Tarihçinin görevi teşhis ve tespittir. Yargılamayı Allah yapar. Herhangi bir kişi hakkındaki en yanılmaz hükmü sadece Allah verir...
Bu bakımdan padişahların, sadrazamların, vezirlerin ve hepimizin hesap vermemiz kaçınılmazdır. Günah işleyen padişah bile olsa bunun sonuçlarına katlanacaktır.
Bir nokta daha: Tarihçi, tarihin (ve tarihi şahsiyetlerin) ne avukatı, ne yargıcı, ne de cellâdıdır.
Bu girizgâhtan sonra, diyeceğim şu ki, Şehzade Mustafa’nın katlinde gerçi Hürrem Sultan’la Sadrazam Damat Rüstem Paşa’nın parmağı var, ama Şehzade’nin bazı yanlış davranışlarının da bunda büyük payı olduğu kesin.
Şehzade öyle şeyler yapmış ki, babası (Kanuni), tahtı üvey kardeşlerinden (Bayezid, Cihangir ve Selim) kapmak için, Şehzade Mustafa’nın bir isyan hazırlığında olduğuna, hatta bunun için İran Şahı Tahmasb’la gizli ittifak kurduğuna inanmış.
Sonuçta bu inancını pekiştiren delilleri dönemin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’ye aktardı ve ondan “idam” fetvası istedi. Şehzade Mustafa, bu fetva ile idam edildi. Şehzade Mustafa’nın idamı yüksek mahkeme kararıyla gerçekleştiği için, bundan ne Kanuni’yi ne de Hürrem Sultan’ı sorumlu tutmamak gerekiyor.
Hürrem Sultan elbette kumasının (Şehzade Mustafa’nın annesi Mahidevran Sultan) oğlu yerine kendi oğlu Selim’in padişah olmasını istiyordu. Çünkü Selim ancak padişah olursa hayatta kalabilecekti. Hangi anne evlâdını hayatta tutmak için mücadele etmez?
Şimdi söyler misiniz lütfen: Oğlunu hayatta tutmaya çalıştığı için hangi anne suçlanabilir? Ama Hürrem Sultan insafsızca suçlanmış, Kanuni’yi etkilediği için “Cadı Kadın” ilân edilmiştir.
Oysa her kadın kocasını etkilemeye çalışır. Kuşkusuz o da etkilemeye çalışmıştır. Zaman zaman etkilemiştir de... Ancak bunun bir sınırı vardır: O da “devlet menfaati”dir. Devletin birliği-dirliği uğruna kardeşlerini ve hatta oğullarını feda eden (Fatih Kanunnamesi) Osmanlı padişahları, kadın sözüyle devleti tehlikeye atabilirler mi?
Osmanlı’da devlet “din” gibi algılandığından (devletin zayıflaması dinin zayıflaması olarak değerlendirilirdi), dine “kadın uğruna” zarar verebilirler mi?
Yavuz Padişah’ın sözlerini hatırlayalım:
“Ben bu saltanatı, ümmete hizmet içün pederumun elinden aldum ve ıslâh-ı âlem (insanların ıslahı ile mutluluğu) uğruna birader ve biraderzadelerimi (kardeşlerimi ve çocuklarını) feda eyledum...
“Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile din-i mübînin te’yidine uğraşıyorum. Eğer İslâm’ı ihyâ etmek (geliştirmek, hayata geçirmek, yaşamak ve yaşatmak) maksudunuz (isteğiniz, niyetiniz) değilse, benum de nefs-ül emirde (işin gerçeği) saltanata kat’a hevesum yoktur.”
Kardeşlerini, bazen oğullarını katlettirdikleri için onları suçlamak yerine anlamaya çalışmak lâzımdır.
Eğer “Veliaht” gözüyle bakılan Şehzade Mustafa Bey, bundan fazlasıyla etkilenip, “Babam kocadı, dedem Selim Han’ın yaptığı gibi yapıp yerine geçme vakti geldi” türünden, Safevi Şahı Tahmasb’a mektuplar yazmasaydı ve bunlar bir şekilde Kanuni’nin eline geçmeseydi, Hürrem Sultan’ın oğlunu tahta geçirme çabası sonuçsuz kalabilirdi.
Şehzade Mustafa bunları yapmakla da kalmadı, valilik yaptığı Amasya’da kendi adına “tuğra” da çektirdi...
Osmanlı’da yalnızca padişahların tuğrası olur. Tuğra, sadece bir “imza” değil, aynı zamanda gücün, yani saltanatın da sembolüdür.
Bu yüzden hiçbir şehzade ya da sadrazam, kendine tuğra çektiremez...
Bunu göze almak, padişaha rakip olmak anlamına gelir ve ölümü göze almakla eşdeğer sayılır.
Şehzade Mustafa, kim bilir hangi dürtü ile (belki de çevresinin teşviki olmuştur) böyle bir işe girişmiş, Padişah babasına rakip olarak ortaya çıkmıştır.
Bu durumda Kanuni açısından iki yol kalmaktadır: Ya iki başlı, iki parçaya bölünmüş, dolayısıyla zayıf düşmüş bir devlete razı olacak (ki o takdirde de kardeşler birbirlerine saldıracağı için yine iç savaş kaçınılmazdır), ya da saltanat iddia edeni (oğlu bile olsa) “izale” edecektir (öldürecektir).
Bölünme-parçalanma ihtimalini hiçbir padişah göze alamayacağından dolayı, geriye kala kala ikinci şık kalıyor...
Kanuni de çaresizlik içinde ikinci şıkkı seçti ve ağlaya ağlaya oğlunun idam hükmünü imzaladı.
devamı var..
yavuz bahadıroğlu
zs2))Allah razi olsun devamini bekleriz
Yıl 1553... Kanuni’nin son yılları (6/7 Eylül 1566’da ölüyor)...
Osmanlı, en parlak dönemlerinden birini yaşıyor...
Devletin muktedir kadroları, yenilmez bir ordusu, arada kriz filan çıksa da genel olarak sağlam bir maliyesi, ülke çapında yoksul bırakmayan bir sosyal yapısı var...
Ama aynı tarihte bir büyük olumsuzluk gelişiyor: İran’daki Safevi Devleti tehlike arz etmeye başlıyor...
Osmanlı barış arıyor ama mümkün değil. Safevi Şahı, Çaldıran’ın intikamını alma sevdasında: İlle de babasının (Yavuz) sert yumruğunu oğluna (Kanuni’ye) iade edecek...
Başka çare kalmayınca, Kanuni, İran üzerine sefer açılmasına karar veriyor. Tam da o günlerde oğlu Şehzade Mustafa Bey’in Safevi Şah’ı Tahmasb’a yazdığı mektuplar önüne konuyor... Bazı tarihçiler tarafından temkinle karşılanan bu mektuplar, Mustafa Bey tarafından farklı zamanlarda yazılmıştır, ama içeriği yaklaşık olarak aynıdır...
Mektuplarında Şehzade Mustafa, babasının artık yaşlandığından bahisle, atalarının tahtına oturma sırasının kendisinde olduğunu savunuyor ve bu konuda Safevi Şahı’ndan yardım istiyor.
Kanuni önce inanmıyor: “Oğulcuğum böyle şey yapmaz, babasına komplo kurmaz!..” diye isyan ediyor ama tümü oğlunun mührüyle mühürlenmiştir... Ayrıca daha önceki yazımda ifade ettiğim gibi, Şehzade Mustafa kendisine hakkı olmadığı halde “tuğra” çektirmiştir. Bu apaçık bir isyandır. Töreye göre bu, saltanatını ilân etmesinden farksızdır.
Devletin bir iç savaşa sürüklenmesi ihtimali Kanuni’nin tüylerini diken diken ediyor... Uykularını kaçırıyor... Stresten hastalanıyor.
Kanuni, yol ayrımındadır artık: Ya devleti ya da oğlunu tercih edecektir...
Üstündeki büyük sorumluluk sebebiyle devleti tercih ediyor.
Amasya’da valilik yapan oğlu Şehzade Mustafa’yı Konya’ya çağırıyor... Kendisi de 1553 yılı baharında ordusuyla birlikte Konya Ovası’na gidiyor.
Oğlu Şehzade Mustafa’yı otağına alıyor. Mustafa, Otağı Hümayun’un kapısında durduruluyor. Kılıcını çıkarması, huzura silahsız girmesi isteniyor... Oysa daha önceki uygulamalarda şehzadeler silahları ile huzura kabul olunurdu. Kuşkulansa bile yapacak bir şeyi yoktur.
Kanuni, elini öptürüyor. Oğlunun gözlerine bakamıyor. Zar zor hatırını soruyor. Sonra da “istirahat” etmesi için çadırına uğurluyor.
Bu son görüşmeleridir... Kuşkusuz baba yüreği kanıyor! Ama onun da yapacağı bir şey yoktur: Çünkü bu yola “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” denilerek çıkılıyor.
Mustafa Bey huzurdan başı önünde çıkıyor. Babasındaki tuhaflığı fark etmiştir. Kendi çadırına yöneliyor.
Çadırına girer girmez, yedi dilsiz cellât aynı anda üzerine çullanıyor.
Şehzade Mustafa, cellâtlara direniyor. Onları dağıtıyor da, lakin nereden çıktığı belli ünlü cellât Zal Mahmut Ağa elinde balta ile saldırıyor.
Nutku tutuluyor adeta Mustafa Bey’in: Çünkü Zal Mahmut, onun sarayda iken sık sık görüştüğü en yakın arkadaşları arasındadır.
Elindeki baltayı savuruyor. İsabet alan Mustafa Bey yere düşüyor. Dilsiz cellâtlar kement atıyorlar. Yay kirişini boğazına bastırıp soluğunu kesiyorlar. Mustafa nefessiz kalıyor. “Nizam-ı âlem” uğruna oracıkta canını teslim ediyor, şehit oluyor. Hayatını “devletin bekası” için veriyor.
Unvanı “Kanuni” olan ve Alman İmparatoru Şarlken’e esir düşen Fransa Kralı Fransuva’yı Alman esaretinden kurtarmak için, sırf annesinin ricası üzerine “Almanya Seferi”ne çıkan Sultan Süleyman’ın, olayı tahkik etmeden oğlunu öldürtebileceğine ihtimal vermek zor...
O Kanuni ki, değil oğlunun, hiçbir insanın zulme uğramaması için ömür boyu çabalamış durmuştur...
Düşmanlarının bile “âdil” olduğunu söylediği bir Padişah, böyle bir tuzağa düşebilir mi?
Açıkçası, ben buna hiç ihtimal vermiyorum.
Yavuz Bahadıroğlu
teşekkürler
Alıntı YapBu durumda Kanuni açısından iki yol kalmaktadır: Ya iki başlı, iki parçaya bölünmüş, dolayısıyla zayıf düşmüş bir devlete razı olacak (ki o takdirde de kardeşler birbirlerine saldıracağı için yine iç savaş kaçınılmazdır), ya da saltanat iddia edeni (oğlu bile olsa) “izale” edecektir (öldürecektir).
Kanuni de çaresizlik içinde ikinci şıkkı seçti ve ağlaya ağlaya oğlunun idam hükmünü imzaladı.
paylaşım için teşekkürler.
Alıntı Yap
Düşmanlarının bile “âdil” olduğunu söylediği bir Padişah, böyle bir tuzağa düşebilir mi?
Açıkçası, ben buna hiç ihtimal vermiyorum.
Yavuz Bahadıroğlu
diyecek söz kalmadı
osmanlıda devletin bekası,evlat dan önemliydi............