Müslümanların kutsal mekanı Mekke'de geçtiğimiz yıllarda başlatılan yenileme çalışmaları kapsamında, Osmanlı'nın Kâbe'deki tavaf alanının etrafında yaptırdığı revakların yıkılacağı öğrenildi. 10 yıl içerisinde tamamlanması öngörülen proje kapsamında planlarını Mimar Sinan'ın yaptığı revak adı verilen 500 küçük kubbe yıkılarak tavaf alanının genişletilmesi hedefleniyor. Bölgedeki 7 bin binanın yıkılmasını ve 12 şeritli yol yapımını da kapsayan 14 milyar dolarlık projeyi Bin Ladin Şirketler Grubu yürütüyor.
HACILAR DÖNER DÖNMEZ
Edinilen bilgiye göre, tavaf alanında son bir aydır ölçüm işlemleri yapılıyor. Revakların yıkımına ise Kurban Bayramı'nın ve hac döneminin bitmesinin hemen ardından başlanacak. 2010 yılının Ocak ayına kalmayacağı belirtilen yıkım ile bölgedeki son Osmanlı eserleri de böylece tarihe karışacak. Yıkım bölgesinin daha da genişletilebileceği iddia edilirken, Peygamber Efendimiz'in doğduğu evin de projeye dahil edilebileceği belirtiliyor. Daha önce yapılan yıkım çalışmaları kapsamında Osmanlı Kalesi olarak bilinen Ejyad Kalesi ve Osmanlı kışlası olarak bilinen kışla yıkılarak yerlerine gökdelen yapılmıştı.
GÖKDELENLER YAPILIYOR
Bu arada, üç yıldır devam eden Ömer Tepesi projesi çerçevesinde tepe iş makineleriyle düzleştiriliyor. Bu alana 30'ar katlı 60 gökdelen inşa edilmesi planlanıyor. 230 bin metrekarelik alanda oteller, yerleşim birimleri, alışveriş merkezleri ve sosyal tesisler yer alacak. Burada en az 100 bin kişinin ikamet etmesi bekleniyor.
TREN HATTI SÜRÜYOR
Proje tamamlandığında 100 bin kişi aynı anda havalandırmalı özel alanlarda namaz kılabilecek. Öte yandan halen çalışmaları süren bir proje kapsamında da Cidde Havaalanı ile Mekke arasında ulaşımı sağlayacak hızlı tren hattı kurulacak.
Kanuni istedi Sinan planladı
Mescid-i Haram'ın tam ortasındaki Kabe'nin yüksekliğini aşmayan revakların Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmış planlarını Mimar Sinan'ın hazırladığı biliniyor. Hicretin on yedinci ve yirmi altıncı yıllarında etraftaki evler yıktırılarak Kâbe'nin avlusu genişletildi. Avlunun etrafı da duvarla çevrilip, duvarın iç kısmına da ağaç direklerin üstüne damlı revaklar yapıldı. Kanuni'nin emriyle Sinan'ın hazırladığı planlar 1590 yılında Mimar Mehmed Ağa tarafından uygulanabildi. Avlusu genişletilmiş revaklardaki sütunlar yenilendi, yenileri eklendi. Tahta kemerler taş ve tuğlaya çevrilerek üzerlerine Türk üslubunda beş yüz küçük kubbe yapıldı.
Çevre dostu MEDİNE
Daily Telegraph gazetesine göre, Medine çevre dostu bir şehir haline gelecek. İngiltere'de düzenlenen "Dinlerin Birliği ve Çevre'yi Koruma" konferansına katılan Mısır Müftüsü Şeyh Ali Gomaa'ya göre, Medine'de hac sezonunda pet şişelerde su satılması yasaklanacak, Kur'an-ı Kerim geri kazanılmış kağıtlara basılacak. İslam dininin çevreye saygıyı emrettiğini belirten Müftü, Medine'de toplu taşımacılığın geliştirileceğini ve hacıların pet sişelerde su taşımalarına gerek kalmaması için çeşmelerden akan suyun içilebilir hale getirileceğini söylüyor.
Yeni Şafak
ah petrodolarlar!
Bizimkilerde Kur-an Kursu yıkıyor, elin vahhabisi osmanlı izini topraklarından silmek istemiş çokmu.Şakşakçısıda bu haberi yapan gazete al birini vur ötekine.
Alıntı YapBizimkilerde Kur-an Kursu yıkıyor,
İşte bu.. s4)) Ne kadar üzücü olsada malesef elden birşey gelmiyor, Kuran kursu yıkan zihniyet nasılsa bu saygısızlığa hiç sesini çıkartmaz
Hac döneminde tavafta çok büyük izdihamlar yaşanıyor. Hatta tavaf esnasında oluşan izdihamlarda vefat eden hacılar oldu. Ancak tavaf alanını genişleteyim diye o güzelim revakları yıkmak doğru değil. Eminim tavaf alanının genişletilmesi için ( ki bu cidden zaruri ) revakları yıkmadan projeler geliştirilebilir.
Yazık...
(http://image.haber7.com/haber/haber7/photos/767020091125082451527.jpg)
Kâbe çevresinde başlatılacak projeyle, Mimar Sinan'ın tasarladığı, Osmanlı'nın Kâbe'ye saygı için kısa tuttuğu kubbelerin (revakların) yerini, bazıları 55 kat yüksekliğe çıkan onlarca bina alacak. Yıkım Ocak ayında.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde tavaf alanına yaptırılan ve Kâbe'ye saygıdan alçak tutulan revakların, Kurban Bayramı sonrası başlayacak proje kapsamında yıkılacağı ortaya çıktı. Revakların yıkılması, Kâbe çevresindeki son Osmanlı eserinin tarihe karışacak olması anlamına da geliyor. Binlerce insanın giriş çıkış yaptığı ve namaz saatlerinde ziyaretçi sayısı milyonları bulan Kâbe çevresinde bugünlerde bir de inşaat yoğunluğu yaşanıyor. İnşaatı süren proje, Mekke'nin yüzünü tamamen değiştirecek.
YIKIM OCAK AYINDA
Proje tamamlandığında Kâbe'nin dört bir yanı, yükseklikleri 55 katı bulan onlarca binayla çevrelenmiş olacak. Vaktiyle Osmanlı İmparatorluğu, tavaf alanında yaptırdığı revak adı verilen 500 küçük kubbeyi Kabe'den alçakta tutarak tarihe geçen bir nezakete imza atmıştı. Revakların yıkımına Kurban Bayramı'nın ve hac döneminin bitmesinin ardından başlanacak. 2010'un Ocak ayında bitirilecek olan yıkımla bölgedeki son Osmanlı eserleri de böylece tarihe karışacak. Yıkım bölgesinin daha da genişletilebileceği belirtiliyor. Daha önce de Osmanlı Kalesi olarak bilinen Ecyad Kalesi ve Osmanlı kışlası olarak bilinen kışla yıkılarak yerlerine gökdelenler dikilmişti. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Münir Atalar'a göre, revakların yıkımı Kurban Bayramı'ndan sonra gündeme gelecekse, hükümetin acilen konuya el atması gerekiyor. Atalar, şunları anlatıyor: "Ecyad Kalesi gibi tarihi bir eseri koruyamadık. Yerinde oteller yükseldi. Şimdi revaklar elden gidecek. Osmanlı, Kâbe'ye Mizab- ur Rahmet (Rahmet Oluğu) dediğimiz yağmur oluklarını altından yapacak kadar önem vermiştir. Sürre alaylarıyla her yıl Kâbe'ye değerli hediyeler ve nakit para gönderiliyordu. Şimdi bunların yaşanıyor olması ise çok üzücü."
DERTLERİ OSMANLIYLA
Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmed Akgündüz de projeyi değerlendirirken, "İslam aleminde Türkiye'ye karşı halkının değil, ancak idari kesimlerin problemi olan iki ülke var. Biri Suudi Arabistan diğeri Mısır" diyerek şunları söylüyor: "Kâbe gibi tarihi ve otantik olması gereken bir tarihi mabette, Osmanlı revakları hem tarihi andırıyor hem de mimari süs teşkil ediyor. Bu revaklar aynı zamanda tarihi sanat eseri... Bunun Kâbe'nin genişlemesinde bir engel olduğunu aklı başında hiç kimse söyleyemez. Üzülerek, bu ülkenin idarecilerinin Osmanlı'yla problemi olduğu ve 'Mekke'deki her şeyde Suud damgası olsun' anlayışı taşıdıklarını düşünüyorum. Türk Dışişleri'nin engellemek için girişimde bulunacağına eminim ancak ne kadar etkili olur bilemiyorum."
PLANLARI MİMAR SİNAN'DAN
Mescid-i Haram'ın ortasındaki Kâbe'nin yüksekliğini aşmayan revakların planlarını Mimar Sinan hazırlamıştı. Hicretin on yedinci ve yirmi altıncı yıllarında etraftaki evler yıktırılarak Kâbe'nin avlusu genişletildi. Avlunun etrafı da duvarla çevrilip, duvarın iç kısmına da ağaç direklerin üstüne damlı revaklar yapıldı. Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle Sinan'ın hazırladığı planlar, 1590'da Mimar Mehmed Ağa tarafından uygulanabildi. Avlusu genişletilmiş revaklardaki sütunlar yenilendi, yenileri eklendi. Tahta kemerler taş ve tuğlaya çevrilerek üzerlerine Türk üslubunda beş yüz küçük kubbe yapıldı.
65 BİN KİŞİLİK NAMAZ YERİ VAR
Proje; 4, 5 ve 7 yıldızlı olmak üzere 35 otel, alışveriş merkezleri, restoranlar ve bir de 65 bin kişinin aynı anda namaz kılacağı mescidi kapsıyor. Mescitte VIP namaz yeri dahi olacak. Projenin maliyeti ise 16 milyar riyal yani 6 milyar TL
(Sabah)
g2)) yazacak baska bir sey bulamiyorum Vahhabilik bu neticede h33))
büyük saygisizlik
Kâbe'nin son çekilen resimleri, iki ayrı düşünce yapısını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bakalım Ankara, Kâbe’deki son Osmanlı eserinin yıkılmasını mı onaylayacak, yoksa özenle sökülerek bir şekilde korunmasını mı?
Son yazımızın altına, “bir müddet elektronik ekranlardan uzak durarak radyoaktif diyet uygulamayı düşünüyorum. Ne telefon açacağım, ne de bilgisayar. Şu keşmekeşte sükûnetin tadını çıkaracağım. Biraz da kendimi dinleyeceğim, bakalım ne diyor?” şeklinde bir not düşmüştük. Allah’a şükür, gerçekleştirmeye muvaffak olduk.
‘Sayılı günler çabuk geçer’ der atalarımız. Nitekim öyle oldu. Bayramı da vesile ederek, tespit edilebilmiş aile soyağacağımızda önemli yeri olan büyük dedemiz ve ninemizin ilk aile birlikteliğini gerçekleştirdiği yeri bu vesile ile görme imkanı bulduk. Saygın insanlarla birbirinden güzel mekanlarda vakit geçirdik. Bayram vesilesi ile eş dost ziyareti de bir araya gelince, hoş vakitlerimiz geçti.
Radyoaktif diyetin ardından adı gündem olan ve fikrî obeziteye neden olan keşmekeşle yine hemhal olmak zorunda kalınca, internete girdiğimde dikkatimi çeken ilk haber, Kâbe’nin etrafındaki Osmanlı revaklarının tavaf alanını genişletme amacıyla önümüzdeki günlerde yıkılacağını öğrenmek oldu. Üzülmemek elde değil. Mimar Sinan’ın tasarımıydı o güzelim revaklar. Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle Sinan'ın hazırladığı planlar, 1590'da Mimar Mehmed Ağa tarafından uygulanabildi.
Hac farizasını eda ederek dönen eş dostu bu vesile ile ziyaret etme fırsatı buldum. Herkes Kâbe’nin etrafını mütevazı bir edeple sarmalayan ve kucaklayan Osmanlı revaklarını son kez görmenin üzüntüsü içinde.
Bu arada konuyu araştırdım. Duyumlarıma göre, Suudi yönetimi Ankara’yı konu hakkında bilgilendirmiş. Gerekçe makul görününce yıkımın önündeki olası Ankara tepkisinin de önüne daha baştan geçilmiş durumda. Bu konuyu aşağıda açacağım.
(http://fotogaleri.haber7.com/inner//822720091204081829652.jpg)
İlk fotoğrafta da görüldüğü gibi, Kâbe’nin etrafındaki üzerinde 500 küçük kubbe bulunan Osmanlı revaklarının boyu Kâbe’den yüksek değildi.
Osmanlı Devleti değil sadece Kâbe’nin çevresinde, tüm Mekke şehrinde de Kâbe’den daha yüksek hiçbir binanın yapımına müsade etmedi. Dünyanın en yüksek minarelerini yapan Osmanlı, Peygamber Efendimizin kabrinin bulunduğu Medine-i Münevvere’deki Ravza’ya inşa ettiği minareyi de oldukça kısa ve o kadar da zarif tutmuştu. Mescidin genişletilmesi işleminden sonra imamın namaz kıldırdığı bölümün üstüne inşa edilen kubbeyi de, Peygamber Efendimizin kabrinin üstündeki yeşil kubbeden daha küçük inşa etmeye özen gösterdi.
(http://fotogaleri.haber7.com/inner//593120091204081926781.jpg)
İkinci resimde, Kâbe’nin etrafına inşa edilen Osmanlı yapımı olan Ecyad Kalesi’nin yıkılması suretiyle dikilen zemzem kulelerini görüyorsunuz. Kapitalizmin mabedi sayılan ve parasal bir güç gösterisi tapınağı gibi inşa edilen Manhattan’da olduğu gibi, bu yapılar Kâbe’yi adeta boğuyor, gölgeliyor. Pek yakın zamanda Kâbe’nin dört tarafı bu tür binalarla çevrili olacak. Kâbe’den yansıttığımız iki fotoğraf, iki ayrı düşünce yapısını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu arada şu noktanın da altını çizelim.
Kıyamete kadar Kâbe ile bağlantılı olarak Mekke’de inşa çalışmaları asla bitmeyecektir. Şu an dünya nüfusunun yaklaşık beşte biri Müslüman. İslam alemi yoksul. Nitekim dünyadaki Müslüman nüfusun 5’te biri üzerine Hac farz olacak bir ekonomik varlığa sahip. Yani dünya nüfusunun beşte birinin en fazla beşte biri şu an için Hac farizasını yerine getirebilecek durumda. Dünyadaki İslamlaşma oranı arttıkça ve şu an yoksul olan İslam aleminin ekonomik durumunda iyileşme oldukça, Hacca olan rağbet de artacaktır. Artan bu talebe bağlı olarak Mekke’de sürekli bir inşa çalışması olacaktır. Ve dahi olmalıdır da...
Asıl sorun şu: Artan talebe bağlı olarak isterse 200, 300 katlı binalar yapılsın. Yapılsın ama, bu yapılar tavaf esnasında görünmeyecek şekilde biraz geride inşa edilmelidirler. Kâbe’de namaz kılarken veya tavaf ederken başlar yukarıya kaldırıldığında minarelerin ardından sadece sema ve gökkubenin yıldızları görünmeli.
Gece tavaf edenler, Kâbe’nin hemen tepesinde yükselen otellerin gözkamaştırıcı ışıltılarının Kâbe’de kılınan namazdaki huşuyu olumsuz etkilediğini, tavaf esnasında Kâbe’de değil de, sanki yılbaşı gecesi için süslenmiş caddelerde dolaşır gibi rengarenk ışıltılı ortamlara tanıklık edildiğini ve manevi konsatrasyonun iyice dağıldığını ifade ediyorlar.
Bu tür bir ortamda insanlar Kâbe’deki ibadetin öznesi olmaktan öte, seyir teraslarına yuvalanmış insanların temaşa zevkine hitap eden figüratif nesneler haline geliyorlar. Buna asla izin verilmemeli. Allah ile kulun birbirine en yakın olduğu bu kutsal mekan, asla dünyanın gözkamaştıcı çekiciliğinin ipoteğine esir edilmemeli
Velhasıl kelam, Kâbe’de Allah’ın varlığına ve birliğine, güç ve kudretine odaklanarak ihlaslı bir ibadet süreci geçirmeye çalışan insanların karşısına dünya hayatının gözkamaştırıcı ışıltılarını dikmek ciddi bir tezat oluşturuyor.
Ne yapılabilir?
Bu milletin evlatları tasavvuf edebiyatında ve gönül sohbetlerinde Kâbe’nin yoluna ve bir tozuna bile kurban olduğunu dile getirir. Bu anlayıştaki bir milletin mensupları, tam 420 sene Kâbe ile göz göze yaşamış taşlara dozerle yıkılıp geçilen birer moloz muamelesi yapılmasını içine sindiremez.
Öyleyse tam bu noktada bir önerimiz var. Biliyorsunuz, Sırplar tarafından bombardıman edilerek yıkılan Mostar Köprüsü’nün suya karışan taşları tek tek numaralandırılarak yeniden aslına uygun inşa edildi.
Benzer bir durum Kâbe etrafındaki Osmanlı revakları için neden yapılmasın. Bu taşlar numaralandırılmak suretiyle özenle İstanbul’a veya başka bir şehrimize taşınabilir. Bu taşlarla aslını andıran mahiyette Osmanlı medreselerine benzeyen bir kütüphane, başta Hac olmak üzere dini konuları araştıran bir merkez veya sadece Kâbe’ye ait eserlerin sergilendiği bir müze inşa edilebilir.
Böyle bir görevi Kültür Bakanlığı, ya da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başarılı yöneticilerinden Kültür AŞ Genel Müdürü Nevzat Bayhan üstlenebilir. En geç ocak ayında yıkılacağı iddia edilen Osmanlı revakları konusunda gecikmeksizin harekete geçmek yerinde olacaktır.
Osmanlı’ya ait Kâbe’deki son eser olan revakların kaldırılması eğer (bir döneme ait herşeyi kazıyıp atma gibi) art niyetten değil de, artan talebe bağlı olarak tavaf alanının genişletilmesi gibi zaruri nedenlerden kaynaklanıyorsa (ki, sordum soruşturdum, bunun gerekli olduğunu söyleyen sözüne güvenilir insanlar var), Suudi yönetimi bu revakları dozerle yıkıp geçmek yerine, özenle sökülerek en uygun amaca yönelik olarak kullanılmasına fırsat oluşturacak bir kolaylık sağlamalıdır.
Bu konuda Suudi yönetiminin ve Ankara’nın samimiyetini yakından izleyeceğimize emin olabilirsiniz. Ben gerekeni yazarak kalem sorumluluğumu yerine getirdim. Aynı duyarlılığı ilgililerden ve herkesten bekliyoruz.
Hacdan dönenleri ziyaret ettiğimde, bu konuda üzüntülü olduklarını gördüm.
Haydi Ankara, sahip çık ecdadın eserine. Sana bu yakışır.
Prof. Dr. Osman ÖZSOY
haberi okuyunca içim burkuldu..
ruhumun ağladığını boynumun eğildiğini hissediyorum...
Ciğerimiz yanıyor
Bir de olaya şu açıdan bakmak lazım. yer dar ve genişletilmesi gerekiyor.ben umreye gittiğim de bile izdihamı görünce keşke biraz daha genişletilse diye düşündüm.hele hac zamanın da umre'nin belki 2-3 katı daha kalabalık oluyor.
Elbetteki ihtiyaçtır ve yapılması gerekiyordur ancak bu revaklara dokunulmadan da pekâla yapılabilir diye düşünüyorum.Hiç de olmayacak bir şey değil.
Revakları Mimar Sinan yapmış, yaparken de herhalde dünya nüfusünun artabileceğini unutmuş olamaz.Mimar Sinan'dan bahsediyoruz ki kaç asırlık eserleri hâlâ dimdik ayakta.Geçen aylarda İstanbul'daki sel felaketinde yeni yapıların birçoğu yerle bir olmuşken Mimar Sinan'ın Büyükçekmece Köprüsü ayakta kalabilmiş.Yani ecdad eserlerini yapmadan önce ince eleyip sık dokumuş ve ondan sonra eserini ortaya koymuş.
Günümüzün hem tekniği hem de maddi imkanları (özellikle Suudların maddi imkanları) revakları yıkmadan da bu genişletme çalışmasını yapmaya müsait olsa gerek.
Ancak Günümüzün Suud yönetimi de Vehhabbi zihniyetinde oldukları için yakıp yıkma konusunda uzman olmuş durumdalar.
Peygamberimizin anneleri Hz.Amine'nin kabrine ecdad mezar taşı yaptırmıştı ama Vehhabiler orayı yıktılar.
1800 lerde Şiilerle savaşıyoruz diye Kerbelayı yakıp yıktılar, Hz.Hüseyin'in türbesine zarar verdiler.
1803'te Taif'e girip her yeri yakıp yıkan, halkı öldürüp, topladıkları kitapları meydanlarda yakan bunlar.
Hz.Ebu Bekir,Hz. Ömer, Hz. Ali ve Fatıma'nın (R.A) doğdukları evleri yıktılar,Hz.Hatice'nin, Hz. Aişe'nin türbesini yıktılar,Mekke'deki bütün mezarlıkları dümdüz ettiler,Medine'deki Baki Mezarlığı'nı yıkıp taşlarıyla kaleler yaptılar.Hatta nerdeyse Peygamberimizin Ravzai mütahharasını bile yıkacaklardı ama güçleri yetmedi.Daha neleri neleri yıkıp yaktı bu zihniyet.
Osmanlı eserlerini tek tek kazıdılar. Ecyad Kalesini yıkıp Zemzem Tower'ı diktiler.Yukarıdaki resimde de var.Ne kadar estetik duruyor değil mi! Kabe'ye tepeden bakmak nasıl bir keyifse artık.
Şimdi sıra revaklarda...O da yıkılırsa başka da bir şey kalmıyor
Ankara güzel bir iş mi yapacak? Hiç sanmam, inşaAllah bizi şaşırtırlar.
Alıntı Yapbu revaklara dokunulmadan da pekâla yapılabilir
dokunulmadan genişletmek biraz imkansız gibi çünkü en ön taraftalar
benim de tarihi eserlere büyük ilgim ve saygım var kimse yanlış anlamasın e58))
Yazıyı dün radyoda dinlemiştim, paylaşmayı düşünmüştüm, Allah razı olsun siz yollamışsınız Fatihan. Programda ayrıca dinleyicilerden gerekli tepkilerini göstermeleri rica etmiş, ayrıca kültür bakanlığına da mail yolu ile tepkilerini bildirmeleri istenmişti. Açıkçası evdekilerle de benzer konular geçiyor ve orayı gören birçok kişi de bilir zaten revakları yıktıklarında ciddi bir genişleme olmayacak. Bunların planı revakla birlikte tümden bir yıkımla mı genişletme diyeceğim ama pek de sanmıyorum. Dediğiniz gibi revakları yıkmadan pekala bir çözüm bulmak mümkün. Mescid-i Haram'da o kadar güzel o kadar zarif duruyorlardı ki... Gerçekten çok üzücü...
Yaklaşık 2 yıl evvelki çekimlerimde, revakları çekmiştim. İnşaAllah arşivlere bir bakalım, paylaşalım.
Alıntı yapılan: İsra - 05 Aralık 2009, 23:50:25
benim de tarih eserlere büyük ilgim ve saygım kimse yanlış anlamasın e58))
O konuda şüphemiz yok, müsterih olun :oops:
Buna sevindim :)
Revakların akıbeti ne oldu acaba, bilen var mı?
Gündemde Noel Baba var! Revaklar kimin umrunda...
Osmanlı revakları geri çekiliyor
(http://diyanethaber.com.tr/wp-content/uploads/2012/07/kabenin-revaklar%C4%B1-300x164.jpg)
Uzun yıllardır Kabe’nin de içinde olduğu Harem-i Şerif’i genişletme çalışmaları kapsamında yıktırılacağı söylenen Osmanlı revaklar ‘tarih’ olmaktan kurtuldu. Projesini Mimar Sinan’ın çizdiği Osmanlı revakları 12 metre geriye çekilecek. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın geçtiğimiz hafta içerisinde hac farizasını yerine getirmek için gittiği Mekke’de, yıkılmayacağını açıkladığı revakların kaderi ile ilgili detayları Vatan Gazetesi’nden Kenan Butakın kaleme aldı. Haremi Şerif’in 500 küçük kubbesi ile süslenen revakların 12 metre geriye çekileceği öğrenildi. Suudi Arabistan Krallığı, kendilerinin inşa ettiği, revakların arkasında bulunan kısmı ise yıkıp yeniden inşa edecek. Osmanlı revakları ise yeni yapılacak yapıya uygun olarak geriye çekilecek. Bu plan Mekke’yi yeniden düzenleyen master planı içerisinde yer alıyor. Plana göre Kabe’nin etrafının genişletilmesinin de 20 yıllık süre içerisinde yapılması öngörülüyor. Diğer yandan Suudi Arabistan Krallığı’nın revakların yıkılmayıp sadece geri çekilmesi ile ilgili kararını, Başbakan Erdoğan’ın 2011 yılında yaptığı ziyaretten sonra şekillendirip karara vardığı kaydediliyor.
.../,./diyanethaber.com
(http://www.gazeteci.tv/images/haber/1249065012.jpg)
31 Ekim 2012, 06:51
Araştırmaya göre, son 20 yılda Mekke ve Medine'deki tarihi eserlerin yüzde 95'i yıkılarak, yerine modern binalar yapıldı. Suudiler, şimdi de Hz. Muhammed'in kabrinin bulunduğu Mescid-i Nebevi'yi yıkıyor.
Hz. Muhammed'in kabrinin bulunduğu Mescid-i Nebevi'nin yıkılarak yerine daha büyük bir cami inşa edileceği iddia edildi. Uzmanlar, Mescid-i Nebevi'yi genişletme çalışmaları sırasında Hz. Muhammed'in kabrine zarar verilmesinden endişe ediliyor.
Suudi Arabistan'ın, kutsal kent Medine'de Hz. Muhammed'in kabrinin de içinde bulunduğu Mescid-i Nebevi'yi yıkarak, yeniden inşa edeceği ileri sürüldü.
Rus televizyonu Russia Today'in internet sayfasındaki habere göre, Mescid-i Nebevi'yi genişletme çalışmalarına Hac ziyaretlerinin bittiği kasım sonunda başlanacak.Hz. Muhammed'in kabrinin de bulunduğu Mescid-i Nebevi'nin yerine yapılacak dev cami için 6 milyar dolar harcanacak. İnşası tamamlandıktan sonra 1.6 milyon kişiyi alma kapasitesine sahip dev cami beraberinde bir tartışma da getirdi.
İKİ HALİFE'NİN KABRİ DE VAR
Hz. Muhammed'in kabri de Mescid-i Nebevi içerisinde yer alıyor. Uzmanlar genişletme çalışmaları sırasında, kabre zarar verilmesinden endişe ediyor. Hz. Muhammed'in kabrinin bulunduğu Mescid-i Nebevi'in içinde aynı zamanda Hz. Ebubekir ve Hz.Ömer'in de kabirleri yer alıyor.
17 MİLYON HACI
Suudi yetkililer ise, Mescid-i Nebevi'yi genişletme çalışmalarına gerekçe olarak, her geçen gün artan hacı sayısını gösteriyor. Şu anda kutsal kentler Mekke ve Medine'yi her yıl 12 milyon hacı ziyaret ediyor. 2025 yılında hacı sayısının 17 milyona çıkacağı, İslam dininin kutsal mekanlarının bugünkü şekliyle ihtiyaca cevap veremeyeceği belirtiliyor.
KUTSAL DEĞERLER YOK EDİLİYOR
Washington merkezli düşünce kuruluşu Gulf Institute ise, Mekke ve Medine ile ilgili ilginç bir veri ortaya koydu. Gulf Institute araştırmasına göre, son 20 yıl içerisinde Mekke ve Medine'deki tarihi eserlerin yüzde 95'i yıkılarak, yerine yeni binalar yapıldı.
ECYAD KALESİ DE YIKILMIŞTI
Suudi Arabistan, 2002 yılında Osmanlı döneminde Kabe'yi korumak amacıyla inşa edilen Ecyad Kalesi'ni yıkarak, yerine lüks oteller inşa etti. Mekke'de inşa edilen "Jabal Ömer Kompleksi"nde 520 restorant ve 4 bin 360 dükkan bulunuyor. Kabe manzaralı odaların geceliği ise 500 dolardan başlıyor.(NTV)
http://www.gazeteci.tv/suudiler-peygamberin-kabrine-dozerle-girecek-158168h.htm
3 kutsal mekan yıkılıyor
Medine'de bulunan Mescid-i Nebevi'nin etrafını genişletme projesi kapsamında alt yapı çalışmalarına başlanırken, projenin ilk etabına dair hazırlanan animasyon görselinde Mescid-i Nebevi'nin güney ve batı kısmına inşa edilecek yeni binalar dikkati çekiyor.
TİMETURK / Haber Merkezi
Eylül ayında Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz'in sembolik olarak ilk taşı koymasıyla başlayan Mescid-i Nebevi'nin genişletilmesi projesi kapsamında yürütülen çalışmalarla bölgedeki bazı binalar istimlak edildi. İstimlak edilen yerler için 6.5 milyar dolar civarında bir ödeme yapılacağı öğrenilirken, yıkımı gerçekleştirilecek bölgede alt yapı çalışmalarına başlandı.
Projenin ilk etabına dair hazırlanan animasyonda ise Mescid-i Nebevi'nin güney ve batı kısmına inşa edilecek yeni binalar dikkati çekiyor. Bu kapsamda çalışmaların devam ettiği alan içindeki tarihi üç mescidin de animasyon görseli içinde yer almadığı görülüyor.
Söz konusu alanda yıkılacak binalar arasında yer aldığı bildirilen tarihi Gamame Mescidi ibadete açık bulunurken, Hz. Ebubekir ve Hz. Ali mescitleri yıllardan beri kapalı. Her üç mescidin hemen yanı başında ise genişletme projesine yönelik inşaat çalışmaları tüm hızıyla sürüyor.
Mescid-i Nebevi'nin hemen bitişiğindeki yapımı devam eden 2 büyük otel de yıkılacak binalar içinde yer alıyor.
-Dev proje 2040 yılına kadar sürecek-
Proje kapsamında Mescid-i Nebevi'de aynı anda 2 milyon kişinin ibadet etmesi hedefleniyor.
Yaklaşık 6 milyar dolar bütçe ayrılan ve 2040 yılına kadar sürmesi beklenen proje 3 aşamalı olarak uygulanacak. İlk aşamada 800 bin kişilik bir genişletme gerçekleştirilecek.
İkinci ve üçüncü aşamalarda yapılacak genişletmeyle birlikte bu rakam 2 milyonu aşacak. Mescid-i Nebevi'nin genişletme çalışmaları ile birlikte etrafına 23 otel inşa edilecek.
Mescitler Osmanlı izleri taşıyor
Genişleme projesi kapsamında tüm dikkatlerin üzerine çevrildiği Mescid-i Nebevi'nin batısındaki üç küçük mescit İslam tarihinin önemli simgeleri arasında yer alıyor.
Hz. Muhammed'in bayram namazlarını kıldırdığı Mescid-i Nebevi'ye 305 metre mesafedeki boş alana Emevi Halifelerinden Ömer Bin Abdülaziz tarafından yaptırılan Mescid-i Gamame (Mescid-i Musalla) adını taşıyor.
Sultan 1. Abdülmecit tarafından yeniden inşa edilen mescit 1990 yılında kapsamlı bir onarımdan geçirildi. Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşıyan mescit özellikle hac döneminde Medine'ye gelen Türklerin ziyaret mekanlarından biri.
Mescid-i Gamame'nin hemen karşısında bulunan Hz. Ebubekir Mescidi de Ömer Bin Abdülaziz tarafından yaptırıldı. Hz. Muhammed'in vefatından sonra Hz. Ebubekir'in bayram namazlarını kıldırdığı alana inşa ettirilen mescit, 1839'da II. Mahmud tarafından yenilendi.
Osmanlı mimarisi tarzındaki 292 metrekarelik mescit bir süreden beri ibadete kapalı bulunuyor. Küçük bir minaresi bulunan mescidin giriş kapısı üzerindeki Osmanlı tuğrası ile beraber kitabesi ise ziyaretçilerin dikkatini çekiyor.
Mescid-i Ali adıyla bilinen Hz. Ali Mescidi de Hz. Ebubekir Mescidinin yaklaşık 30 metre kuzeyinde yer alıyor. Hz. Muhammed'in ibadet ettiği bu mekandaki mescidin yerine 1990 yılında Kral Fahd tarafından yeni bir mescit inşa edildi. Mescidin 26 metrelik minaresi bulunuyor.
Büyüklüğü 2 bin 475 metrekareden 400 bin metrekareye ulaştı
Hz. Muhammed ile Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in kabirlerinin bulunduğu ''Hücre-i Saadet'' bölümünün de içinde yer aldığı Mescid-i Nebevi, Mekke'de bulunan Mescid-i Haram'dan sonra Müslümanların en kutsal ikinci mekanı konumunda.
İslam tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Mescid-i Nebevi'nin inşasına Hz. Muhammed bir işçi gibi taş ve kerpiç taşıyarak bizzat katılmıştı. Medine'de inşa edilen bu mescit aynı zamanda İslam devletine ait bütün faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde oldu.
İlk kez Hayber'in fethinden sonra Hz. Muhammed tarafından genişletilen mescit Hz. Ömer zamanında da ilave bölümlerle büyüdü. Hicret'in 29. yılında Hz. Osman mescidi yeniden inşa ederken duvarları süslü taşlarla yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak mescidin bir kısmının üzeri kapatıldı. Emeviler ve Abbasiler zamanında yapılan çalışmalarla mescit yenilenirken, 1256 yılının Ramazan ayında kandilleri yakan görevlinin ihmali ile çıkan yangında kutsal emanetlerin korunduğu kubbeli oda hariç mescidin tamamı yandı.
Daha sonra yeniden inşası gerçekleştirilirken, mescit biraz daha genişletilerek duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişletilen mescid, sütunlar üzerine oturtulan bir kubbe ile kapatıldı. Ravza-ı Mutahhara'nın duvarları üzerine de büyük bir kubbe inşa edildi.
Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevi'inin bakımı büyük bir titizlikle yerine getirilirken, I. Mahmud döneminde Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde bulunan kubbe yenilenip koyu yeşile boyanarak Kubbetu'l-Hadra (yeşil kubbe) adını aldı.
Abdulmecid tarafından da yeniden inşa edilen mescit 12 yıl süren çalışmalar sonrası yeni bir görünüme kavuştu. Abdulmecid'in bu iş için seçtiği ustaların bir bölümü Akik vadisinde bulunan ''Hedab'' adıyla bilinen kayalardan sütunlar ve taşlar keserken, diğerleri de mescidin duvarlarını bölümler halinde yıkarak yenisini kısa sürede inşa etti.
1953'te başlatılan diğer bir çalışma ile ön kısmı hariç yeni baştan inşa edilen Mescid-i Nebevi bugünkü haline kavuştu. İlk imar edildiğinde yaklaşık 2 bin 475 metrekare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çeşitli inşa faaliyetleri sonunda 12 bin 271 metrekare genişliğe ulaştı. Mescid-i Nebevi etrafını kuşatan mermer kaplı avlusu ile birlikte toplam 400 bin metrekare genişliğe sahip bulunuyor.
Medine'deki genişletme çalışmalarının yanı sıra Mekke'de de genişletme çalışmaları devam ediyor. Hac döneminin başlangıcında askıya alınan Mescid-i Haram içerisindeki genişletme çalışmaları bir kaç hafta içinde yeniden başlayacak. (AA)
Kâbe'yi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de..! (1)
Son yirmi yıl içerisinde, siz deyin on, ben diyeyim yirmi defa gündeme gelmiştir Kabe'deki revakların yıkılması konusu. Suud İdaresi, bununla, tavafı kolaylaştıracağını, daha çok insanın Hac yapmasına imkan sağlayacağını filan söylüyor; tıpkı 2002 yılında buldozerlerle yerle bir edilen “Ecyad Kalesi” örneğinde olduğu gibi.
O kale ki, yüzyıllar önce, Osmanlı tarafından, Kabe'yi Bedevi talancıların yağmalamasından korumak için inşa edilmiş ve asırlarca İslam'ın o şanlı askerine garnizonluk yapmıştı. Kabe'nin hemen yanı başında, bir yandan bakarken tam da arkasında, tüm güzelliği, bütün ihtişamı ve sözün tam da yerini bulduğu ifadeyle “kale gibi duran bir kale” idi. Bulunduğu tepenin gücü, mekanın ruhu ve Osmanlının kudret sembolü idi. Mekke'de, 500 yıla yakın Osmanlı hakimiyetinden geriye kalan (yok edilmeyen!), topu topu iki eserden biriydi. (17.yüzyılda yapılan, Kabe'nin çatısındaki “Altın Oluk” u bu hesabın dışında tutuyoruz.)
Şimdi yerinde “yeller esiyor” desem… Keşke öyle olsaydı. Yıkılanın yerini tutmayacak olsa da, hiç değilse park, bahçe, çeşme filan yapılmış olur, gelen hacılara bir şekilde, “meccanen” hizmet eder, hayra vesile olunurdu. Hayır, maalesef öyle de değil, zaten öyle olsaydı, belki bu kadar canım sıkılmayacak, bunca sitemde bulunmayacak ve bu yazıyı da kaleme almayacaktım.
Mekanla bütünleşmiş o muhteşem eserin yerinde şimdi koca koca beton yığınları var; mana dünyamızın özü, madde dünyamızın gözü, erenlerin ahı, binaların şahı güzelim Kabe'mizin o muhteşem Kûb'üne aldırmadan hayasızca yükselen. Adları da “Zemzem Kuleleri.” Kabe'nin yüksekliği 13 metre, bu ayıplı kulelerinki ise 260 metre. Yani Kabe'ye 20 kat tepeden bakıyor bu binalar ve oturanları. Bir başka deyimle, haşa, Kabe ayaklarının altında!
Bari bu adı kullanmasalardı, azizlerden aziz o kutsal suyun adını… hadi, o kelimeyi kullanmayalım, alet etmeselerdi süfli emellerine. (Aslında bunlar Abraj Al Bait Kuleleri denen bir kompleksin parçası ve aralarında 595 metre ile Arabistan'ın en yüksek binası olan kule-otel de var. Bu kule aynı zamanda dünyanın da en yüksek oteli).
Maksat; para. Kazanmak, kazanmak, kazanmak ve dahası kutsal topraklara, o ulvi mekanlara Suud damgası vurmak. Eminim bundan. Kalenin yıkılmasıyla elde edilen arsanın o zamanki kral, Fahd'ın oğluna (30 yaşındaki Prens Abdülaziz) peşkeş çekilmesi, taahhüt işleri ve Suud'ların geleneksel kavmiyetçiliği vs. düşünüldüğünde başka bir şey gelmiyor aklına insanın. Herhangi bir yolla tevil imkanı da yok bunun, sözün namusuna sahip insanlar için. Ne diyelim Allah gözlerini doyursun!
Aslında sitemim sadece bununla sınırlı değil, başlangıcı 1990' yılına dayanıyor. O yıl Hacca gitmek nasip olmuştu. Tarihe geçen bir Hac dönemiydi o, kısmetimize. Bayram sabahı, Firdevs cennetine talip olanlar için aşılması gereken son geçit olan Muaysim Tüneli'ne giren Müslümanlardan yüzlercesi, ezilerek feci bir şekilde can vermişti. Kadın, erkek, yaşlı çocuk yığın yığın şişmiş, morarmış bedenler…
O sıralarda biz, tünel dışından gelmiş ve şeytan taşlama mahalline yakın bir yerde bir köprünün üstünde otobüsümüzü park etmiştik. Acı acı çalan sirenlerden, yanımızdan hızla geçip giden ambulanslardan, bahsedilen tünel üzerinde uçup duran helikopterlerden, anladığımız kadarıyla olağan dışı bir durum vardı. Ama yine de, kendi telaşemiz içerisinde (şeytan taşlamak, vazifelerimizi eksiksiz yapmak vs.) çok da kulak asmamıştık bunlara, şeytan taşlama mahallinde yaşanan her zamanki(!) olaylardan biri zannetmiştik. Ama akşamleyin otele gelir gelmez acı gerçeği öğrendik.
Çok üzülmüş, çok kızmış, mideme kramplar girmiş, kan beynime sıçramıştı. Bu tam anlamıyla bir felaketti ve bu felaketin yaşanmasında idarenin payı büyüktü çünkü.
“İlgisizliğin, bilgisizliğin, beceriksizliğin bu kadarı da olur mu” diye bağırıp durmuştum, en çok sükûnet içerisinde olmam gereken o sevgi diyarında… Kafilemizdeki bazı insanlar bunu “Allah'ın takdiridir, şehit oldular, onlar için ne mutlu” filan diye yorumladı. Rahattılar. Bense işi o kadar kolaya alamadım. İçim daraldı, üstüm gidip geldi; bir türlü kendime gelemedim. Bu, belki de, o güne kadar bulunduğum idari makamlarda şahit olduğum uygulamalardaki yanlışları, eksikleri, aksaklıkları bilmemden kaynaklanıyordu.
Evet, elbette her şey Allah'ın takdiriydi, bu da öyle, ama canımızı korumak da, özelde bizim, genelde devletin vazifesi değil miydi? Tabir-i caizse “nafile gitmek” ya da “telef olmak” diye bir şey de yok muydu?.. İtirazlarım bu noktada oldu, bu sebeple, o kutsal topraklarda içine düştüğüm gönül darlığını yenemedim uzun süre.
“Zaman her şeyin ilacıdır” der eskiler; bunu bir kez daha yaşadım. Bir müddet sonra, kurtuldum o içimi, dışımı karartan psişik sarmaldan, şükür. Ama sonraki günlerde öyle bir gözlemim oldu ki, etkisini üstümden atamadım hala. Bu yazıyı yazmamın duygusal temelinde de o var.
Kısmetse haftaya devam edeceğiz.
Prof.Dr.Şaban Şimşek
Kâbe'yi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de..! (2)
Hira Dağı'na çıkmıştık; Müslüman olan herkesin bildiği ya da adını duyduğu dağ, “Nur Dağı.” Hazreti Peygamberin daha 35 yaşlarındayken inzivaya çekilmeye başladığı, tefekkürlere dalıp kendini ibadetlere verdiği, o kutsal mağaranın olduğu yer. Kur'an'ın indirilmeye başlandığı, ümmi Muhammed'e (SAV) “Oku, yaradan rabbinin adıyla oku” diye emredildiği mahal. Mekke'nin 6-7 km uzağında, bir yanı onlarca metrelik uçurum, diğer yanı biraz meyilli ama yine de yaman mı yaman bir yokuş; uzun ve yorucu. Öyle ki o çöl sıcağında tırmanmak için sağlam kalbin, sağlam bacağın yanında iman dolu sağlam bir yürek de gerektiriyor.
Ve birkaç kaya kütlesinin üst üste binmesiyle oluşmuş, ancak bir insanın ayakta durup namaz kılabileceği ve yorulunca da kenarda oturup dinlenebileceği kadar küçük bir mağara. Hücrelerin hücresi; hem yoklukların yokluğu, hem varlıkların varlığı, namütenahi bir mekan.
En tepe noktadan kıvrılıp, hedefe kilitlenmiş bir ruh haliyle, sürünerek on-on beş metre aşağıdaki mağaracığa vardığımızda, dikkatimi çeken sadece, mağaracığın anlatmış olduğum dahili özellikleriydi. İçeride çok fazla kalamadık tabii. Ama Allah kabul etsin, (iki kişi, belki de üç, dört… bilmiyorum!) sıkışarak da olsa iki rekat namaz kılmak nasip oldu. Kalabalıktık, biraz da itişerek, etrafımıza hemen hiç bakmadan dalmıştık mağaraya. İyi ki de öyle yapmış, yani dışarıda herhangi bir gözlem yapmadan mağaraya girmiş ve bu arada namazımızı da eda etme fırsatı bulmuştuk.
Bazı konuları konuşmak, yazmak hatta ima etmek doğru değildir biliyorum; özellikle de dince, toplumca ayıp sayılan şeyleri. Kişisel olarak günaha girmemek, toplumsal olarak da tekrar gündeme getirmemek babında, “üstünü örtün” der büyükler bu gibi hallerde. Ama öyle durumlar vardır ki üstünü örtmekle işi temize çıkaramazsınız. Dahası giderek rahatsız edici olur; özellikle de o iş baştan yanlışsa, kişisel ve toplumsal temel değerlerinize aykırı ise. O zaman sıkıntılı da olsa konuşmak durumundayız bütün bunları. Yoksa yanlış bir durumu nasıl düzelteceğiz. Hem, söz gelimi bir pislik varsa ve bunun için “üstünü örtelim, ayıbı açığa çıkarmayalım” filan diyorsak, dinimizin temizliğe dair düsturunu nereye koyacağız? Kendimizi sorumluluktan kurtarabilecek miyiz?
…Tepenin etrafı pislik içerisindeydi. Bizim ilk defa çıktığımız ve çıkmakla da öğündüğümüz tepeye, Amerika'nın Coca Cola'sı çoktan çıkmıştı, zahir. Tepenin son noktasında, zemini kayalıklardan oluşan küçücük düzlükteki, tozlu terekler ve üst üste konmuş plastik kasalardan oluşan derme çatma dükkanda, her marka (alkolsüz tabii) içecek mevcuttu. Ve tabii, her yaştan kişinin nabzını 120'lere çıkaran yokuştan, sağlıklı sağlıksız herkesi çıldırtmaya yeten sıcaktan bunalan müşteriler; her dilden, her cinsten, her renkten, her ırktan. Hiç kimsenin samimiyetini ölçemeyiz, buna hakkımız da yok elbette ama çoğu, sergiledikleri tutum ve davranışlarda aynı avam kalıplar içerisinde; sanki medeni bir yaşama hiç ayak basmamışlar gibiydiler. Detaya girmek doğrusu faydasız ve aynı zamanda da rahatsız edici. O kadarını anlat(a)mayacağım.
Doğru dürüst bir çöp tenekesi de yoktu etrafta. Depozitler, ambalaj kağıtları, naylonlar vs. ya yan taraftaki uçurumdan aşağı atılıyor ya da bahsettiğim o on-on beş metrelik yolun sağına soluna saçılıyordu. Tuvalet ve su mu, onları hiç sormayın; Müslümanın bulunduğu çoğu yerde olduğu gibi maalesef. (Şimdiki durumu tam olarak bilmiyorum, inşAllah düzelmiştir)
Kelimenin tam anlamıyla “fena” olmuştum. Tepeye kadar giden yolda, adım başı yolunuzu kesen dilencilerin insanı manevi havadan uzaklaştıran sırnaşıklığı, patika yoldaki (aslında yol mol da değil) tenekeler, plastikler, kağıt artıklar, elbise parçaları vs. bile canımı sıkmamıştı bu kadar. Belki de benim için hedef yukarısıydı ve o heyecanla, bu can sıkıcı kirlilik dikkatimi çekmemişti.(Suud'ların, Nur Dağı'nı ziyareti bid'at olarak gördükleri için kendi haline bıraktıkları söyleniyor!)
Ama yukarıdaki manzara gerçekten kötüydü. Bu yücelerin yücesi tepede, en kutsal yerde… Bu pislik karşısında, “ben bir insanım” diyenin insanlığından, “Müslümanım” diyenin de Müslümanlığından utanmaması, en azından bir şeyler söyleyip tepki göstermemesi mümkün değildi. Bir yandan Batı'nın mabetlerine verdiği önemi (Sadece Batı da değil aslında, Budizm'de, Şintoizm'de hatta Hinduizm'de de öyle) diğer yandan da bizimkileri düşündüm. Ve oralarda, yakınlarda bir yerden bizi seyreden, “temizlik imandandır” cümlesini düstur edinmemizi salık veren peygamberimizin varlığını hayal ettim. Yerin dibine geçtim; yüzüm kızardı, başımı öne eğdim. Doğrusu hiç de iyi duygular geçmedi içimden Müslüman milleti için. Ama beni asıl yaralayan ve tabir-i caiz değil ama o ulvi mekanda vitesten attırıp kurban kesme cezasına kadar götüren şeyler bunlar değildi.
Tam da bu halet-i ruhiye içerisinde iken pek amansız bir soru, örümcek ağına yakalanan bir arı gibi takılıverdi aklıma: Neden burası, bu tepe, bu mağara?.. Etraf hep tepe, her taraf benzer bir görünüme sahip; o zaman niçin diğerleri değil de, bu? Mesela; Mekke'ye daha yakın tepelerden, daha geniş mağaralardan biri olamaz mıydı peygamberimizin peygamberliğe giden yolda inzivaya çekileceği bu mekan. Hem o zaman, Hz.Hatice anamız da o yaşında, ikide bir onca yolu tepmek, sevgili eşine su, azık, giyecek vs. getirmek durumunda kalmaktan kurtulmaz mıydı? Neden, neden, neden???
Etrafımdakilere sordum; dişe dokunur bir cevap alamadım, halbuki hepsi okumuş çocuklardı. Mihmandar hoca efendiye sordum; bir müddet bocaladıktan sonra “burası belirlenmiş bir yer de ondan” dedi. Aslında haklıydı; orası kutsal işaretle belirlenmiş bir yerdi. Ama neden orası?.. Kutsal da olsa, bunun gerekçesine dair aklımıza yatacak, gönlümüze sinecek, dolayısıyla imanımıza güç katacak maddi bir şeyler bulamaz mıydık bu mana ikliminde? Kırıntı da olsa bir iki küçük delil; gözle görebileceğimiz, elle tutabileceğimiz.
İnanıyordum ki vardı. Evet, vardı ama bulamıyordum işte. Yüreğim sıkışıyor, kalbim tekliyordu? Mutmain değildim. Başkaca hiç bir şey de düşünemiyordum. Normal şartlarda, buralardan elde edebileceğim faydayı, alabileceğim manevi payı da kazanamama korkusunu yaşamaya başlamıştım. “Hay Allah, yahu, kafaya böylesine sorular takacak başka yer bulamadın mı” diye kızdım durdum kendi kendime…
Ama Allaha şükür, çok geçmeden rahatladım, attım bu sıkıntıları üstümden. Dağıldı kara bulutlar, bir kuş kadar hafif hissettim kendimi bir anda; kendimce, aradığım cevabı bulmuştum çünkü. Evet, bu mağaracık; dağlarla, tepelerle, kayalıklarla bezenmiş bu coğrafyada, sırf insanın maddi özellikleriyle gezinip, tek tek araştırılıp da tespit edilebilecek bir yer değildi. Mutlaka bir işaretleme vardı ve bu yer, ilahi bir kelamla, çok özel bir yolla muhatabına gösterilmiş “Gideceğin yer, Sana ilk emri vereceğim yer, Cebrail'le buluşacağın yer orası” diye buyurulmuştu. İşte ben orada bunun maddi delillerini gördüm gözlerimle ya da şöyle desem daha doğru olacak; gördüklerimin, bu işaretlemeye dair maddi deliller olduğuna inandım. Neler miydi onlar?
Kısmetse haftaya devam edeceğiz.
Prof. Dr. Şaban Şimşek - Habervaktim
2012-12-03
Kâbe'yi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de… (3)
…Bu mağaracık, sanki bir el tarafından ve özellikle inşa edilmiş. Öylesine bir el ki yüzlerce tonluk kaya kütlelerini kaldırıp üst üste koyabiliyor… Mühendislik hesapları da kusursuz: Yan duvarlar var, ön duvar var, üstü muhkem bir şekilde örtülü ve hepsi birbirine geçmeli. Arkada açık bir kapısı da var ve yüzyıllardır ayakta. Kullanılan yegane malzeme; o kocaman kaya kütleleri… İçeride, sadece bir kişinin oturup kalkmasına, ibadet edip tefekküre dalmasına yetecek kadar bir mekan oluşturulmuş. Fazlası gereksiz bulunmuş, belki de bu, “konsantrasyonu düşüren, dikkati dağıtan, Muhammed-ül Emin'i Resulu Zişan Muhammed Mustafa (SAV) lığa taşıyacak yolları daraltan bir genişlik olur” diye düşünülmüş; bilemeyiz.
Ve kanımca, en ama en önemli nokta… Bu mağaracık, duvarları ve içindeki boşlukla, doğrultusu Kabe olacak şekilde inşa olunmuş; Kabe'ye bakıyor, yani “İstikbali Kıble”. Mağaradan bakan Kabe'yi görüyor, görebiliyor… Besbelli ki Yüce Mevla burayı işaret buyurmuş; bununla, bir yandan en sevgili kuluna rahatça ibadet etme imkanı sunarken, diğer yandan Kabe'yi de görebilmesini, bu mizansende, oradan alacağı feyzle tefekkürlere dalmasını ve büyük huzura hazırlanmasını murat eylemiş.
Bunları düşündüğümde bir hoş oldum doğrusu; tuhaf, hiç tanımadığım duygular kapladı içimi. Kalbimi, önce, sanki sıkılmış bir sünger misali kendi üstüne büzülmüş gibi duran göğsümün derinliklerinde kaybolmuş hissettim, sonra da bana, o koca koca kayaları yutabilecek kadar genişlemiş gibi gelen bu boşluğa sığmayan acayip bir nesne; akıp gitmek, kaçıp kurtulmak isteyen bir ırmak, bir kuş misali. Ama beceremeyen.
Yerimde duramadım, adımladım yalpa yalpa sağa sola doğru. Tepeden tırnağa titredim durdum; tremor mu desem yoksa flapping mi bilmiyorum. Bunlar öyle doktorlukla da izah edilebilecek, ölçüye, tartıya, tetkike, tahlile gelecek şeyler değildi çünkü. Huzur da yoktu içimde yeis de; karışık duygular…
Öylesine bir haldeydim işte. Orada başka bir şey düşünebildiğimi de sanmıyorum. Farkında olduğum tek şey, hissedebildiğim yegane duygu bunlardı. Diğer tüm yetilerimi kaybetmiş gibiydim. Herhalde aklın, mantığın, beş duyunun gerileyip de gönlün ve belki bazı içsel reflekslerin benliği bürüdüğü bir hal olsa gerekti; insanı maddeden sıyırıp manaya götüren... O ana ait aktarabileceğim başkaca bir şey hatırlamıyorum. Şimdi de söyleyebileceğim tek şey sadece bir temenni: İnşAllah öyleydi.
Ben öyle kolay gözyaşı döken bir adam değilim. Hatta yaş elli yedi oldu, “gözlerimden öyle, aman aman yaş aktığını da hatırlamıyorum” desem yeridir. Pek çok insanın gözyaşı döktüğü durumlarda, benim boğazım düğümlenir, ağzım kurur, damaklarım birbirine yapışır ses tellerim çalışmaz; yutkunamam konuşamam. Bir ağrı oturur boğazıma, boynumu sıkıp durur; nefes alamam.
Orada da öyle oldu. Arkadaşlarıma bir şey söyleyemedim, sessizce uzaklaştım yanlarından, tepenin arkasına doğru. Çömeldim alçak bir kayanın üstüne. Dayadım dizlerime kollarımı ve başımı ellerimin arasına aldım; düşündüm, düşündüm, düşündüm… Ne düşünmesi? Düşünseydim bir şeyler kalırdı aklımda herhalde... En iyisi orada ne yaptığımı ve hatta ne kadar zaman kaldığımı bilmediğimi söylemek…
Kendime geldiğimde, arkadaşlardan ayrılmış olduğumu fark ettim. Toparlanmaya çalıştım, mendilimi çıkarttım, elimi yüzümü sildim. Cebime koyduğumda, beyaz bez parçasının ıslaklığını hissettim göğsümde; ağlamıştım. Boğazımın düğümü çözülmüştü, sesim çıkabiliyordu artık, biraz ferahlamıştım sanki.
Çok sürmedi bu hal. Şeytan mı girdi içime desem, bilmiyorum!.. Ama şeytanın ne işi vardı orada? Yoksa sadece benim kurak iç dünyam mı idi İblisin girdiği, girip de oturduğu, oturup da eğlendiği bu yer?.. Bunu da bilemiyorum ama şimdiki aklımla düşünüyorum da sanki “benim her zamanki, o önlenemez eleştirel düşünce ve “Doğrucu Davut” cu pratik-pragmatik tavrım galebe çalmıştı” gibi geliyor bana. Bir soru oldu mu, ona mutlaka ve bir şekilde cevap vermek, bir sorun oldu mu da ona mutlaka ve bir şekilde çözüm bulmak ve de bunu bir an önce gerçekleştirmek neredeyse içgüdü halindedir bende çünkü. Hele bir de haklılık-haksızlık, güçlülük-güçsüzlük söz konusu ise…
Kendimi tutamadım, tekrar mağaraya döndüm. Ve peygamber efendimizin (SAV) Kabe'yi gözlediği, gözleyip de kendinden geçtiği, yaratana sığınıp hasretle gözyaşı döktüğü muhtemel noktalara gidip Kabe'yi, Kabe'nin Küb'ünü görmeye çalıştım. Hava açıktı yani uzağı görmede bir sıkıntı yoktu. Uzak dediğin de ne kadardı ki zaten, Nur Dağı ile Mekke'nin arası topu topu 6-7 kilometre. Yani, insan gözünün orta büyüklükteki bir binayı rahatça fark edebileceği bir mesafe.
Evet, mesafede, gözde, görmede herhangi bir sorun yoktu ama görülecek nesnede sorun vardı. Zira o nesne görünürlerde yoktu! Müslümanın göz bebeği o kutsal mekan, adeta azılı bir düşman tarafından muhasaraya alınmış gibi, yüksek binalarla beton yığınlarının içine hapsedilmiş, “Nur dağından… Hazreti Peygamber'in baktığı yerden bakanlara”, görünmez kılınmıştı...
…İşte o andaki ağzımdan çıkan sözlerdi, beni cezalı duruma düşüren. Elimde olmadan, o binaları yapanlara, yapılmasına izin verenlere, idare edenlere, idare edilenlere küfretmiştim; hem de hiç adetim olmadığı halde, fena bir şekilde. Kendimde değildim, arkadaşlarım uyarmıştı, “Sus” demişlerdi, “yoksa…” Ama yine de olan olmuş, kuralları çiğnemiş ceza kurbanına kalmıştım.
Şimdi… Düşünebiliyor musunuz, Hazreti Peygamber bugün yaşasaydı o kutsalların kutsalı mana kutbundan bakacak ama Kabe'yi göremeyecekti. İnanan bir insan için, iki cihan serverine yapılmış ne büyük bir bedbahtlık, ne büyük bir zillet bu içine düşülen. Tam bu noktada “O mana gözüyle kalp gözüyle görürdü, böyle bir şeye ihtiyacı olmazdı ki zaten” diyenler de olacaktır. Elbette bu da saygı duyulacak bir görüştür ama ya yukarıda anlattıklarım “tasavvur, istikamet, istikbali kıble, , küb, Kabe” ve onun ümmeti olarak maddi gözden başka bir şeyle görmeyi beceremeyen zavallı bizler?.. Ne olacağız?
Ne diyelim; Allah yapanların müstehakını versin, bundan sonra yapacakları, yapmaya kalkışacakları da ıslah etsin. Islah etsin ki o nur pınarının dışını bozanlar içini de bozmasın. Mesela… Mesela, revaklarımıza dokunmasın!
Sadece bu kadar mıydı gözlemlerim? Hayır. Tarihe ve tarihi esere saygıdan nasibini almamış (din ve dini eser desem belki doğru olmayacak!), bunları baş tacı edecek diğer Müslüman milletlere empati yapmaktan da yoksun bu zavallı insanlar; Hendek savaşında, Peygamber efendimizce savunma amacıyla açılmış ve bir şekilde günümüze kadar gelmiş olan hendeği doldurup üzerinden yol geçirmiş, Cennet-ül Mualla'da, Cennet-ül Baki'de, efendimizin en yakınlarının mezarlarını dahi yerle yeksan ederek, başucunda bir kara taşla “Aha işte burası, amcasının oğlu, burası da ashabından filan kişinin mezarı” denme noktasına getirmişlerdir.
Aynı kültürel tecavüzden maalesef Medine de nasibini almış ve mana dünyamızın maddeleri olan nice paha biçilmez kültürel hazine, peygamberimizin türbesi etrafındaki Osmanlı eserleri de dahil, yok edilmiştir.[/b][/color]
Kısmetse haftaya devam edeceğiz.
Prof. Dr. Şaban Şimşek - Habervaktim.com
Kâbe'yi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de… (4-Son)
Diğer pek çok milletin baş tacı ettiği kutsal mekanları yok etmekte (en azından bakımsız, kendi haline bırakarak yıkılmaya mahkûm etmekte) bir beis görmeyen, tarihe ve tarihi esere saygıdan nasibini almamış, estetik anlayıştan yoksun insanların yaptıklarının, sanatsal anlamda, cinayet işleyen eli kanlı katillerin yaptığından hiç bir farkı yoktur. Birisi madden öldürüyor, diğeri de manen; fark sadece o kadar.
Söz konusu olan bir tarih katliamı, kültürel kıyım, manevi yıkım... O maddi yapıların taşıdığı manayı algılayamayanlar, o değerlerin belleklere girmesine, o belleklerden de bir yol bulup gönüllere sinmesine, bilerek ya da bilmeyerek mani olmuş oluyorlar.
Bu meşum eller, şimdi de göz bebeğimiz revaklara uzanmış durumda. O revaklar ki mana ile maddeyi bütünleştiren, mana dünyamızın merkezi Küb'ten madde dünyamızın merkezi(!) yapıtlara geçişi sağlayan bir “nadide gerdanlık”; gönül bahçemizin reyhan reyhan kokan kenar süsleri, sıra sıra güller, leylaklar, zambaklar misali.
Revakların olmadığı bir Kabe'yi düşünüyorum da… İnsanın doğup büyüdüğü, baba ocağı, ana kucağı bildiği evden, sıcak yuvasından kopup uzak diyarlara sürgüne gitmesi gibi bir şey geliyor bana. Yuvasız kalmış kuş misali; malı mülkü olmayan, dünden kopmuş, bugünü şaşmış, yarını meçhul.
…Bu makale serisini yazmaya niyet ederken, aslında korkularımın tersine, revakların yıkılmayacağına dair bir haber vardı internette: “Suudi Arabistan, Kabe'yi çevreleyen Osmanlı revaklarıyla ilgili son kararını verdi; yıkılmayacak.” Yani, şimdi, her şey normal akışında sürüp giderken, birisinin çıkıp da “Ben seni, dövmeyeceğim” demesi gibi bir şey bu bence… Yahu kardeşim bunun lafının edilmesi bile lüzumsuz değil mi? Hatta ayıp değil mi, faul değil mi? Yani Azeri tabiriyle darbe-i müstehcen değil mi bu?.. Demek ki aklında var ve zayıf bir anımı bulduğunda, kendini güçlü hissettiğinde vuracaksın, yıkacaksın, istediğini yapacaksın!
Ben kendi adıma, Suudi idaresini, böyle bir şeyi yapmaktan men ediyorum. Özellikle “kendi adıma” diyorum, bunu demeye hakkım var, çünkü ben o dinin mensubu, o ecdadın torunu, o mirasın varisiyim, ortağıyım. Kelimenin tam anlamıyla bu konuda “hak sahibiyim.” Dolayısıyla bu haktan aldığım yetki ve bu yetkinin omuzlarıma yüklediği sorumluluklar var. İnanıyorum ki bütün Müslümanlar bu şuurda olur, meseleyi layıkıyla algılarsa, Suudiler revakların ya da maddi manevi ortak değerlerimiz olan diğer tarihi eserlerin kılına bile dokunamaz.
Ama bugünün Müslümanından böyle bir duyarlılığı beklemek zor. Niye mi? Açıklayayım. Zaten Müslümanlar olarak bazı hassasiyetler konusunda genelde yozlaşmış bir tarafımız var. Bu bilinen bir gerçektir ve ayrı bir yazı konusudur. Ama gazetelerde yer alan bir haberi sizlere hatırlatırsam bu sorunun cevabını vermiş olurum sanırım: “Tarihi, kültürel anlamda, özellikle de bize ait emsalsiz bir miras olan Ecjad Kalesi'nin yıkılıp da yerine inşa edilen kulelerdeki devre mülklerden tam 1000 tanesi Türkler tarafından satın alındı”
Yani??? Yanisi şu: Her dönem 1000 Türk ve efradı Hac ya da umre görevini yerine getirirken Kabe'ye birkaç kat tepeden bakacak!? Tabir-i caiz değil ama makalenin başlığındaki gibi haşa “Kabe ayaklarının altında” olacak.
Revakların yıkılmasına belki bir kısım medyadan, bazı siyasilerden özellikle de Sayın Başbakandan bir tepki gelecektir ama… Netice alınabileceğinden emin değilim. İnşAllah yanılan ben olurum ve o kutsal diyarlarda böylesine hunharca bir kültür katliamı olmaz, bir mana celladlığı vuku bulmaz. Dileğim ve duam budur.
Evet, Sayın Suudi yetkilileri, o revaklar (sadece) size ait yapıtlar değildir, onlar “Müslümanım” diyen herkesin malıdır, tıpkı Kabe gibi. Hatta tüm insanlığın değeridir onlar. Dolayısıyla orada bir düzenleme yapılacaksa, revaklar hakkında herhangi bir karar verilecekse, onu ancak bütün Müslümanlar verir. Başka türlüsü söz konusu olamaz. Müslümanlar buna müsaade etmez, edemez. Bunu asla unutmayın.
(Bilgi: Kabe'nin etrafını çeviren ve Kabe yüksekliğini aşmayan 500 kadar küçük kubbeden oluşan bu muhteşem eserin planları Yavuz Sultan Selim zamanında, Mimar Sinan tarafından yapılmış, 23 yıl sonra da Mimar Mehmet Ağa tarafından inşa edilmiştir. Ayrıca, çukurda olması münasebetiyle, genellikle sellerden etkilenme sonucu zarar gören ya da yıkılan Kabe'nin, Kanûnî Sultan Süleyman, I.Ahmed ve IV.Murad dönemlerinde büyük onarımlardan geçirildiğini ve o sayede bugünlere kadar bozulmadan geldiğini söylememiz gerekiyor.)
Suudi idaresi, kafasının gerisinde olsa da, Arap Baharı ile artık sesini çıkarmaya başlayan bir ümmet, İslam dünyasında ve dünyada giderek etkinliği artan bir Türkiye ve Başbakanı ve de Orta Doğu'da değişen siyasi konjonktür gibi güçlü faktörler karşısında yeni bir diplomatik kriz yaratmak istemez de o canım revaklarımıza dokunmazsa ne ala. Ama aksi bir durum olur da revakları ortadan kaldırmaya kalkışırsa ve bu bütün çabalara rağmen bu eylem önlenemezse, onlara naçizane bir teklifim var: O revakları biz sökelim; bir arkeolojik çalışma yaparcasına, ihtimamla, tozuna bile zarar vermeden. Bizim olsunlar, zaten zikrettiğimiz gibi dedelerimiz yaptırmıştı onları. Birisinin olacaksa her durumda en hak sahibi olan biziz.
Ve Türkiye'ye getirelim onları. Mesela; yer temin edelim, İstanbul'da, Eyüp Sultan Hazretlerinin koynuna yerleştirelim ya da Konya'da, Hazreti Mevlana'nın başucuna. Herkes gözüyle görsün, eliyle tutsun, öpsün, okşasın. Kabe kokusunu alsın onlardan; ağlasın, sızlasın, övünsün, dövünsün. Belki o zaman kendimize gelir, “biz ne yapıyoruz” der, bir hayat muhasebesi yapar, bir davranış murakabesi kurar, bir ölçüde de olsa bu yalan dünyanın har güründen kurtarırız benliğimizi. Manevi büyüklerimizin salık verdiği üzere madde ile mana dengesini kurmaya çabalarız mizan terazide.
Şimdi buna bid'at diyenler, bizi maddecilikle suçlayanlar olacaktır; desinler suçlasınlar. Biz o maddeye değil onun taşıdığı manaya, yaşadığı, yaşattığı hatıraya saygı gösteriyoruz. Putçu mutçu da değiliz elhamdülillah. Ne demişti Hazreti Mevlana: "Canım var oldukça ben, Kur'an'ın kulu kölesi, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) ayağının tozu toprağıyım. Eğer bir kimse bu sözümden başka bir şey naklederse benden, o kimseden de o sözden de rahatsız olur incinirim!" İşte tam da bu manadadır sözlerimiz. O'nun tozunun tozunun tozunu sahipleniyor, seviyor, istiyoruz. Gerisi laf-ı güzaftır bizim için.
Bu konuda, benzer bir yazı yazdı diye tarihçi Murat Bardakçı'nın Suudi Arabistan'a girişi yasaklanmıştı bir yıl kadar önce. Bildiğim kadarıyla o yasak hala devam ediyor. Benim için de böyle bir karar çıkar mı bilmiyorum. Bunu zaman gösterecek. Şimdi, sadece “Belki Arap Baharı'nın esintileri Riyad'a ulaşmış ve mevcut yönetimi eski bağnazlıklardan, geçmişte yapılmış olan hayasızlıklardan kurtarmış, aklını başına getirmiştir” diye düşünmek istiyorum.
Ancak bu noktada çok da ümitli değilim. Zira Suudilerin, Ecyad Kalesi'nin yıkımı konusunda, Türkiye'nin itirazlarına verdiği cevabı (“meselenin kendi içişleri olduğunu, Türkiye'nin bu konuda söz söylemek hakkına sahip olmadığını, hatta daha da ileri giderek, (bana göre küstahça) tarihten söz edebilecek son ülkenin Türkiye olduğunu ve önce Ermeni meselesini halletmesi gerektiğini…") hatırlıyorum da…
Ama şundan şeksiz ve şüphesiz eminim ki kendi evinin, kendi kitabının ve kendi dininin koruyucusu olan yüce Allah, eğer izin vermezse, onların koyacakları solda sıfır yasağın esamisi bile okunmaz.
Ümmeti Muhammed nezdinde okuyucularımı bu konularda duyarlı olmaya davet ediyorum.
Selam ve dua ile.
Adı geçen yazar.Haber vaktim.com
Kabe'nin yeni şekli
(http://www.timeturk.com/resim/fotogaleri/2416/54397.jpg)
(http://www.timeturk.com/resim/fotogaleri/2416/81409.jpg)
tımeturk
Hz. Hatice'nin Evini Tuvalet Yaptılar
İslam'ın iki kutsal şehri Mekke ve Medine için çok söz söylendi ancak iki şehrin çehresini değiştiren mega-projeler gelecek adına oldukça endişe veriyor...
22 Ocak 2013 Salı 17:15
Dünyanın en yüksek emlak piyasasının bulunduğu yerlerin başında Monaco geliyor. Kumarhaneleriyle ünlü küçük prenslikte emlak fiyatları metrekaresi 43 bin dolara kadar varıyor.
Ancak son dönemlerde Müslümanların kıblesi Kabe'nin bulunduğu Mekke şehrinde metrekaresi 200 bin dolara kadar çıkan emlak fiyatları Monaco'ya rahmet okutturacak cinsten. Her karışı son peygamber ve sahabesinin izlerine, İslam'ın doğuşu ve gelişimine şahitlik etmiş Mekke'de öyle hummalı bir mega-yapılaşma hüküm sürüyor ki son yılların gözde şehirleri Dubai ve Abu Dabi'deki şatafatı dahi gölgede bırakacak gibi görünüyor.
Hz. Hatice'nin evi tuvalet oldu
İslam dünyasının kalbi Kabe'nin 600 metre yakınında yükselen ve 30 kilometre mesafeden görülebilen, Londra'daki Big Ben'i bile gölgede bırakan dünyanın en büyük saat kulesi Abraj el-Beyt ve Kabe'nin etrafını çevreleyen lüks oteller ve alışveriş merkezlerinden kurulu gösterişli projeleri artık duymayan kalmadı.
2011 yılında sona eren ve 15 milyar dolara mal olan bu projenin yerindeliği çok tartışılsa da sadece tartışıldığıyla kaldı. Kabe'ye tepeden bakan ve bütünlüğü içerisinde onu haritada küçük bir nokta gibi bırakan dev kompleks 1781 yılında Osmanlılar tarafından Mekke'yi korumak için inşa edilen Ecyad Kalesi yıkılarak yapılmıştı.
Ecyad Kalesi Suudiler tarafından 2002 yılında yıkılırken ülkemiz başta olmak üzere tüm dünyada teessüflere neden olmuş ancak bu tarihi ve kültürel miras yıkımına karşı yükselen seslere "Devlet otoritemizin kararına kimse karışamaz" cevabı veren Suudi Dışişleri Bakanı'na karşı hiçbir etkisi olmamıştı.
Mekke toprakları üzerinde milyonlarca ziyaretçiyi ağırlamak üzere birbiri ardına yükseltilen dev projeler birbirini izlerken İslam'ın ilk günlerinden bugüne dek ayakta kalmayı başarabilmiş sembolik ve kültürel değerlerinin çok ötesinde pek çok varlık da onlara yer açabilmek için göz kırpılmadan yerle bir ediliyor.
Örneğin Hz. Muhammed'in eşi Hz. Hatice'nin evi umumi tuvaletlere yer açmak için rahatlıkla feda edilmiş durumda. Peygamber'in büyük dostu ve halifelerinin birincisi Hz. Ebu Bekir'in evinin yerinde ise Hilton Oteli yükseliyor. Yine Hz. Peygamber'in torunlarının evlerinin yerinde bugün Kral'a ait saraylardan biri yer alıyor. Bunlar sadece kültürel miras olmakla kalmayıp dini açıdan da önemli sembolik değeri bulunan ama rant uğruna feda edilen sayısız mahalden ancak birkaçı.
Bu yıkıma cılız itirazlar sadece dışarıdan değil, Suudi Arabistan'ın içinden de geliyor. Örneğin 30 yıldır bu şekilde yok edilen tarihi ve dini yerlere fazlasıyla şahitlik etmiş olan Cidde Hac Araştırma Merkezi "Mübarek şehrin; kültürel varlığı, kültürü, kimliği ve doğal çevresi olmayan bir makineye dönüştürüldüğü"nü düşünüyor.
Suudi rejiminin Vehhabi anlayışını payanda yaparak gerçekleştirdiği bu dev yapılaşmaya karşı dağlar bile dayanamıyor ve bir bir ortadan kayboluyorlar. Ecyad Kalesi yıkılırken tıraşlanarak dümdüz edilen üzerinde kurulduğu tepe bunlardan yalnızca biri.
Kabe civarı ve Mekke topraklarında mantar gibi yükselmeye devam eden dev ve lüks projeler bu kadarla sınırlı olmadığı gibi hem tarihi hem de dini kültürel değerlerin yıkımı da salt Osmanlı yadigarı Ecyad Kalesi'yle sınırlı kalmıyor. Mekke'de ilk kuleleri hızla yükselen bir başka milyarlık proje de Cebel-i Ömer tesisleri. 100 bin kişiyi ağırlamak üzere tasarlanan bu büyük proje de 26 lüks otel, 4 bin mağaza ve 500 restoranı içeriyor. Dev apartman bloklarından oluşan bu yapının da kimi noktalarda 200 metre yüksekliğe ulaşması planlanıyor. Bunu takip eden bir başka proje ise El Şamiye muhitinde yükseliyor. 10 milyar dolarlık yatırım bedeline ulaşan ve tamamlanması an meselesi olan bu yapı kümesi de 400 bin metrekarelik bir cami eklentisi. Böylelikle Kabe'nin etrafını çevreleyen Mescid-i Haram'a 1 milyon 200 bin kişi için ibadet alanı sağlanmış olacak. Mescid-i Haram'ın Kuzey bölgesinde eklenti olarak yapılan bu ibadet alanının mal olduğu bedelse sadece 10 milyar dolarla sınırlı değil. Zira bu bölge şehrin en tarihi bölümü içerisinde yer alıyor ve ek kompleksin yapımı bu bölgedeki tarihi ve sembolik ne varsa yok edilmesi anlamına geliyor.
Vehhabilik kültürel değer dinlemiyor
Mekke'nin Doğu tepeleri üzerinde yapımı devam eden bir başka projeninse büyük ihtimalle Hz. Muhammed'in doğduğu semti yok edeceği öngörülüyor. Bu öngörüde bulunansa Londra'da İslami kültürel varlıkları korumak üzere kurulmuş olan İslam Mirası Araştırma Vakfı başkanı İrfan El-Alevi. El Alevi'ye göre dev projeler uğruna dini sembolik yerlerin tahrip edilmesi kesinlikle kazara olan bir şey değil tam tersine Suudi Arabistan rejimi tarafından resmen benimsenen "Vehhabilik anlayışı tarafından teşvik ediliyor". İslam'ın ve Kur'an'ın oldukça sert ve yüzeysel bir yorumuna dayanan Vehhabilik anlayışı Muhammed Bin Abdülvehhab tarafından 18'inci yüzyılda geliştirildi. O dönemde Suud ailesi tarafından korunan ve aileye damat olarak alınan Bin Abdülvehhab'ın, Vehhabi görüşü o tarihten itibaren Suudi iktidarının da resmi mezhebi olarak benimsendi. Türbe, kabir ziyaretlerini şirk sayan görüşe göre, tarihi ya da kültürel varlıklara özel bir değer atfedilmesi dinen sakıncalı. Bu anlayışa göre böylelikle sembolik ve tarihi varlıkların kutsallaştırılmasının, tabulaştırılmasının önüne geçilmiş oluyor. Ancak işin ironik tarafı aynı görüşü resmi mezhep olarak benimseyen Suud yönetiminin İslam'ın ilk yıllarının doğal müzesi niteliğindeki yapı ve coğrafyayı dümdüz ederken, kendi hanedanlarının beşiği niteliğindeki Dariya'nın Unesco'nun dünya mirası listesine alınması için büyük baskı ve ısrarlarda bulunması.
Mekke'de devam eden ve tarihi sembolik ne kadar yapı ve mahal varsa dümdüz eden uygulamaları üzüntüyle seyredenlere göre Mekke'yi "bir tür Disneyland" haline getiren bu yapılaşma bir başka açıdan İslam tarihinin bir müzesi olarak "Mekke'nin yok edilmesi" anlamına da geliyor. Son olarak Kabe'nin etrafını saran açık alanının genişleterek saate 130 bin kişinin ziyaretini sağlamak üzere başlayan çalışmaların Mimar Sinan tarafından tasarlanan kısımları yok edebilecek olması ya da Abbasi döneminden kalan sütunların itirazlara rağmen yıkılmış olması da bu pervasızlığın bir başka örneği.
Ancak bu tarih ve kültür yıkımının Mekke tam bir ticaret ve lüks şehir haline getirilirken durdurulması pek de mümkün görünmüyor. Çünkü artan taleplerle beraber şehrin gelecek yıllarda ziyaretçi kapasitesinin giderek artırılması kaçınılmaz. Mekke'ye yakın Cidde şehri havaalanı yılda 80 milyon yolcuyu ağırlayacak şekilde genişletilmeye başlandı bile. Hac ve Umre ziyaretçileri yoğunluklu yılda 12 milyon kişiyi ağırlayan Mekke'nin 2015'te bu kapasitesi 17 milyon kişiye çıkarılması planlanıyor.
Medine de tehdit altında
Madalyonun bir yanında Hac ve Umre ziyaretçilerinin artışıyla ihtiyaca cevap verme arayışı, öte yanda Mekke'yi lüks bir ticaret merkezi haline getirme çalışmaları... Madalyonun diğer yüzündeyse ortadan kaldırılmasında hiçbir sakınca görülmeyen ve buldozerlerle rahatlıkla dümdüz edilen tarihi, kültürel ve sembolik yerler... Ancak bu yıkımın mağduru sadece Mekke değil. İslam dini açısından en az onun kadar önemli olan Medine için de aynı tahribat söz konusu. Hac ve Umre ziyaretçilerinin bir diğer uğrak noktası olan ve Hz. Peygamber'in medfun bulunduğu Medine'nin de aynı hoyratlıktan nasıl muzdarip olduğunu Suudi Arabistanlı gazeteci Eşref İhsan El Fakih blogunda oldukça net dile getiriyor. El Fakih'e göre 30-40 yıldır hacılar için altyapı çalışması ya da sembolik yerlerin tabulaştırılmasının önüne geçilmesi bahanesi altında yapılan yıkımlar karşısında Hicaz bölgesi halkı kendi kimliklerinin silinmeye çalışıldığı yönünde bir komployla karşı karşıya olduğunu düşünüyor. El Fakih'e göre Mekke'deki modern yapılaşma ve onun getirdiği kültürel tahribat Medine'de de aynen yaşanıyor. Örneğin Hz. Muhammed'in vefatından sonra Müslümanların toplandığı ve ilk halifeyi seçtikleri Beni Saide Gölgeliği artık yok. Uhud Savaşı'na sahne olan Uhud Dağı yol genişletme çalışmalarının tehdidi altında dümdüz edileceği günü bekliyor. Hendek Savaşı sırasında Hz. Peygamber'in dua ettiği yerlerde kurulan yedi caminin yıkılması gerçekleştirilecek projelerin tehdidi altında. Dördüncü Halife Hz. Osman'ın Medinelilere su getirmek için satın aldığı su kuyuları unutulmaya terk edilmiş durumda. Kısacası El Fakih'e göre Ümeyyeoğulları, Abbasiler, Fatımiler, Memluklar ve Osmanlılar dönemlerinde korunması uygun görülen İslam tarihine ait varlıkların hepsi bugün Medine'de de yok olma tehlikesi altında.
Bu anlamda Medine'yi tehdit eden projelerden biri ise Mescid-i Nebevi'nin genişletilmesi projesi. Temeli kral tarafından geçen yıl atılan proje bitirildiğinde Medine'nin de herhangi bir Batı şehrinden farklı olmayacağı tartışılıyor. Pek çoklarına göre tüm bu çalışmalar "Mekke ve Medine'yi İslami tarih ve kimliğinden koparıyor". İslam'ın iki kutsal şehrinin karşı karşıya kaldığı tehlikeye dair pek çok görüş ileri sürülüyor ancak belki de bu tehlikenin niteliğini en iyi "Paris Hilton'un Mekke'deki alışveriş merkezlerinden birinde kendi mağazasını açacağını duyurması" haberi açıklıyor.
Aktüel.Habervaktim.com
Revaklardan sonra sırada Kâbe var!
29 Ocak 2013 Salı 01:30
Dünyanın muhtelif yerlerinden Mekke'ye gelip hac farizasını ifa eden müslümanlar evlerine döndü. Allah kabul etsin! Hacları mebrur olsun!
Önümüzdeki yıl hacca gidenler, büyük bir ihtimalle, Osmanlı revakları olmayan bir Harem-i Şerif görecekler. Osmanlı revaklarının yıkılmasıyla tavafın daha kolay yapılabileceği söyleniyor. Gerçekten böyle mi olacak, bunu göreceğiz.
Elbette, Osmanlı eseri olduğu için revaklara kudsiyet atfetmek, dokunulmaz saymak doğru değil. Kendini Mekke ve Medine'nin hadimi (hizmetçisi) olarak gören Osmanlı sultanı Kanuni Süleyman'ın mimarbaşısı Sinan'a Kâbe ve civarının yeniden düzenlenmesi vazifesi verdiği anlaşılıyor. Çünkü Mimar Sinan Harem-i Şerif'i de eserleri arasında sayıyor. İşte Osmanlı revakları olarak bilinen beş yüz küsur küçük kubbeli yapı ya Koca Sinan'ın bizzat nezaret ederek yaptığı bir eserdir, ya da planını çizip inşasını kalfalarından birine emanet ettiği bir yapıdır.
Bu tür mimarî eserlerin, kutsal bir yerde olması şart değil; dağbaşında bile olsa, dünya mirası listesindedir. Türkiye'de antik devirden bugüne ulaşan harabelere, Roma ve Bizans eserlerine gösterilen hassasiyeti hatırdan çıkarmamak gerekiyor.
Hiç şüphe yok ki, Osmanlı revakları zamanında hac farizasının mühim bir unsuru olan tavafın suhuletle ifasını sağlamak maksadıyla yapılmıştı. Yüzlerce yıl hizmet verdi, şimdi müslümanların nüfusu çoğaldı, ulaştırma imkânlarının gelişmesinden ötürü hacca gidenlerin sayısında çok büyük artışlar oldu.
Osmanlı revakları, tam bir Osmanlı hassasiyeti ile inşa edilmişti: Esas olan Kâbe'dir. Hiçbir yapı Kâbe'nin ehemmiyetini gölgelemeyecek ve görünmesini engellemeyecek!
Otuz kırk yıl öncesine kadar Mekke'ye gelen müslümanlar, revaklara rağmen, Kâbe'yi uzaklardan görebiliyordu. Suudi idaresi, revakların etrafına onu çevreleyen daha yüksek yapılar inşa etti. Bu bir çözüm olarak düşünüldüyse, demek ki, kısa vadeli bir çözümmüş!
Suudi yapıları, Osmanlı hassasiyetinden yoksundu, bu yüzden Kâbe'yi artık Harem-i Şerif içine girmeden görmek mümkün olamıyordu.
Suudi idaresi, Mekke'de sadece Osmanlı geçmişini değil, bütün bir medeniyet mirasını silip süpürdü. Bütün bunları hacıların rahatı için yapmış olabilir. Fakat, hassasiyetten yoksun bir inşai faaliyet ile karşı karşıya olduğumuz şüphe götürmez.
Gerçek bir mimarî uygulama, Osmanlının bıraktığı yerden sürdürülmeliydi. Osmanlı hassasiyeti korunmalı, mevcut Mekke şehrine dokunulmamalı, onun dışında yeni bir şehir kurulmalıydı.
Harem-i Şerif'de ise, Osmanlı nisbetleri korunarak revaklar genişletilecek şekilde bir çözüm bulunmalı, ya da revakların dışında yüksekliği onu aşmayan yeni revaklar veya Kâbe'yi kapatmayacak zerafette yapılar inşa edilmeliydi.
Osmanlı Mekke ve Medine'de maneviyatın, ruhaniyetin dili ile konuşmayı tercih etmişti. Suudi yapıcılığı ise bütünüyle maddiyat dilini kullanıyor. Artık Mekke bir maneviyat merkezi değil, maddenin alabildiğine yüksek sesle konuştuğu her hangi bir Avrupa veya Amerika şehri. Mekke'nin maddiyatı bugün bütün görünürlüğü ile gözümüzün önünde. Bir Amerikan şehrinin yüksek binaları, otelleri, İngilizlerin saat kuleleri şehrin hafızalardan silinmeyen siluetini teşkil ediyor.
Harem ve Kâbe ise bu maddî görünürlük ortasında zorlukla ulaşılan bir mekkân haline gelmiş durumda.
Ecyad kalesi yıkılırken konuştuklarımızı hatırlayalım. Kalenin yerine ne yapıldı? Şehrin ruhaniyetini ifade eden bir eser mi ortaya konuldu? Kral sarayının mütehakkim mevkiini tahkim eden başka binalar yapıldı.
Bırakalım, Osmanlı revakları da yıkılsın! Zaten Harem-i Şerif'e artık bir müslüman mimarisi örneği şehirden geçerek girmiyoruz. Yüksek binalarla dolu bir Amerika veya Avrupa şehrinden geçip Harem'e dâhil oluyoruz. Orada da tek dokunulmamış yapı Kâbe var!
Peki Kâbe dokunulmaz mı?
Kâbe bir timsal. Mimarî nisbetleri gayri muntazam. Böylece estetik harikası bir mimarî esere duyulan saygıyla ona yaklaşmıyoruz. Fakat, Kâbe de daha önce yıkılıp yeniden yapılmış. Yaklaşık bir insan boyunda iken, bugünkü yüksekliğe çıkarılmış...
Suudilerin son hamlesi şu olmasın: Kâbe görünmüyor! Onu yükseltelim! Beş, on yıl sonra, Körfez emirliklerindeki göktırmalayan kuleler yüksekliğinde bir Kâbe projesi ile karşılaşırsak, hiç şaşırmayalım!
16 kasım 2011'de Yeni Akit'te yayınlanan yazımızı Mekke intibalarımı kaleme almadan önce okuyucularımla tekrar paylaşmak istedim. İnşAllah konuyla ilgili yazmaya devam edeceğiz.
D.Mehnet Doğan.Habervaktim.com
03 Şubat 2013 Pazar 01:58
Şu günlerde Mekke'de Osmanlı revaklarının yıkılışının canlı şahidi olarak bulunuyoruz...
Zihnimizde günlerdir Süleyman Nahifi'ye ait olduğunu sandığımız bir beyit dolaşıp duruyor:
Her kime Kâbe nasib olsa, Huda rahmet eder
Her kişi sevdiğini hânesine dâvet eder
Gerçekten dâvetli miyiz?
Ehli-i irfanın ifadesiyle, "buraya dâvetsiz gelmek mümkün değil"! Hac için üç yıl önce müracaat ettiğimiz halde sıramız bir türlü gelmiyor, âni bir kararla Kaşgar ve Endülüs seyahatlerinde beraber olduğumuz Mehmet Sılay'la birlikte umreye niyetleniyoruz. Olan biteni görünce, hele de bu günlerde, 2013'ün ocak ayı sonu ve şubat başında, Mekke'de bulunmamızı bir şâhitlik çağrısı olarak görüyorum.
Konuyla ilgimiz okuyucularımızın malûmudur. Tarihî çevre konusundaki hassasiyetimiz bizi bu mevzularla meşgul olmaya sevk etti. Geçmiş yıllarda konuyla ilgili olarak bir hayli yazdık, çizdik. "Yaşayan Geçmiş" ve "Kaybolan Şehirler" isimli belgesellerin yapımında emeğimiz geçti. Büyük şairimiz Mehmed Âkif'in Ankara'da bulunduğu zaman ikamet ettiği Taceddin Dergâhı ve çevresinin kurtarılması, yaşatılması mücadelemizi bilenler bilir.
Ankara'nın merkezinde, Hacı Bayram Veli Camii civarının uzun süre belediyece yıkılmaya terk edilmesi üzerine kaleme aldığımız "Mahzun Hacıbayram" yazısının bir dönüm noktası olduğunu düşünüyoruz. Hacı Bayram Camii ciddi bir onarımdan geçirildi. Çevresi tanzim edildi ve şu sıralar sivil yapıların ihyası için hummalı bir faaliyet göze çarpıyor.
"Şehir ve kutsal" konusu üzerinde kafa yorduğumuz için Eyüp Belediyesi'nin sempozyumuna davet edildik ve orada "Yaşayan Sultanlar: Semerkand'da Şah Zinde, İstanbul'da Eyüp Sultan" başlıklı bir tebliğ sunduk. İstanbul'un fethi seferine yaşlı hali ile katılan Peygamberimizin Medine'deki ev sahibi Eba Eyyub el Ensari'nin İstanbul'daki türbesi ve çevresinde oluşan yapılaşma ile Semerkand'ın fethine katılan Resulullah'ın amca oğlu Kusem bin Abbas'ın şehid düştüğü yerde yapılan türbe ve zamanla etrafında teşekkül eden külliye hakkındaki bildirimiz ilgi ile karşılandı.
Bir seneye yakın zamandır gündemde olan Çamlıca Camii projesi ile ilgili ilk yazılarımız da kamuoyunun malûmudur. Burada, büyük cami yapmak değil, çevreye uyumlu, cemaati gözeten, aynı zamanda güzel ve mütenasib bina yapmanın esas olduğunu, camilerin, mabedlerin yüksek yerlere yapılmasının onların kadrini yükseltmeyeceğini, Kâbe örneğine dikkat çekerek ifade etmeye çalıştık.
Evet Kâbe, dağlık ve kayalık Mekke'nin irtifaı en düşük yerinde bina edilmiş... Mabudlarını yüceltmek için yüksek tepeleri seçen putperest dinlerin aksine.
Suudilerin benimsediği dini görüş, Vehabilik tarihe ve tarihî olana düşman bir akım. Bu yüzden birçok tarihi eser ortadan kaldırılmış durumda. Henüz ayakta bulunanlar da sırasını bekliyor!
20. yüzyılda devletleşen Suudilik, kendisinden öncesini umursamıyor. Ama kendi kısa tarihini önemsediğinden şüphe yok. Her yerde Suudi kralların isimleri ve resimleri var. Resimle arası iyi olmaması gereken bu anlayışın resmi dairelerde ve işyerlerinde kralların resimlerinin asılmasına nasıl müsaade ettiğinin bir açıklaması olmalı.
Mekke'de sadece tarihi yapılar ortadan kaldırılmıyor, tabii çevre de bu müdahaleden nasibini alıyor. Tepeler, dağlar düzleniyor.
Eski bir belediye başkanı şehircilik gözüyle bakınca şunları söyledi: "Kâbe'yi kuyunun içine atmışlar!"
Söylediği doğru: Kuyunun başına varmadan içindekini göremiyorsunuz!
Suudilere gelinceye kadar, Kâbe Mekke'nin en görünür yapısı idi. Onun etrafına yapılanlar Kabe'yi örtmüyordu. Hele Osmanlıların yaptığı (önce Kanuni zamanında, sonra şiddetli bir sel yüzünden 4.Murat zamanında) revaklar, Kâbe dikkate alınarak hem daha alçak, hem de sade, basit ve süssüz olarak yapılmıştı. Kemerler Kâbe'yi kapatmıyor, çevreliyor. Önemini böylece ortaya çıkarıyor.
İlk Suudi yapıları Mekke ile Kâbe'nin ilişkisini kesti. Artık Kâbe Mekke'yi göremiyor, Mekke de Kâbe'yi... Mekke Kâbe'ye hasret, Kâbe de Mekke'ye.
Osmanlı revaklarının yıkılışını ayan beyan görüyoruz. Kırıcı ve deliciler durmaksızın çalışıyor. Dört küsur asırlık kemerler, Kâbe'nin dört asırlık şahitleri yok ediliyor.
Bir tarih cinayeti işleniyor. Fakat hiç kimsenin sesi çıkmıyor! Dünya bu cinayete seyirci kalıyor...
D.Mehmet Doğan / Yeni Akit.Habervaktim.com
Sakın terk-i edepten!
Bir daha Mekke’ye gelebilecek, Kâbe’yi görebilecek miyiz?
Gelsek bile, şimdi arkasında oturduğumuz Osmanlı sütunları, revakları olmayacak.
Revaklar en tabiî ve basit malzemeden yapılmış. Mermer sütun başlıklarının ön sırada olanları Osmanlı işi. Arka sıradakiların bir kısmı devşirme, muhtemelen yakınlardaki tarihî yapılardan getirilmiş.
Kâbe’nin haremini, tavaf alanını çevreleyen sütunların üstündeki kubbeler bildik Osmanlı kubbeleri değil. Adeta Selçuklu-Osmanlı asker miğferi görünümünde. Üzeri kurşunlanmamış. Alemler taştan. Kubbeler kurşun yerine tamamen mahallî malzeme ile kaplanmış. Arka kubbeler hayli yayvan.
Dendanlar lâle şekilli. İki üç yerde mermer kullanılmış, geri kalanı taş. Bütün kemer aralarında Lâfza-i celâl (Allah) levhaları var. Bazı yerlerde, daha aşağıda, Muhammed ve dört reşid halifenin isimleri madalyon olarak konulmuş. Suudların yaptığı yeni kısımlarda sadece Lâfza-i celâl ve “Allahüekber” yazıları mevcut. Bir de kapılara, merdivenlere Suud kırallarının isimleri verilmiş. Kıral isimleri Kâbe’yi çevreleyen merdivenlerin üzerinde kapı ismi olarak yer alıyor. Bu isimler Kâbe ile karşı karşıya..
Yıkım tamamlandığında dört halifenin ismi silindiği gibi, Haremde Hz. Muhammed adı da silinmiş olacak… Artık Harem-i Şerif’te Muhammed’in kösü çalınmayacak, kesin olarak Suud’un borusu ötecek!
Lütfen dikkat: İslâm’ın temel ibadet mekânında İslâm Peygamberi’nin adı yok! Ama Suud kırallarının isimleri bir şekilde bu mekânda varlığını sürdürüyor!
Yavuz Sultan Selim zamanından beri Kâbe’nin hâkimi değil “hadimi”, yani hizmetçisi olma yolunu seçen Osmanlı sultanları isimlerini Harem-i Şerif’te kapılara vs. vermeyi düşünmediler. Tevazu ve alçakgönüllülük sözde değildi, her yerde ve her şeyde hissediliyordu.
Arabistan’ın yüzlerce, binlerce yıllık yokluk ve kıtlıkla imtihanından sonra günümüzde varlık ve servetle imtihanı yaşıyor. Bu imtihan çok çetin, çok müşkil… Büyük meblağlar İslâmiyeti bir hanedana, kabileye (isterseniz “devlete” diyelim) mal etmek için sarfediliyor. Bütün isimler, bu arada Hz. Peygamber’in ismi siliniyor, sadece Suudi kırallarına saygıya işaret eden isimler kalıyor.
40-50 yıl önce beton ve demirle yapılanlar da yıkılıyor. Yerine daha fazla beton ve demir kullanılarak yeni büyük yapılar inşaa ediliyor. Bu inşaî faaliyette Kâbe ölçü olmaktan çıkarılıyor. Nisbetler o kadar büyük ki, bu nisbetlerde Kâbe’nin hükmü yok!
Kâbe ve civarında her yeni çözüm, eskisinden daha fazla çözümsüzlük getiriyor. Binalar çoğaldıkça, kat sayıları arttıkça külfet artıyor, hac zorlaşıyor.
Mekke’nin tabiî dokusu neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış. İki tepe Safa ve Merve ancak karikatür olarak bırakılmış.
Kâbe’nin etrafı olduğu gibi bırakılsa, tabiî çevresiyle ve tarihî yapılarıyla korunsa ne olurdu? Elbette, hacc tabiatına uygun olarak ve kolaylıkla eda edilirdi.
Tavaf artık mermer levhalar üzerinde yapılıyor. Eskiden kumlar üzerinde yapılırmış. Mermer parlak ve gösterişli. Fakat gerçeği daha güzel, kızgın Arabistan kumları üzerinde tavaf daha heyecan verici olmalı.
1400 yıl önce Resulullah’ın yaptığı gibi kumlar üzerinde tavaf etmek, say yapmak… Şimdi ayağınız toprağa, kuma değmiyor. Her taraf asfalt, beton ve mermer kaplı.
Kâbe’nin etrafında Peygamber’den ve sahabeden kalan hatıralar hiçe sayılmış. Şimdi onları yerinde dünya kapitalizminin Hilton başta olmak üzere otelleri yükseliyor.Modernlik Kâbe’yi tamamıyla kuşatmış. Artık Mekke yok, Mekkeli yok.
“Şehirlerin anası” (Ümmülkura) artık bir şehir değil, otelkent!
Büyük şairimiz Nabî, Peygamberin kabrine ve mescidine saygısız davrananlar için
“Sakın terk-i edepten” diyor. Yani “edebi terk etme”. Daha açığı: “Edepsizlik etme”!
Bütün tavaf ehline tavsiyemiz, tavaf bittikten sonra civardaki Kâbe’nin üzerine düşecek gibi duran ucubeye (tower ve saat kulesi) doğru dönüp “edep ya hu!” demeleridir!
D.Mehmet Doğan.Haber Vaktim.com
(http://www.habervaktim.com/d/news/562881.jpg)
Suudlar Kâbe’yi de Yıkabilir!
Yazar D. Mehmet Doğan, Harem’i Şerif’teki “yenileme” çalışmalarını değerlendirirken, Suudların bir gün Kâbe’yi de “yıkabileceklerini” söyledi.
D. Mehmet Doğan, sessiz ama derinden çalışmalar yürüten gerçek bir aydın. Bugünkü AÜ İletişim Fakültesi’nin ilk(1972) mezunlarından.. O zamanki adı Basın Yayın Yüksekokulu olan İLEF’i birincilikle bitiren Doğan, Türk Tarih Kurumu, TRT, Kültür Bakanlığı ve RTÜK gibi kurumlarda önemli görevlerde bulundu.
Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı ve Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın kurucularından olan Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük’ü hazırlayan; Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi ile Türk Aile Ansiklopedisi’nin yayınını yöneten isim.
Bazı üniversitelerde yazarlık dersleri verdi.. Hareket, Türk Edebiyatı, Mavera, İslâm, İlim ve Sanat, İzlenim ve Nehir dergilerinde yazılar kaleme aldı. Halen Akit’te yazıyor, Türkiye Yazarlar Birliği’nin Şeref Başkanlığı görevini yürütüyor.
Suudilerin modernize politikalarından Harem’i Şerif’in şuan ki haline, yeni kitaplarından TYB’nin çalışmalarına, Türk insanının neden okumadığından Türkiye’nin aydın sorununa, sol ve muhafazakar camiaların içinde bulundukları durumlardan medyanın genel tavrına kadar pek çok konuda sorular yönelttiğimiz D. Mehmet Doğan, çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Doğan, ayrıca 28 Şubat sürecinin RTÜK’üyle ilgili son derece çarpıcı bilgiler verdi.
Umre’den yeni gelmişti, izlenimlerini Habervaktim’le paylaşan Doğan, Harem’i Şerif’teki “yenileme” çalışmalarını değerlendirirken, Suudların bir gün Kâbe’yi de “yıkabileceklerini” söyledi.
Mehmet Doğan’la söyleşimizin birinci bölümü şöyle:
HAREM-İ ŞERİF’TE DURUM İÇLER ACISI
-Umredeydiniz, nasıl geçti? İzlenimleriniz nelerdir?D. M. Doğan- Kısacık bir umre, sadece10 gün. Mekke, Kâbe, Medine, Kubbe-i Hadra… Zaman, kısıtlı. İbadet, muhasebe ve murakabe ile geçen günler. Bu arada Yeni Akit’e günlük yazmaya devam ettim.
-Suudiler Harem-i Şerif’te bir takım yenileme çalışmaları yapıyor. Bu konuda İslâm dünyasının görüşlerine başvurulmaması sizce ne anlama geliyor ?
D. M. Doğan- Suudilerin İslâm dünyasının görüşlerine başvurmak, onlardan yararlanmak, ortak İslâm aklını ortaya çıkarmak, Müslümanları ikna etmek-razı etmek gibi bir tutumları yok. Kendi görüşlerini, yaklaşımlarını en doğru olarak görüyorlar. İslâm dünyası kendi görüşlerine uyum sağlarsa ancak felaha erer diye düşünüyorlar. Onlar Mekke ve Medine’nin hâkimleri, sahipleri, onlar ne derse o olur!
-Çalışmalar kapsamında “Harem’deki Osmanlı izlerinin bir bir silinmesi” konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
D. M. Doğan- Mesele “Osmanlı izleri” meselesi değil. Dört yüz yıldan fazla zamandır Kâbe’yi çevreleyen, Harem-i Şerif’in tanzimi hususunda basit ama hâlâ geçerli düşünce temeline dayanan bir çözüm sözkonusu. Osmanlının veya başkasının olması o kadar önemli değil.
Tabiî şunu da gözden kaçırmayalım: Osmanlı büyük bir mimarî gelenek devraldı ve bunu çok geliştirdi. Yaptıklarını bu çerçevede yaptı. Osmanlının maddî izlerinin silinmesinden çok bu büyük mimarî geleneğin anlaşılması, bugüne uyarlanması esas olmalı.
(http://www.habervaktim.com/d/other/gom-008.jpg)
VAHABİLİK MODERNİZME TESLİM OLDU
-Modernize edelim derken, Harem ruhundan; çevresi Hz Peygamber’in hatıralarından adım adım uzaklaşıyor mu sizce de?
D. M. Doğan- Suudların benimsediği “vahabilik” modernizme, her türlü yeniliğe kökten karşı bir akım idi. Osmanlıyla zıtlığının temelinde de bu vardı. Selefiliği son noktaya kadar götürmüş bir zihin, bugün geldi modernizme külliyen teslim oldu. Çünkü kendi çözümleri yoktu, sıfır noktasındaydılar.
Bunu da daha yeni Mekke’yi, Medine’yi görmüş olarak söylüyoruz. Bu karşıtlığın nasıl bir aynılığa dönüştüğünü anlamak da mümkün.
Siz reddediyorsanız, bu reddin gereği olarak yıkıyor ve yok ediyorsunuz. Suudlar 19. Yüzyılın başında Mekke ve Medine’yi ele geçirdiler. Bid’at olduğu için bütün türbelerin kubbelerini yıktılar, kabir ziyaretini, bu arada Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etmeyi de yasakladılar. Bir şey daha yaptılar: "Hücre-i Saadet” denilen Peygamberimizin kabrini yağmalamadılar! Kubbe-i Hadra’yı, yani Peygamber kabrinin üstündeki kubbeyi, yıkamadılar. Osmanlı merkezinin talimatıyla Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ve oğulları Suudları mukaddes topraklardan çıkardı.
İkinci dalga yüz yıl sonra geldi…Birinci hamlede yapılamayanları sindire sindire yapmak için neredeyse yüz yıllık bir süre…Şimdilik sadece Kâbe kalacak…
DİNDEN ÇOK KAPİTALİZMİN DEĞERLERİNİN ORTAKLIĞI SÖZKONUSU
-Bu hususta Türkiye’nin yapabileceği bir şeyler olamaz mı?
D. M. Doğan- Türkiye bugüne kadar bir şeyler yapmış olmalı. Cumhurbaşkanı, Başbakan. Onlar da “ne olacak Türkler atalarının mirasını korumak istiyor” demişlerdir. Dünya hiç yok ortada. Afganistan’da budist mabedlerinin tahribi için ayaklanan dünya sanat, kültür, tarihi eser camiası, ortalıklarda görünmüyor. İslâmî devre ait eserler, Osmanlı yapıları korunmayı gerektiren, dünya mirasında yeri olmayan eserler olmalı!
Ya Türkiye’nin dinî kanaat önderleri, tarikat, cemaat temsilcileri? İçeride herkes birbirini çok basit konularda eleştirirken, Suudlara yönelik dedikodudan başka bir şey görülmüyor. Hatta işin ticaretini yapan bazıları Suudların tam bir tekebbür örneği olan, Londra’da Westminister Katedrali’nin kulesinin benzerini, Zemzem Tover denilen kule ve binayı yeni tanıtma broşürlerine iftiharla yerleştirmişler. Altı yüz katlı devasa bina ve onun önünde nokta gibi Kâbe... Bunlar neyi öne çıkardıklarını, alkışladıkların bilmiyorlar!
“Bilmiyorlar” diyoruz ama, kapitalizmin müşterekleri Suud’da olduğu gibi, bunlarda da aynı. Dinden çok, kapitalizmin değerlerinin ortaklığı sözkonusu.
“KÂBE KÜÇÜK KALIYOR, YÜKSELTELİM” DİYEBİLİRLER
-Şimdilik “Kâbe” dediniz. Yani bir gün Kâbe’yi de yıkabilirler mi?
D. M. Doğan-Bu tahakkümcü, tagallüpcü anlayış Kâbe’nin etrafını bu kadar değiştirdikten sonra, Kâbe’yi neden değiştirmesin? Kâbe çok katlı binaların kuşatması altında, adeta kuyuda gibi. Ta yanına varmadan göremiyorsunuz. Eskiden Mekke’ye gelen en önce Kâbe’yi görürdü, Kâbe’de Mekke’yi. Şimdi ne Mekke Kâbe’yi görebilir, ne de Kâbe Mekke’yi! Bu durumda pekâlâ “Kâbe görünmüyor, küçük kalıyor, bunu büyütelim, yükseltelim!” diyebilirler!
YARIN: MUHAFAZAKAR CAMİA ŞU SIRALAR KAPİTALİNİ MUHAFAZA EDİYOR
Fatih Akkaya / Habervaktim.com
Kabe Esir
Dİ Başkanı Mehmet Görmez gerçekten farklı bir başkan. Kalbimizden geçenleri dilimizin ucuna gelenleri söylenmeyenleri söylemeye çalışıyor. Hac zamanı Mekke'de TRT Türk kanalında söylediği sözler gerçekte diplomatik bir kriz çıkaracak kadar ağır sözlerdi. Söylenenlerin haklılığı bir yana bir Dİ Başkanı tarafından söylenmesi sözleri daha önemli kılıyordu. Haber anında Kabe Esir başlığı ile gazetelerin internet sayfalarına düştü. Haber ise şöyleydi " Kabe'nin etrafına yapılan ve dünyanın en büyük otelleri ve AVM'leri arasında gösterilen yapılara sert tepki gösterdi. Kabe'nin adeta 'esir' alındığını söyleyen Görmez şöyle devam etti: "İbadet mekanları bu kadar daraltılıp devasa binalar altında Kabe'yi esir bırakmasaydı. Ben ne zaman gitsem o etraftaki binalardan dolayı kalbimde Kabetullah mahzun".
Mekke'de olanlar bir imar hareketi değildir. Aralıklı olarak hacca gidenler her gidişlerinde bir önceki Mekke'yi yerinde bulamadıklarını itiraf etmektedirler. Ne Safa ne de Merve var artık Hacer'in koştuğu yerde İsmail'in bulduğu zemzem şimdilerde pet şişelerde plastik bardaklarda sunulmakta hüccaca. Efendimizin mübarek hatırasını yok etmek için her şey yapılmış. Ümmül Kura ( şehirlerin anası ) yok edilmekte Mekke inanç turizmi merkezine dönüştürülmektedir. Yapılanlar sadece devasa binalar dikmek yıkmak dağları düzlemek daha büyüğünü yapmak . Alev Alatlı bir makalesinde şöyle der " Bunları söyledikten sonra itiraf etmeliyim ki, bugüne kadar görkemli bir metropol görmedim ki, insan kemikleri üzerine bina edilmemiş olsun."
Mekke'de yapılan görkemli binaların Kabe'ye tepeden bakan saat kulesi otellerin temelinde yatanlar yukarıda sayılanlardır. Tunus'ta Mısır'da Müslümanların iktidara gelmemesi için liberal seküler darbeci kadrolara para yağdıranlar Mekke'yi inanç turizmi merkezi yapmaya çalışmaktadırlar. Kölelik düzenini devam ettirenler Kabe'yi esir etmişlerdir. Ümmetin yoksulluğu için harcanacak para Mekke'nin yok edilmesi için harcanmaktadır. Haccın içi boşaltılıp şekli bırakılmaktadır. İbrahim'in çağrısı açıkça bütün insanlara idi ve gücü yeten herkes beyti ziyarete çağrılmıştı. Bugün hac etmek beyti tavaf etmek sadece parası olan değil çok parası olanların yapabileceği bir ibadet haline gelmiştir. Hac ve umre bir meditasyon arınma olarak değerlendirilmektedir.
Diyanet İşleri Başkanının sözleri çok ciddi ve ağır ifadelerdir.
Hepimizin içindekini söylemiş ve bir tehlikeyi haber vermiştir . Bir alim olarak bizleri yapılanın gayretullaha dokunacağı konusunda bizleri uyarmaktadır. Sözleri mevcut Suud yönetimine karşı söylenmiş olarak algılanmıştır. Fakat Kabe'nin sahibinin geçmişte evini Ebrehe'ye karşı nasıl koruduysa aynı şekilde koruyacağını ama bu sefer bizimde o taşlardan payımıza düşeni alacağımızı hatırlatmaktadır. Bunu dert edindiği ve rahatsız olduğu bellidir. Bizleri de rahatsız etmeye çalışmaktadır. Fakat Kabe'yi esir alma girişimlerine verdiği tepki sadece Osmanlı revaklarının muhafaza edilmesi çabasında olan bir devletin resmi görevlisi olunca çok ciddiye alınmamış olabilir. Bu yapılanlara itiraz edecek olanlar devletler değil Müslümanlardır. Allah'ın beytine sahip çıkmak için illa NATO uçakları veya İsrail uçaklarının saldırması mı gerekmektedir. Kabe'nin bu hale düşürülmesine asıl cevap verip sahip çıkacak olan Türkiye Müslümanları ise duyarsız kalmayı karakter haline getirdiler tepki vermeyi çoktan bıraktılar. Her şeyi her tepkiyi sayın başbakandan bekler hale geldiler. Bu konuda da o tepki verip söz söyleyinceye kadar kulaklarının üstüne yatıp bekleyecekler. Mısır'da ki darbeye hükümetin tavrı netleşinceye meydanlarda Mısır'da ki kardeşlerine destek veren darbeyi protesto edenler İHH ve Özgür-Der di.
Son söz olarak esir alınmak ancak düşman bir güç tarafından gerçekleştirilecek bir eylemdir. Esir alınan Allah'ın evi ise esir edenler Allah düşmanlarıdır.
Mevlüt Yurtseven.timeturk.com