Diyanet'ten sorumlu ilahiyatçı bakan
Müslüman bir topluluk olarak dinimiz, can damarımızdır.
Din, uğrunda canımızı seve seve verdiğimiz en mukaddes değerdir. Onun için, gerek dinî meselelerle meşgul olan kimseler, gerek bu mukaddes vazifeyle vazifeli olanlar ve gerekse bu kimseleri tayin edenler, hepsi ama hepsi bu konuda çok hassas davranmalıdırlar.
Bilindiği gibi memleketimizde dinî hizmetlerin organizesi resmen Diyanet İşleri Başkanlığı'nın uhdesinde bulunuyor. Bu müessesenin başında bir Diyanet İşleri Başkanı onun üstünde de Diyanet'ten sorumlu bir Bakan var. 2002 senesinden itibaren senelerce Diyanet'ten sorumlu bakan olarak vazife yapan, Prof. Mehmet S. Aydın oldu. Bu makalemizde işte bu Sayın Bakan'dan bahsedeceğiz.
Bahsedelim ki, can damarımız olan dinî hizmetlerle vazifeli olan Diyanetimizin başındaki Diyanet İşleri Başkanı'nın da âmiri olan bir bakan yakından tanınmış olsun.
Evet... Huzurlarınızda ilâhiyat profesörü Sayın Mehmet S. Aydın...
Sayın Aydın, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski dekanıdır. Aynı zamanda bir Dinerarası Diyalog ve Hoşgörü uzmanıdır. Onun için, ne zaman bir Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü toplantısı yapılsa, Mehmet Bey her zaman oradadır ve çok kere oturum başkanı olmuştur.
Diyanet, 23-27 Ekim 1998'de Ankara Hilton Oteli'nde 2. Din Şûrası tertiplemişti. 5 gün devam eden Şûrâ şu başlıkla 3 komisyon halinde çalıştı.
1- Dini konularda toplumun aydınlatılması ve farklı yorumlanmasından kaynaklanan problemler ve çözüm yolları komisyonu.
2- Din Eğitimi komisyonu.
3- Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü komisyonu.
Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü Komisyonunun oturum başkanı bermûtat Prof. Mehmet S. Aydın idi.
Yurt içinden ve yurt dışından davet edilen 200'den fazla akademisyenin iştirakiyle gerçekleşen ve basına kapalı olarak devam eden şûrada bendeniz de tebliğ veya müzakereci olarak davetli idim. Gittim, ancak tebliğ de sunmayacağımı müzakereye de iştirak etmeyeceğimi sadece şûrayı takip edeceğimi söyledim ve öyle de yaptım.
Bu üç komisyondan daha çok Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü Komisyonundaki konuşmalar dikkatimi çektiği için daha çok bu komisyonu takip ettim. Sayın Mehmet Aydın'ın ne derece dinî hassasiyet taşıdığını(!) da işte o zaman fark ettim ve kendisini o zaman yakinen tanımış oldum.
BU MAKALEYİ NİÇİN YAZIYORUM?..
İstedim ki, bir dönem kendisine Diyanet câmiası teslim edilen bu şahsiyeti benim gibi sizler de yakından tanıyasınız. Bu makaleyi işte bu düşünceyle kaleme aldım.
Önce şunu hatırlatayım. Bahsettiğimiz şûrâ yapıldığında, Mehmet Aydın Bey henüz milletvekili ve bakan değildi. Daha sonra 2002 seçimlerinde parlamentoya girdi ve birinci AKP hükümetinde Diyanet'ten sorumlu bakanı oldu.
Diyanet, bu şûrada yapılan konuşmaları daha sonra Mehmet Bey'in bakanlığı zamanında ilmî eserler'in 93. olarak II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri adıyla 1500 sahifelik iki cilt halinde kitaplaştırdı. Dolayısıyla, Sayın Bakan'ın aşağıda okuyacağınız sözleri o kitapta yani kendi emri altındaki Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından basılan II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri adlı kitapta mevcuttur. Dolayısıyla belge hüviyetini taşımaktadır.
Öyleyse görelim bakalım Sayın ilahiyatçı bakan neler söylemiş.
Sayın Bakan, Dinlerarası Diyaloğun gerekliliğini anlatmak adına yaptığı konuşmasına, önce ecdadımızı suçlayarak başladı ve şunları söyledi:
"Diyalog bilgi eksikliklerini giderebilir, gidermelidir. Yani herkes kendi dinini anlatsın bir defa.
Hıristiyanlığı bilelim, Yahudiliği bilelim, İslâmiyeti bilelim. Sağlam bilgilere sahip olursak önemli bir başarıdır bu. Hatalarımızın büyük bir kısmı yanlış bilgilerden ileri geliyor. Atalarımız bizi yoldan çıkarmışlar." (II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri c. 2, sa. 321)
Lütfen dikkat!
Sayın Bakan dinler hakkında doğru ve eksiksiz bilgiye diyalogla ulaşılabileceğini söylüyor. Oysa bunu kabul etmek mümkün değil. Çünkü Dinlerarası Diyalog faaliyetleri başlamadan önce insanlar dinler hakkında câhildi de ancak Dinlerarası Diyalog faaliyetleri başlayınca mı bu câhillikten kurtuldular?
İNSANLARI BİLGİSİZLİKTEN DİNLERARASI DİYALOG KURTARMADI...
Dinlerarası Diyalog faaliyetleri başlamadan da Yahudilik de Hıristiyanlık da Müslümanlık da her biri diğerleri tarafından biliniyordu.
Çünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik hakkında en doğru bilgileri bize bi kere en başta Allah ve Resûlü yani Kur'an ve hadisler bildiriyor. Atalarımız yani İslâm âlimleri de Kur'an ve hadisten aldıkları bu doğru bilgileri bizlere aktarmış bulunuyorlar. Dolayısıyla atalarımız bizi yoldan çıkarmadı aksine daima doğru yola çağırdı.
Ama ilâhiyatçı Sayın Bakan'ın söylediğine bakacak olursak, Hıristiyanlık ve Yahudilik hakkında bize bilgi veren atalarımız bizi yoldan çıkarmışlar. Hâşâ!..
İyi ki imdadımıza Dinlerarası Diyalog yetişti de onun sayesinde bizi yoldan çıkaran atalarımızın verdiği yanlış bilgilerden kurtulmuş olduk.(!)
Hayır Sayın Bakan!
Atalarımız bizi asla yoldan çıkarmadılar. Onlar aksine bize gerçek İslamı öğrettiler. Onlar olmasaydı biz dinimizi kimlerden ve nereden öğrenecektik? Onlar bize Allah ve Resûlünün Hıristiyanlık ve Yahudilik hakkında bildirdikleri en doğru bilgiyi vererek sırât-ı müstekıymı gösterdiler.
Bizi yoldan çıkarsa çıkarsa, atalarımız değil İslam dışı inançları hoş gösterenler çıkarır.
Sayın Aydın!
Bir diyalogdur tutturmuş, "Diyalog bilgi eksikliklerini giderebilir" diyorsunuz. Buna inanacaklarsa, bu sözün sahipleriyle bu sözü gözü-gönlü kapalı olarak dinleyen ilimden bîbehre olanlar inansınlar.
Dinlerarası Diyalog başlamadan önce Hıristiyan ve Yahudiler İslamı bilmiyorlar mıydı?
Dinlerarası Diyalog başlamadan önce, biz Müslümanların Hıristiyanlık ve Yahudilik hakkındaki bilgilerimiz eksik miydi?
Bu muharref dinler hakkında uzun uzun bilgi veren cilt cilt kitapları yazanlar İslam âlimleri değil mi?
Hıristiyanlık ve Yahudilik tam olarak bilinmiyordu da İslam âlimleri geçmişte meydana gelen münazaralarda diğer din mensuplarını nasıl cevap veremez hale getirmişlerdi?
MESELÂ İZHÂRUL HAK...
Meselâ Hindistanlı Rahmetullah Efendi'nin İzhâru'l-Hak ismiyle Türkçeye tercüme edilen eseri böyle bir münazaranın kitaplaştırılmış şekli değil mi?
Bu gerçekleri bildiğiniz halde nasıl böyle konuşabiliyorsunuz?
Evet, Müslümanlar gayr-i Müslimlerin inançlarını zaten biliyorlardı. Gelelim gayri müslimlerin İslâmı bilip bilmemelerine.
Sayın Bakan!
Hayranı olduğunuz ve kitaplarını tercüme ettiğiniz, 90 küsür yaşında ölen hocanız, İngiliz profesör W. Montgomery Watt, İslam dini hakkındaki birçok kitap yazabilecek kadar geniş bilgiye nasıl sahip olmuştu? Diyalog vasıtasıyla mı?
Tabii ki hayır...
Siz de bilirsiniz ki İslam âlimleri içinde gayri müslimler hakkında geniş bilgiye sahip olan tek âlim Rahmetullah Efendi olmadığı gibi, gayri müslimler içinde İslam dini hakkında geniş bilgiye sahip olan tek kişi de Montgomery Watt değildir.
Her iki taraftan da karşı tarafın inancını gayet iyi bilen nice kimseler var.
Şunu benim gibi belki benden daha iyi siz de biliyorsunuz:
Hıristiyanlar, misyoner olarak yetiştirip İslam âlemine casus olarak gönderilmek üzere yetiştirdikleri elemanlarını, görünüşte tam bir Müslüman olarak yetiştiriyorlar. Tâlim-tecvit üzere Kur'an okumasını öğretiyorlar, Arapça öğretiyorlar, bir Müslüman gibi abdest almasını, namaz kılmasını hatta oruç tutmasını öğretip İslam âlemine, Müslümanların içine salıveriyorlar. Açık vermesinler için yerine göre, bunların bir kısmı sakallı ve şalvarlı bile oluyor.
Yani görünüşte tam bir Müslüman.
Onlarla Müslümanlar arasında tek bir fark oluyor: İman...
Hıristiyanlar bu tip misyonerleri yetiştirmekte o kadar hassas davranıyorlar ki, Müslümanların içindeyken açık vermemeleri için onlara rahlede ders vererek yetiştiriyorlar.
Gerçekler böyle olduğu halde, Sayın Bakan Dinlerarası Diyaloğun şart olduğunu ifade sadedinde, yukarıdaki cümlesinin devamında "Yeniden birbirimiz hakkında bilgi inşâ etmemiz lâzım" diyor. (Aynı eser, s: 321)
ESKİ BİLGİLERİ ÇÖPE Mİ ATACAĞIZ?..
Ayrı din mensupları olarak birbirlerimizin inançları hakkında hangi bilgiye erişemiyoruz da "Yeniden birbirimiz hakkında bilgi inşâ etmemiz lâzım" olsun ki?
Bu cümlenin altındaki mânâyı gerçi biz seziyoruz ama okuyucularımız adına Sayın Bakan'a sormak isteriz: "Yeniden bilgi inşâ etmek" ne demek oluyor?
Niçin yeniden bilgi edineceğiz? Zaten bilgimiz var. İslâm âlimlerinin kitaplarındaki bu doğru bilgileri yanlış veya yok mu sayacağız?
Yoksa atalarımız olan eski âlimler, gayri Müslimler hakkında bizi yoldan mı çıkarmışlardı?
İlle de gayri müslimlerle diyalog yapıp, onların neye nasıl inandıklarını kendi ağızlarından öğrenmekten başka yol yok mu?
Doğru ya canım...
Zaten Kur'an ve hadisler bizi bu hususta –hâşâ- bilgisiz bırakmış. Onun için İslâm âlimleri de bu hususta bize doğru bilgi vermekten âciz kalmışlar. Geriye kala kala da sadece gayri müslimlerle diyalog yapmak kalmış. Onlarla Diyalog yapalım bari de gayrimüslimlerin vereceği değerli bilgilerle(!) câhilliğimiz gitsin... Ha!.
Öyleyse bunun için şart olan şu: Eski bilgileri at, yeniden bilgi inşâ et... Ne âlâ ne güzel...
Mevcut ve bilinen bir şey hakkında, kendiliğinden yeniden bilgi inşâ etmenin yani bilgi uydurmanın mantığı nerede?
Bir de şu var: Kendi dinimizi kendi din kardeşlerimize icap ettiği kadar öğretebildik de sıra gayri müslimlerin dinini onların dillerinden öğrenmeye mi geldi?
Hem, kim ayranım ekşi der ki? Gayr-i Müslimler, dinlerinin bize ters olan taraflarını bize söylerler mı hiç! Nitekim Hıristiyan misyonerlerinin propagandaları hep yalan üzerine değil mi?
Diyelim ki gayri müslimlerle Dinlerarası Diyalog yapıyoruz. Eğer yalansız konuşurlarsa, onların kendi dinleri hakkında anlattıkları bize ters geldiği gibi, İslam dini hakkında bizim onlara anlattıklarımız da onlara ters gelmeyecek mi?
O zaman İslam dinini tenkide/eleştirmeye başlarlarsa bizim tavrımız ne olacak?
Bu hususta Sayın Bakan gayet rahat. Şöyle diyor:
"Saldırmamak, saygısızlık etmemek şartıyla gayri müslimin, bir zimmînin İslâmiyeti eleştirme hakkı vardır. ...saygısızlık etmeyecek ama ilmî bakımdan İslâm dinini tenkit edebilir, eleştirebilir."
DEMEK BU TOPLANTILARIN GAYESİ BU MUYDU?..
Haa! Demek ki neymiş?
Meğer Dinlerarası Diyalog denilen şeyin bir adı da, "Gayri Müslimlerin İslâm dinini tenkit etmelerine, eleştirmelerine izin verme toplantısı" imiş.
Diyalogcular bir de, Dinlerarası Diyalog toplantılarını tenkit edenlere, "Müslüman olmayanlarla bir araya gelip Diyalog yapmazsak İslam dinini nasıl tebliğ edeceğiz?" diyorlardı.
İlk bakışta doğru ve mantıklı gibi gözüken bu söz, hiç de doğru değil. Çünkü, Dinlerarası Diyalog toplantılarında İslam dini hiç mi hiç tebliğ edilmiyor. Hatta tebliğ yapılmaması şöyle dursun, İslâm dinini tebliğ etmeye kalkışmak, hatta hatta tebliği düşünmek bile dinsizlik sayılıyor.
Yukarıda, Sayın Bakan'ın "Saldırmamak, saygısızlık etmemek şartıyla gayri müslimin İslâmiyeti eleştirme hakkı vardır" dediğinden bahsettik.
O daha bir şey değil değerli okuyucular. Sayın Bakan'ın Dinlerarası Diyaloğu anlatan öyle sözleri var ki dehşetten dudaklarınız uçuklar.
Bu son cümlede söylediğimi aklınız almadı değil mi?
Böyle bir şeyin olamayacağını düşünüyorsunuz değil mi?
Öyleyse dinleyin:
Sayın Mehmet Aydın, Dinlerarası Diyalog toplantılarında en ileride olan kişidir ve her diyalog toplantısında oturum başkanıdır demiştik. O kadar bu işin içindedir ki taa 1998'de Ankara Hilton Oteli'nde kendisi "Belki bu katıldığım 50-60. diyalog toplantısı" diyordu. O günden bu güne yurt içi ve yurt dışında kaç toplantıya katıldığını varın siz hesap edin. Yani bu derece meselenin içinde.
Hani Diyalogcular, "Müslüman olmayanlarla bir araya gelip Diyalog yapmazsak İslam dinini nasıl tebliğ edeceğiz?" diyorlardı ya. Halbuki Sayın Aydın, Diyalog faaliyetinin merkezinde olan birisi olarak, Diyalog toplantılarında İslamı tebliğ değil, tebliğ düşüncesinde olanlar hakkında bile şöyle diyor:
"Bazı Müslüman kardeşlerimiz diyordu ki, "Yahu bir fırsat düştü, Müslümanlığı anlatalım Hıristiyanlara, Allah belki hidayetini gösterir." Yani adam aslında Müslümanlaştırmak için gelmiş... Bu diyalog değil." (Aynı eser, sa: 332)
Gördüğünüz gibi, diyalogcuların en önde tuttuğu ve bir Dinlerarası Diyalog kompedanı olan Sayın Aydın, bir müslümanın Diyalog toplantısına katılmadan önce "Yahu bir fırsat düştü, Müslümanlığı anlatalım Hıristiyanlara, Allah belki hidayetini gösterir" demesinin diyaloğa uymadığını söylüyor.
Demek ki diyalogcuların "Müslüman olmayanlarla bir araya gelip Diyalog yapmazsak İslam dinini nasıl tebliğ edeceğiz?" demeleri samimi değil, yalan bir sözmüş. Onun için, her hangi bir diyalogcu "Biz dini tebliğ için diyalog yapıyoruz" derse katiyen inanmayız...
"EN DİNSİZCE BİR HAKARET.."
Sorarım diyalogculara:
Bizler Müslüman olmayanlarla Diyalog yaparken, onların Müslüman olmaları düşüncesiyle konuşmayacaksak, ne demeye onlarla bir araya geleceğiz, ne demeye onlarla diyalog yapacağız?
Yeyip-içmek için mi? Çay-kahve içip sohbet etmek için mi?
Zaten aynen öyle oluyor. Yiyorlar-içiyorlar, sohbet edip dağılıyorlar. O kadar...
Üstüne üstlük bir de verilen tavizler var, o da cabası. Misal ve delil mi istiyorsunuz.
Delili, diyalogcuların oruçla alâkası olmayan gayri müslimlerle Ramazan ayında iftar yapmaları, yani bir mânâda iftarla dalga geçmeleri...
Sayın Aydın'ın yukarıdaki sözünü tekrar hatırlayalım. Sayın Bakan şöyle diyordu:
"Bazı Müslüman kardeşlerimiz diyordu ki, "Yahu bir fırsat düştü, Müslümanlığı anlatalım Hıristiyanlara, Allah belki hidayetini gösterir." Yani adam aslında Müslümanlaştırmak için gelmiş... Bu diyalog değil."
Bakan Bey "Bu diyalog değil" demekle kalsa iyi. Diyalog toplantısına bu düşünceyle giden Müslümanları bakın nasıl dinsizlikle suçluyor:
"İşin ucunda din değiştirmek, bilmem adam kazanmak, üye kazanmak varsa, açıkçası bu bir din mensubuna yapılacak en dinsizce bir hakarettir. Dinsizce diyorum, çünkü bunu hiçbir din kabul etmez."
Eeey diyalogcular!
Gördünüz mü Diyalog toplantılarında en ileriye geçirdiğiniz zatın sizi nasıl suçladığını!
Siz eğer Dinlerarası Diyalog toplantılarına giderken, bir hıristiyanın müslüman olmasına sebep olmayı arzu ederek "Yahu bir fırsat düştü, Müslümanlığı anlatalım Hıristiyanlara, Allah belki hidayetini gösterir" diyorsanız, Prof. Mehmet Aydın'a göre, bir dinsizsiniz ve bir din mensubuna (bir hıristiyana) en dinsizce bir hakaret yapmış oluyorsunuz.
Ve bu sizin yaptığınızı hiçbir din kabul etmezmiş.
Ne duruyorsunuz? Niçin şunları sormuyorsunuz?
Hiçbir din kabul etmez de İslam dinindeki emri bilmaruf nehyi anil münker emri neyin nesi?
Sizin bu yaptığınızı hiçbir din kabul etmez de, siz bir hıristiyanın Müslüman olmasını arzu etmekle ona dinsizce bir hakarette mi bulunmuş oluyorsunuz?
Böyle bir suçlamayı nasıl içinize sindireceksiniz?
Sayın Aydın'dan bunların cevabını sormayacak mısınız?
Bir müslümanın vazifesi zaten dinini başkalarına anlatmak yani tebliğ etmek değil midir?
Bu vazifenin ilmî adı emri bilmaruf nehyi anil münker değil mi?
Bu da yani emri bilmaruf nehyi anil münker vazifesini yerine getirmek de her müslümana farz değil mi?
Bu farzı yerine getirmek ne zamandan beri dinsizlik oldu?..
YUMUŞAKÇA BİR SORU...
Sayın Aydın'ın, tahammül edilmesi mümkün olmayan sözlerini öğrendik. Gelelim size...
Siz Dinlerarası Diyalog toplantılarında gayri Müslimlere hani İslamı tebliğ ediyordunuz?
Görmüyor musunuz, Sayın Aydın, İslamı tebliğ etmek şöyle dursun, Diyalog toplantısına bu düşünceyle gidenleri bile dinsizlikle suçluyor.
Bu durumda İslamı tebliğ ettiğinizi nasıl söyeyeceksiniz?
Dinsizlikle suçlana suçlana İslam tebliğ edilebilir mi?
***
Her zaman oturum başkanı yaptığınız Sayın Bakan'ın diğer dinler hakkındaki tavrını hiç düşündünüz mü?
Bilmiyorsanız ben söyleyeyim. Sayın Bakan müslüman olmayan ve farklı dinlere mensup olan insanları ebedî felâkette görmüyor ve onlar hakkında şöyle diyor:
"Allah farklılıktan rahatsız olmuyor" (Aynı eser, sa: 331)
Yani insanların farklı farklı dinlere mensup olmalarının Allah indinde mahzuru yokmuş.
Hâşâ Hazreti Allah için rahatlamak veya rahatsız olmak gibi kelimeler kullanılır mı hiç?
Ama Mehmet Bey için kullanılıp kullanılmaması mühim değil ki kullanıyor.
Niçin "Allah farklılıktan rahatsız olmuyor" demesinin de kendine göre şöyle bir cevabı var:
"Öbür dinler büsbütün bâtıl dinler değildir. Onlarda da bir gerçeklik payı vardır."
( Aynı eser, sa: 341)
Hıristiyanlık ve Yahudilikte gerçeklik payı yüzde kaç söyler misiniz Sayın Bakan?
Meselâ "Hazreti İsa'nın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu" sözünün yüzde kaçı doğru?
Hıristiyanların "Üç ilah" inançlarının yüzde kaçı doğru?
***
Bakan Bey'e soracağımız soruları çoğaltabiliriz. Ama bu kadar yeter.
Bendeniz, "Öbür dinler büsbütün bâtıl dinler değildir. Onlarda da bir gerçeklik payı vardır" diyen Bakan Bey'in başka bir sözünü aktaracağım.
Şöyle diyor Bakan Bey:
"Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim." (s.375)
Avrupa'ya gittiğinde kiliseye çok gitmesinin sebebini de şöyle açıklıyor:
"Büyük zevk duyuyorum." (s.375)
***
Yurt dışında da zaman zaman Dinlerarası Diyalog toplantılarına katılan diyalogcu dostlarımıza soralım:
Siz de Avrupa'ya gittiğinizde Mehmet Bey gibi kiliseye çok gidiyor musunuz? Siz de büyük zevk duyuyor musunuz?
Şimdi Bakan Bey'in "Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum"sözünü kilise reklamı ve Hıristiyanlık propagandası olarak kabul edelim mi etmeyelim mi?
Haydi, Bakan Bey'in hatırına biz öyle kabul etmeyelim ama, "Kilisede büyük zevk olduğunu söylemekten daha açık kilise reklamı ve Hıristiyanlık propagandası olur mu?" diyenlere ne diyeceğiz?
Kendisine sormak isteriz:
Avrupa'ya gittiğinizde kiliseye çok gidiyorsunuz da Türkiye'de niçin çok gitmiyorsunuz?
Yoksa Türkiye'de de çok gidiyorsunuz da biz mi görmüyoruz?
Veya gizli mi gidiyorsunuz?
Câmiye de kiliseye gittiğiniz kadar çok gidiyor musunuz?
Câmide de büyük zevk duyuyor musunuz?
"Câmide, kilisede olduğu gibi büyük zevk duymuyorum" demeyeceğinizi biliyorum. Tabii ki câmide de büyük zevk duyduğunuzu söylersiniz.
Pekiii, yek diğerine "Bâtıl" diyen birbirinin zıddı iki dinin mâbedlerinin ikisinde de yani hem kilisede hem câmide nasıl oluyor da büyük zevk oluyor?
Bir milletin can damarı olan dinî hizmetlerle vazifeli olan Diyanet'e senelerce âmirlik yapan Bakan Bey ile alâkalı meseleye devam edelim...
Ali EREN | 10.07.2013 11:12 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=82759)
İlahiyatçı Bakan'ı daha yakından tanıyalım
Bir önceki makalemizde, kesintisiz tam bir hükümet müddetince Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanlığı yapan Sayın Mehmet S. Aydın'ın sarf ettiği bazı sözleri, kitap ve sahife numarası vererek önceki sahifelerde aktarmış, bu vesileyle 2002 senesinden itibaren Diyanet'imize yön veren bu Sayın Bakan'ı biraz tanıtmaya çalışmıştık.
Daha yakından bilinsin için, bu makalemizde aynı Bakan'ın başka sözlerine de yer vereceğiz.
Bu bilgileri vermekteki gayemiz, sadece bir kişiyi tanıtmak değil, aynı zamanda Diyanetimizin ve ilâhiyat fakültelerimizin kimler tarafından, kimlere ve nasıl kimselere teslim edildiğini siz okuyucularımıza bildirmek böylece tarihe not düşmektir. Çünkü Sayın Aydın'ın, Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanlığı'ndan önce İzmir 9 Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı da var.
Sayın Bakan'ın sözlerine tekrar bir göz atalım, bakalım neler demiş, ne cevherler döktürmüş. Çünkü mâşAllah Sayın Aydın'ın bilmediği hiçbir mesele yok. Öyle ki çok yabancısı olduğu meselelerde bile hüküm vermekten çekinmiyor.
Kendisini yakından tanıyanların da çok iyi bildiği gibi, Bakan Bey'in meselâ derviş ve sûfîlere herhangi bir yakınlığı yok. "O kadar yok ki, Hıristiyanlara olan yakınlığı sûfîlere olan yakınlığından daha fazladır" demek isteriz ama kendisinin bunu kabul etmeme ihtimali olduğundan demiyoruz. Biz onun hakkında böyle demesek de o fersah fersah uzak olduğu sûfîler hakkında, onların asla kabul etmeyecekleri sözleri onlar hakkında çekinmeden söyleyebiliyor.
Ey dervişler! Ey sûfîler!
Eski Devlet Bakanı Mehmet Aydın bakın sizin hakkınızda ne diyor:
"Bir sûfînin... bütün dinleri birbirine yakın seviyede görmesi, zaten bu bir tevhid, vahdet makamıdır." (Diyanet İşleri Bakanlığı yayınlarından 2. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri, sahife: 375)
SÛFI: BÜTÜN DİNLERİ BİRBİRİNE YAKIN GÖREN KİŞİ(!)..
Neymiş?
Bir sûfî nice mânevî makamları geçip tevhid ve vahdet makamına ulaşınca bütün dinleri birbirine yakın seviyede görürmüş.
Kabul edilir gibi değil!.. Bu nasıl sözdür? Bakan Bey ne demek istiyor?
Bu zamanda tek geçerli dinin sadece İslam olmadığını, diğer dinlerin de İslam dinine yakın seviyede olduğunu ispat etmeye mi çalışıyor? Ve bu yanlış ve geçersiz fikre sûfîleri mi alet etmek istiyor?
Şimdi, şu anda, Bakan Bey'in kendileri hakkında böyle söylediğini okuyan her sûfînin, sinirinden ve üzüntüsünden canı burnuna geldiğini görür gibiyim. Çünkü sûfîler kendileri hakkında böyle bir sözü asla kabul etmezler ve bunu kendilerine hakaret kabul ederler. Çünkü:
İslam itikadına göre, "Bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik geçerli olmayan dinlerdir."
Nerede kaldı ki bir sûfî bütün dinleri birbirine yakın seviyede görsün!..
Sûfî demek, farz ve vâcib ibâdetleri yaptığı gibi, elinden geldiği kadar nâfile ibâdetleri de yapmaya çalışan ve her gün Allah'ı zikretmeyi kendisine vazife edinen, vird edinen bir kul demektir.
Mümkün müdür ki, böyle bir kul bütün dinleri birbirine yakın seviyede görsün!
Çünkü Müslümanların bir yaratıcıya inanmalarının aksine, Hıristiyanlar üç ilaha inanmaktadırlar. Tevhide yani tek yaratıcıya inanmakla teslise yani üç ilaha inanmanın aynı olduğunu söylemek, "Tek Allah'a inanan da üç diyen de cennete girer" demektir ki böyle bir söz söyleyenin kâfir olacağında şüphe yoktur.
Dolayısıyla sûfî olsun olmasın, herhangi bir müslümanın "bütün dinleri birbirine yakın seviyede gördüğünü" söylemek, en hafif tabiriyle onlara iftiradır.
Hem iftiradır hem de Müslüman olsun olmasın, kendisini dinleyenleri kandırmaktır.
İşte bir dönem, (2002 senesinden itibaren senelerce) Diyanet teşkilatı kendisine teslim edilen Devlet Bakanı Sayın Mehmet S. Aydın bunu yapıyor.
Ancak!
Yanlış anlaşılmaması ricasıyla hatırlatmak isteriz ki, kendisinden bahsettiğimiz Bakan, siyasî bir şahsiyet olsa da, onu bakanlığa getiren şahıs siyasî bir partinin genel başkanı ve Başbakan olsa da, biz meseleyi siyâsî çerçevede değil, -görüldüğü gibi- dinî çerçevede ele alıyor ve tenkidimizi o yönde yapıyoruz. İşin siyâsî ciheti yani bahsettiğimiz zatın bakan yapılmasının siyaseten doğru veya yanlış olması, bu makâlenin konusu dışındadır.
MU'TEZİLEYİ MÜDAFAA...
Sayın Bakan'ı bu düşüncelerle dinlemeye devam edelim. İlâhiyat profesörü bakanımız, dinin nasıl olması gerektiği sanki insanlara ihale edilmiş gibi ve insanlar nasıl düşünürlerse din öyle olacakmış gibi konuşuyor. Diyor ki:
"... meselâ Mu'tezilenin Allah hakkındaki düşünmesi normal değil midir?"
Şimdi bu söze "Evet normal değildir" diye cevap verecek olursanız, yersiz konuşmuş olursunuz. Çünkü kendileri "normal değil midir?" derken "Normaldir" demek istiyor. Yoksa size soru sorup cevabını da sizden bekliyor değil. Aksine, "Mu'tezilenin Allah hakkındaki anormal itikadına" Müslümanların itiraz etmesine itiraz ediyor ve Mu'tezilenin Allah hakkındaki anormal itikadına itiraz edilmesin istiyor. Zaten bu düşüncesini açıkça dile getirmekten de çekinmiyor:
"Yani din konusunda insanlar eğer düşünme ve bilme gücüne sahiplerse, farklı düşünmeleri ve onların farklı şeyler söylemeleri de normaldir."
Evet, Bakan Bey'e göre insanların farklı şeyler söylemeleri normaldir, itiraz edilmemesi icap eder.
Arzusu böyle olmakla beraber, bu sözü söylediği zaman henüz bakan olmadığı için o zaman Diyanet'ten de çekiniyor, Diyanet'in, hatalar karşısında susmayacağını ve itiraz edeceğini düşünüyordu. Onun için, "Hata yapmamamız lâzım" demesi gerekirken öyle demiyor da, Diyanet'in hatalara itirazını engellemeye çalışıyor ve şöyle diyordu:
"Bence Diyanet İşleri Başkanımız bu konuda yapabileceğimiz yani hata yapsak bile o hataları yapmamıza izin versin. .....Dinî alanlarda farklı düşünme, farklı konuşma, farklı fikirler üretme özgürlüğüne sahiptir insanlar. ....bunu sınırlama yoluna gidilmemeli." (Aynı eser, sa: 708)
Görüldüğü gibi, Bakan Bey'in derdi düşüncesi ille de dinî yanlış ve hatalara ses çıkarılmayıp izin verilmesi.
"İnsanlara doğruları öğretmek için çalışılmalı, yanlışlara ve hatalara düşmemek için gayret edilmeli" sözünü kurt mu yedi ki böyle konuşmaktan köşe bucak kaçıyor Mehmet Bey?
Anlaşılır gibi değil! Çünkü böyle bir tavır, sadece insanları yanlışlara yönlendirmeyi kendine gaye edinenlerde görülür...
Değerli okuyucu!
İslam fıkhına göre bir Müslümanın, Hıristiyan veya Yahudi bir kadınla evlenmesi, mekruh olmakla beraber, câizdir. Ancak, Hıristiyan veya Yahudi bir kadın, bir Müslümanla evlense bile, Müslüman olmadıkça cehenneme gitmekten kurtulamaz. Yani bir Müslümanla evlenmiş olması kendisini cehennemden kurtarmaz. İslam inancı böyle.
İslamın bu hükmü Sayın Aydın'a ağır geliyor olmalı ki, 1993 veya 1994'te Brüksel Molembek'te yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
"Benim babam bir Müslüman olarak Hıristiyan bir kadınla evlenecek. Ondan ben dünyaya geleceğim. Ben Müslüman babanın Müslüman çocuğu olarak cennete gideceğim, benim annem cehenneme gidecek öyle mi?"
1400 SENE ÖNCENİN ŞARTLARINA GÖRE İMİŞ...
Fî tarihinde, başka bir ilahiyat profesörü olan Etem Ruhi Fığlalı, beraberinde Mehmet Aydın'ın da bulunduğu bir televizyon programında şöyle demişti:
"Kur'an bundan 1400 sene öncesinin şartlarına göre gelmiştir."
Mehmet Aydın, onu hemen tasdik ederek şöyle dedi:
"Haklısın; meselâ ben kızıma mirasta kadınların haklarının erkeklerin yarısı olduğunu nasıl anlatırım!"
Başka bir televizyon programında da şöyle diyordu:
"Kur'an, Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmamamızı söylüyor. Şimdi ben bu şartlarda nasıl dost olmayayım?"
Şimdi bu söz, "Kur'an'ın bu emrini uygulamak mümkün değil" demek değilse nedir?
Sayın Bakan'a, dinî dostlukla siyasi dostluğun ayrı olduğunu, İslamın, Hıristiyan ve Yahudileri kalben sevmeyi yasakladığını, siyâsî münasebetleri ise yasaklamadığını biz mi öğretelim?
İMAN MESELESİ...
Değerli okuyucu!
İman meselesi gayet nazik bir konudur. Çok basit bir meseleden veya tek bir sözden dolayı insan imandan çıkabilir. Meselâ bir kimse "İçkinin bir yudumundan ne olacak? O kadarcık içki niçin haram olsun?" dese veya "Namaz o kadar mühim mi? Olmasa da olur" deyiverse imandan çıkar. Onun için Müslümanlar iman ve inanç konusunda çok dikkatli olmalıdırlar.
Mesele bu kadar hassas olduğu halde, Sayın Aydın bir konuşmasında (Çemberlitaş FKM, 16/4/2000) Müslümanlara bu konuda yanlış bilgi veriyor ve "Korkmayın iman kalpten kolay kolay çıkmaz" diyerek insanları lâkaydîliğe sevkediyordu...
***
Sene 2000... Diyanet İşleri Başkanlığı 3-7 Mayıs tarihleri arasında, Taksim'deki The Marmara Oteli'nde bir toplantı tertip etti. Her iki Mehmet Aydın da bu toplantıda konuşmacıdır. Birisi yukarıdan beri kendisinden bahsettiğimiz eski bakan Prof. Mehmet S. Aydın, diğeri de Konya'daki İlahiyat Fakültesi'nin o zamanki dekanı Prof. Mehmet Aydın. İkisi ismen birbirinden bir "S" harfiyle ayrılıyor.
Acaba bu toplantıda nasıl çamlar devirecekler düşüncesiyle, toplantıyı takip etmek üzere biz de oradayız.
Öğle yemeğinde, Bakan Mehmet S. Aydın'ın İzmir'den talebesi olan Doçent Ali İhsan Yetik ile aynı masadayız. Bir taraftan yemek yiyor bir taraftan da sohbet ediyoruz. Konu Mehmet S. Aydın Bey'e geldi. Doçent arkadaşımıza, "Hocanız Mehmet Bey, niçin hep Hıristiyanlığı metheder ve sevdirmeye çalışır şekilde konuşuyor?" dedim. Doçent arkadaşımız bu sözümüze itiraz etti, "Mehmet Bey'i yanlış tanıyorsunuz. Onun Hıristiyanlık hakkındaki tavrı sizin bildiğiniz gibi değil" dedi ve bu iddiasında direndi. Ben de kendi kanaatımda israr ettim.
Neyse, yemek yendi ve konuşmaları takip ekmek üzere hep beraber salona indik.
Konuşmalar başladı. Sahnede konuşmacı olarak iki Mehmet Aydın var. Konu Hıristiyanlık...
Hıristiyanlık hakkında övücü ifadeleri biri alıyor öbürüne veriyor, biri alıyor diğerine veriyor...
Onlar Hıristiyanlığı adeta sevdirici bu konuşmaları yaparken, ben de bir ara Doçent Ali İhsan Bey'e dönüp "Gör işte övdüğün Mehmet Aydın'ı! Şimdi kendin de kulaklarınla duydun mu neler söylediklerini!" dercesine mânâlı mânâlı yüzüne baktım. Konuşmadı, sadece yere baktı.
Bu arada, Ali İhsan Bey'in samimi bir kardeşimiz olduğunu ilave etmek isterim.
Neyse, her iki Mehmet Aydın'ın da konuşması bitti, Ali İhsan Bey soru-cevap faslında söz aldı ve her iki Mehmet Aydın'a şu soruyu sordu:
"Sayın hocalarım!
Siz Hıristiyanlığı böyle anlatıyorsunuz. Peki bizim çocuklarımız madem Hıristiyanlık böyleymiş diyerek bu konuşmalar karşısında Hıristiyan olmak isterlerse ne olacak?"
Bu çok yerinde ve haklı soruya ne cevap verdiler biliyor musunuz! Verdikleri cevap şu:
"Konumuz o değil."
Hem Hıristiyanlığı, "Ben de mi Hıristiyan olsam ne yapsam" dedirtecek kadar öveceksiniz, hem de yukarıdaki soru sorulunca "Konumuz o değil" diye geçiştirivereceksiniz!
Bu ne kadar samimi bir tavır(!) böyle Sayın çifte Aydın'lar?
Sayın Ali İhsan Yetik hayattadır, bu mesele ondan da sorulabilir.
BİRBİRİNE ZIT SÖZLER...
Değerli okuyucu!
Şimdi sizlere Mehmet Aydın ve hempâlarının, Dinlerarası Diyalog konuşmalarında insanları nasıl kandırdıklarını, konunun ileri gelenlerinden biri olan bizzat Bakan Mehmet Aydın'ın kendi sözleriyle ispat edeceğim. Bu vesileyle siz de onların, bir sözü diğerini tutmayan kimseler olduğunu açıkça görmüş olacaksınız.
Bu konuda kaynağımız, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınlarından Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu isimli kitabın 203 ilâ 217. sahifeleri.
Eski bakan Mehmet S. Aydın, 7-8 Mart 1998 tarihli o sempozyumda Dinlerarası Diyaloğun ne olduğunu şöyle anlatıyor:
"Bir hıristiyana gel kendini kendin bize anlat demektir. Bir yahudiye gel kendini bize anlat demektir. Bir müslümana kendini bize tanıt demektir."
Demek ki Dinlerarası Diyalog her din mensubunun kendi dinini karşı tarafa anlatmasıymış. Fakat, asla karşı tarafın kendi dinine dönmesini arzu etmek düşüncesi olmamalıymış.
Peki, Diyalog toplantısına katılan bir Müslüman, diğerlerinin İslam dinine girmesini arzu ederse ne olacak?
Bunun cevabını Mehmet Aydın o sempozyumda şöyle veriyor:
"Hele bunları anlatayım da benim dinime gelsin demek de haksızlıktır ve doğru değildir."
Hele şükür, "haksızlıktır ve doğru değildir" deyip orada durmuş da daha ileri gitmemiş. Çünkü aynı sene 23-27 Kasım 1998'de Ankara'da yapılan 2. Din Şûrâsı'ndaki konuşmasında, böyle bir düşünce taşımanın en büyük bir dinsizlik olduğunu söylüyordu.
Amma velâkin, 1998'in Mart ayında "Hele bunları anlatayım da benim dinime gelsin demek haksızlıktır ve doğru değildir" dese de, aynı senenin Kasım'ında yani 8 ay sonra sözünün dozajını artırıp "en büyük bir dinsizlik" demekten çekinmiyor.
Peki ama Müslüman, "İslamı anlatayım da benim dinime gelsin" diye düşünmeyecekse o müslümanın orada ne işi var?
Efendim asla böyle bir niyeti olmamalıymış, sadece anlatacağını anlatmalıymış.
Evet! Mehmet Aydın israrla sadece anlatmaktan bahsediyor:
"...demesi lâzım ki benim dinim budur, budur, budur."
Anlattığına göre işin özeti şu:
"Diyalog kendi dinlerini tanımlama anlamına geliyor."
İNANALIM MI?..
Değerli okuyucu!
Ne dersiniz, Diyalog sadece kendi dinini tanımlama mı? Bakan Bey'in sözlerine inanalım mı?
Yok! Katiyen inanmayın...
Bakmayın siz Mehmet Aydın Bey'in böyle söylediğine. Onlar bugün böyle söylerler yarın başka türlü. Onun için siz siz olun bir diyalogcunun her sözüne inanmayın. Mehmet Aydın Bey de bir diyalogcu olduğuna göre onun, "Diyalog kendi dinlerini tanımlama anlamına geliyor" sözüne de inanmayın. Çünkü o da bugün böyle yarın başka türlü konuşur. Nitekim yukarıda bahsettiğim Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu isimli kitabın 208. sahifesinde kendisi ortaya "Hocam gayemiz İslâmiyeti anlatmak değil mi?" diye bir soru atıyor, cevabını da yine kendisi veriyor: "Hayır Hıristiyanlığı öğrenmek."
Böylece ağzından baklayı çıkarıyor.
Demek ki, Diyaloğun gayesi yukarıda söylediği gibi kendi dinimiz olan İslamiyeti anlatmak değil, Hıristiyanlığı öğrenmekmiş.
Peki kendi dinimizi tam mânâsıyla öğrendik de sıra Hıristiyanlığı öğrenmeye mi geldi.
Hem de ne yolla öğrenmek! Kur'an, hadis ve İslam âlimlerinin eserlerinden değil, Hıristiyanların verdiği bilgiyle ve onlar nasıl anlatırsa olduğu gibi teslim olup kabul ederek...
Değerli okuyucu, "Dinlerarası Diyalog İslâmiyeti anlatmak değil, Hıristiyanlığı öğrenmektir" demenin mânâsı şudur:
a- Dinlerarası Diyalog toplantılarında söz hıristiyanlarındır.
b- Bu toplantılarda Müslümanlar susar, dinler, Hıristiyanlar konuşur.
c- Burada İslamiyet değil sadece Hıristiyanlık anlatılır.
Böylece bizzat Diyalogcular tarafından açık açık söylenmiş oluyor ki Dinlerarası Diyalog yapmaktaki gaye İslâmiyeti anlatmak falan değil!
Yine Diyalogcuların kendi sözleriyle ortaya çıkmış oluyor ki, Diyaloğu, "Bir hıristiyana gel kendini kendin bize anlat demektir. Bir yahudiye gel kendini bize anlat demektir. Bir müslümana kendini bize tanıt demektir" diye tarif etmeleri ise bir yalandan ibaretmiş. O yalan olduğu gibi, "Diyalog herkesin kendi dinini tanımlama anlamına geliyor" demeleri de yalanmış...
Yukarıda da bahsettiğim gibi, eski Bakan ve eski İlahiyat Fakültesi dekanı Mehmet Aydın'dan başka, aynı ismi taşıyan ikinci bir Mehmet Aydın daha var. O da eski bir İlahiyat Fakültesi dekanı.
Bu iki zatın isimleri aynı olduğu gibi Hıristiyanlıkla ilgili sözleri ve Hıristiyanlara karşı tavırları da öyle.
İşte isbatı:
DİĞER MEHMET AYDIN...
Sene 2005, aylardan Eylül. Yer, İstanbul Yeşilköy'deki Katolik Kilisesi. Sevgili diyalogcularımız, Hıristiyan dostlarıyla İkinci Uluslararası Müslüman-Hıristiyan Diyalog Sempozyumu yapıyorlar.
Konu: İslam ve Hıristiyan Kaynaklarında Hazreti İsa...
Konuşmacılarından biri de Prof. Mehmet Aydın. Bakan olan değil diğer Mehmet Aydın...
Anlatacağı konu: "İslâmî Gelenekte İsa-Mesih İnancı."
Konuşuyor, ama görünüşte konusu bu olsa da yaptığı konuşma bununla alakâlı değil.
Sanki bu meseleyi anlatmak için değil de tarihteki İslam âlimlerini kötülemek için hazırlanmış. Eserleriyle mukaddes dinimizi bize en doğru şekilde anlatan eski âlimlerimizi yerden yere vuruyor. Yerden yere vurmaktan öte bir de hıristiyanların huzurunda onlarla dalga geçiyor.
Peki o âlimlerin suçları neymiş de bu ilahiyat profesörü, hem de dalga geçerek şu anda hayatta olmayan o âlimlerin aleyhlerinde konuşuyor?
Suçları, yazdıkları eserlerde "Âhır zamanda Hazreti İsa'nın ineceğini yazmış olmaları."
Profesör, konuşmasında geçmiş âlimlerimizi suçlamayı da aşıp bugünkü bir kısım hocaları da suçlamaya ve gıyablarında onlarla da dalga geçmeye başlıyor. Bu cümleden olarak, dalga geçer bir tavırla gülerek, "Düşünebiliyor musunuz, Marmara İlahiyat Fakültesi'nde bile hâlâ Hazreti İsa'nın ineceğine inanan hocalar var" diyor.
(Tabii o, Hazret demeksizin sadece İsa diyor. Hazret kelimesini ben ilave ediyorum.)
Bir de, "İslâmi eserlerde İsa'nın ineceğine dair hiçbir kayıt yok" demesin mi!
Hadislerden bahsederken, düzgün bir şekilde haber-i âhad bile diyemeyen ve eski âlimleri eserlerinde "Âhır zamanda Hazreti İsa'nın ineceğini yazdıklarından dolayı" suçlayan bu zata, iyi bir ders vermek vacib olmuştu. Çünkü, âlimlerimizi hem "Âhır zamanda Hazreti İsa'nın ineceğini söylüyorlar" diye suçluyor hem de "İslâmi eserlerde İsa'nın ineceğine dair hiçbir kayıt yok" diyordu. Yani hem yalan söylüyor hem de tenakuza/çelişkiye düşüyordu.
Yalanı, "İslâmi eserlerde İsa'nın ineceğine dair hiçbir kayıt yok" demesiydi. Tenakuzu ise "Âhır zamanda Hazreti İsa'nın ineceğini söylüyorlar" demesiydi.
Çünkü eski âlimler eğer, "Âhır zamanda Hazreti İsa yeryüzüne inecek" demişlerse demek ki "İslâmi eserlerde Hazreti İsa'nın âhır zamanda yeryüzüne ineceğine dair kayıt" var.
MEHMET AYDIN'A DERS...
Konumuza dönelim...
Kendi kendime, "Hocam sen profesör olmuşsun ama bir dersin eksik kalmış, o eksiği de ben tamamlayayım" dedim ve konuşmanın sonunda "Sorusu olan var mı?" denilince söz alıp şöyle dedim:
"Hem İslâmî kaynaklarda kıyamete yakın Hazreti İsa'nın inanacağına dair bir kayıt yok diyorsunuz hem de buna inandıkları için eski âlimlerimizi suçluyorsunuz. Suçlamaktan da öte dalga geçiyorsunuz. Madem eski eserlerde böyle bir kayıt yok da o âlimler böyle bir şeye niçin inanıyorlardı? Bu bir...
İkincisi, o âlimler şimdi hayatta olmadıkları için size cevap verme imkânları yok. Hayatta olup sizin bu konuşmanıza karşılık "Bizi tenkit edene bak! Kendisi daha doğru düzgün haber-i âhad bile diyemiyor da ahad diyor" deselerdi ne cevap verecektiniz?" dedim.
Öfff...
O sırada Mehmet Bey'i bir görmeliydiniz... Çok fena bozuldu...
Bilhassa haber-i âhad meselesi o kadar zoruna gitti ki, "Beyefendi kim olduğunuzu bilmiyorum ama ben şöyle şöyle birisiyim. Ben şurada bulundum, burada bulundum..." diye başladı kendisini anlatmaya...
Ama artık ne derse desin ben vereceğim dersi vermiştim.
Onun sözü bitince, konuşmacılardan Sayın Doç. Mustafa Sinanoğlu "Evet, İslami eserlerde Hazreti İsa'nın âhır zamanda ineceğine dair kayıtlar vardır" demesin mi!
Sinanoğlu'nun bu tek cümlesi de işin tuzu biberi oldu. Kendisine teşekkür ediyorum.
Toplantıya çay molası için ara verildiğinde, Marmara İlahiyat'tan başka bir hoca, "Ali Bey! Söylediğiniz doğruydu ama hocaya o kadar yüklenmemeliydiniz" dedi. Ben de kendisine, "Adaşıyla beraber kendileri hep Hıristiyanlığı övüyorlar. İşte kendisi burada; sorabilirsiniz" dedim ve yukarıda okuduğunuz 2000 senesindeki Ali İhsan Bey hadisesini anlattım.
Sustu...
***
Zannedersem ondan iki sene sonraydı. Aynı kilisede yine bir diyalog toplantısı vardı. Ben diyalogcuların korkulu rüyasıyım ya, takip etmek için yine gittim. Mehmet Aydın Bey de yine orada.
Önceki hadiseyi unutmuş olmalı ki, benimle karşılaşınca, "Beyefendi ben sizi bir yerden tanıyorum ama çıkaramadım" dedi. Ben de o eski mahcûbiyetini hatırlatmamak için, "Böyle toplantılardan hatırlıyor olmalısınız hocam" deyip geçiştirdim.
BU DA BAŞKA BİR İLÂHİYATÇI...
İstanbul Yeşilköy'deki Katolik Kilisesi'nde yapılan toplantıların birinde, Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) İlâhiyât Fakültesi eski dekanı Osman Zümrüt de vardı. Orada Zümrüt'ten duyduğum bir cümleyi aktarmak istiyorum.
Bizler toplantı salonunda toplantıdayken, hiristiyanlar bitişikteki âyin salonunda âyin yapıyorlarmış. Âyinleri bitmiş, salondan çıkıyorlardı. Osman Zümrüt, âyinden çıkan bir hıristiyana, "Âyinden mi çıktınız?" diye sordu. O da "Evet" diye cevap verdi. Osman Zümrüt ona, "Biz Hazreti Muhammed' ile beraber cennete gireceğiz siz de Hazreti İsa ile beraber cennete gireceksiniz" dedi.
Bir ilâhiyatçı profili olarak bunu da bir not olarak aktarmak istedim.
***
Değerli okuyucu!
Önümüzdeki sahifelerde "Ben Kur'an'ın % bilmem kaçına inanmıyorum" diyen ilahiyat profesörünü okumaya hazır olun...
Ali EREN | 12.07.2013 09:39 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=84030)
Kur'an'ın binde birine bile inanılmasa iman ne olur
Bir önceki makalemizi, "Önümüzdeki sayılarda "Ben Kur'an'ın % bilmem kaçına inanmıyorum" diyen ilahiyat profesörünü okumaya hazır olun..." diyerek bitirmiştik.
Bu makalemizde işte bu meseleyi ele alacağız. Ama bunun için 2002 senesine doğru gitmemiz icap ediyor.
Evet... Fî tarihinde, tahmînen o senelerde, yeryüzü kanalının bir odası...
Program öncesi, bu odada üç müsafir var:
Eski bir Diyanet İşleri Başkanı,
Hâfız, dinî ilimlere âşina olan ve senelerdir yurt dışında bulunan, bütün Türkiye'nin tanıdığı bir hukuk profesörü,
Bundan önceki makalelerde kendisinden bahsettiğimiz, bir dönem Diyanet'ten sorumlu olan
Sayın Bakan...
Hukuk profesörü ile Bakan Bey konuşuyorlar. Konu, Kur'an ve Kur'an'ın şimdiki kanunlara uymayan bazı hükümleri. Eski Diyanet İşleri Başkanı da aynı odada ama konuşmaya doğrudan müdahil olmadığı için aşağıda anlatacağımız konuşmaları duymamış, farkında olmamış olabilir.
Konuşma sırasında, Bakan Bey şöyle diyor:
"Ben Kur'an'ın % 20'sine inanmıyorum."
Bu beklenmedik sözleri duyan genç profesörümüz şok oluyor:
"Hayrola Mehmet Bey! Niçin inanmıyorsunuz?"
Zaman zaman başka platformlarda da "Ben şimdi üniversite mezunu kızıma İslama göre mirasta kadına erkeğin yarısı kadar mal verileceğini nasıl anlatırım?" diyen Bakan Bey, "Ne inanacağım! Arap kültürü, eski arap kültürü" diyor ve kendi mantığına ters gelen bazı şeyler söylüyor.
Risâle-i Nur câmiasından olan Profesörümüz, Risâle-i Nur'da onun itiraz ettiği meselelerin cevaplarının bulunduğunu düşünerek, "Mehmet Bey, Risâle-i Nur'a baktınız mı?" diye soruyor.
Bakan Bey dolu dizgin gidiyor. "Ona da inanmıyorum. O da Bitlis kültürü!" diyor.
Said Nursî Bitlisli ya, onun için böyle söylüyor...
Yukarıda da söylediğimiz gibi, eski Diyanet İşleri Başkanımız da orada ama o sırada belki susamış olup su ile ve "bardak"la alâkalı olduğu için bu konuşmayı dinlememiş ve duymamış olabilir. Duymuş da olabilir. Bu konuşmanın farkında olup olmadığını bilmediğimiz için onu şahit tutamıyoruz.
Bendeniz, o profesör arkadaşımızdan müslümanı dehşete düşüren bu sözleri duyduktan sonra, bunu o zaman köşe yazarlığı yaptığım gazetenin başında bulunan Mustafa Karahasanoğlu'na anlattım.
Önce aklı almadı, inanamadı, kabullenemedi...
Haklıdır... Bu söylenen söz akıl alacak gibi değil ki alsın.
Çünkü, ilim sahibi olan-olmayan her müslüman, Kur'anın yüzde kaçını bırakın, tek bir âyetini hatta tek bir harfini bile inkar eden kimsenin iman bakımından ne olacağını bilir.
BU SÖZLER NASIL BİR KİMSENİN AĞZINDAN ÇIKIYOR...
Şimdi şöyle bir düşününüz. Sıradan bir Müslüman değil, hatta Diyanet İşleri Başkanı bile değil, Diyanet İşleri Başkanlığı kendi emrine verilmiş olan bir şahıs çıksın ve "Ben Kur'an'ın yüzde bilmem kaçına inanmıyorum!" desin...
Bu akıl alacak bir şey mi? Tabii ki akıl almaz.
Sayın Karahasanoğlu, bu sözün îmânî tehlikesini bilen birisi olduğu için haliyle kabullenemedi, kabullenmek istemedi. Haklıydı...
"Ben Bakan Bey'in gerçekten böyle bir söz söyleyip söylemediğini araştıracağım" dedi.
Başka bir görüşmemizde sordum, "Ne yaptınız? Araştırdınız mı?" dedim.
"Evet, araştırdım, maalesef senin söylediğin doğru" dedi ve Bakan Bey namına üzüntüsünü beyan etti.
Peki nasıl araştırmış?
Hadisenin bir numaralı kahramanından, yani Mehmet Bey'in o sözü söylediği profesör arkadaşımızdan sormuş ve bizzat ondan doğru olduğunun te'yidini almış.
İş bu kadarla bitti mi?
Hayır, bitmedi.
Yeryüzü kanalının odasında Bakan Bey'le aralarında bu konuşma geçen profesörümüz, daha sonra Sayın Başbakan'la yaptığı bir görüşmede, Bakan Bey'in böyle söylediğini anlatıyor, "Sayın Başbakanım! Sizin bakanınız böyle böyle söyledi" diyor.
Başbakan nasıl karşılıyor?
Cevap yine hadisenin bir numaralı şahidinden:
"Sayın Başbakan ortada bir tavır aldı. Ne benim sözüme itiraz etti ne de Bakan Bey'i suçladı..."
Pekiii, birinin sözüne itiraz edilmemesi, diğerinin de suçlanmaması meseleyi çözer mi?
Tabii ki çözmez, çözmedi de zaten...
Çözmedi ve bu Sayın Bakan bir hükümet devresince Diyanet'ten sorumlu bakan olarak kaldı...
YIL 1998, II. DİN ŞÛRÂSI...
Bu Sayın Bakan'la bizim de birebir konuşmalarımız oldu.
Ben yazmaktan üşenmem de sizler okumaktan usanmadıysanız arz edeyim.
Yıl 1998...
Diyanet, Ankara Hilton'da II. Din Şûrâsı tertipliyor. İstersem müzakereci olarak, istersem tebliğ sunmak üzere beni de davet ettiler. O günlerde işlerim yoğun olduğu için önce katılamayacağımı bildirdim. Sonra bir ara fırsat bulup gittim. Fakat hazırlıklı olmadığım için, Diyanet'in Şûrâ'dâ vazifelendirdiği Sayın Şükrü Özbuğday'a, tebliğ de sunmayacağımı müzakereci de olmayacağımı, ama Şûrâyı takip edeceğimi söyledim, öyle de yaptım.
Pazartesiden Cumaya kadar 5 gün devam eden Şûrâ basına kapalı devam edecekti. Onun için ilk gün salona gelen gazeteci arkadaşlar, "Şûrâ'nın basına kapalı olduğu" söylenerek dışarıya alındılar. Gazeteci olduğum halde ben çıkarılmadım, çünkü –dediğim gibi- konuşmacı olarak davetli idim...
Bu 5 gün içinde neler konuşuldu, ne çamlar devrildi, bunların bir kısmını bu kitabın önceki sahifelerinde okudunuz, bir kısmını da okuyacaksınız.
Üç ayrı komisyon olarak 5 gün devam eden Şûrâ'nın, daha çok Dinlerarası Diyalog Komisyonu'nu takip ettim. Bu komisyonun oturum başkanı, 2002 seçimleri akabinde Diyanet'ten sorumlu bakan yapılan Sayın Mehmet S. Aydın idi.
Sayın Aydın'ın orada sarfettiği sözlerden biri şu cümle idi:
"Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum"
Benim gibi birisinin böyle bir söz karşısında sessiz kalması ve bunu tasvip etmesi beklenmemeli.
Onun için, Şûrâ bittikten sonraki yazılarımda, bu sözünden dolayı Sayın Aydın'ı, zaman ve mekân zikrederek yazılarımda tenkit ettim.
Bu tenkit yazılarını okuyan Sayın Aydın'ın bazı dostları, "Hocam sen, 'Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum' mu dedin?" diyorlarmış.
Mehmet Bey bu sorulardan rahatsız olmuş ve şimdi İstanbul'daki bir üniversitede doçent olan, o zaman gazetecilik yapan arkadaşım Süleyman Doğan'a benden şikayet etmiş, bana da bunun söylenmesini istemiş.
Arkadaşıma şöyle demiş:
"Ali Bey, 'Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum' dediğimi yazmış. Halbuki ben öyle bir şey söylemedim. Ali Bey'e bunu kim söylediyse yanlış söylemiş. Tabii Ali Bey'in niyeti kötü değil. Ama demek ki söyleyene inanmış. Halbuki benim kendisinde telefon numaram var. Bana telefon edip 'Hocam sen böyle bir şey dedin mi?' diye sorabilirdi. Ben de hayır derdim olur biterdi."
"ALİ BEY'E KİM SÖYLEDİYSE..."
O zaman bakan olan Mehmet Bey, arkadaşıma böyle söylerken kurnazlık yapıyordu. Çünkü mesele Mehmet Bey'in söylediği gibi değildi. Yukarıda da yazdığım gibi, o toplantı basına kapalı olduğu için bütün gazeteciler ilk gün dışarı çıkarılmıştı. Bunu Mehmet Bey gördüğü için, benim de diğer gazetecilerle beraber çıkarıldığımı zannediyor ve onun için, "Ali Bey'e kim söylediyse" diyor.
Oysa mesele şöyle:
Mehmet Bey'in ne konuştuğunu bana kimse söylemiş değil. Diğer gazeteciler dışarı çıkarılsalar da ben içeride kaldım. Gizli olarak değil davetli olduğum için kaldım. Nitekim, Diyanet mensuplarından şahsen tanıyanlar, beni de çıkarmak istedilerse de Şükrü Özbuğday "Ali Bey, bizim davetlimizdir" dedi ve ben içeride kaldım. Dolayısıyla, Sayın Mehmet Aydın'ın "Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum" dediğini ben başkasından değil kendi ağzından kendim dinledim.
Bunu Bakan Bey'in sitemini bana getiren arkadaşıma anlattım, "Bakan Bey doğru söylemiyor" dedim ve bu hususta bir yazı yazacağımı söyledim.
Fakat araya başka konular girdi ve epey bir zaman bu cevabî yazıyı yazamadım.
Gün geçdi, zaman geldi 2002 seçimleri oldu. Mehmet Bey de önce milletvekili, arkasından da Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanı oldu.
Topkapı sur içindeki Eresin Otel'de, İslâmî İlimler Vakfı'nın (İSAV) bir sempozyumu vardı. Bakan Bey de konuşmacı olarak oradaydı. Konuşmasını yaptıktan sonra etrafını kameramanlar sardılar. Onlarla işi bittikten sonra yanında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan Cemal Uşşak olduğu halde kenara çekilip oradaki koltuğa oturdu.
( Hatta konuşmasında şöyle bir cümle kullandı:
"Ben bazı Müslümanların yaptıkları duâyı sevmiyorum. Bazı Müslümanlar "Allah bizi kahretmesin" diyorlar. Sanki Allah onları kahretmek için orada nöbet tutuyor."
Şimdi buradan ilim çevrelerine sesleniyorum:
Kendini ve haddini bilen hiçbir Müslüman, Hazreti Allah hakkında "Sanki Allah onları kahretmek için orada nöbet tutuyor" der mi? Allah (c.c.) hakkında böyle bir ifade câiz mi? )
KONUMUZA DÖNELİM...
Sadede gelelim...
Kendisiyle bana haber gönderdiği gazeteci arkadaşım da o sempozyumdaydı. Ben de o sırada Bakan Bey'in etrafının sakinleşmesini bekliyordum. Kenara çekilip oradaki koltuğa oturunca, gazeteci arkadaşıma, "Lütfen buradan uzaklaşma, ben Bakan Bey'le, senin vasıtanla bana gönderdiği sitemi konuşacağım" dedim.
Bakan Bey'in yanına vardım. Selamdan sonra "Şu arkadaşımla bana şöyle şöyle haber göndermişsiniz" dedim. Hemen, "Haa Ali Bey! Yahu ben öyle bir şey söylemedim. Sana benim öyle söylediğimi kim söyledi?" dedi.
İlk önce, "Ben oradaydım, başkasından değil kendim duydum" demedim. İnkâr edeceği kadar inkâr etsin bakalım diyerek, "Hocam siz bu cümleyi söylediniz" dedim.
"Hayır, söylemedim" diye israr etti.
Ben de söylediği hakkında israrcı oldum. Bunun üzerine, "O söz, bir soruya cevaptı" dedi.
Cevap değildi ama yanlış olduktan sonra cevap olsa ne değişirdi!
"Hayır! Normal konuşmanız içinde söylediniz" dedim.
Bu sefer başka bir kurtuluş yolu denedi, "O sözün siyak sibakı ( başı sonu) vardı" dedi.
Ben de "Yok hocam! Normal konuşmanızın seyri içinde öyle söylediniz" dedimse de o hâlâ söylemediğinde israr ediyordu.
Artık balonu patlatmak zamanı gelmişti. Çünkü o konuşmaların tamamını banta almıştım. Elimde 50 tane bant vardı. Haliyle Mehmet Bey'in "Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum" sözleri de bantta kayıtlıydı.
Dedim ki, "Hocam ben oradaydım ve sizin böyle söylediğinizi kendim dinledim. Üstelik o konuşmaları banta aldım."
Ben böyle söyleyince derhal yumuşadı ve "Ya Ali Bey, ben böyle şeylerde israr etmem" dedi.
Ben de devam ettim:
"Hocam! O bantı size göndersem, dinleyince kendi sesinizi tanırsınız herhalde" dedim.
"Tabii tanırım" dedi.
"Peki Hocam" dedim, "Diyelim ki ben o bantı size gönderdim. Dinlediniz. Baktınız ki aynen benim yazdığım gibi Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum demişsiniz. O zaman ne olacak?"
Ne dedi biliyor musunuz?
"Çıkarım televizyona, haltetmişim derim" dedi.
ŞİMDİ NE DÜŞÜNÜRSÜNÜZ?..
Şimdi burada duralım.
Bakan Bey'in bu tavrı karşısında içinizden ne geçiyor?
İhtimal ki, "Eh, mesele kalmamış. Demek ki adam hatasını kabul etmiş. O da iyi bir şey" diyorsunuzdur. Çünkü bu meseleyi anlattığım başka kimseler de böyle söylediler.
Şimdi ortada "Çıkarım televizyona, haltetmişim derim" diye bir söz var.
Biz Sayın Bakan'ın "Haltetmişim" gibi bir söz söylemesini ne isteriz ne de bekleriz. Ama "Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum" sözündeki büyük yanlışlığı ortaya koymasını yani televizyonda bu yönde bir açıklama yapmasını hem ister hem de bekleriz.
Şimdi bizim bu istek ve beklentimiz şöyle kenarda duradursun, ben size meselenin devamını anlatayım:
Benim o bantı Bakan Bey'e göndermeme ihtiyaç kalmadı. Çünkü o senelerde kendi emrinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bahsettiğim konuşmanın yapıldığı o 5 günlük II. Din Şûrâsı'nda yapılan konuşmaların tamamını, 2003 senesinde 2 cilt halinde bastırıp kitaplaştırdı.
Öyleyse Bakan Bey'in yaptığı konuşmalar da o kitapta var mı?
Evet var.
Yukarıda bahsettiğimiz cümlesi de var mı?
Evet o da var.
Yani, o seneler kendi emri altında bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı, Bakan Bey'in önce inkâr edip sonra mecbûren kabul ettiği, "Ben Avrupa'ya gittiğimde kiliseye çok giderim. Büyük zevk duyuyorum" cümlesini belge haline getirmiş oldu.
Artık ne kadar inkâr ederse etsin, ne kadar ben böyle bir söz söylemedim derse desin bundan kurtuluş yok. Çünkü kitap II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri ismiyle basılmış ve piyasaya çıkarılmış vaziyette.
Bakan Bey'in sözünün, kitabın kaçıncı cildinin kaçıncı sahifesinde olduğunu merak ediyorsanız onu da söyleyeyim:
Cild: 2, sahife: 375, satır: 26-27.
Hani o meşhur cümleyi söylediği kesinleşirse "Çıkarım televizyona, haltetmişim derim" demişti ya, II. Din Şûrâsı Tebliğ ve Müzakereleri isimli kitap basıldıktan sonra yazdığım bir yazıda, o zaman bakan olan Sayın Aydın'a "Ben Avrupa'ya gittiğimde..." sözünün bu kitapta yer aldığını hatırlattım. İstiyordum ki, haltetmişim demesin ama sözünün yanlışlığını açıklasın...
Böyle bir açıklama yaptı mı?
Hayır, yapmadı...
O GÜN BU GÜNDÜR...
O zaman yapmadığı gibi sonra da yapmadı ve o gün bu gündür o hususta tek kelime etmedi.
Bu hususta tek kelime etmeyen Mehmet Bey, Dinlerarası Diyalog hakkında, "Diyalog olacaksa, son din bizim dinimiz dememeli, son peygamber bizim peygamberimiz dememeli" diyordu.
Mehmet Bey'in niçin böyle söylediğinin sebebini senelerce sonra çözdüm.
Gördüm ki, kendisinin İngiliz hocası Montgomery Watt, talebesi Mehmet Aydın'ın, Modern Dünyada İslam Vahyi ismiyle tercüme ettiği kitabında aynı şeyi söylüyor. Watt'a göre de Dinlerarası Diyalog yapılacaksa, insanlar sadece kendi dinlerinin ve kitaplarının hak olduğunu söylemekten vaz geçmeliler.
Dinlerarası Diyalogla ilgili, bizimkiler tarafından gayr-i Müslimlere, "Sadece bizim dinimiz ve bizim kitabımız hak değil. Sizinki de hak" şeklinde verilen gizli bir cevap mı var yoksa.
Yok diyecek olurlarsa, "Öyleyse, Hıristiyan ve Yahudiler de cennete girecekler demenizin sebebi ne?" diye sormak isteriz kendilerine?
Bu durumda, Dinlerarası Diyalog az-uz değil bizi taa ciğerimizden, inancımızdan vuruyor...
Tekrar sadede gelelim.
O şûrâda, "Diyalog olacaksa, son din bizim dinimiz dememeli, son peygamber bizim peygamberimiz dememeli" sözüne, Diyanet câmiasından olsun, ilâhiyat câmiasından olsun, itiraz eden tek kişi olmadı.
Hiç ses çıkarmadıklarına göre, lisan-ı halleriyle şöyle mi demek istedikleri merak konusu:
"Olsun canım! N'olacak, ha son din bizim dinimiz denilmeyiversin, son peygamber bizim peygamberimiz denilmeyiversin. Yeter ki Dinlerarası Diyalog yapılsın."
O CESUR KİŞİ KİMDİ?..
Hiç birisi ses çıkarmadı dedik ya, bir kişi hariç...
O bir kişi kimdi biliyor musunuz?
O, bir Diyanet mensubu değildi. Bir ilâhiyat profesörü de değildi.
O hassas insan, Türkiye Sağlık İşleri Sendikası Genel Başkanı merhum Mustafa Başoğlu idi.
Şûrâ'nın kapanacağı son gün ayağa kalktı ve Şûrada günlerdir yapılagelen yanlışlıklara şu sözlerle itiraz etti:
"Bazı konuşmalar dinledim ki ben, şimdiye kadar bana verilen bilgilerden tümünü sanki reddeden konuşmalardı. Meselâ şöyle söylendi:
"Son din bizim dinimiz dersek, son peygamber bizim peygamberimiz dersek diyalog sağlanmaz, aramızda ihtilaflara neden olabilir."
Ama Kur'an-ı Kerim böyle diyorsa, bu konuda söylenecek fazla bir şey yoktur. Yani insanlarla oturalım anlaşalım ama işin özünden uzaklaşmadan anlaşalım. Eğer son peygamber Peygamber Efendimiz'se, bu böyledir. Eğer son kitap Kur'an-ı Kerim ise bu böyledir." (Aynı kitap, cild: 2, sahife: 729)
Oradaki din adamı sıfatlı suskun kimseler, hele şükür ki bu sözlere itiraz bari etmediler.
Niye etsinler ki canım! Onlar için hava hoş, gün mülayim. Gelen ağam, giden paşam.
Hoş, bunun tersi olan sözlere de itiraz etmemişlerdi zaten buna da itiraz etmediler. Gayet objektif bir tavır değil mi?
Değerli okuyucu! Bundan sonraki makalelerimizde, el-ma'lûmlara resmi geçit yaptırmaya devam edeceğiz inşAllah...
Ali EREN | 22.07.2013 08:53 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=88535)