9
Şimdi biz, müslüman bir Türk olarak, asırlarca islâmın bayrağını iklimden iklime götürmüş ve onun büyük şerefini yükseltmiş bir milletin ferdi olarak yukarıda okuduğumuz indî ve maksatlı yazılara karşılık vereceğiz. Her şeyden evvel, Bütün dünya milletlerinin Türkler hakkında gayet iyi ve halis niyetler beslediğini, canlı misallerle tebellür ettirmek isterim:
1911 senesi A ğustos ve Ramazan ayı idi. Henüz Harbiyeden diploma almamış, hiç bir resmi sıfat ve şahsiyeti olmayan bir Türk genci sıfatiyle Tunus, Cezayir ve Merakeşte bir seyahat yaptım. Bu kısa seyahatim esnasında Fas Meliki Mevlây-ı Hafız'dan çarşı, pazardaki küçük esnafa kadar, sadece Türk olduğum için bana gösterilen hürmet ve itibar, mazhar olduğum misafirperverli ğin asil tezahürleri karşısında duyduğum heyecan bugün, bu dakika, aradan elli küsur yıl geçmesine rağmen halâ taptaze ruhumun silinmez köşelerinde canlı olarak yaşamaktadır.
Aradan on y ıl geçti. İstiklâl savaşları olanca şiddetiyle devam ediyor. Zonguldağı bir Fransız kuvveti işgal etmiş, onun da kendisine göre gayesi var. Gaziantep, Maraş ve Adanadan söktürüp ileri geçemeyen Fransızlar için Ankaraya giden en kısa yol Zonguldak... Hele Boluda ve Düzcede çıkan isyanlar ve ihtilâller bir muvaffak olursa ve onlar da Zonguldak cephesini bir yararlarsa netice ne olabilir?
Zonguldak cephesindeki T ürklerin kumandası benim elimde. Diğer bütün Türk birlikleri gibi silâh, cephane ve mühimmat cihetinden öyle büyük bîr yoksulluk içindeyiz ki... Bunu asil ırkımın tükenmez fedakârlığı ve göğsümüzdeki imanla telâfi ediyoruz. Allahın nusrat ve yardımını Türklerden esirgemiyeceğine öylesine inanıyoruz ki...
Arap ça bir beyanname yazıp, karşımızdaki Fransız kıt'alarında bulunan Müslüman askerlere gönderdim. Gayet çabuk tesiri görüldü ve Türklerin İslâmın alemdarı bir millet olduğuna inanmış bir çok Tunuslu ve Cezayirli din kardeşlerimiz, istikbâl ve yuvalarını çiğneyerek saflarımıza iltica ve bizimle aynı siperlerde muharebe ettiler. Antep ve Maraş cephelerinde de böyle oldu.
Aziz Pakistanın b üyük lideri, islâm ilim dünyasının en hâkim ve müstesna şahsiyeti, seksenbeş milyon din kardeşimizin manevî reisi Mevlâna Abul , geçen sene bu âcize yazdığı bir mektupta:
«Asırlarca islâmın bayrağım şanla şerefle kahraman ellerinde tutmuş olan büyük Türk milletini selâmlamak üzere ilk fırsattp. size misafir olacağım.>
B ütün bu bariz hakikatlere ve tarihin âdil şehadetine baş kaldırıp, Orta Doğunun ve İslâm dünyasının iki büyük rüknü olan Türk ve Arab milletlerini birbirinden soğutmağa, hattâ d üşman yapmağa matuf bütün teşebbüsler, yazılar, gayretler ve propagandalar sadece yahudilerin menfaatine hizmet eder ve onu zulümle, hıyanetle, siyasetle ve garbın haris ve menfaat sever liderlerinin yardımiyle yerleştirdiği mukaddes topraklarda temelleştirir ki, bu; küfrün en büyük derecesidir.
Şimdi nazarlarımızı tarih sahifelerine çevirerek hakikatlere bir göz gezdirelim. Derinlere gitmeden evvel, en selâhiyetli ve âlim tarihçimiz muhterem ismail Hami Danişmend'in «Türklük ve Müslümanlık» ismini taşıyan 219 sahifelik eserinin başında: Tavzih başlığını taşıyan yazısını aynen ve olduğu gibi aşağıya alıyorum:
«islâm âleminin umumî tarihini göz önüne getirecek olursak, Meşrik'tan Mağrıb'a kadar hemen bütün Müslüman milletlerinin kılınç altında ihtida etmiş olduklarını görürüz; hattâ Arab kavmi bile işte böyle ihtida etmiştir. Yalnız Türk ırkı muhteşem bir istisna teşkil etmektedir. Emeviler devrindeki Orta - Asya fütuhatından Müslüman - Arab ordularını hezimetlere uğratan bu muazzamlık acaba neden dolayı nihayet mağlubun dinini kabul ederek kitleler halinde toptan ihtida etmiştir? Bu mesele fevkalâde bir ehemmiyeti haiz olduğu halde, her nedense şimdiye kadar esaslı bir surette tetkik edilmemiştir.
Kuram Kerim'in baz ı mucizevî âyetlerinde Arab kavminin yerine Arab olmayan başka bir kavmin geçeceği tebliğ olunmuş ve Milâdın onbirinci asırda bu ilâhî tebşir tahakkuk ederek Abbasî hilâfeti islâm âlemi üzerindeki cismanî saltanatını Türk ırkına resmen ve hattâ merasimle devretmiştir, işte o zamandanberi tam dokuz asır Islâmın başında ve dünyanın üç kıt'asında bu kudretli ırkın tevhit akidesi uğruna durmadan kan döküp can vermesi de ancak ilk ihtida sebeplerine bağlanmak suretiyle izah edilebilecek bir vaziyettir.
Bu sat ırlara tarafımızdan ilâve edilecek bir şey yoktur. Şimdi asıl, can alacak noktaya, izah edilemediği, teşhisi kon madi ği, üzerinde ciddiyetle ve ehemmiyetle durulmadığı için gün geçtikçe işleyen, derinleştikçe derinleşen, müzminleşmiş bir yaraya dokunuyorum. Bu mevzua temas; Türkleri anlayıp dinlemeden, bütün açık hakikatlere birer kıymet vermeden çala kalem Müslüman Türkü itham edenlere meşru ve haklı bir cevap teşkil edecektir...
En yeni ve i çinde yaşadığımız hâdiseden, islâm tarihinin en karanlık, en hicâb âver hâdisesinden başlayalım, sonra daha gerilere gideriz. Türklerin elinde asırlar boyu hür ve mes'ut yaşamış olan «Filistin», haçlı ve muhteris garbın yardımiyle yahudi istilâsına uğrayınca bu, bütün Müslümanları alâkadar eden büyük mesele sadece bir Arab meselesi şekline sokuldu, Bu işin bütün dünya Müslümanlarını alâkadar ettiğinden bahis bile edilmedi. Buna rağmen, bu kitabın âciz muharriri her türlü imkânsızlık ve âkibetleri göze alarak, bütün varlığımı sarfederek cihad meydanın fedai bir Türk müfrezesi göndermek suretiyle, bu hodgâmlık perdesini yırttım [1] . Bu misalden sonra mezzuun en önemli, can noktasına temas ediyorum. Bu da: Müslümanlığın bizlere iman kardeşliğini emretmiş olmasına ve hiç bir tefrik ve imtiyaz gözetmeksizin yüzlerini bir kıbleye dönen, birtek Allaha kulluk eden, büyük Peygamberimizi tanıyan insanların habl-i ilâhiye sımsıkı sarılıp tefrika yaratmamaları emir edildiği halde buna asırlardanberi riayet edilmemiş, İslâmın iki mühim rüknü olan Türk ve Arap milletleri, uzun yüzyıllar bir arada yaşamalarına, sıhriyet peyda etmelerine rağmen nedense birbirlerine, bîr türlü ısınamamışlardır. Bu soğukluk Sünnî ve Şiî Müslümanları birbirine can düşmanı yapan yahudiler tarafından daima körüklenmiş ve bugün bu bozguncu gayret son haddine ulaşmıştır. Her iki ırkın içine so kulmu ş olan bazı insanlar, sefil menfaatler uğruna bu manevî uçurumu derinleştirmeğe var kuvvetiyle çalışmaktadırlar. Bu meselede biz günahın ağır çeken tarafını, bugün müthiş ve dar bir Arab milliyetçiliği güden ve Müslümanlığı ikinci plâna alan insanlarda görürüz. Bu mevzuda yine ismail Hami Danişmend beyin eserinin 99 uncu ve onu takibeden sahifelerinden şu yazılan iktibas ediyoruz:
«Buraya kadar gözden geçirdiğimiz vesikalarla ilmî sehadetlerden anlaşılmıştır ki, Türk ırkı Islâmîyette kendi tabiî diniyle manevî benliğini bulduğu için ihtida etmiş ve ihtidasından itibaren de Islâmın başında artık yorulmuş olduğu sabit olan Arab kavminin yerine geçerek bir aralık sönmeğe yüz tutan Sünniliği, Şiîliğin istilâsından kurtardıktan başka, Ehl-i Salip akınlarına karşı da müdafaa ve muhafaza etmiş ve hattâ bunlarla da iktifa etmiyerek islâmiyet için en büyük tehlike menbaı olan Şarkî Roma imparatorluğunu ortadan kaldırdıktan sonra Avrupanın ortasına kadar ilerleyip bir çok hıristiyan devletlerini eyaletleri haline getirmiş, şark Ortodoksluğunu asırlarca sindirmiş ve katolîk garbın bütün hamlelerini yine asırlarca hiçe indirerek Islâmiyeti hem muhafaza etmiş, hem genişletmiştir, islâm tarihine eğer bu Türk hârikası karışmasa idi, acaba bugün yeryüzünde Müslümanlıktan eser kalabilir miydi?
Fakat, b ütün bunlara rağmen Arab menabiinde ve bilhassa tefsir ilminde Türkler insanlık düşmanı bir canavar; sürüsü şeklinde tasvir edilmişler, akıl ve izana sığmayacak iftiralara uğramışlar ve ezcümle yamyamlıkla itham edilmişlerdir! Bunun sebebi, bundan evvel bazı safhalarını gözden geçirdiğimiz Orta Asya Arab - Türk mücadelelerinden kalan acı hatıralarla Islâmın başında Arabın yerini Türkün almış olmasıdır, işte bu irsî ve tarihî husumet, bir taraftan siyasî ve askerî sahalarda da din birliğine yakışmıyacak feci tezahürler göstermiş ve bir taraftan da fikir sahasında tefsir ilmine girmesi Kur'ana karşı hürmetsizlik teşkil edecek en müthiş iftiralara ilmî bir mahiyet verilmesiyle neticelenmiştir.
Arab ların, siyasî ve askerî sahalardaki Türk düşmanlıklarının elim tezahürleri, Islâmiyeti ve Haçlı ordularını imha etmek istedikleri Haremeyni müdafaa eden Müslüman Türk ordularına karşı Haçlı ordulariyle her fırsatta el birliği etmiş olmalarında gösterilebilir. Ehl-i Salib tarihinin şimdi en mühim Fransız mütehassısı olan Rene Grousset, Bilan de l'Hİstoire» ismindeki eserinin 194 üncü Paris tab'ının 214 üncü sahifesinde bu tarihî facianın en müthiş cephesini işte şöyle hülâsa etmektedir:
«İslâm camiası içinde Müslüman Suriyeye hakim olan Selçukileri, Mısır'a hâkim olan Fatımilerden ayıran hususların hepsini izah etmiştik: Irk kini, din kini. Ötekiler «Sünnî» Müslüman ve Türkler; «Şiî» Müslüman ve Araplardır. Haçlılar Suriyeye gelince Türklere karşı Mısırlılarla ittifak etmekte tereddüt etmediler. Ehl-i Salip Antakyada Türklere taarruz ettiği sırada, Mısır ordusu da yine aynı Türklerden Kudüs şehrini zabtediyordu. Nihayet. Türkler mağlûp edilip Antakya zabtedilince, Haçlılar kemâli şetaretle Mısırlıların üzerlerine yürüdüler ve Beyt-i Mukaddesi ellerinden aldılar. «15 Temmuz 1099....
Fat ımilerin bu feci ihanetlerini meşhur Arab müverrihi İbn-ül-Esîr bile « Tarîh-ül-Kâmil» isimli eserinin 1303 Mısır tab'ının onuncu cildinin 94 üncü sahifesinde işte şöyle itiraf etmiştir::
«Rivayete nazaran Mısırın alevilerden olan idare adamları Selçukî devletinin kuvvet ve kudretiyle Gazzeye kadar Suriye havalisini istilâ ederek Mısırla aralarında engel olacak başka bîrdevlet kalmadığını ve bir müddet evvel Adsız'ın Mısıra girip Kahireyi muhasara etmiş olduğunu göz Önüne getirince korkuya kapıldılar ve Frenklere (Ehl-i Salibe) elçiler göndererek onları Suriyeye saldırıp orasını zabt etmeğe ve kendileriyle Müslümanların arasına girmeğe davet ettiler.»
Üçüncü Ehl-i Salib'in teşkilinde ön ayak olmakla maaruf on ikinci asır Haçlı müverrihlerinden Sûr Piskoposu «Guil-laume de Tyr» in «Histoire de Rebus gestis in Partibus transmarinişt isimindeki lâtince tarihin on üçüncü asır Fransızca tercümesinin 1879 Paris tab'ının birinci cildinin 153 üncü sahifesinde Mısır halifesinin bu şeni ihaneti şöyle anlatılır:
«Halife bizim rüesamızın Antakyayı muhasara etmiş olmalarından da çok seviniyordu; kendileriyle bu hususta görüşmek üzere dostluk elçileri gönderdi; bunlar büyük hediyeler getirip kabulünü rica ettiler; Halifenin kendilerine geniş nisbette asker, hayvan ve erzak yardımlarında bulunmağa amade olduğunu söylediler ve muhasarayı idame ettirmelerini çok rica ettiler.»
İşte bu suretle Arabların Türklere karşı besledikleri millî ve ırkî kin ve garaz, nihayet İslâmiyeti imha için ortaya atılan Ehl-i Salibin büyük muvaffakiyetlerini temin ederek Antakya Haçlı prensliğiyle Kudüs krallığının ve netice itibariyle Suriye ile Filistin'deki Lâtin hâkimiyetinin teşekkülünde başlıca âmil olmuştur.