Sadakat islami Forum

EĞİTİM, AİLE, KÜLTÜR-SANAT, SAĞLIK => TARİHİ VE KÜLTÜREL DEĞERLERİMİZ => Konuyu başlatan: Mücteba - 21 Mart 2012, 12:37:16

Başlık: Gizli Mahzenlerdeki Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 21 Mart 2012, 12:37:16
Bir Çeyrek Aydın Hastalığı; Osmanlı'yı Red ve İnkâr!

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz anlatıyor:

"Ankara'da milletlerarası katılımlı, bizdeki yüksek mahkeme başkan ve üyelerinden bazılarının da hazır bulundukları bir ilmî toplantıda, Osmanlı Devleti'nde İdâri yargı (mahkeme)nin olmadığından, idarenin keyfîliğinden, kanun ve kuralsızlıktan dem vuruluyor, üfürülüp savruluyordu.

Konuşmacı, sözlerini bitirince, ben söz isteyip Osmanlı arşivlerinden tek tek belgeler göstererek konuşmacının ne kadar büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu ilmî olarak isbat ettim.

Tabii ki belgeler konuşunca çeneler kapanıyor ve gerçekler ortaya çıkıyordu. Salonda çıt yoktu. Bu sessizliği Amerika Birleşik Devletlerinden gelen hukukçu bir bilim adamı olan L. Strouss söz isteyerek bozdu ve dedi ki:

'Ben, önce bu genç bilim adamına teşekkür etmek istiyorum. Beni aydınlattı ve içinde bulunduğum büyük bir çelişkiden kurtardı. Daha önceki konuşmacıları dinledikçe koskoca bir cihan devletinin nasıl yüzyıllarca böyle basit bir yargı sistemiyle keyfî olarak idare edilebildiğini düşünüp duruyordum. Ama bu genç meslekdaşım konuştuktan sonra, Osmanlı'nın bütün dünyayı nasıl olup da yüzyıllarca idare ettiğini gayet güzel anladım.

Şimdi düşünüyorum: Acaba Osmanlı Devletî mi bizi taklid etti, yoksa biz mi Osmanlı Devleti'ni. Çünkü yargı anlayışlarımız o kadar birbirine benzîyor ki... Bu ilim adamına tekrar teşekkür ediyorum."

Evet, Osmanlı, kelimenin tam manâsı ile güçlü bir hukuk devleti ve sınırları çizilmiş toplum nizamı idi. Öyle ki; hangi dinden, dilden ve mezhepten olursa olsun, hukukun karşısında padişah ve sıradan bir kişi eşit muameleye tâbî tutulurdu.

Fazilet Takvimi
Başlık: Geyikli Baba kimdir?
Gönderen: Mücteba - 21 Mart 2012, 17:46:03
Geyikli Baba kimdir? Niçin “geyikli” lakabı verilmiştir?



Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde yaşayan Allah dostlarından bir zattır. İran’da Hoy şehrinde doğmuştur.
Orhan Gazi zamanında yaşamış olan Geyikli Baba, Keşiş Dağı (Uludağ) eteklerinde geyiklerle haşır neşir olup, istediği yere geyiğe binerek gittiği için, Geyikli Baba diye meşhur olmuştur.

Orhan Gazi zamanında Bursa’nın fethine geyik sırtında katılarak, ordunun önünde harp ettiği anlatılmaktadır.
Geyikli Baba, Orhan Gazi zamanında Uludağ’ın doğu eteklerinde, İnegöl yakınlarında vefat edip, oraya defnedilmiştir. Orhan Gazi tarafından kabri üzerine türbe yaptırılmış, yine Orhan Gazi tarafından türbe yanına bir cami ve dergah ilave edilmiştir.

Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/264/geyikli-baba-kimdir-nicin-geyikli-lakabi-verilmistir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Osmanlı sultanları içki içmiş midir?
Gönderen: Mücteba - 22 Mart 2012, 11:55:05
Osmanlı sultanlarının içki içtikleri hakkında yazılar yayınlanıyor. Özellikle Sultan İkinci Selim’in içki ve eğlence hayatı olduğu gibi bilgiler var. Bu bilgiler ne derece doğrudur?



Sultan İkinci Selim Han hakkında bazı yanlış mütalaalar ileri sürülmektedir. Osmanlı tarihleri içinde muteber kaynaklardan Peçevi İbrahim Efendi’nin eseri olan Tarih-i Peçevî’nin orijinalinde içki kelimesi geçmediği hâlde maalesef sadeleştirilerek yayınlanan neşrinde ilâve olarak yer almıştır.

Bu neşirde Sultan İkinci Selim Hân’ın meclisi ile ilgili bahis:
“Nakkaş Haydar gibi şakaları ve davranışları ile ölüyü bile güldürür, ağır başlı ve asık suratlı olanları gülmekten katıltır güçte birçok ün salmış kimseler, fıkra anlatıcılar ve maskaralar meclislerini devamlı olarak neşe ve kahkahalara boğardı. Bütün bunlar için düzenlenen içki ve eğlence âlemleri ile kullanılan zevk ve sohbet araç ve gereçlerinin…” şeklinde sadeleştirilmiştir.

Yukarıdaki sadeleştirilmiş metin Peçevi Tarihi’nin orijinalinde aynen şöyledir:
“Ve bezle-gûy ve şîrînkârlıgla iştihar bulan Nakkaş Haydar emsali bir nice bedâyi’ birle ki letâyif ve şîrînkârlıkları mevtayı güldürür ve istimâ’ eden girân-cân sükalâyı güle güle öldürür. Dahi bunlara muâdil mudhik ve masharalar meclis-i şeriflerin dâima neşât ve sürür ile mesrur u pür-hubûr ederler idi. Ve bi’l-cümle bunlara el veren esbâb-ı iyş ü işret ve levâzım-ı zevk u sohbet ma’lûm değildir ki…”

Bunun doğru bir şekilde sadeleştirilmişi ise şöyledir:
“Tatlı ve hoş latifeleri ile şöhret bulan Nakkaş Haydar gibi birçok söz ustaları ki, bunların latifeleri ve şirinlikleri ölüyü bile güldürür ve dinleyen ağır başlı ve az gülen kimseleri güle güle öldürürdü ve bunlar gibi güldürücü ve eğlendiriciler şerefli meclislerini dâima sevinç ve neşe ile neşelendirirlerdi. Ve bütün bunlara uygun olan sohbet, eğlenmeye ve yaşamaya sebep olan hâller görülmemiştir ki…”

Burada da görüldüğü gibi metin içinde, içki âlemlerini anlatan hiçbir kelime yoktur.
Yukarıda içki-eğlence âlemleri olarak sadeleştirilen “iyş ü işret” kelimeleri içkili eğlence âlemleri mânâsına kullanılmamıştır. Bütün muteber lügatlerde bu kelimelere, eğlence, yaşama mânâları verilmiştir.

Eğlence vardır fakat içki yoktur. Ok atmak, ata binmek, güreş tutmak, yüzmek, şiir okumak, latîfe yapmak eğlencelerin çeşitlerindendir. Fakat hangi eğlence ifâde ediliyorsa onun adı verilir. Burada Osmanlı tarihlerinde sarhoş edici içki için kullanılan “hamr” kelimesi geçmemektedir. Yâni “Şürb-i hamr” denilmemiş ve “içki içildi” ifâdesi de kullanılmamıştır.


Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/242/osmanli-sultanlarinin-icki-ictikleri-hakkinda-yazilar-yayinlaniyor-ozellikle-sultan-ikinci-selimin-icki-ve-eglence-hayati-oldugu-gibi-bilgiler-var-bu-bilgiler-ne-derece-dogrudur/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: ihvan - 22 Mart 2012, 16:50:33
emeğinize sağlık.
Başlık: Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina hakkında yazılanlar doğru mudur?
Gönderen: Mücteba - 23 Mart 2012, 11:33:57
Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina hakkında yazılanlar doğru mudur? Ya da bu iddialar nasıl çıkmıştır? Aydınlatırsanız sevinirim.



Osmanlı tarihinde, Prut gibi büyük bir zaferi kazanmış olan Baltacı Mehmed Paşa hakkında, maalesef bazı tarihçiler haksız ithamlarda bulunmakladırlar.

Yapılan ithamların başında; Baltacı Mehmed Paşa’nın, Prut Harbi esnasında Katerina’nın tesiri altında kalarak, sulh yaptığı iddiası vardır. Evvela şunu ifade etmek icap eder ki, 200 bin rublelik savaş fidyesi alındığı doğrudur, fakat savaşı bitiren ve sulh yapılmasını sağlayan husus bu değildir.
Eğer sulhu bir rüşvet neticesinde kabul etmiş olsa idi, anlaşma şartlarını da hafif tutması gerekirdi ki, tam aksine, Rusları hem savaş meydanında zora sokmuş, hem de masa üzerinde cok ağır şartları kabul etmeye mecbur bırakmıştı. Prut Savaşının son günü akşamına doğru yeniçeriler harp meydanından ayrılmaya başlamışlar ve Ruslar bunun farkında olmadıkları için de, muharebeye devam edememişlerdi. Hâlbuki Ruslar, yeniçerilerin bu hareketini bir savaş taktiği olarak değerlendirmişlerdi. Hiç kimsenin aklına, Osmanlı ordusunun savaş meydanını terk edeceği fikri gelmezdi. Karanlık bastığı için yeniçerilerin bu ihanetleri anlaşılamamış, mesele böylece Rusların gözünden kaçmıştı.
Yeniçeriler, savaş meydanını terk etmekle kalmamış. Rus askerlerine yiyecek yardımı bile yapmaya başlamışlardı. Rus askerlerini kardeş diye çağırdıkları hususunda bilgiler mevcuttur.
Yeniçerilerin bu hâline karşı Baltacı Mehmed Paşa’nın, onlara güvenmeyip sulh akdetmesinde hiçbir ihanet ve rüşvet söz konusu olamaz. Baltacı Mehmed Paşa, sulh kararını tek başına vermemiş, yanında bulunan bütün devlet erkânı ile müzakereden sonra kararlaştırmıştır. Osmanlı ordugâhına gelen fidyeler ise. Baltacı Mehmed Paşa’nın bizzat kendisinde kalmayıp, devlet ve askerî erkân arasında muhafaza edilmişti. Bu kadar basit bir fidye karşısında Baltacı Mehmed Paşa gibi bir devlet adamı ve muzaffer kumandanın gaflete düşmesi akıldan bile geçmez. Baltacı Mehmed Paşa, hayatında hiç zengin olmamış ve vefatında da terekesinden çok büyük bir mal çıkmamıştır. Fidyelerle beraber gelen Katerina’nın yüzüğü ise. Sadaret Kethüdası Osman Ağa’nın terekesinden çıkmıştır. Bu sefer esnasında hazinenin sıkıntıda olmasından dolayı, devlet ricali şahsî paralarını sefer için harcamak mecburiyetinde kalmışlardır.

Bu mevzu ile alakalı bir diğer husus da, Katerina’nın, bizzat gelerek Baltacı Mehmed Paşa ile görüşmesi ve işvekârlıkta bulunması hususudur ki, en evvelâ bir Osmanlı kumandanının; başkasının, hele bir devlet başkanının karısına karşı hissi muhabbet içinde olması düşünülemez. Katerina’nın gelip Baltacı’dan aman dilemesi son derece normal bir hâdisedir. Zira Rus ordusunun beyaz bayrak açarak. 200 bin rublelik fidye vermesi Katerina’nın sayesindedir. İş böyle olunca, Katerina’ya karşı başka maksatla mukabele edilmesi gibi bir mesele vuku bulmamıştır. Rusların imparatoriçesi olsa bile. Osmanlı serdarının çadırına gelmesinde yanlış anlaşılacak bir husus yoktur.

Bazı araştırmacılar tarafından, Baltacı Mehmed Paşa’nın ahlaksızca itham edilmesinin altında, Osmanlı tarihine karşı duyulan husumet yatmaktadır. Birçok devlet ricali ve kumandanın yanında, Katerina ile çadırında yalnız kalması söz konusu değildir. Ayrıca, Katerina’nın çadırına bizzat geldiğine dair rivayetler de çok zayıftır.

Muzaffer bir kumandana yapılan bu iftiranın bir mesnedi olması icap eder. Zamanın bütün kaynak ve vesikaları bu hususta Baltacı Mehmed Paşayı haklı çıkartacak durumdadır.


Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/223/baltaci-mehmet-pasa-ve-katerina-hakkinda-yazilanlar-dogru-mudur-ya-da-bu-iddialar-nasil-cikmistir-aydinlatirsaniz-sevinirim/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: mazhar - 23 Mart 2012, 23:54:05
 Tarihi bir gerçeği tekrar gündeme getirdiğiniz için teşekkürler. Malesef, hain Osmanlı düşmanları(din düşmanları) yalan-yanlış propaganda yapmayı sürdürüyorlar.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 26 Mart 2012, 10:28:50
Tarihte, isyan eden Yeniçerilerin kazan kaldırması meşhurdur. Neden “kazan kaldırmak” tabiri kullanılmıştır?




Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını toplandıkları At Meydanı’na getirdikleri için bu tabir ortaya çıkmıştır. Sonradan da devlete karşı koymaya kalkanlar hakkında kullanılır olmuştur.


Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/247/tarihte-isyan-eden-yenicerilerin-kazan-kaldirmasi-meshurdur-neden-kazan-kaldirmak-tabiri-kullanilmistir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 27 Mart 2012, 10:15:25
“Milliyetçilik” terimi günümüzde yaygın olarak kullanılıyor. Sadece milliyetçilik manasına değil, “kimin milletindensin?” sorusuna da “İbrahim Aleyhisselam’ın” cevabını veriyoruz. Bu çerçevede, “millet” ve “milliyetçilik” hakkında bilgi verebilir misiniz?




“Millet” kelimesi Arapça bir kelime olup lügatte din ve şeriat manalarına gelmektedir. Ayrıca gidilen yol manası da verilmiştir. Istılahta ise, Allâhü Teâlâ’nın, peygamberler ve onlara gönderdiği kitaplar vasıtası ile bildirdiği esaslar, manasınadır. O dine mensup olanlara da ehl-i millet denilir. Kur’ân-ı Kerîm’de on beş yerde zikredilen “millet” kelimesi, altı yerde “millete İbrahîm” şeklinde geçmektedir. Buralarda geçen millet kelimesi din manasına olup Hz. İbrahim’in (a.s.) dini demektir.

Kureyş müşrikleri ve sair Arap kabileleri, cahiliye devrinde yani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gelmeden önce Hz. İbrahim’le (a.s.) iftihar ederler ve ona hürmette bulunurlardı. Fakat bir taraftan da putlara taparlar, Allah’a şirk koşarlar ve biz atalarımızın dini üzereyiz iddiasında bulunurlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de “millete İbrahîm” ifadesinin altı yerde geçmesinin hikmeti, onlara ataları olan İbrahim aleyhisselâmın dininin tevhid üzere olduğunu ve şirkten uzak bulunduğunu ifade etmek ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in tebliğ ettiği dini kabul etmelerini temin içindir. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in tebliğ ettiği dinin esaslarının, Hazret-i İbrahim’in diniyle aynı olduğunu bildirmektir. Âl-i İmran suresinin 95. âyetinde “De ki Allâhü Teâlâ sadıktır. Artık Hanif olan İbrahim milletine tabi olunuz. Ve o (İbrahim) asla müşriklerden olmamıştır.” buyrularak müşriklere, ataları olan İbrahim aleyhisselâmın nasıl bir din üzere olduğu haber verilmiştir. Lisanımızda bu kelime, yukarıda belirtilen manasını tamamen kaybetmiş, sosyal ve siyasi bir mana kazanmıştır. Bir toprak üzerinde yaşayan, müşterek bir menşe’ ve lisana sahip insanların tamamına millet denilmiştir. Günümüzde milliyetçilik diye tabir edilen kavmiyetçilik ve ırkçılık İslam’da yoktur. İslam renk, dil, cinsiyet ve coğrafya farklılıklarına değer vermez, bunların hepsini eşit tutar. Üstünlüğün ise sadece takva ile olduğunu bildirir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Veda Hutbesi’nde ve birçok defalarda “Arab’ın aceme, acemin Arab’a, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Allâhü Teâlâ katında üstünlük ancak takva iledir.” buyurarak kavmiyetçiliği yasaklamıştır.


Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/167/milliyetcilik-terimi-gunumuzde-yaygin-olarak-kullaniliyor-sadece-milliyetcilik-manasina-degil-kimin-milletindensin-sorusuna-da-ibrahim-aleyhisselamin-cevabini-veriyoruz-bu-cercevede/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 28 Mart 2012, 10:28:55
Osmanlı askerleri içinde neden yabancı askerler görev alabiliyordu? Özellikle üst düzeyde olmalarının nedeni nedir?




Osmanlı ordusunda yabancı askerlerin rol alması, esas itibariyle 18. yüzyılda başlamıştır. Bu tarihe kadar Osmanlı ordusunda yabancı asker görev almamıştır. Kapıkulu olarak adlandırdığımız, devşirme olarak farklı milletlerden çocukken alınıp bir Müslüman Türk gibi yetişip yaşayarak Osmanlı ordusunun belkemiğini oluşturan askerleri, burada yabancı asker olarak telakki edemeyiz.

18. yüzyılda Humbaracı Ahmed Paşa (Comte de Bonneval) ve Baron de Tott gibi Batılı uzmanların Osmanlı ordusunda istihdam edilmeleri ile Osmanlı ordusunda yabancı askerlerin görev alma süreci başlamıştır. Devletin buna ihtiyaç duyması, esasen bilumum askeri kuvvetlerini (ordu, donanma, tersane, tophane vs.) modernize etmek gayesine matuf idi. Zira Karlofça ve Pasarofça Antlaşmalarından sonra buna yavaş yavaş ihtiyaç duyulmaya başlamıştı. Küçük Kaynarca’dan sonra ise büsbütün lüzum hâsıl olmuştu.

Bilhassa 19. yüzyıldan sonra sayıları artan yabancı askerler, müşavir ve uzman olarak Osmanlı askerî kurumlarında vazife aldılar. Müşavirler, üst rütbeli yabancı paşalar olup bunlar ordu ve donanmanın ıslahı maksadıyla yazdıkları raporlar, verdikleri derslerle ve bazen bizzat savaşlara katılarak görev yapmışlardır. Bunlardan Osmanlı kara ordusunda görev yapanlar arasında Moltke, Goltz Paşa, Liman Von Sanders en bilindik isimlerdir. Donanmada çalışanlara ise Hobart ve Woods Paşaları misal verebiliriz.

Uzmanlar ise yine ordu ve donanmanın daha çok alt birimlerinde bir teknisyen, mühendis, mimar vs. gibi görev alan, müşavirlere göre sayıları çok daha fazla olan yabancı personeldir.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/245/osmanli-askerleri-icinde-neden-yabanci-askerler-gorev-alabiliyordu-ozellikle-ust-duzeyde-olmalarinin-nedeni-nedir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 29 Mart 2012, 10:21:30
Sultan Üçüncü Murad’ın “Uyan ey gözlerim” şiiri hakkında bir sabah namazına kalkamaması üzerine kaleme aldığı rivayeti söylenmektedir. Bunun doğruluğu nedir? Kaynaklarda geçmekte midir?




Sultan Üçüncü Murad Han, Osmanoğullarının en çok ilim sahibi olanlarından biri idi. Arapça ve Farsça’yı çok iyi bildiği gibi, İslâmî ilimlere de vâkıftı. Aynı zamanda maneviyat erbâbındandı ve tasavvufa gönül vermişti. Şâir olup, “Murâdî” mahlasıyla şiirler yazmıştı. İkisinde Türkçe, ikisinde Arapça ve Farsça şiirlerinin toplandığı dört divanı vardır. Fütûhât-ı Sıyâm isimli tasavvufa dâir bir de eser yazmıştır.

Sultanın söz konusu şiiri, hece vezni ile yazılmış bir ilahidir. Yazıldığı devirden günümüze kadar -bazı değişikliklere uğramakla birlikte- hâlâ okunmaktadır. Bu ilahiyi padişahın bir sabah namazına kalkamaması üzerine kaleme aldığı rivayet edilmektedir. İlahi, okunduğunda bu husus seziliyor gibi olsa da buna dair kesin bir söz söylenemez. Esas söylenmesi gereken, haklarında ileri-geri konuşulan ve televizyon ekranlarında türlü rezaletlerle karalanıp insanlara o biçimde tanıtılmaya çalışılan Osmanlı padişahlarının, ne derece mütedeyyin ve salabet sahibi olduklarını şu küçük ilahinin isbâta kâfi olduğudur.

Bu ilahi, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümü, nr. 3397′de kayıtlı Müstakimzade Mecmuası’nda münderiç olduğu gibi Ahmet Kabaklı’nın meşhur Türk Edebiyatı’nın yeni baskısının ikinci cildinin 642-643. sayfalarındada  kayıtlı bulunmaktadır.

Sağda solda farklı ve yer yer bozuk ve yanlış versiyonları bulunan ilahinin orijinal şeklini buraya derç ediyoruz:

Aç gözün bu nevm-i gafletden uyan Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kasdı canadır inan Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fânidir sakın aldanma Mağrur olup tâc u tahta dayanma
Yedi iklim benim deyü güvenme Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Seherde uyanır bu cümle kuşlar Kendü dilleriyle teşbihe başlar
Tevhid eder dağlar, taşlar, ağaçlar Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim Murad kulun, suçumu afvet Cürmümü bağışla günâhım ref et
Hazretin sancağı dibinde haşr et Uyan uykusu çok gözlerim uyan




Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/262/sultan-ucuncu-muradin-uyan-ey-gozlerim-siiri-hakkinda-bir-sabah-namazina-kalkamamasi-uzerine-kaleme-aldigi-rivayeti-soylenmektedir-bunun-dogrulugu-nedir-kaynaklarda-gecmekte-midir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: ihvan - 29 Mart 2012, 13:52:47
teşekkürler kardeşim .emeğinize sağlık.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 30 Mart 2012, 10:35:28
Televizyonda birkaç defa izlediğimiz Ömer Muhtar kimdir? Mensubu olduğu iddia edilen Senusilik nedir? Sultan ikinci Abdülhamid’le aynı dönemde yaşadığı için onunla tanışmış mıdır?





Ömer Muhtar 1862′de Libya’da Bingazi’nin Defne bölgesi Batnan kasabasında doğdu. Küçük yaşta babası ölünce, Şeyh Ahmed el-Giryânî’nin himayesinde tahsile başladı. Mısır sınırına yakın Tobruk iline bağlı Canzur Medresesi’nde Kur’ân-ı Kerim okumayı öğrendi. Sonra Cağbûb’da İslâmî İlimler Enstitüsü’ne kaydolarak tahsilini tamamladı. Alçak gönüllü, cesur, vakar sahibi ve ilim ehli bir kimse olarak çevresinde tanındı.

Uşi Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nin Libya üzerindeki hâkimiyeti resmen sona erdi. İtalyan yönetiminin Trablusgarp’taki milliyetçi kuvvetler ve Berka’daki Senusilerle yaptığı uzlaşma görüşmeleri sonuçsuz kaldı. İtalyan işgal ve zulmüne son vermek için direnen Libyalılar Ahmed Şerif es-Senûsinin idaresinde birleştiler. Bu direniş kuvvetlerine Ömer Muhtar da katıldı. Birçok örnek davranışlar ortaya koyarak mücahitleri teşvik etti ve cesaret verdi. Ömer Muhtar’ın şöhretini duyan İtalyanlar ona büyük makam ve maddî imkânlar vaat ederek mücadeleden vazgeçirmeye çalıştılar. Fakat o; “Bizim burada yalnızca Allâhü Teâlâ’nın düşmanlarına karşı koymaktan başka bir ihtiyacımız yoktur.” cevabını verdi ve mücadeleyi kahramanca sürdürdü.

Ömer Muhtar 1922′de İtalya’da iktidara gelen Faşistlerin Libya’yı sömürgeleştirme politikasına karşı 1923′te Berka’da yeni bir direniş hareketi başlattı. Cebelü’l-Ahdar’da yaşayan aşiretlerden topladığı gerilla güçleriyle başarılı baskınlar yaparak İtalyan kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Mısır ve Sudan’dan gelen yardımların kesilmesine karşın, Bedevi köylülerin yardımıyla direnişini 1931′e değin sürdürdü. 11 Eylül 1931 ‘de bir çarpışmada yaralanarak İtalyanlara esir düştü. Fizan kasabı lakabıyla şöhret bulan General Rodolfo Graziani’nin başkanlığında bir savaş mahkemesince ölüme mahkûm edildi ve Saluk’ta idam edildi.

Ömer Muhtar birçok Kuzey Afrikalı Müslümanlar gibi Senusi tarikatına mensuptu. 19. yy.’da Kuzey Afrika’da teşekkül eden bu tasavvuf ekolü kısa zamanda çok hızlı bir inkişaf göstermiş, içinde barındırdığı dinamizm ile sömürgeci güçlere karşı Afrika Müslümanlarını daima diri ve taze tutmuştur.

Abdülhamid Han ve Ömer Muhtar’ın karşılaşmış olabileceğine dair kaynaklarda herhangi bir malumat bulunmamaktadır. Sultan Abdülhamid 1909 yılında tahttan indirilmiş, 1918 yılında ise vefat etmiştir. Ömer
Muhtar’ın tanınması ve Libya’daki direniş hareketinin başına geçmesi ise 1920′den sonradır. Dolayısıyla padişahın onu “Çöl Aslanı Ömer Muhtar” vasfıyla tanımış olması tarihen mümkün görünmemektedir.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/253/televizyonda-birkac-defa-izledigimiz-omer-muhtar-kimdir-mensubu-oldugu-iddia-edilen-senusilik-nedir-sultan-ikinci-abdulhamidle-ayni-donemde-yasadigi-icin-onunla-tanismis-midir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 02 Nisan 2012, 10:33:00
Kaptan-ı Derya ismi ne zamandan beri kullanılmaktadır, bilgi verebilir misiniz?





Kaptan-ı Derya Deniz kuvvetleri umum kumandanı yerinde kullanılır bir tabirdir. Osmanlı devletinin teşekkülünden az zaman sonra hudutları denize dayanmış, çok geçmeden denizleri de aşarak öte taraflardaki yerler fethedilmiş olduğundan gemiler yapmak ve bunları kullanacak kaptanlar yetiştirmek mecburiyyeti hasıl oldu. İlk gemiler yapılınca her gemi bir “Reis”in kumandasına ve tümü de “Derya Beyi” namıyla bir başbuğ idaresine verildi.
Teşkilat büyüdükçe unvanların da değiştirilmesi icap etti. “Reis” yerine İtalyancadan “Kaptan”, “Derya Beyi” tabirine karşılık “Kaptan-ı Derya” unvanları kullanılmaya başladı.
Daha sonraları denize büyük donanma çıkarıldıkça kaptanlık mesnedi bazen vezirlerden birine verildiği için kaptanlığa paşalık unvanı da ilâve olunarak “Kaptan-ı Derya” yerine “Kaptan Paşa” denilmeye başlamıştır. 1867 yılında “Bahriye Nâzırı” unvanı kullanılmaya başlamış ve bu unvan Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etmiştir. Günümüzde ise Deniz Kuvvetleri Komutanı unvanı kullanılmaktadır.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/249/kaptan-i-derya-ismi-ne-zamandan-beri-kullanilmaktadir-bilgi-verebilir-misiniz/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 03 Nisan 2012, 10:17:58
Eski tarih kitaplarında sık sık geçen “kaime” ne demektir?





Kaime, eskiden büyüklerden küçüklere yazılan resmî kâğıtlardan birinin adıdır. Küçüklerden büyüklere yazılanlara ise arîza denilirdi. Kaimeler uzun kâğıtlara yazılırdı. Kaimeler “kaime kesesi” denilen keselere, sonra da sandıklara konulurdu. Ayrıca, şimdi banknot denilen kâğıt paralara da eskiden “kaime” denilirdi. Bu ad, kâğıtlar para yerine kaim olduğu, geçtiği için verilmişti.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/258/eski-tarih-kitaplarinda-sik-sik-gecen-kaime-ne-demektir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerde Gizlenen Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 04 Nisan 2012, 11:03:07
Anadolu'da ilk Cuma namazı ne zaman ve nerede kılındı?





Büyük Selçuklu Hakanı Sultan Alp Arslan 16 Ağustos 1064 tarihinde Bizanslıların Kars yakınlarındaki fevkalade muhkem kalesi olan Ani Kalesini zorlu bir muhasaradan sonra fethetmiş, şehrin en büyük kilisesini camiye tahvil ederek ismini de fetihten dolayı Fethiyye Camii olarak değiştirmiştir. Bu mabed Doğu Anadolu’nun Ayasofya’sı olarak da anılır. 20 Ağustos 1064 gününe rastlayan Ramazan-ı Şerifin dördünde Anadolu topraklarında ilk Cuma ezanı ve hutbesi okundu. Bütün Selçuklu devlet büyükleri ve askerî erkânı da beraber olduğu halde Cuma namazı kılındı. Alp Arslan, Türkiye’nin temellerini Anadolu toprakları üzerinde Kars’ta atmış ve ülkelere gönderdiği fetihnamelerle Anadolu’nun Türk-İslam yurdu olduğunu ilan etmiştir.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/216/turkiyede-ilk-cuma-namazi-ne-zaman-ve-nerede-kilindi/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerdeki Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 05 Nisan 2012, 10:44:18
İslam bilim adamları hangi asırlarda çalışmalar yaptı. Günümüzde hangi bilimsel gelişmelerde öncülük yaptılar? Bilgi verirseniz memnun oluruz. Çünkü bazı kaynaklarda sadece Avrupa tarihi var.





Bilim, bütün dünya milletlerinin ortak mirasıdır. İlmî gelişmeye ve ilerlemeye dünya üzerindeki bütün milletler az ya da çok katkıda bulunmuşlardır. Müslümanların katkılarını Hicrî 2. yüzyılda (Miladi 8.) yani İslam’ın 150. yıllarında başlatmak mümkündür. İslam dini dünya sahnesinde belirerek ve Kuran-ı Kerim’in ilk ayetinin “oku” olması, bilimin en önemli destekçisi olacağını gösteriyordu. Allah Resulü’nün (s.a.v) “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız ” hadis-i şerifi ise bunu destekliyordu. Bu tarihten itibaren başta astronomi olmak üzere matematik, fizik, kimya, tıp, eczacılık, coğrafya vb. bilimlerde çalışmalar olmuştur, önce Yunan ve Hint kaynaklarından kitap tercümeleri şeklinde başlayan bilimsel çalışmalar, öğrenilen bilgileri geliştirmek, yeni buluşlar ve icatlar şeklinde devam etmiştir.

Müslüman bilim adamları yaşadıkları asırda hangi bilim dalında çalışma yaptıysa, bu çalışmaları kendinden sonraki dönemlerde çok önemli olmuş özellikle batıyı ve Avrupa’yı etkilemiştir.

Mesela 8, 9, 10 ve 11. yüzyıllarda Cabir bin Hayyan (721-815) kimya,
Harezmî (780-850) matematik,
Bîrûnî (973-1061) astronomi, eczacılık, haritacılık,
Ebu’l Vefa (940-998) matematik,
İbn-i Heysem (965-1040) fizik ve optik,
İbn-i Sina (980-1037) tıp,
El-Cezerî (1136-1206) fizik ve mekanik alanında çok önemli çalışmalar yapmışlardır.
Daha sonraki yüzyıllarda Gıyaseddin Cemşit el-Kâşi, Kâdızâde Rûmî. Uluğ Bey, Ali Kuşçu ve Takiyüddin Râsıd en çok göze çarpanlardır. Tüm sayılan Müslüman bilim adamları yanında isimlerini zikredemediğimiz pek çok Müslüman bilim adamı daha vardır. İslam dünyasında böyle muazzam bilimsel çalışmalar yapılırken Batı bu seviyenin çok gerisindeydi. Batıda çalışmalar henüz 12. yüzyılda Müslüman bilim adamlarının eserlerinin çevirisiyle başladı. Fakat üzücü olan Batılılar Müslüman bilim adamlarının kitaplarını çevirirken İslam âlimlerinin isimlerini değiştiriyorlar veya eser kendilerine aitmiş gibi kendi isimlerini veriyorlardı. 16. Yüzyıla gelindiğinde bilimsel çalışmalar Müslümanlarda hız kaybederken Batı’da ise hız kazandı. Batı’nın bu dönemden sonraki icat veya buluşlarının temelinde Müslümanların çalışmaları varken onlar bunu inkâr ettiler. Günümüzde ise bizlere neredeyse tarihimizi unutturup bizleri her gelişmenin kendilerine ait olduğuna inandırmışlardır.
Acaba uçan ilk insan İbn-i Firnas fizik kurallarını bilir miydi?
Ez-Zehravî ilk ameliyatı nasıl ve hangi aletlerle yapmıştı?
Matematikte sayı sistemini geliştirip günümüzde de kullanılan sistemi Harezmî nasıl geliştirdi?
İlk dünya haritasını El-İdrisî nasıl çizmişti?
Günlük hayatta sıkça kullandığımız kameraların keşfine öncülük eden İbn-i Heysem neden optik biliminin kurucusu sayılmakta?
Tüm bu bilim adamlarının eserleri Latince’ye çevrildikten sonra 12. yüzyıldan itibaren Batıyı çok derin şekilde etkilemiştir.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/179/islam-bilim-adamlari-hangi-asirlarda-calismalar-yapti-gunumuzde-hangi-bilimsel-gelismelerde-onculuk-yaptilar-bilgi-verirseniz-memnun-oluruz-cunku-bazi-kaynaklarda-sadece-avrupa-tarihi-var/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerdeki Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 06 Nisan 2012, 10:24:01
Hicrî yıl hakkında bilgi verir misiniz?





Hicrî takvim, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicreti başlangıç kabul edilerek tertib olunan tarihtir. Ayın hareketi esas tutulduğu için ‘hicrî-i kamerî’ denildiği gibi ‘sene-i kameriyye’ de denilir.
Milâdî ve Rûmî tarihler gibi on iki ay esasına dayanan Hicrî sene Muharrem ayı ile başlar ve Zilhicce ile sona erer. Hicrî ayların isimleri şunlardır:
Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîulâhir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelâhir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce.

Önceleri Araplar, Kâbe-i Muazzama’nın inşası, Amr ibn-i Rebia’nın riyaseti, Fil Senesi vb. büyük hadiseleri târih başlangıcı itibar etmişlerdi. Hicretten sonra seneler, birer ünvan ile anılmaya başlandı. Mesela birinci seneye Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye hicrete izin çıktığı için ‘İzin Senesi’ ve ikinci seneye, cihat emri verildiği için ‘Emir Senesi’ hicretin onuncu senesine de ‘Vedâ Senesi’ denilmişti.
Bu durum, Hz. Ömer devrine kadar devam etti. Hz. Ömer devri, İslâm devletinin kısa bir süre içerisinde sınırlarının genişlediği, resmî muamelelerin, medeni münasebetlerin çoğaldığı, askerî faaliyetlerin geniş çapta yayıldığı, devlet gelirlerinin arttığı bir dönemdir. Bu gelişmelere paralel olarak, bir takvim ihtiyacı ortaya çıkmıştı.
Hz. Ömer, ashabın ileri gelenlerini toplayıp takvim meselesini onlarla istişare etmiştir. Bu istişarede bazı yabancı takvimlerin kabulünü teklif edenler olmuş ise de bu teklifler ilgi görmemiştir.
Sahabe, İslâm tarihine başlangıç tayin ederken dört alternatif üzerinde durmuştur:
Bunlar: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) doğumu, bi’seti, hicreti ve vefatıdır. Alternatiflerin her birinin başlangıç olarak kabul edilmesi mümkün iken sahabiler, hicreti tarih başlangıcı kabul etmişlerdir. Zira Resûlullah’ın velâdet ve bi’set vaktinin kesin olarak tayini ihtilaftan hali değildi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefat zamanını tarih başlangıcı kabul etmeyi ise verdiği hüzünden dolayı, yani insan psikolojisi açısından uygun görmediler. Sonuçta ashâb, hicreti İslâm tarihinin başlangıcı olarak kabul etti.
Oruç ayı olan Ramazan ayının ne zaman başlayıp biteceği; hac ibadeti için şart olan Zilhicce ayının tesbiti; bayramların tayini; “eyyamı bîyd” denilen her ayın 13, 14 ve 15. günlerinin tesbiti gibi ibadetler Hicrî takvime göre hesaplanmaktadır. Ayrıca Kur’an-ı Kerîm’de, zamanlar hicrî takvime göre ifade edilmiştir.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/143/17-aralik-2009-tarihi-hicri-yilbasi-olan-1-muharreme-denk-gelmektedir-hicri-yil-hakkinda-bilgi-verir-misiniz/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Tarihte uçmayı başaran ilk insan kimdir?
Gönderen: Mücteba - 08 Nisan 2012, 07:38:28
Tarihte uçmayı başaran ilk insan kimdir?





Fizik ve astronomi sahasında birçok keşfe imza atan Endülüslü Ebu’l-Kâsım Abbâs b. Firnâs (vefatı M. 887), aynı zamanda dünyada uçmayı başaran ilk kişidir. Dünya ilim ve teknoloji tarihinde maalesef bugüne kadar üstün güçlerin dayatması hâkim olmakta ve icatlar tarihi de taraflı ve bir o kadar da yanlış olarak kitaplarda yazılmaya devam etmektedir.
Böyle olunca da dünyada ilk uçan kişiler olarak tarihe geçen Orville ve Wilbur Wright kardeşlerden 1017 sene önce uçmaya muvaffak olan Abbâs b. Firnâs’ın ismi bile zikredilmez. Eş-Şeyh Ahmed b. Muhammed El-Makkarî et-Tilemsânî, Nefhu’t-Tîb isimli eserinde dünyada ilk uçan kişinin Abbâs b. Firnâs olduğunu ve bu kişinin daha pek çok icadının da bulunduğunu kaydetmektedir.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/225/tarihte-ucmayi-basaran-ilk-insan-kimdir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Hicrî ve Rumî bir tarihi Miladîye çevirmek
Gönderen: Mücteba - 09 Nisan 2012, 10:36:49
Hicrî ve Rumî bir tarihi Miladîye çevirmek istiyoruz. Fakat elimizde Tarih Çevirme Kılavuzu isimli eser yok. İnternetten de istifade edemiyoruz. Ne yapabiliriz?






Bu durumda gün, ay ve yıldan oluşan bir tarihi Miladîye çevirmeniz çok zordur. Üstelik bu, hatadan uzak olmayacaktır. Sadece yılı bulmak için ise Hicrî ve Rumî için iki ayrı yol vardır.

Hicrî bir tarihi Miladî tarihe çevirmek için:

1- Hicrî yılı 33′e bölün.
1293:33 = 39.18
2- Çıkan sayıyı Hicrî yıldan çıkartın
1293-39 = 1254
3- Bu sayıyı 622 ile toplayın
1254+622 = 1876

Rumî bir tarihi Miladîye çevirirken ise tarihe 584 rakamı ilave edilince sonuca ulaşılır. Mesela 1339 Rumî yılını Miladîye çevirirken 584 ilave ettiğinizde 1923′e ulaşırsınız.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/122/hicri-ve-rumi-bir-tarihi-miladiye-cevirmek-istiyoruz-fakat-elimizde-tarih-cevirme-kilavuzu-isimli-eser-yok-internetten-de-istifade-edemiyoruz-ne-yapabiliriz/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerdeki Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 10 Nisan 2012, 10:59:19
Cengiz Han Türk müdür, Moğol mudur, Müslüman mıdır, Şaman mıdır? Bu konu hakkında bilgi verebilir misiniz. Çünkü Müslüman olduğunu ve hatta Mehdi olduğunu iddia eden makale ve kitaplar bile var. Bu iddialar doğru mudur değil midir?




Cengiz Han, Moğol İmparatorluğunun kurucusu ve ilk hükümdarıdır. 21 Ocak 1155 tarihinde, bugün Doğu Sibirya topraklarından geçen Onon Nehrinin sağ kıyısında yer alan Deli-ün Boldok’ta doğdu. Babası Moğolların reisi Yesügay Bahadır, annesi Houlen Ece’dir. Dolayısıyla Cengiz Han ırk olarak Moğol’dur. Cengiz Han hiçbir dine mensup değildi. Babası Yesügay oğluna, doğumundan önce mağlûp edip esir aldığı bir Tatar kabilesinin reisi olan Timuçin’in (demirci) adını koydu. Bu isimle de anılan Cengiz Han, devlet teşkilâtında da sadece Moğol gelenekleri uyguladı. Yalnız kendisi ve yakınları için çalışmıştır. İmparatorluğunda kurduğu teşkilât ilkel prensiplere dayandığı için ölümünden sonra ancak kırk yıl devam edebilmiştir. 1227 yılında ölmüştür.

Cengiz Han tarihin kaydettiği en büyük zâlimlerdendir. Onun bu zalimliği mensubu olduğu kavmiyle değil, kendi şahsiyeti ile alakalı bir husustur. Çünkü her kavmin içinden zâlimlerin çıkması ihtimali her zaman vardır.
O kendisine karşı çıkanları, teslim olmamakla direnenleri çocukları, kabileleri ve şehirleriyle birlikte ortadan kaldırırdı. Aynı asırda yaşamış olan meşhur ilim adamı ve tarihçi İbnü’l-Esîr, Hazret-i Adem (a.s.)’den o zamana kadar insanlığın mâruz kaldığı en büyük felâketin Cengiz istilâsı olduğunu söyler ve: “Keşke annem beni doğurmasaydı da tüyler ürpertici zulüm ve katliamları görmeseydim!” der.

Cengiz Han’ın orduları istilâ ettikleri İslâm ülkelerinde taş üstünde taş bırakmadılar. Kadın ve çocuklar dahil herkesi vahşice öldürdüler. Cengiz’in Moğol askerleri, İslâm kültür ve medeniyetinin en önemli merkezlerini de tahrip ettiler. Camiler ahır olarak kullanıldı. Hârizmşahlar’ın ülkesi baştan başa viraneye çevrildi. 8. yüzyılın ilk çeyreğinde meydana gelen bu hadiselerden bir asır sonra bölgeyi gezen seyyahlar, Moğol istilâ ve tahribatının izlerine rastladıklarını söylerler. Moğolların İslâm kültür ve medeniyet eserlerini tahribe yönelik harekâtı. Cengiz Han’dan sonra Hülâgû ve diğer ahfadı tarafından da devam ettirilmiş, çok sayıda Müslüman katledilmiş, cami, medrese ve kütüphaneler yakılıp yıkılmıştır. Cengiz Han’ın bu tahribatını tarihçiler “Nehirlerin günlerce kan ve mürekkep aktığını” beyan ederek tarif etmişlerdir. Tarihe bu vasıflarla geçmiş birisinin hangi ırka mensup olduğu çok da önemli değildir. Hele Mehdi olduğu iddiası da son derece anormal bir iddiadır.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/175/cengiz-han-turk-mudur-mogol-mudur-musluman-midir-saman-midir-bu-konu-hakkinda-bilgi-verebilir-misiniz-cunku-musluman-oldugunu-ve-hatta-mehdi-oldugunu-iddia-eden-makale-ve-kitaplar-bile-var-bu-id/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerdeki Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 11 Nisan 2012, 10:35:41
Binek taşı nedir?




Ata kolaylıkla binmek için cümle kapısı önüne konulan taşın adıydı. Mermerden müstakil olarak yapılan bu taşın eni vasati olarak 60 santim, uzunluğu 1 metre, yüksekliği de 40 santimdi. At, taşın yanına getirilir, taşın üstüne çıkan binici sol ayağını üzengiye koyarak sağ ayağını üzerinden geçirmek suretiyle ata binerdi.
Otomobil ile arabanın icadından evvel padişahlarla sadrazam, vezir, nazır ve vali gibi büyükler işlerinin başına yahut merasim yerlerine atla gittikleri için evlerinin ve resmî dairelerinin cümle kapıları önünde kolaylıkla ata binmeleri için binek taşı konulurdu.


Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/200/binek-tasi-nedir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Ynt: Gizli Mahzenlerdeki Tarih Canlanıyor
Gönderen: Mücteba - 12 Nisan 2012, 11:11:19
Zaloğlu Rüstem kimdir?




Rüstem, Firdevsî’nin Şehnamesi’nde destanlaştırılan efsanevi İran tarihinin en ünlü kahramanı, pehlivanıdır. Babasının ismi Zal’dır. Bu sebeple kendisine Rüstem-i Zal veya Zaloğlu Rüstem denilir. Pûr-ı Zal, Rüstem-i Destan gibi lakaplarla da anılır.

Rüstem, dünyaya geldikten sonra hızla büyüyüp gelişerek kısa sürede yiğitlere yaraşır bir vücut yapısına ve güce kavuşmuştur. 700 batman ağırlığındaki gürzü, güçlü kemendi, kaplan postundan yapılmış elbisesi ve yıldırım hızındaki atı Rahş ile İran krallarının sıkıntıya düştükleri anda yardımlarına koşmuş, onları ve İran halkını büyük tehlikelerden kurtarmıştır.

Rüstem’in en büyük ve zorlu rakibi Turan (Türk) hükümdarı Efra-siyab olmuştur. Efrasiyab’ın Dîvânü Lügâti’t-Türk’te geçen Alp Er Tunga olduğu bilinmektedir. Fakat İran efsanesinde İran milliyetçiliğinin tesiriyle Efrasiyab kötülenmektedir.

Rüstem, İran ve Eski Türk edebiyatında kahramanlık ve yiğitlik sembolüdür. Divan şairlerimiz tarafından çokça kullanılmıştır.
Mesela Nef’î Dördüncü Murad Han’ı methettiği meşhur bir kasidesinde:

Şâhâne-meşreb Cem gibi sâhib-kırân Rüstem gibi
Hem Îsî-i Meryem gibi ehl-i dil ü ferhunde-dem


demektedir.



Tarih Postası (http://www.tarihpostasi.com/163/zaloglu-rustem-kimdir/) bir Yedikıta (http://www.yedikita.com.tr/) hizmetidir.
Başlık: Tarih Bilmenin Ehemmiyeti
Gönderen: Mücteba - 13 Mayıs 2012, 13:15:34
Tarih Bilmenin Ehemmiyeti

93 Harbi diye meşhur olan 1877-78 Osmanlı Rus harbinin Anadolu cephesinde Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın yanında kâtip olarak vazifeli olan Mehmet Arif Bey'in hatıralarından:

"Akıl bu ya! Fakir, önceleri tarih ilmine hiç ehemmiyet vermezdim. Bilinmezse ne olur, lüzumsuz ve faydasız, yalnız bir bilgiçlikten ibârettir.”
der de, adetâ bilinmesiyle bilinmemesini denk tutardım...

Lâkin son olarak geçirdiğim tecrübelerin yardımıyla aklım başıma geldi de, anladım ki, meğer iş öyle değilmiş... Tarih o kadar mühim, o kadar dikkate değer bir ilim imiş ki, tarih bilinmez ise devlet gemisinin dümeni, istenilen semte doğru çevrilemez imiş. Târih bilmezlik, siyâsî olarak, devletçe çok büyük noksan ve hatalar meydana gelmesine sebep olurmuş. Tarih, bir milletin ayıp ve noksanlarını görüp düzeltmesi için, bir ayna imiş. Hakikati gösteren ve sonraki nesillerin gözleri önüne konan bu ayna, ayıp ve kusurları olmayan milletlerin ise şu dünya pazarına, cemâl ve kemâllerine şükrederek, yakışıklı bir kıyafet ile çıkmalarına yararmış. …

Hemen iddia edebilirim ki, târih, yalnız başına insanı canlandıracak, hârika bir ilimdir. Lâkin târihteki yüce hisler ve rûh, aydınlık bir fikirle beraber olarak, akıllı bir  terbiyeci eliyle, gençlerin zihinlerine taşa nakş olunur gibi yazılmalıdır.


http://yeni2012.fazilettakvimi.com/tr/2012/5/13.html