Sadakat islami Forum

EDEBİYAT KÖŞESİ => SERBEST KÜRSÜ => Konuyu başlatan: muallim - 14 Eylül 2005, 17:04:54

Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 14 Eylül 2005, 17:04:54
DEFİLEDE "HAÇ"LI MANKEN!

...
Meselâ ben; şimdi, aynı soruyu "Bursalı manken"e ve onu alkışlayan "başörtülü hanım"a soracağım!..
Ama önce, meşhur hikâye:
"Kilisenin Haçı"na pisleyen "karga" ile başedemeyen papaz, tavsiye üzerine "Haç"ın yanına birkaç parça "peynir", bir kâse de "rakı" koymuş!.. Peyniri yiyen karga, "su" diye "rakı"ya yüklenmiş!.. Sonunda, "zom" olmuş, papaz da kargayı yakalamış!..
Hikâye bu ya; papaz, avucunun içindeki "karga"ya sormuş;
"Behey karga, hele söyle sen nesin?.. Hıristiyan olsan, kilisenin haçına pislemezsin!.. Müslüman olsan, rakı içmezsin!.. Söyle, nesin sen?"
O halde, biz de "boynundaki haç" ile bir giyim mağazasının açılışına katılan "Manken Didem Taslan"a soralım;
"Behey kız, nesin sen?.. Hıristiyan olsan, kiliseden çıkmazsın!.. Müslüman olsan, boynuna haç takmazsın!.. Hele söyle, nesin sen?!?"
Doğrusu, "Müslüman mahallesinde salyangoz satanları" çok görmüştüm ama, aleni şekilde "istavroz" takanları ilk defa görüyorum!..
Ve tabiî; "Boynu Haç'lı manken"i alkışlayan "başörtülü bir hanım"ı da!..
Be kadın; bu ne "şuursuzluk"tur ki; hem başında "örtü" var, hem de "Haç'lı manken"i alkışlıyorsun!..
Sahi, sen nasıl bir "Müslüman"sın?!?
Hadi, öteki bir "halt" yedi ve "boynunda haç"la çıktı defileye; peki senin bu "alkış"ın niye?..
Bu ne perhiz, bu ne turşu?!?
Bari, başındaki "örtü"ye saygı göster!.. Örtüye ve o örtünün özgürlüğü için mücadele veren insanlara!..
PAPA'YA NE LÜZUM VAR!
En garibime giden nedir, biliyor musunuz?.. "Papa"nın İstanbul'a gelip, "Ayasofya'da dua" etmeyi talep etmesi!.. Eder mi, etmez mi, bilmem.. Bildiğim şu ki, geçen ay Almanya'da 1 milyon insan için dua etmiş ve onların günahlarını affetmişti!!!.. Sonra da, "istavroz" çıkarıp, "takdis" etmişti hepsini!.. Artık onlar, "Cenneti garantilemiş(!) gerçek birer Hıristiyan" idi!..
Hani, diyorum ki; bu durumda, Papa'nın İstanbul'a gelmesine ve hele hele "dua" etmesine hiç gerek yok!..
Baksanıza manzaraya:
Manken Didem, daha şimdiden "Haç"ı taktı boynuna!.. "Başörtülü kadın" da ona "alkışlı destek" verdiğine göre, Papa'nın gelmesine hiç gerek yok!.. Gitsin, "Ateistleşen Avrupa"yı Hıristiyanlaştırsın!..
Bizde; "Müslüman mahallesinde salyangoz satanlar" da mevcut, "boynuna istavroz takanlar" da!..
Bir tek, "Haç'ı alkışlayan başörtülümüz" eksikti, işte o da tamamlandı!!!
Daha niye "Avrupa aleyhtarlığı" yapıyoruz ki!.. Biz Avrupa'ya giremedik ama, görünen o ki; Avrupa gelip, "bağrımıza çöreklenmiş" de haberimiz yok!..
Söyleyin Allah aşkına;
"Hac düşmanları" ile "Haç sempatizanları"nın böylesine yoğun olduğu bir ülkede, "misyonerler" cirit atmasın da, ne yapsın?!?
"Nüfus kâğıdı Müslümanlığı" ile, ancak bu kadar oluyor işte!..
"İnanç ve mücadele", dilde "söz" değil, yürekte "köz" olup yanma aşamasına gelmedikçe, orada "başarı" olmaz!..
Anlayana, sivrisinek saz!..
Hasan Karakaya vakit- 14.09.2005
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 14 Eylül 2005, 17:06:03
sizlerden de guzide yazarlarımıza ait guzel yazıları paylasmanızı bizlerin de okumalarına vesile olmanızı istiyoruz....
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: mars - 14 Eylül 2005, 20:31:53
Allah razı olsun aktardığınız için ama ne kadarda içler acısı vatanımda durum. İnsanın içi yanıyo.............
Başlık: edeb yâ Hû
Gönderen: muallim - 15 Eylül 2005, 12:12:50
Hayâsızlık en büyük "tehdit"!
...
iktidarı-muhalefeti, derin devleti-sığ devleti, sağcısı-solcusu ile bütün milletin geleceğini tehdit eden daha büyük, daha derin, daha kuşatıcı, daha bitirici bir tehdit ile karşı karşıyayız: Hayâsızlık! Siz buna arsızlık, edepsizlik, iffetsizlik ve genel anlamda ahlâksızlık da diyebilirsiniz.

Görsel medyadan yazılı medyaya, reklamdan iletişime, sokaktan kafe, bar, oyun-eğlence merkezlerine, tatil yerlerinden plajlara, festivallere, konserlere, hatta eğitim kurumlarından kültürel etkinliklere.. kadar aklınıza-hayâlinize gelmeyecek alanlarda müthiş bir hayâsızlık furyasıdır gidiyor.

Sadece hayâsızlık mı? Ahlâksızlık, utanmazlık, çıplaklık, teşhircilik, fuhuş, sapkınlık, günah, haram.. kol geziyor ve özellikle terviç ediliyor. Belli merkezler, şeytanla kol kola, sürekli ve ısrarlı biçimde ve giderek artan bir ivmeyle ar, nâmûs, iffet, edep, hayâ, saygı, sadakat, vefâ.. gibi kavramları, manevi değerleri, kutsalları ber-hava etmeye uğraşıyorlar. Dahası, doğruluğun, dürüstlüğün, adaletin, insafın, merhametin, fedakârlığın, diğergâmlığın 'para etmediği' bir hayat tarzına doğru hızla itiliyoruz.

İnsanoğlunun yeryüzü macerası başlayalı beri şeytan, insanlara "fahşâyı emretmek" (2/169,268), "günahları süslemek" (15/39), "vesvese vermek"(114/4).. sûretiyle onları "ayartmak" (17/64) ve doğru yoldan "saptırmak" (4/60, 25/29, 27/24, vd.)... görevini kesintisiz sürdürüyor. Ama bugün, Şeytan her zamankinden daha donanımlı, daha etkili.

Çağın tüm araç ve imkanlarını, psikolojik harp teknikleri eşliğinde ustaca kullanarak insanları "sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından"(7/17) çepeçevre kuşatıp "atlıları ve yayaları ile" denetim altına alan ve nihayet "onlara mallarında ve evlatlarında ortak olan" (17/64) korkunç bir Şeytani Güç Odağı ile karşı karşıyayız bugün...
Bu hayâsız topyekün saldırı karşısında, şu'cusu-bu'cusu, avamı-havası, yönecicisi-yönetileni ile "insan" olarak ve bizim açımızdan elbette "mümin" olarak ayakta kalabilmek, yeryüzü sınavını başarıyla geçebilmek için kesinlikle "Hüdâ"ya muhtacız:
"Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer Benden size bir hüdâ(hidayet) gelir de her kim o hüdâma tâbi olursa, onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülmezler. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar."(2/38-39)
İ
nsanlara düşen, işte bu Hüdâ'ya(Vahye; Kur'ân'a, Peygamber'e) tabi olmaktır. Ve Vahiy, şeytanın çok yönlü ayartma teknikleri karşısında insanlığa eşsiz bir imkân sunar: "Takvâ elbisesi"!(7/26) Takvânın ilk adımı ise hayâdır. Hayâyı kuşanmadan takvâ elbisesi giyilmez. Hayâsı olmayan Allah'tan ittikâ etmez, sakınmaz/korkmaz. Allah'tan hayâ etmeyen insanlardan, insanlardan hayâ etmeyen kendi nefsinden hayâ etmez...
Hz.Rasûl(s) buyuruyor: "Hayâ, îmanın nizâmıdır. Bir şeyin nizâmı bozulunca parçaları darma dağın olur. Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm'ın ahlâkı da hayâ'dır." (İbn Mâce, Zühd, 17).

Gelin, hayâsızlığın tüm dünyayı ve ülkemizi tehdit ettiği şu arsız çağda; millet olarak "Takvâ elbisesi"ni kuşanalım, Peygamber(s.) ahlâkı ile ahlaklanalım, "edeb yâ Hû" diyelim.

06/09/2005 Abdullah Yıldız
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 15 Eylül 2005, 12:21:41
Hayal kurma özgürlüğü


Yıl 1959. O zamanlar bile bir pop starı muamelesi görmekte olan ünlü ve renkli fizikçi Richard Feynmann, bir konuşma yapmak üzere davet alır ve konuşmasına hazırlanmak için asistanlarıyla, doktora öğrencileriyle vs. sohbetlere başlar.
Kısa süre içinde konuşma konusunu seçer Feynmann. Bir şeyleri küçültmekten, çok küçük makineler yapmaktan söz edecektir ünlü fizikçi ve çalışma grubuyla birlikte, çok küçük şeyler üretmek üzerine fikri uçuşlar yapmaya başlarlar.
* * *
Bugün Feynmann'ın 1959'da yaptığı o konuşma çok meşhur bir konuşma. Bugün ne zaman nano teknolojiden söz edilse, bu konuşmaya referans veriliyor, çünkü Feynmann'ın konuşması nano teknolojiyi müjdeleyen, kuran konuşma olarak anılıyor.
Feynmann, konuşmasının bir yerinde, bir meslektaşıyla birlikte düşündükleri bir fanteziyi anlatıyor: "Yapılacak makinelerden bazıları öyle küçük olmalı ki, mesela onları iğneyle insan damarına yollamalıyız ve onlar girip vücutta gereken yerdeki gerekli ameliyatı veya onarımı yapmalılar..."
Bu hayal, dile getirildikten birkaç yıl sonra Hollywood'da başrollerinde Raquel Welch'in de oynadığı bir film haline getirildi. Bir denizaltıya bindirilen yolcular, sonra acayip bir makine tarafından çok ama çok küçültülürler ve sonra da bir insanın vücuduna iğne yoluyla zerk edilirler.
Bugün Feynmann'ın hayali tam olarak gerçekleşmiş değil belki ama artık ameliyatlar için devasa vücut kesiklerine gerek olmuyor. Kalp damarlarına baypas ameliyatları bile 'laporoskopi' ile yapılabiliniyor.
* * *
Bu örnekte alınması gereken çok önemli bir ders var aslında... Bir toplum düşünün ki, saçma sapan konularda bile olsa, hayal kurulmasını teşvik ediyor, hayal kuranları en azından aşağılamıyor.
O hayaller ilk kuruldukları gün çok uçuk kaçık şeyler bile olsalar değerli kabul ediliyorlar. O toplumda, hayal kurmayı özenilecek bir şey kılan bir atmosfer var.
Bir de Türkiye'yi düşünün... Hayal kurmanıza kimse iyi gözle bakmaz burada. Abiler, büyükler her şeyi sizin için zaten düşünmüş ve kararlaştırmıştır, size ihtiyaç yoktur zaten. Siz hayal kurmaya kalkıştığınızda hemen birileri çıkar, 'İcat çıkarma' diyerek sizi susturur.
Oysa yapılabilecek en iyi şeydir 'icat çıkarmak.'
Hayal kurmayı yasaklayanların amacı aslında siyasi hayaller kurulmasına engel olmaktır ama daha iyi bir dünya hayal edilmesini engellediğinizde toplumun bütün yaratıcılığını da engellemiş olursunuz.
...
İsmet Berkan-Radikal
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: Biblioman - 24 Eylül 2005, 07:02:55
Geçici rahatsızlık


Bir ülkede egemen güç kolayca değişmez ve seçimler sonucu oluşan iktidarlar bu gücün hangi görünüm altında olacağını belirler. Gerçek gücün değişimi savaş,devrim gibi, büyük olaylar sonucu gerçekleşir. Egemenlik çok boyutludur ve bunun en önemli unsuru ülke ekonomisinin kontrolüdür. Türkiye’de, kuruluşundan beri, egemen güç değişmemiştir.

1980den beri ülkedeki egemen ekonomik gücün değişim sürecini yaşıyoruz ve bu süreç sonunda egemen güç yeniden şekillenecektir. Bugün özelleştirmeler, finans piyasalarının kontrolü aslında sadece ticari ve ekonomik bir olay değildir ve yapabildiğim kadar kimin bu yarışta öncü olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Bir işletmenin kaç para ettiği, ucuz mu yoksa pahalı mı satıldığı beni pek fazla ilgilendirmiyor. Olayın ekonomik yönünün önemsiz, siyasi yönünün belirleyici olduğunu düşünüyorum. Zaten ön safta görünenlerin birer figüran olduğunu ve asıl önemli olanın arka plandaki siyasi güç olduğuna inanıyorum.

Bu süreç sonunda, ekonominin köşe başlarını kontrol eden devlet ve onun arkasındaki bürokratik güç tüm araçlarını kaybedecek, bu medyanın, siyasi partilerin yeni bir gücün kontrolüne geçmesine neden olacaktır. Bunun iyiliği ya da kötülüğü farklı bir konudur, ben sadece olayın ne olduğunu kestirmeye çalışıyorum.

Bir siyasi hareketin sadece ideolojisiyle değerlendirilmesi yanlıştır. Asıl tespit edilmesi gereken bu hareketin dünyadaki güç odaklarıyla ilişkisidir. Geçmişte ülkedeki egemen güç Türkiye’nin yeriyle uyumluydu ve Batı bloğunun bir parçası olarak herhangi bir sorun yaşanmıyordu. Ancak bu dengenin bozulacağı anlaşılınca yeni bir arayış başladı ve Türkiye’nin, kapalı ekonomik yapısının yarattığı belirsizlik onu küresel sermayenin bir parçası haline getirerek aşılmaya çalışıldı. 2001 krizi bu konuda 1980 darbesiyle açılan yolda önemli bir aşamanın kaydedilmesi olarak gerçekleştirildi.

Şu anda bu sürecin son aşamasındayız ve bürokratik güç tüm ekonomik araçlarını kaybetmektedir. Onlar bu güç kaymasının farkında olmadılar ve meseleyi sadece ekonomik bir olay olarak değerlendirdiler. Hatta çoğunlukla ellerinden gücü alanlarla aynı çizgide buluştular. Ekonomik alanda kendilerine sunulan imkanları, değerlerinin takdir edilmesi olarak algıladılar ve süreç sonucunda yerlerinin eğreti olduğunu anlayacaklarını düşünmediler.

Şu anda bu süreç geri döndürülemez bir noktadadır ve güç kayması gerçekleşecektir. Yapılabilecek şey gücün, siyasi açıdan tercih edilecek grupların ele geçirmesine yardımcı olmaktan ibarettir. İslamcı ideolojinin sadece bir gericilik ilericilik meselesi olmadığını, bürokratik güçle ihtilaflı olan bu kanadın güç kaymasındaki beklentisinin rakibini etkisiz kılmak olduğu anlaşılamadı. İslamcılar da süreç sonunda gücün kendi ellerine geçmeyeceğini ama değişim gerçekleşinceye kadar kullanıldıktan sonra tasfiye edileceklerini fark etmediler.

Bölünme korkusunun temelsiz olduğunu, Kıbrıs meselesinin biz aşan boyutları nedeniyle zaten çözülmüş sayılması gerektiği düşünülmedi ve herkes bunlarla oyalandı. Biz cambazı seyrederken çok köklü değişiklerin gerçekleştiğini göremedik.

Şu anda Türkiye yeni bir siyasi gücün inşa edildiği şantiyeyi andırmaktadır. Bizim sorun saydığımız şeyler bu inşaatın molozlarıdır ve görüntüden duyduğumuz rahatsızlığı büyük problemler sayıyoruz. Aslında birileri etrafa şu yazıyı yazmalıydılar: ‘ Vermiş olduğumuz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Her şey daha iyi bir Türkiye içindir. Yakında inşaat bitecek ve siz magazin haberlerini, televizyon dizilerinizi seyredeceksiniz ve etrafta sizi rahatsız edecek bir şey kalmayacak’

Biraz daha sabredin, yakında ne terör kalacak ne de Kıbrıs adını duyacaksınız. Manken aşklarını seyrederken huzurunuz bozan bu haberler bitecek. Tıpkı 12 Eylül 1980 gününün 11 Eylülle hiçbir benzerliğinin olmaması gibi...

24.09.2005
Mahir Kaynak-Star
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 24 Eylül 2005, 17:53:17
Geçenlerde Amerikalı Osmanlı tarihçisi Heath Lowry ile birlikteydik. Kuzey Yunanistan’ı dağ taş demeden gezip araştırmalar yapıyormuş. “Hayırdır” dedim, “neyin peşindesiniz şimdi de?” Bana Gazi Evrenos Bey’in ayak izlerinin peşinde olduğunu söyledi.

Bu bir tek adamın sadece kılıçla değil, bilgiyle, ticaretle, dinle ilgili konularda Yunanistan topraklarına ektiği mimari tohumların bölgeyi nasıl asırlarca canlı tuttuğundan, dahası, eserlerinin son dönemde ortadan kaybolduğundan acı duyarak bahsetti. İçime eğilip baktım o sırada; onunki kadar acı telvesi görünmüyordu!

Osmanlı günümüzde enine, boyuna, derinliğine ve yer altı dünyasına kadar yoğun bir arama bölgesi haline gelmiş durumda. Bakıyorsunuz iki arkeolog çıkmış (Uzi Baram ve Lynda Carroll), “Osmanlı arkeolojisi”nin elzemliğinden dem vuruyor. Bir başkası (İsrailli Amy Singer), “Osmanlı filantropisi”ni, yani hayırseverliğini sosyal bilimlerin projektörü altına yatırıyor. Öte yanda Usame Makdisi diye biri “Osmanlı Oryantalizmi” kavramını postalıyor uzmanlarımızın rahat döşeklerine. Diyeceğim o ki, şu günlerde Osmanlı, yeni bir baharına eriyor. Bizi yeni yüzleriyle karşılıyor, buyur ediyor bakir kıtasına.

Makdisi’nin makalesi bana, özellikle II. Abdülhamid’in devrin sanayileşmiş ülkelerinin gövde gösterisine, hatta “sanayi âyini”ne dönüşen Dünya Fuarı’ndaki ilginç tutumunu hatırlattı. 1893 yılında Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 400. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde Şikago’da düzenlenen Dünya Fuarı’na İngiliz işgali altındaki Mısır da katılmış ve Mısırlılar tam bir Şarklı mahlukların “hayvanat bahçesi” gibi teşhir edilmişti. Özel olarak Mısır’dan getirilen eşeklerle ‘modern’ Avrupalı Doğu heveslilerine turlar attırılıyor, Şark’ın efsunkâr güzelliklerini en azından tatmaları sağlanıyordu. Sergi pavyonlarında ise hep geleneksel sanatlar veya kıyafetler, folklorik veya etnografik unsurlar Batılı göze hoş gelecek şekilde takdim olunuyordu.

Oysa sömürgeciliğe direnerek modernleşmek gibi zorlu ve soylu bir yol tutturmuş olan Osmanlı Devleti, müşterilerine tatsız bir sürpriz hazırlamıştı. Görmek istediği türden seyirlik ve mahmur bir Şark sergisi gezmek için koşup gelen Avrupalı ve Amerikalı bay ve bayanlar, Osmanlı standında tam bir hayal kırıklığı yaşadılar.

19 Şubat 1891’de Şikago’dan davet geldiğinde hesap kitap yapılmış, karşılarına bayağı yüksek bir meblağ çıkınca, sergiye devletin katılmasının pahalıya patlayacağı gerekçesiyle ihale özel bir şirkete, Suhami Sadullah ve Kumpanyası’na verildi. Şirket çeşitli projeler hazırlayıp sundu yöneticilere. Kurulacak “Türk köyü”ne Sultanahmet Çeşmesi şeklinde bir Osmanlı çarşısı yapılacak, Sultanahmet’teki dikilitaşın bir kopyası ve en önemlisi de Süleymaniye Camii’nin küçük ölçekli bir benzeri dikilecekti. Ancak şirket hemen uyarıldı. Devlet, kıyıda köşede bir sığıntı gibi yer almak istemiyor, onuruna gölge düşürmeyecek merkezî bir alan istiyordu. İstek karşılanmış olmalı ki, Türk köyünün Alman ve Hollanda köyleriyle aynı sokakta yer aldığını görüyoruz. Ayrıca Türkçe, Arapça ve İngilizce yayınlanacak bir gazete çıkartılıyor, bir tiyatro kuruluyor, Osmanlı memleketlerini tanıtan geniş bir fotoğraf sergisi açılıyor, soylu Arap atlarının sergileneceği Sultanahmet’teki gibi bir Atmeydanı tasarlanıyordu.

Gelgelelim, çift kubbeli ahşap bir binadan oluşan sergi mekânı iyi hoştu da, sergilenen eşya bir tuhaftı sanki. Feshane imalatı kırmızı bir kumaşın üzerine bayrağımızın ay ve yıldızı işlenmiş ve duvarların bir kısmı bunlarla kaplanmıştı. Vitrin camlarına bile ay yıldız işlenmişti. “Biz buradayız” mesajı verilmek için elden gelen yapılmıştı; biz buradayız ve dimdik ayaktayız!

Bir Batılının aklını karıştıracak her türlü karşı harekât gözleniyordu bu salonda. Mesela Yemen kahvesi ile tuz çuvalının yanında garip metal cisimler göze batıyordu. Bunlar Tersane-i Hümayun’da imal edilmiş torpidolardan başkası değildi! Yine mesela Girit sabunları ve çeşitli maden numunelerinin arasına bir yangın söndürme aracı yerleştirilmişti ustaca. Hereke’de, Şam’da, Kosova’da, Trabzon’da vs. imal edilen el yapımı tekstil, gümüş, altın işlemeler, Sultan’ın özel kuyumcusu Çubukçuyan’ın muhteşem takıları özellikle hanımları büyülüyordu. Bakıyordunuz ki, telgraf ve çeşitli elektrik makineleri yün, pamuk, ipek, pirinç ve haşhaş örneklerinin baş ucunda bir diken gibi parlatıyor dişlerini. Bir Osmanlı kruvazörünün maketi, Osmanlı modernliğinin sembolü olarak itinayla yerleştirilmişti. Böylece Şikago’da tam 3 bin farklı ürün sergilenmiş, belki bu tanıtıma oluk oluk para akıtan Amerika, İngiltere ve Fransa ile yarışılamamıştı ama, İspanya gibi birçok Avrupa ülkesine fark atılmıştı.

Sonuçta mesaj verilmişti: Biz “Hasta Adam” değiliz; modern dünyaya uyum sağlayan bir bünyeyiz. Ama kendi kimliğimiz ve farklılığımızla.

Tabii yumuşak bir Şark atmosferi bekleyenler için hayal kırıklığını beraberinde getiren bu sergi, Abdülhamid’in “kurtlarla ulumak” şeklinde özetlenebilecek olan ince stratejisinin görkemli bir şovuna dönüşmüştü. Bu sebepledir ki, Abdülhamid fuar için kendisine sunulan teklifler arasında sema eden dervişleri gördüğü zaman sinirinden köpürmüştü. Ona göre, kendimizi Batılının gözüne folklorik bir malzeme gibi sunma çabası yerine, diri, ilerleyen, kalkınan, bilim ve teknolojiye açık bir ülke imajına sarılmamız gerekiyordu. Tabii aynı padişah, fuar idaresine, yapacakları caminin civarında eğlence yerleri bulunmamasını tembihleyecek kadar da kimlik ve onuruna sahip çıkıyordu.

Yıl 1893. Çöktü çöküyor dediğimiz Osmanlı, Batılı gözün bizi görmek istediği kalıba böyle direniyordu. Ve yıl 2005. Neredeyse her 5 yıldızlı otelimizde bir semazen takımı var. Fark, intihar mı etti?

mustafa Armagan-Zaman Eylül 2005
Başlık: Hacı Bektaş-ı Veli'nin "Cemevi" mi vardı?
Gönderen: muallim - 26 Eylül 2005, 08:05:53
Hacı Bektaş-ı Veli'nin "Cemevi" mi vardı?

Hikâye bu ya, vakt-i zamanında, şehrin birinde, bir "ulu kişi" yaşarmış... "Sözü" dinlenen, "gittiği yol"dan gidilen, kısacası "sevilen, sayılan" muteber bir insanmış... Ne var ki, "devrin egemenleri" bu ulu zatın çevresinde toplanan "halka"nın genişlemesinden, ona duyulan "sevgi hâlesi"nin gittikçe büyümesinden nem kapıp, huylanırlarmış!.. Öyle ya; bir sözüyle "kitleleri ayağa kaldıracak" kadar seviliyormuş!..
Uzatmayalım, devrin "egemen"leri, bir "bahane" bulup, "zindan"a atmışlar bu ulu kişiyi...
"Tevekkül"le karşılamış... "Bu da bir imtihan olsa gerek" deyip, girmiş zindanın küf kokulu karanlık hücresine... Biraz sonra, bakmış, hücrede "birisi" daha var!..
"Demek ki" diye düşünmüş, "Cenab-ı Allah, bu zâtâ tebliğle görevlendirdi beni!"
Başlamışlar "sohbet"e... Ulu kişi, zindan arkadaşının "boş bir kişi" olduğunu farkedince, başlamış anlatmaya... "Farz"lar, "sünnet"ler, "helâl"ler, "haram"lar!..
Arada bir de, "katedilen mesafe"yi görebilmek için; ona hissettirmeden, "neler öğrendiğini" sorarmış!..
Bakarmış ki, hâlâ "tıntın" durumda, baştan başlar, yeniden anlatırmış!..
Ama, ne mümkün!..
"Boş teneke" ses veriyor, adamda "tık" yok!..
Böyle böyle; günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalamış!..
Ulu kişi, "ipekböceği sabrı" içinde, "koza"sını örmeye çalışıyormuş fakat sonuç yok!..
Kızmıyor... Yine ve yeniden anlatıyormuş...
Günlerden bir gün...
Adamın kendisi gelmiş, "diz çökmüş" ulu kişinin önünde... Ellerini tutmuş... Başını kaldırıp, ulu kişinin yüzüne bakmış... Hem de, "derinlere dalar" gibi...
Öyle bir "Hocam" demiş ki, ulu kişinin yüreği kıpır kıpır olmuş... "Tamam" demiş, "nihayet gelişme gösterdi!.."
Adam, hâlâ yüzüne bakıyor... Yine aynı "dalgınlık"ta... Tekrar "Hocam" demiş;
"Hocam, şu anlattıklarınız ve şu sakalınız var ya, bana neyi hatırlattı biliyor musunuz?"
Ulu kişi, sımsıcak bir ses tonuyla cevap vermiş:
"Nereden bilebilirim evlâdım... Hele söyle; anlattıklarım ve sakalım size neyi hatırlattı?"
Ne dese beğenirsiniz;
"Evimde bir keçim vardı... Onun da sakalı vardı!.. Yüzünüze baktıkça, hep keçimi hatırladım!!!"
ADI ÜSTÜNDE: HACI VE VELÎ
Hani, derler ya;
"Vermeyince mabud, neylesin Sultan Mahmud!"
Bu da, öyle bir şey işte... "Nasibi" var ise, gelir Hind'den Yemen'den, nasibi yoksa "ne gelir elden!?!"
Her şey, "nasip" meselesi!..
Adam var, "Hocanın sakalı"nı görünce "keçi"sini hatırlar; adam var "Hacı Bektaş-ı Velî" denildiğinde "Cemevi"ni hatırlar!..
Aralarındaki fark şu ki;
Birisi "ebleh" veya "dunkof"tur, öteki "profesör" etiketli bir zat!..
Ama, dedik ya;
"Nasip" ve "kapasite" meselesi!..
Birisi vardır, "leb" demeden "leblebi"yi anlar, birisi vardır, "davul-zurna az" gelir!..
Bu köşede, yıllardır "davul" çalıyor ve "tellâl"lar misali, gırtlağımız yırtılırcasına bağırıyor ve diyoruz ki;
Hacı Bektaş-ı Veli, iki sıfatından da gayet kolay anlaşılacağı gibi hem "Hacı"dır, hem de "Velî" bir zattır!..
Mekke'ye gidip "Beytullah"a yüz sürmüş, Medine'ye gidip "Hz. Muhammed (sav)'in kabri"ni ziyaret etmiştir...
HACI BEKTAŞ-I VELİ DİYOR Kİ
Hâl böyle iken;
Hacı Bektaş-ı Veli'nin adını kullanan "kişi, dernek ve vakıf"lara; "zindandaki ulu kişi"nin sabrı içinde yine ve yeniden sormak istiyorum;
"Hacı Bektaş-ı Veli nerede, siz neredesiniz?"
O Hacı Bektaş-ı Veli ki; "Makalât" eserinde şöyle diyor:
"Namaz kıl, oruç tut, zekât ver, gücün yetiyorsa Hacca git ve gâza et!..
Peki, Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri bunları diyorken, Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğa adlı "Dede" ne diyor?..
İşte dedikleri:
"Diyanet İşleri Başkanlığı, Aleviliği ayrı bir din gibi göstermeye çalışıyor... Oysa Alevilik; İslâm'ın doğru yorumunu yapan Hacı Bektaş-ı Veliler, Yunus Emreler, 12 İmamlar ve Mevlânalar'dır!!!"
Söyleyin Allah aşkına; her tarafı "yamuk" olan bu sözlerin neresini düzelteyim ben?..
"Alevilik" madem ki "İslâm'dan ayrı bir din değil"dir ve madem ki o da "İslâm'dan bir parça"dır, o halde "tartışılan" ne?..
"Alevî yurttaşlar" da "İslâm'a tâbi" olduğuna göre, demek ki, onlar da "Müslüman"dır... Bir "Müslüman"a düşen ise Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif'lerde bildirilenlere "uymak"tır!..
BAY DOĞAN, HANGİ "YOL"UN YOLCUSU?
Bunu böylece ifade ettikten sonra, gelelim, şu "İslâm'ın en doğru yorumu" meselesine...
"Prof." unvanlı "Dede İzzettin"e sormak istiyorum;
Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, 12 İmam veya Mevlânâ Hazretleri, "İslâm'ın doğru yorumu"nu yapmışlardır da, ne demişlerdir?!?..
Hâşâ; "Allah"ın adını anmayın, Hz. Muhammed (sav)'in "Allah'ın elçisi ve peygamberi" olduğunu kabullenmeyin, "cami"ye gitmeyin, "abdest" almayın, "namaz" kılmayın, "oruç" tutmayın, "hacc"a gitmeyin, "Kâbe"ye yüz sürmeyin!.. mi demişlerdir!?!..
"Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat'in On Makamı'ndan söz eden Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri değil midir?.. "Kur'an'a tutsak, Muhammed Mustafa'nın yolunda toprak" olduğunu söyleyen Mevlâna Hazretleri değil midir?..
Ve işte Yunus Emre'nin yakarışı:
"Araya araya bulsam izini,
İzinin tozuna sürsem yüzümü,
Hak nasip etse de görsem yüzünü,
Yâ Muhammed! Canım arzular seni"
Onların hepsi "Allah dostu" ve "Allah'ın velî kulları"ydı... Ömürleri de, "şeriat yolu"nda yürümekle geçti!..
Peki, ya siz İzzettin Doğan Dede;
"Sizin yolunuz kimin yoludur?.. Sizin İslâm anlayışınız nedir?.. Hac ve Velî kavramları size neyi hatırlatıyor ve siz bu kavramların neresindesiniz?!?"
CEMEVİNDE HANGİ İBADET?!?
Yapmayın Allah aşkına... Bu ülkenin bağrına "Türk-Kürt ayrımcılığı"nı sokmak isteyen "Marksist-Ateist güruh"tan sonra; hele de körüklemek istedikleri ateş sönmeye yüz tutmuşken, bir de siz körüklemeyin "fitne ateşi"ni?.. Kaşıyıp da, "cerahatli çıban"a çevirmeyin bu "yara"yı!..
Hem, "Alevilik, İslâm'dan ayrı bir inanç değil" deyip, hem de "cemevlerinde ibadet" talep etmek, "çelişki"nin de ötesinde, bir "art niyet" ifadesinden başka bir şey değildir!..
Söyleyin Allah aşkına;
Hacı Bektaş-ı Veli'ler veya Mevlânâ'lar; "cami"lerde veya "mescid"lerde mi kıldılar "namaz"larını, yoksa "cemevleri"nde mi?..
"Sizin iddianız"dan yola çıkarak, daha açık sorayım;
"Alevî yurttaş"larımız, cemevlerinde "hangi inançlarını" yerine getirecek?.. Yine sizin ifadenizle, "Alevî inanç dedeleri" yetiştiğinde, hangi "ibadet şekilleri"ni öğretecekler?!?..
Öyle ya, "Alevilik, İslâm'dan farklı bir din değil" diyen sizsiniz!.. İslâm'a inananların "ibadet" yerleri "camiler ve mescidler" olduğuna göre; söyleyin Allah aşkına, "neyin peşindesiniz" siz?..
PKK'NIN OYUNU TUTMAYINCA!
Dilim varmıyor ama, yine de size soracağım Bay İzzettin Doğan
"PKK oyuncağı"nın oyunu "deşifre" olup, "Türk-Kürt çatışması" çıkarılamayınca; birileri "Sünnî-Alevî kapışması" mı tezgâhlıyor acaba?..
Değilse; tam da bugünlerde bu "fitne"yi körükleme gayretinizin esbab-ı mucibesi ne?..
Ve son söz:
"İslâm'dan ayrı olmadığınızı" söylediğinize göre, hele cevap verin; "ibadet" için "cami"lere gittiniz de, içeri mi almadılar sizi?!?..
Lütfen, düşün "Alevilerin yakası"ndan!..
"Hacı" ne demek, "Veli" ne demek, önce bu "kavram"ları öğrenin ve "yaşayın!"
Tabiî, "nasibiniz" varsa!

Vakit'in "dönek"lerle işi yok!
Bazı yazarlar, birbirleriyle giriştiği "polemik yarışı"nda, zaman zaman "Vakit"in adını da ağızlarına alıyor...
Öncelikle söyleyelim ki; Vakit, "Besmeleliler"in gazetesidir, "beslemeler"in değil!..
İkinci olarak da, Vakit'te yazmak için "dik duruşlu" olmak gerekir... Vakit'in sayfalarında, "dönek"lere, "yalaka"lara ve "yardakçı"lara yer yok!..
Bunları söyleyelim ki; eğer polemik yapacaklarsa, Vakit'e bulaşmasınlar!.. Hele de, "kimlik bunalımı" yaşayanlar!
Hasan Karakaya
hkarakaya@vakit.com.tr
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 26 Eylül 2005, 08:07:29
üstteki yazıyı bastan sona okuyunca Hacı Bektası Veli hakkında bildiğimiz dogrular ve yanlıslar kafamıza dank edecek sanırım. Kimler kimleri amacları dogrultusunda kullnıyorlar.

Yorumlara acık olan yazının eksisi ve artısı ne olur merak ediyorum ama bu yazı bir nebze olsa bilinen dogruların yanlıs oldugunu gostermeye yetecektir sanırım...
Başlık: Hristiyan manken
Gönderen: abdülhamid - 26 Eylül 2005, 10:03:24
Hristiyanlik takintili mankenlerimizie dün itibari ile bir yenisi daha eklendi:Tugce Kazaz"mis ismi.Yunanistan"da hristiyan olarak yunanli bir gencle kilisede evlendi.GAzetecilerin israrli sorularina da cevap vermekten kacindi.Ne diyelim Cenab-i HAk, neslimiiz bu tür belalalrdan korusun (AMIN)
Başlık: Kendi Kitaplarına Uydurdukları Tarih(!) ..
Gönderen: duaekseni - 29 Eylül 2005, 00:10:30
Vah benim saf Müslüman'ım, vah!

Sahi, hiç düşündünüz mü: İslâm'ın adını "irtica" koyup ona savaş açan çevreler, bu topraklarda yüzyıllardır beraber yaşadığımız gayr-ı Müslimlerle aramıza kan davasını nasıl ve neden soktular? Osmanlı'nın "millet-i sadıka"sı, ne oldu da "millet-i haine" oldu? Onları tehcire tabi tutan İttihatçıların tek günahı bu muydu?
Batılılaşmak için milletin sırtında sopa kıranları, gayr-ı Müslim azınlık neden alkışlamadı? Savaşın ardından gerçekleşen "mübadele"ye neden ihtiyaç duydular? Neden muvazaalı muhalif Serbest Fırka'yı desteklediler? Menemen olayıyla hiç ilgisi olmadığı halde Hayim oğlu Josef gibi azınlık mensupları, neden darağacında sallandırıldılar? Serbest Fırka'ya oy verdi diye mi? Nasıl olsa Kemalistler Batıcıydı. Eşyanın tabiatına uygun olan azınlıkların Kemalistleri, Kemalistlerin de azınlıkları bağırlarına basmalarıydı. Neden hep tersi oldu?
Gayr-ı Müslim azınlıkların mallarının yağmalandığı 6-7 Eylül olaylarını Batıcılar mı planladı? Bir yanda camileri ahır yapan İnönü, öte yanda "varlık vergisi" adı altında neden onlara zulüm vergisi koydu? Ama, neden?
Mübadele sorusunun cevabı "Batı Trakya ve Balkan Müslümanlarına çok acıdığımız için" olamaz. Makedonya, Kosova, Bosna, Bulgaristan, Romanya ve Kıbrıs'taki Müslüman-Türk azınlığın suçu neydi o zaman? Dert oradaki Müslümanlar değil, buradaki gayr-ı Müslimlerdi besbelli. İyi de, neden?
Önce komplo teorisine ne dersiniz: Mesela, bu ülkeden malları müsadere edilen, vakıfları tasfiye edilen, apar-topar kovulan Hıristiyan azınlıkların hesabını onlarla aynı dini paylaşan egemen güçler nasıl olsa bir gün gelir sorar. Onlara yapılanları bahane edip bu topraklardan öç alır. Osmanlı'nın bu konuda bir günahı olmadığı halde, Osmanlı'yı bile yediler. Onun yerine elleriyle koyduklarını mı yiyemeyecekler? Bugün zulmettirerek, yarın da hesap sorarak bir taşla birkaç kuş vurmak istemiş olmazlar mı? Egemen güçlerin şeytani zekası bu kadarını düşünemez mi? Bunun örnekleri az mı görüldü?
Alın size bir komplo teorisi! Ama biz, yine de bu ihtimali hiç konuşmamış olalım. Dürüp büküp rafa kaldıralım. Ve gelin bu kez de komplosuz düşünelim.
Bizim Hıristiyan azınlıklara düşman olan Batıcı efendilerimizin, Hıristiyanlıkla bir sorunu olamaz. Eğer öyle olsa, bu memleketi zorla peşine taktıkları Batı da Hıristiyan. Onlara da düşman olmaları lazım. En azından, bu kadar hayran olmamaları, "İlle de onlar gibi giyecek, içecek ve yaşayacaksınız!" diye bu millete sopa çekmemeleri lazım. Sebep bu değil.
Peki, gayr-ı Müslim azınlıkların geriye bıraktığı servete konmak olabilir mi? Ne o, hemen aklınıza Talat Paşa'nın "kara kaplı defteri" mi geldi? İttihatçının hani şu gün görmemiş hatıraları. Popüler tarihçi Murat Bardakçı Hürriyet'te tefrika ediyordu bu "kara kaplı" defteri. İyi gidiyordu. Tefrika "Yarın: Ermeni binaları" anonsu yapınca konuya ilgi duyanlar heyecanla beklediler. Yarın gelecek, Ermenilerin arkada bıraktığı İstanbul'un en değerli binalarını öğrenecektik. Bina kimin umurunda. Milletin asıl merak ettiği, bu her biri dünya kadar para eden gayr-ı menkullere hangi uyanıklar konmuş? Hangi kahramanlarımızın payına ne düşmüş? Bugün irticaya karşı mücadeleyi finanse eden zengin aileler kimin malıyla zengin olmuşlar? Daha bir sürü şey.
Tabii ki merak edenler yine avuçlarını yaladılar. Birileri uyarmış olmalı ki, kalın yorgan pis kokuların üzerine yine örtüldü ve ertesi gün anons edilen konunun yerinde yeller esti.
Geriye tek ihtimal kaldı: Mutaassıp Müslüman oldukları için gayr-ı Müslim azınlığa bunları yaptılar. (Gülmeyin). Tabii ki, bu şaka gibi bir seçenek. Siz de kalkıp, "İyi de, bu ülkede İslâm'a top yekun savaş açanlar kimlerdi?" derseniz, cevabım sükut olur.
Peki, ne o zaman? Benim tahminim şu: Eğer bu ülkede güçlü bir Hıristiyan azınlık olsaydı, Müslümanların inancına bu kadar yüklenemezlerdi. İslâm'ı bu kadar horlayamazlardı. Bakın, şimdi bile dertleri Papa'nın Ayasofya'da ibadet etmesi değil, asıl dertleri, "Ya Müslümanlar da isterse?" Aynısı Heybeliada Papaz okulu için de geçerli. Ya Müslümanlar da, "Ellere var da, bize yok mu?" derse. Patrik'in Ekümenikliği (Ortodoks 'Halifeliği'!) de aynı. Ya Müslümanlar da "Hani bizim halifemiz?" derse.
Her şey ortada. Fakat, sen gel de bizim saflara anlat. Ne diyordu Kur'an: "Allah aklını kullanmayanları pisliğe mahkum eder." Köpürtülen hamaset, aklı söndürür; benden söylemesi.
Arif Çevikel
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 05 Ekim 2005, 17:29:54
En başarılı, en etkileyici, en sevilen eğitimci Hz. Muhammed (sav)

Amerikalı ilim adamı Michael Hart, 1979 yılında dünyanın gelmiş geçmiş en etkili 100 büyük insanını seçme çalışması yaptı. Büyük insanların kabiliyetlerini, mücadelelerini, icraat ve başarılarını bilgisayarına kaydetti. Aylar süren çalışmadan sonra bilgisayar, veriler ışığında dünyanın en büyük ismini seçti. Sonuç Hz. Muhammed (sav) idi.

Araştırmanın ardından Fransız dergisi Le Point, Hz. Muhammed (sav)'i 1979'da "yılın adamı" seçti. 29 Aralık 1979 tarihli gazeteler, habere yer verirken seçimin gerekçesi olarak şunları yazdılar:
"Hz. Muhammed (sav) (571-632) yılları arasında yaşamış olmasına rağmen dünyadaki etkisi çığ gibi büyüyor ve milyonlarca insan, onun gösterdiği yolda yürüyor."

Bir insan, vefatından yüz yıllar sonra, üstelik Batılı ve gayri Müslim bir araştırmacı tarafından "yılın adamı" seçiliyorsa onun davasının insanlar için ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
Hz. Muhammed (sav)'in getirdiği mesaj, eğitim anlayışı ve eğitim metotlarını yeni eğitim araştırmaları ile birlikte anlatan bir kitap hazırlığı içindeyim. Kitap üzerine sohbet ederken bir öğretmen arkadaşım, "Hz. Peygamber (sav)'in başarısını kısaca anlatmak istesek beş-on cümle ile neler söyleyebiliriz" dedi. Bu sütunun hacmi içinde konuyu ele almak ve tafsilatı kitaba havale etmek istiyorum.

1. Dünyanın en etkili, en başarılı ve en sevilen eğitimcisinin en önemli vasfı, muhakkak ki anlattığı davaya kendisinin zerrelerine kadar inanmış olması ve kendisini davasına adaması idi. Gecesini gündüzünü, malını mülkünü davası uğrunda harcadı.
2. Anlattığı İslâm davası, insanların problemlerini çözüyor. Merhametli, şefkatli, âdil ve bizi çok seven Rabbimizin bizi yarattığını, dünyaya imtihan için gönderdiğini, İslâm'ın emirlerine uyarsak dünya ve ahiretimizin cennete döneceğini müjdeliyor.
3. Şefkat Peygamberi (sav) insan fıtratına uygun bir eğitim metodu takip etti. İnsanlarla ilgilendi, onları sevdi, kendisini onlara sevdirdi.
4. Müjdeledi, korkutmadı, kolaylaştırdı, zorlaştırmadı. "Allah'ın varlığına ve birliğine inanan cennete gider" buyurdu. Beş vakit namazını kılanın günahlarının affolacağını müjdeledi. Rabbimizin affının çok geniş olduğunu, samimi tövbe edenin bütün günahlarını bağışlayacağını ifade etti.
5. İnsanlara tavsiye ettiklerini kendisi yaşadı. Mal, mülk, şan, şöhret için çalışmadı. İhlasla Allah rızasını aradı. Gecelerde seccadesini gözyaşları ile ıslattı.
6. Zorluklar, itirazlar, tehditler, saldırılar, suikastlar, savaşlar karşısında yılmadı. Kendisine vaat edilenlere dönüp bakmadı. Amcası Ebû Talib'in Kureyşliler adına söylediği; "Sana mal mülk verelim, Sen'i en güzel kızlarımızla evlendirelim, Sen'i başımıza reis yapalım" gibi sözlerine meyletmedi ve şöyle dedi:
"Amca, bir elime Ay'ı, bir elime Güneş'i koysanız bu davadan dönmem."
7. İslâmiyet için her çileyi sineye çekti. Kureyşliler, işi kendisine suikast düzenlemeye kadar vardırınca evini, yurdunu terk etti ve Medine'ye hicret etti.
8. Kur'an hakikatlerini yaşayarak anlattı. Ne söyledi ise kendi nefsinde yaşadı. İnsanlara göstererek örnek oldu. İnsanlardan şikâyet etmedi, problem çözdü, çözüm üretti.
9. İyi, güzel, faydalı ve huzur verici şeyleri tavsiye etti. Kötü, çirkin, zararlı ve huzursuzluk veren şeyleri yasakladı.
10. Rabbimizin razı olacağı ve seveceği bir hayat yaşadı. O'na dayandı, O'na güvendi, O'ndan yardım istedi. Kalplerin kilidi ve kilitlerin anahtarı elinde olan merhametli ve şefkatli Rabbimiz O'nu sevdi, korudu, O'na yardım etti. Binden fazla mucize ile O'nu destekledi ve sonunda O'nu muvaffak eyledi. Yaşadığı çağı, bütün dünyanın imrendiği "Asr-ı Saadet" (saadet çağı) haline getirdi.

Allah'ın izni ve yardımıyla vahşi, zalim, cani, katil, bedevi insanlardan oluşan bir toplumu; medeni, merhametli, adaletli, hak ve hukuku gözeten huzurlu bir topluma dönüştürdü.

Eğitimciler olarak, O'nu ve O'nun eğitim metotlarını örnek almalı ve onun prensipleri ile yola devam etmeliyiz. O'nun yolunu takip edebilirsek hiçbir şikâyet, olumsuzluk ve huzursuzluk kalmaz. Her problem çözülür.
Not: Abdulfettah Ebû Gudde'nin Bir Eğitimci Olarak Hz.Muhammed ve Öğretim Metotları isimli Yasin Yayınevi'nin neşrettiği kitabı okuyucularıma tavsiye ederim. Konuyla ilgili iyi bir el kitabı. İrtibat: 0212 635 30 55  

Ali Erkan Kavaklı
aekavakli@vakit.com.tr
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: duaekseni - 09 Ekim 2005, 02:06:23
Büyük Karanlıkların Tarihi

Atasoy Müftüoğlu

Modern Batı uygarlığının sınırsız bir biçimde bayağılaştığı, insanlık dışı her ne varsa, bunları uygar olduklarını iddia edenlerin uyguladığı, siyasal ilişkilerin anlamını bütünüyle kaybettiği; uluslararası hukukun çok sefil ve kirli bir konuma düştüğü; zulümlerin, adaletsizliklerin, tarihin en korkunç insanlık suçlarının yasa haline geldiği; akla hayale sığmayan işgallerin, istilaların, katliamların pervasızca yapılabildiği; güçsüz ve mazlum halkların keyfi bir şekilde aşağılanarak boyunduruğa ve köleliğe mahkum edilebildiği; vahşet ve barbarlıktan başka hiçbir şeyin belli olmadığı; küresel ölçekte iflah olmaz önyargıların, yalanların, insanlığa dayatıldığı; vahşet tutkularının, sınırsız paranoyanın, tarihsel saplantıların ve bağnazlıkların siyaseti belirlediği; bugünün tarihinin yalanlar ve ikiyüzlülükler tarafından yönlendirildiği; insanlık barışına yönelik en büyük tehdit ve tehlikenin kapitalist ihtiraslar ve egemenlik tutkularından kaynakladığı; evrensel adalet ve insanlık yasalarının, evrensel dengelerin ve ölçülerin çürümeye terk edildiği; tarihte eşi ve benzeri olmayan, nihai korkunçluklarla dolu bir dönemden geçiyoruz. Bugünün karanlıklar tarihi, akılla savaşıyor, mantıkla savaşıyor, vicdanla savaşıyor. Bugünün tarihi, militarizmle, faşizmle, emperyalizmle uzlaşıyor. Emperyalist içgüdülerin kuklası olan bugünün tarihinin bilinci yok, ruhu yok, ölçüsü yok. Günümüz dünyası teknik akıl tarafından teslim alınmış, ekonomi terimleriyle, makine terimleriyle düşünen, konuşan, algılayan bir dünya halini almıştır. Bir anlam için yaşamanın, bir erdem için yaşamanın yerini, kar etmek için kar etmek için yaşamak, kar etmek için savaşmak almıştır. Yalnızca kar etmek için, çok kirli, çok karanlık bir işgal ve istila savaşına katılmaktan daha iğrenç bir politika olamayacağını belirtmek gerekiyor. Afganistan, Çeçenistan, Filistin ve Irak halkına uygulanan alçakla kırım ve kıyımlar karşısında İslam dünyası ülkelerinin yaşadığı siyasal suskunluk, siyasal sorumsuzluk, siyasal kayıtsızlık sürüyor. Bu suskunluğun, bu sorumsuzluğun ve kayıtsızlığın ahlaki bir açıklaması yoktur. Afganistan, Çeçenistan, Filistin ve Irak halklarını köleleştirmeyi amaçlayan; bu halklar için her türlü işkencenin uygulandığı toplama kampları kuran; inanç bağlarını, kültür ve uygarlık bağlarını kopararak, bu bağlara veda ederek Türkiye’nin de bir şekilde içerisinde yer aldığı büyük Karanlıklar Koalisyonu karşısında, pasifizm ve romantizm içerisinde bulunan İslam dünyası ülkeleri, ABD’nin Avrupa’nın, İsrail’in tarihleri boyunca İslam dünyası toplumlarına hiçbir zaman ahlaki davranmadığı gerçeğini unutuyor. Batı dünyasının İslam dünyası ülkeleriyle ilişkilerinin utanç verici bir geçmişi var. Günümüzde ufuk düzeyleri yeterli olmayan Türkiye ve diğer İslam dünyası toplumları çelişkilerinin ve sınırlarının farkında değiller. Özellikle Ortadoğu’da sömürgeciliğin mirasını temsil eden yönetimlerle halklar arasında büyük uçurumlar var. Yönetimlerle halklar ayrı ayrı dünyalarda yaşıyor. Geleceklerini ABD ve Avrupa’yla bütünleşmekte arayan Türkiye ve diğer İslam dünyası ülkeleri, Yirminci Yüzyıl boyunca bu yönelişleri nedeniyle siyasal yanılsamalar yaşadılar, kurumsal açmazlara düştüler, temelsiz genellemelerle Yirminci Yüzyıl’ı kaybettiler. Emperyalizm, özellikle Ortadoğu’da bütün dönemler boyunca kaos, kargaşa, gerilim ve acı üretti, karşıtlıkları, bölünmeleri, düşmanlıkları kışkırtarak çoğalttı. İnsanlık tarihi bir dönüm noktasında bulunuyor. Tarih bize ait olmayan bir ufuk içerisinde ilerliyor. Teknik aklın egemen olduğu günümüz dünyasında, bütün ahlaki, hikemi, vicdani, ruhi hassasiyetler tükenme noktasına geldi. Bu noktadan hareketle, bugünün dünyasında ahlaki, hikemi, ruhi, vicdani hassasiyetlerin ufkunu insanlık çapında açmak gerekiyor. Günümüzde insanlığa karşı sorumluluk duyguları iflas etmiştir. Direniş dışında yolunda olan bir şey yok. Her istila ve işgal, direnişi ve başkaldırıyı da birlikte getiriyor. Özgürlüğe ve adalete açlık duyanlar, köleliğe direniyor. Her şeyin değiştiği bir dünyada geçmişte nasılsak öylece kalamayız. Kendimiz için şimdide yaşayacağımız bir dünya hazırlamalıyız. Sahip olduğumuz bilgiler ve içsel birikimimiz, hayat tarzımızı kökten değiştirmek için yeterli olmadı. Umut kırıcı gelişmelerden umut çıkarmak için tüm yapay karşıtlıkları ve sahte çekişmeleri aşmalıyız. Ortak temel değerlere ulaşmak için, insanlık ölçeğinde yoğun çabalar üretmeliyiz. Karşı karşıya bulunduğumuz kötülükler karşısında, sorumsuz ve kayıtsız kalan herkes insanlıktan çıkmış demektir. İmanımızı yeniden oluşturmalıyız. Her tür barbarlığın ve vahşetin önüne ancak evrensel bir kamuoyu bilinci ve sorumluluğu ile geçilebilir. Kendisini dünyadan, sorumluluk alanlarından yalıtlayan oluşumlarla toplumlarımızın sağlıklı bir değişime uğraması mümkün değildir. Toplumlarımızın içerisinde bulundukları dogmatik tekdüzelikleri sorgulamaları gerekiyor. Toplumlarımız, halen içerisinde yaşadıkları şiddetli gerilimler, eşi benzeri görülmemiş acılar ve hüzünler nedeniyle bir çaresizlik duygusu içerisine girdikleri için mucizevi çözüm beklentisi içerisine girmişlerdir. Bu beklentiler insanımızı yanlış ve boş umutlara sevkediyor. Beklemek yerine, çok şiddetli, çok yoğun bir bilme, anlama ve üretme arzusu ve çabası içerisinde olmak gerekiyor. Varoluşumuza anlamlı pratiklerle vücut vermemiz gerekiyor.
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: Mstfx67 - 14 Ekim 2005, 02:33:00
Allah razi olsun :x  :x  :x
Başlık: Helal Gıda Meselesi
Gönderen: duaekseni - 17 Kasım 2005, 01:31:39
Helal gıda meselesi

Sokaktaki insan önemini yeterince kavramasa da, "helal gıda" meselesi, Müslümanların en önemli sorunlarından biriydi. Çünkü, inançlarının kendileri için çizdiği "helal-haram" çizgilerini korumak, Müslüman olmalarının boyunlarına yüklediği bir vecibeydi.

Fakat bunu nasıl yapacaklardı? Çünkü Müslüman bireyler teker teker gıdayı denetleyemezlerdi. Bu iş kurumların işiydi. Müslümanlar da hassasiyet derecelerine göre, şüpheli gıdalardan uzak durma yolunu tercih ettiler. İslami hassasiyeti olmayan firmaların gıda ürünlerini almadılar. Müslümanların bu hassasiyetini istismar edenler de çıktı. Onların sırtından haksız rekabete girişen de. Hatta, İslam'a hasım olan sermaye sahiplerinin, iş para kazanmaya gelince, nasıl haram karışığı mallarını helal diye pazarladıklarına şahit oldular. Müslümanların helal gıda ile beslenme hassasiyeti yeni sektörler doğurdu. Açgözlüler, bu sektörlerde suyun başını tutmak için, "Kalitesini arama, helal ya, ona bak" mantığıyla iş kotardılar.

Yani, Anayasa'sında "sosyal" olduğu yazılan bir devlet, en temel görevlerinden birini, (gıdayı halkının inançları açısından da denetleme işini) sırf İslam'a olan tanıdık tavrından dolayı yerine getirmiyordu. Yahudi azınlığa tanınan helal gıda (koşer) yeme hakkı, Müslüman çoğunluktan esirgeniyordu.

Resmi ideolojinin dine karşı aldığı hasmane tutumdan dolayı, devlet, gıda konusundaki İslami hassasiyetleri bunca yıldır görmezden geldi. "Müslüman mahallesinde salyangoz satmak" deyimini bilmeyeniniz var mı? Bu deyimi üreten bu toprakların insanı, Müslüman mahallesinde değil haram gıda, şüpheli gıda satmakta bile bir gavurluk bulurdu. İslami hassasiyetlerin göz ardı edildiği dönemlerde, Müslüman mahallesinde salyangoz satanlara gün doğdu. Onlara kimse, kaşının altında gözün var diyemedi. Hatta teşvik gördüler, taltif gördüler.

Müslümanlar aleyhine işleyen bu süreç, sonunda Müslüman mahallesinde domuz satma noktasına gelip dayandı. Gıda konusunda hassasiyet sahibi bir derneğin de başkanı olan, işin uzmanı bir okurumun haftalar önce bana yolladığı bir mesaj, bu ülkede "gıda terörünün" sadece "hijyenle" sınırlı olmadığını, bu terörün bir de "dînî" boyutu olduğunu, bakın nasıl ortaya koyuyor:

"Gaziosmanpaşa Hacımaşlı köyü domuz çiftliğinin suları ve katı atıkları 300 metre mesafedeki Sazlıdere Barajı'na akıyor. Baraj 10 milyon kişinin su ihtiyacını karşılıyor. Çiftlikte 5 bin domuz var. Türkiye'deki domuz çiftliklerinde yıllık 3 milyon kg. civarında et üretiliyor. Bu rakam neredeyse kırmızı et üretiminin yarısı. Üretilen domuzlar otellere, yemek fabrikalarına ve marketlere "kıyma" şeklinde satılıyor. Salam, sosis de piyasaya sürme yöntemlerinin en sık kullanılanı. Neden domuz? Peki ama dinen yasak olmasına, Türk yemek kültürüne aykırı bulunmasına rağmen neden domuz cazip bir konu? Çünkü domuz yetiştiriciliği kârlı bir iş. Domuz üretken bir hayvan. Cinslerine ve yaşına göre yılda bir, iki, bazen de üç kez ve her batında 15-20'ye kadar varan yavru dünyaya getirebiliyor. Bir domuz yılda iki kez doğum yapsa, her batından 10 yavru yaşasa, 20 sene yaşayan bir domuzun 400 yavrusu oluyor. Ve dahası yeni doğmuş bir domuz 4-5 ayda 100 kiloya kadar çıkabiliyor. Normal şartlarda evcil bir domuzun yüzde 30'u yağ olarak ayrılabilmekte iken bu rakam bazen yüzde 50'yi bulabiliyor. Yani 150 kg'lık bir domuzdan 75 kiloluk yağ elde edilebiliyor. Bu da dana ya da koyuna göre tercih edilmesinde önemli bir etken. Beslenmesi kolay, cam dışında her şeyi -leş dahil- yiyebiliyor. Her domuz da ortalama 80-100 kiloya ulaştığı zaman kesiliyor. Kaba bir hesapla sadece bu çiftlikten yılda yaklaşık 1 milyon kg. et çıkıyor. Bu etlerin hangi kanalla, nerelere satıldığı meçhul. Diğer çiftlikler de göz önüne alındığında Türkiye'de yaklaşık 3 milyon kg. domuz etinin piyasaya değişik yollarla sürüldüğü ortaya çıkıyor. Türkiye'deki toplam kırmızı et tüketiminin de 6 milyon kg. olduğu göz önüne alınırsa tablonun vahameti daha da netleşiyor. Kilosu 1 ile 3.5 milyon lira arasında satılan bu domuz etlerinin ağırlıklı olarak kıyma, sucuk, salam ve sosis olarak satıldığı dile getiriliyor. Çiftlik çalışanlarından Ismail Türk'ün verdiği bilgiye göre kesilen etler toplu olarak büyük otellere, yemek fabrikalarına kıyma ve sosis gibi ürünler olarak satılıyor. Bu ve benzeri çiftliklerden resmi olarak beş firma domuz satın alıyor.."

Bu firmaların ismini vermeme mevzuat müsait değil. Şu kadarını bilin ki, bu firmaların en büyük müşterileri arasında, ilk sıralarda, Türkiye'nin anlı-şanlı market zincirleri de var. Bu zincirler bu ülkenin en büyük guruplarına ait. Şimdi gel de domuza iki çift laf et. Bu gurupları karşında bulursun. Onlara reklamlarla göbeğinden bağlı olan medya bu işe nasıl el atsın? Gördüğünüz gibi "gıda terörü"nün bu yanı, zülfü yare dokunduğu için hassasiyet sahibi olsun olmasın, tüm medya tarafından sükutla geçiştiriliyor. Maalesef yasalar da buna çanak tutuyor. Sizin anlayacağınız, tam da Nasreddin Hoca'nın "Bu nasıl memleket böyle, taşları bağlayıp köpekleri salmışlar" dediği türden bir durum yani.

Ey millet! Bu ülkede, kırmızı et tüketiminin yarısı kadar domuz eti üretiliyor. Soru şu: Bunları kim pazarlıyor, kimlere pazarlıyor?

"Helal gıda" standardının gündeme gelmesiyle "Gıdaya da Din Karıştı" (sanki gıdaya karışmayan din varmış gibi) manşeti atan basının, bu geç kalmış teşebbüsü, "Şeriat düzeni için atılmış bir adım" olarak nitelendiren sol siyasinin, kimin değirmenine su taşıdığı, şimdi daha iyi anlaşılmıyor mu?

Soru şu: Bu ülkede, haramilerin ve haramzadelerin haramı savunma hakları kadar, Müslümanların helal yeme hakları yok mu?
Sami Hocaoğlu
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 09 Aralık 2005, 13:11:00
09.12.2005
ERGUN GÖZE



--------------------------------------------------------------------------------

   SAYIN Başbakan, Avusturalya’da buyurdu ki demokrasi bir araçtır, din de bir araçtır. Sayın Başbakan, daha önce de demokrasi bir araçtır, istediğim noktaya kadar gider, istemediğim noktada inerim demiş ve birçok tenkit almıştı... Yine aynı Sayın Başbakan'ın, gerek imam hatip, gerek türban ve gerekse benzer konularda dini bir araç gibi kullandığı ifade edilmiş ve bu kanaat Türkiye'de büyük bir kamuoyu bulmuştu. Hâl böyleyken taa Avusturalya'dan yine ayni Sayın Başbakan tarafından gönderilen bu cümleler konuya tüy dikmiş bulunmaktadır.
Elbette demokrasi bir araçtır. Ama Din? Bir defa bu ikisini kıyas ederek aynı kefeye koymak akl-ı selim sahibi bir insan için nasıl mümkün olabilir? Birisi kul yapısı, diğeri Allah. Birisi fani, diğeri ebedi. Birisi sadece, dünyada iktidarın seçim yoluyla intikalinden ibaret bir metod, diğeri hem dünya hem ahireti içine alan metafizik bir sistem. Bu kadar ayrı iki şeyi aynı noktada sınırlamak ne büyük bir ölçüsüzlük. Hele Bu işte ulema karar verir, Eh biz de biraz mürekkep yaladık deyişini hatrlayınca şaşmamak mümkün mü? Bu nasıl mürekkep? Bu nasıl yalamak? Maksat acaba demokrasiyi mi din mertebesine yükseltmek, yoksa dini mi dünyevi bir sistem derekesine düşürmek? Anlamak müşkil. İnsan, imam hatip menşeli bir zattan sâdır olan bu inciyi hangi rafa koyacağını şaşırıyor.
Gerçi Sayın Başbakan insanların mutluluğu için bir araç diyorsa da bu parantezin içi çok kalabalık. Çünkü birçok insan var ki mutluluğu iki kadeh yuvarlamak, düzeyli birliktelik, beş yıldızlı otelde kaçamak yapmak, voli vurup cüzdanı doldurmak vs şeklinde anlamaktadır. Halbuki bunların çoğu din anlayışına aykırıdır ama demokrasiye değil.
Hak farkı var
BUNUN ben en canlı ve ibretli misâlini türban konusunda yaşamışımdır. Onbeş yirmi sene önce, türban konusunu siyasileştirmek isteyen bir genç kız grubu ziyaretime gelmişti. Biri beni ille de fikrine çekmek istiyordu ama niyeti asla dini değil siyasi idi. Nihayet son koz olarak dedi ki:
- Efendim türban takmak bizim demokratik hakkımızdır, bu hakkımız için bize yardım edin.
Şu cevabı verdiğimi hatırlıyorum:
- Bu benim dini hakkımdır yardım edin deseydiniz, benim için borç olurdu, ederdim. Ama demokratik hak derseniz edemem.. Çünkü bir kadının türban takması kadar, genelevde çalışması da bir demokratik haktır ve dine zıttır. Siz türban takmakla genelevde çalışmayı aynı kefeye koymuş oluyorsunuz.
Şimdi Sayın Başbakan da, Avusturalya'da aynı hataya düşmüş görünmektedir.
Türban dinin hicap emrinin bir uzuvdaki tatbik şeklidir. Dinin emri, iffettir, hicaptır, Allah'tan korkmaktır. Bunlarla demokrasinin ne alâkası var? Dinin anladığı mânâda kul hakkıyla dahi demokrasinin ne alâkası var?
Bu sözler Tayyip Bey mozaiğinin klasikleridir. Nitekim Tayyip Bey’in şimdiye kadar söylediklerini bir araya getirirseniz karşınıza tam bir Bizans Mozaiği çıkmaktadır. Önce demokrasi benim için araçtır, işime gelmediği anda inerim derken şimdi de din de araçtır diyerek ondan da işine gelmediği anda inebileceğini göstermektedir. Minareler süngümüz, camiler kışlamız tafrafuruşluğunu ve diğerlerini de ilave ederseniz tam bir Bizans Mozaiği.
Devlet çatısı sarsılırken Türkiyenin, deprem ve politika sefaleti içinde iken ve petrolleri yağma edilirken İslâm Âlemi'nin gündemi bu mu?
Bu cuma duamız Lâyık olduğumuzdan daha iyi bir idare ver Allah'ım olmalı değil mi? Cumanız mübarek olsun.
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 12 Aralık 2005, 18:02:25
yazıyı okuyun buna paralel olarak su anki durumu düşünün.Din ile ilgili olarak ortaya cıkan tartısmalara bakın. üst kimlik alt kimlik meselesine..

kendi agzıyla tuzaga mı dusuyor acaba?
Başlık: yorumsuz....
Gönderen: muallim - 09 Şubat 2006, 15:41:59
"Türkçe Fatiha ile" (Güneri civaoğlu) 9 subat 2006


En "bilge Atatürkçü" üstat Cemal Kutay'ı yitirdik. Onu, bence en güzel yapıtı "Türkçe İbadet"teki İHLAS suresi ile analım...
"Söyle ki gündüze gece
Tanrı tek, Tanrı yüce
O doğmaz ve doğurmaz
Kimse O'na denk olamaz."
........................
Türkçe kutsal kitap dizelerini, Cemal Kutay'ın yapıtları içinde en sevdiğim "Atatürk ve Türkçe İbadet"ten sürdürelim...
ALAK suresi:
"Candan seslen, Rabbin yanında hazır
Temiz tut gönlünü, koy secdeye baş." En zor anlarımızda "Allahım sen yardım et" çağrımıza inanç kapıları ancak bu kadar güzel açılabilir.
.........................
FATİHA suresi:
"Hamd, evrenler sahibi yüce Allah içindir.
Allah ki acıyandır, koruyandır, sevendir;
Günü gelince ancak O'dur hesap soracak.
Tek sana tapar, senden medet umarız biz."
..........................
Kutay, kitabında Atatürk'ün yaptırttığı -ne yazık ki- tamamlanamamış Türkçe ibadet çalışmalarını anlatır. Bugünlere kadar uzanan yanlışı Atatürk daha o zamanlar hissetmiş.
Atatürk'ün dinde aydınlanma düşüncesinin ilk aşaması "Kuran'ın Türkçe tefsiri" olmuş. Çünkü inananların anlamını bilerek dua etmeleri ve İslamı yaşamaları gereğini görmüş. Ancak Kuran'ın tefsiri beyni aydınlatmış ama yürekleri ısıtamamış.
Arapça duadaki ilahi musiki lezzeti yok.
Bunun üzerine Londra'ya edebiyat eğitimi alması için gönderdiği şair Behçet Kemal Çağlar'dan bu tefsirleri ruha bal damlaları gibi akacak "nazım" diliyle yazmasını istemiş.
Yukarıda yansıttığım sureler işte Behçet Kemal'in bu çalışmaları... Cemal Kutay'ın kitabında o proje, onun harikulade ve ağızda akide şekeri gibi eriyen üslubuyla çok güzel anlatılır.
...........................
Cemal Kutay'ın kitabından birkaç Behçet Kemal Çağlar çalışması daha...
MAUN suresi:
"Yazık gösteriş için namaz kılana
Yoksula yardımdan uzak kalana
Öksüzü hor görüp azarlayana
Ödünç vermeyi de ayıp sayana
Onun nasibi yok imandan yana"
...........................
Ve LEYL suresi:
"Bir kul ki yardım sever,
Bir kul ki Hakk'ı tanır,
Yüreği bu sayede arınır, aydınlanır Karşılık beklemeden
İyilik yapar her sabah
İşte böyle kulundan razıdır elbet Allah."
...........................
Yüce Atatürk bu çalışmaları ilerletmekle kalmamış, döneminin önemli seslerinden Refik-Fahire Ferzan'a okutturarak taş plaklar bastırtmıştır. Çoğalttırarak topluma mal etme projesini hayata geçirmek üzere çalışmaların tamamlanmasını bekliyormuş. Ancak 10 Kasım 1938'de hepsi durdu. Bu arada bir yakın dostunun mezarı başında bu Türkçe duaları okutmuş. Balıkesir Camii'nde hutbe verdiği de biliniyor... Ama böyle bir "aydın" yaklaşımıyla.
...........................
Bu çalışmalar tamamlansaydı karanlıklarda, loş köşelerde körpecik beyinlere yanlış bilgiler doldurulmazdı.
Elbette isteyen Arapça ibadetini yapar ama böylesine güzel sözcüklerle, yüreklere bal damlaları gibi akan duaları kim istemez...
Zaten Arapça ibadetin amacı Mekke ve Medine yöresi halkının anlaması içindi.
Ama İslamı yaşayan her toplumun kendi dilinde ibadet edebilmesi de mümkündür.
Acaba... Türkiye'yi yönetenlerden hangisi Atatürk gibi İslamın doğru anlaşılması için beyinleri aydınlatan ve olanca dil zenginliğiyle kalplerimizi ısıtan bir projenin sahibi olabildi?
...........................
Üstat Kutay, gerçek bir bilgeydi.
Onun katıldığı açık oturumlarda, tartışmalarda birkaç Arapça sure söyleyerek "nasıl olsa anlamazlar" zihniyetiyle polemik yapılamazdı. Kutay'dan cevabı anında gelirdi.
Kutay'ın kaybı ile Atatürk ve laisizmin bir yıldızı kaydı. Geride bıraktığı kitaplarla aydınlık sürecek. Onu Türkçe Fatiha ile de uğurluyoruz. Kutay'a Allah'tan rahmet, yakınlarına, ulusumuza ve insanlığa başsağlığı diliyorum.

g.civaoglu@milliyet.com.tr
Başlık: Biz Hepimiz Filistin'liyiz
Gönderen: duaekseni - 19 Şubat 2006, 01:23:58
BİZ HEPİMİZ FİLİSTİN'LİYİZ


Türkiye ne kadar bağımsız bir ülke? Bizim dışişlerini İsrail mi yönetiyor!.. “Demokratik” seçimlerle işbaşına gelen bir partinin lideri ile görüşmek, ABD ya da İsrail'i neden, nasıl, niçin bu kadar ilgilendiriyor ya da Ankara bu yöndeki uyarıları neden bu kadar ciddiye almak zorunda hissediyor kendini?!?
“Biz davet ettik” demeye bile korktular. “Kendi gelmiş, geçiyormuş uğramış” demeye getirdiler.. Erdoğan, Meş’al’i kabul etmemek için programını, güzergâhını değiştirdi. Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı olarak değil, kişisel olarak görüştüğünü açıklama gereği duydu. TBMM Filistin Dostluk Grubu Başkanı ise, bunlar olurken Ankara'da değil, seçim bölgesindeydi..
“Hürriyet” meydan okuyor ve tehdit ediyor. İsrail, Meş’al ile Apo’yu aynı kefeye koyarak aba altından sopa gösteriyor..
AKP'nin bu yumuşak tavrı, birilerinin cür’et ve cesaretini artırıyor.. Hayır, böyle davranamazsınız!. Biz daha bir asır önce aynı ülkenin insanlarıydık. Filistin halkı ile bizim aramızda, dinî, tarihî, kültürel bağlar var.. AKP’nin ne yaptığı umurumda değil, biz hepimiz Filistinliyiz! Eğer böyle davranmaya devam ederlerse, bunun hesabı kendilerinden sorulur..
Birilerinin ABD ve İsrail'den korktuğundan daha fazla Hak’tan ve kendi halkından korkması gerekir.. ABD ve İsrail'e hesap vermeden önce, vekâletini aldığınız halka hesap vermek zorundasınız..
Siz onlardan olmadıkça, onlar sizden razı olmayacaklar.. Gömleklerinizi değiştirmeniz yetmez; derinizi, beyninizi ve yüreğinizde olanı da değiştirmeniz gerek.. Ve işte siz bunu yapamazsınız.. Ama, peki, öyleyse neden bu teslimiyet?!.
“Ahval ve şeraitin çok namüsaid” olduğunu biliyorum.. Ama yine de bu kadarı fazla..
Hani zalimler karşısında celadetli, mazlumlar karşısında mütevazi olacaktık!..
AK Partili kardeşlerim, şimdi “Abese ve tevella..” diye başlayan sûreyi okuyun.. “Kâfirûn” Sûresi'ni okuyun ilk namazınızda ve “Tebbet yeda” diye başlayın bir bakalım.. Hemen şimdi bir Kur’an-ı Kerim bulup, “Bakara” Sûresi'ne bir göz atın..
Zalimlere yardım etmeyin, sonra ateş size de dokunur.. “Dünya iktidarı” için ebedi olan ahiret hayatınızı satmayın. Allah yoluna engel koyanların, nefesleri ile Allah'ın nurunu söndürmeye çalışanların sadece kendilerine azap vesilesi olmaktan başka bir işe yaramayan işlerini kolaylaştırmayın, “Haksızlıklar karşısında susanlar”dan olmayın.. Unutmayın, “Hüküm Allah'ındır.” O, olanlardan haberdardır. Yaptıklarınızı da, gizlediklerinizi de, aklınızdan geçenleri de bilir..
Halid Meş’al'i biz bağrımıza basmak isterdik.. Onu selâmlamak, alkışlamak. Filistin halkı bu ümmetin yetimi..
Hani bizimkiler, hiçbir resmi değeri olmayan, protokol dışı buluşmada da İslâm birliği, kardeşliği, işbirliği, dayanışma mesajı verip, Filistin halkına karşı katliam uygulayan faşist İsrail yönetimine karşı bir tavır ve tepki koymuyorlar. Söyledikleri, “Aman sakın ABD, İsrail, AB ve BM kararları dışına çıkmayın, inatlaşmayın, İsrail'e karşı şiddet yoluna başvurmayın. Yoksa size 'terörist' derler. Uslu çocuk olun, geleneksel FKÖ politikasını sürdürmeye devam edin..”
Ha, öte yandan YÖK başkan yardımcısı çıkmış, AKP'ye akıl veriyor: “Seçmen size ekonomiyi düzeltin diye oy verdi, rejimi değiştirin diye değil” diyor.. Oysa seçmenin AK Parti'ye niye oy verdiği belli. Sadece ekonomiyi düzeltmesi değil, canından daha değerli olan dinine karşı uygulanan baskı ve tecavüzlerin önlenmesi için oy verdi bu millet! Rejim değişikliği dediği, İmam Hatip, başörtüsü meselesi.. Onlar yağmalayacak, hazinenin içini boşaltacak, siz gelecek dolduracaksınız ki, “beyaz”lar geri gelsin bir daha yesinler.. Bu düzen böyle devam edip gitsin.. Erdoğan’dan istedikleri “Tom Amca” olması!
Başörtüsü kamusal alandan dışlansın ama, zina eden öğretmen görevine devam etsin.. Bunun adı da adalet olsun.. Darbeciler değil, darbeciler hakkında fezleke düzenleyen savcı, darbecileri eleştiren yazar sanık sandalyesine oturtulsun!
Meş’al'in Türkiye ziyaretinin faturası, Erdoğan'ın birkaç aklı başında danışmanından biri olan Ahmet Davudoğlu'na çıkartılmaya çalışılıyor.. Davudoğlu ve bir iki kişiyi daha devre dışı bırakırlarsa, kılavuzluk kargalara kalacak! Kılavuzu karga olanın ise akıbeti hayrolmaz..
Zulm ile âbâd olunmaz.. Zalimlere zulm için mühlet verilse de, inanmış insanların zulme alet olmaları halinde akıbetleri onları tez bulur.. O zaman dost bildikleri onlara yardım edemez.. İkbal sevdaları zillete dönüşür.. Kazandıkları kendilerine ve çocuklarına hayır sağlamaz..
Biz hepimiz Filistinliyiz.. Hoş geldin, şeref verdin ey mazlumların önderi.. Ey yetimler babası.. Ey seçilmiş kişi.. Bizim halimize bak ve sen yüzünü Hakk'a dön, Allah'a vereceğin hesaba göre davran.. 7-8 Hasan Paşa'yı yetiştiren bu topraklarda, onun manevi mirasına sahip çık. 7-8 Hasan Paşa'nın çözdüğü şifrenin kodları yolunu aydınlatsın. Hoş geldin, güle gül git. Allah (cc) senin ellerinle zalimleri cezalandırsın ve mazlumlara yardım etsin.. Bir kavme olan düşmanlığın, seni onlar hakkında adaletsizliğe sevketmesin. Seni öldürmeye gelenler sende dirilsin. Ey Kudüs’ün hadimi, ey Mescid-i Aksa'nın bekçisi, gözlerinde İsra’nın aydınlığı ışıldayan adam!. Hz. Mesih’in doğduğu ve yükseldiği topraklara, Hz. Süleyman’ın ve Hz. Musa’nın, bağrında “sekine/emanet/vahiy sandığı”nı gizleyen, “Dabbe”yi misafir edecek yurduna, Selahaddin'e selam götür bizden.
Allah'ım! Aciz düştük. Harim-i ismetimiz işgal altında. Kutsalımıza ve malım, canım, sevdiklerim yoluna feda olası Resûlü Zişan Efendimize, Fahr-i Kainat'a dil uzatılıyor. Bizi rızana memur kıl. Bize kuvvet ver. Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların değil. Bizi affet!
Selâm ve dua ile...

Abdurrahman Dilipak
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 17 Mart 2006, 13:33:01
Yarın çok palavra olacak emre akoz

Yarın 18 Mart . 1915'teki Çanakkale Savaşı'nı anacağız. TV'de bir sürü program yayınlanacak... Köşe yazarları konuya değinecek. Bu programları izlerken ya da yazıları okurken aşağıdaki noktaları akılda tutun:
* Sık sık " 250 bin şehit verdik " denecek. Doğru değildir. Genelkurmay'ın verilerine göre Türk tarafının toplam zayiatı şu şekildedir: 66.262 şehit, 97.916 yaralı, 2000 esir.
Şehit sayısının 'az' olması bu savaşın önemini asla azaltmaz.
* Emperyalist ülkelerin ' biz mazlumlara' saldırdığı söylenecek. İnanmayın. Mazlum filan değildik. Osmanlı İmparatorluğu'nu yönetenler I. Dünya Savaşı'na ( 1914-1918 ) ayıla bayıla girdi. Savaş kazanıldığı takdirde yıkılmakta olan imparatorluğu toparlayacaklarını umuyorlardı. Yani İngiltere ve Fransa emperyalist ise Osmanlı da (bu 'biz' oluyoruz) emperyalistti ya da olmanın hayallerini kuruyordu.
* Mustafa Kemal'in bu savaştaki rolü öyle bir anlatılacak ki... Sanki ' o olmasaydı savaş kaybedilecekti' gibi bir anlam çıkacak. İnanmayın. Elbette Mustafa Kemal'in yıldızı Çanakkale'de parlamıştır ama o sadece bir albaydı. Oradaki Osmanlı ordusunun komutanı, bir Türk değil, Alman general, Liman von Sanders Paşa idi. Mustafa Kemal'i ' Anafartalar Grubu Komutanlığı'na atayan da odur.
Size ' hamaset edebiyatı' yapmayan, güvenilir bir kitap tavsiye edeyim: Uzun yıllardır Çanakkale Savaşı'nı inceleyen gazeteci Gürsel Göncü ile eski subay Şahin Aldoğan'ın yazdığı 'Siperin Ardı Vatan' (MB Yayınevi).
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 17 Mart 2006, 13:33:58
tam canakkale haftasından ilginc bir yazı....okuyun bakalım...kim nelerle ugrasıyor...
Başlık: Danimarka’yı bırak Vatikan’a bak!
Gönderen: muallim - 28 Nisan 2006, 12:48:36
Danimarka’yı bırak Vatikan’a bak!
Tarih : 27.04.2006  ali eren


Alçaklığın sınırının olmadığını isbata çalışan bazı aşağılık mahluklar, Danimarka karikatür rezaletine kızgınlığımız henüz geçmeden bir yenisini servise koydular. “Akrebin sokması kininden değil cibilliyetindendir” Bunların, İslâmın aziz Peygamberine düşmanlıkları ise hem kinlerinden hem de cibilliyetlerinden ileri geliyor. Bazıları, hıristiyanların hepsinin aynı olmadığını, yani karikatür meselesinde hıristiyanları toptan suçlamanın doğru olmayacağını söylüyorlardı. Bu bazılarının, aşağıdaki yazıyı okuduktan sonra da yine aynı şeyi söyleyip söylemeyeceklerini cidden merak ediyorum. Şundan dolayı:
Hıristiyanlığın merkezi Vatikan’dır “Ben hıristiyanım” diyen herkes de Vatikan’a bağlıdır. Yani, Vatikan’ın söyledikleri bütün hıristiyanları bağlar.
Aşağıdaki yazıyı, bu gerçeği düşünerek okumanızı rica ediyorum.
Aziz Karaca’nın 20/4/2006 tarihli yazısını kısaltarak veriyorum. Görelim bakalım Vatikan dostumuz(!) neler söylemiş... Yazı şöyle:
“Haberi mutlaka duymuşsunuzdur; Vatikan’a bağlı “Katolik Araştırmaları” adlı aylık dergi, Peygamber Efendimizi cehennemde yanarken gösteren bir karikatür yayınlamış.
17 Nisan 06 tarihli gazetelerin konuya ilgi duyanları, haberi manşetlerinden verdiler.
Derginin genel yayın yönetmeni olan bir gâvur oğlu gâvur; bu karikatürün, İslâm dünyasında tepki görmesinden çekinip çekinmediği sorulunca da; “Bu tasviri yayınlamanın, suikastlere sebebiyet vermemesini umuyorum. Eğer böyle bir şey olursa, bu, aptalca tavırların perçinlenmesi olur” diye de aptalca ve küstahça ve bir haçlı ağzı ile cevap vermiş.
Bu tescilli gâvur, hem İslâm Peygamberine hakaret içeren karikatürü yayınlıyor, hem de bu edepsizliğe tepki göstermesi muhtemel olan ümmet–i Muhammed’e peşinen APTAL diyor. Yani katmerli gâvurluğunu hayâsızca sergiliyor.
Vaziyet, durum böyleyken böyle…
Vatikan’ın yayın organlarından, “Katolik Araştırmaları” adlı dergi böyle bir edepsizliği, terbiyesizliği ve küstahlığı yaptı, bunun hesabı elbette sorulmalı.
Evet, ey Türk milleti!
…Hızlanan diyalog faaliyetleri, bunca diyalog iftarları, bunca harcamalar, onların hezeyanlarla dolu muharref kitaplarının Kur’an’la karıştırılmasını sağlamışken, bizzat Vatikan’ı Peygamberimize hakaret etmekten vazgeçirememiştir.
Demek ki, diyalog misyonu tek taraflı çalışan, batılı Hak seviyesine çıkarmaya çalışan bir misyondur.
Demek ki, eğer İslâm yanlış anlaşılmışsa kesinlikle suç Müslümanların değildir.
Gerçeği anlatmak istemeyen, bağlılarının hakikatle tanışmasından korkan kilisenindir suç.
Böylesine bağnaz bir kilisenin, bir papalığın ne diyalogundan ne de hiçbir şeyinden elbette hiçbir şey hâsıl olmaz, olamaz.
Vatikan, kendi yayın organlarında Hz. Muhammed (S.A.V)’i cehennemde yanarken gösteren karikatürleri yayınlayabiliyor ve doğacak tepkileri de peşinen aptallık olarak ifade edebiliyorsa; Diyalog masalı ile geçen yıllara yazık olmuştur.
Bir hayal uğruna harcanan milyon dolarlara yazık olmuştur.
Bir ütopya uğruna iğfal edilen zihinlere yazık olmuştur.
Kiliseye papaya, papaza, haça, çana meylettirilen gençliğimize yazık olmuştur.
Hocaefendi, Vatikan’a ikinci defa gidip bu edepsizliğin hesabını sorar mı, sorabilir mi bilemem ama, Müslüman Türk Milleti ve yerin altındaki şehitlerimiz bu yapılanların hesabını bir gün mutlaka soracaktır.”
Aziz Karaca’nın, kısaltarak verdiğim yazısı burada bitti.
Değerli okuyucular! Hıristiyanlar, sevgili Peygamberimiz’e bir de Vatikan’dan yaptıkları bu hakaretle, “Ey Müslümanlar! Bizi anlamanız için size daha nasıl hakaret etmemizi bekliyorsunuz?”demiş olmuyorlar mı! Efendim!..
Başlık: Yazarlardan Seçmeler
Gönderen: muallim - 29 Mayıs 2006, 15:07:45
hayat bir hikâyedir (Türkiye)
fishmanca@hotmail.com  


SON SÖZ

İletişim Fakültesi’nden staja gelmiş dört ayrı gazeteci adayını denemek için onlara, “Son sözleri” diye bir konuyu ödev olarak verdim. “Bu iki kelimeden kim ne anlıyorsa onu yazsın.”
***

Ertesi hafta getirdiler.
Doğal olarak dört arkadaş da farklı kompozisyonlar hazırlamıştı.
***


“Son sözleri...
Bu satırları üniversite öğrencisi (O...../Ç.....)’ın haberlere konu olan bitirme tezinden aktarıyorum. Ünlülerin son sözlerinden örnekler. MHP’nin merhum lideri Alpaslan Türkeş, ‘Oğlum, sıcak oldu. Şu kaloriferleri kapatın. Camları açın. Daralıyorum’, karikatürist Cemal Nadir, ‘Ah iyi olsam, terliklerimi giysem, şu odada dolaşsam, resimlerimi yapsam’, İngiliz Kralı 2. Charles, ‘Ölümüm çok uzun sürdü, umarım beni affedersiniz’, Fransız ressam Eugene Delacroix, ‘Mezarıma ne resim, ne heykel, ne de fotoğraf, hiçbir şey koymayınız’, idam edilen Fatin Rüştü Zorlu, ‘Allah memleketi korusun, millete zeval vermesin, haydi Allahaısmarladık’, ünlü edebiyatçı Gogol, ‘Bir merdiven, çabuk bir merdiven getirin’, Goethe, ‘Biraz daha ışık’, Filozof Kant, ‘İşte bu iyi’, Avusturyalı bestekâr Joseph Heidin, ‘Bu müthiş harp beni bitirdi’, İngiliz şair Lord Byron, ‘Her şey bitti, artık çok geç’, Namık Kemal, ‘Biraz dinleneyim’, Oscar Wilde, ‘Ya duvar kâğıdı gidiyor, ya da ben’, Peyami Safa, ‘İşte bu fena’, Victor Hugo, ‘Siyah bir ışık görüyorum’ demişti.”
***


“Son sözleri...
Valla hocam nasılsa bu resmi bir ödev değil. İtiraf ediyorum, bugüne kadar beş kız arkadaşım oldu. Her birinden ayrılırken son sözleri beynime kazınmıştı:
Z: Nefesim oldukça seni seveceğim.
S: Sevgim nefretimden büyük; sana kırgınım ama bu hareketin bile sevgimi söküp alamayacak.
B: Aşkı seninle tattım. Sen yoksan, aşk da olmayacak, bundan eminim.
D: Nereye gidersen git, dönmeye karar verdiğinde seninle olduğumu bil.
H: Her insanın dünyada bir tane “ruh eşi” olduğuna inanıyorum. Benim “ruh eşim” sensin. Bunu unutma, öyle git.
...
İşin ilginç yanı, bir gün baştan başlayarak yeniden arkadaşlık teklif ettim, hiçbiri kabul etmedi!”
***


“Son sözleri...
Maden kazasında göçük altında kalan on iki madenci ölmüştü. Talihsiz madencilerden birinin ağabeyi, morgda kardeşinin cesedini teşhis ederken ceketinin cebinde bir not buldu. Ödenmiş bir faturanın arkasına yazılan titrek notta ‘Şimdilik elveda’ kelimeleri vardı. Diğer cenaze yakınları bize de not var mı ümidiyle ölenlerin üstünü başını, hatta sefertasını bile aradı. Dört not daha çıktı. Biri, ‘Diğer tarafta görüşeceğiz’, bir başkası, ‘Acı çekmiyorum’, bir diğeri, ‘Yalnızca uykuya dalıyorum’ ve sonuncusu, ‘Sizi seviyorum’ yazmıştı. Bu son sözleri okuduğumda madencilerin ölümü bekleyen saatlerini düşündüm.”
***


“Son sözleri...
Amerikalı idam mahkûmu kadın Karla Tucker’in cezası, 1997’nin aralık ayında infaz edilecekti. Ancak yeni yılı görsün diye idamı ertelendi. Teksas’ta 4 Şubat 1998’de zehirli iğne ile öldürüldü. ABD tarihinde idam edilen ikinci kadın oldu. Ölümüne iki gün kala yiyecekleri reddetti. ‘Gittiğim yerde hepinizi bekleyeceğim’ dedi. Beni en çok etkileyen son söz budur.”
Başlık: Helal gıda meselesi
Gönderen: mazhar - 08 Şubat 2014, 10:13:50
Alıntı YapSoru şu: Bu ülkede, haramilerin ve haramzadelerin haramı savunma hakları kadar, Müslümanların helal yeme hakları yok mu?

Teşekkürler.