebû Hanîfe'nin ashabına da leke sürdüler.»[14]
ikincisi: întikâ kaydediyor: Ebû Yusuf diyor ki: «Bir Cuma günü Küfe mescidine bir adam gelerek Kur'ân hakkında sorar. Ebû Hanîfe orada yoktur, Mekke'de bulunmaktadır." Oradakiler aralarında ihtilâfa düşerler, Ebû Yusuf diyor ki: VAllah o insan şekline girmiş bir şeytandı zannederim; bizim halkımıza sokuldu, bize bu mes'eleyi sordu, biz de birbirimizle soruştuk ve cevap da vermedik. Üstadımız burada yok, o söze başlamadıkça biz söze katılmağa hoş görmeyiz, deyip savdık. Ebû Hanîfe geldiği zaman ona bu mese'leyi açtık, şöyle şöyle oldu, bu hususta ne biliyorsun, dedik. Yüzünün rengi değişti. Güç bir mes'ele vuku buldu da biz de o, hususta bir şey söylemedik zannetti. Nasıl oldu diye sordu. Biz de şöyle oldu diye anlattık. Bir müddet sükûta daldı. Sonra: Siz ne cevap verdiniz? dedi. Biz de hiçbir cevap vermedik, yanlış bir şey söyleriz, sen de onu beğenmezsin diye korktuk da bir şey söylemedik,, dedik. Bunu duyunca sevindi ve:
— Allah hayırla mükâfatlandırsın, benim vasiyetimi iyi tutun. Bu hususta asla birşey demeyin, bunu asla sormayın. Yalnız şunu bilin: Kur'ân Allah'ın kelâmıdır, deyin. Buna bir harf bile ziyade etmeyin. Zannetmem ki bu mes'elenin sonu gelsin.»[15]
-
Açık Netice : Hâlk-I Kur'ân Mes'etesine Dalmaktan Çekinirdi
Bu sözlerden çıkan netice şüphe bırakmayacak surette gösteriyor ki, Ebû Hanîfe bu mes'eleye dalmaktan çekiniyordu. Fakat düşmanları bu yolda asılsız şeyler uydurdular; Ebû Hanîfe'ye iftira ettiler. Hanefiyyeden bazılarının hâlk-ı Kur'ân'a kail olmaları onların bu asılsız sözlerinin yayılmasına ve doğru zannedilmesine yardım etti. Ebû Hanîfe onların iftiralarının gadrine uğramıştır. Bâzı Hanefîyyenin sözlerini ona yüklemişlerdir. Yine bu cümleden olarak Ebû Hanîfe'nin torunu ismail b. Hammâd b. Ebû Hanîfe'nin Hâlk-ı Kur'ân'a kâiî olması da bu isnadın ona yapışmasına sebep olmuştur. Çünkü rivayete göre, İsmail b. Hammâd şöyle demiş: «Kur'ân mahlûktur, bu benim re'yimdir ve atalarımın re'yi-dir..» Bişr b. Velid bunu şöyle reddetmiştir.
— Senin re'yindir, buna evet deriz. Fakat atalarının re'yi olduğuna gelince, buna cevabımız: Hayır, öyle değildir, olacaktır.
Hâlk-ı Kur'ân'a kail olan Mutezile .ilimde fıkıhta yüksek mevki sahibi olan kimselerin de bu re yde olduklarını' söyleyerek kendi mezheblerini tervice çalışıyorlardı. Ebû Hanîfe'yi de bu işe karıştırdılar.
Bütün bunlara dayanarak diyoruz ki: Ebû Hanîfe Hâlk-ı Kur'* ân mes'elesine dalmamıştır, bu mevzuu kurcalamamıştır. Ve pek tabiî ki Kur'ân mahlûktur da dememiştir. Kanaatımızca bu mes'e-leyi mevzuubahs etmek günah da sayılmaz!
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbn-i Nedim, El-Fihrist
[2] İbn-ı Bezzâzî, Menâkıb-ı Imam-ı A'zam, c. II, s. 108.
[3] Fıkh-ı Ekber, Haydarâbâb Tab'i, s.10
[4] Aynı eser, s, 11
[5] Mekkî, Menâkıbı Ebû Hanife, c. I, s. 145 - 148
[6] İbn-i Abdulber, Intikâ, s. 168.
[7] İbn-i Bezzazı, Menâkıb-i İmâmı A'zam c. II, s. 141
[8] İbn-i Abdulber, Intilçâ, s. 167.
[9] Mekkî, Menakıbı Ebû Hanîfe, c. I, s. 77.
[10] Ebû Hanîfe, Fıkh-ı Ekber, s. 9, Haydarâbâc tab'ı.
[11] El-Müel ve'l Nihal sahibi bunlara Ehl-i Sünnet Mürciesİ namını verir.
[12] Yusuf b. Hâlid Sdmtî ile geçen konuşması.
[13] Kaderiye: însan filini yaratır,Allah mâsiyeti murad etmez derler
[14] Hatib Bağdadi, Târihi Bağdat, c. XIH, s. 377, 378.
[15] İbn-i Abdulber, İntikâ, s. 156.
-
Imam-i a’zam hazretlerinin bir talebesine yaptigi vasiyetlerden bazilari söyledir:
- Konusurken yüksek sesle konusma. Hiçbir isinde acele etme, teenni ile hareket et. Acele seytandir.
[Hadis-i serifte, (Teenni eden isabet eder, acele eden hata eder) buyuruldu. Teenni, acele etmemektir.]
- Susmayi âdet edin.
[Hadis-i serifte, (Susmak, hikmettir; fakat susan azdir) buyuruldu.]
- Her ayda birkaç gün oruç tut.
[Hadis-i serifte, (Her ay 3 gün oruç tutan, yilin tamaminda oruç tutmus gibi olur) buyuruldu.]
- Nefsini hesaba çek, ilmi muhafaza et. Böylece amelinden iki cihanda faydalan.
[Hadis-i serifte, (Akilli, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrasi için amel edendir) buyuruldu.]
- Dünya nimetine ve sagligina güvenme.
[Hadis-i serifte, (Ihtiyarliktan önce gençligin, hastaliktan önce sagligin, mesguliyetten önce bos vaktin, fakirlikten önce zenginligin, ölümden önce hayatin kiymetini bil) buyuruldu.]
- Bu nimetlerin hepsinden sorguya çekileceksin.
[Hadis-i serifte, (Kiyamette, herkes ömrünü nerede geçirdiginden, malini nereden kazanip, nereye harcadigindan ve ilmi ile amel edip, etmediginden sorulacaktir) buyuruldu.]
- Kötü kimseyi; kötülügü ile anma, bir iyiligini bul, onu söyle. Eger kötülügü din hakkinda ise, bid’at ise onu insanlara söyle ve ona uymaktan onlari koru.
[Hadis-i serifte, (Bid'atler yayilinca, ilmi olan bunu herkese bildirsin, bildirmezse, Kur'an-i kerimi gizlemis sayilir) buyuruldu.]
- Sakin ölümü hatirindan çikarma.
[Hadis-i serifte, (Ölümü çok hatirlayanin kalbi ihya olur, ölümü de kolaylasir) buyuruldu.
- Kur’an-i kerim okumaya devam et.
[Hadis-i serifte, (Kur'an okunan evin hayri artar, melekler oraya toplanir, seytanlar oradan uzaklasir. Kur'an okunmayan ev, içindekilere dar gelir, sikinti verir, bereketsiz olur. Bu evden melekler çikar, seytanlar girer) buyuruldu.]
- Bid’at ehlinden uzak dur.
[Hadis-i serifte, (Bid’at ehlinin cenazelerine gitme, onlarla birlikte namaz kilma. Ben onlardan degilim) buyuruldu.]
Küfür ehli ile zaruretsiz konusma, mümkünse onlari Islam’a davet et, degilse, onlarla dost olma [diyaloga girme]. Anneni, babani, üstadini hayir duadan unutma. Ezan okununca, hazir ol, herkesten önce mescide gel. Kabirleri ziyaret et.
Komsudan gördügün ayiplari, emanet bil; sakla, kimsenin sirrini kimseye söyleme. Seninle istisare edene dogruyu söyle. Cimrilikten sakin. Tamahkâr olan mürüvvetsiz olur. Her iste mürüvveti gözet. Ihtiyacin olsa da, kimseden bir sey isteme. Dünya ehline ragbet etme.
Yolda giderken sagina soluna bakma, önüne bak. Bahsis verilen yerlerde herkesten daha çok ver. Bir cemaat içinde iken, onlar teklif etmeden imam olma. Kadinlarin, kizlarin, gençlerin toplandiklari yerlere gitme. Fisk, çalgi, müzik ve diger haram bulunan eglence yerlerine girme.
Bu nasihatimizi, cani gönülden kabul et. Bunlarla dünya ve ahiretini süsle. Zira bunlar senin ve herkesin iyiligi içindir. Bu yolda git ve herkese de tavsiye et
-
İmâm-ı Âzam hazretlerinin son vasiyeti, Riyâdün Nâsıhîn kitabında, kısaca şöyledir:
1- İman, dil ile ikrâr, kalb ile tasdîktir. İmanda azalma, çoğalma olmaz. Ancak parlaklığında, kuvvetinde çoğalma olur. Amel, imandan parça değildir. İman herkes için lâzım olduğu hâlde, her amel, herkes için lâzım değildir. Meselâ nisâba ulaşmayan fakir zekât vermez. Hayz ve nifas hâlindeki kadın namaz kılmaz. Fakire ve böyle özürlü kadınlara iman lâzım değildir denemez. Hayrın ve şerrin takdîri Allahü teâlâdandır.
2- Ameller farz, fazîlet ve günah olmak üzere üçe ayrılır.
3- (Allahü teâlâ Arş’ı istivâ etmiştir.) demek, (Arş’ta duruyor.) demek değildir. Arş sonradan yaratılmıştır. Hak teâlânın Arş’a ihtiyacı yoktur.
4- Allahü teâlânın kelâmı [Kur’ân-ı kerîm] mahlûk değildir.
5- Eshâb-ı kirâmın en üstünleri sırası ile dört halîfedir. Eshâbı seven mümin, müttekî, onlara düşman olanlar, münâfık ve şakîdir.
6- Kulların yaptığı işler mahlûktur. Çünkü kulun kendisi mahlûktur.
7- Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. İnsanlar, mümin, kâfir ve münâfık olmak üzere üçe ayrılır. Cenâb-ı Hak, mümine ibâdeti, kâfire imanı, münâfıka da ihlâsı farz kılmıştır.
8- Mest üzere mesh câizdir.
9- Kabir suâli haktır. Cennet ve Cehennem ebedîdir.
10- Allahü teâlâ, bütün mahlûkâtı öldükten sonra diriltir. Cennettekiler, nasıl olduğu bilinmeden, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz olarak Allahü teâlâyı göreceklerdir. Peygamber efendimizin şefaati haktır. Bütün günahı olan müminlere şefaat edecektir. Hazret-i Âişe, Hazret-i Hatice’den sonra bütün kadınların en üstünü ve müminlerin annesidir.
-
40 Sene Yatsı Abdestiyle Sabah Namazı
İmam-ı Âzam Hazretleri hakkında, "Kırk sene, yatsı abdestiyle sabah namazını kılmıştır" denir, doğrudur.
Hazreti İmam, giderken iki kişinin kendisi hakkında "İşte yatsı abdestiyle sabah namazını kılan zat budur" diye konuştuklarını duyar. Bunun üzerine:
- Yâ Rabbi, bu insanları yalancı çıkarma. Ben, senin huzuruna bende olmayan bir sıfatla çıkmaktan haya ederim, diyerek ondan sonra yatsı abdestiyle sabah namazını kılmaya başlamış ve bu 40 sene devam etmiş.
Hazreti İmam'ın namaz kıldığı mescidin müezzini anlatıyor:
- Yatsı namazını kılıyorduk. İmam namazda "Zilzal" sûresini okudu. Cemaat içinde İmam-ı Âzam da vardı. Namaz bitti, herkes çıktı. İmam-ı Âzam tefekkür halinde, olduğu gibi duruyordu. Onu rahatsız etmemek için kandili yanar vaziyette bırakarak çıktım. Onun mescidde kalacağını tahmin ederek kapıyı kilitledim. Sabah ezanını okuyup içeri girdiğimde, o hâlâ ayakta ve sakalını eline almış şöyle yalvarıyordu:
- Ey zerre kadar hayrı da, zerre kadar şerri de karşılıksız bırakmayan 'ım. Bu kulunu cehennem azabından ve ona yaklaştıran şeylerden koru. Bu kulundan rahmetini esirgeme.
İçeri girince beni farketti. Zamanın geçtiğinden haberi yoktu. Yatsı namazı yeni bitmiş zannederek:
- Kandili mi alacaksın? dedi. Ben:
- Hayır, sabah ezanını okudum, dedim. Bunun üzerine sabah olduğunu anladı ve bana:
- Bu gördüğünü kimseye söyleme, diye tenbih etti. Kendisine söz verdim ve vefatına kadar bunu kimseye söylemedim.
Hz. imam sabah namazının sünnetini kıldı ve oturdu. Sonra bizimle beraber farzı da kıldıktan sonra çıktı. Ben anladım ki, sabah namazını yatsı namazının abdestiyle kılıyordu. Çünkü mescidin kapısı akşamdan kilitlenmişti.
İmam-ı Âzam Hazretleri çok da cömertti. Bir gün Şakik-i Belhî ile giderlerken, karşıdan gelen bir adamın, yolunu değiştirdiğini gördü. Durumu farkeder etmez adama yetişip:
- Beni görünce neden yolunu değiştirdin? diye sorunca adam:
- Yâ imam, size olan borcumu zamanında ödeyemediğim için utandım, diye cevap verdi. Bunun üzerine İmam-ı Âzam Hazretleri:
- Eğer sen bu kadar sıkıntı içindeysen, şu insanlar şahit olsun ki, ben senden alacağım olan 10.000 dirhem borcumu sana hibe ettim. Bu vesileyle senin utanmana sebep olduğum için de beni bağışla, kusura bakma, dedi.
İşte islam ahlakı ve işte İmam-ı Âzam Hazretleri'nin büyüklüğü. Onu küçümseyenler, buyursunlar aynı büyüklüğü kendileri de göstersinler.
-
Hanefi Mezhebi İmamı Müctehidimiz İmamı Azam Hz. leri kendisine kadılık vermek isteyen Halifeye muhalefet etti. Önce sözle. Bir gün halife kızdı;
-Yalan söylüyorsun sen bu işe layıksın. İmamı Azam Hz.leri;
-Sizin yalan söylediğini iddaa ettiğiniz bir kimse bu işe nasıl layık olabilir? deyince Halife cevap veremedi.
Fakat kızgınlığı geçmemişti. Sözle ve mantıkla mat edemediği İmamı Azam Hz. lerini cebirle yola getirmek için hapse attı ve kamçılattı.
Fakat İmamı Azam Hz. leri kendi içtihatından dönmedi. Ölümü pahasına ve;
"Gasp edilmemiş temiz bir toprağa gömünüz beni" diye vasüyet ederek Hz. Allah'a kavuştu.
İmamı Azam Hz.lerinin irtihal ettiği günde İmamı Şafii Hz. leri doğdu.
Fazilet Takvimi
2-Ağustos-1976
-
elhamdülillah.o büyük imama bağlıyız..bilgilendiren kardeşlerimize teşekkür ederim.
-
O Imam-i A'zam kiiiii !!!!!!
Kablel-veladet Allah Rasülü (s.a.v.) onu övdü.
Keskin ferasetiyle muannidleri her sahada dövdü.
Onun ilmi dirayeti karsisinda caresiz kalan nasibsizler,
Erkekce dövüsmekten kacarak, kallesce ona sövdü.
Selam,sevgi ve saygilarimizla efendim.........
-
İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ’NİN
İMAM EBU YUSUF’A VASİYETİ: TAM METİN
Ey Ya’kub!
Sultana (devlet başkanına) saygılı ol. Kendi vakarını da muhafaza et. Onun makam ve mevkiine de ta’zim et.
İlmi bir mes’ele veya bir ihtiyaç dolayısı ile seni çağırmadıkça, huzuruna girmekten kaçın. Çünkü, onun huzuruna lüzumlu-lüzumsuz girip çıkarsan, sana itibar etmez, kıymet vermez. Onun indinde değerin düşer, mevkiin sarsılır.
Sultan ile ilişkilerinde, ateşten faydalandığın gibi davran; uzakça dur; ona çok yaklaşma, ateş çok yaşlaşanı yakar, uzakta kalana fayda sağlamaz. Sultan da ateş gibidir, her şeyi kendisinde görür; kendisinde gördüğünü de başka kimsede görmez.
Sultanın huzurunda, - bilhassa ilmi konularda- çok konuşmaktan sakın. Çünkü söylediklerini alır ve sonra bunları senin aleyhine kullanır. Kendisini etrafındaki kimselere senden daha alim gösterebilmek için, senden öğrendiklerini kendi bilgisi imiş gibi söyler. Hatta seni hatalı çıkarmaya çalışır. Muhitinde gözden düşersin. Sultanın huzuruna girdiğin zaman, hem kendi kadrini, hem de başkalarının kadrini bil ve koru. Sultanın yanında tanımadığın bir alim varken huzura girme: Çünkü, sen ilim cihetinden ondan aşağı bir durumda bulunabilirsin ve ola ki huzurda yaptığın konuşma ile ondan üstün gözükebilirsin. Bu sebeple adamın seni bir zarara uğratmak için çalışması muhtemeldir.
Bu halin tersi de mümkündür: Sen ondan daha bilgili olabilirsin. Buna rağmen, sultanın huzurundaki konuşmalarla ondan aşağı bir seviyeye inebilirsin; öyle gözükebilirsin. Bu takdirde de sen sultanın gözünden düşersin.
Sultan sana ilmi, fıkhi bir iş, bir görev teklif ederse, düşün ve ancak senin şahsiyetine ve mezhebine uygun görürsen kabul et. Sana ve mezhebine rıza gösterilmeyeceğini anlarsan o işi, görevi kabul etme.
Sultanla buluşmak için, onun adamlarını ve etrafındaki kişileri vasıta olarak kullanma. Sultanla doğrudan doğruya kendin buluş, görüş. Etrafındakilerden uzaklaş ki, sultan indinde şerefin ve merteben yerinde kalsın.
Halkın önünde lüzumsuz konuşma, sadece sordukları suallere cevap ver.
Halk ve tüccarlar arasında da zaruri ve dini ilimlerle ilgili olmayan sözlerden sakın. Böyle yaparsan mal ve dünyaya rağbetinden bahsedilmez. Aksi halde halk ve ticaretle iştigal edenler, haklarındaki hüsn-ü zannını kötüye yorarlar ve onlara rağbet etmeni, kendilerinden rüşvet almış olman şeklinde yorumlarlar.
Halk arasında gülme ve hatta gülümseme. Çarşı ve Pazar yerlerine de fazla çıkma.
Halkla ve halkın ihtiyarları ile birlikte yol ortasında yürüme. Çünkü onların arkasında yürürsen, bu durum senin ilmine hakaret olur. Onların önlerinde yürürsen, bu durumda da onlar seni ayıplarlar. Resul-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz: “Küçüklerine sevgi, büyüklerine saygı göstermeyenler bizden değildir.” Buyurmuşlardır.
Yol ağızlarında ve köşe başlarında oturma. Bir yerde oturman gerekiyorsa, mescitlerde veya mescitlerin avlularında otur. Dükkanlarda da oturma.
Çarşıda, sokakta ve mescitlerde bir şey yeme.
Yol kenarındaki çeşmelerden, musluklardan ve sakaların ellerinden su içme.
Safi ipekten veya ipekten yapılmış atlas gibi kumaşlardan elbise giyinme. Zira bunlar, insanı gevşekliğe ve ahmaklığa sevkeder.
Eşinin yanında başkalarının hanımlarından ve hizmetçilerin işlerinden bahsetme. Böyle şeylerden söz edersen, karın sana karşı edepsizlik ve küstahlık eder. Sen başka kadınlardan bahsedince, karın da kendinde, yabancı erkeklerden söz etmek hakkını bulabilir.
Mümkünse, dul bir kadınla veya yanında babasını veya anasını veya önceki kocasından olan kızını getirecek olan kadınla evlenme. Bu mümkün olmaz da bu vasıftaki kadınlardan birisi ile evlenirsen, en yakın da olsa hiçbir akrabasının, kadının yanına girmemesini şart koş, Çünkü, kadın seninle evlenerek mal ve servet sahibi olunca, babası onun bütün malının kendisine aid olduğunu ve kızının elinde emaneten bulunduğunu iddia edebilir. Elinden geldiği kadar iç güveysi de olma.
Başka kocasından çocuğu olan dul kadınla da evlenme. Çünkü, o kadın, bütün malı o çocuklar için toplayıp biriktirir. Senin malından çalar ve onlara harcar. Zira, her kadın için evladı senden daha kıymetlidir.
Sakın bir evde iki hanımını birlikte bulundurma. Birden fazla evlenirmişsen, onları ayrı evlerde oturt. Evlilik hayatının bütün maddi ihtiyaçlarını temin etmeye muktedir olduğunu anlamadan evlenme.
Önce ilim tahsil et; sonra helalinden mal ve servet temin et; daha sonra da evlen. Çünkü, ilim tahsil ettiğin sırada, hayatını kazanmak için de uğraşırsan, ikisini bir arada yürütemez ve tahsilini noksan bırakmak zorunda kalırsın. İlim tahsilinden önce kazanacağın servet ise seni dünya ile meşgul olmaya, köle ve cariyeler alıp hizmetçiler edinmeye teşvik eder. Bu durumda da vaktin boşa gider. İlim tahsilinden önce evlenirsen, çoluk çocuğa karışırsın; nüfusun artar. Onların ihtiyaçlarını temine çalışırken ilim tahsilini bırakmak mecburiyetinde kalırsın.
Gençken, kuvvetli iken, gönlünü meşgul eden şeyler yokken ve kafan zinde iken ilim sahibi olmaya çalış. Sonra da mal ve servet sahibi olmaya çalışırsın. Zira, çoluk-çocuğun çoğalması zihnini meşgul eder. Hayatını kazanınca da evlenebilirsin.
Daima Cenab-ı Hak’dan kork. Kötülüklerden uzak dur. Emanetleri ehline, sahibine teslim et.
İster avamdan olsun, ister havastan, ister büyük olsun, ister küçük her kişiye iyilik et ve nasihatte bulun.
Sakın, hiçbir kimseyi küçük görme. Vakarını koru ve herkese hürmet göster. Halk ile fazla içli dışlı olma. Lüzumlu halinde onlar seni arayıp bulsunlar. Seni ziyarete gelenleri güler yüzle karşıla. Onlara iyi davran ve sordukları mes’elelere cevap ver. Eğer sual sahibi, sorduğu konu hakkında malumat sahibi ise, ilgisi artar ve ilimle iştigal eder. Eğer sorduğu konu hakkında malumat sahibi değilse bu takdirde de sana hürmet ve muhabbet besler. Soru sahipleri karşısında dini naslara delil arayıp, onları ilm-i kelam meseleleri ile isbat etmeye kalkışma. Çünkü onlar, ilim yönünden seni taklid eden kimselerdir. Dolayısıyla, öyle yaptığın takdirde onlar da, bu gibi meselelerle uğraşmaya kalkışırlar ve bu gibi konularda hataya düşerler.
Sana bir şey sormaya gelen kimselerin sadece sordukları suallerine cevap ver. Cevabı kısa tut, uzatıp ilaveler yapma. Çünkü, sorusuna aldığı uzun cevap, soru sahibinin aklını teşviş eder, zihnini karıştırır.
On yıl, kazançsız ve azıksız kalsan bile ilim tahsil etmekten geri durup, yüz çevirme. Çünkü, tahsilden vazgeçmen halinde, yine geçim sıkıntısı çekmen muhtemeldir.
Fıkıh bilgilerini derinleştirmek ilim ve anlayışlarını artırmak maksadı ile sana müracaat eden talebelerin, ilme karşı rağbetlerini artırman için her birine evladınmış gibi muamele et, onlara yardımcı ol.
Halktan ve etrafında bulunan kimselerden hiç birisi ile tartışma ve münakaşa etme. Çünkü bu gibi kimselerle münakaşa etmen, senin itibarını düşürür.
Sultan bile olsa, hiçbir kimsenin yanında hakkı anlatmaktan ve söylemekten çekinme.
Başkalarının yaptığı ibadetten daha çok ibadet yapmadıkça ve başkalarının verdiği hayırlardan daha çok ihsanda bulunmadıkça gönlün rahat etmesin. Böyle yapmazsan, halk senin kendi yaptıkları ibadet ve ihsandan fazlasına ehemmiyet vermediğini görür ve senin ibadet ve ihsana rağbetinin azlığına hükmederler. Kendilerinin cahillikleri ile yaptıkları ibadet ve amelleri senin ilminle yaptığın ibadet ve amellerden daha üstün görürler.
Alimi çok herhangi bir beldeye vardığın zaman, o memleketi kendine tahsis etmeye ve halkı etrafında toplamaya çalışma. Ancak sen de oranın sakinlerinden biri gibi ol. Böyle yaparsan senin orada bir mevki kazanmak için gayret etmediğini bilirler. Böyle yapmazsan, o memleketin alimlerinin hepsi, senin aleyhinde bulunmaya başlarlar. Mezhebini tenkit ederler . Halkı aleyhine kışkırtırlar ve seni göz altında tutarlar. Bu durumda da boş yere aleyhinde bulunulmuş ve tenkid edilmiş olursun.
Eğer alimlerden senden belirli meseleleri soranlar olursa, cevabında, onlara her hususu açık delilleri ile anlat. Onlarla verdiğin cevaplar üzerinde münakaşa ve münazara etme.
Hoca ve üstatlarına dil uzatmaktan kesinlikle sakın. Yoksa onlar da sana ta’nederler ve seni arkandan çekiştirirler. Halktan da daima çekin.
Açıkta yaptığın davranışlarınla gizlide yaptığın davranışların farklı olmasın. Allah (c.c.) için gizli halinde iken nasılsan, açık alinde de öyle ol.
İlmi bir konuyu çözerken etraflıca mütalaa et. O konuyu içi ile dışını birleştirerek çözmeye, ıslah etmeye çalış.
Sultan tarafından, sana hoş gelmeyen bir işe memur edilirsen, bu vazifeyi kabul etme. Yalnız bu görevin sana sadece ilminden dolayı verildiğini anlarsan, onu kabul et.
Münazara ettiğin meclislerde, asla korku ve endişe içinde konuşma. Çünkü korku ve endişe hali, meseleleri geniş bir şekilde kavrama ve anlama kabiliyetine noksanlık getireceği gibi, diline ve ifade kuvvetine de ağırlık verir.
Çok gülme, çünkü çok gülmen kalbini karartır, öldürür.
Yürürken aceleci ve mütekebbir olma, sakin ve vakarlı yürü.
Hiçbir işinde de aceleci olma. Çünkü, arkasından çağıranlar, ancak hayvanlardır.
Konuşurken de bağırıp, çağırma, gürleme; yüksek sesle bile konuşma. Daima, sakin ve suskun olmayı tercih et. Lüzumsuz ve boş hareketlerden de kaçın. Az hareket etmeyi adet edin ki, halkın indinde sebatın ortaya çıksın.
İnsanlar arasında da Allah (C.C.)’ı çokça zikret ki, onlar da bunu senden duyup öğrensinler.
Namazların sonlarda, kendini alıştırıp daima yerine getireceğin bir vird seç ve onu ifa et. Mesela vird olarak, namazlardan sonra, Kur’an-ı Kerim okuyabilirsin, Cenab-ı Hakkın yüce isimlerini zikredebilirsin, bela ve musibetlere karşı ihsan buyurduğu sabır ve tahammül gücüne veya bahşettiği çeşitli nimetlere şükredebilirsin.
Her ayın belirli günlerinde oruç tutmayı itiyat haline getir ki diğer insanlar da bu hususta sana uysunlar.
Nefsini daima murakabe altında bulundur ve başkalarına karşı da onu koru. Eğer böyle yaparsan, dünya ve ahirete teallük eden amellerinde ilminden istifade edebilirsin.
Dünyaya ve sahip olduğun dünya malına ve servetine güvenme. Haline ve makamına da güvenip dayanma. Unutma ki, Cenab-ı Hak sahibi bulunduğun bütün varlığından sana hesap soracaktır.
Sultana yakın olmak için vesile ve aracı arama. Sultanın seni yakınları arasına almasını da arzu etme. Şayet sultan, kendiliğinden seni yakınları arasına alırsa, bu durumu da halka açıklama. Çünkü bu durumu halka açıklarsan, sana bir takım işler havale ederler. Bu işleri takip edip, üzerinde durursan Sultan seni hoş karşılamaz. Bu işleri takip etmez ve üzerinde durmazsan bu sefer de halk seni ayıplar. Her iki hal de senin için küçüklüktür.
Hata ve günahlarında insanlara uyma. Allah (C.C.) indinde makbul olan, sevaplı işlerde onlara tabi ol.
Kötülüğünü bilsen bile, hiçbir insanı o kötülüğü ile yad etme. O insanda bile iyilik, hayır ve salah ara ve insanları iyi halleri ile an. Ama o insanın kötülüğü din hususunda olursa durum değişir. Eğer fenalığı o kimsenin dini durumunda olursa ve sen bu hali görürsen, bu halini diğer insanlara da söyle ki, yanılarak ona tabi olmasınlar ve onun fenalıklarından sakınsınlar. Zira, Resul-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bu hususta şöyle emir buyurmuşlardır. “Bir faciri –mevki ve mertebesi ne olursa olsun- kendisinde görülen günahı ile anıp, yadedin ve durumunu başkalarına da haber verin ki, insanlar ondan sakınsınlar.” Açık olan bu emre uyarak, din hususunda kendisinde bozukluk ve aksaklık gördüğün bir kimseyi, bu hal ve davranışı ile zikret, onun makamından da korkma. Çünkü Allah-u Telala senin yardımcın ve koruyucundur. Dinin koruyucusu ve yardımcısı da O’dur. Bunu bir defa yaptığın zaman senden korkarlar, heybetin onlara tesir eder, böylece de dinde bid’at çıkarmaya kimse cesaret ve teşebbüs edemez.
Sulatanından ve amirinden dine uymayan bir hal ve davranış gördüğün zaman, kendisine itaat etmekle beraber, onu bu hususta münasip bir dille ikaz et. Çünkü o, iktidar cihetiyle senden kuvvetlidir. Mesela, ona şöyle diyebilirsin: “Siz benim amirim ve sultanımsınız. Bundan dolayı emrinize itaat ederim. Şu kadar var ki, dine uymayan hal ve davranışlarınızı da size haber vermekten kendimi alamıyorum.” Bu ikazı bir defa yapman yeterlidir. İkazını tekrarlar ve bu hususta ileri gidip, aşırı davranırsan, sultan seni azarlar ve müşkül durumda bırakır. Netice itibariyle, ikaz hususundaki tekrar ve ısrarın – şahsınla birlikte – dinin – tatbikatta- alçalıp, zayıflamasına sebep olabilir.
Aslında bir veya iki defa ihtar ve ikazda bulunmanla din hususundaki ciddiyetin ve emr-i bi’l-ma’ruf konusundaki aşırı arzu ve sebatın da anlaşılır.
Eğer, o sultan veya amir dine aykırı hal ve hareketini birkaç defa tekrarlarsa, bizzat kendin, o yalnızken huzuruna çık ve din konusunda kendisine nasihatte bulun.
Eğer, o sultan veya amir, bir bid’atçi ve te’vilci ise onunla çekinmeden ilmi münazara ve tartışmada da bulun. Ama o, hak mezheblerden birine bağlı ve dindar bir zat ise, O’na Kur’an-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden bildiklerini söyle. Kabul ederse ne ala. Ama kabul etmezse, Allah (C.C.) dan seni ondan korumasını niyaz ederek yanından ayrıl.
Ölümü daima hatırla.
Kendisinden ilim tahsil ettiğin üstad ve hocaların için Allah-u Teala’dan af ve rahmet dile.
Kur’an-ı Kerim’i okumaya devam et.
Kabirleri, büyük zatları ve mübarek yerleri çok ziyaret et.
Halktan herhangi bir kimse, sana rüyasında Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’i görmüş olduğunu söylerse bunları camilerde, türbelerde veya makberlerde bulunan mübarek kimselerin rüyalarını iyi karşılayıp, bunların söz ve haberlerini red ve inkar etme.
Nefsani arzularının peşinde koşan ve hayvani zevklerine düşkün olan kimselerde oturup-kalkma. Yalnız, kendilerini dine ve dinin emirlerine uymaya davet etmek maksadıyla, böyle kimselerle beraber bulunmakta herhangi bir mahzur yoktur.
Oyun ve eğlence yerleri ile söğülüp-sayılan yerlere girme.
Ezan okunduğu zaman, hemen camiye gitmek için hazırlan. Böyle yaparsan halk senden ileri geçmemiş olur.
Sultanın sarayına, konağına yakın yerde ev tutma.
Komşularında gördüğün kötü hal ve davranışları gizle ve ört. Çünkü bu bir sırdır, sır ise sana emanettir. İnsanların gizli taraflarını da açığa vurma.
Her hangi bir hususta sana akıl danışmak seninle istişare etmek isteyen kimseyi dinle. Seni Allah (C.C.) a yaklaştıracağını bildiğin hususları ona söyle.
Cimrilikten kaçın! Çünkü bütün insanlar cimrilere buğzeder.
Tamahkar olma. Yalan söyleme. İnsanlar arasında karıştırıcılık ve kışkırtıcılık da yapma. Her işinde haysiyetini ve insanlığını koru. Gazel huylu ve güzel hareketli ol. İnsanları incitmekten sakın.
Her zaman ve her yerde beyaz (temiz) elbise giyin.
Nesini, dünyaya rağbeti ve hırsı azaltarak temizle. Dünyaya rağbeti ve hırsı içinden at. Masivadan kalbini temizle.
Fakir olsan bile, fakirliğini belli etme. Kimseye el açma.
Gayret ve himmet sahibi ol. Çünkü, azim ve gayreti zayıf olanın, makam ve mevkii de zayıf olur.
Yolda yürürken sağa sola bakma, daima önüne bak.
Hububat gibi ölçekle satılan şeyleri veya tartı ile satılan şeyleri satın alırken kendin ölçmeye veya tartmaya teşebbüs etme. Satan şahsın ölçüsüne, tartısına itimat et.
Dünyayı ilim adamları nezdinde hakir göster. Çünkü, Allah (C.C.)’ın nezdinde bulunanlar, dünyadakilerden daha hayırlıdırlar.
İşlerini, o işten anlayan ehil kimselere havale et. Eğer böyle yaparsan, bilgiye, tecrübeye ve ihtisasa olan itimadın ve hürmetin artıp sağlamlaşır. Ayrıca, böyle davranmakla, ihtiyaçlarını kolay temin etmiş ve menfaatini korumuş olursun.
Aklı kısa olan kimselerle konuşma. Münazara usul ve adabını bilmeyen, ortaya attığı iddialarına delil getirip onları isbat edemeyen ilim adamları ile konuşmaktan kaçın.
Makam ve mevki peşinde koşan, halk arasındaki günlük ve basit mes’elelere dalarak, bu yolla kendilerine şöhret ve dünya menfaati sağlamak isteyen kimselerin söz ve sohbetlerine katılma. Onların aralarına da girme. Çünkü, o gibi kimseler, bir konuda senin haklı olduğunu bilseler dahi teslim olup senin haklı olduğunu söylemezler. Sözlerine de değer vermezler. Bunlar şarlatanlıkla seni susturmaya ve mahcup etmeye kalkarlar.
Seçkin ve kibar kimselerin iştirak ettiği meclislere girdiğin zaman seni izzetle karşılayıp yer göstermedikçe, geçip onlardan üst tarafa oturma. Oturursan, onlardan sana üzüntü verecek bir şey gelebilir.
Herhangi bir cemaat içinde bulunduğun zaman, sana hürmet edip öne geçirmedikçe, kendiliğinden ön saflara geçme. Aynı şekilde, hürmet görmez ve teklif almazsan öne geçip imamet yapma.
Halka mahsus mesire yerlerine çıkıp dolaşma.
Zalim sultan ve amirlerin yanlarına bulunma. Eğer, kendilerine söyleyeceğin hak söz ve tavsiyelere inanıp uyacaklarını bilirsen yanlarında bulunabilirsin. Ama mümkündür ki, zalim sultan ve amirler, senin yanında yapılması doğru ve helal olmayan her hangi bir işi yaparlar; sen de onları bu kötü işlerinden men edemezsin... Bu durumda insanlar eğer tam karşı koyacağın vakitte, sükut ettiğini görürlerse, onların bu kötü söz ve davranışlarının hak olduğunu savunurlar.
İlim meclislerinde kızmaktan ve şiddet göstermekten sakın.
Halkla konuşurken, onlara hikaye ve vak’a anlatma. Şüphesiz ki hikaye anlatanlar yalan söylerler veya en azından anlattıklarına yalan karışır.
İlim adamlarından her hangi biri ile, fıkhi mes’elelerde, bir mecliste oturup konuşmak istersen, oraya iyice hazırlanarak git. O mecliste, bildiklerini bütün incelikleri ve delilleri ile söyle. İyi bilmediğin meselelerden bahsetme. İyi bilmediğin meselelerden bahsedersen, konuşmalarınızı dinleyenler, senin o mecliste bulunmana sinirlenirken, hayal kırıklığına uğrarlar. Ayrıca, haksız ve isabetsiz olarak, karşındaki kimseyi senden daha alim sanırlar.
Eğer, katıldığın meclis, bir fetva meclisi ise ve sorulan meseleler de fetvaya müsaitse cevabını verirsin. Müsait değilse sebebini söylersin ve sözü kısa kesersin. Karşındaki şahsın, seni huzurunda izahat vermeye kalkışmasına ve başkasına ders vermeye başlamasına mahal bırakmamak için oradan kalkar gidersin. Yalnız orada adamlarından birini bırakarak, muarızının ilminin, derecesini, görüşünü ve sözünü anlarsın.
-
TAM METİN 2 VASİYETNAME
Talebelerinden her hangi birinin va’zını da meclisinde dinleme. Çünkü, senin bulunman onu sıkar ve şaşırtır. Ama, talebinin va’zında itimat ettiğin bir adamını bulundur. Onun va’zını dinlemeleri için mahalle halkını teşvik et ve cemaatin çoğalmasını temin et.
Senin makam ve mevkiinden istifade eden, ayrıca başkalarına tavsiye ve tezkiye ettiğin bir kimseye va’z meclisi kurdurtma. Bu işi, mahallenin halkına ve kendilerine inandığın uzak dostlarından birisine havale et. Onlar takdir ve inha etsinler. Makam ve mevkiinden istifade eden kimseleri de vaizlik ve imtihanına tabi tut. Sen de imtihan heyetinde bulunma.
Nikah işlerini semtinin hatibine bırak. Cenaze ve bayram namazlarını da semtin hatibine havale et.
Beni de hayır duadan unutma.
Bu vasiyet ve öğüdümü kabul et ve tut. Bu saviyetimi sana, ancak senin ve Müslümanların iyiliği için yapıyorum.
İşte, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerinin en büyük talebesi, usul-i fıkıh ilminde ilk eseri telif eden İmam Ebu Yusuf’a vasiyeti bu.
Muhteşem vasiyet ve bu vasiyete harfiyen riayet ederek bize örnek olan muhteşem zat, İmam Ebu Yusuf Hazretleri ortada. Başka söze ne hacet... Onlar, o büyüklerimiz, İslam’ı söylemişler ve İslam’ı yaşamışlar.....
İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ’NİN
İMAM EBU YUSUF’A VASİYETİ:
Ey Ya’kub!
Sultana (devlet başkanına) saygılı ol. Kendi vakarını da muhafaza et. Onun makam ve mevkiine de ta’zim et.
İlmi bir mes’ele veya bir ihtiyaç dolayısı ile seni çağırmadıkça, huzuruna girmekten kaçın. Çünkü, onun huzuruna lüzumlu-lüzumsuz girip çıkarsan, sana itibar etmez, kıymet vermez. Onun indinde değerin düşer, mevkiin sarsılır.
Sultan ile ilişkilerinde, ateşten faydalandığın gibi davran; uzakça dur; ona çok yaklaşma, ateş çok yaşlaşanı yakar, uzakta kalana fayda sağlamaz. Sultan d
a ateş gibidir, her şeyi kendisinde görür; kendisinde gördüğünü de başka kimsede görmez.
Sultanın huzurunda, - bilhassa ilmi konularda- çok konuşmaktan sakın. Çünkü söylediklerini alır ve sonra bunları senin aleyhine kullanır. Kendisini etrafındaki kimselere senden daha alim gösterebilmek için, senden öğrendiklerini kendi bilgisi imiş gibi söyler. Hatta seni hatalı çıkarmaya çalışır. Muhitinde gözden düşersin. Sultanın huzuruna girdiğin zaman, hem kendi kadrini, hem de başkalarının kadrini bil ve koru. Sultanın yanında tanımadığın bir alim varken huzura girme: Çünkü, sen ilim cihetinden ondan aşağı bir durumda bulunabilirsin ve ola ki huzurda yaptığın konuşma ile ondan üstün gözükebilirsin. Bu sebeple adamın seni bir zarara uğratmak için çalışması muhtemeldir.
Bu halin tersi de mümkündür: Sen ondan daha bilgili olabilirsin. Buna rağmen, sultanın huzurundaki konuşmalarla ondan aşağı bir seviyeye inebilirsin; öyle gözükebilirsin. Bu takdirde de sen sultanın gözünden düşersin.
Sultan sana ilmi, fıkhi bir iş, bir görev teklif ederse, düşün ve ancak senin şahsiyetine ve mezhebine uygun görürsen kabul et. Sana ve mezhebine rıza gösterilmeyeceğini anlarsan o işi, görevi kabul etme.
Sultanla buluşmak için, onun adamlarını ve etrafındaki kişileri vasıta olarak kullanma. Sultanla doğrudan doğruya kendin buluş, görüş. Etrafındakilerden uzaklaş ki, sultan indinde şerefin ve merteben yerinde kalsın.
Halkın önünde lüzumsuz konuşma, sadece sordukları suallere cevap ver.
Halk ve tüccarlar arasında da zaruri ve dini ilimlerle ilgili olmayan sözlerden sakın. Böyle yaparsan mal ve dünyaya rağbetinden bahsedilmez. Aksi halde halk ve ticaretle iştigal edenler, haklarındaki hüsn-ü zannını kötüye yorarlar ve onlara rağbet etmeni, kendilerinden rüşvet almış olman şeklinde yorumlarlar.
Halk arasında gülme ve hatta gülümseme. Çarşı ve Pazar yerlerine de fazla çıkma.
Halkla ve halkın ihtiyarları ile birlikte yol ortasında yürüme. Çünkü onların arkasında yürürsen, bu durum senin ilmine hakaret olur. Onların önlerinde yürürsen, bu durumda da onlar seni ayıplarlar. Resul-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz: “Küçüklerine sevgi, büyüklerine saygı göstermeyenler bizden değildir.” Buyurmuşlardır.
Yol ağızlarında ve köşe başlarında oturma. Bir yerde oturman gerekiyorsa, mescitlerde veya mescitlerin avlularında otur. Dükkanlarda da oturma.
Çarşıda, sokakta ve mescitlerde bir şey yeme.
Yol kenarındaki çeşmelerden, musluklardan ve sakaların ellerinden su içme.
Safi ipekten veya ipekten yapılmış atlas gibi kumaşlardan elbise giyinme. Zira bunlar, insanı gevşekliğe ve ahmaklığa sevkeder.
Eşinin yanında başkalarının hanımlarından ve hizmetçilerin işlerinden bahsetme. Böyle şeylerden söz edersen, karın sana karşı edepsizlik ve küstahlık eder. Sen başka kadınlardan bahsedince, karın da kendinde, yabancı erkeklerden söz etmek hakkını bulabilir.
Mümkünse, dul bir kadınla veya yanında babasını veya anasını veya önceki kocasından olan kızını getirecek olan kadınla evlenme. Bu mümkün olmaz da bu vasıftaki kadınlardan birisi ile evlenirsen, en yakın da olsa hiçbir akrabasının, kadının yanına girmemesini şart koş, Çünkü, kadın seninle evlenerek mal ve servet sahibi olunca, babası onun bütün malının kendisine aid olduğunu ve kızının elinde emaneten bulunduğunu iddia edebilir. Elinden geldiği kadar iç güveysi de olma.
Başka kocasından çocuğu olan dul kadınla da evlenme. Çünkü, o kadın, bütün malı o çocuklar için toplayıp biriktirir. Senin malından çalar ve onlara harcar. Zira, her kadın için evladı senden daha kıymetlidir.
Sakın bir evde iki hanımını birlikte bulundurma. Birden fazla evlenirmişsen, onları ayrı evlerde oturt. Evlilik hayatının bütün maddi ihtiyaçlarını temin etmeye muktedir olduğunu anlamadan evlenme.
Önce ilim tahsil et; sonra helalinden mal ve servet temin et; daha sonra da evlen. Çünkü, ilim tahsil ettiğin sırada, hayatını kazanmak için de uğraşırsan, ikisini bir arada yürütemez ve tahsilini noksan bırakmak zorunda kalırsın. İlim tahsilinden önce kazanacağın servet ise seni dünya ile meşgul olmaya, köle ve cariyeler alıp hizmetçiler edinmeye teşvik eder. Bu durumda da vaktin boşa gider. İlim tahsilinden önce evlenirsen, çoluk çocuğa karışırsın; nüfusun artar. Onların ihtiyaçlarını temine çalışırken ilim tahsilini bırakmak mecburiyetinde kalırsın.
Gençken, kuvvetli iken, gönlünü meşgul eden şeyler yokken ve kafan zinde iken ilim sahibi olmaya çalış. Sonra da mal ve servet sahibi olmaya çalışırsın. Zira, çoluk-çocuğun çoğalması zihnini meşgul eder. Hayatını kazanınca da evlenebilirsin.
Daima Cenab-ı Hak’dan kork. Kötülüklerden uzak dur. Emanetleri ehline, sahibine teslim et.
İster avamdan olsun, ister havastan, ister büyük olsun, ister küçük her kişiye iyilik et ve nasihatte bulun.
Sakın, hiçbir kimseyi küçük görme. Vakarını koru ve herkese hürmet göster. Halk ile fazla içli dışlı olma. Lüzumlu halinde onlar seni arayıp bulsunlar. Seni ziyarete gelenleri güler yüzle karşıla. Onlara iyi davran ve sordukları mes’elelere cevap ver. Eğer sual sahibi, sorduğu konu hakkında malumat sahibi ise, ilgisi artar ve ilimle iştigal eder. Eğer sorduğu konu hakkında malumat sahibi değilse bu takdirde de sana hürmet ve muhabbet besler. Soru sahipleri karşısında dini naslara delil arayıp, onları ilm-i kelam meseleleri ile isbat etmeye kalkışma. Çünkü onlar, ilim yönünden seni taklid eden kimselerdir. Dolayısıyla, öyle yaptığın takdirde onlar da, bu gibi meselelerle uğraşmaya kalkışırlar ve bu gibi konularda hataya düşerler.
Sana bir şey sormaya gelen kimselerin sadece sordukları suallerine cevap ver. Cevabı kısa tut, uzatıp ilaveler yapma. Çünkü, sorusuna aldığı uzun cevap, soru sahibinin aklını teşviş eder, zihnini karıştırır.
On yıl, kazançsız ve azıksız kalsan bile ilim tahsil etmekten geri durup, yüz çevirme. Çünkü, tahsilden vazgeçmen halinde, yine geçim sıkıntısı çekmen muhtemeldir.
Fıkıh bilgilerini derinleştirmek ilim ve anlayışlarını artırmak maksadı ile sana müracaat eden talebelerin, ilme karşı rağbetlerini artırman için her birine evladınmış gibi muamele et, onlara yardımcı ol.
Halktan ve etrafında bulunan kimselerden hiç birisi ile tartışma ve münakaşa etme. Çünkü bu gibi kimselerle münakaşa etmen, senin itibarını düşürür.
Sultan bile olsa, hiçbir kimsenin yanında hakkı anlatmaktan ve söylemekten çekinme.
Başkalarının yaptığı ibadetten daha çok ibadet yapmadıkça ve başkalarının verdiği hayırlardan daha çok ihsanda bulunmadıkça gönlün rahat etmesin. Böyle yapmazsan, halk senin kendi yaptıkları ibadet ve ihsandan fazlasına ehemmiyet vermediğini görür ve senin ibadet ve ihsana rağbetinin azlığına hükmederler. Kendilerinin cahillikleri ile yaptıkları ibadet ve amelleri senin ilminle yaptığın ibadet ve amellerden daha üstün görürler.
Alimi çok herhangi bir beldeye vardığın zaman, o memleketi kendine tahsis etmeye ve halkı etrafında toplamaya çalışma. Ancak sen de oranın sakinlerinden biri gibi ol. Böyle yaparsan senin orada bir mevki kazanmak için gayret etmediğini bilirler. Böyle yapmazsan, o memleketin alimlerinin hepsi, senin aleyhinde bulunmaya başlarlar. Mezhebini tenkit ederler . Halkı aleyhine kışkırtırlar ve seni göz altında tutarlar. Bu durumda da boş yere aleyhinde bulunulmuş ve tenkid edilmiş olursun.
Eğer alimlerden senden belirli meseleleri soranlar olursa, cevabında, onlara her hususu açık delilleri ile anlat. Onlarla verdiğin cevaplar üzerinde münakaşa ve münazara etme.
Hoca ve üstatlarına dil uzatmaktan kesinlikle sakın. Yoksa onlar da sana ta’nederler ve seni arkandan çekiştirirler. Halktan da daima çekin.
Açıkta yaptığın davranışlarınla gizlide yaptığın davranışların farklı olmasın. Allah (c.c.) için gizli halinde iken nasılsan, açık alinde de öyle ol.
İlmi bir konuyu çözerken etraflıca mütalaa et. O konuyu içi ile dışını birleştirerek çözmeye, ıslah etmeye çalış.
Sultan tarafından, sana hoş gelmeyen bir işe memur edilirsen, bu vazifeyi kabul etme. Yalnız bu görevin sana sadece ilminden dolayı verildiğini anlarsan, onu kabul et.
Münazara ettiğin meclislerde, asla korku ve endişe içinde konuşma. Çünkü korku ve endişe hali, meseleleri geniş bir şekilde kavrama ve anlama kabiliyetine noksanlık getireceği gibi, diline ve ifade kuvvetine de ağırlık verir.
Çok gülme, çünkü çok gülmen kalbini karartır, öldürür.
Yürürken aceleci ve mütekebbir olma, sakin ve vakarlı yürü.
Hiçbir işinde de aceleci olma. Çünkü, arkasından çağıranlar, ancak hayvanlardır.
Konuşurken de bağırıp, çağırma, gürleme; yüksek sesle bile konuşma. Daima, sakin ve suskun olmayı tercih et. Lüzumsuz ve boş hareketlerden de kaçın. Az hareket etmeyi adet edin ki, halkın indinde sebatın ortaya çıksın.
İnsanlar arasında da Allah (C.C.)’ı çokça zikret ki, onlar da bunu senden duyup öğrensinler.
Namazların sonlarda, kendini alıştırıp daima yerine getireceğin bir vird seç ve onu ifa et. Mesela vird olarak, namazlardan sonra, Kur’an-ı Kerim okuyabilirsin, Cenab-ı Hakkın yüce isimlerini zikredebilirsin, bela ve musibetlere karşı ihsan buyurduğu sabır ve tahammül gücüne veya bahşettiği çeşitli nimetlere şükredebilirsin.
Her ayın belirli günlerinde oruç tutmayı itiyat haline getir ki diğer insanlar da bu hususta sana uysunlar.
Nefsini daima murakabe altında bulundur ve başkalarına karşı da onu koru. Eğer böyle yaparsan, dünya ve ahirete teallük eden amellerinde ilminden istifade edebilirsin.
Dünyaya ve sahip olduğun dünya malına ve servetine güvenme. Haline ve makamına da güvenip dayanma. Unutma ki, Cenab-ı Hak sahibi bulunduğun bütün varlığından sana hesap soracaktır.
Sultana yakın olmak için vesile ve aracı arama. Sultanın seni yakınları arasına almasını da arzu etme. Şayet sultan, kendiliğinden seni yakınları arasına alırsa, bu durumu da halka açıklama. Çünkü bu durumu halka açıklarsan, sana bir takım işler havale ederler. Bu işleri takip edip, üzerinde durursan Sultan seni hoş karşılamaz. Bu işleri takip etmez ve üzerinde durmazsan bu sefer de halk seni ayıplar. Her iki hal de senin için küçüklüktür.
Hata ve günahlarında insanlara uyma. Allah (C.C.) indinde makbul olan, sevaplı işlerde onlara tabi ol.
Kötülüğünü bilsen bile, hiçbir insanı o kötülüğü ile yad etme. O insanda bile iyilik, hayır ve salah ara ve insanları iyi halleri ile an. Ama o insanın kötülüğü din hususunda olursa durum değişir. Eğer fenalığı o kimsenin dini durumunda olursa ve sen bu hali görürsen, bu halini diğer insanlara da söyle ki, yanılarak ona tabi olmasınlar ve onun fenalıklarından sakınsınlar. Zira, Resul-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz bu hususta şöyle emir buyurmuşlardır. “Bir faciri –mevki ve mertebesi ne olursa olsun- kendisinde görülen günahı ile anıp, yadedin ve durumunu başkalarına da haber verin ki, insanlar ondan sakınsınlar.” Açık olan bu emre uyarak, din hususunda kendisinde bozukluk ve aksaklık gördüğün bir kimseyi, bu hal ve davranışı ile zikret, onun makamından da korkma. Çünkü Allah-u Telala senin yardımcın ve koruyucundur. Dinin koruyucusu ve yardımcısı da O’dur. Bunu bir defa yaptığın zaman senden korkarlar, heybetin onlara tesir eder, böylece de dinde bid’at çıkarmaya kimse cesaret ve teşebbüs edemez.
Sulatanından ve amirinden dine uymayan bir hal ve davranış gördüğün zaman, kendisine itaat etmekle beraber, onu bu hususta münasip bir dille ikaz et. Çünkü o, iktidar cihetiyle senden kuvvetlidir. Mesela, ona şöyle diyebilirsin: “Siz benim amirim ve sultanımsınız. Bundan dolayı emrinize itaat ederim. Şu kadar var ki, dine uymayan hal ve davranışlarınızı da size haber vermekten kendimi alamıyorum.” Bu ikazı bir defa yapman yeterlidir. İkazını tekrarlar ve bu hususta ileri gidip, aşırı davranırsan, sultan seni azarlar ve müşkül durumda bırakır. Netice itibariyle, ikaz hususundaki tekrar ve ısrarın – şahsınla birlikte – dinin – tatbikatta- alçalıp, zayıflamasına sebep olabilir.
Aslında bir veya iki defa ihtar ve ikazda bulunmanla din hususundaki ciddiyetin ve emr-i bi’l-ma’ruf konusundaki aşırı arzu ve sebatın da anlaşılır.
Eğer, o sultan veya amir dine aykırı hal ve hareketini birkaç defa tekrarlarsa, bizzat kendin, o yalnızken huzuruna çık ve din konusunda kendisine nasihatte bulun.
Eğer, o sultan veya amir, bir bid’atçi ve te’vilci ise onunla çekinmeden ilmi münazara ve tartışmada da bulun. Ama o, hak mezheblerden birine bağlı ve dindar bir zat ise, O’na Kur’an-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden bildiklerini söyle. Kabul ederse ne ala. Ama kabul etmezse, Allah (C.C.) dan seni ondan korumasını niyaz ederek yanından ayrıl.
Ölümü daima hatırla.
Kendisinden ilim tahsil ettiğin üstad ve hocaların için Allah-u Teala’dan af ve rahmet dile.
Kur’an-ı Kerim’i okumaya devam et.
Kabirleri, büyük zatları ve mübarek yerleri çok ziyaret et.
Halktan herhangi bir kimse, sana rüyasında Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’i görmüş olduğunu söylerse bunları camilerde, türbelerde veya makberlerde bulunan mübarek kimselerin rüyalarını iyi karşılayıp, bunların söz ve haberlerini red ve inkar etme.
Nefsani arzularının peşinde koşan ve hayvani zevklerine düşkün olan kimselerde oturup-kalkma. Yalnız, kendilerini dine ve dinin emirlerine uymaya davet etmek maksadıyla, böyle kimselerle beraber bulunmakta herhangi bir mahzur yoktur.
Oyun ve eğlence yerleri ile söğülüp-sayılan yerlere girme.
Ezan okunduğu zaman, hemen camiye gitmek için hazırlan. Böyle yaparsan halk senden ileri geçmemiş olur.
Sultanın sarayına, konağına yakın yerde ev tutma.
Komşularında gördüğün kötü hal ve davranışları gizle ve ört. Çünkü bu bir sırdır, sır ise sana emanettir. İnsanların gizli taraflarını da açığa vurma.
Her hangi bir hususta sana akıl danışmak seninle istişare etmek isteyen kimseyi dinle. Seni Allah (C.C.) a yaklaştıracağını bildiğin hususları ona söyle.
Cimrilikten kaçın! Çünkü bütün insanlar cimrilere buğzeder.
Tamahkar olma. Yalan söyleme. İnsanlar arasında karıştırıcılık ve kışkırtıcılık da yapma. Her işinde haysiyetini ve insanlığını koru. Gazel huylu ve güzel hareketli ol. İnsanları incitmekten sakın.
Her zaman ve her yerde beyaz (temiz) elbise giyin.
Nesini, dünyaya rağbeti ve hırsı azaltarak temizle. Dünyaya rağbeti ve hırsı içinden at. Masivadan kalbini temizle.
Fakir olsan bile, fakirliğini belli etme. Kimseye el açma.
Gayret ve himmet sahibi ol. Çünkü, azim ve gayreti zayıf olanın, makam ve mevkii de zayıf olur.
Yolda yürürken sağa sola bakma, daima önüne bak.
Hububat gibi ölçekle satılan şeyleri veya tartı ile satılan şeyleri satın alırken kendin ölçmeye veya tartmaya teşebbüs etme. Satan şahsın ölçüsüne, tartısına itimat et.
Dünyayı ilim adamları nezdinde hakir göster. Çünkü, Allah (C.C.)’ın nezdinde bulunanlar, dünyadakilerden daha hayırlıdırlar.
İşlerini, o işten anlayan ehil kimselere havale et. Eğer böyle yaparsan, bilgiye, tecrübeye ve ihtisasa olan itimadın ve hürmetin artıp sağlamlaşır. Ayrıca, böyle davranmakla, ihtiyaçlarını kolay temin etmiş ve menfaatini korumuş olursun.
Aklı kısa olan kimselerle konuşma. Münazara usul ve adabını bilmeyen, ortaya attığı iddialarına delil getirip onları isbat edemeyen ilim adamları ile konuşmaktan kaçın.
Makam ve mevki peşinde koşan, halk arasındaki günlük ve basit mes’elelere dalarak, bu yolla kendilerine şöhret ve dünya menfaati sağlamak isteyen kimselerin söz ve sohbetlerine katılma. Onların aralarına da girme. Çünkü, o gibi kimseler, bir konuda senin haklı olduğunu bilseler dahi teslim olup senin haklı olduğunu söylemezler. Sözlerine de değer vermezler. Bunlar şarlatanlıkla seni susturmaya ve mahcup etmeye kalkarlar.
Seçkin ve kibar kimselerin iştirak ettiği meclislere girdiğin zaman seni izzetle karşılayıp yer göstermedikçe, geçip onlardan üst tarafa oturma. Oturursan, onlardan sana üzüntü verecek bir şey gelebilir.
Herhangi bir cemaat içinde bulunduğun zaman, sana hürmet edip öne geçirmedikçe, kendiliğinden ön saflara geçme. Aynı şekilde, hürmet görmez ve teklif almazsan öne geçip imamet yapma.
Halka mahsus mesire yerlerine çıkıp dolaşma.
Zalim sultan ve amirlerin yanlarına bulunma. Eğer, kendilerine söyleyeceğin hak söz ve tavsiyelere inanıp uyacaklarını bilirsen yanlarında bulunabilirsin. Ama mümkündür ki, zalim sultan ve amirler, senin yanında yapılması doğru ve helal olmayan her hangi bir işi yaparlar; sen de onları bu kötü işlerinden men edemezsin... Bu durumda insanlar eğer tam karşı koyacağın vakitte, sükut ettiğini görürlerse, onların bu kötü söz ve davranışlarının hak olduğunu savunurlar.
İlim meclislerinde kızmaktan ve şiddet göstermekten sakın.
Halkla konuşurken, onlara hikaye ve vak’a anlatma. Şüphesiz ki hikaye anlatanlar yalan söylerler veya en azından anlattıklarına yalan karışır.
İlim adamlarından her hangi biri ile, fıkhi mes’elelerde, bir mecliste oturup konuşmak istersen, oraya iyice hazırlanarak git. O mecliste, bildiklerini bütün incelikleri ve delilleri ile söyle. İyi bilmediğin meselelerden bahsetme. İyi bilmediğin meselelerden bahsedersen, konuşmalarınızı dinleyenler, senin o mecliste bulunmana sinirlenirken, hayal kırıklığına uğrarlar. Ayrıca, haksız ve isabetsiz olarak, karşındaki kimseyi senden daha alim sanırlar.
Eğer, katıldığın meclis, bir fetva meclisi ise ve sorulan meseleler de fetvaya müsaitse cevabını verirsin. Müsait değilse sebebini söylersin ve sözü kısa kesersin. Karşındaki şahsın, seni huzurunda izahat vermeye kalkışmasına ve başkasına ders vermeye başlamasına mahal bırakmamak için oradan kalkar gidersin. Yalnız orada adamlarından birini bırakarak, muarızının ilminin, derecesini, görüşünü ve sözünü anlarsın.
Talebelerinden her hangi birinin va’zını da meclisinde dinleme. Çünkü, senin bulunman onu sıkar ve şaşırtır. Ama, talebinin va’zında itimat ettiğin bir adamını bulundur. Onun va’zını dinlemeleri için mahalle halkını teşvik et ve cemaatin çoğalmasını temin et.
Senin makam ve mevkiinden istifade eden, ayrıca başkalarına tavsiye ve tezkiye ettiğin bir kimseye va’z meclisi kurdurtma. Bu işi, mahallenin halkına ve kendilerine inandığın uzak dostlarından birisine havale et. Onlar takdir ve inha etsinler. Makam ve mevkiinden istifade eden kimseleri de vaizlik ve imtihanına tabi tut. Sen de imtihan heyetinde bulunma.
Nikah işlerini semtinin hatibine bırak. Cenaze ve bayram namazlarını da semtin hatibine havale et.
Beni de hayır duadan unutma.
Bu vasiyet ve öğüdümü kabul et ve tut. Bu saviyetimi sana, ancak senin ve Müslümanların iyiliği için yapıyorum.
İşte, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerinin en büyük talebesi, usul-i fıkıh ilminde ilk eseri telif eden İmam Ebu Yusuf’a vasiyeti bu.
Muhteşem vasiyet ve bu vasiyete harfiyen riayet ederek bize örnek olan muhteşem zat, İmam Ebu Yusuf Hazretleri ortada. Başka söze ne hacet... Onlar, o büyüklerimiz, İslam’ı söylemişler ve İslam’ı yaşamışlar.....
-
İMAMI AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ
(80/150 - 700/767)
İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı.
Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu. Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeoğulları kabilesinin âzatlısı olup, Hz. Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerleşti. Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumaş ticaretiyle uğraştı. İslâm'ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti. Kırâatı, yedi kurrâdan biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikâdı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: "Günün birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarşı pazara' dedim. O, 'Maksadım o değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme. Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum' dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı. Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inâyetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu." Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktası olmuştur. Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek olacaktır. O zaman Numan henüz yirmiiki yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioğlu. İstanbul 1970. 43).
Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve çağda itikâdı fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartışmak (cedel) için sık sık Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din dışı olduğunu görerek fıkh'a yöneldi. "Arkadaşını tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer" diyordu (Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIII, 333). Kendisi bunu şöyle anlatır: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konuları bizden iyi anladılar. Aralarında sert münâkaşa ve mücâdele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayınca ben de münakâşa, cedel ve kelâmı bıraktım; selefin yoluna döndüm. Kelâmcıların selefin yolunda olmadığını; cedelcİlerin kalpleri katı, ruhları kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarını gördüm" (İbnü'l Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).
Numân, babasıyla onaltı yaşında hacca gittiğinde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah İbn Ömer ile tanışarak onlardan hadis dinlediği, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden sayılır ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliğinde çağının bütün düşünce akımlarını izlediği, ihtilâfları çok iyi tesbit ettiği zikredilmektedir (Şa'rânı, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fıkıhta karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra geleneğe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yıl Irak'ın büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'ın derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmış kadar fetvasının kırkının Hammâd tarafından tasvib edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sırada varolan şu dört fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz. Ömer fıkhı, Abdullah b. Mes'ud fıkhı, Abdullah b. Abbâs fıkhı. Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Şener, II, 132).
Hocası Hammâd b. Ebî Süleyman, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fıkhına sahip Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'ın fıkhından faydalandı. Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyâde İbrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fıkhının kaynağı, İbrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliğa, 1, 146). Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartışılmaz bir ilim elde etmiştir. Onun tâcir olarak halkın günlük hayatıyla iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düşünce alışverişinde bulunması, bu alanda saygınlığına sebep olmuştur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin İleri gelenleriyle görüşmüş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis dinlemiştir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, İkrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazılarıdır (Zehebî, Menâkibu'l-İmâm Ebı Hanife ve Sahiheyni Ebı Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Mısır). Kendisi şöyle der: "Hz. Ömer'in fıkhını, Hz. Ali'nin fıkhını, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah İbn Abbâs'ın fıkhını onların ashâbından aldım" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).
Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf'un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardımda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Birçokları ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi. Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, "Benimle eğleniyor musun?" demişti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-ı mesel haline gelmiştir.
Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fıkhı sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkıbu'l-İmâm Ebû Hanife, II, 218). Müctehid öğrencİlerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed b. Hasan es-Şeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b. Amr (190), Hasan b. Ziyâd (204), Kasım b. Maan (175), Ali b. Mushir (168), Hibban b. Ali (171)'dir. Ebû Hanife'nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır: "Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş. İnsanlığında kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir meselede görüşünü sorana bilinen görüşü tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler de bulunduğunu zikret. Halka yumuşak davran, bıkkınlık gösterme, onlardan biriymişsin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüşüm en doğrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değiştirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır. Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevİlerin, bir bölümü Abbâsİlerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559). İmam, takvâsı, firâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı. Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali'nin imamlığına zımnen bey'at etmişti. Hz. Ali'nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı -Hişâm b. Abdülmelik'e isyanı- Rasûlullah'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karşı tavrı dikkat çekici bir tavırdır. 145 yılında Hz. Ali (r.a.)'in torunlarından Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardeşi İbrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak'ta, İmam Mâlik Medine'de açıkça iktidarı telkin etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt'e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehidler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170). Bağdat'ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.
Ölümünden sonra ders halkasını Ebû Yusuf sürdürdü. Vefâtından sonra fetvâları yazılıp, doktrini sistemleştirildi. Hanefilik kanun ve asıllarıyla İslâm dünyasının dört bucağına yayılmıştır. Mezhebi sistematik hale getiren, İmam Muhammed eş-Şeybânî'dir. el-Asl, el-Câmi'ü's Sağır, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adıyla mezhebin ana kaynakları sayılmıştır (Bk. Hanefi mezhebi).
Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l Ekber", kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabıdır (İmam Fahrü'l İslâm Pezdevî, Usûlü'l-Fıkh, I, 8; İbnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrıca el-Fıkhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan rivâyet edilmiştir. Bunların yanısıra kaynak ve araştırmalarda nüshaları bulunamayan başka eserlerden de söz edilmiştir.
Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcİlerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 21). Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: "Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm'ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicİlerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.
Mezhepleri günümüze kâdar varlığını sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasında ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuştur. Irak'ta doğan bu mezhep hemen hemen bütün İslâm dünyasında yayıldı. Abbâsiler döneminde kadıların çoğu Hanefi idi. Selçukluların, Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi. Osmanlı döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).
Ebû Hanife yetmiş yıllık ömrünü fetvâ vermek, ders halkasında talebe yetiştirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, İslâm âleminin yetiştirdiği büyük müctehidlerden biridir. Elli beş defa hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ. Hakkı, a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac yapmıştır.
İmâm-ı Âzam usûlünü şöyle açıklamıştır: "Rasûlullah (s.a.s.)'den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız."
"Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'ın güvenilir, âlimlerce mâlum ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrâhim, Şâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, 20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fıkh, II, 161; A. Emin, Duha'l İslâm, II, 185 vd).
İmam Muhammed de "İlim dört türdür: Allah'ın kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'ın ashâbının icmâ'ı ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet İslâm fukahâsının çoğu tarafından sahih ve güzel olduğu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demiştir.
Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım tenkidler yapılagelmiştir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M. Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayısı onyedi veya elli civarındadır (İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde özetlenebilir.
Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değilse de, "ictihad şûrâsı"nda bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hâfızları vardır (M. Zâhidü'l Kevserî, a.g.e., 152). İctihadında, bizzat üstadlarından öğrendiği dörtbin kadar hadis kullanmıştır (Mekkî, Menâkıb, II, 96). Bazı hadisleri Hz. Peygamber'e ait oluşunda şüphe bulunduğu, başka bir deyişle hadisin sıhhatini tesbit için İleri sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir (İbn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, değil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayıf hadisleri dahi kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir. (İbn Hazm. el-İhkâm. 929).
Diğer taraftan, Kıyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksızlık etmiştir. Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır. Ebû Hanife: 1-Kıyası kâideleştirmiş, 2- Sık kullanmış, 3- Henüz vuku bulmamış hâdiselere de tatbik etmiştir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; İbnu'l-Kayyım, İlâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, 187).
Yine, "İstihsan" metodu başta Şâfii olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler tarafından da yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir. Halbuki mesele mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânın çok farklı olduğu görülecektir.
İmam Şâfii'ye göre İstihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, güzel bulmasıdır." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu işi yapar. Eğer benzerine aldırmadan bir değer biçerse, tutarsız ve haksız bir iş yapmış olur. Allah'ın helâl ve haramı ise bundan çok daha önemlidir. Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). İstihsan ile hükmeden, Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur (el-Umm, VII, 267-272).
İbn Hazm'da İstihsan, nefsin arzuladığı, beğendiği şekilde hükmetmektir (el-İhkâm, 42). "Bu bâtıldır, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana değişir" (İbtâlu'l-Kıyas, 5-6) demiştir.
Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kıyas gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsanı nasıl anladığına dâir sarih bir ifade nakledilmemişse de, onun benimsediği hüküm ve ictihad usûlünün, yukarıda zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadığı sâbittir. Kaldı ki onun istihsana göre verdiği hükümlere dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s.137).
İstihsanın iki anlamı vardır:
1- İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi.
2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayırarak geniş izah ve misaller veriyor ki bunlardan çıkan neticeye göre istihsanın ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli başka bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibaret oluyor.
Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çıkmış oluyor. İmam Şâfii, istihsan lâfzını birinci mânâda kullanmıştır (el-Mekkî, Menâkıb, I, 95). İmam Mâlik, "İstihsan ilmin onda dokuzudur" demiş ve ictihadında buna geniş bir yer vermiştir (Amidî, el-İhkâm, 242; el-Mekkî, Menâkıb, I, 95 vd.).
İmam Ebû Hanife'nin ictihâdından bazı örnekler:
1- Ebû Hanife'ye, Evzâı soruyor:
-Namazda rükûa giderken ve doğrulurken niçin ellerinizi kaldırmıyorsunuz?
-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptığına dâir sahih bir rivâyet gelmemiştir.
-Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasından, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza başlarken, rükûa varırken ve doğrulurken ellerini kaldırdığını" haber verdi.
-Bana da Hammâd, İbrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın yalnız namaza başlarken ellerini kaldırdığını, bir daha da kaldırmadığını" haber verdi.
-Ben sana Zührî, Sâlim, babası yoluyla Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve İbrâhim haber verdi diyorsun?
-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, İbrâhim de Sâlim'den daha fakihtir. İbn Ömer'in sahâbî oluşu ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta Alkame ondan geri değildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardır. Abdullah'a gelince; o Abdullah'tır!
Bu cevap üzerine Evzâî, susmayı tercih etmiştir (Karaman, a.g.e., 138-139).
Bu istinbâtında Ebû-Hanife, hadise dayanmış, fakat üstadları olduğu için râvİlerini daha yakından tanıdığı bir hadisi diğerlerine tercih etmiştir.
2- Bir kimse diğerine kârı ortak olmak üzere satması için bir elbise veya aynı şartla yapıp kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karşılığında bir adam kiralanmış oluyor. İmam-ı Âzam'a göre bu bir ortaklık akdi değil isticâr (kira) akdidir ve şartlarına uygun olmadığı için fâsidtir (Ebû Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsı, el-Mebsût, XXII, 35 vd.).
Aynı akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, İbn Ebî Leylâ tarafından câiz görülmüştür.
Bu kıyas ictihâdında iki müctehid, makisûn aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır.
3- Keza bir kimse, diğerine mahsulün yarısı, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalığını teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtıldır. Çünkü arazinin sahibi adamı meçhul bir ücret karşılığında kiralamıştır. Ebû Yusuf'un rivâyetine göre İmam şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa bu adam boşa çalışmış olmayacak mı?" Ebû Yusuf ve İbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüşlerine dayanarak ve mudârabe akdine kıyas ederek bu işlemi câiz görmüşlerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 41-42).
4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki gayr-i müslimlerin birinin diğerine şâhid veya vâris olması, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir". Halbuki İbn Ebî Leylâ, onların iki ayrı din sâliki iki ayrı millet olduklarını kabul ederek birinin diğerine şâhit ve vâris olmasını câiz görmemiştir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).
İmam-ı Azam'ın fıkıh tedvinindeki öncülüğü
İslâm ilimlerinde fıkhın konularının düzenli olarak belirlenmesiyle bunların kitap, bâb, fasıllara ayrılarak yazılması İslâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasıdır. İmam Muhammed eş-Şeybânî'nin telifiyle ortaya çıkan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayatı ince ayrıntılarıyla içine alan beşyüzbin meseleyi hükme bağlamıştır. Bunlar yazılı küllî fıkıh kâideleri olarak İslâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynakları olmuş, yüzyıllarca şerhleri yapılmıştır. Çağdaşlarının Ebû Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile suçlamaları bile daha sonraları onun görüşlerinin başka kavramlar adı altında kabulünü engellememiştir. Ebû Hanife'nin bir diğer özelliği, kendisinden öncekİlerin nakillerinin yarısını bütün meseleleri yeni baştan edille-i şer'iyye kaynaklarından çıkarmasıdır. İslâm'ın esaslarına uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabın görüşünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüşünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet 132 yılında Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (179) ve Sufyân b. Uyeyne gibi İleri gelen imamlarla görüştü; hacca gelen çeşitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yılında Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un başa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahşerî, el-Keşşâf, 11, 232). Çağdaşı İmam Câfer el-Sâdık ile mütâbakatı vardır. İki yıl onun meclisinde bulunmuş ve, "bu ikiyıl olmasa Numân helâk olurdu" demiştir. Hicrî 150 yılında vefât ettiğinde yakınlarına, "Halifenin gasbettiği hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiştir.
İmâm-ı Azam bazı rivâyetlere göre işkence edilirken, zehirlenerek öldürülmüştür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona başkadı olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder, böylece sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir. İbn el-Bezzâzı de Ebû Hanife'nin hapisten çıkıp evine döndüğünü, ancak devletin onu halkla temastan engellediğini ve evinde gözetim altında tutulduğunu zikreder (el-Bezzâzı, Menâkıbu'l-İmâmi'l-A'zam, II, 15). Ebû Hanife'nin cenaze namazında ellibin kişi bulunmuş, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katıldığı söylenmiştir.
Çağdaşları içinde değişik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, İbn Cüreyh, Câ'fer-i Sadık, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan İmâm-ı Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında geçen şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana lâyık olan şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum. Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin? " diye sormuş. İmam Bâkır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi.
Ebû Hanife ona, "Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim. Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Târihi, II, 66-67).
Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı sık sık kullanmış, ticârî akidlerdeki ictihadlarında ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır. Onun en önemli özelliklerinden birisi, şahsı hak ve hürriyetleri savunmasıdır. Âkil bir insanın şahsı tasarruflarına hiç kimsenin müdâhale edemeyeceğini savunarak fıkıhta büyük bir reform yapmıştır. Âkile ve bâliğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç kimsenin şahsı velâyet hakkına müdâhalede bulunamayacağını söylemiştir. Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çoğu görüşlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüşünü yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadır. Ona göre velâyet, hürriyeti kısıtlar ve zedeler. Genç erkeğin nasıl hür velâyeti varsa, genç kızın da olması gerekir. Maslahat dışında bu mutlâka şarttır. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayıt altına almasının karşısında yer almıştır. İnsanın kendi mülkî tasarrufu eğer başkasına zarar verici olursa, o zaman bu meselede şuurlu bir dinî vicdana başvurur. Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düşmanlık ve çekişme, dinî duyguların zayıflamasına, hattâ fitne ve zulme yol açar. İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu hiçbir şey telâfi edemez, kalp katılaşır, dinden uzaklaşılır, buğzetme ve düşmanlık yaygınlaşır, tecâvüz ve çekişmeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çıkar. İşte kısaca, Ebû Hanîfe yöneticİlerin zorbalığına karşı kişisel özgürlükleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil gelişim tarzını da ilk defa böyle sistemli bir fıkıhla ortaya koymuştur.
Ebû Hanife'nin bir başka önemli görüşü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanın fâiz almasını câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada İslâmî hükümler tatbik edilmediğinden, müslümanın düşman rızasıyla onların mallarını alması câizdir. Evzâî bu konuda karşı çıkarak, fâizin her yerde her zaman haram olduğunu söylemiş, kâfirlerin mal ve canlarının müslümanlar için haram olduğunu istihrac etmiştir. Ebû Yusuf ile İmam Şâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüşüne katılmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak şeyleri mübah kılması ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardır. Bu bakımdan o bir çok meselede kolaylık getirmiştir. Onun Dârü'l-İslâm'ın Darü'l-Harb'e dönüşmesi için getirdiği şartlar da Cumhurun görüşünden farklıdır. O, düşman istilası ile birlikte ayrıca Dârü'l-Harb'in şirk ahkâmını uygulaması, başka bir Dârü'l-Harb'e bitişik olması, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zımmî kalmış olması halinde oranın Dârü'l-Harb olmadığını söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâmının uygulanmasını yeterli görmüşlerdir (Bk. Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb.).
Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayıtla mukayyed olmadığını savunurken, mâlikin kendisinin yaptığı vakıfta ne kendisi ne mirasçıları hakkında lâzım bir vâkıf olmamakta, vakıf âriyet hükmünde olmaktadır. Yani vâkıf, âriyetin câiz olduğu kadar câizdir. Rakabesi vâkfın mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasılatı vâkıf cihetine sarfolunur. Vâkıf, sağlığında vâkıftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, İbn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiştir. O şöyle demiştir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şöyle derken işittim: "Allah'ın ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçılar mirastan mahrum edilemezler, buyurmuştur. Yine Hz. Ömer demiştir ki: "Eğer bu vâkfımı Hz. Peygamber'e anmamış olsaydım, ondan dönerdim." Üçüncü delili, malı vâkıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın fıkıh kâidelerine karşı gelmek şeklindeki aklı delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete bağlıdır, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir şer'î nass bulunmadıkça bâtıl olmaktadır. Birşey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çıkmaz.
Bazı âlimlerin İmâm-ı Azam'a yönelttiği "hile-i şer'iyye"nin mûcidi olduğu yolundaki eleştiri asılsızdır. Onun hilelere ait kitabı olduğu iddiaları uydurmadır. Çünkü ortada böyle bir kitap bulunmamaktadır. İmam Muhammed'e atfedilen hileler kitabıda İmam Muhammed'in değildir. Ancak Hanefi mezhebi imamları hile-i şer'iyye meselelerini kullanmışlardır ki, bu da bir hakkı yerine getirmek veya bir zulmü defetmek için mübah olan yolda bulunmuş kolaylıklardır ve helâli haram yapmak veya bir hakkı iptal etmek için vesile olarak kullanmak değil, şer'î maksatları kolaylaştırmak kabilindendir. Bu da talak yeminleri, akitler ile ilgilidir. Bu görüşün dayandığı delil şudur: Fıkhı prensipleri korumak için konulan bazı kâidelerin engellediği sâbit hakları elde etmek için yol göstermek ve insanların şer'î ahkâm ile oynayarak, onu bozarak dinde düşmanlığa meydan vermemesi için çareler aranmıştır ve bunlar, Allah'ın kesin teklifi hükümlerinden kaçınma ile ibadetle kesin olarak ilgisi olmayan alanlarda uygulanmıştır. Tabii, tarih boyunca her konuda olduğu gibi insanların hile-i şer'iyyeleri asıl amacından saptırarak şerîat ahkâmını zâhiren uygular gözüküp aslında kendi hevâlarından teşri yapmalarına engel olunamamıştır.
Ebû Hanife'ye nisbet edildiğine göre, ona "Bir adam karısına, 'benden Muhalaa istesen ben de seni hulû' etmezsem üç talakta boş ol' demiş. Karısı da, 'gece olmadan önce senden hulû' istersem kölelerim azad, malım sadaka olsun' diye yemin etmiş. Bunun çaresi nedir?" diye sorulunca, Ebû Hanife, hiç kimse günaha girmeden ve şerîatın esaslarına karşı olmadan onları şöyle kurtarıyor: Kadına, kocandan hulû' yapmasını iste diyor, kadın hulû' istiyor. Sonra kocasına da, bana bin dirhem vermen üzere seni hulû' ettim, dedirtiyor. Kadına tekrar, böyle hulû' ben kabul etmem, dedirtiyor. Sonuçta Ebû Hanife kadına, "Kalk kocanla birlikte git, her ikiniz de yemininizi yerine getirmiş oldunuz" diyor (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, 458, 459). Bu hile yöntemi, yeminde kullanılan kelimelerin kullananın maksatlarına aykırı olmaksızın söyletip uyarmaktan ibarettir. Aslında şunu söylemek gereksizdir: Bu tür olaylar, müslümanların öfkeli, ilkel, câhili bir şekilde olur olmaz yemin edip kendİlerini fıkıh oyunlarıyla kurtarmanın yollarını arattırma gibi bir yola dökülürse, bu İslâm'ın ana gayesine aykırı düşer. İnsanların bu kadar hata yapabilecekleri mümkündür ve "hileler" diye yanlış tabir edilen bu sahâbi fıkhî yöntem aslında böyle ilkel kişİlerin pişmanlıklarının fıkhî açıdan kolaylaştırılmasıdır. Ancak hileden önce insanların gerçek ânlamda şerîat ahkâmına uymasını sağlamak ve onları Peygamber ahlâkına sahip kılmak gerekmektedir. Eğer bu yöntem, hevâ ve menfaat uğruna Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin "zorluğu" karşısında, ona karşı şerîatı boşa çıkarmak şeklinde, meselâ fâiz konusunda fâizin adını değiştirerek yapılırsa, şirktir, küfürdür, fâsıklık ve zâlimliktir. Eğer fıkhı bir kâide yüzünden mazlum kalmış bir kimse yalan yere kadı karşısında yemin ederek zulmü defetmeğe çalışırsa bu câizdir. Fakat olur olmaz herkesin hile-i şer'iyyeye başvurması, şerîatı küçük düşürdüğü gibi dinin özünü de bozar.
İmâm-ı Âzam, hükmün delili olan nassın ifadesi kesinse fiile farz; eğer kuvvetli zan ve kanaat verecek durumda ise o zaman vâcib adını vermektedir. Farizalar ve şartlara dair geniş kapsamlı sistemi ilk defa o ortaya koymuştur. Müfessirlerin ikinci tabakasından olması, Kur'ân ayetlerinin tefsirinde fıkıh istinbatında delilleri mükemmel kullanmasının sebebidir. Aynı zamanda onun bir muhaddis oluşu, sünneti de iyi bildiğini gösterir. Sahih hadisler konusunda çok titiz davranmış, hadis uydurmacılığına karşı hadis tetkikine önem vermiştir. Onun sadece onyedi hadisle istinbat ettiği (İbn Haldun, Mukaddime, s.388) mübâlağa ve hattâ ona iftiradır. Ancak, ondan sonra gelen Hanefi imamlarının, meselâ; "Ben ümmetimden ismi Numân, künyesi Ebû Hanife olan bir zatla iftihar edeceğim. O ümmetimin kandilidir..." diye hadis uydurdukları sâbittir. "Her kim onu severse beni sever, onâ buğzederse bana buğzeder" diye hadis uydurmâkla ona olan sevgi veya buğzu değiştirebileceklermiş gibi bir tavır içine girmişlerdir. İbn Kayyım, Zehebî, Suyûtî, İbn Hacer el-Askalânî bu hadislerin uydurma olduğunu söylemişlerdir. Hattâ Hanefİlerin Muteahhirun'undan birçok Hanefi fakih ve ilim adamı bu hadislerin hayal mahsulü olduğunu söyler. Allah'ın koruduğu kimseler dışında herkes kıskançlığa düşer, fukahâ da bundan beri değildir.
Kaynak: Şamil İslam Ansiklopedisi
-
Hepimiz belki duymuşuzdur LEVLES SENETANİ LEHELEKEN NUMAN bu sözü söylemesine sebep olan olayı sizlere aktarayım;
imamı azam hz. bir gün ne zaman öleceğini öğrenmek için istihare namazı kılar. rüyasında 5 parmak işareti görür mana veremez.2 ay sonra rüyanın tabirini düşünürken hizmetinde bulunan bir mühibban İmamı azam hz. 'efendim bir sıkıntınız mı var?' diye sorar. imamı azam hz. 'ben bile bulamadım sen nereden bileceksin der' muhibban sıkıntısını söylemesini ister ve imamı azam hz. başından geçen durumu anlatır. mühibban murakebeye dalar bir müddet sonra 'efendim siz yasak bölgeye girmişsiniz yani muğayebatı hamse işaret olunmuş
1.yağmurun ne zaman yağacağı
2. kıyametin ne zaman kopacağı
3. anne karnındaki çocuğun ne olacağı
4. yarın ne kazanacağı
5.nerde ve ne zaman öleceği
imamı azam hazretleri şaşırır ve bunu nasıl bildiğini sorar.oda hiç bir şey söylemeden sisile i sadatımızdan imamı cafer i sadık hazretlerine götürür.(ayrıca imamı azam hazretlerinin annesi, sabit r.a vefat edince imamı caferi sadıkla evlenir.)sonra imamı caferis sadık ile tasavvufla tanışır ve iki yıl sonra LEVLES SENETANİ LEHELEKEN NUMAN....der
-
zs2))
-
İbnü'l-Kümeyt ten nakil olunmuştur: "Bir gece yatsı namazında, mescidimizin imamı Zilzâl Suresi'ni okumuştu. Namaz bitmiş, mescit boşalmıştı. Mescidin kandilini söndüreceğim sırada, İmam-ı Âzam Hazretlerinin tek başına bir köşede oturarak, sadrının harâretiyle korku içinde teneffüs ettiğini ve okunan ayet-i kerimelerle alakalı gayet hüzünlü bir tefekküre daldığını gördüm. Huzurunu bozmamak için, zaten yağı bitmek üzere olan kandili kapatmadan mescitten dışarı çıktım. Sabah ezanını okumak üzere mescide doğru yaklaştığım sırada, baktım ki kandil hala yanıyor! Taaccüp ederek içeri girdim. İmam-ı Âzam hala oradaydı. Onun hürmetine Allah kandili söndürmemişti. Ayakta kıbleye karşı dönmüş, sakalını eliyle kavramış Hz. Allah'a;
Yâ men yeczi bimisgâle zerratin hayran hayra
Yâ men yeczi bimisgâle zerratin şerran şerra
Ecrinnuman abdeke minennâr vemâ yakrubu minhê
Vedhıl-hü fi seati rahmetike
"Ey kullarının zerre miktarı dahi olsa, hayır işlerini hayırla ve ey kullarının zerre miktarı dahi olsa, şer işlerini şer ile karşılıklarını veren Allahım! Numan kulunu cehennem azabından ve ona yaklaştıracak olan amellerden himaye eyle, rahmetinin genişliğine dahil eyle.' diye yalvarıyordu. İleriye varınca beni gördü. 'Kandili almak mı istersin?' dedi. 'Hayır efendim, sabah namazı için ezan okudum' deyince 'Öyle ise bu gördüğün ahvali gizle, kimseye söyleme' dedi ve yatsı abdesti ile, herkesle beraber sabah namazını kıldılar.
-
Bir defâsında İmâm-ı A'zam hazretlerinin annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna; "Oğlum git bu meseleyi Ömer bin Zer'e sor?" dedi. İmâm-ı A'zam hazretleri sormak için Ömer bin Zer'e gitti. Ömer bin Zer; "Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin." deyince, İmâm-ı Âzam; "Annemin emrine muhâlefet etmem." dedi. Ömer bin Zer; "Bu meselenin cevâbı nedir?" diye sordu. İmâm-ı A'zam meselenin cevâbını söyleyince, Ömer bin Zer de; "Öyleyse git, annene böyle söyledigimi bildir." dedi.
(Evliyalar Ansiklopedisi Ömer bin Zer)
-
" Sultan seni kendi yakınlarından ederse de, sen bu yakınlığını insanlara duyurmayasın. Zira sultana yakınlığı izhar edince, insanların ihtiyac ve işlerinin yeri olursun. Hepsinin işlerini görmeyi boynuna alırsan, sultanın gözünden düşüp hakaret bulursun. Yapmazsan ayıblanır, insanları darıltmak sıkıntısında kalırsın. "
Bu söz çoook derin ehemmiyetle, medyum ve cinci hocalar için sanki...
-
müteallim Hocam Allah sizlerden Razı olsun
Cok faydalı ve ve yararlı olacak bır calışma yapmışınız , musadenizle bir iki şeyde biz aktaralım .
İmamı azam Hz lerini halkın gözünden düşürmek icin , Fars tarafından bir kac kişi secelip
birde kendi akıllarınca İmamı kücük düşüreceklerine ınandıkları bir soruyla ,
imamı azamın yanına gelirler ve , bu soruya halkında şahit olmasını , mümkül oldugunca kalabalık bir toplulugu secerler .
Soruları şudur ya imam bir adamki olmayacak kişilerle zina işlemiş , Babasını öldürüp kafa tasında şarap içmiş ve cok zulum etmiş , bu adam müslüman olurmu diye sorarlar , İmamı azam .Hz leride onlara sorar bu dediginiz kişi ben hala müslümanım diyomu diye evet ya imam derler , bunun üzerine imamı azam.Hz leri öyleyse o kişi hala müslümandır der , bunu duyan farslılar Halkı galeyana getirmek ve imamı kücült mek icin olurmu öyle müslüman bu nasıl müslümanlık gibi ,laflar ederken imamı azam .Hz leri Allahın bagislayıcı oldugunu Rammetinin gadabından cok oldugunu bildiren Ayeti kerimeyi ve hadisi şerifi bildirince , yapacak birşeyleri kalmadıgını görüp geldıkleri gibi giderler.
"Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (Yusuf 87)
Rahmetim gazabımı geçti. Buhari Tevhid 55, Müslim Tevbe 14, 16
İmamı azam .Hz leri Bir kimse ka'dei ulanın teşehhüdünde ( Ettehiyatü ) den sonra (Allahümme salliala muhammedin ) diye salavatı okumaga gecerse , secde'i sehiv ,
vacip olur . Eger yalnız ( Ettehiyatü )der de salavatı telafuz etmesse ,
secde'i sehiv icab etmez, diye ictihatta bulunmuş . Bir gün rüyayı sadıkasında .
Resulullah Efendimiz'i görmüş . Resululah Efendimiz kendisine , Ya İmam ümmetimin
benim üzerime salavat getirmesi hatamıdır ki , secde'i sehiv lazım gelir diye ictihad ettin ? diye sormuş . İmamı Azam da Hayır Ya Resululah ! Yerinde ve zamanında okumadıkları , icin diye cevap vermiş .
-
Bir Allah dostunun, hemen hemen amel ettiğimiz tüm fetvaların sahibi olan ve bir çok mübhem hususa açıklık getiren İmam-ı Azam hazretlerine; arasıra 1 fatiha 3 ihlası şerif okuyup, hediye etmeyenin aklına şaşarım dediğini biliyor muydunuz?
-
AKLIN GEREĞİ
Ebu Hanife Hazretleri, üzerine doğru gelmekte olan bir hayvana yol vererek kenara çekildiğinde, yanındakiler şaşırarak, neden böyle yaptığını sorarlar. Ebu Hanife cevap verir:
“Onun boynuzları var; benim ise aklım…”
Sadakat net.