Sadakat islami Forum

SADAKAT DİNLENME TESİSLERİ => KÖŞE YAZISI VE MAKALELER => BASINDAN => Ali EREN Bey'in Kaleminden => Konuyu başlatan: Mücteba - 14 Mart 2013, 18:18:08

Başlık: Bir tefsirin (!) yanlışlarına iğne deliğinden bakış -9-
Gönderen: Mücteba - 14 Mart 2013, 18:18:08
Bir tefsirin (!) yanlışlarına iğne deliğinden bakış -9-

Düzgün tefsirler insanı bilgilendirip olgunlaştırdığı ve imanını kuvvetlendirdiği halde, diğerleri okuyucusunu mânen mahveder.


Bazı tefsirler vardır, insan onu okurken öyle zevk alır ki, aldığı zevkten dolayı onu elinden bırakmak istemez. Öyleleri de vardık ki, ismi tefsir olduğu halde gerçekte tefsir olmaktan çok uzaktır. Onu da elinize alır almaz bir an önce bırakmak istersiniz.

Yanlışlarını yaza yaza bitiremediğimiz, Muhammed Esed'in kaleme aldığı Kur'an Mesajı isimli sözümona meal-tefsir de işte böyle bir tefsir.

Yanlışlarını yaza yaza bıktık ve bitiremeyeceğimiz kanaatına vardık. Çünkü, Kur'an Mesajı o denlü yanlışlarla dolu ki, tam ve eksiksiz bir tenkit yapacak olsak, yapacağımız tenkitler, kitabın kendisinden büyük olacak. En iyisi mi, belli bir yerde tenkide son verip gerisini okuyucuya bırakmak...
Şimdi kitaptaki yanlışlar yığınından bazılarına madde madde işaret etmeye çalışalım:

AÇIK YANLIŞ...

1- Önce Bakara sûresinin 73. âyetine bakıyoruz. Âyetin doğru mânâsı şöyle:
"...İşte böyle Allah Teâlâ ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini gösterir."

Muhammed Esed'in verdiği yanlış mânâ da şöyle:
"Bu yolla Allah canları ölümden korur ve kendi iradesini size gösterir ki (bunu görüp) muhakemenizi kullanmayı öğrenebilesiniz."
Meseleyi daha açık ifade edelim ki ilim ehli hayretten küçük dilini yutsun.
Ey ehl-I ilim! Duyduk duymadık demeyin! Muhammed Esed, âyetteki "yuhyillâhü'l-mevtâ" ibâresine "Allah canları ölümden korur" mânâsı veriyor.
Âyette üç kelime var: Yuhyî, Allâhü, mevtâ. Arapçayı yeni öğrenmeye başlayan bir talebenin bile anlayacağı gibi, âyette "canlar" mânâsına gelen bir kelime de "korur" mânâsına gelen bir kelime de yok...

YAHUDİLİKTEN GERÇEKTEN DÖNMÜŞSE...

2- Esed, Yahudilikten geldiği ve muharref Tevrat'i çok iyi bildiği için, Bakara sûresindeki 53 nolu dipnotta yaptığı gibi, okuyucusunu Tevrat'a havale etmekte ve oradan bilgiler edinmeye göndermektedir. Fakat bunu bir defa yapmıyor. Okuyucunun Kur'an'ın mânâsını daha iyi anlaması için(!) ikide bir Tevrat'a göndermeler yapmaktadır.
Bu da gösteriyor ki, yazar terkettiği daha doğrusu terkettiğini ilan ettiği yahudiliğin tesirinden kurtulabilmiş değil. Zihni hâlâ orayla irtibatlı. Kendisinin irtibatlı olması bir tarafa, okuyucusunu da ikide bir Tevrat'a yönlendirerek onları da irtibatlandırmaya çalışıyor.
Şu anda yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın doğruluğuna kendisi inanmıyor ise, okuyucusunu niçin habire bu yanlış kitaba gönderip duruyor?
O böyle yapınca, şu sorular da zaruri olarak devreye giriyor:
Bugünkü Tevrat madem güvenilecek bir kitaptı da Esed niçin onun gösterdiği yolu yani yahudiliği terkedip müslüman oldu?
Tevrat tahrif edilmiş/bozulmuş bir kitap olduğu için onun gösterdiği yolu terk edip müslüman olduysa, niçin hâlâ okuyucuyu oraya gönderiyor?

BİLE BİLE YAPILAN YANLIŞ...

3- Bakara sûresi 137. âyeti kerimeye şöyle mânâ veriyor:
"Eğer (ötekiler de) sizin inandığınız gibi inanırlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar. Ama Allah seni bundan korumaktadır."

Parantez içinde "ötekiler" denilenler, yahudi ve hıristiyanlardır.
Bu meâlde doğru ile yanlış yan yana. Doğru olan, meâlin baş tarafı, yanlış olan da sonu.

Şöyle:
Âyetin başında, ötekilerin yani hıristiyan ve yahudilerin doğru yolu bulmaları için onların da müslümanlar gibi inanmaları icap ettiği ifade buyuruluyor. Esed de bu mânâyı vermiş ki, doğru...

Bu âyette, mânâyı sündürebileceği bir kelime bulamadığı için doğru mânâ vermiş. Iyi ama aynı eserin diğer yerlerinde "Müslüman olmayanların da kurtulacaklarını" söylemesi neyin nesiydi?..

Işte bu tavrı, Esed'in kitabının çelişkilerle dolu olduğunu, daha doğrusu kitapta doğrularla yanlışların birbirine karışmış olduğunu göstermesi bakımından ibretlik.

Yukarıdaki meâlin son tarafının yanlış olduğunu söylemiştik. Öyleyse âyetin meâlindeki yanlış olan ikinci cümleye dikkat. O cümle şöyleydi:
"Yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar."

Ehl-i kitap hakkındaki bu âyette "Şikak" kelimesi geçiyor. Şikak, Esed'in dediği gibi "Derin bir çıkmaza saplanıp kalmak" değil, muhalif olmak, zıt ve düşman olmak mânâsınadır.

Esed'in derdi yine burada da depreşiyor ve meseleyi hiç olmazsa biraz hafifletebilmek için elinden geleni yapıyor. Hıristiyan ve yahudileri, hem sapık hem de müslümanlara düşman topluluklar olarak göstermektense, şikak kelimesinin mânâsını sündürüp, sadece kendi hallerinde "Derin bir çıkmaza saplanıp kalan" kimseler olarak gösteriyor. İşte bile bile yapılan yanlış burada...

Âyetin devamında Hazreti Allah, Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selleme hitaben, "Onlara (yahudi ve hıristiyanlara) karşı Allah sana yeter" buyurduğu halde, ehl-i kitabın müslümanlara düşmanlıklarını gizlemek için, yukarıda gördüğünüz gibi şöyle mânâ veriyor:

"Ama Allah seni bundan korumaktadır."

Okuyucu, meâlde yahudi ve hıristiyanlar hakkındaki, "Müslümanların inandığı gibi inanmaktan yüz çevirirlerse derin bir çıkmaza saplanmış olurlar" kısmını okuyup, arkasından da "Ama Allah seni bundan korumaktadır" cümlesini okursa, haliyle "Allah'ın Peygamberimiz'i onların saplandığı derin çıkmaza saplanmaktan koruduğunu" anlar. Oysa bu, âyetin ifade ettiği mânâdan uzak bir mânâdır.
Evet, Hazreti Allah'ın Peygamberimiz'i koruduğu doğrudur. Ama âyetin verdiği mânâ bu değil. Doğru mânâ ise, onun verdiği mânânın tersine şöyle olacaktır:
"Onlara (hıristiyan ve yahudilere) karşı Allah sana yeter."

Acaba niye böyle buyuruluyor?

Çünkü, hıristiyan ve yahudilerin Peygamberimiz'e düşmanlıkları var. Esed'in burada yaptığı ise, bu düşmanlığı gizleyip yanlış mânâ vererek müslümanları kandırmak.

Hatırınıza "Acaba bu yanlışlığa bilmeden, farkında olmadan mı düştü?" gibi bir tereddüt gelmesin değerli okuyucular.

Hayır! Bu, bile bile yapılan yanlış bir yönlendirmedir. Çünkü buradaki yanlış mânâyı anlamak için, derin bir arapça ilmine sahip olmaya hiç lüzum yok. Arapçaya yeni başlayan birkaç aylık talebeler bile buradaki hatayı anlarlar. Muhammed Esed ise, dostunun da düşmanının da kabul ettiği gibi gayet iyi arapça bilmektedir.
Bahse konu âyetteki "Feseyekfîkehümüllah"daki "Hüm" zamiri müfred değil cemi yanu çoğuludur. Cemî' olduğu için de "Hüm" zamirine "Bu" mânâsı verilemez. Verilemez ama ilme göre böyledir. Esed'e göre verilir. Nitekim vermiş de...

MÛCİZE Mİ MED-CEZİR Mİ?..

4- Kızıldeniz'in sularının yarılıp Mûsâ Aleyhisselam ve kavminin geçtiğini, Firavun ve askerlerinin de boğulup helak olduğunu hepimiz biliriz. Esed, Kur'an'ın bu mûcizeyi haber veren âyetiyle yetinmiyor ve bir de Tevrat'a bakmadan edemiyor.

"Tevrat'a bakılacak olursa" dedikten sonra, Şuarâ sûresi 35 numaralı dipnotta şöyle diyor:
"Tevrat'taki muhtelif atıflara bakılacak olursa (özellikle Çıkış xiv, 2 ve 9), Kızıldeniz'i geçme mûcizesi, bu denizin bu gün Süveyş Kanalı olarak bilinen kuzeybatı ucunda vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Kıssanın geçtiği çağlarda burası şimdiki kadar derin değildi ve bazı bakımlardan Kuzey Denizi'nin ana kıtayla Frisina adaları arasında kalan sığ bölümü gibiydi. Yüksek cezir (geri çekilme) hallerinde bu gibi yerlerde sığ bölgeler çıplak kalmakta ve geçici olarak geçilebilir hale gelmekte, ama bu durumdayken, ânî ve şiddetli bir med dalgasıyla bütünüyle sulara gömülmektedir."

Esed'in dilinin altındakini anlıyorsunuz değil mi? Suyun çekildiği yer o zaman zaten derin değildi ve geçici olarak geçilir hale geliyordu diyerek, ortada bir mûcize olmadığını, denizin Hazreti Musâ ve kavmi için bir mûcize olarak yarılmadığını söylemek istiyor.

Yukarıda "Tevrat'a bakılacak olursa" dediğine göre, kendisinin Şuarâ sûresi 63. âyete verdiği şu mânâyı unutmuş:
"...Musa'ya asânla denize vur diye vahyettik. (Musa söyleneni yapınca) deniz ortadan yarıldı. Öyle ki, açılan yolun her iki yanında sular koca dağlar gibi yükseldi."

Bu kadar açık ifadeden sonra hâlâ "Tevrat'a bakılacak olursa" demeye lüzum var mı?

Esed, Tevrat'a bu şekilde atıf yapıyor ama, orada verilen bilgiye inanıp inanmadığını söylemiyor.

Olsun, biz sorumuzu soralım:
Acaba Esed, Kur'an'da ifade buyurulduğu gibi Kızıldeniz'in yarılmasının bir mûcize olduğuna mı inanıyor, yoksa Tevrat'ın söylediği gibi, suların med-cezir olayından dolayı çekilip geldiğine mi?

Veya okuyucusuna hangisinin doğru olduğunu söylemek istiyor?
Bunları açıklaması icap etmez miydi? Tabii ki ederdi. Ama yok...

HEM KUR'AN'A HEM HAZRETİ İSA'YA İFTİRA...

5- "Kur'an Mesajı"nda Âl-i İmran sûresi 50. âyet-i kerimeye öyle bir mânâ veriliyor ki, anlaşılır gibi değil. Böyle bir mânânın iman ve islamla uzaktan yakından alâkası olamaz. Esed'in verdiği mânâya göre, Hazreti İsa şöyle demiş: "(Ben) Tevrat'tan günümüze kalanın doğruluğunu tasdik etmek için ...(geldim)"

Değerli okuyucu!

Işin aslı şudur: Musa Aleyhisselam'dan bir müddet sonra Tevrat insan eliyle bozuldu ve aslı ortadan kalktı. Elde de kala kala bozuk olanı kaldı. Esed'e göre, Hazreti İsa, işte elde kalan bu bozuk tevratın doğruluğunu tasdik etmek için geldiğini söylemiş oluyor.

Hâşâ! Sümme hâşâ!

Bir peygamber, Allah kelamı olmayan bozuk bir kitabı tasdik eder mi?
Ben onu tasdik etmek için geldim der mi hiç?

Onun için, Esed'in bu cümlesi, bir peygambere yapılacak iftiraların en büyüğüdür.

İsa Aleyhisselam, aslî hüviyetini kaybeden ve elde kalan bozuk Tevrat'ı değil, Allah'ın gönderdiği Tevrat'ın aslını tasdik etmiştir.
Gerçek bu olduğu halde, hem de Kur'an-ı Kerim'i alet ederek Hasreti İsa'ya, "(Ben) Tevrat'tan günümüze kalanın doğruluğunu tasdik etmek için ...(geldim)" dedirtmek, kurnazca "Şimdiki Tevrat da Allah kelamıdır" demektir.
Bu sözü, hem de bir peygamberi âlet ederek kabul ettirmeye çalışmaktır.
Bu da İslama, müslümanlara ve müslümanların evlatlarına yapılacak en büyük kötülüktür.

Mesele bizim anladığımız gibi değilse bu gayretin sebebi nedir ve bunun izahı nasıldır?

Muhammed Esed hani yahudiliği bırakıp müslüman olmuştu!
Müslüman olan kimse, insanlara Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu mu anlatır yoksa şimdiki Tevrat'ın mı?

Müslüman kimse, Tevrat'ın günümüze kalanının doğruluğunu kabul ettirmek için çırpınır mı?

Gerçi Esed bu tavrını sadece burada sergilemiyor. O, bu cinayeti eserinde yer yer işlemektedir.

CİN DENİLEN ŞEYLER TABİAT KUVVETLERİ İMİŞ...

6- Bu düşüncedeki bir kimsenin, eserininin sonunda ne yapacağı, daha açıkçası okuyucuya son bir darbe vurmadan bitirmeyeceği açıktır. Nitekim Esed de aynen öyle yapmakta, bizi tahminimizde yanıltmamaktadır. Son darbeyi Kur'an'ın son sûresi olan Nâs sûresinin sözümona tefsirinde vurmaktadır.

Değerli okuyucu!

Nâs sûresi, şeytanın insanların göğüslerine vesvese verdiğini haber verir. Ayrıca, vesvese veren şeytanın hem cinlerden hem insanlardan olduğunu yani cinlerin ve insanların şeytanlaşmış olanlarının da insanlara vesvese verdiğini ifade buyurur.

Muhammed Esed, bu âyetlerin meâlinde de yanlışları sıralıyor. Biz o yanlışları bir tarafa bırakalım da tefsir sadedinde yazdıklarına bakalım.
Cinn kavramının neyi gösterdiğini şöyle izah ediyor:
"Muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile yanlış arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçlendiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir.

Demek ki cin neymiş? Kur'an'da haber verildiği gibi dumansız ateşten yaratılan varlıklar değil, -hâşâ- tabiat güçleri imiş.

Peki Esed bunu neye göre söylüyor? Hiçbir ilmî ölçüye dayanmadan tamamen kendi sakîm düşüncesine göre...

Zaten kendisi de söylediğinin doğruluğundan tam emin değil. Onun için "Muhtemelen" diyor.

Ve onun ihtimal olarak yazdığı bu cümleler Kur'an tefsiri oluyor!..

Ama Esed bayağı da kurnaz. Söylediklerinin hepsini kendi kafasından söylüyor demesinler diye, âyetlere dayandığına işaret etmekten de geri durmuyor. Güya âyetin ışığında bakarak şu sonuca varıyor:

"Kur'an'ın son sûresinin bu son âyeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah'a sığınmamız emredilen "görünmez güçler"in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve bâtıl değerlerden kaynaklanan şeytânî eğilimler olduğu sonucuna varırız."

Bakın hele siz!

Hani cinler tabiat güçleri idi?

Güya âyetin ışığında gele gele bu sefer de şeytanı inkâra geldi dayandı. Ona göre, insanlara vesvese veren şey, okuduğunuz gibi şeytan değil, "Kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve bâtıl değerlerden kaynaklanan şeytânî eğilimler" imiş...
Eserinin sonunda, cinler hakkındaki 3 numaralı EK'in ilk cümlesinde de şöyle diyor:
"Kur'an'da kullanıldığı şekliyle cinn teriminin anlamını kavramak için zihinlerimizi Arap folkloründe ona verilen anlamdan kurtarmak zorundayız."
Niçin kurtarmak zorunda olalım ki!

Arapça bir kelimenin mânâsını anlamak için arapların onu ne mânâda anladığı mühim değil mi?

Arapça bir kelimenin mânâsını doğru anlamak için, "zihinlerimizi Arap folkloründe ona verilen anlamdan kurtarmak zorundayız" demek yerine, o kelimenin arapçadaki mânâsını iyi bilmek icap etmez mi?

Ey Muhammed Esed! Sen, gerçek ve doğru Arapçayı öğrenebilmek için, bu dili en doğru ve en fesih şekilde kullanan arapların içinde senelerce kalmadın mı?
O kadar zamanını, "cinn teriminin anlamını kavramak için zihinlerimizi Arap folkloründe ona verilen anlamdan kurtarmak zorundayız" demek için mi harcadın?

Öyle değil Bay Esed öyle değil!

Araplar bir kelimeyi ne mânâda kullanıyorlarsa doğru olan odur ve o şekilde mânâ vermektir. Arapçada bir kelimenin mânâsının neye delâlet ettiği ne kadar iyi bilinirse, Kur'an'ın mânâsı da o kadar iyi anlaşılır. O da ancak –hadi Esed gibi folklor diyeyim- arap folkloründe kelimelerin ne mânâya geldiğini iyi bilmekle mümkün olur. Hatta Arapçayı en iyi kullananlar şehirlerde değil köylerde yaşayanlardır. Esed bunu kendisi de gayet iyi bildiğinden, Arapçayı iyi öğrenmek için uzun müddet köylü arapların içinde kalmıştır.
Şimdi kalkmış, cinn kelimesinin mânâsını anlamak için zihnimizi onların anladığı anlamdan kurtarmamız gerektiğini söylüyor.

Esed'in huyunu iyi bildiğimiz için onun niye böyle söylediğini de gayet iyi biliyoruz. Gayesi şu:
Cin kelimesini asıl mânâsından çıkarmalı ki cinlerle ilgili âyetlerin mânası bozulsun ve Esed kendine göre mânâ verebilsin.
Bunun için ne lâzım?

Arapların cinn kelimesine verdiği mânâyı reddetmek lâzım. İşte Esed'in yaptığı da bu...

CiNLERi İNKÂR, iNSANI iMAN DAiRESiNDEN ÇIKARIR...

Değerli okuyucu!

İmanın şartlarından biri de kitaplara imandır. Cinlerin varlığı âyetle bildirildiği için buna inanmak da imanın şartıdır ve inanmayan kâfir olur. Ama bu iman, inanılması icap ettiği şekilde olmalıdır. Meselâ bir kimse, "Ben cinlerin varlığına inanıyorum. Cin denilen şey ağaç ve taşlardır" diyemez. Nasıl inanılması icap ediyorsa öyle inanılmalıdır.
Öte taraftan, meleklerle cinleri de karıştırmamak lâzım. İnsan ayrı, melek ayrı, cin ayrıdır. İnsanlar topraktan, melekler nurdan, cinler ise dumansız ateşten yaratılmışlardır. Âyetle bildirildiği için, cinlerin ateşten yaratıldıklarını inkâr eden de iman dâiresinden çıkar.

Cinler hakkında gerçek bu olduğu halde bir de Esed'e kulak verelim. Yukarıda, onun şöyle dediğini aktarmıştık:
"Cinn teriminin anlamını kavramak için zihinlerimizi Arap folkloründe ona verilen anlamdan kurtarmak zorundayız."

Niçin kurtarmak zoruydaymışız?

Bu folklor ilkel olduğu içinmiş.

Ilkel olduğunu kim söylüyor, yüksek bir ilim erbabı mı? Hayır! Ya kim? Esed'in kendisi.
Dinleyelim bakalım ne diyor:
"İlkel folklordaki kullanımından tamamen farklı olan Kur'an'daki kullanımı ile cinn terimi çok çeşitli anlamlara sahiptir. ...bedensel bir varlığı olmadığından ...ruhsal güçler veya varlıklardır. Bu, hem şeytanları ve şeytânî güçleri, hem de melekleri ve melekî güçleri ihtivâ eden bir anlamdır."

Muhammed Esed, burada artık baklayı tamamen ağzından çıkarıp cinn denilen şeyin şeytanlar ve melekler olduğunu söylüyor.

Cinlerin müslümanı var, kâfiri var. Fakat melekler, Kur'an'ın haber verdiğine göre günah ve isyandan uzak, nurdan yaratılan varlıklardır. Melekleri, günah işleyen cinler sınıfına sokmak, meleklerle ilgili âyeti inkâ olacağından, ebedî felâkete sebep olur.

Bakın Esed, şeytanlarla meleklerin aynı varlıklar olduğunu da bakın nasıl bir ters mantıkla izaha kalkışıyor.

Ne yapıyor!

Allah'tan korkmadan, Peygamberimiz'in bu husustaki hadisini inkâra kalkışıyor. "Hz. Peygamber'in meleklerden "nurdan yaratılmış" varlıklar olarak söz ettiğini ortaya koyan sahih bir hadis de bulunmaktadır" diyor.
Hayır! Esed yanlış bilgi veriyor. Peygamberimiz'in böyle buyurduğu ve meleklerin nurdan yaratıldıkları doğrudur. Biz, buna inandığımız gibi cinlerin de ateşten yaratıldığına inanırız.

Esed'in yazdığı ise yanlış. Fakat esas mühim olan sözlerinin devamı. Esed ters bir mantık yürüterek okuyucusunu yanlış bir inanca yönlendirmeye çalışarak devamla diyor ki:

"Ateş ve nur benzerdirler ve kendilerini birbirleri aracılığıyla ve birbirleri üzerinde yansıtırlar."

Behey şaşkın! İki şey birbirine benziyor diye ikisi de birbirinin aynısı olur mu?
Ama Esed demek istiyor ki, "Meleklerle cinlerin aynı varlıklar olduğuna inanıverin."

Eh, yazarımız bu kadar uğraşıp ipucu verdikten sonra, okuyucu hâlâ ateşten yaratılan cinler ile nurdan yaratılan meleklerin aynı varlıklar olduğuna inanmazsa sevgili(!) yazarımıza karşı ayıp etmiş olmaz mı yani?
Değerli okuyucu!

İşte böyle bir yazarın böyle bir eseri, baskı üstüne baskı yapılarak tefsir adı altında bu millete sunuluyor...
Biz Kur'an Mesajı isimli eserdeki bu hataları, kitaba sadece iğne deliğinden bakarak gördük.
Ya bir de geniş açıdan baksaydık!..


Ali EREN | 14 Mart 2013 Perşembe | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/bir-tefsirin--yanlislarina-igne-deliginden-bakis-9_33905.html)