Hazreti Muaviye'yi Bizans İmparatoru da seviyormuş
Taha Akyol, gazeteci ve televizyon programcısı...
Bu satırların yazıldığı sıralarda Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Akyol, ona benzer bir kanalda da program yapıyordu.
Bu zat, 13 Ocak 2011 tarihli Ali ve Muaviye başlıklı yazısında Prof. Hayrettin Karaman'la aralarında geçen bir sohbetinden şöyle bahsediyordu:
"Önceki gün Prof. Hayrettin Karaman'la görüşürken sözü Hz. Ali ile Muaviye arasındaki ihtilafa, yaşanan vahim olaylara getirdim, görüşünü sordum. Çünkü geçmişte birçok Sünni tarihçi o facialar için "ictihat farkı" demekle yetinmişler, eleştirel ve analitik bakmaktan sakınmışlardı. Muaviye'yi eleştirmek gerekmez miydi?"
Hazreti Muâviye gibi muhterem bir sahâbînin eleştirilmesini soru şeklinde de olsa arzu eden Taha Akyol, "geçmişte birçok Sünni tarihçi o facialar için "ictihat farkı" demekle yetinmişler" derken, farkında olmadan bir gerçeği de ifade ediyordu. O gerçek, sünnî Müslümanların asla Hazreti Muâviye'nin aleyhinde konuşmamalarıydı. Çünkü Hazreti Ali ile Hazreti Muâviye arasındaki hadiseler ictihad farkından ileri geliyordu, onun için ikisi de tenkit edilemezdi ve ikisine de hürmet duyulurdu. Sünnîlik yani ehl-i sünnetten olmak bunu icap ettiriyordu.
"Muaviye'yi eleştirmek gerekmez miydi?" diyerek, Hazreti Muâviye'nin tenkit edilmesi icap ettiğini söyleyen Taha Akyol, bir Milliyet yazarıdır ve yazdığı eserlerle İslama kurnazca darbeler üzerine darbeler indiren Montgomery Watt gibi bir İngiliz müsteşrik hakkında hayranlık ifadeleri kullanan birisidir. Montgomery Watt'ı seven Taha Bey, Hazreti Muâviye'yi sevmeyebilir. Evet, gerçekten sevmiyor olmalı ki gönlü Hazreti Muâviye'nin tenkit edilmesini istiyor.
Elbette gönüllere pranga vurulamaz ve herkes istediğini gönlünden geçirebilir. Onun gönlünden de demek o geçmiş ki "Muaviye'yi eleştirmek gerekmez miydi?" diyor.
Taha Akyol'un hevesi kursağında kalmamış. Hayrettin Karaman onu hiç bekletmeden, ümitsizliğe kapılmasını da beklemeden hemencecik Taha Bey'i gönlünün arzusuna kavuşturmuş ve beklentisini yerine getirmiş. Yani Hazreti Muâviye'yi acımasız bir şekilde tenkit etmiş. Taha Akyol bunu şöyle anlatıyor:
"Hayrettin Hoca şunu söyledi: "Muaviye'yi sevmem, ama sövmem de... Ehl-i Beyt sevgisiyle Muaviye bir kalpte birleşmez!"
Hayrettin Karaman her ne kadar "Ehl-i Beyt sevgisiyle Muaviye bir kalpte birleşmez!" dese de Taha Akyol'un yazdığı gibi, ehl-i sünnet âlimleri hem ehl-i beyti seviyorlar hem de Hazreti Muâviye'ye dil uzatmıyorlar. Demek ki, ehl-i sünnetten olmak dengeyi korumak demektir. Hazreti Ali'yi sevdiği gibi Hazreti Muâviye'yi de sevmek ve onun aleyhinde bulunmamak demektir. Taha Akyol bile bunun farkında. Nitekim şöyle diyor:
".....Hayrettin Karaman'ı dinlerken 19. yüzyıldaki en büyük âlimimiz olan hukukçu ve tarihçi Cevdet Paşa'yı hatırladım. Bu vahim olayları anlatırken yüreğinin nasıl kanadığını ve Ehli Beyt için nasıl gözyaşı döktüğünü hissedersiniz, ama Muaviye'yi böyle (Hayrettin Karaman gibi) eleştirmekten sakınır."
TABİİ SAKINACAKTIR, ÇÜNKÜ O BİR EHL-İ SÜNNET ÂLİMDİR...
Tabii sakınacaktır. Çünkü Ahmet Cevdet Paşa ehl-i sünnet maskesi ile Müslümanları kandıran biri değil gerçekten ehl-i sünnetten âlim bir zattır. Doğrusu da onun yaptığıdır. Zaten İslâm ehl-i sünnet dengesi de öyle korunur.
Ehl-i sünnet olan bir müslüman insafsız, vicdansız ve iftiracı da olmaz. Olmayacağı için de Hazreti Muâviye vefat ettikten sonra onun oğlu Yezid zamanında meydana gelen Kerbelâ hadisesinden dolayı Hazreti Muâviye'yi suçlamaz da.
Ama zamanımızda kendilerinin ehl-i sünnet olduğunu söyleyen Hayrettin Karaman gibi bazıları, yeni bir çığır açmaya çalışmakta ve İslam tarihinde yaşanmayan bir suçlamayla, -güya ehl-i sünnet adına- hiç çekinmeden Hazreti Muâviye'yi suçlamaktadırlar. Oysa şimdiye kadar hiçbir ehl-i sünnet tarihçisi böyle bir şey yapmamıştır. Cevdet Paşa'nın tavrı buna bir örnektir. Sayın Karaman buyursun söyleyebiliyorsa Cevdet Paşa'nın ehl-i sünnetten olmadığı söyleyebilsin.
Tam burada soralım:
Hazreti Muâviye hakkındaki tavırları Taha Akyol'un dediği gibi olan Ahmet Cevdet Paşa mı ehl-i sünnetten, yoksa amansız bir Hazreti Muaviye muarızı olan Hayrettin Karaman mı?
Değerli okuyucu!
Ehli sünnet içinde olup da veya görünüp de şimdiye kadar Hazreti Muâviye aleyhinde konuşan hiçbir âlim çıkmamıştı. Hayrettin Karaman bu hususta bir ilk.
Ne diyelim... Montgomery Watt gibi bir ingilize sevgisini beyan eden Taha Akyol, Karaman'ın bu tavrını övebilir, nitekim övüyor da. Övüyor ve şöyle söylüyor:
"Karaman'ın bu bakışı Sünni İslami tarihçilikte bir yeniliktir, ufuk açıcıdır."
Karaman sevinebilir. Çünkü Taha Akyol gibi birisi, Karaman'ın yaptığını, "ufuk açıcıdır" diye övüyor.
Taha Akyol da aynen Karaman gibi, "Muaviye'yi ben de sevmem, sövmem de" diyor. Ama Hazreti Muâviye hakkındaki şu gerçekleri de gizlemeksizin ortaya koyuyor:
"Bunun yanında, siyasi ve askeri zekâsı, bilhassa İslam'ı denizlere açması önemlidir. Denizlere ve değişik coğrafyalarda değişik kültürlere açılmak, İslam'da bilim ve felsefenin gelişmesine yol açmıştı. Keşke 12. yüzyıldan sonra bu bilim ışığı sönmeseydi."
Hayrettin Karaman, ilmî dürüstlüğü elden bırakmadan hiç olmazsa Taha Akyol kadar da mı yapamazdı? Onun ortaya koyduğu bu gerçekleri de mi dile getiremezdi? Ama bir türlü söylemiyor veya söyleyemiyor işte.
Taha Bey yazısında neticeye giderken bir ilâhiyat profesörü olan Hayrettin Karaman'a adeta öğüt verircesine şunları söylüyor:
"Netice: Nasıl tabiatta sadece iki renk yoksa, tarih de ak ve karadan ibaret değildir. İdeolojik veya itikadi "kutsal"larımız, tarihin ve günümüzün renklerini görmemize engel olmamalıdır."
Eh... Bu kadarı yeter. Bir Milliyet yazarından daha fazlasını zaten beklemeyiz.
KARAMAN, ASHABIN BİRÇOĞUNU SEVMİYOR...
Akyol'un bu yazısının ardından Hayrettin Karaman aleyhinde çeşitli tepkiler görüldü. Bunun üzerine Karaman bir yazı kaleme almaya mecbur kaldı. Fakat o yazıda da Müslümanların, üzerlerine titrediği şanlı ashabı yermekten geri kalmadı. Bakın Karaman, âyetlerle övülen ashab-ı kiramı küçük düşürücü neler yazıyor:
"Ashab elbette masum değildir, yanılır, günah işler, yanlış yola gider; bu takdirde de –böyle olan ashabın- peşinden gidilmez ve böyle yapanlar sevilmez. Efendimiz hayatta iken içki içen, çalan, yalan söyleyen, iftira eden, O'nun sırrını düşmanlarına bildirmeye teşebbüs eden ashab da olmuş, Peygamberimiz bunlara gerekli cezayı vermiştir."
Bu yazdıklarının doğru veya yanlışlığını önce bir tarafa bırakalım. Ama bu sözlerden anlaşılıyor ki, Sayın Karaman sadece Hazreti Muâviye'yi sevmiyor değil. Onun nazarında, ashabın birçoğu sevilmez cinsten. Neyse biz bu cümleleri Müslümanların anlayışlarına havale edelim ve "Ashabım hakkında Allah'tan korkun! Onlar hakkında ileri-geri konuşmaktan sakının!" buyuran Peygamberimiz'in, ashab hakkındaki tavrını hatırlatıp devam edelim.
Hayrettin Karaman, bir televizyon programında, "Hanefî mezhebi âlimlerine göre kadın önde olursa ya da erkeğin hizasında olursa erkeklerin namazı bozulur" dedikten sonra, "Bozulmaz niye bozulsun. Kadınlar ve erkekler aynı hizada durabilirler" diyerek, başta İmam-ı Âzam Hazretleri'ne olmak üzere bütün Hanefî âlimlerine itiraz ediyordu. Evet açıktan açığa onların ictihadlarını kabul etmediğini söylüyor da peki kendisinin hangi mezhebi kabul ettiğini niye bir türlü söylemiyor?
Bu ilâhiyat profesörü, "Hilafeti kim kaldırdı?" başlıklı yazısında tarihi gerçeklerle taban tabana zıt olan yalan-yanlış şu cümleleri yazmaktan da çekinmiyor:
"Suriye valiliğinden azledileceğini anlayınca Hz. Ali'ye isyan eden Muâviye, Hz. Ali'nin şehadetinden sonra kendisine bey'at edilen Hz. Hasan'a, "Benim namıma hilafetten çekilir ve bana bey'at edersen ben hayatta olduğum sürece ülkeyi idare ederim, sonra oğlumu veya bir başkasını yerime bırakmam, veliaht tayin edip bey'at almam" demiş, Hz. Hasan bu şartla hilafeti bırakmış ve ona bey'at etmiştir. (Allah Allaah! Hazreti Hasan ne kadar da saf imiş! A. E.)
Fakat Muaviye sözünde durmamış, oğlu Yezid'i veliaht tayin etmiş ve daha kendisi hayatta iken onun adına (kendisinden sonra halife olması için) her hileye ve şiddete başvurarak halktan bey'at almıştır. Başka yerlerde bey'at işini hallettikten sonra Medine'ye gelmiş, yaptığı usulsüzlüğe muhalefet eden bazı genç sahabiler ile Peygamberimiz'in torunu Hz. Hüseyn'i bir odaya hapsettirmiş, başlarına silahlı nöbetçiler koymuş ve şöyle demiştir: "Ben şimdi halka sizin bana bey'at ettiğinizi söyleyeceğim, eğer aksine bir söz söylerseniz nöbetçiler kellelerinizi uçursunlar".
BAŞTAN SONA YANLIŞ BİLGİLER...
Değerli okuyucu!
Baştan sona yalan ve yanlış olan bu bilgileri Sayın Karaman acaba nereden edinmiş? Çünkü sünnî tarihçilerin eserlerinde böyle bilgilere rastlanmaz. Böyle şeyleri yazsa yazsa ya Şiî veya Hıristiyan müsteşrik / oryantalist tarihçiler yazarlar. Öyleyse Sayın Karaman kaynak göstermelidir.
Biz, "Bu söz acem yalanını geçti" tekerlemesini dinleye dinleye büyüdük. Onun için, Hayrettin Karaman'dan aktardığımız yukarıdaki cümlelerin, bizim nazarımızda varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yok. Biz onun yazdıklarına itibar etmeyiz. Edecekse, şiî veya müşteşrik yazarların yazdıklarına itibar edenler itibar edebilirler, biz değil...
Bazılarının zihnine, "Tamam, müsteşriklerin yazdıklarına itibar etmeyelim ama şiîleri niçin onlarla aynı cümlede zikrediyorsunuz?" şeklinde bir süal gelebilir.
Bu mukadder süâle kısaca şöyle cevap vermek isterim:
Biz ehl-i sünnet Müslümanlar nasıl Kur'an-ı Kerim'den sonra Sahih-i Buhârî'ye ikinci değerli kitap nazarıyla bakıyorsak, şîanın da Sahih-i Buhârî ayarında değer verdiği bir kitap vardır: Usûlü'l-Kâfî...
Şîanın Kur'an'dan sonra ikinci değerli kitap olarak sahip çıktığı işte bu Usulü'l-Kâfi'nin iki yerinde İmam-ı Âzam Hazretleri'ne lânet ediliyor.
Ve bu kitap şu anda İran'da harıl harıl basılıp satılıyor.
Türkiye'de de tercümesi yapıldı. Yayınlayan: Dâru'l-Hikem, tercüme eden: Vahdettin İnce, Arapça tatbik: Hamid Turan, Türkçe metni gözden geçiren: Prof. Dr. Hüseyin Hatemi. Baskı tarihi: 2008- İstanbul.
Onun için, benim mezheb imamıma lânet eden bir kitabı başucu kitabı olarak kabul eden kimselerin yazdıklarına da onlardan iktibas yapanların yazdıklarına biz değer vermeyiz...
HAZRETİ MUAVİYE'NİN HAZRETİ ALİ HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ...
Yukarıdaki cümleleriyle Hazreti Muâviye'nin Hazreti Hasan Efendimiz'i kandırdığını söyleyen Sayın Karaman, on parmağına on kara çalmış, ehl-i sünnet dışı yalancı tarihçilerin eserlerinden aldığı gerçek dışı ifadelerle gerçekleri karalıyor. Böyle yapmakla da aslında sadece Hazreti Muâviye'yi değil bütün İslam tarihini ve İslam tarihçilerini de karalıyor ve hepsine iftira ediyor. Oysa, anlatılanın doğrusu onun değil İslam tarihlerinin yazdıklarıdır. Meselâ İbni Kesir'in El- Bidâye ven-Nihâye isimli İslam tarihinde şu satırları okuyoruz:
"Muâviye, karısı Fâhite binti Kurta ile birlikte bir yaz gününde uyurken Hazreti Ali'nin ölüm haberi geldi. Yatağından kalkıp oturdu ve "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" dedikten sonra ağlamaya başladı. Karısı Fâhite:
"Bak hele şuna sen! Dün Ali ile savaşıyordun, bugün ise onun ölümüne ağlıyorsun" dedi.
Hazreti Muâviye radıyallâhü anh ise ona şöyle cevap verdi:
"Yazıklar olsun sana! Ali ile beraber onun hilmi (yumuşak huyluluğu) da, ondaki ilim de fazilet (üstünlük) de gitti. O İslama bizden önce girmişti ve benden hayırlı bir kimse idi. Ben ona ağlıyorum."
Gördüğünüz gibi Hazreti Muâviye, Hazreti Ali'nin yumuşak huylu, ilim sahibi, değerli bir zat, İslama kendisinden önce girdiği için kendisinden üstün ve hayırlı bir kimse olduğunu söylüyor. Yani aralarında bazı şeyler geçmiş olsa da değerini biliyor ve asla aleyhinde konuşmuyor.
İbn-i Asâkir, Hazreti Muâviye'nin hayatını anlatırken Ebü-l Kasım'dan şunu naklediyor:
"Amcam Ebû Zür'a'ya birisi geldi. Konuşma sırasında "Muâviye'ye kinim var" dedi. Amcam "Niçin?" diye sorunca, "Haksız yere Ali ile savaştı ve adam öldürdü" demesi üzerine amcam şöyle cevap verdi: "Muâviye'nin rabbi çok rahmet sahibi olan Allah'tır. Muârızı da kerem sahibi olan Hazreti Ali'dir. Sana ne oluyor ki ikisi arasına giriyorsun?"
Her biri birer ilâhiyatçı olan Ali Bardakoğlu (Eski Diyanet İşleri Başkanı), Celal Kırca, Selahattin Polat, Ali Toksarı ve M. Kemal Atik tarafından hazırlanan Sahâbîler Ansiklopedisi'nin Muâviye b. Ebû Süfyan radıyallâhü anh maddesinde şöyle yazıyor:
"Hazreti Muâviye'ye, "Hilafet hususunda sen Ali'den daha mı lâyıksın ve sen Ali'ye benzer misin?" diye sorulduğunda "Hayır! Ben Ali'ye hilâfet hususunda rekâbet etmek istemem ve çok iyi bilirim ki Ali benden üstündür ve hilâfete daha lâyıktır" demiştir."
HAYRETTİN KARAMAN KİMLERLE TERS DÜŞÜYOR?..
Görüldüğü gibi, Hayrettin Karaman, Hazreti Muaviye meselesinde sadece geçmiş İslam âlimleriyle değil kendi meslektaşlarıyla da ters düşüyor. Ama sadece onlarla ters düşmekle kalsaydı da daha ileri gitmeseydi. Bakın daha kimlerle ters düşüyor:
1- Hazreti Osman radıyallâhü anh ile ters düşüyor:
Çünkü, Hazreti Osman radıyallâhü anh, halifeliği zamanında bütün Suriye'nin idaresini Hazreti Muâviye'ye bırakmıştı. Hazreti Osman öyle yapsa da Hayrettin Karaman Hazreti Muâviye'yi sevmiyor.
Acaba Hazreti Osman (r.a.) Hazreti Muâviye'yi Hayrettin Karaman kadar tanıyamamış mıydı?
2- Hazreti Ömer radıyallâhü anh ile ters düşüyor:
Çünkü, Hazreti Ömer radıyallâhü anh, halifeliği zamanında kardeşi Yezid'in yerine Hazreti Muâviye'ye Şam valiliğini vermişti. Onu her gördüğü yerde "Bu ne güzel bir arap sultanıdır" derdi.
Hazreti Ömer öyle dese de Hayrettin Karaman Hazreti Muâviye'yi sevmiyor.
Acaba Hazreti Ömer (r.a.) Hazreti Muâviye'yi Hayrettin Karaman kadar tanıyamamış mıydı?
3- Hazreti Ebû Bekir radıyallâhü anh ile ters düşüyor:
Çünkü, Hazreti Ebû Bekir radıyallâhü anh, halifeliği zamanında Hazreti Muâviye'yi kardeşi Yezid ile beraber Suriye'nin fethine gönderdi.
Hazreti Ebû Bekir (r.a.) öyle yapsa da Hayrettin Karaman Hazreti Muâviye'yi sevmiyor.
Acaba Hazreti Ebûbekir (r.a.) Hazreti Muâviye'yi Hayrettin Karaman kadar tanıyamamış mıydı?
4- Hazreti Resûlüllah ile ters düşüyor:
Çünkü, Peygamberimiz Hazreti Muâviye hakkında "Ya rabbi! Onu azabından koru. Onu memleketlere hâkim kıl" diye duâ etmiş, ayrıca " Yâ Muâviye! Melik (hükümdar) olduğun zaman herkese iyilik et" buyurarak ve " Benden sonra ümmetimin üzerine hâkim olursun. O zaman iyilere iyilik et, kötülük yapanları da affet" buyurarak hem öğüt vermiş hem de hükümdar olacağını müjdelemiştir. Hepsinden de mühimi, Hazreti Muâviye'ye vahiy kâtipliği vazifesi verecek kadar itimat etmiştir.
Hazreti Resûlüllah (s.a.v.) öyle yapsa da Hayrettin Karaman Hazreti Muâviye'yi sevmiyor.
Acaba Hazreti Resûlüllah, Hazreti Muâviye'yi Hayrettin Karaman kadar tanıyamamış mıydı?
O Hazreti Muâviye ki Arabistan'da yetişen Dühât-ı Erbaa/dört dahi kimseden biridir. Yyumuşaklığı ve sabrı atasözü haline gelmiştir.
(Dühât-ı erbaanın diğer üçü şunlardır: Amr b. Âs, Zeyd b. Ebîh, Muğıyre b. Şû'be.)
Âlimiyle dervişiyle asırlardır gelip geçen bütün İslam büyükleri Hazreti Muâviye'yi seviyor, onun hakkında kalplerini bozmayıp dillerini tutuyorlar da ne hikmetse Hayrettin Karaman ve onun gibiler bir türlü Hazreti Muâviye'yi sev(e)miyorlar.
SEVMEMEK Mİ SEVEMEMEK Mİ?..
Bize öyle geliyor ki, bu mesele "Sevmemek" değil "Sevememek"tir.
Hazreti Osman, Hazreti Ömer ve Hazreti Ebû Bekir (r.a.) efendilerimiz bir kimseye değer verip onu ümmetin umumî işlerinin başına getiriyor ve en başta Hazreti Resûlüllah (s.a.v.) aynı kişiye aynı derecede değer veriyor ve onun iyiliğine duâ ediyorsa, böyle bir zatı sevmeyen veya sevemeyen kimse kendi âkıbetinden korkmalı değil midir?
Hazreti Muâviye radıyallâhü anh, ömrünün son günlerinde hastalandığında oğlu Yezid'i çağırıp "Ali'nin oğlu Hüseyin mübârek bir zattır. Kûfeliler onu senin karşına çıkarabilirler. Ona galip geldiğin zaman affeyle. İyi karşıla. Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır. Resûlüllah'ın torunudur" dedi.
İşte gerçekler böyle. Hazreti Muâviye böyle söylediği halde, vefatından sonra vasiyetinin aksine üzücü olaylar meydana gelmişse bunda Hazreti Muâviye'nin ne vebali olabilir?
Hazreti Muâviye hastalığı artınca, "Resûlüllah (s.a.v.) bana bir gömlek giydirmişti. O mübârek gömleği bu güne kadar sakladım. Bir gün kestiği tırnakları da bir şişe içine koyup saklamıştım. Vefat ettiğim zaman o gömleği bana giydiriniz. O tırnakları da gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki onların hürmetine Cenab-ı Hak beni affeder" dedi.
Sonra, "Ben öldükten sonra cömertlik ve ihsan da kalmaz. Çok kimselerin gelirleri kesilir. İsteyenler eli boş döner" dedi.
Receb ayında Şam'da vefat etmiştir. Türbesi Şam'dadır.
Hazreti Ali onun hakkında, "Muâviye'nin hükümdarlığını kötülemeyiniz. O giderse başların koptuğunu görürsünüz" demiştir.
Bu bilgiler, Hazreti Muaviye muarızı bazı kimselerin yaptığı gibi kendi kafamızdan verdiğimiz bilgiler değil, İslam tarihlerinin bize verdiği bilgilerdir. Bu bilgilere itiraz edenler de bize değil İslam tarihine itiraz etmektedirler.
İŞTE HAZRETİ MUÂVİYE, İŞTE ONDAN HOŞLANMAYAN...
Makalemizi, Sayın Hayrettin Karaman'a arz edeceğimiz şu hadiseyi anlatarak tamamlayalım:
Zaman Hazreti Ömer'in (r.a.) halifeliği zamanıdır. Amr b. Âs (r.a.) Mısır'ın fethi için vazifelendiriliyor. Mısır o zaman Rumların elindedir. Hazreti Amr'ın maiyetindeki 4000 askerin bir kısmı Şam Vâlisi Hazreti Muâviye'nin verdiği askerlerdir. Müslüman askerlerin içinde Hazreti Muâviye'nin askerlerinin de bulunduğunu haber alan Rum İmparatoru Herakliyus, "Bu Muâviye benim hoşuma gitmiyor. Onun askerlerinden çekiniyorum" diyor. Telaşa kapılıyor. Çünkü yakınlarda bir esir hadisesi olmuş ve Hazreti Muâviye imparatora gereken dersi vermiştir. İmparatorun Hazreti Muâviye'den çekinmesine sebep olan hadise şuydu:
Mısır hudutlarında esir edilen bir müslümanı İstanbul'a götürüp imparatorun huzuruna çıkarıyorlar. İmparator soruyor:
- Ne zaman bizim topraklarımızdan defolup gideceksiniz?
Müslüman cevap veriyor:
- Siz ne zaman bize Kostantıniyye'nin (İstanbul'un) kapılarını açacaksınız ve Müslüman olacaksınız?
O anda imansız bir vezir yerinden fırlıyor ve Müslüman esirin suratına bir tokat atıyor. İmparator da kahkahalarla gülüyor.
O esir Müslüman da yüzünü Şam'a doğru çevirerek,
- Ey Muâviye! Sen halife tarafından üzerimize idareci tayin edildiğin halde bana bir kâfir tarafından tokat atıldı. Eğer benim intikamımı almazsan seni Allah'a havale ederim, diyor.
İmparator yine kahkahalar atıyor ve Şam'a bir elçi göndererek Hazreti Muaviye'ye şunu soruyor:
- Esir ettiğimiz falan oğlu falan Müslüman, senin için böyle böyle dedi, ne dersin?
Hazreti Muâviye de Kostantîniyye'ye bir elçi göndererek şu cevabı veriyor:
- Müslüman kardeşimiz haklıdır. İşin çaresine elbette bakılacaktır.
Cevabı alan imparator yine kahkahalar atıyor ve gelen elçiye Müslüman esiri gösterip,
- Bu esiri al. Şam vâlisine götür ve "İmparator yakında bununla beraber bütün Müslümanları esir etmek üzere geleceği için bu müslümana tenezzül etmedi ve geri gönderdi" de diyor.
Müslüman esir bu şekilde Şam'a getiriliyor. Arkasından Hazreti Muâviyenin casusları İstanbul'a gidiyor ve o esire tokat atan veziri saraydan kaçırıp Şam'a getiriyorlar. Hazreti Muâviye, daha önce ondan tokat yiyen müslümana soruyor:
- Kostantıniyye'de imparatorun huzurunda sana tokat atan adam bu mudur?
- Evet, ta kendisi.
- Şimdi sen de onun suratına yapıştır bakalım tokatı.
O Müslüman yerinden kalkıyor ve Bizanslı vezire tokatı patlatıyor:
Şırraaak...
Sonra Bizanslı vezir aynen getirildiği yoldan götürülüp Kostantıniyye (İstanbul) surlarından içeri bırakılıyor.
Nasıl? İyi mi?
İşte Bizans İmparatoru bundan dolayı Hazreti Muâviye'nin askerlerinden korkmaktadır.
Korkar da kızar da. Haksız da değildir...
Tamam anladık, Bizanslı kızabilir. Ama zamanımızdaki bazı ilâhiyat profesörlerine ne oluyor...
Ali EREN | 03.07.2013 08:54 | http://www.haberkita.com/hz-muaviyeyi-bizans-imparatoru-da-seviyormus_78485.html
Hazreti Muaviye meselesi
Söze bir misalle başlayalım…
Malazgirt Meydan Savaşı’nın 26 Ağustos 1071’de Müslüman Türkler ile Hıristiyan Bizanslılar arasında geçtiğini ve Sultan Alparslan’ın kumandasındaki Müslümanların zaferiyle son bulduğunu biliyoruz. Bütün tarihlerin yazdığı budur. Yani kesinkes Malazgirt Savaşı’nın galibi Bizanslılar değildir.
Değildir, olamaz da! Çünkü tarih kesindir ve neyse odur, görüşten görüşe değişmez. Târihî bir hadise bir tarihçiye göre başka diğer bir tarihçiye göre daha başka olamaz.
Buna rağmen eğer meselâ haddini bilmeyen biri çıkıp da bilinenin aksine bir şey yazmaya kalksa, meselâ “Alparslan, Malazgirt Meydan Savaşı’nı kazanan değil kaybedendir” demiş olsa, bu kimsenin cahilliğine verilir ve onun tarihçi olmadığı anlaşılır.
Şayet bunu yazan kişi tarihçi sıfatını taşıyan birisiyse, o zaman o kimse artık kendisine sıfatlardan sıfat beğenmelidir. Ona artık câhil de denilir, târihî hadiseleri ters göstermeye çalışan bir şarlatan da denilir, “Söylediği yalanlar acem yalanını geçen bir yalancı” da denilir…
Çünkü, târihî hadiseler aynıdır ve insanların görüş ve inanışlarına göre değişmez.
Ancak, tarihin doğru yazılabilmesi için târihî hadiseleri yazan ve/veya anlatan kişilerin peşin düşünceden uzak, insaflı ve Allah korkusu taşıyan kimseler olmaları şarttır. Bu şartları taşımayan kimseler istedikleri hadiseyi istedikleri gibi eğip bükerek değiştirebilir ve insanlara tam ters şekilde sunabilirler. Nitekim sunuyorlar da.
Bu saptırmayı bazı kesimlerde sıkça görüyoruz. Bu kesimler bazan bir Hıristiyan tarihçi oluyor, bazan şiî bir tarihçi oluyor, bazan da ehl-i sünnetten olmadığı halde kendisini gizlemek için ehl-i sünnetten olduğunu söyleyen çift görünüşlü bir kimse oluyor, olabiliyor.
Ama şükür ki ehl-i sünnet tarihçilerin hepsinin yazdıkları aynıdır. Aynı olması da gayet normaldir, çünkü yukarıda da işaret ettiğimiz gibi târihî bir hadise bir tarihçiye göre nasılsa başka bir tarihçiye göre başka türlü olamaz. İlim ve insaf sahibi oldukları içindir ki, bütün ehl-i sünnet tarihçiler bizlere İslam tarihini ana hatlarıyla doğru ve birbirinin aynısı olarak aktarmışlardır.
MESELÂ HİLAFET MESELESİ…
Tarihin ve tarihçiliğin objektifliğine misal olarak İslamdaki halifelik meselesini ele alabiliriz.
Peygamberimiz mûcize bir haber olarak halifeliğin kendisinden sonra 30 sene olacağını haber vermiştir. Aynen bildirildiği şekilde, halifelik Hazreti Hasan (r.a.) Efendimiz’in 6 aylık halifeliğiyle beraber, Peygamberimiz’in vefatından sonra tam 30 sene sürmüş, ondan sonra hükümdarlık dönemi başlamıştır.
Bu 30 seneden sonraki dönemi izah sadedinde, İbn-i Kesir’in El-Bidâye ve’n-Nihâye isimli meşhur ve muteber tarihinde şöyle deniliyor:
“Muâviye (r.a.) dönemi hükümdarlık döneminin başlangıcıdır. Muâviye radıyallâhü anh İslâm hükümdarlarının ilki ve en hayırlısıdır.”
Bunu yazan sadece El-Bidâye ve’n-Nihâye değildir. İbnü’l-Esir’in El-Kâmil fi’t-Târih’i olsun, diğer tarihler olsun hepsi aynı şeyi yazmaktadırlar. Çünkü hepsinin anlattıkları hadise de aynıdır.
Esas meselemize geçerken, Şam vâlisi olan Hazreti Muâviye’nin (r.a.) halifelik mücadelesi içine girdiğini hatırlayalım. Bu hususta El-Bidâye ve’n-Nihâye diyor ki:
“İsmail b. İbrahim tarikiyle gelen bir rivâyette Muâviye (r.a.) şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki beni halife olmaya sevk eden sebep Resûlüllah’ın bana söylemiş olduğu şu sözüdür:
“Ey Muâviye! Eğer yönetimin başına geçersen, iyilik yap.”
Amcasının oğlu olduğu için zulmen şehit edilen Hazreti Osman’ın hakkını isteyecek kadar yakını olan Hazreti Muâviye, Hazreti Osman radıyallâhü anh Efendimiz’in mazlum olarak şehit edilmesinden sonra halife olan Hazreti Ali’den, katillerin yakalanıp teslim edilmesini istiyordu. Bu isteğini de İsrâ sûresinin “Haksız olarak öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır” meâlindeki 33. âyetine dayanarak yapıyordu. Hazreti Ali Efendimiz ise ortam henüz müsait olmadığı için bunu daha sonraya bırakmayı uygun görüyordu. Böylece aralarında bir ictihad farkı meydana geldi.
Taberânî, İbni Abbas’ın bu hususta şöyle dediğini rivâyet eder:
“Muâviye’nin bu âyete (İsrâ 33) dayanarak yönetime geçtiğine olan kesin inancımı hâlâ sürdürmekteyim.”
Değerli okuyucu!
Dikkat edilirse, İbni Abbas Hazretleri’nin bu sözü, ashabı kiramın da kendileri gibi düşündüğünü zanneden zamanımızdaki bazı Hazreti Muâviye düşmanlarına açık ve ibretli bir ikazdır.
Şu noktaya dikkat!
İbni Abbas Hazretleri, Hazreti Ali Efendimiz’in amcasının oğludur. Onun için –İslâmî ölçüyle düşünülmeyecek olursa- İbn- Abbas Hazretleri’nin, Hazreti Ali Efendimiz’in tarafını tutacağı düşünülür. Ama o öyle yapmıyor ve “Muâviye’nin bu âyete dayanarak yönetime geçtiğine olan kesin inancımı hâlâ sürdürmekteyim” diyor.
Demek ki değerli okuyucu, kendisinin de anladığı gibi Hazreti Muâviye’nin kaderinde yönetimin başına geçmek varmış.
Nitekim Beyhakî, Ebû Hüreyre’nin şöyle söylediğini rivâyet ediyor:
“Halifelik Medine’de hükümdarlık Şam’dadır.”
Nitekim Hazreti Muâviye’nin hükümdarlığı Şam’da olmuştur.
GERÇEK, PEYGAMBERİMİZ’İN VERDİĞİ BU BİLGİDE…
Hazreti Muâviye’nin, hükümdarlığından önce Şam vâlisi olduğunu tekrar hatırlayıp devam edelim.
Ebû İdris’in, ashabın büyüklerinden Ebüd Derdâ Hazretleri’nden rivâyetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Uyurken bir ara rüyamda kitabın, başımın altından alınıp götürüldüğünü gördüm. Nereye götürüldüğünü takip ettim, kitap alınıp Şam’a götürüldü.
Fitne koptuğu zaman iman Şam’dadır.”
***
Yahyâ b. Süfyan’ın Hazreti Ömer radıyallâhü anhten rivâyetine göre Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Başımın altından nurdan bir direğin çıktığını ve o parlak direğin gidip Şam’a yerleştiğini gördüm.”
***
Hazreti Ali radıyallâhü anh ile o zaman Şam vâlisi olan Hazreti Muâviye radıyallâhü anh arasında cereyan eden Sıffin Savaşı’nda, adamın biri Hazreti Ali’ye olan sevgisinden dolayı, “Allahım! Şamlılara lânet et” deyince Hazreti Ali Efendimiz derhal kendisini ikaz etmiş ve “Şamlılar hakkında kötü konuşma. Çünkü orada ebdallar (Allah dostları/evliyâ) vardır” buyurmuştur.
Bakınız Hazreti Ali Efendimiz, kendileriyle harp ettiği Şamlılar hakkında dengeyi nasıl korumaktadır…
Bizler de ehl-i sünnet Müslümanlar olarak Hazreti Ali ve Hazreti Muâviye hakkında dengeyi aynen böyle korumalı ve her ikisini de sevmeliyiz.
Farklı ictihadlar neticesinde her iki ordu arasında harp cereyan etmişse de yapılan Sıffîn Savaşından sonra her iki taraf da karşı taraftan ölenlerin cenaze namazlarını kılmışlar, harpten sonraki hayatlarında da birbirleriyle iç içe yaşamışlar ve hayatları boyunca aynı safta namaz kılmışlardır.
Bu zamanda Hazreti Muâviye’ye dil uzatanlara, Hâfız ibni Asâkir taa o zamandan şu cevabı vermektedir:
“Şam’da yeşil kubbeyi inşâ edip içinde 40 sene ikamet eden kişi Muâviye’dir.“
DİKKAT! PEYGAMBERİMİZ, “İKİ MÜSLÜMAN CEMAAT” BUYURUYOR…
İlahiyat profesörü Hayrettin Karaman ve hempâları, meseleyi tersine gösteredursunlar ve “Hazreti Hasan’ı kandırdı” diyerek Hazreti Muâviye’ye iftira ededursunlar, gerçekler İslam tarihlerinde yazılı bulunmaktadır. İslam tarihlerine göre, Hazreti Ali Efendimiz’den sonra halife olan Hazreti Hasan radıyallâhü anh Efendimiz, halifeliği bazı şartlarla Hazreti Muâviye’ye kendi isteğiyle devretmiştir.
Onun böyle yapacağını da Peygamberimiz (s.a.v.) taa Hazreti Hasan Efendimiz’in çocukluğunda bir mûcize olarak haber vermişti. Şöyle ki:
İmam Ahmed b. Hanbel’in Câbir b. Abdullah’tan rivâyetinde Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benim bu oğlum (Hasan) efendidir. Umarım ki Allah bunun vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük cemaati barıştıracaktır.”
Hazreti Hasan Efendimiz, aynen Peygamberimiz’in haber verdiği gibi yapmış, halifeliği Hazreti Muâviye’ye devretmekle iki Müslüman gurup arasındaki gerginliği ortadan kaldırmak gibi büyük ve tarihî bir hizmet ifa etmiştir.
Hiç ummamakla beraber arzu ederiz ki bu satırlar Sayın Hayrettin Karaman’ın Hazreti Muâviye düşmanlığına son vermesine, ona ve tarihe iftira etmeyi bırakmasına sebep olsun.
Sayın Profesör ve onun gibi kimseler, içlerindeki Hazreti Muâviye düşmanlığını istedikleri gibi dışa vurabilirler, vuruyorlar da. Ama tarih kitaplarında yazılı gerçekleri nasıl ortadan kaldıracaklar?
Dünya âlem biliyor ki, ehl-i sünnet inancını taşıyan Müslümanlar Hazreti Muâviye düşmanı olamazlar.
Dünya âlem biliyor ki, ona düşman olanlar şiîler, alevîler, kızılbaşlar ve râfizîlerdir.
Peki, Sayın Hayrettin Karaman’a ne oluyor? İkide bir ehl-i sünnetten bahseden Sayın Profesör, Hazreti Muâviye meselesinde ehl-i sünnetten niçin ayrılıyor? Yoksa bu hususta ehl-i sünnetten olmayı içi almıyor mu? Almıyorsa niçin?
Zaman zaman söylediği gibi, bu sorumuz karşısında da muhtemeldir ki yine kendisinin ehl-i sünnet olduğunu söyleyecektir. Öyleyse kendisine yine soralım:
Yeryüzünde Hazreti Muâviye muârızı olan bir ehl-i sünnet gurubu var mıdır?
ONLARIN BİRBİRLERİ HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ BÖYLE…
Yukarıda, Hazreti Ali Efendimiz’in, Sıffîn Harbi sırasında Şamlılar hakkında kötü sözler söyleyen bir kişiyi harp meydanında ikaz ederek, “Şamlılar hakkında kötü konuşma. Çünkü orada ebdallar (Allah dostları/evliyâ) vardır” dediğini yazmıştık. Şimdi de Hazreti Muâviye’nin karşı taraf hakkındaki bir sözünü aktaralım.
İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, Hazreti Muâviye’nin şöyle dediğini rivâyet ediyor:
“Ali’nin oğlu Hasan’ı severken, Resûlüllah’ın onun dilini/dudağını emercesine öptüğünü gördüm. Resûlüllah’ın öptüğü bir dil/dudak asla azap görmeyecektir.”
İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin bu riâyeti, “Muâviye Hazreti Hasan’ı kandırdı” iftirasında bulunan Hayrettin Karaman’a gayet güzel bir cevap ve okkalı bir Osmanlı tokatı gibidir.
HADİS KAYNAKLARININ YAZDIKLARINI NE YAPACAĞIZ?..
Hazreti Muâviye, Peygamberimiz’den birçok hadis rivâyet etmiş ve onun rivâyet ettiği bu hadisler en değerli/kuvvetli iki hadis kitabı olan Buhârî ve Müslim’de yer aldığı gibi diğer sünen ve müsnedlerde de yer almıştır.
İmam Buhârî, İmam Müslim ve diğer sünen ve müsned sahipleri, acaba Hazreti Muâviye’yi Hayrettin Karaman kadar anlayamamışlar da mı onun rivâyet ettiği hadisleri asırlardır Müslümanların ellerinden düşmeyen ve kıyamete kadar okunacak olan eserlerine almışlar?
Sayın Karaman’a sormak isteriz:
Sahih-i Buhârî, Sahih-i Müslim ve diğer sünen ve müsned kitaplarını okurken, önünüze Hazreti Muâviye’nin rivayet ettiği hadisler gelince ne yapıyorsunuz? Yaprakları yırtıyor musunuz?
Veya o eserleri kaleme alan zatların, başkaları hakkında değil de sadece Hazreti Muâviye hakkında yanıldıklarını düşünüp, Hazreti Muâviye yoluyla gelen hadisleri atlayarak diğerlerine mi geçiyorsunuz? Yani gerçekleri gizliyor musunuz?
Size göre, Hazreti Muâviye hakkında yanılan bu zatlar ya diğer hadislerde de yanılmışlarsa ne olacak?
Sayın Karaman!
Eğer, İmam Buhârî ve İmam Müslim gibi zatlar, -sizin kadar uyanık olmadıkları için- Hazreti Muâviye hakkında yanılmışlar, onun rivâyet ettiği hadisleri, İslam tarihinde ve İslam âleminde en kıymetli eserler kabul edilen eserlerine/sahihlerine almamaları gerekirken almışlarsa, İslam âleminin de bütün Müslümanların da yandığının resmi değil midir?
Öyle ya! Siz olsaydınız elbette Hazreti Muâviye’nin rivâyetiyle gelen hadislere itibar etmezdiniz değil mi?
Söyler misiniz Sayın Karaman? Sahih-i Buhârî’yi, Sahih-i Müslim’i bir kenara bırakıp, en iyisi mi hadis hususunda yoksa sizi mi dinlemek?
Velhasıl…
Hangi taraftan ele alırsak alalım, çıkmazdasınız Sayın Karaman çıkmazda…
HAZRETİ MUAVİYE İŞTE BÖYLE BİR SAHÂBÎ…
Hazreti Muâviye, Peygamberimiz’in kayın biraderi, onun babası Ebû Süfyan Hazretleri de kayınpederidir. Sahih-i Müslim’deki onlarla ilgili şu rivâyete ne diyeceksiniz Sayın Karaman?
“Hazreti Muâviye’nin babası Ebû Süfyan (r.a.) Resûlüllah’a, “Yâ ResûlAllah! Beni komutan yap da daha önce Müslümanlarla harbettiğim gibi şimdi de kâfirlerle harbedeyim” dedi, Resûlüllah da “Olur” buyurdu. “Muâviye’yi yanında kâtip yap” dedi, Resûlüllah ona da “Olur” buyurdu.”
Resûlüllah (s.a.v.) böylece kayınpederinin bir sözünü iki etmemiş ve onun isteklerini yerine getirmiştir. Onun içindir ki, Hazreti Muâviye (r.a.) Peygamberimiz’in vahiy kâtiplerinden olmuştu.
***
Müseyyeb b. Vâdıh, İbni Abbas’ın (r.a.) şöyle dediğini rivâyet ediyor:
“Cebrâil (a.s.) Resûlüllah’a gelip şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Muâviye’ye selam söyle ve ona iyi davran. Çünkü o, Allah’ın kitabını ve vahyini yazmak hususunda güvenilir bir kimsedir. O ne güzel güvenilir bir katiptir.” İlahiyat profesörü Hayrettin Karaman’ın sevmediği ve şiddetle aleyhinde bulunduğu Muâviye (r.a.) isimli sahâbî işte böyle bir zattır.
Karaman, açıktan açığa ve çekinmeden bu şanlı sahabîyi sevmediğini söyleyerek, kendi tarafını ortaya koymakta, böylece Hazreti Muâviye konusunda kendisinin ehl-i sünnet tarafında mı şîa tarafında mı olduğunu açıklamış olmaktadır.
***
Hazreti Ali ve Câbir b. Abdullah’dan gelen bir rivâyete göre, Resûlüllah (s.a.v.) Muâviye’yi (r.a.) yanına kâtip olarak alma konusunda Cebrâil Aleyhisselam’a danıştı. Cebrâil Aleyhisselam da şöyle dedi:
“Onu yanına kâtip olarak al. Çünkü o güvenilir bir kimsedir.”
Sayın Karaman’a, bunun râvilerinden birinin de Hazreti Ali olduğunu hatırlatırsak üzmüş olur muyuz acaba?
***
İmam Ahmed b. Hanbel, İrbad b. Sariye es-Sülemî’nin şöyle dediğini rivâyet ediyor:
“Resûlüllah’ın, Ramazan ayında “Mübârek yemeğe gelin” diye bizi sahura çağırdığını ve şöyle söylediğini işittim:
“Allahım! Muâviye’ye kitap ve hesabı öğret ve onu azaptan koru.”
***
Tirmizî Ebû İdris el-Hulenî’den rivâyet ediyor:
Umeyr b. Sa’d’ı Şam vâliliğinden alıp yerine Muâviye’yi tayin eden Hazreti Ömer, (r.a.) insanlara şöyle demiştir:
“Muâviye’den sadece iyilikle bahsedin. Zira ben Resûlüllah’ın onun hakkında şöyle buyurduğunu işittim:
“Allahım! Onun vasıtasıyla insanları hidâyete erdir. “
Sayın Karaman’a soralım:
Gördüğünüz gibi Hazreti Ömer, (r.a.) Hazreti Muâviye’den iyilikle bahsedilmesini istiyor. Siz ise onun kötülüğünden bahsediyorsunuz.
Yoksa daha önce bu rivâyeti bilmiyor muydunuz? Bilmiyor idiyseniz şimdi öğrenmiş oldunuz. Bundan sonra Hazreti Ömer’in bu sözüne uymayı düşünüyor musunuz? ***
Hazreti Muâviye, insanların kendisi için ayağa kalkmalarına bile razı olmazdı. İmam Ahmed b. Hanbel, Ebû Miclez’den şöyle rivâyet ediyor:
“Muâviye bir defasında halkın karşısına çıkmıştı. Halk da ona hürmeten ayağa kalktı. O, bunun üzerine şöyle dedi:
“Ben Resûlüllah’ın şöyle söylediğini işittim: ”Bir kimse insanların kendisine hürmeten ayağa kalkmalarından memnun olur hoşlanırsa cehennemdeki yerini hazırlasın.”
***
Hazreti Muâviye büyük bir sahabe topluluğu ile Bizans’a gazâya gitti. İstanbul’u kuşattı. Bu gazâ ile ilgili olarak sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:
“Kostantiniyye’ye (İstanbul’a) gazâya gidecek ilk ordunun askerleri bağışlanmıştır.”
Hazreti Muâviye de o ordudaydı. Var mı daha ötesi?..
***
Bağışlanmayla ilgili olarak tarihte bir de şu bilgi var:
Ebû Bekir b. Ebûdünyâ, takvâsıyla meşhur olan Ömer b. Abdülazîz Hazretleri’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Resûlüllah’ı rüyamda gördüm. Ebû Bekir ile Ömer de yanında oturuyorlardı. Selam verip yanlarına oturdum. Ben oturmaktayken Ali ile Muâviye getirildi. İkisi bir odaya kapatıldılar. Odanın kapısı da üzerlerinden kilitlendi. Ben ne olacağını seyrediyordum. Çok geçmeden Ali “Kâbe’nin rabbine yemin ederim ki benim lehime hüküm verildi” diyerek odadan çıktı. Kısa bir zaman sonra Muâviye de “Kâbe’nin rabbine yemin ederim ki ben bağışlandım” diyerek odadan çıktı.”
Evet…
Ehl-i sünnetin bu husustaki görüşü de zaten buna uygundur. Ehl-i sünnete göre ictihadında isabetli olan Hazreti Ali idi. Hazreti Muâviye de kendi ictihadına göre hareket ettiği için suçlanamaz.
***
İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’ne, Hazreti Ali İle Hazreti Muâviye arasında geçen hadiseler sorulduğunda Bakara sûresi’nin şu meâldeki 141. âyetini okudu:
“Onlar geçmiş birer ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandıklarınız sizedir. Onların yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz.”
Seleften birçok âlim de kendilerine bu soru sorulduğunda yukarıdaki âyeti okumuşlardır…
***
Değerli okuyucu!
Muhtemeldir ki Sayın Hayrettin Karaman yukarıdan beri verdiğim bilgilere de itiraz edecektir. Ama ben bu bilgileri İbn-i Kesir’in El-Bidâye ve’n-Nihâye isimli meşhur eserinden aldım. Maamâfîh diğer tarihlerin yazdıkları da bundan farklı değil.
Sayın Karaman itiraz edecekse, bana değil İbn-i Kesir Hazretleri’ne ve onun yazdıklarının aynısını yazan diğer âlimlere itiraz etsin, cevap verecekse onlara cevap versin.
Ama başkaları bilmese de biz biliyoruz ki onda bu âlimlere cevap verebilecek ilmî güç yok. Sayın Karaman’da o ilmî gücün olmadığını bilmeye biliyoruz da yine de laf ola beri gele kabilinden şöyle diyelim:
Sayın Profesör!
Çürütebiliyorsanız buyurun yukarıdan beri verilen bilgilerin doğruluğunu çürütün. Çürütün de biz de yanlış bir bilginin doğrusunu öğrenmiş olalım…
Haberkita.com. Ali Eren