Türkler eskiden günde iki öğün yemek yemişlerdir. Bunlardan biri kuşluk yemeği, diğeri de akşam yemeğidir. Kuşluk vaktinde yemek tabiri sonraları büyük kentlerde kalkmış, özellikle kahvenin Türkiye’ye gelmesinden sonra kahvaltı (= kahvealtı) kelimesi kullanılmağa başlamıştır. Bu kuşluk yemeklerindeki yiyecek türü bugünkü kahvaltıda yediklerimizden farklıdır. Kuşluk yemeği aslında kahvaltı değil gerçek bir öğündür.
M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimler ve Terimleri adlı ansiklopedik sözlüğünde, Kuşluk Taamı adı altında şu bilgileri verir: “Sarayda yenilen iki öğün yemeğin ilki hakkında kullanılır bir tabirdir. İkincisine akşam taamı denilirdi. Kuşluk yemeği sabahleyin erkenden, akşam yemeği ise ikindi namazını müteakip çıkardı.
Akşam yemeğinin ikindi namazını müteakip yenmesi, Osman Gazi zamanından kalmıştır, Osmanlıların ilk padişahı ikindi namazından sonra dairesinde ne kadar adam varsa hepsini birlikte alır, akşam yemeğini beraber yerdi… Aslında bu kuşluk yemeğinin saati yörelere göre değişikti. Meselâ Rumeli’de öğle yemeğine kuşluk denirdi.”
Fakat akşamları yemekler gün batımı ile yendiği için yatsı namazından sonra da hafif bir şeyler yenirdi. Buna da yatsılık ismi verilirdi. Genellikle bu bir saray âdeti olmakla birlikte konaklarda hatta halk arasında da yaygın bir deyimdi. İkinci olarak, eskiden özellikle Tanzimat sonrası dâhil 1876’lara kadar yemek, sofra adı verilen, yere yayılarak üzerinde yemek yenilen yaygı üzerinde yenirdi.
Tanzimat’tan çok sonra saray ve konaklarda yer sofrası terk edilmiş, masada yemek dönemi başlamıştır. Eskiden sofrada sadece kaşık bulunurken artık çatal da sofrada yerini almıştır.
Türklerde yemek genellikle çorba ile başlar. XVIII. yüzyılda yazılan bir yemek risalesinde ilk fasıl çorbalar olmuştur. Çorbadan sonra et ve etli yemekler, börek, pilav (yemek kitaplarında pilav ve hoşaf faslı arka arkaya gelir) ve tatlı sırasıyla gelen geleneksel beslenmede vazgeçilmez yeme biçimidir.
Ayran ve şerbet çeşitleri de içecek olarak Türklerin kendi buluşlarıdır. Gerek ayran, gerekse yoğurt bütün Türk dünyasının ortak malıdır. Bu kelimeler geçmişte XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divânu Lugâti’t-Türk adlı eserde de karşımıza çıkar.
Yemek konusunda mutfakların çeşit bakımından çok zengin olması uygarlık ölçüsü olarak kabul edilmektedir. Türklerin mutfakları ele alındığında, yemek çeşitlerinin çok olduğu ama çoğunun undan üretilerek yapıldığı göze çarpar.
Süt ve sütten mamul yoğurt, ayran, peynirin çeşitleri de sofrada yerini almaktadır. Özellikle Anadolu’da bulgur çok tüketilmiştir. Bulgur, çorba, bulgur pilavı ve sebzeli yemeklerde ve köfte yapmada kullanılmıştır.
Türkler, sofralarından sebzeyi de eksik etmemişler, genellikle etli sebze yemeklerine ağırlık vermişlerdir. Tereyağı, içyağı ve kuyruk yağı eskiden yemeklerde çok kullanılan yağ çeşitlerindendir. Zeytinyağı ise önceleri Batı Anadolu’da, özellikle Ege Bölgesi’nde kullanılmıştır. Doğu Anadolu’da zeytinyağlı yemekler pek bilinmezdi. Evliya Çelebi ise zeytinyağı esnafının kendi döneminde 600 dükkânı ve 1285 neferâtı olduğunu kaydeder.
İçeceklerden en çok yemeklerle birlikte tüketilen ayran, çeşitli şerbetler, hoşaf başta gelir. Evliya Çelebi Seyahat- nâme’ nin l. cildinde esnaf-ı şerbetçiyan bahsinde şöyle der: «Bunlar arabalar üzre dükkânların zeyn eyleyüp nice biñ kâseler ve kuplı İznik çînileri ve fağfür kâseler ile kârhânelerin zeyin edüp gûnâgûn rîbâs (mayhoş bir nebat, rubarb), anberbâris (kadın tuzluğu), gül-limon, hummâz, nilüfer, zervefâ(?), temirhindi, vişnâb ve gûnâgûn engûrdan eşribeleri… halka savurarak geçerler…»
Bu şerbetlerin bir kısmı da baharlı yapılırdı. Bunların dışında en çok beğenilen ve sarayda da pek makbul olan menekşe şerbetini ve özellikle mevlitlerde sunulan, içinde kavrulmuş fıstık bulunan mevlit şerbetini ve lohusa şerbetini de ekleyelim. İstanbul’da mevlitlerde mevlit şerbeti yerine limonata sunulurdu.
Şimdi, bu eski beslenme biçiminden bugüne geçecek olursak, geleneğin ana çizgilerde değişmediği görülür. Bununla birlikte, bariz değişiklikler, yenilikler ve unutulan kimi yiyecek-içeceklerden de söz etmek gerekir.
Yer Sofrasından Masaya:
1876’larda yemek yeme tarzında yenilik olarak yemeğin artık masada yendiği, çatal ve bıçağın masaya geldiği ve bir tabaktan yemek usulünün kalktığını söyleyebiliriz. Bu tabiî ki önce saray ve zengin konaklarında uygulanmış çok sonra halka inmiştir. 1950’li yıllarda bile halk hâlâ yer sofrasında elle yemek yemeğe devam ediyordu.
Şerbetten Meyve Suyu ve Cocacolaya:
Şimdi güzelim şerbetler, evde veya dükkânlarda taze taze yapılan çeşitli meyve sularının birkaçı dışında hepsi unutulmuş, onun yerini asitli içecekler, özellikle cocacola almıştır.
Tören Yiyeceklerinden Keşkek:
Besin açısından besleyici, eskilerin deyimi ile mugaddi olan ve bir hadise göre de yemeklerin en iyisi olarak bildirilen keşkek, az yendiği takdirde sağlıklı bir yemek türüdür. Bu yemek de unutulmuş yemekler arasındadır.
Köfteden Hamburgere:
Bugün için geleneksel köftenin yerini hamburger almıştır. Daha çok gençlerin rağbet ettiği ve «fast food» adıyla hükmünü sürdüren hamburger ve türlerinin köftenin yerini alması ya da köfte ve türlerine tercih edilmesi ne kadar sağlıklıdır, onu sizlerin yorumuna bırakıyorum.
Cumhuriyet dönemi ve sonrasında yeme-içme biçiminde Türkiye’de büyük bir değişiklik olmamıştır. Çeşitli değişik lokantaların açılması ve onların bugüne uzanan serüveninde görülen çeşitli ülkelerin yiyecekleri kimi zaman insanların değişik bir şey yeme arzularını gidermek için çekici olabilir, ama yine de kısa sürede tencere yemekleri, börek ve tatlılar özlenir.
Abdülhamit devri ( 1876-1918) için anlatılan yemek sofrası ise şöyledir:
“Masa, sandalye, çatal, tabak, herkese ayrı bardak usulü başlıyor. Fakat küçük ve orta halli ailelerde pek ağır ve en basit şekilde. Artık bir evde yemek odası diye ayrı bir yer vardır; fazla külfete lüzum göstermeyen, yarıboş, manzarasız, ekseriya dar, bir alt kat odası Nihale mühim bir ziynet eşyası gibi masanın daima ortasında durur ve bir de en âdisinden cam sürahi. Vakitli ailelerde yemek odalarına itina modası baş göstermiştir. Büfeler Viyana mamulâtından, pek gösterişli, kıymetli şeylerdir.
Masalar, ek tahtalarıyla istenildiği kadar uzatılabilir;
muşamba örtü kullanılmaz; tiril tiril keten örtülerin altına, el dokununca masanın sertliğini duymamak için pamuklu, yumuşak ve hususi bir örtü daha konmuştur. Alafıranga yeme şeklinin genişlemesi, billur ve cam kadeh, sürahi kolluğu, ucuzluğu belki içkinin evlerde taammüm etmesine de sebep olmuştur. Maamafi bu da erkeği evine bağlaması itibariyle faydasız sayılamaz. İçki evvelce tek olan kilerin ikileşmesine de yol açmıştır. İnce kiler ve kiler.
İnce kiler bir ecza dolabı, bir labaratuar rafı kadar güzel istifli, temiz manzaralı ve şimdiki ayaküstü lokantaların vitrinleri gibi iştah açıcı, intizamlı idi. Reçeller, kalamata zeytinleri, havyar, balık yumurtası, Edirne’nin artık bulamadığımız tütsülü sığır dili, halis Kayseri pastırması, sucuklar, tarama, flemenk peyniri, ançuvez, kutu sardalyası gibi makbul ve değerli çerezler oraya yerleştirilmişti.”
Şimdiki durum (1930’lar):
“Sofra başında sohbet devri tamamen başlamıştır. Yemeği ortaya koymak pek süflî bir şey addedilmektedir. Küçük burjuva değil âdetâ amele işi. Fakat modern devrin en hoşuma gitmeyen ciheti birçok evlerde yalnız yemek odasının kalkması değil, mutfak ve yemeğin evden elini, eteğini çekmesi, mutfak bacalarının tütmez olmasıdır.
Kadınlı erkekli iş ve memuriyete sarılmak, ayrıca hem bunlara hem de sinema saatlerine yetişmek kaygısı yüzünden halk gıdasını sokakta hemen hemen angarya sarar gibi alelacele almaktadır sofra ve yemek faslının içtimaî noktadan büyük bir ehemmiyeti vardır. Ayakta karın duyurulan mezeci dükkânlarının çoğalması da aile ve terbiye bakımından zararlı bir durumun gittikçe yerleşmesine işarettir. Daha beş on sene evvel İstanbul’da onlara benzer tek dükkân yoktur. Bugün bir mecburiyet halini aldı.”
1930’lardan sonraki durumu da kısaca biz özetleyelim. Refik Halid’in dediği gibi «Sofra, ailedir». Soframız dağılmaya başlamış, ayrıca bu dağılma dışarıdan da teşvik edilir hale gelmiştir. Çocuklarımız artık annelerinin ve anneannelerinin yaptığı geleneksel Türk yemeklerini içeceklerini beğenmiyor, neredeyse hemen her köşe başında açılan McDonald’s’lar, Pizza Hut’lar, Burger King’lere koşuyor ve beslenme dengelerini bozdukları gibi, ailenin sofra sıcaklığını da soğutuyorlar.
(Prof. Dr. Günay KUT)
- Mide tok olduğunda vücudun kanı mideye hücum edecek ve diğer organlar gereği gibi beslenemeyecektir.
- İnsan nafile oruca devam ettiğinde ve az yediğinde karaciğer istirahat halinde bulunduğundan, vücuttaki zararlı maddeleri tahrip eder. Onun için kişi kendisini hafif hisseder.
- Kalbe kötü tesir eden 3 âmil: Damar sertliği, Sinir yorgunluğu, Midenin kalbi sıkıştırması.
- Karaciğer insan vücudundaki bütün kimyasal olayların merkezi olup, insan organizmasının en önemli uzuvlarından biridir. Ve açlıkta istirahat edeceğinden kendini tazeleme imkanı bulur.
- “Her kimin ki, taamı kalil (az) olur, Onun sıkıntısı halil (çözülmüş), ömrü tavil (uzun) olur” (Erzurum’lu İbrahim Hakkı)
- “Az yersen seherin faziletine malik olursun” Süfyan-ı Sevri
- Türkiye Müslümanlarının yemeği günde 3 öğüne çıkarması Tanzimat sonrası batılılaşma ile başlamıştır.
cevaplar.org
Türkiye’de nüfusun yüzde 47,2’si fazla kilolu veya obez olduğu belirlendi.
Erkeklerde fazla kilolu veya obez olanların oranı yüzde 49,2 iken kadınlarda bu oran yüzde 45,2 olarak belirlendi.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından hazırlanan 2008 yılına ilişkin “Sağlık Araştırması” sonuçlarına göre, kırsal yerlerde yaşayan kadınlar arasında obez olanların oranı yüzde 19,4 ile diğer gruplara göre daha yüksek. Düşük kiloluların oranı ise yüzde 6,7 ile en yüksek kentsel yerlerde yaşayan kadınlarda görüldü.
15 ve daha yukarı yaştaki bireylerden kronik hastalığı olduğunu belirten bireylerin bu hastalıklarının doktor tarafından teşhis edilip edilmediği sorusuna verdikleri yanıtlara bakıldığında hastalık gruplarının sırasında değişiklik gözlendi. Hastalıkların sırası, yüzde 16,1 ile bel bölgesi kas iskelet sistem problemleri, yüzde 13,8 ile romatizmal eklem hastalığı, yüzde 13,5 ile hipertansiyon, yüzde 13 ile ülser, yüzde 10,4 ile migren ve benzeri şiddetli baş ağrısı şeklinde oldu.
Türkiye geneline bakıldığında 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerden yaşamları süresince en az bir kez tansiyon, kolesterol ve kan şekeri ölçümü yaptıran bireylerin oranları sırasıyla yüzde 61,1, yüzde 33,1 ve yüzde 35,9 olarak belirlendi.
Türkiye genelinde kentsel yerlerde yaşayan bireylerde ölçüm yaptırma oranı yüksek görülürken, cinsiyet ayrımında oranlara bakıldığında kentsel ve kırsal kesimde yaşayan kadınların oranı, erkeklerin oranından yüksek olduğu saptandı.
0-6 YAŞTA ÜST SOLUNUM YOLU ENFEKSİYONU İLK SIRADA
0-6 yaş grubundaki çocukların son 6 ay içinde geçirdikleri hastalıkların oranlarına bakıldığında yüzde 39,4 ile üst solunum yolu enfeksiyonu (tonsilit, orta kulak iltihabı, farenjit) ilk sırayı aldı.
Bunu yüzde 25,6 ile ishal, yüzde 11,3 ile kansızlık, yüzde 9,1 ile ağız ve diş sağlığı sorunları ve yüzde 8,9 ile bulaşıcı hastalıklar (kızamık, suçiçeği, kabakulak vb.) izledi. Bu sıralama kent-kır ayrımında değişmemekle birlikte cinsiyet ayrımında oransal farklılıklar içerdi.
7-14 yaş grubundaki çocukların son 6 ay içinde yaşadıkları hastalık/sorunların oranlarına bakıldığında yüzde 46,3 ile enfeksiyöz hastalıklar, yüzde 26,3 ile ağız ve diş sağlığı sorunları, yüzde 16,8 ile göz ile ilgili sorunlar, yüzde 8,8 ile beslenmeyle ilişkili hastalıklar ve yüzde 8,7 ile cilt hastalıkları ilk beş sırayı aldı.
Kent-kır ayrımında bakıldığında bu sıralama erkeklerde aynı kalmakla birlikte, kırsal kesimde yaşayan kadınlarda cilt hastalıkları yüzde 13,6 oranı ile beslenmeyle ilişkili hastalıkların önüne geçti.
15 ve daha yukarı yaştakilerden kronik hastalık/sağlık sorunu yaşadıklarını belirten bireylerin verdikleri yanıtlara bakıldığında en yüksek ilk 5 hastalık grubunun’ bel bölgesi kas iskelet sistem problemleri (yüzde 22,7), romatizmal eklem hastalığı (yüzde 17,6), ülser (yüzde 15,4), migren ve benzeri şiddetli baş ağrısı (yüzde 15,4) ve hipertansiyonda (yüzde 14,8) yoğunlaştığı gözlendi.
HASTALIKTA ERKEKLER ÖNDE
Her bir hastalık grubunda Türkiye genelinde erkeklerde görülen oranın, kadınlarda görülen orandan düşük olduğu gözlendi.
Kent ve kır ayrımında ise her bir hastalık grubunda hem erkeklerde hem de kadınlarda kırdaki oranlar kentteki oranlardan yüksek.
Açıklamada, 2008 Sağlık Araştırması ile toplum sağlığı konusunda idari kayıtlar yoluyla düzenli olarak elde edilemeyen göstergelerin hesaplanması ve bireylerin genel sağlık profilinin ortaya çıkarılmasının amaçlandığı belirtildi.
Araştırmanın, ülke genelini yansıtan ilk çalışma olmasının yanı sıra hem uluslararası karşılaştırmalara imkan veren hem de ulusal ihtiyaçlara ışık tutan bir çalışma olma özelliğini taşıdığı ifade edilen açıklamada, araştırma ile bebek, çocuk ve yetişkinlerin sağlık durumunun yanı sıra 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerin sağlık hizmetinden faydalanma durumları ve memnuniyet düzeyleri, günlük aktivitelerini gerçekleştirirken yaşadıkları zorlukların derecesi ile sigara ve alkol kullanma alışkanlıkları başta olmak üzere sağlık alanındaki birçok göstergenin elde edildiği belirtildi.
Açıklamada, 0-6, 7-14 ve 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerin sağlık durumlarının yanı sıra 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerin tansiyon ölçümü, kan testi yaptıran bireylerin profili ile beden kitle indeksine ait bulgulara yer verildiği kaydedilerek, araştırmadan elde edilen diğer göstergelere ait sonuçların ise 2009 yılı içerisinde ayrı bir yayın olarak kamuoyuna duyurulacağı ifade edildi.
Haber3
Beslenme kültürü de, bir toplumun beslenme ile ilgili hayat tarzıdır."Yiyeceklerin üretimi, tüketimi, hazırlanması, tamamen kültürün ögeleri olan gelenekler, sevmek sevmemek, inançlar, tabular, boş inançlarla bağlantılıdır.
Antropologlar, yemek yeme alışkanlıklarını kültürel bağlamda alırlar." İnsanların acıkması ve açlığını gidermek için yemek yemesi genel bir biyokimyasal olay iken, bu açlığını ne şekilde, ne zaman ve hangi yemeği seçerek gidereceği antropolojik ve dolayısıyla kültürel bir olgudur.
Bu kültürel ayırt edicilik ve görecelilik doğal olarak Türkler için de geçerlidir. Türkler, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren beslenmeye önem vermişlerdir. Beslenme, sosyal hayatlarında önemli rol üstlenmiş hususlardan biri olarak öne çıkmıştır. Bu husus, o kadar önemli olmuştur ki, Türk idarecileri, öncelikle milletini aç ve çıplak bırakmamayı ana ilke edinerek ülke yönetimini üstlenebilmişlerdir.
Kültürel Açıdan Türk Yemekleri
Türk mutfağı dünyanın sayılı zengin mutfakları arasındadır. Bazı görüşlere göre,Çin ve Fransız mutfakları ile birlikte dünyanın en zengin üç mutfağından birisidir.Türk mutfağının zenginlik sebepleri arasında yiyecek ve içecek maddelerinin bolluğu ve çeşitliliğinin yanı sıra, Türklerin eski bir tarihe sahip olmaları da sayılabilir.
Coğrafî, kültürel ve sosyolojik sebeplerle, Türkler, komşuluk münasebetlerinde bulundukları ve iç içe yaşamış oldukları farklı toplumlarla etnolojik anlamda hem etnikvericilik hem de etnik alıcılık yapmışlardır. Bu alış-veriş, hiç kuşkusuz yiyecek ve içecek kültürü için de söz konusu olmuştur.Türk Yemek Adetlerini araştırmış olan Mehmet Eröz, Türk töresinde yemeğin yerinin büyük olduğunu ifade etmiştir.
Bunu karakterize eden en açık örnekler olarak da yağmalı toylar, imece toplantıları, doğumlar, ölümler, düğünlerde yenilen yemekleri belirtmiştir. Eröz'ün izahlarına göre, bu toplantılarda geleneğe göre sofralar hazırlanır,yemekler çıkarılır, bütün oymak, boy veya köy halkı birlikte yer, birlikte eğlenir veya acıyı paylaşılmaktadır.15 Anadolu'da buna benzer gelenekler bugün de yaşamaktadır.
Yine ona göre, Türk dünyasında, "yemek" isminin yerine "aş" ismi kullanılmaktadır.Göktürk Kitabeleri'nde de "yemek" bu anlamda kullanılmıştır. Ölüm törenlerinde (üç hayrı, yedi hayrı, kırk hayrı), "ölü aşı" ve düğünlerde de bulgur pilavını etli olarak yaparlar.Aynı yemekler bir dileği, adağı olan kimsenin söz konusu dileği gerçekleştiğinde de pişirilir.
Bu yemeklere Alevi Türkmenlerde "dede aşı" denir.Malatya'da Akçadağ ve Hekimhan'da etli pilav pişirilerek "ölü aşı; kırk hayrı, üç hayrı, yedi hayrı şeklinde törenler" düzenlenir. Bu törenlerde, Türk töresindeki oturma düzenine göre misafirlerin en şereflisinin baş köşeye oturtulduğu görülür.Bir meclis şeklinde katılımcılığı öngören Anadolu'daki Hıdırellez şenliklerinde verilen yemekler, hayır dualarıyla yemeği veren ve yemeği yiyenin hayır sahibi olduğu inancı şeklindeki manzara, sadece tüketim yollarıyla yemek adabını değil, aynı zamanda bir çok kültür motifini gözler önüne sermektedir.
Türk hayatı ile Türk kültünün ana yiyecek maddelerinin başında süt ve et gelmektedir.Çeşitli hayvansal ürünler Türklerin ana besin maddesi olmakla beraber, et ve sütten üretilmiş her türlü besin maddesini Türklerin icat etmiş olduğu söylenemez.
Bu tür bir yaklaşım, çok dar çerçeveli bir görüşle hareket etmek demek olur ki, bu son derece yanlıştır.18 Bu dar çerçeveli hareketten özellikle kaçınılmaktadır.Hunların koyun, ev ve av hayvanlarının etleri ile beslendikleri, at etini nadir olarak yedikleri, en fazla da koyun eti yedikleri çeşitli kaynaklardan anlaşılmaktadır. M.Ö. 2. asır sonlarında, Hun ileri gelenlerinden biri ile evlendirilmiş "Şair bir Çinli Prenses" derdini ve memleket hasretini aşağıdaki biçimde anlatırken, o devirdeki Türk beslenme kültürünü tasvir etmektedir:
"Yurdumdan ayrıldım kara bağlarım,
Şimdi de Hunların çadırı yerim,
Ocağım kül oldu ona ağlarım,
Dünyaya gelmemiş olmak isterim,
Yapağı eğirir keçe giyerler,
Gözüme bet gelir gönlüme kötü,
Koyunun kokmuş etini yerler,
İçemem bakırla sunulan sütü,
Davulu her gece döverler,
Dönerler ta güneş dönene kadar,
Fırtına bozkırda gök gibi gürler,
Yolları toz duman boğana kadar..."
Hunlar, atı binek hayvanı olarak kullanmışlardır. İlk dönemlerde etini de yemişlerdir.Sütünü bildiğimiz gibi kımız yapmakta kullanmışlardır. Hunlara gelen bir Çin elçisine Hun veziri şunları söyleyerek milletinin tasvirini yapmıştır: "Hunların gelenekleri şöyledir: Kendi sürülerini yerler ve süt ile yoğurt içerler. Ayrıca hayvanlarının derilerini de giyerler. Sürüler ve atla beslenirler. Bunun için Hunlar da mevsimlerine göre sürülerini izleyerek şuraya veya buraya giderler."
Ünlü Kültür Tarihçisi Bahaeddin Ögel'in ifadelerine göre, "Kırgızlar arpa, buğday, yulaf ve darı türünden hububat ekimi yaparlardı. Onları şimdi bilinmeyen bir tür ayak değirmeni ile öğütürlerdi.
Memleketlerinde taze meyve ve sebze bulunmazdı. Yemekle ekşimiş içkiler içerlerdi. Atları çok büyük ve kuvvetliydi. At eti de yerlerdi. Bunun yanı sıra, Kırgızlarda, av hayvancılığı da çok yaygındı. Çin'e konserve et ihraç ederlerdi."
Uygurlar, daha fazla yerleşik hayata geçebilmiş olan Türkler olduklarından, onların beslenmelerinde, tarım ürünlerinin de mevcudiyetinden bahsedildiğini görüyoruz. Uygurlar, daha Orhun kıyılarında iken karpuz ekmesini biliyordu.
Uygurların karpuzculuğu hakkında Çin kaynaklarında sık sık kayıtlar geçer. Turfan Ovası, üzüm bağları ile meşhurdu. Çin'e "üzüm teveği" buradan gitmişti.
Bezelye ve bakla ile kişnişin Uygur diyarında bol miktarda yetiştirildiğini de, yine Çin kaynaklarından öğreniyoruz. Uygurlarda meyvecilik ve şarapçılık çok ileri olduğu gibi ticaret de son derece gelişmiştir.
Türk Kültürü Araştırmaları Uzmanı İbrahim Kafesoğlu, beslenme kültürüyle ilgili olarak, önceki açıklamalara benzer bir şekilde bilgi vermektedir: "Türklerde et üretimi çok olduğundan, bunu uzun süre muhafaza etmek için konserve yapmasını çok erken dönemlerde öğrenmişlerdi.
Konserve et Çin'e gönderilen en önemli ihraç ürünüydü. Kımızın dışında buğday ve darıdan yapılan "begni" denilen içkileri de vardı. Oğuzlar boza da yaparlardı..." Bugün Batı Anadolu'da yaygın olarak yapılan boza, arpa, darı,mısır, buğday gibi tahılların hamurunun ekşitilmesiyle yapılan koyuca tatlı ve hoş içecektir.
Sonuç olarak kültür alanlarının ve kültürde etkileşimin en önemli göstergelerinden birinin beslenme ve yemek kültürü olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.
Kaynak:
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Dr. Mustafa TALAS
İnönü Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
Teşekkürler.