Devlet Sırrı....
İşsizdi, parasızdı, kalacak yeri, yiyecek ekmeği, iki satır muhabbet
edebileceği bir arkadaşı da yoktu. Nerden geldiği bilinmez "Küçükistan
Ceza Kanunu" diye bir kitap geçti eline bir gün onu okuyarak vakit
geçiriyordu ki,"Ülke başbakanına hakaret etmenin cezası altı ay" maddesini
gördü. Hemen kitabı kapattı. Gözlerini yumdu ve hayale daldı...
"Hah! Şimdi başbakana hakaret edeyim. Hem tüm hırsımı çıkartırım, hem
bütün gazeteler, televizyonlar benden söz eder meşhur olurum, hem de altı
ay ekmek elden su devletten düşünmem ne yiyeceğimi, böylece kışı rahat
rahat geçiririm...." Ertesi gün mitinge gitti, Küçükistan Başbakanı
konuşurken milletin arasından fırlayıp bütün gücüyle bağırmaya başladı. Ve başbakana hakaret etmeye….
Güvenlik kuvvetleri hemen müdahale edip adamı yaka paça aşağıya aldılar.
Ertesi gün mahkemeye çıktı. Şahitler dinlendi. Savunma alındı. Ve hakim
sonucu açıkladı. - Sanığın suçu sabit görüldüğünden yirmi yıl altı ay
hapsine karar verilmiştir... Adamın bu kararla birden gözleri karardı,
ayakta sendeledi, sonra kendini toparladı ve haykırdı:
- İtiraz ediyorum sayın yargıç.. Küçükistan Ceza Yasasının, şu maddesine
göre suçumun cezası altı ay.. Bana yirmi yıl fazla ceza veremezsiniz...
Hakim, acıyan gözlerle adama baktı:
- Haklısın oğlum. başbakana hakaret etmek altı ay, ama, devlet sırrını
açığa vurmak yirmi yıl....
Harun Reşit bir Ramazan günü Behlül ‘ e tembih etti:
“ Akşam namazına camiye git ve namaza gelen herkesi iftara davet et.”
Akşam oldu namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıkageldi.
Harun Reşit Şaşırdı:
“ Behlül bunlar kim ? Ben sana namaza gelen herkesi iftara çağır demedim mi?
Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin.”
Behlül:
“ Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz.
Namazdan sonra caminin kapısına durdum, çıkan herkese hocanın namazda hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu yalnızca bu getirdiğim kişiler bildi.
Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.”
“ Bir kişi namaza durduğunda ancak Rabbine müracaat eder.Çünkü o kişinin Rabbi, kıble ile kendi arasındadır.” ( Hz. Muhammed S.A.V.)
İnsan namaz aracılığı ile Rabbi ile konuşur, ona derdini anlatır. Rabbiyle dertleşmesidir namaz. İnsan bir dostu ile ya da ailesinden biriyle konuşurken nasıl da ona dikkat eder, onun söylediklerine koşullanır. Ya da ona bir şey anlatmak istiyorsa nasılda hırsla ve
güçle söyleyeceklerini aktarır değil mi? Peki ya namazda da aynı koşullanma ve özeni gösteriyor muyuz? İnsan kıldığı namazlarla kıyamet gün kendi elinden tutacak meleğini inşa eder. Ne denli kendine hakim kılarsa namazlarını o denli ihtişamlı bir melektir
beklen sevdalısını.
Allah ibadetlerini tam bir huşu içinde eda edenleri sever ve onları rahmet denizinden kana kana faydalandırır. Ki bu dünyada tattığınız hiçbir nimet cennetinizdeki türlü nimetlerin ve güzelliklerin yerini tutamaz.İbadetlerini gönül rahatlığı içinde ve tam bir huşu ile eda edenlerin akibetleri, ne huzurlu ne temizdir…Rabbim cümlemizi Rabbine dair yaşamıyla kendini Rabbine en iyi şekilde ifade edenlerden eylesin…
>Amin…
ODTÜ İşletme'nin deli ama çok bilge, hem en sevilen hem en nefret edilen profesörü Muhan Hocanın Strateji Yönetimi dersinin ilk saati öğretim üyelerinin bile katılımıyla geçer ki her senesi ayrı ilginçtir. Derslerinden birinden bir anekdot:
Muhan Soysal tepegöze bir Picasso resmi koyar. Herkes bakar bakar ama tarzı zaten kübik olan sürrealist resimde sanatla fazla ilgilenmeyenlerin anlayabileceği çok az şey vardır. Bozuk perspektifli bir oda, sarı uzun saçlı yaratığa benzeyen bişey. Etrafında başka yaratıklar, yerde yine bir yaratık ve arkadaki şekli bozuk içi parlak dikdörtgenin içinde başka bişeyler daha.
5-10 dakka hiçbişey söylemeden sınıfı izleyen hoca, birazdan Picasso'nun resmini alıp Meninas'in bir resmini koyar. Bu resimde sandalyenin üzerinde oturan sarı uzun saçlı bir aristokrat kızının etrafındaki dadıları onun saçını tararken yerde köpeği yatmaktadır. Ve babası arkasından ışık sızan kapıdan kızını izlemektedir.
Ancak ikinci resmi görünce Picasso'nun resmindeki öğelerin ne olduğunu ve bu resmin Meninas'in tablosuna gönderme olarak yapılmış olduğunu farkeder tüm sınıf.
Ve Muhan Soysal hiç unutamayacağımız dersini verir:
"Hayatta hiçbirşey Meninas'in resmi kadar belirgin ve net değildir. İş hayatı gerçekleri size Picasso'nun resmindeki gibi şekil değiştirmiş olarak gösterir. Picasso'nun resmine bakıp, Meninas'in resmini görebilenleriniz başarılı olacak, diğerleri kübik şekillere bakıp yanlış anlamlar çıkarmaktan gerçekleri hiç göremeyecek."
VE SON SÖZ......
Bir saatliğine mutlu olacaksanız, şekerleme yapın
Bir günlüğüne mutlu olacaksanız, balık avlamaya gidin
Bir aylığına mutlu olacaksanız, evlenin
Bir yıllığına mutlu olacaksanız, bir servete konun
Tüm yaşam boyunca mutlu olacaksanız, işinizi sevin...
ÇİN ATASÖZÜ
paylaşım için teşekkür ediyorum sıyırtık..Güzeldi,Behlül dane Hz. kıssası çok güzel ve ders verici nitelikteydi..
Sıyırtık kardeş.MaşAllah ,son günlerde gerek mesajların ,gerekse fıkraların gerçekten çok güzel.
Hiçte sıyrtık birisine benzemiyorsun. :oops: Bayaa hoş ve anlamlı yazılar.
Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh”
Ölüm acısı zordur****
“Ahmet Mekkî Efendi”, bir günki vaazında,Konuşurken, “Ölüm”den açılmıştı mevzû da. Biri ona sordu ki: (Efendim, bu insanlar, Acaba can verirken, ne kadar acı duyar?) Cevaben buyurdu ki: (“Ölüm”ün en hafifi, Öyle şiddetlidir ki, mümkün olmaz târifi. Ne zaman ki bir kişi, gelse ölüm hâline, Sanki konur “İki dağ” omuzu üzerine. öğnenin deliğinden çıkacak rûhu sanır, Yerle gök birleşir de, o arasında kalır. Sanki onun içinde, bir “Dikenli çalı” var, Onu tutup, ağzından, kuvvetle çekiyorlar. Bütün hücrelerine, takılmış dikenleri, Çektikçe parçalıyor, takıldığı yerleri. “Can verme”nin acısı, fazladır hattâ şundan, İnsana “Yetmiş” defa kılıç vuruluşundan. Fakat “Mü’min”, görerek hûri ve melekleri, Onların zevki ile, duymaz bu elemleri. Daha da şiddetlidir lâkin “Kabir azabı”, Hiç kalır buna göre, can verme ıstırabı. Çünki kabir, yakındır âhiret hayatına, Benzer azabları da, âhiret azabına. Bu kabir azabı da, böyle çok şiddetliyken, Hiç kalır “Mahşer”deki azablara nisbeten. Bir damlanın, deryaya nisbeti nasıl ise,
Bunlar da birbiriyle, edilmez mukayese. O meydanda “Bin sene” bekleşirken insanlar, Güneş, bir mızrak boyu yaklaşıp halkı yakar. Bir ayağın üstünde bulunur binbir ayak, Günahlarına göre, tere batar cümle halk. Öyle çok sıkışır ki, kâfirler izdihamdan, Temennî ederler ki, kurulsa hemen “Mîzan”. Derler ki: “Hesabımız görülse de hemence, Şu sıkıntılı hâlden, kurtulsak bir an önce.” Halbuki bilmezler ki, bitince sual hesap, Başlıyacak bu sefer, daha elîm bir azap. Çünki girecekleri “Cehennem”in ateşi, Öyle şiddetlidir ki, bulunmaz aslâ eşi. “Mahşer” meydanındaki acı ve sıkıntılar, “Cehennem azabı”nın yanında hiç kalırlar. Bir kum taneciğinin, kâinata nisbeti,
Ne ise, öyle çoktur Cehennemin şiddeti. Oradan bir kıvılcım, dünyaya düşse eğer, Onun hararetinden, bu dünya erir, biter. Hem kalmaz bir kararda, azablar Cehennemde, Gün geçtikçe şiddeti, durmadan artar hem de. Kalbinde zerre kadar “Doğru îmân”ı olan, Cehenneme girse de, çıkarılır sonradan.
HEPSİ ÎMÂN ETTİLER
Mevlânâ, tahsil için, Konya'dan bir gün yine, Şam'a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin'e.Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi, Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi. Gösteriş yapmak için, hazret-i Mevlânâ'ya, Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya. Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an, Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan. Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk; "Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk! Çok uğraştılarsa da, papazların birçoğu, Hiç indiremediler, havadan o çocuğu. Oğlan bağırdı ki: "Sizin yanınızdaki, O zâtın duâsıyla, işbu hâl oldu vâki.
Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan, Yoksa helâk olurum, yere düşüp buradan."
Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere, Dediler: "Duâ et de, o çocuk düşsün yere." Buyurdu ki: "Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu, Kelime-i şehâdet, kurtarır yalnız onu." Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere, Kelime-i şehâdet, söyleyip indi yere. Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi. "Allah, Allah" NİDÂLARIYLA
BİR ANDA KIRK YERDE
Birbirinden habersiz, kırk kişi, ayrı ayrı, Eve dâvet ettiler, bir gece Mevlânâ'yı. Hiçbirini kırmayıp, eylediler icâbet, Hepsi ile oturup, ettiler gece sohbet. Ertesi gün onlardan; birbirini görenler, Hemen birbirlerine, verdiler bunu haber. Ve lâkin diğerleri, şaşırarak bir nice,Dediler ki: "Mevlânâ, bizde idi dün gece."Halbuki hiçbirinde, değildi o büyük zât,Kendi hânelerinde, yalnız idi o saat.
TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN
Hazret-i Mevlânâ'nın, mübârek hanımları, Diyor ki, bir gün evde, görmedik Mevlânâ'yı. Halbuki biraz önce, otururdu odada, Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada. Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihâyet, Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet. Çevirmek isteyince, ayakkabılarını, Gördüm kenarında, Mekke'nin kumlarını. Nereden geldiğini, ondan suâl edince, Buyurdu ki: "Mekke'de, bir dostum vardı önce. Onun ziyâretine, gitmiştim biraz evvel, O kumlar da Hicaz'ın, kumlarıdır muhtemel." Düşündüm ki "Bu kadar, kısacık bir zamanda, Hicaz'a gidip gelmek, nasıl olur acaba?" O bunu anlayarak, buyurdu ki: "Velîler, Kerâmet ehli olup, sanki rûh gibidirler. Kısaltır Hak teâlâ, onlar için bu yeri, Bir adımda giderler, uzun mesâfeleri."
KARTAL VE BOHÇA
Seyyidet Nefîse ki, bir evliyâ hâtundur, Aliyyül Mürtezâ’nın, dördüncü torunudur. Hak teâlâ indinde, çok makbûldü duâsı, Meşhûrdu zühdü ile, ibâdeti, takvâsı. Ümmî idi ve lâkin, İslâm ilimlerinde, Âlim olup, bilgisi, pek çoktu her birinde. O devirde bir kadın, vardı fakir, ihtiyar,
Dört kızıyla, bir evde, otururlardı bunlar. Bu kızlar hafta boyu, iplik eğirirlerdi, Anneleri pazarda, satıp geçinirlerdi. Yine bir gün bu hâtun, ipleri aldı evden, Satmak için çarşıya, giderken sabah erken, Bohçası da başında, gidiyorken pazara, Bir kartal onu kapıp, kaçırdı uzaklara. Bütün sermâyeleri, o bohçadaydı zâten. Bayılıp düştü yere, kadın üzüntüsünden.
Kendine geldiğinde, gördü ki çok insanlar, Etrafına toplanmış, soruyor: “N’oldu, ne var?”
Anlattı hâdiseyi, dediler ki: “Ey hâtun, Ne için üzülürsün, ne kıymeti var bunun?” Dedi: “Onu satarak, geçinirdik hepimiz, Onu da kuş kaçırdı, ne yaparız şimdi biz?” Dediler ki: “Ey hâtun, bak Seyyidet Nefîse, Vardır ki, git derdini, ona söyle ne ise. Ricâ et, duâ etsin, o sana bu iş için, Onun duâsı ile, hâllolur elbet işin.” O hâtun geldi hemen, Seyyidet Nefîse’ye, Yalvarıp ricâ etti: “Bana duâ et” diye. Buyurdu ki: “Ey hâtun, edeyim pekâlâ, Elbette ki her şeye, kâdirdir Hak teâlâ Her mahlûkun rızkına, kefildir cenâb-ı Hak, Sen rızkı hiç düşünme, O gönderir muhakkak. Sen şimdi müsterih ol, râhatça evine git, O, rezzâk-ı âlemdir, O’ndan hiç kesme ümit.” Az sonra birileri, gelerek Seyyide’ye, Dediler: “Üç gün önce, binmiştik bir gemiye.
Ve lâkin su almağa, başlayınca gemimiz, Batma tehlikesiyle, karşılaştık hepimiz.Sizi vesîle edip, duâ ettik Allah'a, Çok şükür bu duâmız, bitmemişti ki daha, Bir kartal, hızla indi, geminin üzerine, Ağzındaki bohçayı bırakıp gitti yine. Onu açıp gördük ki, iplik dolu hep içi, O iplerle bağlayıp, hâllettik hemen işi. Duânızla kurtulduk, hamd olsun Rabbimize, Şu beş yüz dirhem dahî, hîbedir bizden size. Gerçi Hak teâlâdır, bunları yaptıran hep, Ve lâkin bu iş için, O sizi kıldı sebep.” Gözleri yaşararak, aldı onu eline, O ihtiyar hâtunu, dâvet etti evine. Gelince kendisine, buyurdu ki: “Ey hâtun, O ipleri pazarda, sen kaça satıyordun?” Yirmi dirhem deyince, buyurdu ki: “Pekâlâ, Bak sana daha fazla, gönderdi Hak teâlâ. O Allah ki kefildir, rızkına mahlûkatın,Rızık için boş yere, kendini üzme sakın.
Allah razı olsun kıssaların hepsidende çok değerli dersler çıkarılıyor. :x
GÖRDÜĞÜN HIZIR İDİ
Osmanlı pâdişâhı, Kânûnî zamanında, Yahyâ Efendi diye, vardı ki bir evliyâ. Sultan, Ağabey diye, ona hitab ederdi, Büyük zât olduğunu, bilir ve çok severdi. Velî Yahyâ Efendi, hazret-i Hızır ile, Sık sık görüşür idi, Allah'ın izni ile. Pâdişâh bu durumu, çok iyi biliyordu, Kendisi de Hızır’la, görüşmek istiyordu. Çıktı sultan bir gece, kayıkla gezintiye, Yanaştırıp kayığı, bir ara Ortaköy’e. Yahyâ Efendiye de, gönderdi ki bir haber; O da gelip bulunsun, kendisiyle beraber.
Yahya Efendi dahi, onun ricâsı ile, Gelip bindi kayığa, yanında birisiyle. Sultanın parmağında kıymetli yüzük vardı. O kişi, dikkatlice o yüzüğe bakardı. İyice farkedince, bunu Sultan Süleymân, O kıymetli yüzüğü, çıkarıp parmağından,Dedi ki: “Siz gâliba, bunu merak ettiniz,
Alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz.” O zât aldı yüzüğü, evirip çevirerek, Atıverdi denize, hem de gülümseyerek. Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunanlar, Çok hayret ettiler ki, acabâ bu ne yapar? Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti Pâdişâh kayıkçıya; “Kıyıya yanaş” dedi. O kişi tam inerken bir avuç su alarak, Uzattı pâdişâha, göz altından bakarak. Avcundaki o suda attığı yüzük vardı, Pâdişah bunu görüp, hayretten dona kaldı. Tutmak istediyse de, o kişinin elinden,
Lâkin o zât bir anda, kayboldu göz önünden. Sordu Sultan Süleymân, Yahyâ Efendiye ki “Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki?” “Efendim gördüğünüz, Hızır idi” deyince, Dedi: “Bunu ne için, demedin daha önce.” Buyurdu: “O kendini, tanıttı hükümdârım, Lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım.”
HAKÎKÎ SEVGİ NASILDIR?
Yahyâ bin Muâz ki, evliyânın büyüğü,Verâ ile takvâda, vardı çok üstünlüğü.Meşhurdu insanlara, vâz ile nasîhati, Çok insan o sâyede, buldular hidâyeti. Buyurdu:"Ey insanlar, gafleti atın artık, Dünyâ uyku gibidir, âhiret uyanıklık. Uyuyup rüyâsında, ağlarsa biri şâyet, Uyanınca sevinir, ferâhlanır o gâyet." Öyleyse Allah için, ağlayın ki bu demde, Rahata eresiniz o ebedî âlemde. Buyurdu ki: "Bir sevgi, hakîkî ise şâyet, Bir iyilik görmekle, hiç artmaz o muhabbet,
Ve yine bir kötülük, görse de sevdiğinden, Ona olan sevgisi, azalmaz eskisinden."Buyurdu: "Sen ne kadar, edersen Hakk'a tâat, İnsanlar da o kadar, sana eder itâat. Sen Allah'a ne kadar, eylersen günah, isyân, Sana dahi o kadar, karşı gelir çok insan." Ve yine buyurdu ki: "Doğru, hâlis âlimler, Sana, ebeveyninden, daha şefkatlidirler. Zîrâ onlar katarak, gündüze gecesini, Cehennem ateşinden, kurtarır en son seni, Ve lâkin ebeveynin, sana merhametinden, Kurtarır ancak seni, dünyâ felâketinden." Buyurdu ki: "Dünyâya, aldanma, iyi tanı, O hep dolup boşalır, sanki bir yolcu hanı. Bugün dünyâda isen, olmazsın belki yarın, Hazırla azığını, gaflete gelme sakın! Elini çabuk tut da, hazırlan bir an evvel, Zîrâ yaşayanlara, âni gelir hep ecel. Eğlenmeyi bırak da, ibâdet yapmaya bak, Zevk ü safâ sürmeyi, gel âhirete bırak." Buyurdu:"Bir âlimde, varsa dünyâ sevgisi, Onun, hiçbir kimseye, olmaz bir fâidesi. Zîrâ kendine bile, hayrı olmaz ki zâten, Nerde kaldı gayriyi, kurtarsın felâketten." Buyurdu:"Şâyet ölüm, konsa idi pazara, Ehlullah, başka şeye, vermezlerdi hiç para. Cehennem'e götüren, amelleri işleyip, Sonra kalkıp Cennet'e, tâlip olmak ne garip. Ahmak şu kimsedir ki, çok günah işlerde hep, Sonra Hak teâlânın, affını eder talep. Akıllı da şudur ki, dünyâyı terk etmeden,
Âhiret azığını, hazır eder gitmeden. Bilir ki âhiretin, tarlasıdır bu dünyâ, Eker tohumlarını çalışır ekseriyâ. Kabire girmeden önce oraya hazırlanır, Bilir ki her mümine, orada suâl vardır.
O, ölmeden öğrenir, cevabını onların, Bilir ki kendisine, sorulur bunlar yarın."Buyurdu ki: "Îmânın, tam doğruysa Allah'a, Sana, bundan kıymetli, bir nîmet olmaz daha.
Öyleyse kork ve titre îmânın gitmesinden, Zîrâ bir kelimeyle, gidebilir o senden."
siyirtik kardes gözümden kacmis bu güzel yazilarini okuyamamisim kusura bakma ama mükemmel :x
YA'KÛB-İ ÇERHÎ
Allah adamlarından, çok büyük bir evliyâ,Gazne'nin Çerh köyünde, teşrif etti dünyâya İlim tahsil etmeye, Herat'a gitti ilkin, Mısır ve Buhârâ'da bulundu tahsil için. Çeşitli âlimlerden, okuyup en nihâyet, Zâhirî ilimlerde, aldı mutlak icâzet. Dönmek üzereydi ki, sonra memleketine, Behâeddîn Buhârî'nin, tutuldu sevgisine. Onu görmek arzusu, öyle kuvvetlendi ki, Görünmez bir bağ ile, çekildi ona sanki.Tehir etti dönmeyi, bir hikmet vardır diye, Gitti büyük şevk ile, Behâeddîn Buhârî'ye. İçeriye girince, buyurdu ki bâhusus: "Tam dönecek zaman mı, bize geliyorsunuz?" Dedi ki: "Ey efendim, seviyorum sizi ben, Ve çok büyük zâtsınız, biliyorum yakînen." Buyurdu ki: "Yanılma, olabilir teşhiste," Dedi ki:"Resûlullah, buyurdu ki hadîste: "Hak teâlâ sever ve seçerse birisini, Kulların kalbine de, düşürür sevgisini." Behâeddîn Buhârî, tebessüm eyledi ve, Sonra "Biz azîzânız" buyurdu kendisine.
Bu Azîzân sözünü, işitince o zâttan, Gördüğü bir rüyâyı, hatırladı o zaman. Şöyle ki rüyâsında, denilmişti ki ona: "Ey Ya'kûb, sen de gidip, tâbi ol Azîzân'a." Ona karşı sevgisi, oldu daha ziyâde, Sonra da gitmek için, istedi müsâade. Dedi ki: "Ey efendim, gidiyorum ve lâkin, Çâre nedir, sizleri, çok hatırlamam için?" Çıkarıp verdi ona mübârek takkesini, Buyurdu: "Kullandıkça hatırlarsın hep beni." Ellerini öperek, ayrıldı huzurundan, Lâkin memleketine, henüz vâsıl olmadan. O zâtın muhabbeti, set oldu gitmesine, Yarı yoldan dönerek, huzura geldi yine. Dedi: "Yoldan çevirdi, beni muhabbetiniz, Lütfen kabul edin de, olayım talebeniz."
Buyurdu ki: "Bu işe, büyükler verir karar, Bakalım ki bu gece, bize ne buyururlar? Onlar kalb câsusudur, girerler kalbinize, Bakıp vâkıf olurlar, sizin himmetinize. Eğer kabul ederse, sizi büyüklerimiz, Bu gece belli olur, biz de kabul ederiz." Ya'kûb-i Çerhî der ki: "Çıktım başım önümde, Böyle çetin bir gece geçirmedim ömrümde. "Kabul edecekler mi, acep bu bîçâreyi?"
Diye düşünerekten, zor geçirdim geceyi. O sabah namazını, kılar kılmaz beraber, Buyurdu ki: "Ey Ya'kûb, müjde, kabul ettiler." Böylece hizmetine girdim bu büyük zâtın, Çıkardı zirvesine, beni her kemâlâtın."
İŞ HİZMETTE
Yûnus Emre, mânevî, bir işâret alarak, Vardı Tapduk Emre'nin hizmetine koşarak. Otuz yıl hizmet edip, zannetti ki, kendinde, İlerleme olmadı, mânevî âleminde. Üzüntüden kendini, atıverdi dağlara, Baş açık, yalın ayak, dolaşırken bir ara, Bir gün iki kişiye, rastladı birden bire,
Onları çok severek, dost oldu onlar ile. Yemek vakti gelince, duâ etti birisi, O anda indi gökten, yemek dolu bir tepsi. Üçü de yiyip içip, şükrettiler Allah'a, Akşam vakti öbürü, duâ etti bir daha. Yine aynı şekilde, bir tepsi indi gökten, Öyle ki bu yemekler, nefisti ötekinden. Üçüncüde Yûnus'a dönerek o müminler; "Sıra sende, şimdi de, sen duâ et." dediler. O zaman Yûnus Emre, kaldırdı ellerini, Dedi ki: "Yâ İlâhî, mahcup eyleme beni. Onlar kimin ismiyle, duâ ettiler ise, O zâtın hürmetine, bir sofra gönder bize." Duâsı biter bitmez, baktılar biraz sonra, İndi gökten bu sefer, daha büyük bir sofra. Dediler: "Ey arkadaş, nasıl oldu bu öyle, Sen kimin hürmetine, duâ ettin ki böyle?" Dedi ki: "Siz söyleyin, siz nasıl ederdiniz? Siz kimin yüzü suyu, hürmetine derdiniz?" Dediler: "Taptuk Emre, yanında hizmet yapan, Yûnus'un hürmetine, istiyorduk her zaman." Yûnus bunu duyunca, dergâha döndü yine, Yattı Taptuk Emre'nin, kapısının önüne. O zaman hocasının, görmüyordu gözleri, Evde, el yordamıyla, yürüyordu ekseri. Çıkıyorken, ayağı, takılınca bir şeye, Dedi: "Bizim Yûnus mu, gelip yatmış eşiğe." Ve elinden tutarak, kaldırdı onu yerden, Yûnus, Yûnusluğunu, kazanmıştı o günden. Dağdan odun taşırdı, yıllarca o dergâha,O mânevî kapıdan, ayrılmadı bir daha. Yûnus unutulmadı, yüzyıllar geçse bile,Zîrâ hizmet etmişti, üstâdına zevk ile.
[/b]
Birtanede benden olsun..
Yıldız ona sesleniverdi ansızın:
“Neden ağlıyorsun, çocuğum? Seni böyle hüzünlendirecek ne var?”
Çocuk, yanaklarından süzüle süzüle akan yaşları silerek yıldıza dedi ki:
“O kadar uzaktasın ki, hiçbir zaman sana dokunamayacağım.”
Ve yıldız, çocuğun hüznünü giderecek bir cevap verdi:
“Böyle uzaklarda durduğuma bakma, eğer yüreğinde olmasaydı asıl yerim, göremezdi beni senin gözlerin.” :)
Hak şerleri hayreyler
Zünnun-ı Mısrî anlatıyor:
Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehir kenarında bir de baktım ki, büyük ve korkunç bir akrep bana doğru geliyor. Çok korktum. Şerrinden Allah’a sığındım.
Fakat garip bir şeyler oluyordu. Anlatayım:
Akrep nehre geldiğinde, sudan büyük bir kurbağa çıktı ve akrebe doğru ilerledi. Akrep kurbağanın sırtına bindi; suyun üzerinde yüzüp gittiler. Ben de onların arkasından yüzüp, peşlerini takip ettim.
Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde, akrep kurbağayı bırakıp dalları büyük, gölgesi çok olan bir ağacın altına gitti. Ağacın altında Allah’a asi bir genç mışıl mışıl uyuyordu.
Kendi kendime:
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billah. Bu akrep nehrin öte kıyısından buraya bu genci sokmak için geldi” dedim. Akrep gence yaklaştığı zaman hemen onu öldürmeye karar verdim ve akrebe yakın bir yerde durdum.
Fakat bir de ne göreyim; karşıdan sürünüp gelen büyük bir yılan, uyuyan gence doğru hızla aktı. Ben dehşet aldım ve tam yılana hücum edeyim de genci kurtarayım derken; akrep yılana saldırdı, hızla yılanın üzerine çıktı ve yılanın başını sokmaya başladı. Öyle soktu ki, yılanı öldürmeden bırakmadı.
Yılan öldükten sonra, akrep hızla nehre döndü. Kurbağa onu nehir kıyısında bekliyordu. Akrep kurbağanın sırtına bindi. İkisi birlikte tekrar nehrin öteki kıyısına geçtiler.
Ben arkalarından onlara bakıp kaldım.
Nihayet dönüp gencin yanına geldim, uyuyan gencin başucunda durarak şu beyitleri söyledim:
“Ey uyuyan genç, Allah seni karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur. Yüce Allah’tan gözler nasıl uyur ki, sana Ondan bütün nimetlerin faydaları gelir.”
Genç benim bu sözlerimden uyandı. Kendisine olayı anlattım. Bunun üzerine genç tövbe etti, kötülüklerinden pişman oldu. Günahları için ağladı ve ölünceye kadar hayatı tövbekâr olarak devam etti.
Allah ona rahmet etsin.
BİR NAZAR
Vaktiyle dört arkadaş, gelerek bir araya, Tahsîl-i ilim için, geldiler Buhârâ'ya. Zâhirî ilimleri, öğrenip bir âlimden, İçlerine bir ateş, düşüverdi âniden. Dediler ki: "Öğrendik, zâhirî ilimleri,
Lâkin ihlâs olmazsa, gidemeyiz ileri. Bu ihlâsı kazanmak, mümkün olmaz bu yerde,
Yükselmemiz gerekir, bâtınî ilimlerde. Bâtın ilmini dahi, öğrenemezsek eğer, Bu tahsîl ettiğimiz, ilimler boşa gider." Bir kâmil-i mükemmil, kişi bulmak üzere, Medreseden ayrılıp, koyuldular sefere. Bu dört gençten birinin, ismi Seyyid Atâ'dır,Yâni Resûlullah'ın, evlâdından bir zâttır. Semerkant yakınından, geçer iken bu gençler, Bir ihtiyar kimseyi görür ve eyleşirler.
O kişi, çalılıktan, yakmak için evinde, Odun topluyor idi, onların geldiğinde. Dediler: "Şunun için, seferdeyiz şimdi biz, Bir kâmil rehber bulup, bağlanmaktır gâyemiz." Meğerse o ihtiyar, Zengî Atâ nâmında, Bir kâmil kişi imiş, Semerkant diyârında. Zengî Atâ cevâben, şöyle dedi gençlere: "Aradığınız benim, gitmeyin başka yere." Onlardan iki tanesi, ona tam inandılar, Velâkin Seyyid Atâ, hiç etmedi îtibâr. Düşündü: "Ben seyyidim, ilmim var, bu bir gerçek,Bu siyâhî kişi mi, beni irşâd edecek?" Kalben geçirdiyse de, bir an için bu fikri, Yine de yapıyordu, günlük vazifeleri. Yaptı o da yıllarca, riyâzet, mücâhede, Lâkin bir ilerleme, pek olmadı yine de. En son Anber Ana'ya, gelip arz eyledi ki: "Anacığım, üstâda, şunu haber verin ki, Seyyid Atâ soruyor: "Ne olacak benim hâlim? Yıllarca buradayım, açılmadı bu kalbim. Diğer arkadaşlarım, yükseklere çıktılar, Bendeyse ilerleme, olmadı zerre kadar." Dedi ki: "Sen bu gece, bir keçenin içine, Sarılıp, tevâzuyla yat kapı eşiğine. Seni böyle görürse, şefkat ile bir bakar, Onun bir tek nazarı, sana yeter ve artar." Seyyid Atâ o gece, girdi keçe içine,
Uzandı üstâdının, kapısı eşiğine. O gece Zengî Atâ, namaza kalktığında, Gördü ki biri yatar, eşiğinin altında. Tam basacak idi ki, göğsünün üzerine, O tutup ayağını, öpüp sürdü yüzüne.
Buyurdu ki: "Kimdir o, yatmış eşik önüne?" Dedi: "Seyyid Atâ'yım, muhtâcım himmetine."
Buyurdu ki: "Kalk yerden, düzeldi şimdi hâlin, Üzülme, bundan sonra, açılır artık kalbin."
O anda bir teveccüh, etti Seyyid Atâ'ya, Çıkardı tasavvufta, en üstteki noktaya. Onların bir nazarı, bulunmaz ganîmettir, İnsanı en alçaktan, bâlâlara yükseltir. Onların hürmetine, yâ Rabbî, affet bizi! Onların sevgisiyle, tenvîr et kalbimizi.
ŞAŞARIM KİBİRLİYE
Hazret-i Hüseyin'in, bir mübârek oğludur, Ve hazret-i Ali'nin, kıymetli torunudur. Muhakkak kılar idi, her gecede bin rek'at, Ölünceye kadar da, devâm etti bu tâat. Çok korkardı Rabbinden, ömrünün her ânında, Bilhassa titrer idi, abdeste kalktığında, Sebebini sordular, buyurdu ki o zaman: "Ben kimin huzûruna, çıkacağım birazdan?" Bir kimse arkasından, onu gıybet etmişti. Öğrenice, o zâta, gidip şöyle demişti: "Affetsin Rabbim beni, doğruysa sözün şâyet, Yok eğer yanlış ise, seni etsin magfiret." Bir gün hasta olmuştu, ziyârete gittiler, Sordu ki: "Ne maksatla, geldiniz bana sizler?" Dediler ki: "Efendim, seviyoruz sizi biz." Sordu yine onlara: "Ne için seversiniz?" Dediler: "Allah için, severiz biz sizi hep, Hâlistir niyetimiz, yoktur gayri bir sebep." Buyurdu: "Allah için, ederseniz muhabbet, Cennet nîmetlerine, erersiniz nihâyet. Eğer dünyâlık için, sevseniz de siz yine, Bolca kavuşursunuz, Dünyâ nîmetlerine."
Ziyârete geldiler, bir zaman kendisini, Emretti kölesine, yemek getirmesini. Köle, sofra elinde, çıkarken merdivenden, Yemek dolu o sofra, kayıverdi elinden. Altta küçük çocuğunun, üstüne düştü hem de, Mübâreğin çocuğu, vefât etti o demde. Köle bunu görünce, korkudan titredi hep, Düşündü ki: "Efendim, ne cezâ verir acep?" Buyurdu ki: "Hiç korkma, affeyledim vAllahi, Ve seni Allah için, âzâd ettim hem dahi." Buyurdu ki: "Şaşarım, kibreden kullara hep,
Zîrâ kibirlenecek, neleri vardır acep? Bir damlacık su idi, sonra bir leş olacak, Bundan gayri neleri, vardır gururlanacak?" Buyurdu ki: "Mahşerde nidâ eder bir melek: "Fazîlet sâhipleri, kalkıversin!" diyerek. Bir grup kalktığında, suâl eder melekler: "Sizin fazîletiniz, dünyâda neydi?" derler. Onlar der: "Sıkıntıya, katlanırdık durmadan, Kötülük yapanı da, affederdik her zaman." Melek der ki onlara: "Haydi girin Cennet'e." Sonra nidâ eder ki:"Sabredenler nerede?"
Bir grup kalkar yine, suâl eder o melek: "Siz dünyâda nelere, sabrettiniz?" diyerek. Derler ki: Rabbimize, ibâdet ederken biz, Her türlü zorluklara, sabrederdik hepimiz. Günahlardan sakınmak, çok zor gelse de bize, Sabreder, işlemezdik, uymazdık nefsimize." Onlar dahi gidince, şöyle denir bu defâ: "Allah'ın komşuları, gelsinler şu tarafa!" Kalkar başka bir grup, nidâ eder münâdî: "Ey insanlar, sizlerin, ameliniz ne idi?" Derler:"Biz Allah için, sevdik birbirimizi Allah için ziyâret, ettik diğerimizi, Allah için oturup, ederdik dînî sohbet, Allah için fakîre verirdik mal ve servet. Allah için giderdik, hep birbirlerimize, Dünyâ karıştırmazdık, hâlis niyetimize." Melek der ki:"Siz dahi, sonsuz kalın Cennet'te, Bu ihlâsın meyvesi, Cennet olur elbette."
ÂLİMİN KIYMETİ
Vehb bin Münebbih ki, Tâbiîn-i kirâmdan,Şiddetle kaçıyordu, her günah ve haramdan. Buyurdu ki: “Aklı ve ilmi varsa bir zâtın, Onu aldatmak için, gücü yetmez şeytanın. O, binlerce câhili, parmağında oynatır, Âlimin karşısına gelince, âciz kalır. Dağları parçalamak, kolay gelir şeytana Ve lâkin yaklaşamaz, böyle olgun insana. Bir çâresini bulup, kaçar onun yanından,
Câhillere yanaşıp, saptırır yollarından.” Dâvûd aleyhisselâm, buyurdu ki: “Ey Rabbim, Seni aradığımda, nerde bulabilirim?” Buyurdu: “Şu kulların, yanındayım ki her an, Ürperir kalbleri hep, benden korkularından Ey Dâvûd, şu kimsedir, en çok sevdiğim kişi, Bir günah karşısında, ürperir, titrer içi.” Dediler ki: “Ey Vehb, çok ibâdet eyleyen, İki zâttan hangisi, üstündür diğerinden?” Buyurdu: “Kimin çoksa, insanlara hizmeti, Hak teâlâ indinde, onun çoktur kıymeti. Hele uğraşıyorsa, âhiretleri için, Daha da kıymetlidir, indinde Rabbimizin.” Buyurdu: “Belâlara, uğrarsa insan eğer, Bilsin ki sıkıntıyla, yaşadı her peygamber. Aksine rahatlığa, kavuşursa o şâyet, Bilsin ki o büyükler, etmedi buna rağbet.” Buyurdu: “Çok uyuyan, çok yiyen, çok konuşan, Kimseleri çok kolay, aldatır la’în şeytan. Bir kimse ki, dînini, bilir ve korur onu, Şeytan onu görünce, değiştirir yolunu.” Îsâ aleyhisselâm, bir köye geldi bir gün, Gördü ki insanların, hepsi ölmüş topyekün, Dönüp havârilere, buyurdu: “Bakın, bu halk, Allah'ın gazâbına, uğramışlar muhakkak. Dağınık ölmemişler, gösterir ki bu dahî, Birden gelmiş onlara, bu azâb-ı İlâhî. Îsâ aleyhisselâm, nidâ etti o zaman, Bir tânesi dirilip, ayağa kalktı heman.
Buyurdu ki: “Suçunuz, ne idi ki acabâ, Böyle, toplu olarak, uğradınız azâba?” Dedi ki: “Biz dünyâyı, fazla benimsemiştik, Çocuğun annesini, sever gibi sevmiştik. Girince kalbimize, dünyanın muhabbeti, Gâfil olduk Allah’tan, unuttuk âhireti. Îkâz da etmediler, bizi âlimlerimiz, Ve bir sabah âniden, böyle oldu hâlimiz.” Buyurdu: “Suâl ettim, tam yedi yüz âlime, Kime denir akıllı, zekî ve zengin diye? Öğrendim ki akıllı, soğumuştur dünyadan, Âhiret hazırlığı, içindedir durmadan. Zekî de rağbet etmez, dünya mâl-ü mülküne, Aldanmaz bu geçici ve yalan zevklerine. Zengin ise rızkına, kanâat eyliyendir, Başkasının malına, aslâ göz dikmeyendir.” Bu mübârek zâtların, hürmetine İlâhî, Akıllı olanlardan, eyle sen bizi dahî.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsi hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzili buyurdu ki, Hocam şöyle anlattı" şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri; "Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz" demesi üzerine buyurdu ki:
Ben evden bir şey getirmedim. Ne kazanmışsam dergahta kazandım. Hocamdan öğrendiklerimi "Allahü teâlâ buyurdu ki, Resulü buyurdu ki" veya "Ben diyorum ki" diyerek pek çok şey anlatabilirim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile, olan hocama karşı edebe riayet ederek, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan kimsede hayır yoktur. En iyi âlim, kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değil, nakleden, vasıta olandır. Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar aynıdır, değişmez. Nakleden aziz, nakilsiz konuşan rezil olur.
ÂŞIKTI PEYGAMBERE
Tâbi’în-i kirâmdan, âşıktı Peygambere,Her hâli, bir ibret ve nasîhatti bizlere. İhtiyar, gözü görmez, vardı ki bir annesi, Yok idi ondan başka, dünyâda bir kimsesi. Yemen’de deve güder, ne verilse alırdı, Yarısını fakîre, sadaka dağıtırdı. Yanıp tutuşuyordu, Resûl’ün aşkı ile, Hâtırdan çıkarmazdı, Rabbini, bir an bile. O yaşlı annesine, yaparak her gün hizmet, Çok hayır duâsını, almıştı uzun müddet. İzin istediyse de, Resûlü görmek için, Kimsesi olmayınca, vermedi ona izin. Peygamber Efendimiz, o mübârek yüzünü, Yemen’e çevirerek, buyurdu ki bir günü: “Rahmet yeli esiyor, şu Yemen tarafından, Orada, Üveys diye, vardır ki bir müslüman, Kıyâmette o kişi, Allah'ın izni ile, Şefâat edecektir, milyonlarca kişiye.”
Harem bin Hayyân der ki, merak ettim Üveys’i, Bir gün onu gördüm ki, çok zâifti bünyesi. Sordu bana: “Ey Harem, niçin geldin buraya?” Dedim ki: “Zâtınızı, görüp de tanımaya.”
Buyurdu ki: “Bir mümin, tanıyınca Rabbini, Lüzum yok tanımaya, O’ndan gayri birini.” “Yine söyle!” deyince, buyurdu: “Yattığında, Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında. Günahın küçüğü de, çok büyüktür muhakkak, Zîrâ o günahı da, nehyetti Cenâb-ı Hak.” “Az daha söyle” dedim, buyurdu ki: “VAllahî, Baban ve deden gibi, öleceksin sen dahî.” Rebî’ der ki, ben Onu, gittiğimde görmeye, Sabahı kılıyordu, başladım beklemeye. Tesbîhini bitirip, kuşluğa kalktı hemen, Sonra kıldı öğleyi, hiç aralık vermeden. Bir namazı bitirip, kalkardı diğerine, Görüşmek ümîdiyle, bekliyordum ben yine. Böyle, üç gün üç gece, uyumadı, yemedi, Sonunda el kaldırıp, şöyle duâ eyledi:“Sana sığınıyorum, yâ Rabbî, şu şeylerden; Çok yiyen karın ile, çok uyuyan gözlerden.” Ben bunu işitince, dedim: “Yeter bu bana. Bundan ibret almazsam, lüzum yok gayrısına.” Bir dostu kendisini, ziyârete gelmişti, “Nasılsınız?” deyince, şöyle cevap vermişti:
“Bir insan ki, yârına, bilmez çıkacağını, Tahmin et, sen o kulun, nasıl olacağını.” Dedi: “Nasîhatınla, tenvîr et biraz beni.” Buyurdu ki: “Ey kişi, bilir misin Rabbini?” “Biliyorum” deyince, buyurdu: “Öyle ise, Bilme başka birini, O kâfi gelir size.” “Bir nasîhat daha et”, deyince de Üveys’e, Sordu ki: “Rabbin seni, biliyor mu ey kimse?” “Elbet bilir” deyince, buyurdu ki bu sefer: “Öyleyse başkaları, seni hiç bilmesinler. Bir kulu ki, Allah'ı, bilirse onu şâyet, O’ndan gayri birinin, bilmesine yok hâcet.”
Buyurdu ki: “Yükseklik, istiyorsa bir insan, Tevâzû etmelidir, her kişiye, her zaman. Şerefli olmak için, takvâ ehli olunuz, Râhatlık ararsanız, tevekkülde bulunuz.”
GİZLERDİ KENDİSİNİ
Bir an geri durmazdı, Rabbine ibâdetten, Buna rağmen kendini, gizler idi herkesten. Kalbi Resûlullah'ın, dolu idi aşkıyle, Aslâ unutmuyordu, Rabbini bir an bile. Kimseyi incitmedi, incinmedi kimseden, Her hâli insanlara, ibret oldu tamamen. Resûlullah, vasiyet, etmişti sahâbeye, (Bu hırkamı götürüp, verin Veysel Karânî’ye.) Alî bin Ebî Tâlip, bir de hazret-i Ömer, Bu mübârek hırkayı, Kûfe’ye götürdüler. Sorup araştırdılar, onu Kûfelilerden, Lâkin tanımadılar, Üveys’i târiflerden. Dediler: “Üveys diye, biri var bu beldede, Lâkin aradığınız, o değildir herhâlde. Zîrâ divânedir o, çok tuhaftır hâlleri, Anne denen vâdide, deve güder ekserî.
Kaçar hep insanlardan, hiç gelmez aramıza, Çok zaman yalnız olur, sokulmaz yanımıza. Halk ağlasa o güler, herkes gülse o ağlar, Böyle garip biriyle, sizin ne işiniz var?” Hazret-i Ömer Fârûk, buyurdu ki cevâben: “Odur aradığımız, gösterin bize hemen.” Sonra târif edilen, mahâle yürüdüler, Yaklaşınca, Üveys'i, namaz kılar gördüler. Bekledi Ömer Fârûk, bitirdi namâzını, İletti hemen sonra, Resûl’ün selâmını. Dedi: “Resûlullah'ın, size selâmları var,
Şu kendi hırkasını, size etti yâdigâr.” Ve buyurdu ki: “Üveys, giysin de bu hırkayı, Günahkâr ümmetime, bol eylesin duâyı.” Veysel Karânî sevinçten, şaşkına döndü birden, Resûl’ün hırkasını, alarak ellerinden, Sevgi ve saygı ile, öpüp sürdü yüzüne, Üzerine kapanıp, duâ etti Rabbine: “Yâ Rabbî, bu mübârek, hırkanın hürmetine, Merhamet et günahkâr, Muhammed ümmetine.” Lâkin Veysel Karânî, kalkmadı yerden heman, Onlar başı ucunda, beklediler çok zaman. Öyle uzun sürdü ki, pekçok merak ettiler, “Acabâ emr-i Hak mı, vâki oldu?” dediler.
Hatta endîşeleri, çoğaldı beklemekten, Seslendi Ömer Fârûk, “Yâ Üveys!” diyerekten. Başını kaldırarak, buyurdu ki: “Yâ Ömer, Az daha bekleyip de, çağırsaydınız eğer, Rabbim affediyordu, bu ümmeti tamâmen, Çağırdınız, bir kısmı, kaldı affedilmeden.” Bu Üveys-i Karânî’nin, hürmetine İlâhî, Bu sevgiden bir nebze, ihsân et bize dahî
Allah razı olsun kardeşim..
Alıntı Yap
Bu Üveys-i Karânî’nin, hürmetine İlâhî, Bu sevgiden bir nebze, ihsân et bize dahî
amin..
Üveys el Karani hazretleri...Efendimizi dünya gözüyle göremeden onun ne kadar sevilebileceğini tüm ümmete yaşarak öğreten değerli mana büyüğü..
Dünya gözü ile göremedi ama belki mana gözüyle defalarca gördü Efendimiz Aleyhissalatu Vesselamı..
Bu dünyada makamında ziyaret etmeyi çok istemiştim..Şükür ki Rabbim nasip eyledi..
Rabbim şefaatlerine nail eylesin..