Tarih ilmi her alanda gelişip derinleşirken, Osmanlı ve İslama karşı duyulan nefret ve korkudan dolayı, kaba saba asılsız benzetmeler ve önyargılar nedeniyle, Avrupa´da İslam tarihi ya hiç öğretilmiyor yada aslından çok uzak bir şekilde okullarda öğrencilere okutuluyor.
Kendimden bir misal vereyim. Ben Almanya´da doğup büyüdüm. Burada 13 sene okula gittim. Okul hayatımda, tam 13 yıl süren tarih derslerinde birkere bile olsun 600 yıl hüküm süren Osmanlı anılmadı, anlatılmadı. Çanakkale Savaşı sanki hiç vuku bulmamıştı. Sanki Osmanlı sırf “Boğaziçindeki ihtiyar, hasta adam“ idi.
Bu tek taraflı eğitimden dolayı Almanya´da yaşayan türkler ve müslümanlar dahi, Osmanlı Tarihini öğrenme imkanı bulamıyorlar. Bunun yerine Lewis gibi önyargılı tarihcilere yer veriliyor. Mesela şu sözler Lewis´e ait: “Osmanlı medeniyeti, modern batı karşısında gerilemiştir.“ Bu tür düşünceler ve benzeri içerikli kitaplar, sözler, tartışmalar tüm tarih kitaplarını ve akıllarımızı bulandırmış bulunuyor.
Osmanlı Düşmanlığı elbette yeni bir mesele değil. 1500 yılında Gutenberg matbaasının kuruluşundan sonra ilk basılan kitap, İncil olarak bilinir. Fakat acı bir gerçektirki, ilk basılan kitap incil değil, Türklerin aleyhine yazılan, Türklere karşı kutsal savaşa çağıran bir kitap olmuştur. Ve bu kitap tüm ülkede dağıtılmışdır. O zamanlar İslamiyetin bayraktarı Osmanlı olduğundan, tek hedef onlar olmuş ve çukurlar Osmanlıya kazılmış…Çünkü çöküşüyle, İslamın sönmesi umulmuş.
Başka bir örnek meşhur Shakespeare. Shakespeare`in “4. Henry“ eserinde Kral 4. Henry sevdiği kıza gücünü göstermek için şöyle der: “Ben İstanbula gideceğim ve Türklerin sakalını yolacağım.“ Shakespeare´in bir çok eserinde Osmanlıya nefret sözcükleri bulunmaktadır....
Avrupa, “Osmanlı Hiristiyanlığın en büyük düşmanı“, ”Avrupa`nın korkulu rüyası“, ”Siyah ruhlular“ gibi korkuyu ifade eden tanımlamalardan kurtulamadı ve hala bu tanımlamaları kullanmakta.
Peki neden Tarih İslama hep düşman gözüyle bakmış?
Çünkü tarihi hep “kazananlar” yazmış. Lewis´in ifadesindeki “batı“da tarih yazarları hep kralların yazarları, hiristiyan rahibler olmuş. Onların İslama karşı hissettikleri korku ve nefretten dolayı, Osmanlı aleyhine yazılar yazılmış.
Ya şimdi? 21. Yüzyılda tarihin yazı masalarına artık vicanlı yazarlar, tarihciler otursun, emanet kavramının moral değerini bilenler buyursun.
Tarihin beyaz, temiz sayfalarını kirletenlere veda edilsin. Vicdan kalemiyle tarihe ayna tutanlar gelsin.
Geçmişi yalan bataklığından kurtarabilecek bilgide olan, ecdadımızın üzerimizdeki hakkını az da olsa ödemeyi çalışan bilgili halk gelsin.
Bu tür çalışmalar geleceğimiz için çok önem taşıyor. Kitaplar, sunumlar, tartışmalar, çoğunluk olarak türkçe dilinde olduğundan, kesinlikle iki dilli insanlarımız tarafından bu eserler diğer dillere tercüme edilmeli. Aynı şekilde diğer dillerdeki olumlu ve gerçekci yazılar, türkçe diline tercüme edilmeli.
Tabii ki ilk önce kendi insanımızın tarihine duyduğu soğukluk, yabancılık ve düşmanlıktan kurtulmaları elzemdir. Ancak o zaman sağlıklı bir adım atılabilinir. Çünkü tarih kişiliğin bir parçasıdır. Tarihi ile barış içinde olmayan bir toplum, kendi şahsı ilede barış içinde olamama tehlikesini taşır.
Bir tarihcinin asıl görevi nedir?
Çogu tarihcilerin yaptıkları “İlerlemeleri-Gerilemeleri” izlemeyi ve anlamayı sosyolog yapabilirler. Fakat bir tarihcinin asıl görevi, tarihin dinamiklerini anlamak için Bütün Tarihi Seferber Etmek olmalıdır.
Gerçek bir tarihci bütün “ilerlemelerin“ (bilim, teknik vs.) ağır bedelleri olduğunu ve belli alanlarda gerilemelerin mecburen olacagini bilir.
Çoğumuz tarihci olmadığımızdan dolayı bizlere başka bir görev düşüyor: Bilgilenmek ve yeri geldiğinde bilgilendirebilmek. Tarihimizi başkalarının bizlere öğretmesi gerekmez - zira bu alanda çok değerli ve güvenilir eserlerimiz mevcut.
Sümeyye Kılışaslan
Tarihi bozmak için neler yapıldı?
Tarihi bozmak için yapılanları bir zamanlar üniversitelerimizde okutulan, Dr. İlter Turan'ın kaleme aldığı bir kitaptan aktarayım:
1. Türk Devleti, kanunlarla ıslahat yapmak yerine, din esaslarına dayanmayan Batı devletleri kanunlarını doğrudan kabul ederek, dinin siyasî hayat üzerindeki etkisini bertaraf etme yoluna gitti. Bu suretle siyasî hayat üzerinde büyük nüfuz sahibi olan din âlimleri [ulema] sınıfının da otorite kaynağını ortadan kaldırdı. Kanunların halk tarafından benimsenmesi için, bu kanunların şu veya bu ülkeden aktarıldığı üzerinde durulmadı, kamuoyuna "uygar ülkelerin kanunları" diye takdim edildi.
2. Millî devlet, tekkeleri kapatarak ve tarikat faaliyetlerini yasaklayarak, bölücü ve devlet otoritesini zayıflatıcı niteliklerini asgariye indirmeye çalıştı.
3. Memlekette kullanılan kıyafetlerin Batı memleketlerinde kullanılanlardan ayrı oluşu, Batılılaşma çabasında olan bir toplumun bu yolu benimsemesine psikolojik bir engel teşkil ediyordu. Ayrıca Batı âdetlerini benimsemiş aydınların Avrupalı kıyafetlerle gezmeleri yanında geleneksel kostümlerin kullanılışı, zaten mevcut olan halk ayırımını kuvvetlendirici ve görülebilir şekle sokacak nitelikteydi.
Millî devlet, sosyal ayırımları görünebilir ve sembolik şekilde ifade eden kıyafetlerin giyilmesini yasaklayarak, yerlerine herkesçe giyilebilecek kıyafetlerin giyilmesini sağlamaya çalışarak, bu ayırımların zayıflamasına çalışmıştır.
4. Millî devrimin bir amacı, Türkiye'yi Asya ve Arap kültüründen çıkararak Batı kültürüne mâl etmekti. Sosyal ve siyasî hayatın her yönüne nüfuz etmiş olan dini bu yerinden çıkararak birey [fert] ile Tanrı arasında bir olay yapmak, Arap kültüründen çıkmanın başlangıcını teşkil ediyordu. Bunu gerçekleştirmek, dinin toplumsal kurumlarını ve görüntülerinin bir kısmını ortadan kaldırmakla mümkün olabilirdi. Devrimlerin izlediği yol da bu oldu. Ancak din gibi, hislere hitap eden bir kurumun zayıflaması, bir "his boşluğu" meydana getiriyordu. Bu boşluğu doldurmak veya diğer bir deyimle "bireysel" hislerin toplumsal hareketler şeklinde ifade edilmesini sağlamak için, millî hislerin geliştirilmesine, milliyetçiliğin yayılmasına çalışıldı. Mustafa Kemal'in kişiliğine yönelen bağlılık, sultan ve halifeye duyulanın yerini aldı. Milleti yüceltmek emel ise hiç olmazsa aydınlara erişilmesi güç, kendilerini vermelerini gerektiren bir ideal verdi. İhdas edilen millî bayramlar, düzenlenen törenler, dinî tören ve bayramlarda duyulan hislerin millî günlerde de duyulmasını sağlamaya çalıştı ve bunda başarıya ulaştı. (Dr. İlter Turan, Cumhuriyet Tarihimiz, s. 82-83).
Şimdi hepimizi uzun uzun düşündüreceğine inandığım konuya geçelim. Aynı ders kitabından aktarıyorum:
"Arap harflerini kullanmanın doğurduğu güçlükler milliyetçilerce düşünülürken, Sovyetler Birliğindeki Türk cumhuriyetlerinde Arap yazısı yerine Lâtin harfleri kabul edildi. Değişikliğin amacı Sovyet Türklerini kültürel bakımdan Türkiye'den ve dinî bağları olan Araplardan ayırmak olmasına rağmen, milliyetçi kadroya Lâtin harflerinin Türkçe için çok daha uygun olacağını gösterdi.
Alfabe değişikliğinin "en önemli ama-cı"na bir sonraki yazımız da bakalım...
24 Temmuz 2013 Çarşamba 00:08.Yavuz Bahadıroğlu.Haber vaktim.com
Harf devriminin en önemli amacı 2
Dünden devam ediyoruz, birleştirip tekrar okursunuz artık...
"İkinci olarak, Anadolu'da tarih boyunca kurulan uygarlıklar incelenerek, bunların Türk uygarlıkları olduğunun gösterilmesine çalışıldı. Anadolu uygarlıkları arasında, özellikle Sümerler ve Etiler üzerinde duruldu. Sümerler ve Etilerin tercih edilmiş olması sebepsiz değildir. Osmanlı Devletinin kalıntılarının yıkılmak istendiği bir devrede, Osmanlı tarihi incelenemezdi. Sonra gerek Selçuklu, gerek Osmanlı tarihinin araştırılması, Türklerin İslâm'a olan yakın ilgisini de belirtmek zorundaydı. Lâikleşme dönemin de İslâm'ın bir araştırma konusu edilmesi uygun düşmezdi. Hâlbuki Sümerler ve Etiler, Anadolu'da yaşamış oldukları gibi, Selçuklu ve Osmanlıların ortaya çıkardığı sakıncalar (yani Müslümanlık) onlar için varit değildi (çünkü onlar Müslüman değildi). Dolayısıyla onların pek de kesin olmayan Türklükleri—ki, bugün Etilerle Sümerlerin Türk olmadığı konusundaki deliller kesindir—üzerinde duruldu, kurdukları uygarlıkların "Anadolu Türk uygarlığı" olduğu ve Türklerin Anadolu'da uzun bir tarihe sahip olduğu gösterilmeye çalışıldı.
"Çalışmalar belirli bir gayeye hizmet etmek için yapıldığından zaman zaman bilimsellik dışına çıkmışlardır" (s. 93-94).
"Belirli bir gaye"den muradın ne olduğunu bugün hepimiz biliyoruz. Kitleleri dininden, dilinden, kültüründen, medeniyetinden, tarihinden koparıp Batılılaştırma gayesidir bu. Hatta bu "gaye"nin gerçekleşmesi için isyanlar tertiplenmiş, sehpalar kurulmuş, kelleler alınmış, arkada kandan bir iz bırakılmıştır.
Ama acaba umulan elde edilmiş midir?
Eğer bir türlü belini doğrultamayan, kendi ayakları üzerinde duramayan, bir asra dünya çapında birkaç deha oturtamayan fukara, ilmî gelişmelerin dışında, kabuğuna büzülmüş bir Türkiye murat ediliyordu ise, evet, umduklarını elde etmiş sayılabilirler.
Yok, kültürlü, dünyada sözü geçen ve ilim, fen, edebiyat, teknik sahalarında söz sahibi bir Türkiye murat ediliyordu ise, bunun hâlâ çok uzağındayız.
Zaten o yoldan yürüyüp parıltılı bir noktaya gelmek, geçmişi inkâr zeminine sağlam bir gelecek inşa etmek imkânsızdı. Gele gele inkârcıların gelebileceği bir noktaya gelmişiz: Hüsran noktası...
Bu noktadan geçmişi tahlile çalışırken, kahırlanmamak elden gelmiyor. Ancak kahırlanıp kalmak da çare olarak gözükmüyor. Bizce ilk çare, kaybettiğimiz değerleri, kaybettiğimiz yerlerde aramaya başlamaktır. Öncelikle ders kitaplarının yeniden yazılmasına ihtiyaç var.
27 Temmuz 2013 Cumartesi 01:24.Yavuz Bahadıroğlu