Mustafa Armağan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Ekim 2005 tarihli gazetelere yansıyan, vaktiyle matbaanın geç gelmesine sebep olanlarla günümüzde yabancı sermaye düşmanlığı yapanları özdeşleştirip suçladığı konuşma, matbaa tartışmasının Türkiye’de hiç bitmeyeceğini bir kere daha hatırlatmıştı hepimize. Nitekim vaktiyle Mesut Yılmaz da, rakiplerine karşı matbaa silahını kullanmaktan kaçınmamıştı: Aynen şunları söylemişti 4 Ağustos 2001 günü yapılan ANAP Kongresi’nde: “Bugün statükoyu savunup değişime karşı direnenler, bir zamanlar matbaaya karşı direnenlerle aynı safta yer alıyorlar.”
Sizin için ufak bir araştırma yaptım ve matbaa hakkında kimlerin neler dediğinin bir listesini çıkardım. İşte matbaanın geç gelmesi hakkında farklı kesimlerden şaşırtıcı benzerlikteki görüşler:
Ahmet Refik: Yoksa hocalar ayaklanacaklardı!
[Nevşehirli Damat] İbrahim Paşa çok zeki idi. Matbaacılığın kıymetini çok iyi anlıyordu. Fakat İstanbul’da matbaa açmak, o devirde, güç bir şeydi. Evvelâ hocalar ayaklanacaklardı. Bunlar din kitapları basmak günahtır diyecekler, bir çok cahilleri kendilerine uyduracaklar, ortalığı fesada vereceklerdi. Sonra, hattatlar da ayaklanacaklardı. Çünkü kitap basılacak olursa, kimse yüzlerce lira verip kitap yazdırmayacaktı. Onların da kârları ellerinden gidecekti. İbrahim Paşa bütün bunları düşündü. Evvelâ hocaları sindirmek istedi. Bunun için bir çare vardı: O da Şehislâmdan [Şeyhülislam] fetva almaktı. Hocalar fetvaya karşı bir şey yapamazlardı. (Ahmet Refik, İlk Türk Matbaası, İstanbul 1929, s. 10.)
Çetin Altan: Gutenberg’i hâlâ yakalayamadık!
Fatih II. Mehmet, on dokuz yaşında Edirne’de tahta çıktığı sırada, Johannes Gutenberg, Almanya’nın Mainz kentinde ilk matbaayı icat etmişti bile...
Aslında iyi bir kuyumcu olan Gutenberg neden böyle bir icatla uğraşıyordu ki?..
Para kazanmak için.
Bir kitabı basarak çoğaltmanın büyük para getireceğini görmüştü. Aynı görüşü paylaşan zengin ortaklar da bulmuştu kendisine... Sonradan o ortakların bazılarıyla mahkemelik oldu.
Neden aynı dönemde hiçbir Osmanlı, bir kitabı basıp çoğaltarak çok para kazanılabileceğini aklından bile geçirmedi?
Böyle bir sorunun yanıtını aramak, tarihi toplumsal bir laboratuvar olarak kullanmaya başlamak sayılabilir.
Bugün de Türkiye’de çok az kitap basılıyor ve çok az kitap satılıyor.
Bunun bir nedeni de, kitaba yatırılacak sermayenin getireceği kârdan, aynı miktarda paraya bankaların verdiği faizin daha yüksek ve daha garantili olması..
Ancak şu da çok kesin ki, Fatih dönemindeki Osmanlı dünyasıyla Gutenberg’in dünyası arasındaki fark, bugün de aynı açığı sürdürüyor.
Çağdaşlıkla beyinsellik arasındaki ilişkiyi hâlâ keşfetmiş değiliz. Bunu keşfedemediğimiz sürece, 21. yüzyılın yerine olsa olsa ancak kargayla kurbağa yakalayabiliriz.(Çetin Altan, Tarihin Saklanan Yüzü, 5. baskı, İstanbul 2001, s. 191-192.)
Alpay Kabacalı: Hattatlar sendikasının protestosu!
Din kitabı basımının yasaklanması, ilmiye sınıfının matbaaya karşı çıkmasını önlüyordu. Buna karşılık hattatlar bir protesto girişiminde bulundular: Kalem kâğıtlarını, divitlerini bir tabuta koyarak cenaze töreni düzenlemeye yöneldiler. (Alpay Kabacalı, Türk Yayın Tarihi, İstanbul 1987, s. 29 ve 31.)
Necip Fazıl: Matbaaya küfür fetvası
Matbaaya küfür fetvâsı verilmiştir. “İlmi kitapla bağlayınız!” hadîsi dururken... (Necip Fazıl Kısakürek, Yolumuz, Halimiz, Çaremiz, İstanbul 1977, b.d. yayınları, s. 114.)
Sümerbank Matbaa Amiri’nin hükmü: İsyan zuhuru muhtemeldi!
O zamana kadar kitap yazmakla temin-i maişet eden hattatların bu teşebbüsten mutazarrır olacakları tabii idi. Bu softalar bir hayli mırıldandılar ve el altından engel olmağa çalışarak bu ihtiraın [icadın] memleket için muzır olacağını iddiaya kadar vardılar... Yalnız memlekette bir isyan zuhuru muhtemeldi. İbrahim Paşa bu ihtimalin önünü almak için Şeyhülislâmdan bir fetva almak istedi. (Şefik Ergürbüz, Matbaacılık Tarihi, İzmit 1947, s. 26-27.)
Bayur: Fransızın iftirası bizim gerçeklerimizden evlâdır!
Buna, bu bapta bizim membalarımızdan henüz bir şey bulunmamış olmakla beraber, matbaa meselesini de ilave etmelidir. Fransızca ansiklopedinin[?] 26 ıncı cildinin 606 ıncı sayifesinde, Firmin Didot, 2 inci Bayezidin matbaayı idam cezasile menettiğini yazar; işbu hükümdarın meslek ve hareketlerini bildikten sonra buna inanmamak için sebep yoktur. (Yusuf Hikmet [Bayur], Birinci Türk Tarih Kongresi’nde yaptığı konuşmadan (10 Temmuz 1932).)
Ortaylı: Kabahati yobazda aramak işimize geliyor!
“Matbaa gelip de kafa gelişiyor” gibi bir şey düşünmek yanlış. Yani bir toplum üretiyor, yazıyor, bunu çok okutuyor, çok okuyor ve talep ediyorsa burada matbaayı belirli zümreler yasaklasa bile Venedik’ten basılır gelir. Çünkü dışarıda matbaalar var; ama bu toplum zaten fazla okumamış. Bunu itiraf edemediğimiz için kabahati yobazda arıyoruz. Biz okumuyoruz kardeşim bir kere. Bu da 50 senelik bir hastalık değil, 500 senelik bir hastalık. (İlber Ortaylı’nın atv’de yayınlanan 700. Yılında Osmanlı tartışmasındaki sözlerinden (İstanbul 1999, Sabah Yayınları, s. 121).)
1931 baskısı Tarih ders kitabından: Medar-ı maişet motoru!
Macarlı bir Türk, İbrahim Müteferrika Ağa, 1729’da kendi evinde bir matbaa tesis etmek müsaadesini aldı. Ulema ve bahusus ellerinden medarı maişetleri eksilecek olan hattat ve müstensihler, matbaa aleyhinde bazı itirazlarda bulundularsa da, çıkarılan bir fetva ile bir hatt-ı hümayun meseleyi az çok halletti. (Komisyon, Tarih III, İstanbul 1931, Maarif Vekaleti, s. 76.)
Yaşar Nuri Öztürk: Fark 200 yıl
Koca Osmanlı İmparatorluğu’nu bu kafalar yıktı. Matbaanın İstanbul’a 200 küsur sene geç gelmesine bu kafalar sebep oldu. Bizim peygamberimiz “İlim Çin’de de olsa gidin alın” diyor. Bunlar ayaklarına geldiği halde kaldırıp attılar. Şimdi bakın, Avrupa’ya bizim aramızdaki fark, matbaanın bize geç geldiği süre kadardır. 200 küsur yıl… (Star, 3 Ağustos 2003.)
Mustafa Kemal Atatürk: Hukukçuların “uğursuz direnişi”
Beynelmilel umumî tarihin cereyanında Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı İstanbul’u ebediyen Türk camiasına mal etmiş olan kuvvet ve kudret, takriben aynı yıllarda icat edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için hukuk erbabının meş’um mukavemetini iktihama [uğursuz direnişini göğüslemeye] muktedir olamamıştır. Köhne hukukun ve müntesiplerinin matbaanın memleketimize girmesine müsaade etmeleri için üç yüz yıl müşahede ve tereddüt etmelerine ve leh ve aleyhde pek çok kuvvet ve kudret sarf etmelerine ıstırar hasıl olmuştur.
(…) Bu hadiseler inkılâpçıların en büyük, fakat en sinsi can düşmanı, çürümüş hukuk ve onun biderman [çaresiz] müntesipleri olduğunu gösterir. (…) Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski hukuk esaslarını temelinden sökmek teşebbüsündeyiz. (5 Kasım 1923’de Ankara Hukuk Mektebi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmadan: Tarih IV, İstanbul 1931, Maarif Vekaleti, s. 210-211.)
Görüldüğü gibi siyasetçisinden tarihçisine, ilahiyatçısından köşe yazarına kadar cümle aydın kadromuz matbaa meselesinde inanılmaz bir dayanışma, hatta ittifak içerisinde. Herkes matbaayı geç getirenlere karşı, herkes burnundan soluyor, herkes hararetli bir şekilde günah keçisini arıyor. İslamcısı, solcusu, liberali ve milliyetçisi, iş matbaaya geldi mi, aralarındaki derin farkları unutup toplarını paralel kılabiliyorlar sorun çıkarmadan.
Kime karşı peki? Sesi soluğu çıkmayan, elleri ve ağzı bağlanmış olan din adamları (ulema) ve hattatlara karşı. Yani herkes uzaya gitmek istedi de, bu iki zümre mi engel oldu? Bu nasıl bir mantıktır, daha doğrusu mantıksızlıktır? Bütün toplum ileriye gitmek istemiş ve o koca toplumu bu bir avuç “yobaz” durdurmayı başarmıştır! Doğrusu, helal olsun onlara bunu yapabildilerse.
Matbaa konusundaki temel tezlerimin bir kısmını aşağıya sıralıyorum:
1. Kimse din kitaplarını yasaklamış değildir. Şeyhülislama gelen dilekçenin kendisi zaten gramer, coğrafya, tarih, matematik vb. kitapları basacağını, yani dinî kitaplar alanına girmeyeceğini yazmaktadır. Bu şekilde önüne gelen bir dilekçeye Şeyhülislamın ‘Neden dinî kitaplar da basmıyorsunuz?’ diye itiraz etmesi, en başta fetva mantığına uygun düşmezdi.
2. Osmanlı kaynaklarında hattatların ayaklanmasına dair herhangi bir bilgi yok. Ayrıca onbinlerce veya 90 bin hattatın yaşadığından bahsedilen İstanbul’un o zamanki nüfusu zaten hepi topu 500 bin civarındadır. Her hattatın 5 kişilik bir aileye baktığı düşünülürse hattatların 450 bin nüfusu geçindirdikleri gibi saçma ötesi bir sonuç çıkar ortaya ki, bu iddiaya, hattatların şehrin ismini “Hattatistanbul” olarak değiştirilmesi önergesini Divan-ı Hümayun’a ilettikleri gibi muhteşem bir kuyruk ilave etmemizde herhangi bir sakınca bulunmamaktadır!
3. Necip Fazıl’a rağmen, ulema matbaaya küfür fetvası vermiş değildir. Nitekim ilk basılan kitabın başına 11 din adamının ‘takriz’ döşenmesi ve bu yazılarda matbaayı ve matbu kitabı övmeleri bunun en çarpıcı kanıtıdır.
4. Artık ulemayı da, hattatları da rahat bırakalım ve şapkamızı önümüze koyup düşünelim: Bugün bunca matbaamız, hatta baskı tesisimiz olmasına rağmen, Cemil Meriç’in kitapları 500 adet basılıyor ve baskısı birkaç yılda zor satılıyorsa sorun zannettiğimizden çok daha derinde demektir. Suçu birilerinin üzerine atarak rahatlayamaz, sorumluluktan paçayı sıyıramayız. Unutmayalım: Bu toplum bugün hangi gerekçelerle kitaba mesafeli duruyorsa 200 yıl önce de aynı gerekçelerle uzak duruyordu.
En iyisi bu konuda bir otoriteye başvurmak. Bakın, tarihçi İlber Ortaylı bu netameli konuda ne ilginç şeyler söylüyor:
Matbaa gelip de kafa gelişiyor, gibi bir şey düşünmek yanlış. Yani bir toplum üretiyor, yazıyor, bunu çok okutuyor, çok okuyor ve talep ediyorsa burada matbaayı belirli zümreler yasaklasa bile Venedik’ten basılır gelir. Çünkü dışarıda matbaalar var; ama bu toplum zaten fazla okumamış. Bunu itiraf edemediğimiz için kabahati yobazda arıyoruz. Biz okumuyoruz kardeşim bir kere. Bu da 50 senelik bir hastalık değil, 500 senelik bir hastalık.
Yüzleşmekten kaçındığımız o derin ‘mesele’ bir parça anlaşıldı mı acaba?
Matbaanın geç gelmesi, dinî mesele değildir. Böyle bir gecikme teknik, ekonomik ve siyasî meselelerimizden ayrı ele alınamayacağı gibi içtimâî karakterimize ilişkin kökleri de göz ardı edilmemelidir. Okur yazarlık düzeyinin bu kadar arttığı ve nüfusunun yaklaşık olarak %20'sinin üniversite eğitimine dahil edildiği bir ülkede bugün bile kitap tirajları 500-1000 civarında geziniyorsa, suçu geçmişe atmak ve "Ah bir matbaa erken gelseydi siz görürdünüz neler yapacağımızı!" sözleri inandırıcı olmuyor maalesef.
Dolayısıyla "Ah bir matbaa erken gelseydi..." çocuksuluğunu bir yana bırakarak bugün bu kadar matbaamız ve kitaplarımız varken neden hâlâ okuyan bir toplum olmadığımız, kitapların neden İbrahim müteferrika zamanında olduğu gibi 500 yahut 1000 adet basıldığı, %80'lere ulaştığı söylenen okur-yazar nüfusumuza göre kütüphanelerimizin neden bu kadar az olduğu ve neden bu kadar az kişinin kütüphanelerden yararlandığı gibi daha temel problemlere inmekte fayda var
Mustafa Armağan Ahmet Refik'in 1929'da yazdığı "İlk Türk Matbaası" adlı eserinden birkaç satır aldıktan sonra (Bu satırların suç unsuru olma ihtimalini göz önünde bulundurarak buraya almadık.) şöyle diyor:
"Zihniyet bu olduktan sonra matbaa ha erken gelmiş, ha geç, ne fark eder? Çünkü matbaa geldiği ülkelerde öncelikle bizim "tu kaka" ettiğimiz geleneksel kültürün örtülü kalmış yüzünü yeni nesillere açma vazifesini üstlenmiş, böylece "yeni" düşüncelerin neşv ü nemâ bulması için uygun bir zemin hazırlanmıştır.
Oysa biz, evet biz önce bu "zemin"den kurtulmak için çaba gösterdik ve sonuç:
Kitap okuma oranında Avrupa'nın en geri ülkesiyiz! Şunu idrak edemedik bir türlü: Geçmişine istifra edecek kadar doymayan toplumlarda maalesef modernlik oluşamıyor. Bunu dış politikadan eğitim sistemine kadar çok sayıda örnekte rahatlıkla görmek mümkündür." (Tarih ve Düşünce, Mustafa Armağan)
Mustafa Armağan'ın dediği gibi "matbaa ha erken gelmiş ha geç ne fark eder?"
Eğitiminde en üst zirvede kabul edilen üniversiteli gençleri kahvehaneden çıkmayan, insanları, bırakın kitap, doğru-dürüst gazete bile okumayan, gazete okuyanlarının da yarısı okumaya arka sayfadan (spor, daha doğrusu futbol) başlayan maç zamanlarında kahvehaneleri tıklım tıklım dolan, kütüphaneleri ise tımtıkır boş olan, çalışana, kitap okuyana, araştırma yapana "ha ha ha ha..! ineğe bak ağzın yemyeşil!" deyip sırıtan insanları bulunan bir topluma matbaa ha erken gelmiş ha geç ne fark eder?
Şu an ülkemizde buluna matbaa sayısı azımsanacak kadar değil. Ancak bu mevcut matbaalarında bir kısmı ticaret maksatlı yani sobada yanmaktan başka bir işe yaramayacak cinsten kitap basıyorlar. Faydalı kitap basanların kitapları ise az rağbet görüyor. Basılan kitap sayısı az, satılan daha da az, okunan ondan da az olunca kötü sonuçlar ortaya çıkıyor.
Sözün özünü söyleyecek olursak geçmişe sövmeyi, "Ah bir matbaa erken gelseydi..." demeyi bir tarafa bırakıp eldeki imkanlar nispetinde dâimâ kendimizi geliştirmeliyiz. Gündüz saat 12'lere kadar uyuyan bir toplumun kalkındığı nerde görülmüş! Yazımızı M. Akif'in bir şiiriyle bitirelim.
Ecdadını, zannetme asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt'ada, yer yer kanayan izleri şahit
Dinlenmedi bir gün o büyük nesli mücahid
"Faydalı kitap basanların kitapları ise az rağbet görüyor. Basılan kitap sayısı az, satılan daha da az, okunan ondan da az olunca kötü sonuçlar ortaya çıkıyor"
Yazarımız matbaa konusunu kısaca ve güzelce ifade etmiş. Teşekkürler.
Teşekkürler
Matbaa Osmanlı'ya geç mi geldi?" sorusuna muhatap olduğumuzda cevabımız, aceleden verilmiş bir hüküm olarak 'evet' olmaktadır. Çünkü ders kitaplarımız ve diğer kültür kitaplarında öyle okuduk. Bunun sebebi olarak da İslam ileri sürüldü. Fakat aşağıda zikredeceğimiz sebeplerden dolayı, bu soruya kolayca "evet' denemeyeceğini göreceğiz, Bu sebepleri başlıca iki kısımda ele almayı uygun buluyoruz. Fakat önce "Türkler, matbaayı biliyorlar mıydı?" sorusunun cevabını bulmalıyız. Tarihi kaynaklarda bu konu nasıl yer almaktadır?
TÜRKLER MATBAAYI BİLİYOR MUYDU?
Türkler matbaayı Orta Çağ'dan beri bilmektedirler. Bu konuda B. Lewis' in ifadesi aynen şöyledir: "Bir bakıma matbaa, yüzyıllardan beri Türklerce biliniyordu. (...) (14. yüzyıldan) önceki bir tarihte de Çin sınır topraklarındaki Türk boyları Uzak Doğuda yaygın olan tahta basmanın bir türünü kullanmışlardı."Matbaayı Türklerin 9. asırdan beri kullandıkları hakkında Y. Öztuna şöyle diyor:
"9. asırdan beri Büyük Türk Hakanlığının Uygur döneminde Türkler, matbaa kullanıyorlardı. 1902'den itibaren arkeologlar, Uygurların bastığı yüzlerce Türkçe kitabı, Doğu Türkistan'da kumlar altından çıkarmaya başladılar."
14. asırda Çinli, Türk ve Korelilerin, -Uzak Doğuda- kullandıkları klişe baskısı, Hollanda'ya girdi; fakat gelişemedi. 1444'de Gütenberg, bu baskıdan ilham alarak sökülüp takılan harfler kullanmaya başladı. Aslında, bu madeni harfler, ilk olarak 1041'de Çin'de dökülmüştü. Gutenberg buradan almıştır.
Fakat Batılı, matbaayı bulma ve onu geliştirme şerefimi Gutenberg'e maletmektedir. Bu husus, bizdeki bütün kaynaklarda böyle gibidir. Aslında Gutenberg'in ne hayatı hakkında, ne de basımcılığı hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Matbaası hakkındaki bütün bilinenler ise, sadece "kabul"e dayanmaktadır.
"Kitabın Tarihini yazan Labarre, Gutenberg hakkında şöyle diyor: "Bu hayat pek iyi bilinmemektedir."Yaptıkları hayatından da az bilinmektedir. Ona mal edilen basımların hiçbirinde adres ve tarih yoktur (...), bu ml etmelerin, muhtemel ile şüpheli arasında gidip geldiğini belirtmekle yetinelim."
Matbaayı Türklerin daha önceden kullandıkları tesbit edildiğine göre, acaba, aynı insanlar bu aletleri daha sonra niçin kullanmadılar? Kullanmamaları için bir sebep var mıydı? Bizdeki bir kısım yerli ve yabancı yazarlar, buna yine "İslam" demektedirler. Bu iddianın yarı resmi yayınlara girdiği hakkında Lewis' in adı geçen eserine bakılabilir (s.51).
Matbaaya karşı çıkılması ve bunun İslam'dan kaynaklandığı iddiasının doğru olmadığını N. Berkes de itiraf etmektedir.
Ayrıca şunu da ilave etmektedir:
"(...) Bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Matbaacılığa karşı konan sınırlamalar şeriatten değil, Osmanlı Devlet sistemine özgü sınırlamalardan gelmiştir. (...) yi bir gelişme sayılan bu iş "şeriat tarafından engellendi" diyerek yargı vermek kolay, fakat her zaman doğru olmayan, bilime aykırı bir tutumdur."
A. Kabacalı' nın ifadeleri daha da açıktır: "Matbaanın açılmasına din bilginlerinin karşı çıktığına ilişkin herhangi bir belgeye rastlanmamaktadır.(...) Özellikle topluma zararlı kişilerin uyarılması için, din kitaplarının basılması gereği üzerinde durulmaktadır. Tersini savunan yazarların hiçbiri, tarihi bir kaynak gösterememektedirler.
Bu hususları kavradıktan sonra, Osmanlı, matbaayı niçin geç kullanmaya başlamıştır? Bunun, batıya ve bize ait sebeplerini incelemeye geçebiliriz.
..................................
A-BATI'YA AİT SEBEPLER:
1. Böyle bir iddia, geçmişte ve günümüzde, ciddi boyutlara varan İslam ve Osmanlı düşmanlarının çıkardığı bir iddiadır. İddiayı ileri sürenlerin batıya taraftarlıklarından dolayı hemen 'evet' denemez.
2. Yukarıda da bir nebze temas edildiği gibi, tarihe, ilme ve Islama taban tabana zıt bu iddiayı, ilk olarak ortaya atan yazar Thomas F. Carter'dir. Buna karşılık bir başka batılı yazar John K. Birge ise bu iddianın doğru olmadığını belirtir. Yazar bu kanaate, İbrahim Müteferrika'nın eserlerini incelemek suretiyle varmıştır.
3. Türkiye'ye matbaa, bütün kaynaklarda ittifakla kaydedildiği üzere İspanya'dan kaçan Yahudi göçmenler eliyle gelmiştir ve ilk basılan kitap 1494 tarihlidir. Bir başka yazar ise, kayd-ı ihtiyatla, "1481 'de İstanbul musevileri arasında matbaa kurulmuştu" der. Sadece bir müşahit olarak, yine bir batılının eserinden bir cümle nakledelim. İfadesi aynen şöyle:
"Matbaacılık sanatı onlarda birkaç asırdan beri mevcuttur. Memlekette mevcut matbu kitaplar buna bir delil teşkil etmektedir (...). Bu kâğıt o kadar incedir ki, yalnız bir yüzüne basmak mümkündür."
Takip eden seneler içinde, önce Rum azınlık, ardından Ermeniler kendi dilleriyle baskı yapmaya başladılar.
4. Aynı tarihlerde, batıda kurulan matbaalarda Arapça harfli kitaplar basılıyordu. Baskı tekniği zayıf ve tashih eden olmadığı için korkunç hatalar oluyordu. Buna rağmen III. Murad, kendi zamanında batıda basılan bu tür kitapların İstanbul'da satılmasına izin vermişti. Üstelik bu izin yabancılar için verilmişti.
5. Hatta bu ferman, H- 996 (M. 1594) tarihinde Roma'da basılan Kitab-u Tahrir-i Usuli'l-Oklid adlı eserin baş tarafına konmuştur.
6. Bu iddiayı günümüzde dile getirenlerin dayandıkları hayal mahsulü bir fermana göre "baskı işiyle uğraşanların katli" emredilmiş. Fermanın tarihi olarak da 1483 verilmektedir. Su fermanın varlığını iddia edenler de yine batılılardır. Böyle bir ferman olamaz. Çünkü ferman eğer Osmanlı için ise matbaa henüz tarafımızdan kullanılmadığı için mümkün değildir. Diğer milletler içinse, onlara zaten izin verildiği için doğru olamaz.
7. Bu fermandan bahis açanlar, II. Meşrutiyet devrinde çıkarılan Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası'nda yazan Karaçun ve Mystakidis isimli iki gayri müslimdir. Katta onlar bile bunun sıhhati (üzerinde durmamışlardır. Aynı mecmuada Efdalettin isimli bir başka yazar ise, bu fermanın, bir vesikaya istinat etmedikçe gerçek kabul edilemeyeceğini yazmıştır.
Yukarıdaki hükmümüzü tasdik eden bir yazarımız şöyle demektedir : "II. Bayezid' in basım işleriyle uğraşanlar için idam cezası verileceği yolunda bir ferman çıkardığı, Yavuz Selim tarafından da aynı nitelikte bir ferman yayınlandığı öne sürülmüşse de, söz konusu fermanlar bugüne kadar ele geçmemiştir. Aksine II. Bayezid döneminde yahudilerin İstanbul'da ilk matbaayı kurdukları bilinmektedir."
8- Matbaa mevzuunu doktora tez konusu olarak işleyen araştırmacı Osman Ersoy, bu ferman bahsinden sonra kanaatini şöyle belirtmektedir: "Gerçekten de böyle bir ferman olsaydı, ortada basılmış hiçbir kitabın olmaması icab ederdi. Şunu da ilave edelim ki, Yahudiler, Türkiye'nin birçok şehrinde kitap bastıkları halde bunların sanatını engelleyen hiçbir fermana şimdiye kadar rastlanmamıştır."
.............................
B-BİZDEN KAYNAKLANAN SEBEPLER
1. Matbaanın yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı sırada, batının bütün devletlerinin genelinin kültür durumu, Osmanlı halkının kültür durumuyla kıyas kabul etmeyecek kadar düşüktür.
2. Osmanlı'da okuma-yazma oranı ve evlerde kitap bulundurma oranı yine batı ile kıyas edilemez.
Hatta, Anadolu insanının evinde bulunan kitaplar, Batıdaki kralların kitaplıklarında bile yoktur.
3. Matbaa gibi yeni sayılabilecek bir icadın o tarihte kullanımı henüz yaygın değildir. Hem kağıt imali yetersiz ve üstelik pahalıdır, hem de baskı tekniği henüz müstensihlerin (nüshayı elle yazarak çoğaltanlar) yazmalarından çok hızlı değildir. Haliyle, tenkid yine yersizdir.
4. Osmanlı gibi bir sosyal devlet sadece matbaayı değil, aynı zamanda halkının sosyal refahını da düşünmek ve işsizlik gibi bir meseleye karşı da tedbir almak zorundaydı. Bir batılı sadece İstanbul'da, rakam mübalağalı olsa da, 90 bin hattatın olduğundan bahsediyor.
Hattatların dışında kitapla ilgilenen sahhaflar, gezici kitap satıcıları, müzehhip-mücellitler (süslemeciler-ciltçiler) gibi diğer sınıf insanlar da hesaba katılmalıdır. Osmanlı, bu insanların aileleriyle beraber teşkil edeceği, yüzbinlerce insanı düşünmek durumundadır. Zaten Celali isyanlarıyla çalkalanan bir ülkede, idarecilerin, yeni bir gaile açmak istemedikleri açıktır. Osmanlı devlet erkanının matbaaya biraz çekimser kalmasında, o sırada Musevi-Katolik ve Ortodoks üçgeninin hasıl ettiği bir karmaşanın da tesiri olmuştur. Şöyle ki:
İspanya'dan kaçan Museviler, Katolikliği kabul etmeyenler veya geçici bir süre için kabul edenlerdir. İstanbul gibi bir yerdeki özgür havayı teneffüs etmeye başlayınca, hemen matbaa tesis ettiler. Kısa zamanda Osmanlı ülkesinde bulundukları her yerde matbaa kurdular. Zira, oradaki Katolikler, burada da vardı. Matbaa ile onlara meydan okunmuş oluyordu. Buna karşılık, Katolik Ermeniler de altta kalmamak için matbaa tesisine gittiler. Bu Ortodoks Rumları tedirgin etti, onlarda kendi matbaalarını kurdular.
Türkiye'de matbaanın ilk olarak yahudiler eliyle kurulduğunu kaydeden A. Adıvar, şu bilgiyi de ilave eder: "1627 yılında bir Rum papazı da bir matbaa kurmuştur. Bu matbaanın bastığı ilk eser, "Yahudiler Aleyhinde Küçük Risale"dir."
Sabatay Sevi'nin 1684'de İzmir' de ortalığı ayağa kaldıran "Mesihlik" iddiası, bir başka sebep olarak zikredilmelidir. Bu sebeplerin hepsini değerlendiren N. Berkes sonucu şöyle özetler:
"...Baskı sanatı Osmanlı tarihinde yalnızca bir din sonucu değil, kısmen teknik, kısmen ekonomik, kısmen de siyasal bir sorun olmuştur. Matbaanın açılmasına ulemanın karşı koyduğuna dair hiçbir kayıt yoktur."
5- Matbaanın Türkiye'ye girmesinin gecikmesini tenkit edenler şu önemli hususu gözden kaçırıyorlar. 0 günün bilinen dünyasındaki toplam matbaalar, 1494 tarihi itibarıyla 30, 1728 tarihi itibariyle de 89 merkezde kurulmuştur.
1494 yılına kadar ülkelerin matbaa sayıları: Almanya 5, İtalya 7, İsviçre 2, Çekoslovakya 1, Fransa 2, Macaristan 1, Belçika 1 , Polonya 1, İspanya 1, İngiltere 5, Avusturya 1, Danimarka 1, İsveç 1, Portekiz l' dir. Görüldüğü gibi toplam 14 ülkede, 30 merkezde matbaa tesis edilmiştir.
Bu rakamları, 1728 yılına kadar getirirsek 0 takdirde bu ülkelere, ABD, Hindistan, Çin, Meksika, Romanya, Litvanya, Rusya dahil edilmek kaydıyla rakam 89 olmaktadır. Üstelik bunların da 37 tanesi yine Osmanlı sınırları içindedir.
6. Gerçekte Osmanlı matbaa ile ilgilenmiş, hatta bu hususta araştırmalar dahi yapmıştır. Bunu da, İbrahim Müteferrika'nın, devrin sadrazamına yazdığı, matbaanın önemini anlatan "Vesiletü't-Tıbaa" adlı arızasından öğrenmekteyiz. Yine, onun ifadesiyle, kağıt ve matbaa fiyatının pahalı oluşu, matbaanın geç kullanılmasına sebep olmuştur.
Yine burada, o dönem Osmanlı ülkesinde yetişmiş teknik eleman ve yeterli kağıt üretiminin olmamasını hatırlamak gerekecektir. İlk kâğıt fabrikası İbrahim Müteferrika'nın öncülüğünde Yalova'da kurulmuştur. Gerçi daha önce Amasya'da ve Bursa'da kağıt imalathanesi vardı ise de kağıt üretimi matbaalara yetmeyecek kadar kısıtlıdır, yetersizdir.
Ayrıca bir de gayri müslim insanlara bizim dini eserlerimizin baskısını emanet etmek ne derece doğru olurdu? Osmanlı devleti bu ve diğer bütün ihtimalleri düşünmüş ve ona göre matbaanın gelişmesinde çok fazla teşvikçi olmamış ve bir sosyal patlamayı böylece önlemiştir.
..........................
AVRUPA'DA MATBAAYA TEPKİLER
Avrupa'da matbaaya değişik tepkiler gelmiştir. Batı bu tepkileri gözardı edebilmek için bunları başkalarına maletmekle kendini temize çıkarmayı uygun bulmuş gibidir. Veya yemekte fazla atıştıran kör gibi, karşısındakini de kendi terazisinde tartmıştır.
Mesela, Fransa'da matbaa yaygınlaşmaya başlayınca, kitapları elle çoğaltan müstensihler, bunları parlamentoya şikayet etmişler, onların şikayetini haklı bulan parlamento, bir müddet matbaaları kapatmıştır.
1476'da İngiltere/westminister' de ilk matbaayı kuran William Caxton, ilk eserini basması üzerine rahiplerin tepkisiyle karşılaşmış ve dinsizlikle itham edilmiştir. Aynı devirde halk, okuma ve yazmaya düşkün olmasına rağmen, idareciler, matbaacılığa karşı daima düşmanca tavır içinde olmuşlardır. 181 6'da İngiltere'de dantel makinesinin mucidi Heatcoat' ın Loughborough' daki fabrikası, elle dantel ören işçiler tarafından yakılmıştır.
İtalya da bu tepkiyi gösterenlerden bir diğer ülkedir. Orada da Urbino kralı Federiqo, basılmış kitabı bulunmaktan utanç duyan biridir.
Rönesans, batıda bilgi ve düşüncenin basım vasıtasıyla yayılmasını teşvik etmiş lakin, hemen her zaman gerek kilise ve gerekse devlet, 16 ve 17. yüzyıllarda basımı köreltmeye çalışmıştır. Basım işi, bir kaç idealist sanatkar aile tarafından desteklenmiştir.
1782'de Fransa'da pekli kumaş dokuyan makinelerin icadını Lyon' lu işçiler kabul etmemişler, bu makineler ve mucidi aleyhinde miting tertip etmişlerdir. Makinayı tahrip etmek isteyenlerin önüne askerlerle zor geçilebilmiştir.
"Görülüyor ki, Batıda muhtelif devirlerde ve çeşitli sahalarda yenilik hareketlerine karşı direnmeler olmuştur. Sonraki yüzyıllarda bile Avrupa medeniyetinin ne kadar müşkillerle ilerlediği ve taassubun ne derece engel teşkil ettiğine dair çeşitli misaller vermemiz mümkündür.
Bütün milletlerde bu tür vakıalar olmuştur ve bunlar da 'kültür değişmeleri' açısından normal karşılanmalıdır.
Yazımızı merhum Ziya Paşa'nın hal-i pür melalimizi tasvir eden şu kıtasıyla bitiriyorum:
İsnad-ı taassup olunur merd-i gayura
Dinsizlere tevcih-i reviyet yeni çıktı.
İslam imiş devlete pa-bend-i terakki
Evel oğul idi iş bu rivayet, yeni çıktı.
Zühdü MERCAN -sızıntı
OSMANLI GERİLEDİ” MASAL MI? UYUTMA POLİTİKASI MI?
(http://www.gulistandergisi.com/resimler/R823301.jpg)
Batı’dan Geri Kalma Masal mı?
Osmanlı’nın, ilmî ve teknolojik gelişiminin durmasında, bu sahadaki gelişmeleri takipte Batıdan geri kalmasının tesirli olduğu, kısmen doğru olmakla birlikte, büsbütün de gerçeği yansıtmamaktadır. Bu gerileme meselesini kendilerine bir kompleks, saplantı ve hatta tabu haline getiren -tarihine yabancılaşmış ve Batı karşısındaki yenilgilerin psikolojisi altında ezilmiş- görüş sahiplerine göre Osmanlı, Kanuni’nin ölümünden itibaren gerileyip kendi içinde çürümeye başlamış, sonrasında Batı’nın gelişmesi ve yükselmesi karşısında büyük bir “tutulma”/şaşkınlık yaşamış, zamanla modernlikten tamamen kopmuş; ‘modernlik/medeniyet trenini’ hepten kaçırmış ve Avrupa’da olup bitenleri sadece seyretmekle yetinmiştir.
Mesela, Newton, yerçekimi kanunuyla uğraşırken, bizim Kuyucu Murad Paşa, Celalileri ‘kuyulamakla’ meşgul olmuştur.(!) Yok eğer, gerilemediyse neden yıkılmıştır?
Her şeyden önce bu çevreler, gerilemenin başladığını iddia ettikleri Kanuni’nin ölümünden sonra, Osmanlı’nın 357 yıl daha ayakta kalabilme mucizesini nasıl başardığının makul bir izahını yapmaları gerekir. Ayrıca Osmanlı’nın, sanayi ve teknolojik alanda istenen ölçüde gelişip kalkınabilmesi için “büyük sermayeye” ihtiyacı vardı; onu da tabii yollarla elde etmesi mümkün görünmüyordu. Batılı Devletler gibi sömürgeciliğe soyunması ve hakimiyeti altındaki topraklarda müstemleke (kapitalist-sömürge) idareleri kurması gerekiyordu.
Tam aksine Osmanlı, tebasına emperyalist bir mantıkla yaklaşmak bir tarafa, onları “Allah’ın emaneti”, topraklarını da “vatanı” olarak gördü ve aldığı vergiden kat be kat fazlasıyla yatırım ve hizmet götürmeyi kendisine görev bildi.
Üstelik zamanla ortaya çıkan ağır siyasi, askeri ve ekonomik buhranlar da iyice Osmanlı’nın belini bükmeye başlamıştı. Bilhassa, 17. ve 18. yüzyıllarda Avusturya, İran ve Rusya ile sıkça yapılan ve ekseriyetle kaybedilen savaşların beraberinde getirdiği ağır maliyet, toprak ve vergi kaybı; Coğrafi Keşiflerle birlikte Osmanlı’nın kontrolünde bulunan Akdeniz’deki ticaret yollarının önemini kaybetmesi ve buralardan elde edilen gelirlerin hızla azalması; azalan gelirlerin giderleri karşılayamaması sonucunda devletin, ya yeni vergiler koyup mevcut vergilerde artırıma ya da iç ve dış borçlanma yoluna gitmesine bağlı olarak; idarî mekanizmada derin bunalımların ortaya çıkması; Yeniçeri ve Celâli İsyanlarının yoğunlaşması ve ekonomik açıdan dışa bağımlığın artması gibi faktörler, Osmanlı’nın bütün gücünü tüketmiş ve elini kolunu bağlamıştı.
Bütün bunların üstüne bir de çoğalan kapitülasyonların artan yükü, Avrupalı devletlerin azınlıklar lehine sıklaşan -emperyalist amaçlı- reform taleplerinin meydana getirdiği dış baskı ve birkaç asırlık geçmişe sahip oturmuş eski yapıyı bir anda değiştirmenin zorluğu, devleti iyice aciz duruma düşürmüş ve dipsiz bir anafora doğru sürüklemeye başlamıştı.
Osmanlı yine de, III. Selim devrinden itibaren, Anka kuşu misali, kendi külleri üzerinde yeniden doğmak ve dirilmek; kendi dinamikleri içinde gelişimini sürdürmek ve kabuğunu tazeleyip yenilenmek için (Avrupalılara, “Yoksa Osmanlı yeniden mi ayağa kalkıyor?” dedirtecek çapta) olağanüstü bir gayret göstermekten de geri durmayacaktı. Mesela, demiryolunun Avrupa’da kullanılmasından 31 yıl sonra, elektrikli telgrafınsa 18 yıl sonra Osmanlı’ya getirildiği, bu noktada altını önemle çizmemiz gereken en çarpıcı uygulamalardandır. Osmanlı’nın son devirlerinde bile, gücü yettiği ölçüde Batıdaki ilmî ve teknolojik icat ve keşifleri izlediği bir tarafa; hatta öncülük dâhi ettiğini gösteren hâdiselere şahit olmaktayız.
Dünyaca ünlü tarihçimiz Prof. Dr. Cemal Kafadar’ın geliştirdiği şu yeni ilmî tez, bu konudaki kemikleşmiş yargıları yıkacak, ezberlenmiş klişeleri bozacak kadar ufuk açıcı ve orijinaldir: “Bazı yargılarımız değişti; benim çok önemli olduğunu düşündüğüm bir şey var: 16. Yüzyıldan itibaren Osmanlı toplumu kendi dinamikleriyle, kendi içinden bir modernleşme ve sekülerleşme serüveni yaşamıştır.”
Dolayısıyla, burada zikrini ettiğimiz esas mevzuda henüz, ön yargı ve saplantılardan sıyrılarak sağlıklı bir yaklaşım sergilediğimiz söylenemez. Buna bir de, asırlar boyunca Osmanlı ile her alanda giriştiği büyük hesaplaşmadan nihai zaferle çıkan ve ona diz çöktüren Batı’nın, konuya Oryantalist bir zihniyetle yaklaşarak, Osmanlı’yı tamamen hazmedip yok etmek ve onun aracılığıyla Türklerin ve Müslümanların “gelişme dinamiğini tamamen kaybettiğini” belleklere iyice yerleştirmek ve İslâm Dünyası’nı/Medeniyetini direncini kırıp külliyen teslim almak maksadıyla -“Tarihin Sonu” hezeyanından /komplosundan da beslenen- olumsuz bir “Osmanlı imajı/ düşmanlığı” meydana getirme çabasını da hesaba kattığımızda mevzu daha da dallanıp budaklanmaktadır.(1)
Osmanlı’nın, Batıdaki gelişmelerin neresinde olduğunu anlamak için şu beş misal büyük ehemmiyet arz etmektedir:
Osmanlı’da Telgraf ve Mors
Telgrafı icat eden Amerikalı Samuel Mors, yaptığı aletin değerini önceleri ne anavatanında ne de Avrupa’da anlayacak kimse bulamamıştı. Çaresiz kalan Mors, Osmanlı’nın ilme ve ilim adamına verdiği kıymeti duyarak, şansını bir de İstanbul’da denemek istemişti. Nihayet aradığı desteği bulan Mors, cihazın eksik parçalarını tamamladıktan sonra, 1847 yılında saraya telgraf hattı çekmeye muvaffak olacaktı. Bu hizmetten çok memnun kalan Sultan Abdülmecid (1823-1861) Mors’u, elmaslı madalya ve üzerinde kendi imzasının yer aldığı patent belgesiyle ödüllendirerek; hem ona olan hoşnutluğunu hem de ilme verdiği değeri açıkça göstermişti.(2)
Gutenberg ve Osmanlı’da Matbaa
Bilinenin aksine matbaa Osmanlı’ya geç gelmemiş; Gutenberg’in kurduğu ilk modern matbaadan 33 yıl sonra 1488’de İstanbul’a girmiştir. Çünkü Yahudiler 1488’de, Ermeniler 1567’de ve Rumlar da 1627’de İstanbul’da matbaalarını kurmuş bulunuyorlardı. Hatta II. Bayezid zamanında 19, Yavuz Sultan Selim zamanında 33 kitap basılmıştır. III. Murad, Arap harfleriyle basılan geometriye dair “Usul’ül-Oklidis” kitabının serbestçe satılması için 1588’de ferman vermiştir. IV. Murad zamanında İstanbul’da bir matbaa kurulması için istenen iznin verildiğini Mustafa Nuri Paşa kaydederken; Enderun Tarihçisi Atâ ise, “ilk resmî matbaa teşebbüslerinin” IV. Mehmed zamanında başladığını, ancak harfler intizamlı bir şekilde düzenlenemediğinden dolayı neticeye 1727 yılında ulaşıldığını anlatmaktadır.(3)
Abdülhamid’in Pastör’ü Himayesi
Pastör, kuduz aşısını keşfedip ilk defa uyguladığında Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid bulunuyordu. Kuduz aşısını bulduktan sonra, devlet başkanlarına mektup yazan Pastör, kuracağı enstitü için yardım talep etmişti. Mesela Rus Çarı, sadece 2 metre boyundaki portresiyle birlikte kuru bir tebrik mektubu yollamakla yetinmişti. Sultan Abdülhamid ise, bakteriyoloji alanındaki yeniliklerin yurda getirilmesi ve Pastör Enstitüsü’nün kurulması amacıyla bir heyet oluşturup Fransa’ya göndermişti. Abdülhamid bununla da kalmamış, enstitüye 10 bin altın ve birinci dereceden Mecidiye Nişanı hediye etmişti.(4)
Lale Devri ve Dünyanın İlk Denizatlısı
Lale devrinde, III. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet düğününde tertiplenen şenlikler içerisinde en ilgi çekici olanı, Tersane Başmimarı İbrahim Efendi’nin yaptığı “eni boyu 3 çifte piyadeye denk” denizaltı ve onun maharetleri idi. Dev bir timsahı andıran denizaltı, padişahın önüne gelerek dalmış; bir müddet sonra sarayın sahiline yanaşarak ağzını açmış ve içinden pilav zerde taşıyan adamlar çıkarak padişaha yemek ikram etmişlerdi. Dünyada denizaltıcılığın “ilk numunesi” olan bu gemi, Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığında, Seyyid Ahmed Vehbi’nin “Surnâme-i Vehbi” isimli eserinde, çizimleriyle beraber kayıtlıdır.(5)
Abdülhamit ve Osmanlı’nın İlk Denizatlıları
Nordenfeldt silah fabrikasının, G. W. Garrett ile el ele vererek 1885’te Stockholm’de inşa ettiği ilk denizaltı hemen ilk denemede batmıştı. Avrupalı Devletler, bu garip makineye para yatırmaya henüz hevesli görünmüyorlardı. Dönemin büyük silah tüccarı Sir Basil Zaharoff, duruma el koymuş ve silahlanmaya bütçesinden büyük paylar ayırdığını bildiği Yunanistan’a 9 bin sterline ilk denizaltını satmasını bilmişti. Yunanistan’ın bu teşebbüsünden tehdit algılayan II. Abdülhamid de, tanesi 11 bin sterlinden bir değil iki denizaltı sipariş etmekten geri kalmamıştı. Bu denizaltılar, Osmanlı’nın da “ilk denizaltıları” olmuştu. “Abdülhamid” ismi verilen ilk Türk denizaltısı Şubat 1887’de denizle buluşurken; dünyada torpido atan ilk denizaltı ünvanına sahip “Abdülmecid” adlı ikinci denizaltımız ise Ocak 1888’de denize indirilmişti.(6)
Dipnotlar: 1)Rifat Önsoy, Osmanlı Sanayi, Ankara 1988, s.7-47; İsmail Çolak, Tarihin Gizem Dolu Sırları, İstanbul 2006, s.50-51; Osmanlı Geriledi mi?, Haz: M. Armağan, İstanbul 2006; Armağan, “Osmanlı Neden Sanayileşemedi?”, Yeni Dünya Dergisi, Ocak 2006 Sayısı; Nuriye Akman’ın Cemal Kafadar’la Röportajı, Zaman Gazetesi, 11 Nisan 2004. 2)Roderic H. Davison, “Osmanlı İmparatorluğunda Elektrikli Telgrafın Kurulması”, Osmanlı-Türk Tarihi (1774-1923), Çev: M. Moralı, İstanbul 2004, s.194; Çolak, Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek, İstanbul 2007, s.167-168. 3)Tayyarzâde Ahmed Atâ, Tarih-i Atâ, c.1, İstanbul 1293, s.157-158; A. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c.1, İstanbul 1885, s.60-62; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.4, K.1, Ankara 1982, s.158-162; A. Akgündüz, S. Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul 1999, s.212-214. 4)Ayrıntı için bkz. Çolak, age, s.162-164. 5)Özdemir Nutku, “Eski Şenlikler”, Haz. M. Armağan, İstanbul Armağanı III: Gündelik Hayatın Renkleri, İstanbul 1997, s.125; Raşit Metel, Türk Denizaltıcılık Tarihi, İstanbul 1960, s.1; Nejat Gülen, Dünden Bugüne Bahriyemiz, İstanbul 1988, s.62; Çolak, Tarihin Sırları, s.52. 6)Günvar Otmanbölük, “İlk Türk Denizaltıları”, Hayat Tarih Mecmuası, Temmuz 1977, Sayı: 151, s.28-33; Çolak, Yunan İşgalinin Patronu Zaharoff, İstanbul 2005, s.36-37.
İSMAİL ÇOLAK
Gülistan Dergisi