Sadakat islami Forum

EDEBİYAT KÖŞESİ => EDEBİYAT => Konuyu başlatan: EzGi YüRekLi - 02 Temmuz 2009, 19:06:05

Başlık: Uzaklar Çağırınca
Gönderen: EzGi YüRekLi - 02 Temmuz 2009, 19:06:05
“Ah uzaklar, uzaklar!
Beni pencerelere mahkûm eden uzaklar,
Bir gemi demir alsa, veda tüten uzaklar”
S. Demir

Günler ne zaman yaz mevsimine dökülmeye dursa, etimin içine yerleşen eski bir yara gibi sızlar...
Kalbimin ortasına dağların öte yanından müzikal bir ahenk damlar. Uzakta, çok uzakta bir yerde santurlar çalınır. Kanunların gergin tellerinden boşanan ince nameler içimin sığınağında yankılanır. Bir kemanın ince sesi, bir sızı gibi gezinip durur boyuna.
Yemyeşil bir ormanın tam ortasında, masmavi bir gölün tuvaline gökte yürüyen bulutların silueti düşer. Kıvrılan yollar ağaçların kardeşliğine tutunarak akar.
Bir ikindi hüznü yansır, geride kalmış bir turna çaresizliği hissedilir, sarı sıcakların yorduğu bozarmış bayırlara ıssızlık indirir gün ışıkları…
Ve yıldızlar, ağır hasarlı karanlığın çadırına delikler açar. Nihayet seher yelleri, kiremit kuşlarının kanat çırpmaları, serçelerin sesleri…
Yönümü hangi tarafa dönsem, yüreğimi hangi manzaraya çevirsem, içimde yankılanıp duran o derin lahutî nîda, beynimin duvarlarında, ruhumun çeperlerinde hep “Uzaklar, uzaklar, uzaklar!..” diye çıngırdak sesleri çıkarır.
Uzaklara gidecek hâlim yok benim. Ne yollara dayanabilecek ayaklarım, ne de ayaklarıma söz geçirebilecek sözcüklerim var. Göksel bir suskunluğun misafirliğine inkıyat ederken, bu eylem azlığının ortasından kalkıp adresi belli olmayan bir çağrının yolculuğuna piyade olmak şimdi…
Çok eskilerde, siyah beyaz Türk filmlerinden kalma şarkılar fon oluyor uzakların çağrısına…
Ve Zara, Ah!
“Taşa geçer kendime geçmez sözüm”
İncinmiş bir insan sesi bazen nasıl da yaralayıcı olabiliyor...
Kimileyin seherin serinliğine, kimileyin akşamın gurubuna çözülür oldu derinliği içimin. Ruhuma düşen bu sağır ateşin tutuşturduğu amansız yangına direnmeye de mecalim yok artık…
Meçhul bir gurbetin hüznü, kendisini taşıtmak istercesine, isimsiz adressiz bir yolculuğa kuruyor kalbimi ve kalbim bütün mevcudiyetimi ovmaya duruyor.
Ah bu gurbet duygusu, bir zincir gibi kenetlenmiş içimde ve sâri bir hastalık gibi yakamı bırakmıyor. Gurbetlik mi kaldı bu zamanda, dünya küçük bir köye döndü, ulaşım vasıtaları ve iletişim araçları fevkalade gelişti, denilebilir.
Ama insan, hâlâ aynı insan değil mi? Hâlâ insanlığımıza ait ezeli acıların ve özlemlerin taşıyıcısı değil mi bedenlerimiz? Gurbetimiz, mekânla ve zamanla kayıtlı değil. Şairin dile getirdiği gibi “Ben gurbette değilim/Gurbet benim içimde.” Gurbet bir inci tanesi olmuş sinelerimizde. Onunla kadr-u kıymetimiz artıyor. Onunla olmamız gereken yerden uzakta bulunduğumuzu anlıyoruz.
Ve insanın ruhunu doldurup taşan başını alıp gitme isteği, bir kere daha bedenimizi bağlı bulunduğu yerden koparıp bir başka yere sürüklemek için yoklar.
Garip bir davet oturur insanın dalına. Yollara düşme arzusu; kimi zaman bir kavuşma heyecanı değil, iyiden iyiye kaçma eylemine dönüşür.
Can Yücel, ‘insan’lığımızın bu tuhaf hâlini mısralarına taşır:
“Bazen alıp başımı gidesim geliyor
Uzaklaşmak buralardan bir trene atlayarak
Kaybolmak ortalıklardan uzun süre
Kendimi buluncaya kadar ağlamak, ağlamak, ağlamak…”
Neden, uzaklara gitme fikri, meçhul olma, bilinmezliklere karışma hissi, bir yaranın tatlı kaşıntıları gibi “uzaklar, ille de uzaklar” diye depreşir…
Bir yerden gitmek, bir ihtiyaç değilse nedir?
Farkında mıyız? İçimize yerleşen bir ‘gitme’ hissi var. Alıştığı şeylerden sıkılıp bunalan ve değişim sancısıyla kıvranan ruhumuz her bulduğu aralıkta, ısrarlı bir biçimde özgürleşme girişiminde bulunur.
İnsanların bulduğu ilk fırsatta yaşadığı ortamın kirlenmişliğini/eskiliğini üzerinden soyup tatil yerlerine taşınması; değişimin, göçün insan ruhunun besin kaynağı olduğu manasına gelmez mi?
Güneşin battığı yerde, turnaların gittiği yerde, varlığı meçhul bir yitiği bulma umudu ile akıp gitmek; dağlara, denizlere, vadilere, şehirlere... Gide gide yükselmek, eskiliğinden kurtulmak… Gide gide yenilenmek ve özgürleşmek yani özünü gürleştirmek...
Melek Altun, bir öyküsünde “Kendimi bulmak için uzaklara gitmeliyim.” diye bir cümle kurar. Kendisinden mi kaçar insan, kendisiyle yüzleşmek için mi kaçar? Yoksa insan, yalnızlığın çerçevelediği bir mekânda, kimsenin görmeyeceği bir yerde kendini karşısına almak, yakasından tutup silkelemek için eşsiz bir fırsat mı arar? Ya da gövdesini ayakta tutan ruhî enerjisinin tükenişini kimseciklere göstermemek için mi seferler düşler?
Uzakların davetine kimler muhatap olmadı ki?
Hayatı çözümleyerek yaşayan, iyiliği sevgiyi yazarak gerisinde bıraktığı eserlerle ölümsüzlük şerbetini içen koskoca Tolstoy’a ne demeli sahiden? Uzakların, gitmenin çağrısına karşı duramayıp, evinden, ailesinden, memleketinden ayrılır. Seksen küsur yaşlarındaki ihtiyar bedenini bir tren vagonuna atıverir. Tren nereye giderse, gidebildiği en son istasyona kadar gidebilmek…
İçinde yankılanıp duran uzakların çağrısının nerede susacağı belli değildir. Nihayet, bir kış günü, tenha bir tren istasyonunda, kışlık giysilerini giyinen insanlar evlerine seyirtirken, Tolstoy’un yaşlı bedenini yurdundan yuvasından koparan huysuz çağrının sessiz çığlığı da duyulmaz olur.
Gidererek, görkemli dağların arasından kendimize yabancı bir diyara sızmak… Uzun yolların, sükûnetli göllerin ve tenha insanların içinden kaybolup varlığını nisyan sessizliğine katmak, varlıkta fâni olmak. Belki, bütün bunlardan sonra kendi küllerinden yeniden doğmak, kanatlarını kuvvetli bir şekilde çırparak çıkıp gelebilmek uzaklardan…
Yenilenmek, aşılanmak için, kayıtlı olduğumuz mekânlardan hicret etmek. Yolları önümüze alıp bir ırmak gibi içimizden akıtmanın, ruhu seyahatle temizlemenin huzuru ile dönmek için gitmek uzaklara.
Kentleri, müzeleri, tarihi eserleri görmek için değil, sadece, evet sadece, bir otobüsün koltuğuna yaslanıp bazen tütün renkli bozkırı bazen orman yeşilliğinin hâkim olduğu buz gibi yolları biriktirerek, anlık görülen manzaraların heyecanı ile irkilerek, şarkıların içrek melodilerinin sermestliğinde, oksijen mahmurluğu ile bitkin düşmek…
Bu dünyaya düştüğümüz andan itibaren içimizde tanımlanması zor bir boşluğu da hazır buluruz. Varlığını sürekli hissettiren bir ‘tamamlanmamışlık’ duygusu, insanoğlunu muhtelif arayışlar içine çeker. O mevcut boşluğa her gün bir şeyler sürer ve dolmasını/mutluluğu deneriz.
İnsan asıl kendisinde seyahat etmek ister. Kalbini, aklını Nietzsche’nin deyişi ile ‘üstinsana’ tasavvufçulara göre ‘insan-ı kâmile’ yükselmek derdindedir.
Ah ne mümkün! İmkânsız bir boşluktur içimizdeki ve ruhumuza verdiği ağrının büsbütün dindirilmesi yaşadığımız hayatta imkânsız gibidir. Olanca gayretlerimize karşın kapanmayan bu uçurumdan anlarız ki dünya insanoğlunu mutlu edebilecek, içindeki acıları sonlandırabilecek, her dem yüzünü güldürebilecek bir donanıma ve yeteneğe sahip değildir.
İnsanoğlunun bu hâli onun dünya için yaratılmadığı hakikatini de haykırır. Öyleyse ruhumuzun sükûnet bulabileceği, taşıyıp durduğumuz tamamlanmamışlık hissinin bitebileceği, ölmenin ve yarım kalmanın vücudunun bulunmadığı bir âlem olmalıdır. İnsan, ancak öyle bir âleme seyr ü sefer halindedir.
Ey yolcu, bir derviş gibi her şeyi ardına bırakıp meçhul bir yere kavuşma tutkusunun sebebini anladın mı? Yüreğinde kararsızlık acıları bitiren ‘uzakların çağrısı’ ezelden ebede yolculuğumuzun delilidir. Eksik parçalarını bazı bazı fark eden can, o yitiğini bulup tamamlanmak için arayışını sürdürüyor.
Bekir Biçer