Sadakat islami Forum

SADAKAT DİNLENME TESİSLERİ => KÖŞE YAZISI VE MAKALELER => BASINDAN => Ali EREN Bey'in Kaleminden => Konuyu başlatan: Mücteba - 31 Temmuz 2013, 12:07:35

Başlık: Harcı nasıl atılmıştı? Ne ektiler, ne biçtiler?
Gönderen: Mücteba - 31 Temmuz 2013, 12:07:35
Harcı nasıl atılmıştı? Ne ektiler, ne biçtiler?
Diyanet İşleri Başkanlığı ve İmam-Hatib okulları ne gayeyle açılmıştı, ne netice verdi, şimdi ne durumda?..



Osmanlı dedelerimizden bize intikal eden bu topraklarda yaşayan milletimiz, 1914-1918 arasında yaşanan Birinci Dünya Savaşı ve 1919-1922 yılları arasında geçen İstiklal Savaşı'yla iyice yıpranmıştı. Sonra 3 Mart 1924'te tevhîd-i tedrisât (öğretimin birliği) kanunu çıkarılmış, İslam dininin öğretildiği medreseler kapatılmış yerine İslamı öğreten başka müesseseler de açılmamıştı. Yani artık İslamî ilimleri öğreten hiçbir müessese yoktu.

Hatta İslâmî ilimler şöyle dursun, isteyenlere Kur'an-ı Kerim'i yüzüne, bakarak okumayı ücretsiz olarak öğretmek bile yasaklanmıştı. Bu yasağı çiğneyenler, şiddetle cezalandırılmakla tehdit ediliyordu. Artık öğretim sadece bir yerde yani okullarda yapılacaktı ve bu öğretimde İslamı öğretmek yoktu.
Medreseler kapalı, okullarda da öğretilmediği için İslamî öğretim yoktu ve öğretmeye kalkanlar da cezalanıyordu. Fakat ne derece yasak ve cezası ne kadar ağır olursa olsun, Müslümanlar dinlerini çocuklarına öğretmekten vaz geçmiyorlar, bilenler gizli gizli ya kendileri öğretiyor veya öğretmek isteyen hocalara teslim ediyorlardı.
Bunun farkında olan resmî idare sert tedbirler alsa da bunun önüne geçemiyor, yasaklar da kâr etmiyordu. Madem önünü alamıyor, öyleyse dinin/islamın öğretilmesi meselesini resmî idare kendisi ele almalıydı. Böyle yaparsa, hem dinî müesseseler açmış gibi gözükür ve halka hoş görünür hem de İslam dininin ne kadarını öğretmek isterse o kadar öğretirdi...

Öyle de oldu. İmam- Hatib Okulları da İlâhiyat Fakülteleri başta işte bu düşünce ile açıldı. Yoksa, "Din faydalıdır ve dinin öğretilmesi lâzımdır. Aman bu milletin evladına dinini öğretelim" düşüncesiyle falan değil.

Eğer böyle bir niyetle açılmış olsaydı ve açanlar dinin faydasına inanmış olsalardı, bundan kendi çocuklarının da faydalanmalarını düşünür ve bu okullara kendi çocuklarını da gönderirlerdi. Oysa bu okulları açanlar, kendi çocuklarını bu okulların semtine bile yaklaştırmadılar.

NE NİYETLE AÇILMIŞTI?..

Yani bu okullar İslamın saf ve aslî haliyle gizli gizli okutulup öğretilmesinin önüne geçmek ve Müslümanların gözlerini boyayarak susturmak gayesiyle mi açılmıştır?

Öyle olup olmadığı, başlangıç ve neticesiyle ortada. Şöyle ki:
İmam-Hatib okulları açıldı ama bu okullara, Kur'an okumasını bile bilmeyen ilâhiyat fakültesi mezunu kimseler hoca olarak tayin edildiler.
(Bu sözümüzün doğruluğu için Prof. Sayın Süleyman Uludağ'ın bir önceki makalemizdeki sözlerini okuyabilirsiniz.)

O günkü İmam-Hatib okulu mezunlarının din adamı olarak yetişmelerinin mümkün olmaması bir tarafa, hocalarının bile Kur'an okumasını bilmemeleri, bu okulların ne maksatla açıldığının apaçık bir deliliydi.
Hatta o zamanlar, Müslümanların dilinde şu cümleler dolaşıyordu:
"Masonlar İmam-Hatip okullarını, Müslümanlığı mihraptan yıkmak için açmışlar."
Halkın dilindeki bu söz yanlış olsa bile, icraat ortadaydı. "İmam-Hatib talebelerine Kur'an okumasını bilmeyen hocaların ders vermesi" her şeyi ispat ediyordu.

Peki İmam-Hatib okulları, art niyetlilerin beklediği neticeyi tam tamına verdi mi?
Vermedi. Taaa 1950'lerden önce milletin gözünü boyamak için bu okulları açan ve açılmasına izin veren zihniyet sahipleri, bekledikleri neticeyi alamadıkları içindir ki, gün geldi kendi açtıkları bu okulları kapatmaya başladılar.
Ama kapatmadan önce buna bir kılıf bulmak lâzımdı. Bulundu da:
8 yıllık kesintisiz eğitim...

Evet... 8 yıllık kesintisiz eğitim denildi ve yapılmak istenen yapıldı.
Devamını zaten herkes biliyor...

DİYANET'İN HARCI NASIL ATILMIŞTI?..

Okulların durumu böyle de Diyanet farklı mı?
Görelim bakalım, farklı mıymış...

Diyanet'in ilk harcının nasıl atıldığı, nasıl başladığı ve hangi vazifelerle vazifelendirildiği de üzerinde durulmaya değecek kadar mühim...

Her ne kadar Diyanetimizin harcı aşağıda okuyacağınız şekilde atılmışsa da 56. makalemizde göreceğiniz gibi, İmam-Hatib okulları gibi Diyanet de beklenenin tersine bir görüntü veriyordu.
Evet... Her ne kadar değişik bir vaziyet arzu edilse de Diyanet'imiz 1954'te bile bayağı hassas olduğunu gösteriyordu.

Fakat gösterse de o günden bu güne bir hayli değişmişe benziyor. Değiştiğinin delillerinden biri ve gözle görüleni, meselâ 4 ilâhiyat profesörüne hazırlattığı Kur'an Yolu isimli tefsir.

Biraz yukarıda, Kur'an okumasını bilmeyen ilâhiyât fakültesi mezunlarının, İmam-Hatib okullarında ders verdiklerini okudunuz. Benzerliğe bakınız ki, şimdiki Diyanetimiz ise branşları tefsir olmayan şimdiki ilâhiyatçılara Kur'an tefsiri hazırlattırıyor...
Diyanetimizin şimdiki durumunu daha yakından tanımak için 49. ve ondan sonraki makalelerimizi okumanızı tavsiye ederiz...

Yazar Sayın Faruk Köse, "Müslümanların birliğini 'laik rejim'e bağlamak" başlıklı makalesinde geçmişiyle ve şimdiki haliyle Diyanet'i anlatıyor.
O makale şöyle:
"Diyanet Teşkilatı, "Müslümanların birliği"nin teminatı mı?

Bu teşkilat olmasaydı Müslümanlar parçalanır mıydı?
Teşkilat "vahdet"i sağladı mı ki?

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ'a göre, "Diyanet İşleri Başkanlığı kalkar veya kaldırılırsa, bu milletimize yapılmış en büyük kötülük olur. İnsanlarımızın ayrışmasına yol açar. Cami cami bölünmesine neden olur."

Böylece "laik rejimin genel idaresi" içindeki bir kurumu Müslümanların birliği için şart koşan Bakan Bozdağ, Diyanet Teşkilatı'nı "ülkenin birlik ve beraberliğinin çimentosu" olarak görüyor.
Ancak bu "çimento"da bir gariplik var. Zira Anayasa'nın 136. maddesine göre; "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir."

Demek ki TC'nin "laik kimlik"i içinde yer alan ve İslam'ı temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı; "İslam'ın siyasi görüş ve düşünüşü"nden de uzak olacak, ancak "laiklik" ilkesi doğrultusunda hareket edecektir.

Amacı milleti devlete bağlamak olacak, "Kur'an'a aykırı Anayasa"ya göre çıkarılan kanunda gösterilen görevleri yerine getirirken, -nasıl olacaksa- Kur'an'ı da temsil edecektir!

Nitekim "Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun"un 1. maddesine göre Başkanlık, "İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere" kurulmuştur.

Dikkat edin, sadece "inanç", "ibadet" ve "ahlak" kuralları ile ilgili "işler"i yürütmek üzere kurulmuş.
Muâmelat yok. Ukûbat yok. Yani şeriat yok, dinin kalan kısmı yok. Yani "İslam" yok. İslam'dan kimi unsurları taşıyan bir "din" biçimlendirilmiş ve bunu "İslam" adıyla topluma benimsetme görevi de Diyanet Teşkilatı'na verilmiş.
Bu yazıda, Diyanet Teşkilatı'nda görevli "kişi"leri suçluyor, itham ediyor değilim. Sadece, "kurumun sistem içindeki yeri"ne ve "rejimin kuruma biçtiği rol"e değinerek, "rejimi/sistemi meşrulaştırma fonksiyonu" verilmiş "kurum"u "Müslümanların birliğinin garantisi" görme/gösterme manipülasyonuna dikkat çekmek istedim.
Sayın Bozdağ, M. Kemal'in Çankaya Köşkü'nde kendi ikametinin yanında Diyanet İşleri Başkanı'na ikamet vermesini, kuruma "verilen değer"in göstergesi sayıyor.

Ancak burada iki sıkıntı var:
Birincisi, Diyanet Teşkilatı, "değer" açısından "İslam'ı hayattan söküp atan devrimler"i yapan "M. Kemal nezdinde akredite" ediliyor.
İkincisi ise, bunun "değer vermek" değil de "rol biçmek" ve "biçilen rolün ifasında aksama olmaması için denetim ve gözetim altında tutmak" olduğu gizleniyor.

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Diyanet Teşkilatı'na biçilen rol, "dinden uzaklaşma"yı normalleştirmek, "devlete bağlı din formülasyonu"nu "dindar toplum"a kabul ettirmek, yeni bir formatla yeniden tanımlamak için yürütülen "İslam'ın reforme edilmesi" çalışmalarını kamufle etmekti.
Bu hususta ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, kendisine verilen görevi ifa ederek M. Kemal'in takdirini kazanmıştı. Yani asıl sebep "değer vermek" değil, Başkan'ı kontrol ederek yapılan "din dışı ve dini imha etmeye yönelik devrimler"i sanki "dine uygunmuş gibi" gösteren "bel'ami fetvalar" almaktı.


Falih Rıfkı Atay, Hilafet'in kaldırılmasına nasıl karar verildiğini şöyle anlatıyor:

"Atatürk, o akşam biz devrimcileri sofraya çağırdı...
'Çocuklar, yarın Hilafet'i kaldırıyoruz' dedi.
Çılgınca alkışladık...

'Geçin öbür odaya, yazın bir takrir. Ben onu hocalara imzalatayım. Hilafetin kalkmasını hocalar istemiş olsun.'

Geçtik yazdık.

Sabah ..... hocaların kendi aralarında toparlanarak, 'Hilafeti ilga takririne' ateş püskürdüklerini Atatürk'e haber verdik...

Öfkelenerek; 'Çağırın bana Rıfat Hoca'yı' dedi.
Çağırdılar... Yüzüne bile bakmaksızın, 'Hoca, şu takriri imza et' dedi.
'Ama paşam, Hilafetin ilgası gibi ciddi bir konuda, müzakere filan olmaksızın... Sonra biz, din adamları bunu istemi..."
M. Kemal, Rıfat Börekçi'nin sözünü keser:
"Hoca imza et dedim, keyfini bozarım sonra!"
Falih Rıfkı Atay devamla diyor ki:
"O günlerde İstiklal Mahkemeleri, her gün birçok kişiyi sallandırmakta zaten...

Rıfat (Börekçi) Hoca biraz yutkundu, ama mecburen imzaladı."

Nitekim Rıfat Börekçi bu imzasının karşılığını görür ve ilk Diyanet İşleri Başkanı olur. Çünkü, "keyfi bozulmasın" diye İslam'ın hayattan kaldırılmasına fetva vermeye yatkın olduğunu göstermiştir.
İşte Diyanet Teşkilatı'nın harcı böyle atılmış, işlevi buna göre belirlenmiştir.

Şimdi laik rejime göre rol biçilmiş bu Teşkilat'ın "Müslümanların birliğini sağladığı"nı iddia etmek doğru mudur, siz karar verin. Üstelik de Sayın Bozdağ'ın tabiriyle, bütçesinden "dinî yatırım"a harcama yapmazken..."



Ali EREN | 31.07.2013 09:42 | www.haberkita.com (http://www.haberkita.com/harci-nasil-atilmisti-ne-ektiler-ne-bictiler_92383.html)