SÖZÜN BİTTİĞİ YER
Hani bazı anları anlatmak istediğimizde “sözün bittiği yer” diye bir terim kullanırız ya, bu noktaya varıncaya kadar, yani sözlerin tükendiği ana kadar olan duygularımı izah etmeye çalışacağım.
Yaklaşık iki haftadır elime kalem alıp da iki satır bir şey yazamamanın verdiği ıstırabı da taşıdığımı ifade etmeden geçemeyeceğim. Okumayı sevenler belki ne demek istediğimi tam olarak algılayamayabilirler; ancak yazıya, yazarlığa gönül vermiş olan kardeşlerim yazmamanın, yazamamanın ne kadar büyük bir ıstırap olduğunu çok iyi anlarlar…
Bundan beş buçuk yıl kadar evvel derin bir uykuya dalmışken, eşimin çığlıkvari bir sesle yankılanan “geliyor” kelimesini duyduğumda, irkilerek uyandığımı hatırlıyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışırken telefonu çoktan elime almıştım bile. Nazımızın geçtiği, yardıma ihtiyaç duyduğumuzda bizi yalnız bırakmayacağını bildiğimiz, bacanağımı aramıştım. O da muhtemelen benim gibi irkilerek uyanmış, yataktan nasıl çıktığını bilememiştir. Aradan on dakika kadar zaman geçmemişti ki zile basıldığını duyar duymaz hemen dışarıya çıkmıştık. Heyecan ve korku karışımı aldığımız nefeslerimiz boğazımızda düğümleniyordu. Evimizle hastanenin arası yaklaşık beş dakikalık bir yol olmasına rağmen; o gün o dakikalar sanki geçmek bilmiyordu. Hastaneye vardığımızda saat gece yarısını çoktan geçmişti.
Acil kapısından içeriye girdiğimizde bir sağlık çalışanının yol göstermesiyle bizi bir odaya aldıklarında, bacanağım müsaade isteyerek ayrıldı. Artık onun dua etmekten başka yapabileceği bir şey de kalmamıştı. Odaya girdiğimizde gözüme takılan manzara pekte bilindik bir manzara değildi. Bu oda, normal hastane odalarından biraz farklıydı. Kapıdan girişte sol tarafta derin ve geniş bir banyo küveti, karşıda büyükçe bir yatak, yatağın üzerine doğru tavandan sarkıtılmış en az 250 kg ağırlığını taşıyabilecek kapasitede perdevari bir halat, yatağın sol çaprazında üzerinde “WC” yazan bir kapı, yatağın sağ tarafında ise içinde bazı tıbbı cihazların bulunduğu bir dolap ve ortalık yerde de bir ultrason cihazı vardı. Bizi odaya aldıklarında yanımıza doktordan önce bir hemşire gelerek, eşime bir takım sorular sordu ve bazı notlar aldı. Anladığım kadarıyla hastane kayıtlarını yapıyordu. (Konuşma almanca olduğu için tamamını anlayamıyordum) İlk birkaç saat boyunca sürekli aynı hemşire geldi, gitti. Her gelişinde yeni birşeyler soruyor, bazı ölçümler yapıyordu. Ancak eşimin çektiği acılar yüzünden okunuyordu. Sonradan bu acıların, bir insanın bedeninde aynı anda kırılan yirmi kemik acısına eşdeğer olduğunu öğrenecektim. Saatler bizim için geçmek bilmese de, aslında normal seyredinde akıp gidiyordu. Gece bitmiş gün ışımış, hatta güneş hemen hemen tepe noktasına yaklaşmıştı. Ancak eşimin acıları azalacağına, aksine daha da artmıştı. Sonra ne olduğunu anlayamadan içeriye (sonradan ikisinin ebe, birisinin kadın doktoru ve ikisinin de hemşire olduğunun öğrendiğim) beş kişilik bir ekip daha girdi. Bu ekibin girmesinin ardından sekiz-on dakika geçmemişti ki siyah saçlı, kara-kura, ufak-tefek bir canlının yatağın üzerinde ağlayarak yatmakta olduğunu gördüğümde, ebe elime bir makas tutuşturup, birşeyi kesmemi işaret ediyordu. İçimden “Besmele” çekerek kestiğim şey dünyaya ağlayarak “merhaba” diyen ve doğumuyla annesinin son saatleri daha şiddetli olmakla beraber, aylarca süren acılarına son veren “Cennet Kokulu” kızımızın göbek bağıydı. İşte bu andan sonrasını anlatacak kelime bulamıyorum. Bu andan sonrası sonsuz bir sevinç, eşsiz bir huzur, içten gelen ve gözyaşlarımızla birleşen hamd ve şükürler bütünlüğüydü...
Rabbimizden (c.c) bize bir emanet ve hediye olarak hayatımıza giren ilk kızımız beş yaşını geçmişti ki, bire bir olmasada benzeri duyguları yeniden yaşamayı Mevla’m (c.c) bize tekrar nasip etti. Yine bir kızımız ağlayarak dünyaya “merhaba” dedi. Biz yine sonsuz şükürler ettik Rabbimiz’e (c.c) ve etmeyede devam ediyoruz...
Ancak bu ikinci kızımızdan sonra, yaşında verdiği olgunlukla daha derin düşünebiliyorum. Şimdi kızlarıma baktığımda ‘Asr-ı Cehalet’ geliyor gözlerimin önüne. Sanki Dıhye-i Kelbi (r.a)’ yı görüyorum. Kim bu Dıhye-i Kelbi (r.a)? Durup duruken nereden aklıma geldi? Ne ilgisi var benim kızlarımla? Bu soruların cevaplarını vermeye çalışayım.
Dıhye-i Kelbî, îmân etmeden önce zengin bir Arap melikiydi. Peygamber Efendimiz, onun müslüman olmasını çok arzu ediyordu. Zîrâ mevkii, itibarı ile etrafında ona bağlı yedi yüzden daha fazla kişi vardı. Onların da İslâmiyet ile şereflenmeleri kendisine bağlıydı.
Dıhye-i Kelbî (r.a), müslüman olmak isteyince Cenab-ı Hak, Resûl-i Ekreme(s.a.v) bir sabah namazından sonra vahyederek: (Dıhye’nin (r.a) kalbine îmân tohumunun atıldığını bildirdi. Biraz sonra Dıhye (r.a), Mescid-i Nebevîye girdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v) omuzlarındaki elbisesini yere serdiler. Oraya oturmasını işaret buyurdular. Resûl-i Ekremin bu keremini gören Dıhye’nin (r.a) gözlerinden yaşlar boşandı. Hürmetle, saygı ile “Eşhedü en lâ ilâhe illAllah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû”diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Peygamberimiz aleyhisselâm sordu:
- Niçin ağlıyorsun?
- Yâ ResûlAllah! Ben çok büyük günahlar işledim. Bu günahlarımın keffareti nedir? Malımın, mülkümün sadaka olarak verilmesi mi, yoksa öldürülmem mi gerekiyor?
- Ey Dıhye, nedir günahın?
- Yâ ResûlAllah! Câhiliyet devrinin âdetine uyarak kız çocuklarımı öldürmüştüm.
Tam o sırada Cebrâil aleyhisselâm gelerek:
- “Yâ ResûlAllah! Allahü teâlâ müslüman olanların câhiliyet devrindeki günahlarını affetti”buyurdu.
Ayrıca Dıhye-i Kelbi (r.a), güzel yüzlü, iman etmeden evvelde Peygamberimizi (s.a.v) çok seven birisiydi. İman etmekle birlikte şüphesiz Peygamberimize (s.av) olan sevgi ve muhabbetide kat be kat artmıştır. Hani güzel siması vardı, dedikya, öyle ki Cebrail (a.s) vahiy getirdiğinde çok kereler Dıhye-i Kelbi’nin (r.a) suretinde gelirdi. Hatta bir keresinde yine bu surette gelmiş, Hasan ve Hüseyin (r.a) efendilerimizde onun dizlerine oturmuşlar, Dıhye-i Kelbi’den (r.a) her ticari sefer dönüşünde hediye almaya alıştıkları için, Cibril’den (a.s) de bunu beklemişler, Peygamberimizin (s.a.v) durumu izah etmesiyle Cebrail’de (a.s) kardeşlerden birisine nar diğerine üzüm verek gönüllerini hoş etmiş ve vahyi bildirerek huzur-u saadetten ayrılmıştır. Ayrıca Dıhye-i Kelbi (r.a) çok iyi rumca bildiği için rum krallarına elçi olarak gitmiş, islamiyetin o diyarlarda da yayılması için emek sarfetmiştir.
Asr-ı Cehalette kız çocuğunu diri diri gömen sadece Dıhye-i Kelbi mi (r.a) idi? Tabiki hayır. Hepimizin bildiği gibi hazreti Ömer de (r.a) bu pişmanlığını dile getirmiştir. Kimbilir daha niceleri vardır…
İşte benimde iki kızım olunca ve ‘Asr-ı Cehalet’i hatırlayınca, Rabbime (c.c) olan şükrüm bir kat daha ziyadeleşti. Ya bende ‘Asr-ı Cehalet’te yaşasaydım; o dönem benimde dünya tatlısı iki kız evladım olsaydı ve onları diri diri gömme garabetinde bulunsaydım, halim nice olurdu? Sözünü ettiğimiz sahabeler yine nasipli imişler ki, iman şerefi ile müşerref olmuşlar; ya olmasalar dı?
Sözlerimi daha fazla uzatmak niyetinde değilim. Evladın kız ya da erkek olmasını değil, hayırlı olmasını Rabbimizden (c.c) niyaz edelim. Bir türlü kız çocuklarını sevemeyip, kız evladı olduğu için sevinemeyen, halen içerisinde ‘Asr-ı Cehalet’ duyguları taşımakta olanlara Peygamberimizin (s.a.v) şu hadis-i Şeriflerini hatırlatmak istiyorum:
Kimin iki kızı olur da bunları öldürmez, alçaltmaz, oğlan çocuklarını bunlara tercih etmezse, Allah onu cennete koyar. (Ebu Davud)
Kızlarınızı altın ve gümüş ile süsleyin! Elbiseleri güzel olsun! İtibar kazanmaları için en güzel hediyelerle ihsanda bulunun! (Hakim)
Kim kız çocuğunu güzelce terbiye edip, Allahü teâlânın verdiği nimetlerle bolluk içinde yedirir giydirirse, o kız çocuğu onun için bir bereket olur, Cehennemden kurtulup kolayca Cennete girmesine vesile olur. (Taberani)
İki kızı veya iki kız kardeşi olup da, maişetlerini güzelce sağlayanla Cennette beraber oluruz. (Tirmizi)
“Üç kız veya kız kardeşinin geçim veya başka sıkıntılarına katlananı, Allahü teâlâ Cennete koyar.”Eshab-ı kiramdan biri, “İki tane olursa da aynı mıdır?”diye sual edince, Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Evet, iki tane olursa da aynıdır” buyurdu. Başka birisi, “Ya bir tane olursa?”diye sual etti. Cevabında buyurdu ki: “Bir tane de olsa gene aynıdır.”(Hakim,Harâiti)
Alemlere rahmet hazreti Muhammed Mustafa’nın da (s.a.v) üç erkek evladının yanı sıra dört kız evladı babası olduğunu ve neslinin kızları tarafından devam ettiğinide hatırımızdan çıkarmayalım.
Rabbim (c.c) Ramazan-ı şerif ayının hürmetine cümle ümmet-i Muhammed’e (s.a.v) hayırlı evlatlar ihsan eylesin!
Rabbim (c.c) cümlemize evlad-u iyallerimizle beraber sağlıklı, mutlu, huzur dolu iftarlar geçirmeyi ve akabinde bayrama ulaşmayı nasip etsin!
Yusuf Akkaya / Almanya
haberiklimi.net/sozun-bittigi-yer_m2438.html
Güzel bir paylaşım,hatırlatma teşekkürler...
"Kız babalığı Peygamber mesleğidir." diyordu Sakarya Fırat dizisindeki piri fani.
teşekkürler...