Yavuz küpe takmadı
KILICIMIZ KESTİKÇE...
Zamanın en güçlü devletlerinden biri olan Venedik'in sefiri Antonio Iustiniani bir defasında Yavuz Sultan Selim Han'ın huzuruna çıkacaktı. Vezirler elçiyi etkilemek bakımından padişahın ihtişamlı giyinmesini istiyordu. Hersekzade Ahmed Paşa, bu arzuya tercüman olmak bakımından cesaretini toplayıp bin dereden su getirircesine padişaha vaziyeti arz etti.
Padişah, "Doğru! Cümle yeni libaslar giymek münasiptir" buyurdu. Elçinin kabul edileceği gün bütün vezirler en ihtişamlı elbiselerini giydiler. Huzura girdiklerinde donup kaldılar. Çünkü padişah her zamanki gibi sade elbisesiyle arz odasındaki tahta kurulmuştu. Meşhur keskin kılıcını da tahtın basamağına dayamıştı. İkindi güneşi pencereden basamaktaki kılınca vuruyor, ışıltısı gözleri kamaştırıyordu.
Bu sırada elçi içeriye alındı. Hünkâr tercüman vasıtasıyla kendisiyle biraz konuştuktan sonra, meclisin heybetinden şaşkına dönen elçiye huzurdan ayrılması için izin verildi. Padişah, Ahmed Paşa'ya dönüp, "Var git, elçi beye sor, bizi nasıl bulmuş?" dedi. Hersekzade Ahmed Paşa padişahı etekleyip çıktı.
Arz odasının önünde elçiye bu suali sordu. Elçi, "O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim" cevabını verdi. Ahmed Paşa, elçinin cevabını padişaha ilettiğinde, padişah gülümseyerek şu tarihî sözü söyledi: "İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, düşmanın gözü bizi görmez!"
Geçenlerde bir takı defilesinde, Yavuz Sultan Selim'e izafe edilen küpeli, kolyeli bir resmin teşhirinin reaksiyona sebep olduğunu gazetelerde okuduk. Sultan Selim gerçekten küpe takmış mıdır? Bu sık sık gündeme gelen bir mesele...
Her şey 1926 yılında Dolmabahçe Sarayı'ndan Topkapı Sarayı portreler galerisine getirilen ve Yavuz Sultan Selim'e isnad edilen bir resim ile başladı. Bu resimdeki sima, inci küpeli, taçlı ve inci madalyonlu olarak tasvir edilmişti. Aynı zamanda da sakalsız ve pala bıyıklıydı. Bunun, bir Macar ressam tarafından yapılan benzeri de vardır.
Bu resmin nasıl ve niye Yavuz Sultan Selim'e nisbet edildiği doğrusu malum değildir. Ancak, herkesi padişahın küpe taktığına inandırmaya yetmiştir. Hatta buna delil olmak üzere menkıbeler bile üretilmiştir.
Güya padişah, bir kölenin kulağında kölelik alâmeti halkayı görmüş de, kendisinin Allah'a kul olduğunu sembolize etmek üzere bu küpeyi takmış. İyi de resimdeki küpe halka değil, kadınların taktığı cinsten incili salkım küpedir.
Bir başka menkıbede de padişah birtakım ibretli hadiselerin kulağına küpe olması maksadıyla böyle yapmıştır. Bunların hepsi ancak birer yakıştırmadır.
MUAMMA RESİM
Öncelikle bu resmin İran Şahı İsmail'e ait olduğu ileri sürülmüştür. Başındaki kızıl börk ve taç da delil verilmiştir. Ancak bu da kat'î değildir. Börkün kızıl oluşundan dolayı, tarihte Kızılbaş (sürhser) sanını ilk alan Şah İsmail'e nisbet edildiği anlaşılıyor.
Yavuz Sultan Selim'in bir şiirinde, "Pâymâl eyleyelim kişverini sürhserin" (Kızılbaşın ülkesini yerle bir edelim!) dediği bilinmektedir. Şah İsmail, "Oniki İmam"ı sembolize eden 12 dilimli taç ile, Hazret-i Hüseyin'in şehâdet kanını sembolize eden kırmızı börk ve sarık giyerdi.
Adamları da böyle giyinirdi. Anadolu halkı bu sebeple bunlara Kızılbaş (Farsçası Sürhser) demiş; mezhebleri Kızılbaşlık olarak tanınmıştır.
Mamafih Osmanlı devlet ricali de başlarına koyu kırmızı kavuk giyer, ama üzerine beyaz sarık sarardı. Taç takmak âdeti ise Osmanlılarda hiç yoktu. Taç, Avrupa krallarında vardır. Ressamlar ve yazarlar, eserlerini hayal gücüne dayanarak meydana getirirler. Bunların gerçeğe uygun olması beklenmez. Tarihî hususlarda, vesika ve tarihçilerin sözü geçer.
KÜPE TAKTI MI?
Peki Sultan Selim küpe takmış mıdır? Kanaatimizce takmamıştır. Bir kere malum temsilî resmin buna delil olamayacağı aşikârdır. Elde Osmanlı nakkaşlarının yaptığı bazı minyatürler vardır.
Orada Yavuz Sultan Selim böyle küpeli tasvir edilmemektedir. Ancak sakalı tıraşlı ve bıyığı paladır.
Sakal bırakmamasıyla alâkalı da bir menkıbe anlatılır: Babası Sultan Bayezid'in mülayim bir padişah olduğu malumdur. Yerine şiddetiyle tanınmış oğlu Sultan Selim geçince, güya vezirler aralarında ne yapacaklarını müzakere etmişler; sonra da "Babası gibi, onun da sakalını elimize alırız!" demişler. Bunu haber alan Sultan Selim sakal bırakmamış.
Benzeri bir hâdise Sultan Vahideddin için de anlatılır. Mamafih vefatına yakın bir minyatürde Sultan Selim sakallı olarak gözükmektedir. Pala bıyık, fıkıh kitaplarında gâzilerin alâmeti olarak meşru görülür.
Sultan Vahideddin de vefatına yakın sakal bırakmıştır. İslâm dininde, erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi şiddetle yasaklanmıştır. Fıkıh kitaplarında, meselâ İbni Âbidin'in Reddü'l-Muhtar adlı kitabında, Müslüman erkeklerin gümüş de olsa küpe, bilezik takınmasının, ellerine kına yakmasının caiz olmadığı açıkça yazar.
Erkeğe sadece gümüş yüzüğe izin verilmiştir. Yüzük taşlı olabilirse de, ağırlığı 4.8 gramı geçemez. Kına ve sürmeyi ise tedavi maksadıyla kullanabilir.
Küpe takmak; âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamuru şeref vesilesi sayan bir padişahın, ne inancıyla, ne de sadelikten yana mizacıyla bağdaşan bir iştir.
"Bir gölgelik yapın"
Padişah, sıcak günlerde gölgelenip dinlenmek üzere Sirkeci ile Sarayburnu arasında bir sahil köşkü yapılmasını istemişti. Hazine defterdarı Abdüsselâm Bey, Yalı Köşkü'nü yaptırdı. Padişah burayı gezerken, köşkün çok kıymetli eşya ile süslendiğini görünce canı sıkıldı.
"Ben bir gölgelik yapın dedim. Bu kadar harcamaya izin vermedim" dedi. Defterdar, padişahın hiddetinin neye mal olacağını iyi bildiği için, köşkü kendi malından hediye olarak yaptırdığını söyleyerek işi tatlıya bağladı.
ANAN NE GİYSİN?
Hemen hemen bütün kaynaklar Yavuz Sultan Selim'i fevkalade mütevazı ve sade yaşayan bir insan olarak tasvir eder. Şatafatı sevmediği için, sefer dönüşlerinde İstanbul'a zafer alayıyla değil de, sessizce girdiği anlatılır.
Mısır seferi dönüşü, kendisini Edirne'de karşılayan oğlu Şehzade Süleyman'ın ihtişamlı kıyafetine bakıp, "Oğlum! Sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?" dediği meşhurdur.
BİZ KİME TAZİM EDELİM?
Yakınlarından birisi niçin ihtişamlı elbiseler giymediğini sorduğunda, "Vüzerâ ve ümerânın süslü elbiseler giymeleri padişahlarına
tazimden ileri gelir. Ya biz, kime tazime mecburuz ki, bu külfeti ihtiyar edelim?" cevabını vermişti. Nitekim Topkapı Sarayı'nda mevcut padişah elbiselerinden en sadeleri O'na ait olanlardır
Prof. Dr. Ekrem Buğra EKİNCİ
Eğer Yavuz Sultan Selim'e ait olduğu ileri sürülen resimler ona ait değilse; tarihçiler, diğer yetkililer bahsedilen minyatürlerle ve belgelerle bunu kanıtlayıp, neden o resimleri yok edemiyorlar?!.
Bu şekilde inanmayı tercih ediyorlar. e45))
Küpe takmak Şii Haydari Tarikatının bir sembolü imiş.(Kaynak:İlber Ortaylı'nın bir tv programı).
Bu tarikatı biraz araştırınca ortaya çıkan bilgiler ise şöyle:
Sözkonusu tarikatta dervişler kulaklarına küpe, ayaklarına zincir, boyunlarına ise "Tavk-ı Haydari" adı verilen demirden bir halka takmakta imişler.Küpeli resmin Y.Sultan Selim Han Hazretlerine ait olmadığı kesin, Şii Haydari tarikatının yayıldığı coğrafya içerisinde İran'ın olmasından dolayı ise fotoğrafın Şah İsmail'e ait olabileceği yönünde bilgiler var.
Tabi bu sitede, bahsi geçen tarikatın ve gidilen yolun doğru olmadığını söylemeye gerek yok ki; akla küpe de takılabiliyor muymuş gibi bir şüphe gelmesin.
çok şaşırdım.bilgileriniz için teşekkürler ş5))
Teşekkürler.
[IMG]http://i53.tinypic.com/219bfpj.jpg[/img]
Yavuz Sultan Selim’in sol kulağında küpe bulunan resmi konusunu birkaç açıdan ele almakta fayda vardır:
1) İslâm hukukuna göre kulakların küpe takılmak üzere delinmesi ve küpe takılması, kadınlar için caiz görülmüş, ama erkekler için caiz görülmemiştir
Bazı hukukçular erkek çocukların da kulaklarının delinebileceğini ve bu tür bir hadisenin Hz Peygamber (sav) zamanında yapıldığı halde, yasaklanmadığını ileri sürmektedirler Her hal ü kârda ergen erkeklerin kulaklarını deldirmeleri ve küpe takmaları, çoğu hukukçulara göre haram ve bazılarına göreyse mekruhtur; yani kısaca caiz değildir
İşte bu şer’î hükmü bilen Yavuz Sultan Selim’in kulağını deldirip küpe taktığına ihtimal dahi vermiyoruz Zira Yavuz’un Mısır Seferi dönüşünde oğlu Süleyman’ın süslü elbiselerini görünce, “Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?” dediğini biliyor ve onun şahsi hayatında sade ve süsten uzak olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz
Yavuz, süs ve ihtişamdan hoşlanmayan bir padişahtır Doğru olan resimlerinden pala bıyıklar vardır, ancak küpe yoktur
2) Şu anda Topkapı Sarayı’nın Portreler Bölümü’nde 17/66 numarayla 70x65 cm ebadında bulunan küpeli Yavuz Portresi’yle Macar bir ressama ait olduğu söylenen küpeli resme gelince Evvela Yavuz’un minyatürlerde ve elimizde bulunan resimlerinde bunun gibi küpeli olan üçüncü bir resmi bulunmamaktadır
Kaldı ki bu resimler arasında resmi nakkaşlar tarafından yapılanları vardır İkincisi, Yavuz’a isnad edilen ama tamamen hayali ve uydurma olan Avrupalı ve İranlı ressamlara ait resimler çokça bulunmaktadır Tarih kaynakları bu noktanın altını çizmektedirler Bu küpeli resmin de uydurma resimlerden biri olması kuvvetle muhtemeldir
Zira sultanın kulağında küpe, boynunda incili madalyon, sarığında taç bulunmaktadır Osmanlı padişahlarının kıyafetleriyle bağdaşmayan bu süsler, tablonun yakın tarihlerde yapıldığını göstermektedir Zaten 1926 yılında Dolmabahçe Sarayı’ndan getirtilmiştir
Dolmabahçe Sarayı’na ne zaman konulduğu da bilinmemektedir Üçüncüsü, bazı araştırmacılara göre bu küpeli resim Şah İsmail’e aittir Zira başında Şiî Mezhebi’nin alâmeti olan kızıl börk ve bunun üzerinde İran şahlarına mahsus taç vardır Ayrıca küpe de Şî’a mezhebinden câiz görülmektedir
3) Küpeli resmin Yavuz’a ait olmadığı ortadadır Ait olsa bile, son zamanların bazı ahlâksız insanlarının bunu gay’liğe yorumlamaları, en az bu resim Yavuz’a isnad edilmesi kadar yanlıştır
Tek kulağında olduğu hiç mevzubahis dahi edilmemiştir Bazı yazarlar Yavuz’un bu küpesini Allah’a kul olma özelliği şeklinde taktığını ve bununla cihan hâkimi sıfatına rağmen âciz bir kul olduğunu göstermek istediğini anlatmaya çalışmışlardır
Bize göre bu yorumlar zayıf yorumlardır Zira küpeli resim hadisesi doğru görünmemektedir Fakat kölelerin küpe taktıkları doğrudur Bu arada küpenin bir Türk töresi olduğunu ifade eden yazarlar bulunduğu gibi, Yavuz’un Şah İsmail’in askerlerine şirin gözükmek için taktığını iddia edenler de vardırAma bunlar iddiadan öteye gitmemektedir
Yavuz’un pala bıyıklarının Hz Peygamber’in sünnetine uymadığı itirazına gelince
İslâm hukukunda Hz Peygamber’in “Bıyıkları kısaltınız, sakalları da bırakınız” mânâsını ifade eden hadisi sebebiyle bıyıkların kısaltılması sünnettir Ancak bunun tek istisnası, düşmana heybetli görünmek için gazilerin bıyıklarını uzatmasının caiz görülmesidir Nitekim Ebussuûd Efendi de bir fetvâsında bu hakikati dile getirmiştir:
“Sûfiler bıyıkları dibinden kesmek sünnetdir deyü i’tikad eyleseler, şer’an mezbûrlara nesne lâzım olur mu? El-cevâb: İftirâdan ictinâb etmek lâzımdır Mesnûn olan kaş mikdârı kalınca almaktır Ol dahi gazilerden gayrıyadır
Gâzilerde uzatmak mendûbdur, adüvve (düşmana) heybetli görünmek içün”İşte gerçek bi gâzi olan Yavuz’un pala bıyıklarının hikmeti ve şer’î dayanağı budurPal bıyık Türk geleneğinde bir Akıncı adetidir
4-Yavuz küpe taksaydı Onu çok seven ve onun neslinden olan Osmanoğulları içindede bir tanesi olsun küpe takmaz mıydı? İddialardaki gibi bir tek Allah`a köle olan Yavuz `mu?
Tarih Perspektifinden bakıldığında gerçek ortada ama hala kaynağı olmayan şeylere yada muteber olmayan kaynaklara dayanarak inanmaya devam edecekseniz siz bilirsinizTarihe mantıklı bakmak gerekir
Prof Akgündüz : 1 İslam Hukuku`nda erkeklerin kulağını deldirmesi caiz değildir Selim de bu şer`i hükmü bilen bir padişahtı 2 Minyatürlerde ve elimizde bulunan diğer resimlerde Yavuz`un küpeli olduğu bir üçüncü örnek yoktur 3Yavuz, sadelikten hoşlanan, süsten uzak bir hükümdardır
Prof Akgündüz, Yavuz`un "Allah`a kul olma" düşüncesini yansıtmak için küpe taktığı fikrini de zayıf bir ihtimal olarak görüyor
Selim`in sadece iki küpeli resmi var Biri Topkapı Sarayı`ndaki Yavuz Portresi; ikincisi ise Macar bir ressama ait olduğu sanılan bir resim Yavuz`un sade bir insan olduğunu belirten tarihçiler, küpenin yabancı ressamların yorumu olabileceğini söylüyor ve bir anekdot anlatıyorlar: Yavuz, Mısır seferinden döndüğünde oğlu Süleyman`ın şatafatlı giyimini görür ve çok kızar; "Bre Süleyman! Sen böyle giyinirsen anan ne giysin!"
Prof Dr Yusuf Halacoğlu: Topkapı Sarayı`nda sergilenen resimde Yavuz`un başında 12 dilimli bir taç bulunur Ancak Yavuz, 12 dilimli taç giymez Şii`likteki 12 İmam`ı temsil eden taç Şah İsmail`e aittir
Bunun gibi hatalar çok oluyor Yavuz, minyatürlerde tablolardakinden çok farklı resmedilmiştir Kulağında küpe yoktur minyatürlerde Sadece Batı kaynaklı gravürlerde küpeli görünür Bu da Batı yorumu olarak yansımıştır resimlere Doğruyu yansıtmaz
Dr Necati Ulunay Uzunsatar : Avrupa müzelerinde Yavuz`a ait onlarca resim gördüm ama hiç birinde küpeli bir tablosuna rastlamadımYavuz`un sert mizacı ve önderliği onu küpe takmaktan alıkoyacak özelliklerdir
Yavuz, belagati ve hitabeti güçlü, asaleti olan ve askerine önem veren bir önderdi Ayrıca gerek İslam`da gerekse ordu içi gelenekte erkeğin süslenmesi uygun değildir Avrupalı ressamlar kendi yorumlarını katmışlardır bu gibi çoğu resme
Prof Dr Kemal Çiçek: Kaynaklarda Yavuz`un küpe taktığına dair bir bilgi yok Ayrıca Yavuz, Fatih gibi doğrudan portresini yaptırmış bir padişah değildir Bazı portrelerinde şatafatlı bir giyim tarzı içinde resmedilir oysa oğlunu giyim konusunda uyardığı bilinir
Bu şekilde resmedilen başka padişah yok tarihimizde Avrupalı ressamlar bu şekilde çizilmiş, Osmanlı minyatürlerinde tam tersine, sade görünümlü 12 dilimli sarık da resmin orjinal olmadığı fikrini güçlendiriyor
Bu açıklamalar,sanırım sizde belirgin bir fikir uyandırmıştır Bana göre de o resim ve minyatürler batılı ressamların sahtekarlığının birer eseri
Adı Alevi düşmanlığı ile özdeşleşmiş ve İslam halifeliği zırhına bürünmüş bir padişahin ,Aleviliğin ve Bektaşiliğin simgesi haline gelmiş küpeyi takması düşünülemezdi!
Yavuz Sultan Selimin adi gecen her ders kitabında ünlü bir resmi yer alır hükümdarın Pala bıyıklı ve küpelidir Oysa Resim aslında Yavuza değil can düşmanı olan Sah İsmail’e aittir Küpede Haydari ve Kalenderi derviş olmasının sembolüdür
Türk Tarih kitaplarındaki ilginç saptırmalardan biride Sah İsmail’ín ele geçirilen tahtıdır Bilindiği gibi tarih kitaplarında Sah İsmail´in el konan tahtının İstanbul´a getirildiği ve Topkapı sarayında sergilendiği belirtilir ve bu tahtın resmi verilir Simdi isin gerçek yüzünü ünlü müzeci Elif Naci´den okuyalım:
"Hangi tarih kitabini açsak hangi ansiklopediyi karıştırsak Topkapı sarayındaki tahtın Yavuz Sultan Selim´ in Çaldıran seferinden getirdiği Sah İsmail´e ait olduğunun geçtiğini görürüz
Halbuki bunun Nadir Sah tarafından I Mahmud´a hediye olarak gönderildiğini öğrendikten sonra , Bizzat tahtı getiren Mehmed-i Esterâbâdi´nin ağzından dinledikten sonra, Topkapı sarayında kaybolduğu için senelerce soruşturma konusu olan Çaldıran ganimet defteride bulunup meydana çıkarıldıktan sonra artik bunun Sah İsmailliği kalır mı?
Bazen düşünülmüyor değildi lakin hikayesi bilinince muhakkak ki ibret ile şükredilmeli(kaynak Tarih konusuyor Ekim 1996)
Yavuz Sultan Selim'in Muhteşem Şiiri ve Hikayesi
Sanma şahım /herkesi sen / sadıkane / yar olur
Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyar olur
Sadıkane / belki ol / alemde bir / dildar olur
Yar olur / ağyar olur / dildar olur / serdar olur "
Yavuz Sultan Selim Han'a ait bir beyit. Yizelerin ilk kelimeleri yukarıdan aşağıya okunduğunda aynı dizeyi verir.Bu tarzda yazılan ilk beyit olduğu söylenmektedir. Divan edebiyatında bu özelliğe vezni aher denir.
Yavuz Sultan Selim Han bu beyiti Şah İsmail'e yazmıştır. Hikayesi şöyledir:
Yavuz şiire, edebiyata ve satranç oynamaya meraklı biridir. Aynı şekilde Şah İsmail'de de bu özellikler vardır. Sarayında ünlü şairleri barındırır ve çok iyi satranç oynar. Bunu bilen Yavuz Şahın şahın bu özelliğinden yararlanmak ister. Tebdili kıyafetle (gezgin bir abdal kılığında) şahın ülkesine gider. Hanlarda , Kervansaraylarda satranç oynayarak önüne geleni yener. Haber şaha ulaşır. Şah der ki çağırın birde benimle oynasın. Yavuz Şah'ı da yener. Şah sinirlenir ve Yavuz'a der ki: " sen edep nedir bilmez misin? Hiç şahlar mat edilir mi?" Elinin tersiyle Yavuza bir tokat atar. Şahın kızdığını anlayan Yavuz onu yücelten şiirler okumaya başlar. İşte şahın huzurundan ayrılırkende bu şiiri okur. Ancak Şah İsmail hala onun Yavuz Sultan Selim olduğunu anlamamıştır.
Yavuz yediği tokatın acısını unutmaz. Birkaç sene sonra Çaldıran'da Şah İsmail'i yener ve ona bir mektup gönderir. Mektupta o günkü tokadın acısını aldığını söyler ve ilave eder: " atacaksan tokadı böyle atacaksın. "
Aslında Yavuz bütün olanları şiirinde Şaha anlatmış ancak Şah anlamamıştır. Herkesin dost olmayacağını bir gün böyle kişilerin karşısına serdar olarakta çıkabileceğini söylemiştir.
YA SEN BİZİ KİMİNLE SANIRDIN?!
Hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz Sultan Selim, kısa fakat dolu dolu geçen hayatında küçük bir çıbana yenik düşer. Son anlarında yanında Hasan Can vardır. Yavuz, Hasan Can’a sorar:
- Hasan bu ne hâl?
- Şimdi Allah ile birlikte olma zamanıdır sultanım!
Cevap oldukça düşündürücüdür.
- Bre Hasan, sen bunca zamandır, bizi kiminle bilirdin?!
Yavuz Sultan Selim’in konuşmaya mecali kalmamıştır. Mushaf-ı Şerif’i işaret eder. Hasan Can güzel sesiyle Yasin-i Şerif’e başlar. Okumaya başlamasıyla yüzünde huzurun izleri halelenir. Sonra latif bir tebessüm yayılır etrafa. Koca Sultan belki de ilk kez böyle tebessüm eder dünyaya.
ÖNÜMÜZDE FAHR-İ KÂİNAT YÜRÜYOR!
Yavuz Sultan Selim, ordusuyla beraber Mısır seferine çıkmıştı. Mısır’ın merkezi Kahire’ye ulaşmak için Sina Çölü’nü geçmek gerekiyordu. Kurak ve çorak bu çölü geçmek neredeyse imkânsız gözüküyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Yavuz, Sina Çölü’nü ordusuyla geçmeye kararlıydı. Ordu içinde bunun imkânsız olduğunu söyleyenler olduysa da onları susturmasını bildi. Sina Çölü’nü geçerken yaşanan şu vaka ibretliktir:
Sina Çölü’nde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş sıcaklık ve kum fırtınası vardır. Çölde ilerlerken Sultan Selim Han, bir ara atından iner. Sultanın ardından tüm devlet adamları da attan iner. Başta Sultan Selim Han ve tüm ordu, kurak ve çorak Sina Çölü’nde yayan yürümektedir. Ordu harap ve bîtab hâle gelmiştir. Fakat Yavuz, büyük bir edeb ve huşu içinde yürümeye devam etmektedir. Sebebi sorulunca; bütün heybet ve azametinden sıyrılıp, sükunet ve edeple şöyle der: “Önümüzde, Fahr-i Kâinat Resûlullah Efendimiz Hazreti Muhammed yürümükteyken, at üstünde gitmekten hayâ ederim!” Yavuz ve ordusu bir hafta gibi kısa bir sürede Sina Çölü’nü geçerek tarihte eşine az rastlanır bir başarıya imza atmışlardır.
PARLAYAN KILIÇ
Venedik’ten bir elçi gelmiştir. Herkesin cihanı titreten padişahı görmek isteyip de göremediği bir devirdir. Elçi, Koca Sultan’la görüşüp ülkesine geri döner. Ülkedeki üst düzey yöneticiler başta olmak üzere herkes bu heybetli sultanın nasıl birisi olduğunu öğrenmek istemektedir. Elçiye cihan sultanı Yavuz’un nasıl birisi olduğunu sorarlar.
- Göremedim, der elçi. Merak ederler:
- Huzuruna girdiğin, yanına kadar vardığın hâlde nasıl göremedin?
Bunun üzerine elçi şu müthiş itirafta bulunmak zorunda kalır:
- Kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım.
Kısa sürede Venedik elçisinin bu sözleri Osmanlı Sultanı’nın da kulağına gelir ve haşmetli Sultan şunları söyler:
- Paşalarım, der. Osmanlı Devleti’nin kılıcı parladığı müddetçe zalimlerin boynu daima eğik gezecektir. Ama Allah korusun, bu kılıç ne zaman ki kınına girer de paslanmaya başlarsa, işte o zaman kafalar yavaş yavaş dikilir ve bir gün bize yukarıdan bakmaya başlarlar.
AŞK
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiğinde bir süre orada kalır. idareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyor. çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor. Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur. Lâkin umutsuz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye... Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devâsâ farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır.Notta sadece üç kelime yazılıdır: “Derdi olan neylesin?” Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar: “Derdi neyse söylesin.” Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler: “Korkuyorsa neylesin?” Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: “Hiç korkmasın söylesin.” Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur. Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle: "Efendim...” der. “Cariyeniz... Size..." ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır. Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der: “Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür.”
YAVUZ SULTAN SELİM’İN KAFTANI
Sekiz ay süren Mısır seferi sona ermiş, dönüş yolculuğu başlamıştır. Yavuz Sultan Selim dönüşte hocası Anadolu Kazaskeri İbn-i Kemal’in yanında bulunmaktadır. Hem yol almakta hem de hocasına merak ettiği meseleleri sorup onun ilminden faydalanmaktadır. Ordu ilerlerken bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilir. Bu arada hiç beklenmedik bir hadise olur ve Kemalpaşazade’nin atının ayağı sürçer. Yerden sıçrayan çamurlar Yavuz’un kaftanını kirletir. Herkesin yüreği ağzına gelmiş, ne olacağını birbirine sormaktadır. Büyük âlim Kemalpaşazade ise başını önüne eğmiş, endişeli gözlerle beklemektedir. Koca Yavuz, değerli hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler: “Hocam üzülmeyiniz! Sizin gibi bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir ziynettir.” Ve kaftanını çıkarıp yaverine uzatırken: “Vasiyetimdir, öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine sersinler!” diye emir buyurur. Gerçekten de ulu hakanın vasiyeti yerine getirilmiş ve sözü edilen kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süslemiştir.
Alıntı .
EN İĞRENÇ HEDİYE VE OSMANLI ZEKÂSI
Osmanlı târihinde kayda geçen en iğrenç hediyeyi ise İran Şahı Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim’e göndermişti. Kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor İran Şâhı. Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat bir de pis bir koku yayılıyor sandıktan. Açık bakıyorlar. En alttaki bohçadan bir kutu insan pisliği çıkıyor. Sultan Selim emrediyor:
Herkes düşünsün, buna lâyıkıyla bir cevap vermeliyiz”
Cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. İçine İstanbul’da îmâl edilen gül kokulu en nâdide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı gönderiyor.
İran Şâhı sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum ve üzerinde bir not. Şah, Yavuz Selim’in notunu okuyor:
Herkes yediğinden ikram eder” !
Yavuz Sultan Selim Han'ın küpe taktığını bahane edip kulaklarına küpe takan sözde erkeklerin artık dayandırdıkları bahane kalmamıştır. :)
Mübarek Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri EvliyaUllah`tandır..Günümüz Tarihçileri de bu konuda son sözü söylemiştir..Sağda solda duvarlarda asılı olan şahsın, "Şah İsmaile" Ait olduğu ve bunu Mübarek Yavuz Sultan Selim Hana isnad etmenin abesle iştigal olduğunu söylemek icap eder..Ecdadımıza, İslam ve Osmanlı dışında yakıştırılan hallere inanmak ve bu şekilde adlandırmak kişilerin İslamı ve tarihi iyi bilmemelerinden kaynaklanmaktadır.Bu kişilerin art niyetli davranarak, tamamen gaflet içinde oldukları da aşikardır..
Sultan Selim Hanın küpeli olduğu iddaa edilen resim zaten Topkapı sarayındadır ve İran Şahı tarafından hediye edilmiştir. O bir sanat eseridir. Sanat eseri olması Yavuz'a ait olduğu anlamına gelmez. Ayrıca Yavuza ait değil diye ortadan kaldırılması anlamına da gelmez.