Hayırlı ve Hayırsız Cemaatler
ÖNCE şu hususu belirteyim: Bendeniz İslamî cemaatleri iki kategoride değerlendiririm. Birinci kategori hayırlı, faydalı, doğru cemaatlerdir. Bunların birtakım kusurları olabilir ama maslahat tarafları noksanlarına ve hatâlarına galiptir.
Bu hayırlı cemaatler hangileridir?..
Bunlar Ehl-i Sünnet dairesi içindedir. Mensuplarına namazı kıldırırlar. İlmihalini öğretirler. Düzgün ve doğru ahlak için çalışırlar. Kur'ana, Sünnete, Şeriata, fıkha bağlıdırlar. Din ticareti ve sömürüsü yapmazlar. Dine sokulmak istenen bid'atlerden, reformculuktan, dinde değişim ve yenilikten, BOP'çuluktan, light/ılımlı İslam tuzağından, İslam Protestanlığından uzak dururlar. Bunlar, Ümmetin bir parçası olduklarını bilirler ve İslam'ı tekellerine almazlar.
İkinci sınıf cemaatler:
Bunlarda Ümmet şuuru yoktur, aşırı cemaat asabiyeti ve militanlığı vardır. Cemaatlerini din ile özdeşleştirirler. Hattâ bazılarının neuzübillah cemaatlerini dinin üzerinde görür gibi halleri vardır. Cemaatleri dışındaki salih ve muttaqi Müslümanları dışlarlar. Tekelcilik yaparlar. Bilmeden zarar verirler.
Birinci sınıftaki cemaatleri can u gönülden desteklerim.
İkinci sınıftaki cemaatleri (kardeşlik hukukunu zedelemeden) olumlu bir üslupla tenkit etmeyi ve uyarmayı bir vazife bilirim.
"Sen kim oluyorsun, hangi cür'et ve cesaretle bizi ve din-başımızı tenkit ediyorsun?.." diyenlere cevabım şudur:
Ben çok nâçiz, değersiz, rütbesiz okur yazar bir Müslümanım. Kim değilim, hiçim. Küçücük, minicik bir vazife ve hizmet olsun diye bu satırları kaleme alıyorum.
Şimdi tenkit ve uyarılarımı sıralıyorum:
Birincisi: Hiçbir cemaat, mezhep, tarikat, hizip, fırka, grup, klik İslam'la ve Ümmetle özdeş ve eşit olamaz.
2. Cemaat parçadır. İslam ve Ümmet bütündür. Parça bütünle eşit olamaz.
3. Allah iman edenler topluluğuna Ümmet ismini vermiştir Bütün cemaatler ve parçalar Ümmet bütünlüğüne, mü'minlerin birlik ve beraberliğine zarar vermemekle mükelleftir (yükümlüdür).
4. Ümmet şuuru (bilinci) çok lüzumlu, zarurî ve faydalıdır. Bu şuura sahip olmayan Müslüman çok eksiktir.
5. Bir Müslümana "Sen kimlerdensin?" sorusu yöneltilse, vereceği cevap "Elhamdülillah ben İslam Ümmetindenim" olmalıdır.
6. Bir Müslümanın Allah katında derecesi ve yüksekliği taqva ile ölçülür. Şu veya bu cemaate mensup olmak bir ölçü değildir.
7. Müslümanlığın temel prensiplerinden biri emanetlerin (yani işlerin, vazifelerin, makam ve mevkilerin, memuriyetlerin, başkanlıkların) ehil olanlara verilmesidir. Emanetleri ehil olanlara değil de (ehliyete bakmaksızın) cemaat mensuplarına verenler büyük günaha girmiş, İslam'a ve Ümmete karşı ağır suç işlemiş olurlar.
8. İslam dini cemaat nepotizmini asla uygun görmez.
9. Emanetleri ehil olanlara değil de cemaatçilere vermek Müslümanlığın çökmesine sebebiyet verir.
10. İslamî cemaatler birbirleriyle irtibatlı olmalı, işbirliği yapmalı, onların reisleri ve kurmayları sık sık toplanmalıdır.
11. Mübarek Ramazan'da birtakım cemaatler hahamlarla, papazlarla, oruç tutmayan günahkarlarla, hattâ ateistlerle muhteşem, lüks ve israflı iftar sofralarında bir araya geldiler, merhabalaştılar, kucaklaştılar, öpüştüler, muhabbetleştiler ama kutsal ayda (ve öteki aylarda) on büyük cemaat reisi bir araya gelmedi. Garipsenecek bir durum değil mi?
12. Cemaatlerin ilk yapacağı iş bir araya gelerek müşterek bir İslam İmam-ı Kebiri ve Emîrü'l-mü'minîn seçmek, bu zata biat ve itaat etmektir.
13. Cemaatler bütün Ümmeti ilgilendirecek, kapsayacak müşterek bir hizmet plan ve programı yapmakla mükelleftir.
14. Hiçbir cemaatin itikad konusunda Ehl-i Sünnet dairesinin, Sevad-ı Âzam'ın, Cadde-i Kübranın dışına çıkmaya hakkı yoktur.
15. Hiçbir cemaatin Şeriat-ı Garra-i Ahmediyye sınırları dışına çıkmaya hakkı yoktur.
16. Hiçbir cemaatin cemaatçi, militan, mutaassıp, aktivist, arivist yetiştirmeye hakkı yoktur. Hayırlı, doğru, faydalı cemaatler; olgun Müslüman, olgun insan ve vasıflı vatandaş yetiştirmekle, İslam'a ve Ümmete hizmet etmekle yükümlüdür.
17. Hiçbir cemaatin Kur'an, Sünnet, Şeriat, fıkıh hüküm ve ölçülerine aykırı şekilde zekat ve sadaka toplamaya ve sarf etmeye hakkı yoktur.
18. Hiçbir cemaatin fıkıh ölçülerine aykırı olarak kurban parası toplamaya, kurban ticareti yapmaya hakkı yoktur.
19. Cemaatler bütün hizmet ve faaliyetlerini Kur'ana, Sünnete, Şeriata, fıkha, İslam ahlakına ve İslam bilgeliğine uygun şekilde yapmak ve yürütmek zorundadır.
20. Hiçbir cemaatin "Allah katında tek hak, geçerli, makbul dinin İslam olduğu" inancına aykırı bâtıl ve merdut itikadları benimsemeye ve yaymaya hakkı yoktur.
21. Hiçbir cemaatin kafirleri dost ve veli edinmeye, militan ve harbî küffar ile işbirliği yapmaya hakkı yoktur.
Bendeniz, doğru olduğunu iyi bilmediğim ve yine doğru olduğuna inanmadığım fikir ve görüşleri yazmam.
Yukarıda madde madde yazdığım hususlar çok açıktır. Yanlış varsa, gerekçeli olarak tenkit edilebilir.
Bazı militanlar hakaret ediyor. Kem söz sahibine aittir.
Ehl-i Sünnet dairesi içindeki bütün hayırlı cemaatler en kısa zamanda bir araya gelmeli ve Ümmet için müşterek bir hizmet ve faaliyet plan ve programı hazırlamalıdır.
Yine en kısa zamanda ilmiyle, irfanıyla, ihlasıyla, takvasıyla, ahlak ve faziletiyle, hikmetiyle herkesin güvenini, sevgisini kazanmış bir zat İmam-ı Kebir olarak seçilmeli ve ona biat ve itaat edilmelidir.
Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona) ne buyurmuş?
"Zamanındaki İmam'a biat etmeden ölen kimse sanki cahiliyet ölümü ile ölmüş olur."
Ey cemaatler!.. Müslüman halkın vebali sizin üzerindedir.
Allahın selam, rahmet, bereket ve tevfiqi bütün mü'minlerin üzerine olsun!..
Mehmet Şevket EYGİ - 14 Ekim 2011 Cuma
Cemaatler sivil toplum kuruluşu değildir
Türkiye'nin güncel tartışma konusu 'dersaneler' aslında arka planında başka başlıkları barındıran önemli bir konu. Hemen herkesin fikir beyan ettiği bu mesele üzerine Türkiye'deki en yetkin isim olan Prof. Dr. İsmail Kara, 'Cemaatlerin derin bir sistem tasavvurları, devlet fikirleri ve tenkitleri yoktur. Bu da Türkiye'ye müdahalenin aracı olarak kullanılabilirlik ihtimallerini artırıyor' diyor.
YUSUF GENÇ | 14 ARALIK 2013, 18:01
Dersaneler üzerinden başlayan ve hemen herkesin ilgi gösterdiği tartışmanın asıl konusu yine herkesin bildiği gibi dersaneler değil. Dersane, çok daha temel tartışmaların sadece görünür yüzü oldu. Bu tartışmaların popüler başlıkları olduğu gibi derinlemesine ele alınması gereken başlıkları da var. Herkesin bir şekilde dâhil olduğu bu tartışmada ne söyleyeceği en çok merak edilen isimlerden biri Prof. Dr. İsmail Kara'ydı. Kara, uzun yıllardır din-devlet ilişkileri üst başlığında Türkiye'nin imkânlarını, iddialarını ve hedeflerini tartışıyor. Aktüel olduğu kadar kökenleri Osmanlı modernleşmesine kadar da uzanan cemaat-siyaset ilişkilerini, Cumhuriyet sonrası aldığı evre ve bugünkü konumu üzerinden yeniden düşünmemiz gerekiyor. Cemaat ve tarikatların ekonomik ve politik bir güce dönüşmesinin Türkiye açısından endişe verici bir boyutu olmadığını söyleyen Kara, mesele üzerinden çok önemli başlıklara dikkat çekiyor.
Son tartışma üzerinden cemaatler ve siyaset meselesini konuşmak istiyoruz ama biraz geriden başlayalım: Cumhuriyetin ilanından sonra dinin konumlandırılması gerekiyordu. Cumhuriyet idaresi dine ve mütedeyyinlere bir konum biçti, dindarlar da başka bir konum biçti kendilerine. Sonra ne oldu?
Sonra ne olduya geçmeden bir eklemede bulunmak lazım. Bir defa dinle, geniş mânada dinî kültürle siyasî merkezin problemli hale gelişinin tarihini Cumhuriyetle başlatmak yanlış ve eksik olur. Bu süreç Osmanlı modernleşme hareketleriyle başlamıştır. Cumhuriyet bunu devraldı.
Osmanlı modernleşmesi ile Cumhuriyet arasında bir devamlılık ilişkisi mi kuruyorsunuz?
Devamlılık ilişkisini ciddiye almadan kopuş ilişkileri doğru ve yerinde anlaşılamaz, ona işaret etmek istiyorum. Halifeliğin kaldırılması dâhil Cumhuriyet devri inkılaplarının -ki tamamı doğrudan dinle alakalıdır- hemen hepsinin tartışma düzeyinde yarım asır, bir asır geriye giden tarihleri var. Kopuş şurada: Osmanlı modernleşmesi ve erken Cumhuriyet dönemi dinle modernleşmeyi bir arada götürmek istiyor, felsefî olarak birbirinin karşısında olan iki şeyi uyumlu hale getirmeye çalışıyor, kurtuluşu burada görüyordu. Hatta böyle bir iddiası var da denebilir. Meseleyi anlatmak için benim yazı başlığı olarak kullandığım ironik slogan şu: Hem Batılılaşalım hem Müslümanlaşalım. Lozan sonrasında, özellikle de 3 Mart 1924'te Türkiye'nin terk ettiği çizgi, koptuğu nokta bu iddiadır.
CEMAATLER 1950'DEN SONRA VARLIK KAZANDI
Tamamen mi terk etti? Bugün de bu ironik slogan yürürlükte değil mi?
Haklısınız, yürürlükte ama bu çokpartili hayata geçiş aşamasında ve sonrasında canlanan farklı bir sürecin ürünü. Cumhuriyet ve tekparti idaresi I. Dünya Savaşı sonrası şartlarda tesis ediliyor. II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünya değişiyor ve Türkiye de bu yeni şartlara kendisini uyarlıyor. Kaba ve sert laiklik politikalarından vazgeçilmesi, isterseniz din-siyaset ilişkilerinin değiştirilmesi diyelim bu yeni dünya şartlarında oluşacak. Cemaat ve tarikatların yeniden ortaya çıkışı ve giderek varlıklarını daha fazla hissettirmeleri, tekrar oyuna dâhil olmaları Türkiye'nin kısmi de olsa demokratikleşme tarihiyle alakalı. Risale-i Nur cemaati, Süleyman Efendi cemaati, İskenderpaşa cemaati, Kubbealtı cemaatı, Erenköy cemaati, Hüseyin Hilmi Işık cemaati, İsmailağa cemaati, Menzil cemaati dediğimiz yapılar daha önceye giden bazı kaynakları olmakla beraber bugün anladığımız mânada 1950'den sonra vücut bulmaya başlıyorlar.
CEMAAT-SİYASET İLİŞKİSİNİN ULUSLARARASI BOYUTU DA VAR
Siyasi, hukuki ve kültürel bir kavram olarak kullanılan 'cemaat'in, Türkiye'de Müslüman muhafazakâr grupları işaret etmeye yarayan bir kavram olduğunu biliyoruz. Sayıları da çok...
Bakın, hukuki bir kavram olarak cemaat sadece gayrımüslimler için kullanılabilir; Rum-Ortodoks cemaati, Ermeni cemaati, Yahudi cemaati falan. Hem milli hem milletlerarası hukukta da cemaat olarak yeri var bunların. Müslümanlar için cemaatin ve tarikatın hukuki hiçbir karşılığı yok, dar mânada siyasi karşılığı da yok. Ama kültürel olarak, fiili olarak böyle bir şey var tabii.
Soruyu şöyle soralım o zaman: Cemaatlerin devletle ilişkileri hangi düzeyde. İktidarın dışında ve üzerinde mi, yanında ve yedeğinde mi?
Bu mesele tekdüze cevaplandırılacak kadar basit bir mesele değil. En azından benim için öyle. Hem siyasi merkez hem de cemaatler ve tarikatlar zaviyesinden karmaşık tarafları ve bölgeleri var. Bu iki tarafın yanına bazen uluslararası unsurlar da eklenir ve iş daha da karmaşıklaşır. Kısaca söyleyecek olursak siyasi merkez olarak Ankara 1924'ten beri cemaat ve tarikatların hatta mütedeyyin insanların din anlayışlarını tasvip etmez, varlıklarını siyasi muhalefet odağı olarak görür; irtica der, şeriat der, teokratik devlet der, bu sloganlar üzerinden onları mahkûm eder. Dolayısıyla bunları bir taraftan tehlike göstererek bastırır, biçimsizleştirir, zayıflatır, dönüştürmek ister. Diğer taraftan toplumu ayakta tutacak, devleti meşrulaştıracak en köklü ve etkili varlık olarak dinin, yerli dindarlığın bunlar üzerinden, bunlar vasıtasıyla devamını ister, bunu teşvik eder. Diyelim ki radikal dinî hareketlere, başka İslâm ülkelerinden gelen dinî düşüncelere karşı bunları bir şekilde destekler. Bir de oy meselesi var tabii.
DİNİ GRUPLAR DEVLETÇİ VE MERKEZİYETÇİDİR
Devletin bu yaklaşımına karşı cemaatlerin tepkisi ne peki?
Cemaat ve tarikatların da siyasî merkeze ve devlete karşı konumları, düşünceleri ve davranış biçimleri çok taraflıdır. Önce zihniyet dünyaları itibariyle devletçi ve merkeziyetçi olduklarını söyleyebiliriz. Türkiye'de bu aynı zamanda askerlere yakın demek. Bu noktada milliyetçi ve muhafazakâr çevrelere hayli yakınlaşırlar. Devlet bizimdir ama başkalarının, yabancıların elindedir, bizim elimize geçerse mesele hallolacak diye düşünürler. Derin bir sistem tasavvurları, devlet fikirleri ve tenkitleri yoktur. Bu Türkiye'ye karşı müdahalede kullanılma ihtimallerini de artırır fakat aynı zamanda Cumhuriyet idaresinin yerleştirmek istediği laik kültüre, din anlayışına ve seviyesine karşıdırlar. Muhalefetleri pasif fakat ısrarlı ve dayanıklıdır. İslâm siyasî düşüncesinin klasik kavramlarıyla söylersek sabır ve temkin sahibidirler. Rejim düşmanlığı yapan veya sert siyasi söylemleri ve tenkitleri benimseyen radikal İslâmcılardan hoşlanmazlar. Dinle siyaset arasındaki gerilimin artmasını değil hafiflemesini isterler.
Diyanet'le olan münasebetleri de bu bakımdan enteresandır. Aslında Diyanet'in din anlayışını tam benimsemezler fakat Diyanet çatısı altında yer almak isterler. Bu devletin çatısı altında yer almak arzusu demektir. Bakın merhum Mehmet Zahit Kotku, Mahmut Efendi, Fethullah Hoca Diyanet mensubudur, memur olarak imamdır, vaizdir. Kendilerinin, Diyanet'in, devletin görevlerinden şikâyetçi olduğunu bilmiyoruz, duymadık. Bediuzzaman merhum eserlerinin Diyanet tarafından basılması için teşebbüslerde bulunuyor, mektuplar yazıyor.
Eksiklik var entelektüel derinlik yok
Cemaatlerin Türkiye'de politik bir güce dönüşmesini nasıl yorumlamak gerekir?
Bunun normal hatta doğru karşılanacak bir tarafı var. Uluslararası sermaye ve siyaset çevrelerinin, onların desteğindeki şirket ve vakıfların, misyonerlerin, masonların cirit attığı bir ortamda yerli Müslüman cemaatlerin güçlenmesi prensip olarak kimseyi rahatsız etmemeli. Problem burada değil bence, problem bunların da bilerek bilmeyerek Türkiye'ye müdahalenin bir parçası, aracısı olup olmayacaklarındadır. Konuşmanın bir yerinde sistem bilgisinden, entelektüel donanımdan bahsetmiştim. Buralarda cemaat ve tarikatların büyük zaafları ve eksikleri var. Fakat cemaat dayanışması içinde kendi eksikliklerini görmüyorlar, kendilerine güvenlerinin arkasının boş olduğunu fark etmiyorlar, tenkide açık değiller, bunlar da kullanılabilirlik ihtimallerini yükseltiyor. Yine de kendileri siyasi bir güç mü yoksa bir siyasi gücün yedeğinde mi daha güçlü gözüküyorlar sorusunu unutmamak lazım. Çünkü güç dediğiniz şey çoğu kimsenin zannettiği gibi silah, para, rakam ve sayılar değil bunların üstündeki şeylerdir; bilgi, inanç, felsefe, ideal, aşk ve bir toprağa bağlılık...
Dini gruplar sivil toplum kuruluşu değil
Cemaatlerin ve tarikatların sivil toplum kuruluşu olmadıklarını ilk defa siz söylediniz değil mi?
Herhalde... Daha ileriye götürerek Türkiye'de sivil toplum kuruluşu yoktur dedim. Sivil toplum kuruluşu gibi gözükenler ya Ankara'nın yahut başka siyasi merkezlerin gölgesinde ve tahakkümündedir. Yarı resmi kuruluşlar demek daha doğru bence. Bizdeki üniversitelere, belediyelere, sendikalara, vakıflara, derneklere bakın, sonra da ne kadar sivil olduklarına karar verin.
Cumhuriyet sonrası Türkiye'sinde farklı siyasal iktidarların farklı cemaat yapılarıyla ilişkide olduğunu biliyoruz. İlişki trafiği muhafazakâr iktidarlarda mı yoksa seküler eğilimi baskın iktidarlarda mı daha yoğundu?
Muhafazakârların seküler olmadığını kim söylemiş! Tarikat ve cemaat yapılarının tektip olmadığını ve tektip davranmadığını görmek lazım öncelikle. Tarikat ve cemaat dendiği zaman akla hemen sarık, cüppe, sakal, Şeyh Sait isyanı, Menemen falan geliyorsa bu çok dar ve kafa daraltıcı bir çerçeve olur, Cumhuriyet ve Hürriyet gazetesine yaraşır bir karikatür bu... Bakınız 60 ihtilâlinden sonra Diyanet başkan yardımcılığına getirilen kişi tarikat mensubu emekli bir generaldir. 70'li yıllarda Birinci Ordu komutanı olan Faik Türün'ün Nakşi olduğu biliniyordu. Emekli albay Hüseyin Hilmi Işık Nakşi idi. Deniz Kuvvetleri komutanlığı yapan bir oramiralin Uşşaki halifesi olduğu rivayetleri var. Ecevit'in dışişleri bakanlarından biri Rifai tarikatı mensubu idi meselâ. Bu örnekler her şeyi açıklamaz ama bunları hesaba katmadan da olmaz.
Yine de genel bir davranış biçiminden bahsedilemez mi?
Evet bahsedilebilir. Cemaat ve tarikat yapıları DP'den bu yana hep kazanacak olan merkez sağ partiyi desteklemişlerdir. Bu sadece kendi tercihleri değildi muhtemelen. Risale-i Nur camiasının, Süleyman Efendi cemaatinin, Hilmi Işık'ın Demirel'e verdikleri kuvvetli ve medihkâr desteği şimdi herkes unuttu. O da onları destekledi. Sonra onun yerini Turgut Özal aldı, şimdi de Tayyip Erdoğan. Arada Çiller'e, Mesut Yılmaz'a da kısmi destek verdiler. Cemaat ve tarikatlar askeri darbelerin çoğuna hiç değilse zahiren sıcak baktı, önemli bir kısmı alenen destekledi. Özal da 12 Eylülün bir parçasıdır neticede.
Daha açıklayıcı olan bu grupların Erbakan'la münasebetleridir. Bu yapıların çoğu Erbakan'a hiç sıcak bakmamıştır, Erbakan da onlara. Şaşırtıcı değil mi? Aslında din üzerinden birbirlerinin yükünü taşımaya niyetlenmediler de diyebiliriz ama iki tarafın da niçin böyle davrandıklarının birden fazla kaynağı ve sebebi var.
28 Şubat'taki sözleri kimse unutmadı
Bu son tartışma konusuna, dershanelere de doğrudan temas etmek isteriz. Dışarıdan muhafazakâr-İslamcı olarak tanımlanan Ak Parti, dışarıdan muhafazakâr-İslamcı olarak tanımlanan Gülen Cemaati'yle neden karşı karşıya geldi? Bunu nasıl okumak gerekir?
Tekrar karşı karşıya gelip gelmediklerini bilmiyorum ama zaten karşı karşıya idiler. Şöyle: Cemaatler ve tarikatlar siyasi tercihlerinde çok realist davranırlar ve tekrar olacak ama tek başlarına da karar vermezler. Baktıkları, hesaba kattıkları yerler hep vardır. Onun için AKP ile cemaat arasındaki kriz öncesi ilişkileri bir yakınlık, fikir beraberliği ve sevgi ilişkisi olarak görmekten ziyade kendilerinden başka tarafları da olan bir mutabakat ve alışveriş olarak görmek daha doğru olur. Demirel'le ve Özal'la da böyle idi. İstisnai olmakla beraber Ecevit'le de. Cemaat ve tarikatların öne çıkardığı şey kendilerini korumak ve faaliyetlerini olabildiğince rahat ve devletle çatışmadan, mümkünse birlikte sürdürmektir. Bu korumayı aynı zamanda dini, maneviyatı ve memleketin değerlerini, genç nesilleri korumak olarak da düşünürler.
Fikir beraberliği değil alışveriş olarak tanımlıyorsunuz ama bu cemaatin tavrı, peki Ak Parti açısından durum nasıl sizce?
AKP tarafı da böyledir. Başta başbakan olmak üzere partinin üst kademesindeki kişilerin Fethullah Hoca ile kendi hocaları Erbakan arasındaki mesafeli hatta soğuk ilişkileri ve bunun kaynaklarını bilmediklerini ve 28 Şubat sırasındaki sözleri unuttuklarını, davranışları hesaba katmadıklarını düşünmek herhalde doğru olmaz. Bülent Arınç biz 1976'dan beri Hocaefendi ile iyi ve saygılı bir münasebet içindeyiz demiş. Doğrusu ben ne demek istediğini tam anlamadım, eski parti arkadaşları anladı mı ondan da pek emin değilim.
CEMAATLER DE SİYASET KURUMLARI GİBİ PRAGMATİKTİR
http://yenisafak.com.tr/pazar-haber/cemaatler-sivil-toplum-kurulusu-degildir-15.12.2013-593365?ref=manset-13
Asıl Krizin Sebebi Sistemdir
Bilindiği gibi devlet, belli bir ülkede (toprak, vatan unsuru), meşru egemenlik iddiasıyla (hakimiyet unsuru), o ülkede yaşayan bütün insanların (halk unsuru) hak, görev, sorumluluk ve davranışlarının kontrolün elinde tutan siyasal kurumdur.
Bu kurum ülke içinde ihtiyaç duyulduğu için var olan bütün kurumların toplamını ifade eder. Bu devlet içinde halkın tümünün başında "devlet başkanı" vardır. Bu İslam Devletinde "Halife" olarak nitelendirilirken, bu sistemde "cumhurbaşkanı" olarak isimlendirilir. Onun üst düzey yardımcılarına da genellikle "devlet adamı" denir. Bunun en yaygın ifadesi, "devlet memuru" tabiridir.
Devlet kendisini teşkilatlandırarak iş ve işlemlerini gerçekleştirir. Modern devletlerde devletin erkleri yasama, yürütme ve yargı olarak birbirinden bağımsız işlevlerini sürdürürler. Bu ayırıma "olmazsa olmaz" diye bakmak, batıl sistemlerde put edinmeye hazır insanların zihniyetini yansıtmaktır da diyebiliriz. Herkes hakkını ve vazifesini, yani haddini bildikten sonra neden olmasın ki?
Biz devletin idare edilmesine, toplumun tüm ihtiyaçlarının karşılanarak yönetilmesine "siyaset" diyoruz. Aslında her vatandaş vergi vererek, askerlik yaparak vs. bir yerde siyasal bir görevi yerine getirirler. Ama bizde siyaset ve siyasetçi denince daha çok partiler aracılığı ile seçilerek devlet işlerini yürütme görevini üstlenen veya bunun için atamalar suretiyle insanları istihdam eden, böylece siyasi yol ve yöntemlerle halkı idare eden kurumlar ve insanlar akla gelir.
Ülke içinde bu tür hizmetlerin yürütülmesi daha çok anayasa ve yasalarla belirlenmiş belli haklar ve sorumluluklar doğurur. Seçme, seçilme, memur olma veya kamu hizmetlerinden faydalanma gibi hususlar, birer siyasi haktırlar. Bireyler bu haklarını kullanmada özgürdürler.
Siyasi hakların başında hiç kuşkusuz siyasi parti kurma veya bunlara özgürce üye olma, seçme ve seçilme hakları gelir. Bu önemli bir kıstastır. İnsanların hepsi birden devlet ve siyaset görevlerine doğrudan katılamayacağına göre, aralarından seçtikleri temsilcilerle bu yönetim işlerini yapmaları kabul edilmiştir. Buna çağımızda "temsili demokrasi" denir. Siyasi partiler, anayasa ve kanunlarda belirtilen temel esaslara ters düşmemek kaydıyla, serbestçe kurulurlar. Bu aynı zamanda o ülkenin haklar ve özgürlükleri yaşamada temel bir ölçüdür.
Bütün bu siyasi işlemler İslam Şeriatını esas alarak yapılırsa, yani ülke İslam Hukuku ile yönetilirse, buna "şer'î siyaset/siyeset-i şer'iyye" denilir. İslam ülkesinin gerçekten bir İslam ülkesi, yani "daru'l İslam" olabilmesi için, o ülkenin ve halkının İslam'ın getirdiği kanun ve kurallara göre, yani fıkıh ve şeriata göre yönetilmesi şarttır. İslam hukukunun uygulanmadığı yer, teknik tabiriyle "daru'l İslam" değil, "daru'l küfür" veya "daru'l harp"tir.
Türkiye'ye bu açıdan baktığımızda büyük bir Anayasa ve siyaset bunalımı yaşadığını görürüz. Çünkü mevcut yapılanma, halkın çoğunluğunun dini olan İslam'ı devlet ve siyasetin dışına atarak ona hayat ve temsil hakkı vermemektedir.
Burada sorun olan anahtar kavram demokrasiden çok laikliktir.
Neden böyledir?
Görelim, ama gelecek yazıda inşAllah.
Habervaktim.com
30 Aralık 2013 Pazartesi 00:05
www.cemalnar.com (http://www.cemalnar.com)
Cemaatleşme/gruplaşma değil, grupçuluk tehlikelidir!
İçlerinde İlahiyat titri de olan kimileri cemaatleşmeyi "Müslümanların bölünmesi" tevehhüm ederek karşı çıkar. Acaba gerçekten İslâmî manada cemaatleşme, gruplaşma bölünme midir; yoksa sosyal hayatın bir zarûrî ve tabiî sonucu mudur?
Haddizatında cemaat, İslâm toplumunda bir iş bölümü ve mesailerin tanzimidir. Her grup ve cemaat, kendi meslek ve meşrebine göre İslâm'ın bir hakikatini öne çıkararak o noktaya hizmet eder.
Cemaatleşmeye itiraz eden; daha önceki cemaatle ilgili naklettiğimiz âyet ve hadisleri özümseyememiş ve sosyal hayatın fıtrî akışına karşı geliyor demektir. Veya, cemaate karşı gelerek, dine olan karşıtlığını dile getiriyor da olabilir! Kimbilir, bir gruba mensup olmamanın yansıması da olabilir!
Aslında cemaate/gruba karşı gelmek, aynı zamanda statükocu, müstebit sistemin tek tip, tek düşünce zihniyetin harcıdır! Cemaatleri yıpratmak, etkilerini kırmak için böyle bir kampanya yürütüyorlar. Zira, cemaat; müstebit devletin, sistemin kontrolünde olmalıdır.
Öte yandan; "Gruplaşmak iyi değil!" diyenler de farkında olmadan "İyi değil diyenler grubu" oluşturmuyor mu? Duygu, düşünce ve kişiliklerimiz farklı olduğuna göre; meslek ve meşrepler de farklıdır. Bu farklılıklar; grup/cemaatlere de yansır. Farklılıklar; iş-güç, fikir birliğine engel olmadığı gibi; çatışma sebebi de değildir. Gruplaşma/cemaatleşme değil; ancak, "grupçuluk-cemaatçilik" tehlikeli ve zararlı olabilir. Halbuki, cemaatte meşveret ruhu hâkim olsa, hata da etse, bir sevap alır. Ayrıca; grup/cemaat bir kusur işliyorsa; fert bin kusur işlemektedir. Kabul etmeliyiz ki: Ferdler, hatadan uzak olmadıkları gibi; ferdlerden müteşekkil grup ve cemaatler de hatâ yapabilirler. Bunlara bakıp cemaatleşme ve gruplaşmayı reddetmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Değerlendirmede ölçümüz şu olmalı:
Bir şey ne bütün bütün iyi, güzel ve mükemmel; ne de tamamen kötü, çirkin veya yanlıştır. Eğer güzellikleri, iyilikleri kötülükleri, çirkinliklerinden fazla ise o iyidir. Zîrâ, eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Her halükârda bazı kusurlar ve sûistimaller kaçınılmazdır. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, âhirette amelleri muhasebe düsturuyla, Rabbânî, İlâhî adaletini, hasenat (sevap, güzel işler) ve seyyiâtın (günah, kötü, çirkin fiiller) muvazenesiyle gösteriyor. Yani, hasenat üstün ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat üstün gelse cezalandırır, reddeder.1
Evet; iyi olmayan gruplaşma/cemaatleşme değil; bunu sosyal hayatın tabiî, fıtrî bir neticesi olduğunu kabul etmemektir. Ve tarafgirlik yapmak; yekdiğerine haset, kin ve düşmanlık beslemektir.
Dipnot:
1- Mektûbât .
Ali Ferşadoğlu Yeni Asya. Habervaktim.com