Bizim Camiler, Minareler, Şerefeler, Hoparlörler...
Bizim minare sizin minareden daha yüksek...
Ya öyle mi?.. Ama bizim minare üç şerefeli, sizinki iki...
Bizim caminin kubbesinin üzerindeki alem altın yaldızlı pırıl pırıl ışıldıyor güneşin altında, göz kamaştırıyor...
O ne ki... Bizim caminin hoparlörleri 130 desibel ezan okuyor, cihanı çın çın çınlatıyor.
Bizim cami alttan ısıtmalı, sizinki öyle mi ya...
Bizim caminin klimaları en lüksünden...
Ama bizim caminin ışıkları lazerli...
Lazer nedir ki, bizimkinde ültrafeniks şualar var...
Bizim caminin şadırvanından kışın sıcak, yazın soğutulmuş su akıyor...
Bizim caminin muslukları elini uzatınca akar, kapatınca kesilir...
Bizim camide kapalı devre dijital kamera sistemli koruma var...
Hah hah hah!... Bizim koruma sizinkinden daha sofistik...
Bizim cami... Sizin cami... O cami... Bu cami... Şu cami...
Yaylamsı bir yerde küçük torun:
-Deda deda ezan okuniya...
-Sus velet, o bizim ezan değul, komşu mahalle camiinin ezanidur.
Kubbeli camiler... Uzun minareler... Şerefeler şerefeler şerefeler... Halılar, mermerler, yaldızlar... Şadırvanlar... Camiin WC'leri... Men women one lira...
Güneşin doğmasına bir saat var... Şehrin binlerce camiinin hoparlörlerinden aşırı yüksek sesle ezan okunmaya başlar... Yer gök inler...Civardaki evlerin camları zangır zangır titrer... Çocuk uyanır ağlamaya başlar... Yakındaki otelde kalan bir turist yataktan düşer...
Ezan biter, Eyüb Sultan ve bir iki cami dışındaki öteki binlerce camiye birkaç ihtiyardan başka cemaat gelmez... Camilerde sabah vaktinde liseli ve üniversiteli bir genç bulamazsınız...
Dindar, radikal, İslamcı gençlik ve halk ya yataklarında leş gibi yatar, yahut namazı gece kıyafetiyle, uyku sersemliğiyle alelacele kılar ve tekrar tumba yatağa girer...
Nerede kalmıştık?
Bizim caminin minareleri...
Bizim caminin kubbesi...
Bizim caminin hoparlörleri...
Bizim caminin klimaları...
Bizim caminin halıları...
Bizim caminin mermerleri...
Bizim cami mi büyük sizin cami mi büyük?
Sarı Hafız güzel Kur'an okuyor... Öyleyse camiye gelip dinlesene...
Camiler, minareler, yaldızlar, hoparlörler, klimalar, kaloriferler, soğuk su cihazları, cami kapısındaki ayakkabı poşetleri, sıcak günlerde fıldır fıldır dönen vantilatörler, İslamda millî birlik ve beraberliğe dair hutbeler, 19 Mayıs'ta M. Kemal'e yapılan dualar...
Ah hele şu sabah vakitlerinde camilerimizin hali...
Ah ah ah!...
Eyvah!..
Mehmet Şevket EYGİ - 12 Nisan 2012 Perşembe
‘Cami gibi cami’ tasarlamak
Toplumun kültürel kodunun, görsel kısmı çeşitli sebeplerle şekillenir. Bu kod bilinçli ya da bilinçsiz olarak işlenmiş olsun, belirli bir zaman sonra öyle bir kanıksanır ki, kodun gerekliliklerinin dışına çıkmak çok zor olur, çıkılsa oldukça fazla eleştiri alır. Hatta bazen o koda uygun davranmamak, kültürel mirasa hakaret olarak algılanabilir. Kodlanmış ve bir o kadar kanıksanmış cami imgesi oldukça basit iki fiziksel/geometrik öğeye ihtiyaç duyar. Kubbe ve minare…
İşte bilindik bu iki öğeye sahip olmayan ya da sahip olduğu halde farklı formlar denenen camilere, gün gelir cami gözü ile bakılmadığı da olur. Hatta böyle tasarımların tümden hata olduğunu iddia eden beylik bir söylem vardır: “Cami, cami gibi olmalı." Bu yorumu gün gelir bir müftüden duyarız, bir gün bir vatandaştan, bir gün bir siyasetçiden. Camiler hakkında koda bir de keskin ve baskın mirasımız “Mimar Sinan” olgusunu da ekledik mi, tam anlamıyla kemikleşir. Nahif düzeltmeler ve iyi niyetli söylemler bile güçlü bir savunmayla karışık tepki ile cevaplanır. Öyle tanımlı, yazılı bir 'Cami nasıl olur?' anayasası olmadığı halde hem de...
Söze kubbeden başlamak gerekir. Önce hayvan kemiklerinin, sonra da taşların kaydırılarak üst üste konulması ve yuvarlak bir alanın üstünün örtülmesi M.Ö. 8000'li yıllara kadar gider. Sasaniler ve Bizanslılara atfedilen türde kubbeler ve sonra “Türk üçgeni” denilen kavramla kare plandan, kubbe yuvarlağına geçme yöntemleri, mimarlık tarihi konularının ilk anlatısıdır belki de. Bilinmesi gereken şey şudur ki, İslamiyet öncesinde de kubbe vardır ya da kubbe sadece İslam'a ya da camiye özgü bir örtü biçimi değildir. Roma'daki Pantehon, 43 metre çaplı kubbe açıklığı ile dünyadaki en eski ve en büyük olma özelliğini devam ettiren bir yapıdır. Sanıldığının aksine, ilk yapıldığında kilise değil bir Pagan tapınağıdır. Sonra kilise olmuştur. Ne olursa olsun, ne Selimiye'nin, ne de Ayasofya'nın etkisine sahiptir. Ayasofya'nın kubbe açıklığı, Selimiye'ninkinden büyüktür. (Selimiye'nin kubbe çapı 31,25 metredir, Ayasofya'nın kuzey-güney aksı çapı 34,7 metre ve doğu-batı aksı 33 metredir) Ne önemi vardır ki? Ayasofya'nın kubbesi düzgün daire değildir. Hatta Ayasofya'nın kubbesinin bu deformasyona rağmen ayakta durması Mimar Sinan ekleri ve onarımları sayesindedir. Ayasofya nispeten daha karanlıktır. Selimiye ise tabiri caizse bıçak gibidir, keskindir, tertemiz, aydınlık ve mağrur. Sapasağlam ve sanki yeni açılmış 3-4 yıllık bir bina gibi durur. Sonra, İstanbul'a geçelim, bu sefer kubbesinin çapı ortalama bir camiden de ufak ve gazoz kapağına benzeyen Rüstempaşa Camii, eşsiz bir yoğun hali (kompakt) samimi tarzda ortaya koymakla mükelleftir.
Kubbe her yerde kullanılabilir ve tabii çok büyük de olabilir ancak genel olarak etki, mimarî biçimleme ile oturur, değer kazanır. Değeri oluşturan şey salt kubbe formu olmadığı gibi büyüklüğü hiç değildir. Binanın kendisinden menkul gizi ile betimlemeyi yapan şey mimarî değeridir. Rüstempaşa'da, Selimiye'de ve tabii ki Ayasofya'da bu vardır. Her eski şey sadece eski diye güzel ya da değerli olmayabilir. Yine de İstanbul'da iyi ki Ayasofya vardır. Böylece Selimiye, Süleymaniye, Sultanahmet böyle meydan okurcasına ortaya çıkmıştır. İstanbul'da Ayasofya'nın olmadığını düşünün. İstanbul'un silüetini ortaya çıkaracak olan binalar bu kadar şevk ile ortaya konar mıydı, bu kadar iddialı olmak derdiyle yapılırlar mıydı?
Kubbe ya da kümbet, bu tür yapı örtüsü sistemlerine Romalılar, Bizans ve sonra Osmanlılar büyük katkı sağlamış olabilirler ama kubbe bir cami geleneği değildir. Hamam da kubbelidir. Pagan tapınağı da, bazı bazilikalar da hatta türbeler de. Klasik tür camilerde, başka bir geniş açıklık geçme yöntemi olmadığından kubbe tercih edilmiştir. Kısaca kubbe, tek bir dine ya da ırka ait bir geniş açıklık geçme formu değildir.
Soru:“Mimar Sinan zamanında, kubbe dışında farklı bir açıklık geçme sistemi olsaydı, diğer yöntemleri dener miydi?”
http://www.zaman.com.tr/yorum_cami-gibi-cami-tasarlamak_2045520.html
(http://25.media.tumblr.com/tumblr_mdft9mWLBC1r4wbi9o1_1280.jpg)
Cami Gör!
Türkiye'nin ve Dünyanın tasarlanmış, tasarlanmamış camileri...
http://camigor.tumblr.com/
Camiler: Osmanlı ne yaptı, bugün ne yapılıyor?
'Selatin camilerinin merkezi olan İstanbul'da Kahramanmaraş'taki camiyi koymak, simge yapı konusunda bu caminin daha ilk dakikadan çok gerilerde kalması demek değil midir? Yazık değil mi?'
http://t24.com.tr/haber/camiler-osmanli-ne-yapti-bugun-ne-yapiliyor/208383
*******************************
**************************************************
Câmileri yeniden yapılandırmak
Yöneticiler genel anlamda statükocu olurlar. Bundan olsa gerek iyi yönetici statükoyu koruyarak iş üretebilen kişidir bu çevrelerde. Bu yüzden toplumun âlimleri ve entelektüelleri yöneticilere göre ufku daha geniş kadrolardır, çünkü onlar statükoyu korumaktan ziyade ideallere paralel hedefler korlar toplumun önüne.
İdarecilik kabiliyetine sahip, cesur, vizyoner, entelektüel ve âlim kişilere yönetme yetkisi verildiğinde ise topluma giydirilen deli gömleklerini parçalar, birçok kişinin hayâl dahi edemediği işlere imza atarlar. Muktedir oldukları kurumlarda çığır açarlar.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in câmilerin hâlihazırdaki konumuna ve olması gereken misyonuna dair yaptığı tesbitlerini ve câmilerin yeniden yapılandırılması hakkında ortaya koyduğu irade beyanını okuduğumda bunları düşündüm. Sayın Görmez’in artık İslâmî câmianın teorik bağlamda bile dillendirmediğini Diyanet İşleri Başkanı vasfıyla bir hedef olarak ortaya koyması şahsen beni heyecanlandırdı.
Neden mi bahsediyorum? Sayın Görmez, geçen hafta Cemil Meriç Kültür Merkezi’nde Ankara’da bulunan bin 100 câmi dernek başkanıyla bir araya geldiği toplantıda şunları söylemiş:
“Gönlüm şunu istiyor, sokak çocuklarının bile sığınabildiği yer Allah’ın evleri olsun. Ankara’ya, İstanbul’a gelip otel parası bulamayan kimsesiz, sokakta kalmış insanların sığınacağı yer yine Allah’ın evleri olsun. Câmilerin yanı başında, müştemilatında oluşturulacak küçük bir yer sayesinde bir gariban, aç kalmış, susuz kalmış, sığınacak bir yer bulamamış insanlar Allah’ın evlerine sığınma imkanı bulsun.
Bu bir hayâl gibi görülebilir ancak bu hayâli hep birlikte gerçekleştireceğiz. Câmileri bütün gün açık hale getirmeliyiz. Hiçbir endişe ve korku câmilerin kilitli olmasını haklı kılmaz. Unutulmamalı ki hırsızlık endişesi ile câmilerimizi kapalı tutarak yaptığımız hırsızlık, hırsızların câmilerden götürdüklerinden daha büyük bir hırsızlıktır.”
Câmi kapılarının namaz vakitlerinde açılıp namaz sonralarında kapatılmasını da eleştiren Görmez, “Allah’ın evinin kapısına kilit vuramayız” ifadelerini kullanmış. Allah’ın evine kilit vurmak Allah’ın evini tatile sokmaktan başka ne manaya gelir ki?
Çatık kaşlı devlet dönemine uygun yapılandırılmış câmileri aslî misyonuna uygun yapılandırmaktan bahsediyor. Birçok Müslüman ülkeyi gezmiş birisi olarak maalesef bizdeki gibi câmileri namaz vakitlerinde açıp sonrasında kapatan bir ülke görmedim. Sayın Başkan câmileri soğuk mekânlar olmaktan çıkartıp tevhidin sembolü kıvamına uygun sıcak merkezlere dönüştürme ufkundan, yani toplayan anlamına gelen câminin toplumun her kesimini toplayıp kucaklayan Mescid-i Nebevî örnekliğinde yeniden yapılandırmaktan bahsediyor. Bir tahriften değil, yapılmış bir tahrife son vermekten..
Câmilerin her türlü dînî ve kültürel faaliyetlerin yaşandığı mekânlar olması gerektiğine de dikkatleri çeken Sayın Görmez, gelir sağlama amacıyla câmilerin alt kısımlarının iş yerlerine kiraya verilmesini de doğru bulmadığını beyan etmiş. Konuşmasında takva üzere kurulması gereken câmilerin aslî vazifesine dair birçok önemli hususa da parmak basan Başkan; “İşte bu!” dedirten cinsten güçlü bir irade sergilemiş.
Câmilerin reklam yapılacak mekânlar olmadığına da işaret ederek, reklam içeren tabela ve tablolardan mabetlerin arındırılması konusunda çalışma yapılması gerektiğini söylemiş. Sayın Görmez’in bu dediklerine katılmamak mümkün değil. Kendisini canı gönülden tebrik ediyorum. Eğer bu dediklerini başarırsa hem kendisi hem de ekibi hep hayırla yâd edilecektir.
Haber vaktim.com27 Ocak 2013 Pazar 01:00
serdard22@hotmail.com