Sadakat islami Forum

DİNİ KATEGORİLER => KISSADAN HİSSELER => Konuyu başlatan: AngeL_ - 20 Ağustos 2004, 23:08:33

Başlık: Menkıbeler
Gönderen: AngeL_ - 20 Ağustos 2004, 23:08:33
Bir gencin tövbesi

Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip
" (Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.
Oradakilere:
-Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
-Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler.
Musa aleyhisselâm:
-Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:
-Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:
(Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: AngeL_ - 25 Ağustos 2004, 15:56:36
Bir kadıncağızın kocası vefat etmiş. Kalbi kırık kadın, çok sevdiği eşine manevî hediyeler göndermek isteyince aklına evlerinin hemen yakınındaki Kur’an kursu gelivermiş.

Orada ders gören talebelere hatimler okutturmuş, dualar ettirmiş. Daha sonra da, hatimleri ve duaları mukabilinde kat’iyen ücret almayan, okuduğu hatimden dolayı bir bedel almanın “Allah’ın dinini değersiz bir menfaat karşılığında satmak” olduğuna inanan bu talebelere vermek istediği parayı bir türlü kabul ettiremeyince, güzel bir helva yapmış. Talebe odalarını tek tek geziyor, kapıyı vuruyor, içeriden ses gelir ise bir tabak helva bırakıp gidiyor imiş.

Bir gün önce de kursun hocası, “hayatı devam ettirmeye yetecek miktarda yiyecek, içecek ve Cenâb-ı Allah’ın nasip ettiği her çeşit nimet” manasına gelen rızık konusunu anlatmış. “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah'a ait olmasın.” (Hûd Sûresi, 11/6) ve “Asıl bütün mahlukların rızıklarını veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi Allah Tealadır.” (Zâriyat Sûresi, 51/5 meallerindeki ayet-i kerimeleri açıklamış.

Rızık temini için, zillete, mânen dilenciliğe ve sefalete düşmenin yanlış olduğunu; ancak, israfa alışmış kanaatsiz insanların rızık korkusuyla din, namus ve izzetlerini feda edebileceklerini; üç kuruş için başkalarının ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşebileceklerini beyan etmiş. Dersin sonunda da, israf ve kanaatsizlik etmeyen, verilen imkanları kötüye kullanmayan herkesin zarurî rızkı mutlaka bulacağını, bu konuda Allah’ın taahhüdü olduğunu söylemiş ve “Rızık Allah’tandır, O sizin rızkınızı da verecektir.” demiş.

Talebelerden bir tanesi hocanın sözlerini yan gelip yatmak ve yiyecek-içecek beklemek şeklinde anlamaz mı!.. “Nasıl olsa rızık Allah’tan, o gelip beni bulur. Onu elde etmek için hiç bir şey yapmayacak; hiç gayret göstermeyeceğim.” demiş. İki cümlelik düşüncesinde belki on tane yanlış bulunan talebe başlamış rızık beklemeye.
Birinci gün.. ikinci gün.. derken üç gün aç-susuz beklemiş, ama gelen giden yok. İşte o gün, ücret kabul ettiremediği iffetli talebelere helva yapan kadının, onu dağıttığı gün imiş. Bizim muzip talebe dışarıdaki sesi duyunca kapı aralığından ne olup bittiğini anlamaya çalışmış. Bakmış ki, tabak tabak helva onun odasına doğru geliyor.. kadın kapıyı çalıyor; içeriden ses gelirse bir tabak helva bırakıp yan odaya geçiyor.
Az sonra bizimkinin kapısı da çalınmış. Ama o söz vermiş bir kere, “Hiç bir gayretim, müdahalem olmayacak, bakalım rızık geliyor mu?” demiş ve bundan dolayı da hiç sesini çıkarmamış. Kadın bir iki defa daha kapıyı vurup içeriden ses gelmeyince helva bırakmadan gidecek olmuş ki, o sırada talebe can havliyle bir kaç kere öksürmüş. Öksürük duyulunca bir tabak helva da onun için bırakılmış.

Daha kadın gider gitmez, üç gündür aç-susuz rızık bekleyen talebe hemen koşmuş, helva tabağını kapmış ve yemeye başlamış. Hem yiyor hem de kendi üslubuyla; “Ya Rabbi, bildim ki rızık Senden. Veriyon veriyon ama öksürtmeden de vermiyon.” demiş.

" Evet, herşey Allah’tandır. Fakat, Cenâb-ı Hak, sebepleri kudretine perde yapmıştır. Bizim fiilerimiz, yapıp ettiklerimiz de birer sebeptir. O sebeplerin ötesinde kudret-i ilahiye vardır. O’na dayanmak, herşeyin neticesini O’ndan beklemek ve tevekkül etmek ise, aradaki sebepleri bütün bütün reddetmek değil; esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip onlara riayet etmektir.

Müminler, sebeplerin gereğini yapmalı, bunu bir çeşit fiilî dua olarak telâkki etmeli, neticeyi yalnız Cenâb-ı Hak’tan istemeli, O’ndan bilmeli ve O’na minnettar olmalıdır.
Bu bahsi de bir rehnümânın şu sözleriyle bitirelim: Hiç kimse demesin, “İçime şu geliyor, bu geliyor.. şöyle bir kalbî problemim var..” İçine o geliyor da sen üstüste kırk gece kalkıp o iş için ağladın mı? Başını yere koydun, alnını yaşlar içinde buldun mu? Neden mazeret beyan ediyorsun? Yüreğinle Allah’a teveccüh et, yalvar yakar! “Tut elimden Allahım, tut ki edemem Sensiz” de.
Alvar İmamı ne güzel söyler:

Sen Mevlâ’yı sevende
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?

Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?

Rica ederim, O’nun uğrunda yüreğinizi parçalamadan yüreği parçalanmış insanlara lûtfedilen şeyleri beklemeyin. O bazen ekstradan da lütfedebilir; ama umumiyetle aldığınız risk kadar, gösterdiğiniz gayret ve cehd kadar mükafat vardır. Hele siz bir gecenize gündüz boyası çalın, O da sizin gecenizi gündüz yapsın. Siz dünya gecelerinizi gündüz yapın, O da ahiret karanlıklarını aydınlığa tebdîl eylesin..
Evet, biz, Rabbimizden istediğimiz şeyler karşısında hiç olmazsa öksürdük mü acaba?!.. "
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: russya - 22 Kasım 2005, 14:50:36
    Deli Hafız
Fatih dersiamlarından biri, münasebeti olmayan bir müeseseye, münasip olmadığı halde ders verdiği için, ariflerden "Deli Hafız" namıyla maruf bir zat, kendisine, yaptığı işin ihanet olduğunu, emaneti ehlinin gayriye verildiğini ihtar edersede hoca kabul etmez ve biraz kırılır.
Ertesi sabah erken, hocanın kapısını çalan hafız, pencereden kendisine bakan ve özür dileyecek zanneden sözde alim kişiye şöyle der:
- Dün size söylemeye unutmuştum; onun için geldim. Bugün sana, sade bu deli Hafız kafir, diyor. ,bundan elli-altmış sene sonra herkes kafir diyecek" der ve döner.
Emaneti ehline vermeli...
  
  
Hatıratım, Ali Erol
  
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: russya - 22 Kasım 2005, 14:53:15
Allah (cc) hakkımızda HAYIRLI olanı versin (amin)

Delinen Kırbalar  
  
Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoşdur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler, çuvaldız ile kırbaları deler. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, tutar eteğini, çıkar huzura. “Affınıza sığınıyorum ama” der, “Vaziyet böyleyken böyle!”
Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. “Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim” der. Pişman, mahçup dergâhı terkeder.
Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. “Aman hatun, iyi düşün”der, “biz bir hata yaptık ama nerede?”
O gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı “Tamam!” der, “Galiba buldum!”
-Anlat hele?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemiye gör, canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman kalk bacına gidelim.
-Bu saatte mi?
-Evet bu saatte!
-Ne diyeceğiz?
-Helallik dileyeceğiz.
Sonrasını tahmin ediyorsunuzdur. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, dost olur sakaya.
  
Kaynak:
Huzura Doğru
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: russya - 22 Kasım 2005, 15:06:14
 
   EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA  
  
  Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
 Geriye bakıp eliyle işaret etti:
 - İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
 - Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
    Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?
 Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
 - Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
  - Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
 Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
 - Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün  bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...
"Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)  
 
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: rahname - 05 Ekim 2007, 13:03:40
SÂLİM BİN ABDULLAH (RadıyAllahü Anh)

BİR NASÎHAT

 

Abdullah bin Ömer'in bir muhterem oğludur.

Ve hazret-i Ömer'in mübârek torunudur.

 

Ömer bin Abdülazîz halîfeyken ilk daha,

Şöyle bir mektup yazdı "Sâlim bin Abdullah"a:

 

(Senden ricâm şudur ki, deden hazret-i Ömer,

Hakkında, tafsîlâtlı bilgiler bana gönder.

 

Ben de, onun izinden yürüyeyim diyorum.

Kendime, onu örnek almayı istiyorum.)

 

"Sâlim" dahî yazdı ki ona cevap olarak:

Yardımcı olsun sana, bu işte cenâb-ı Hak.

 

Dedem Hazret-i Ömer, halîfe olduğu gün,

Maaş tâyin ettiler ona eshâbı güzîn.

 

Maddî bir sıkıntıya düşmüştü ki birazdan,

Sahâbe, çâre için toplandılar o zaman.

 

Dediler: (Arz etsek de bu durumu Ömer'e,

Maaşını, bir miktâr arttırsak hâle göre.)

 

Hazret-i Zübeyr ile, Allah aslanı Alî,

Söylemeye giderken Halîfeye bu hâli,

 

Yolda, hazret-i Osmân durdurdu gidenleri.

Dedi: (Bilmez misiniz siz acabâ Ömer'i?

 

Zannetmem ki yanaşsın sizin teklîfinize.

Belki de celâllenip, kızacak şimdi size.

 

Lâkin kızı Hafsa'ya söyletirseniz eğer,

Onun hâtırı için, inşAllah kabûl eder.)

 

Gidip îzâh ettiler Hafsa'ya önce bunu.

Dediler: (Sakın deme bizlerden uyduğunu.)

 

Kızı Hazret-i Hafsa, gelerek pederine,

Arz etti çekinerek bunu kendilerine.

 

Lâkin Hazret-i Ömer, bir anda celâllendi.

Buyurdu ki: (Ey kızım, seni kimler gönderdi?

 

Ey kızım, Allah için söyle bana şimdi sen.

Kaç elbisesi vardı Resûl'ün hayattayken?)

 

Dedi ki: (Babacığım, Allah için diyorum.

İki kat elbisesi var idi, biliyorum.)

 

Buyurdu ki: (Ey kızım, doğru dedin, ne iyi.

Peki, neydi Resûl'ün en kıymetli yemeği?)

 

Dedi: (Umûmiyetle arpa ekmeği yerdik.

Başkalarına dahî, onu ikrâm ederdik.)

 

Sordu yine: (Ey kızım, Allahın Resûlü'nün,

En geniş ve en râhat yaygısı neydi o gün?)

 

Dedi: (Kaba kumaştan vardı ki bir sergimiz,

Yazın dört kat edince, olurdu minderimiz.

 

Buyurdu ki: (Ey kızım, onlara git de söyle.

Seni göndermesinler bir daha bana böyle.

 

Dünyâda yaşayışı böyleyken Peygamberin,

Yakışır mı hayâtı başka olsun Ömer'in?

 

Ey kızım, Peygambere uymaza baban eğer,

Yârın Onun yüzüne, nasıl bakar bu Ömer?)

Abdullatif Uyan
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: kenz - 05 Ekim 2007, 13:15:23
Ya biz nasıl bakarız. :usgunn:
Teşekkürler Rahname Allah c.c. razi olsun...
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Vuslat Yolcusu - 06 Ekim 2007, 02:52:56
Allah razi olsun kardesim.
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: kenz - 03 Kasım 2007, 17:03:17
KANLI SU!
Yahya Şirvâni diye veli bir zat var idi,
Nesebi Seyyid olup, halka merhametliydi...

Gezintiye çıkmıştı bir gün şehir dışına,
Talebelerini de toplamıştı başına...

Bir nehrin kenarına vardıklarında birden,
Seyyid Yahya, bir kilim serip oturdu hemen...

Taliplerin her biri bir iş için dağıldı,
Yahya Şirvâni ise yalnız başına kaldı...

O an zalim bir kişi oradan geçmekteydi,
Seyyid'i tanımayıp, Ona şöyle seslendi:

"Hey Aşık, ne durursun, gel al şu matarayı!
Nehirden su katıver, açmayalım arayı!.."

Ancak Seyyid o ara tefekküre dalmıştı,
Bu yüzden o zalimin sesini duymamıştı.

Derken o zalim kişi, hışımla indi attan,
Nehirden düze çıktı suyunu alaraktan...

Neden sonra mübarek, olduğu yerden kalktı
Suyu içmekte olan adama doğru baktı.

Ardından buyurdu ki: "Hey kan içici adam!
Ne yapıyorsun böyle hiç mi hiç utanmadan?.."

O zalim harâretle suyu içmekte iken,
Kan olduğunu sezip, boşaltı verdi hemen...

Tekrar nehre inerek, mataraya su kattı,
O suda kan olunca, pişman olup yalvardı.

Dedi ki: "Ey Efendim, ben ettim siz etmeyin!
Hatama vakıf oldum. N'olur "Affettim" deyin.

Derken Yahya Şirvâni onu affediverdi.
O da tövbe ederek, Yüce Hakk'a yöneldi...
 

kürşat salih yaman
 
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: cevher - 08 Kasım 2007, 23:19:48
her an gecer,her var göcer..
kalir Hak..
SEN HEP HAK ILE OLMAYA BAK...
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: müteallim - 09 Kasım 2007, 01:17:20
SEN HEP HAK ILE OLMAYA BAK...

evet hep hak ile olmak amma nerede böyle erkek
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: cevher - 09 Kasım 2007, 02:43:10
biz insanlar dünya telasina dalip unuttugumuz cok seyler var..ama hatirlamak üzülmekde bir nigmet...
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Fatihan - 09 Kasım 2007, 19:39:27
Hüzün Senesi

Hatîce vâlidemiz "radıyAllahü anhâ",
Yok idi hâtunlardan akıllı ondan daha.

Hem cemâl, hem kemâli üstün idi herkesten,
Asîl ve temiz idi, haseb ile neseb’ten.

Şereflendikten sonra Resûl’ün nikâhıyla,
Kıymeti, bir kat daha yükselip oldu âlâ.

Hazret-i Peygambere, Allahü teâlâdan,
(İslâmı teblîğ eyle!) emri geldiği zaman,

Resûlullah, hemence başladı teblîğine.
İlk önce “Hatîce”yi dâvet etti dînine.

O dahî, en ufak bir tereddüt göstermeden,
“Allah'ın Resûlü”nü tasdîk etti gönülden.

Kadınlardan, Resûl’e îmân eden ilk önce,
“Hatîce vâlidemiz” olmuş oldu böylece.

O Server, o gün onu yanlarına aldılar.
Hira mağarasının yakınına vardılar.

Geldiler Cebrâil'in akıttığı çeşmeye.
Târif etti abdesti, hazret-i Hatîce'ye.

Resûlullah'ın kalbi, incinseydi bir şeyden,
“Hazret-i Hatîce”ye söylerdi önce hemen.

Zîrâ yoktu o vakit gidecek başka yeri.
Onun tesellîsiyle râhatlardı kalpleri.

Allah'ın Resûlü’ne çok hizmet ettiğinden,
Rabbimiz de hoşnut ve râzıydı kendisinden.

Hattâ selâm gönderdi Rabbimiz bir gün Ona.
Kavuştu böylelikle Rabbin iltifâtına.

Resûl’ün dert ortağı, zevcesi ve sırdaşı,
Ve “Yirmi dört” senelik bir hayat arkadaşı,

Olan asîl ve temiz, o “hazret-i Hatîce”,
Vefât etti nihâyet hicretten üç yıl önce.

Ramazânda, “Altmışbeş” yaşında etti vefât.
Elleriyle defnetti Onu Fahr-i kâinât.

Onun ayrılığına pek fazla üzülmüştü.
Hattâ “Ebû Tâlip” de aynı sene ölmüştü.

Resûlullah o sene, pek çok üzüldüğünden,
"Senet-ül hüzün" dendi o seneye bu yüzden.

Özellikle “hazret-i Hatîce”nin vefâtı,
Üzüntüye boğmuştu Server-i kâinâtı.

Çünkü herkesten önce, o îmân eylemişti.
Resûl-i müctebâyı, ilk o tasdîk etmişti.

Herkes ezâ ederken Allah'ın Habîbine,
O, ferahlık verirdi Onun nûrlu kalbine.

Hem dahî nesi varsa, malı, mülkü, serveti,
Dîn-i islâm uğrunda harcayıp fedâ etti.

Ayrıca gecesini, katarak gündüzüne,
Severek hizmet etti "Allahın Resûlü"ne.

Onu, bir kere bile kat'iyyen üzmemişti.
Ve hattâ hâtırından bile geçirmemişti.

Abdüllatif Uyan
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: rahname - 09 Kasım 2007, 22:12:08
  AĞLAMA YÂ FÂTIMA!

 

Üç gün kalmış idi ki Resûlün vefâtına,

Cibrîl aleyhisselâm geldi huzûrlarına.

 

Dedi: (Yâ ResûlAllah, Rabbin selâm ediyor.

"Habîbim nasıl oldu?" diye hatır soruyor)

 

O günlerde Resûl'e, hediye kabîlinden,

Birkaç Altın gelmişti sahâbenin birinden.

 

Resûlullah görünce, o gelen altınları,

Buyurdu ki: (Dağıtın fukarâya onları!)

 

Götürüp dağıttılar şehrin fakîrlerine.

Velâkin ellerinde bir miktar kaldı yine.

 

Aliyyül Mürtezâ'ya buyurdular ki hemen:

(Sen de, bu altınları götür dağıt tamâmen!)

 

Vefâttan bir gün önce idi ki, Resûlullah,

Mescid-i şerîfine teşrîf etti o sabah.

 

Gördü ki Ebû Bekr-i Sıddîkın arkasında,

Saf tutmuş, sahâbîler namâz kılar ardında.

 

Bu hâle sevinerek, tebessüm buyurdular.

Kendi de, en son safta Ebû Bekre uydular.

 

Eshâb, Resûlullah'ı gördü selâm verince.

"Hastalık geçti" sanıp, gark oldular sevince.

 

Lâkin Peygamberimiz, odasına girdiler.

Bundan sonra, bir daha namâza gelmediler.

 

Bir müddet istirâhat ederek, sonra yine,

Aliyyül Mürtezâyı çağırdı hânesine.

 

Başını, kucağına koyuverdi Alî'nin.

Fakat çok değişmişti rengi nûr cemâlinin.

 

Hazret-i Fâtıma da görünce Onu böyle,

Geldi oğullarının yanına üzüntüyle.

 

Ellerinden tutarak, ağladı için için.

Dedi: (Bizi kimlere bırakıp da gidersin?

 

Ey babam, canım babam, sana can fedâ olsun.

Hasan ve Hüseyin'i kime bırakıyorsun?

 

Vây babam, senden sonra nice olur hâlimiz?

Senden sonra, kimlere bakar bu gözlerimiz?)

 

Duyunca Resûlullah kızının sözlerini,

Hafifçe araladı mübârek gözlerini.

 

Ve duâ eyledi ki Allahü teâlâya:

(Sen sabır ihsân eyle yâ Rabbî Fâtıma'ya.)

 

Ve mübârek kızına buyurdu ki o zaman:

(Ey kızım, can çekişme hâlinde şimdi baban.)

 

Kendisine bunları söyleyince babası,

İçli iniltilerle çoğaldı ağlaması.

 

Hazret-i Alî ise, dedi ki: (Ey Fâtıma!

Sus, baban üzülüyor, daha fazla ağlama.)

 

Peygamber Efendimiz, onun bu dediğini,

İşitip, îkâz etti hemence kendisini.

 

Buyurdu ki: (Yâ Alî, ilişme Fâtıma'ya.

Bırak, babası için ağlasın biraz daha.)

Abdüllatif Uyan
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Fatihan - 10 Kasım 2007, 17:17:29
Hz. Ebû Bekr'in Vasıyyeti

Hazret-i Büreyde’den, edilir ki rivâyet:

O Server, bir gazâdan, zaferle etti avdet.

 

Vaktâ ki Medîne’ye, sağ sâlim döndüğünde,

Bir siyâhî câriye, gelip durdu önünde.

 

Dedi: (Yâ ResûlAllah, adamış idim ki ben,

Eğer sen, bu gazâdan döner isen sâlimen,

 

Avdet eylediğinde, huzûruna geleyim.

Eğer izin verirsen, tef çalıp söyliyeyim.)

 

O Server, câriyenin bu arzûsunu duydu,

(Eğer adadıysan çal, yoksa çalma!) buyurdu.

 

(Adamıştım) diyerek câriye o Server'e,

Başladı huzûrunda, tef çalıp söylemeye.

 

Az sonra “Ebû Bekr”in, fark etti geldiğini.

Buna rağmen susmayıp, çaldı yine tefini.

 

Biraz sonra oraya, “Osmân ibni Affân”da,

Geldi, fakat câriye susmadı o zaman da.

 

Bir müddet geçince de, geldi “Hazret-i Alî”.

Yine de câriyenin, değişmedi o hâli.

 

Lâkin “Hazret-i Ömer” gelir gelmez o yere,

Câriye, tef çalmayı bıraktı birdenbire.

 

Tefinin üzerine, oturdu hiç çalmadan.

Peygamber Efendimiz, buyurdu ki o zaman:

 

(Yâ Ömer, bil ki şeytân, senden korkar bir nice.

Câriye, tef çalmayı bıraktı sen gelince.)

 

Sa’d bin ebî Vakkâs, nakleder yine bir gün:

Hazır bulunuyorduk, huzûrunda Resûl'ün.

 

Henüz “Örtünme emri”, gelmemiş olduğundan,

Yanında, kadınlar da olurdu bâzı zaman.

 

Ona, islâmiyetten suâl soruyorlardı.

Yanında, yüksek sesle konuşup dururlardı.

 

O an “Hazret-i Ömer”, kapıya geldi birden,

Ve müsâde istedi, girmek için Resûl'den.

 

Ömer ibnil Hattâb’ın sesini işitince,

Kadınlar, o odayı terk ettiler hemence.

 

Biraz sonra odaya, girdi Hazret-i Ömer.

Tebessüm ediyordu, o sırada Peygamber.

 

Buyurdu ki: (Yâ Ömer, şimdi kadınlar vardı.

Bana, islâmiyetten suâl soruyorlardı.

 

Lâkin senin sesini işitince âniden,

Perdenin arkasına kaçtılar hepsi hemen.)

 

Yine Hazret-i Sıddîk, az kala vefâtına,

Osmân ibni Affân’ı, dâvet etti yanına.

 

Buyurdu ki: (Yâ Osmân, yazdım ki bir vasıyyet.

Ben ölünce, sen bunu, eshâba şöyle arz et:

 

Ben, Ömer bin Hattâb’ı, halîfe seçtim bizzât.

Benden sonra hepiniz, ona edin itâat.)

 

Cümle eshâb-ı kirâm, bunu kabûl ettiler.

Onu halîfe seçip, itâat eylediler.
Abdüllatif Uyan
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: kenz - 11 Kasım 2007, 14:00:45
Allah razi olsun Rahname ve Fatihan.
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Fatihan - 11 Kasım 2007, 14:04:20
Cümlemizden İnşa Allah
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Vuslat Yolcusu - 11 Kasım 2007, 18:42:23
Allah razi olsun Rahname ve Fatihan.kardeslerim
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: kenz - 21 Kasım 2007, 09:34:54
Abdurrahman-ı Tagi, çok korkardı Allah'tan.

Şiddetle kaçınırdı, her haram ve günahtan.

 

Bir gün, sevdiklerine buyurdu ki: (Bu dünya,

Hayal’den ibarettir, yahut sanki bir rüya.

 

Dünya’ya muhabbeti artarsa bir kimsenin,

Azalır ona olan muhabbeti herkesin.

 

Aksine, azalırsa dünyaya muhabbeti,

Çoğalır o nisbette, halk indinde kıymeti.

 

Dünya, kulu Allah'tan gafil eden şeylerdir.

Yani Hak teâlânın men ettiği işlerdir.

 

Bir iş ki, Allah için yapılırsa eğer ki,

O, ahiret işinden sayılır elbetteki.)

 

Bir gün de buyurdu ki: (Hak teâlâ, kullarda,

İki korkuyu birden, cem etmez bir arada.

 

Bu dünyada, günahtan kim kaçarsa korkarak,

Korkutmaz ahirette o kulu cenab-ı Hak.

 

Her kim de, hiç korkmadan işlerse günah, isyan,

Mahşere gittiğinde, korkutulur o insan.

 

Bu korku, muhabbetle birlikte olmalıdır.

Yani onun kökünde, muhabbet, sevgi vardır.

 

Mesela ben babamdan korkuyorum pek fazla.

Çünkü çok seviyorum kendisini ihlasla.

 

Yani onu üzmekten korkuyorum ben asıl.

İşte böyle bir korku, sevgi den olur hasıl.)

 

Buyurdu ki: (Eziyet etmeyin hiç kimseye.

Çünkü mezun değiliz kimseyi incitmeye.

 

Nitekim şöyledir ki, tarifi de müminin:

Onun el ve dilinden insanlar olur emin.

 

Zira bir müslümandan, kötülük sadır olmaz.

O, kötülük görse de, karşılıkta bulunmaz.

 

Sabredip, tatlı dille eder ona nasihat.

Çünkü gönül yıkmaya yoktur izin ve ruhsat.

 

İmansız olanın da kalbini kırmak yoktur.

Zira o da, Allah'ın yarattığı bir kuldur.

 

Düşünün ki bir adam, Kâbe’yi yıkar ise,

Ne muazzam bir günah işlemiştir o kimse.

 

Kâbe, kul yapısıdır halbuki ey insanlar!

Gönül ise, Allah'ın kudretiyle oldu var.

 

Rabbimiz buyurur ki: (Sığmam göğe ve yere.

Sığarım iman dolu ve kırık gönüllere.)

 

Kalp kırmak, kul hakkına girer ki hem de heyhat!

Mahşerde, ödemeye bulunmaz güç ve takat.

 

Bu haktan kurtulmanın, bir tek çaresi vardır.

O da, şehid olarak, dünyadan ayrılmaktır.

 

Zira şehid olanın, kul borcu varsa eğer,

Alacaklı olanı, Mevlamız razı eder.

 

Şehiden ölmek için, dua etmelidir ki,

Yoksa nifak üzere ölünebilir belki.

 

Kim islama hizmeti düşünse her anında,

Şehiddir o müslüman, ölse de yatağında.)
ABDÜLLATİF UYAN
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: kenz - 31 Aralık 2007, 01:44:24
Ziyâeddîn Nurşînî", âlim ve evliyâdır.

Gençlere, çok kıymetli nasîhatleri vardır.

 

O, bir gün buyurdu ki: (Yolumuzun esâsı,

Aslâ terk etmemektir büyüklerle temâsı.

 

Bir "Rehber"e kavuşmak, en büyük bir nîmettir.

Sonra yapılacak iş, Ona teslîmiyettir.

 

Yâni kendine değil, o zâta tam uyarak,

Huzûra kavuşmaktır, hem de sonsuz olarak.

 

Velhâsıl râhat huzûr, ortada durmaktadır.

Kavuşmanın yolu da, bir rehbere uymaktır.

 

Kim aklını terk edip, tam uyarsa "Rehber"e,

Kavuşur o sâyede, sonsuz seâdetlere.

 

Kim de hocası varken, "Nefsi"ne uysa eğer,

Eksik olmaz başından üzüntü, gam ve keder.

 

Bir hakîkî rehbere olan teslîmiyeti,

Nisbetinde, her insan, kazanır seâdeti.

 

“Eshâb”, teslim oldular Allah'ın Habîbine.

Yükseldiler Cennetin en yüksek mevkîine.

 

Kureyş kâfirleriyse, Ona inanmadılar.

Yalnız "baş gözü" ile bakarak aldandılar.

 

Meselâ dediler ki: (Bu, nasıl peygamberdir?

Görüştüğü kimseler, fakir ve kölelerdir.

 

Sırtında bir hırka var, dolaşır yalın ayak.

Hiç yoktur Onu bizden ayıran mühim bir fark.)

 

Eshâbı kirâm ise, Ona, “Peygamber” diye,

Bakarak, ulaştılar rızâ-i ilâhîye.

 

Öyle yükseldiler ki bu sevgiyle o zevât,

Onlar namâz kılsalar, meselâ iki rekât,

 

Gayrinin, ömür boyu yaptığı ibâdetten,

Daha kıymetli olur indAllah bu sebepten.

 

"Dünyâ" ile "Âhiret", zıttır birbirlerine.

Birini kalbe koysan, yer kalmaz diğerine.

 

İki zıt şey, bir anda, bir yerde bulunamaz.

Birisi varsa eğer, öteki gider, durmaz.

 

Kim “Doğu”ya yaklaşsa, “Batı”dan uzaklaşır.

Dünyâ'dan uzaklaşan, âhiret'e yaklaşır.

 

Dünyâya yaklaşırsan, kendini çok seversin.

Kendini sevince de, gayriyi sevemezsin.

 

Aksine, sen kendini sevmez isen hiç eğer,

Herkesi seversin ve herkes de seni sever.

 

İki zıt şey, bir yerde, bulunamazlar elbet.

Ya Allah'ın sevgisi, ya da nefse muhabbet.

 

"Allah sevgisi" varsa, bulunmaz ötekiler.

Ötekiler var ise, Allah sevgisi gider.

 

Kalplerin, saf ve temiz olması lâzım gelir.

Bu da, Hak dostlarına olan sevgi iledir.

 

Hak teâlâ Kur'ânda, buyurur ki meâlen:

(Dostlar ile berâber olun mütemâdiyen.)

 

O “Allah adamları” öyle kişilerdir ki,

Yanlarında olanlar, olmazlar fâsık, şakî.
 
 


Abdüllatif Uyan
 
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: tunike - 03 Ocak 2008, 18:04:27
eyvah mahvoldum

Genç mühendis, işe yeni başladığı şirketteki bir toplantı sırasında, masa üzerindeki gazeteye göz atıp âniden yerinden fırladı ve; “Eyvah mahvoldum!” gibilerden bir şeyler söyleyip koşar adımlarla odasına girdikten sonra, kapısını da arkadan kilitledi.

Bir anda içeride buz gibi bir hava esti. Önce şirket sahibi, toplantıyı bir bıçak gibi kesip dedi ki:

- Bu işte bir bit yeniği var. Kötü birşeyler oldu. Dikkat edin, canına kıyabilir.

Bazıları da, çeşitli şekillerde fikirlerini açıkladı:
# Biliyorsunuz ki, bugün borsa tepetaklak geldi. Mutlaka çok sayıda hissesi vardı.
# Fâiz veya repo da olabilir, %200 sınırı aşıldı.
# Dün dolar bozduracağını söylemişti. Bugün döviz âniden yükseldiği için, milyarlarca lira zarar etmiş olmalı.
# Kesinlikle yanılıyorsunuz. Daha 3 gün önce avans çekmişti. Böyle birşeyler yapmaz. Olsa olsa karısıyla kavga etmiştir.
# Öyledir öyle. Hanımını geçen gördüm, suratsızın biriydi.

Bütün ihtimaller tek tek sıralanırken, şirket müdürü dedi ki:

- Konuşmakla vakit kaybetmeyelim. Her an bir tabanca sesi gelebilir içeriden... Müdürün sözleri ortalığı tekrar gerdi. Şirkette ne kadar çalışan varsa, mühendisin kapısına yığıldı. Müdür bey yumuşak bir sesle:

- Mühendis beyyy!.. diye seslendi. Canım kardeşim! Sakın bir çılgınlık yapma! Biliyorsun ki bu dünya fânidir. Birgün zaten öleceğiz...

Mühendisin bulunduğu oda kapısı, çelik levhadan yapıldığı için, bütün çabalara rağmen kırılmıyordu. Buna rağmen içeriden çıt çıkmıyordu. Bu arada itfaiyeye haber verildi. Altıncı katta bulunan odanın pencereleri altına brandalar gerildi ve televizyon kameramanları, yüzlerce meraklı eşliğinde canlı yayına geçerek, adamın aşağı atlaması için duâya başladılar.

Mühendis bey, 10 dakika sonra kapıyı açtı. Yüzü ışıl ışıldı ve neler olup bittiğinden habersiz kapı önündeki kalabalığın şaşkın bakışları arasında gülümsedi
Az kalsın ikindi namazını kaçırıyordum arkadaşlar!..
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Müsenna - 11 Şubat 2008, 00:31:58
   FIRSAT, GANÎMETTİR

 

"İbni Hasen Samsûnî", büyük âlim ve velî.

Sohbeti, insanlara olurdu fâideli.

 

Bir gün, sevdikleriyle bir sohbet esnâsında,

Buyurdu ki: (Bu sıhhat, ne nîmettir aslında.

 

Göz, kulak, hele akıl, ne güzel birer ihsân.

Zîrâ şimdi mahrumdur bunlardan nice insan.

 

Soracak Hak teâlâ, mahşerde bize yârın.

Ki: (Bu âzâlarını, nerelerde kullandın?

 

Nerede hebâ ettin gençliğini, ömrünü?)

Bunlara cevap vermek, çok zordur mahşer günü.

 

Hadîste buyuruldu: (Hasta olmadan evvel,

Sıhhatin kıymetini bilmelidir mükemmel.)

 

Bunun gibi, fakirlik gelmeden daha önce,

Zenginliğin kıymeti bilinmeli güzelce.

 

Bir de ölüm gelmeden, bu ömür ve hayâtın,

Kıymetini bilin ki, sorulur size yârın.)

 

Bir gün de buyurdu ki: (Çalışmak îcâb eder.

Zîrâ selâm vermedi, boş durana o Server.

 

Çalışan müslümânı, çok seviyor Rabbimiz.

Bunlar, iki cihânda olurlar üstün, azîz.

 

Şeytân musallat olur, boş durana muhakkak.

Boş vakit geçireni, hiç sevmez cenâb-ı Hak.

 

Bu dünyâ bir gün biter, gaflete gelmeyiniz.

Arkanızdan, süratle geliyor eceliniz.)

 

Bir gün de buyurdu ki: (Vefâsızdır bu dünyâ.

Sanki Hayâl gibidir, yâhut tatlı bir Rüyâ.

 

Allah'ın men ettiği ne varsa, hep Dünyâdır.

Yâni dünyâ, kısaca "Harâm" ve "Mekrûh"lardır.

 

Atmak için kalbinden, dünyâ muhabbetini,

Dinlemek lâzım gelir, âlimler sohbetini.

 

Onların, acıyarak, şefkatle bir bakması,

Siler atar kalplerden karartı, kir ve pası.)

 

Günâh işliyenleri görse idi O eğer,

Derdi ki: (Yâ ilâhî, bunlara hidâyet ver.)

 

Yine buyururdu ki: (Âhir zaman bu devir.

Kızmak zamânı değil, acımak lâzım gelir.

 

"Cehennem" şu anda var, azâbı da çok çetin.

Günâhkâr kimseleri bekliyor yakmak için.

 

Kurtarmak gâyesiyle kulları Cehennemden,

Cömert davranmalıdır, daha önce herşeyden.

 

Para pul yoksa bile, bir güleryüz, tatlı dil,

Göstermek gerekir ki, bu da fazla zor değil.

 

Hep güleryüzlü idi kendi de hakîkaten.

Ayrıca, şefkatli ve çok cömertti hilkaten.

 

Sözü tesir ederdi, gönlüne her kişinin.

Zîrâ hep ihlâs ile söylerdi Allah için.

 

Söylediği şeyleri, yapardı kendi önce.

Herkes ibret alırdı, Onu böyle görünce.)

Abdüllatif Uyan
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Mahi - 15 Şubat 2008, 16:49:10
KIRIK TESTİ VE ABÂ

 

"Bâyezid-i Bistâmî" buyurdu: (Senelerce,

Nefsimi ıslâh için, çalıştım gündüz gece.

 

Riyâzet, mücâhede çektim uzun seneler.

Netîcede baktım ki, ölmemiş nefsim meğer.

 

Belimde gurur, riyâ, ibâdete güvenmek,

Her yaptığı ameli, beğenip iyi görmek,

 

Gibi hastalıklardan mütevellit bir "Zünnâr",

Bulunduğunu görüp, eyledim çok âh-ü zâr.

 

Onun için, beş sene çektim yine riyâzet.

O zünnârı, belimden kesip attım nihâyet.

 

Bir ömür müddetince, Rabbime kulluk ettim.

O’na lâyık ibâdet yapmayı çok istedim.

 

Buna kavuşmak için, gayret ettim bir nice.

Hattâ sabaha kadar, namâz kıldım çok gece.

 

Yine de namâzlarım, olmadı O’na lâyık.

Allahü teâlâya yalvardım birgün artık.

 

Gözyaşları dökerek dedim ki: "Yâ ilâhî!

 

Rızâna vâsıl olmak istiyorum ben dahî.

 

Rızâ-i ilâhîye kavuşabilmek için,

Daha neler yapması lâzımdır bu âcizin?"

 

Şöyle ilhâm geldi ki: (Şu “Testi”nle şu “Abâ”n,

Yanında bulundukça, olmaz bize kavuşman.)

 

Hemence atıverdim “Abâ” ile “Testi”yi.

Kazandım böylelikle rızâ-i ilâhîyi.

 

Sonra, Hak teâlâdan şöyle ilhâm geldi ki:

(Bana vâsıl olmayı istiyenlere de ki:

 

"Bâyezid, kırk senedir uğraştı nefsi ile.

Bir ömür müddetince çekti de bunca çile,

 

Bir “Kırık testi”siyle, bir de “Eski abâ”sı,

Yanında bulundukça, olmadı kavuşması.

 

Siz, bu hâliniz ile nasıl ulaşırsınız?

O rızâya kavuşmak, kolay mı sanırsınız?")

 

“Bâyezid -i Bistâmî” vaktâ ki etti vefât,

Bir gece, kendisini rüyâda gördü bir zât.

 

Ve suâl eyledi ki hazreti Bistâmî'ye:

(Ne gibi muâmele eyledi Allah size?)

 

Buyurdu ki: (Kabirde, bir ses duydum ilk vakit.

Diyordu: "Ne getirdin sen bize ey Bâyezid?"

 

Dedim ki: "Sana lâyık bir amel edemedim.

Huzûruna, bir sürü kusurlarımla geldim.

 

Günâh getirdimse de, şirk getirmedim ama.

Bağışla sen onları, bu doğru îmânıma.”

 

Daha sonra, kabrime gelerek Münker-Nekîr,

Sormaya başladılar: "Rabbin kim, dînin nedir?"

 

Dedim ki: "Onu bana sormayın ey melekler!

Bilâkis beni O’na sorun ki, acep ne der?

 

Eğer kabûl ederse, beni kulu olarak,

Ebedî seâdete kavuşurum muhakkak.

 

Eğer kabûl etmezse kulluğuna mâzAllah,

Ne fayda, yüzbin defâ desem de Rabbim Allah")

Abdüllatif Uyan
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: suhup - 15 Şubat 2008, 17:08:43
Teşekkürler.
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Ferzin - 19 Aralık 2008, 20:54:50
Budur senin ilacın-BAYEZİD-İ BİSTAMİ (Rahmetullahi Aleyh)


Hazret-i Bistami’nin, bir gün ziyaretine,

Bir müslüman gelerek, arz etti ki kendine:

 
(Efendim, otuz yıldır, her gün oruç tutarım.

Ve yine geceleri, kalkıp namaz kılarım.

 
Lakin bir ilerleme görmüyorum halimde.

Bir açılma, parlaklık bulmuyorum kalbimde.

 
Halbuki tam doğrudur iman ve itikadım.

Niçin bir ilerleme olmuyor, anlamadım.)

 
Kalbine, kalp gözüyle bir nazar edip onun,

Buyurdu ki: (Evladım, çaresi zordur bunun.

 
Üçyüz sene ibadet etsen de bu halinle,

Bir yere varamazsın, bu nefis engelinle.)

 
O, sordu ki: (Yok mudur peki bunun ilacı?)

Buyurdu ki: (Var ama, yapamazsın, çok acı.)

 
Dedi: (Aman efendim, nedir o, lütfen deyin.

Elbette ki yaparım, yeter ki siz emredin.)

 
Buyurdu ki: (Evine gidince öyle ise,

Üzerine giy hemen, pek eski bir elbise.

 
Bir de torba bularak, içine ceviz doldur.

Seni tanıyanların evinin önünde dur.

 
Çocukları çağırıp, seslen ki: Ey çocuklar!

Bana tokat vurana, iyisinden ceviz var.)

 
O bunu işitince, dedi ki (SübhanAllah!

Buyurduğunuz bu iş, zor geldi bana VAllah.

 
Mümkün ise, siz bana başka bir iş buyurun.

Her ne olsa yaparım, yeter ki başka olsun.)

 
Buyurdu ki: (Derdinin ilacı budur esas.

Sana, bu işten başka ne yapsan, fayda olmaz.

 
Yolumuzun esası, bu nefsi terbiyedir.

Bu yapılabilirse, bu yolda ilerlenir.)

 
Bir gün de, bu büyük zat, birkaç talebesiyle,

Gezintiye çıktılar dinlenmek gayesiyle.

 
Bir tımarhane görüp, içeriye girdiler.

Oranın doktoruna, şöyle sual ettiler:

 
(Günah hastalığıyla dertli olanlar için,

Şifa, deva olacak bir ilaç bilir misin?)

 
O doktor, bu suale cevap veremeyince,

Bunu duyan bir deli, söze girdi hemence.

 
Bir teveccühü ile hazret-i Bistami'nin,

Dedi: (Ben biliyorum ilacını bu derdin.

 
Önce, tövbe kökünü, istiğfar yaprağıyle,

Kalp havanına koyup, döv tevhid tokmağıyle.

 
Sonra, onu geçirip bir insaf eleğinden,

Pişmanlık gözyaşıyla, hamur yap onu hemen.

 
Aşkullah ateşinde pişirip, kurutarak,

Aşk-ı Muhammediye balından da katarak,

 
Kanaat kaşığıyla yer isen gündüz gece,

Günah hastalığından, kurtulursun böylece.)

 
Delinin cevabını, hepsi çok beğendiler.

(Biz cevap veremezdik onun gibi) dediler.

REHBER İNSANLAR -Abdüllatif Uyan

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: Aslıhal - 29 Aralık 2008, 23:42:56
MENKIBE
Ömer İbni Abdül Aziz (ra), hilafetinden önce kendilerine bir gerdanlık isabet etmiş. Ve hanımı Onu kullanıyor iken halife olunca hanımına hitaben: " Hanım, bu gerdanlık belki bizim hakkımız olmayarak bize isabet etmiş olabilir. Sen onu ver de beytül male aktaralım" der. Hanımı da kabul ederek teslim eder, o da beytül male yerleştirir. Daha sonra Ömer İbni Abdül Aziz (ra) vefat edip, yerine kayın biraderi halife olduğu zaman kız kardeşine diyor ki: "Kardeşim, senin hakkın olan gerdanlığı eniştem senin elinden aldı. Ben bunu sana iade etmek istiyorum." Kız kardeşi diyor ki: Kardeşim, ben kocama sağlığında itaat edip de vefatından sonra isyan edemem. Merak ediyorsan al gendi hanımının boynuna tak!" der. Yeni halife alır ve kendi hanımının boynuna takar. Bu hadise iki halife arasındaki takva anlayışını ifade eder.
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: salih1977 - 08 Ocak 2009, 15:33:47
Amin
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: sehle - 13 Kasım 2009, 18:57:33
Nasreddin Hoca ve Hiç..

--------------------------------------------------------------------------------

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: “Kimsin? ”
“Hiç” demiş Hoca, “hiç kimseyim.”
Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş: “Sen kimsin? ”
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.
“Sonra ne olacaksın? ” diye sormuş Nasreddin Hoca.
“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam...
“Daha sonra? ..” diye üstelemiş Hoca.
“Vezir” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın? ”
“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”
“Peki ondan sonra? ”
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş: “Hiç.”
“Daha niye kabarıyorsun be adam, ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: ‘hiçlik makamı’ında! ”
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: sehle - 12 Ocak 2010, 18:58:52
Hz. Ömer (ra) ve Hırsız..!!
Hz. Ömer(r.a.) halifeliği döneminde bir hırsızı cellada teslim etti.

Hırsız yalvararak bağırdı:

“Ey insanların efendisi beni bağışla ne olur, çünkü bu benim ilk suçumdur!...”

Hz. Ömer (r.a.):

“Yalan söylüyorsun ey zelil kişi, çünkü Allah (c.c.) hiç bir zaman ilk suçta hemen gazaba gelip ceza vermez.
Lutfunu izhar etmek için suçları defalarca örter, fakat sonunda adaletini göstermek icin cezalandırır.
Yakalandığına göre bu senin ilk suçun olamaz” dedi
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: şüheda58 - 12 Mart 2010, 17:17:28
bütün menkıbeler için çok teşekkürler hepinize
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: aydeniz - 23 Mart 2011, 14:38:05
Abdülvahid Bin Zeyd meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. Tebe-i tâbiînden olup, Basra'da yaşamıştır. Künyesi Ebû Beşr el-Basrî'dir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. 793 (H. 177) veya 802 (H. 186)'de, bir rivayete göre de 805 (H. 189) senesinde vefât etmiştir.

Şöyle anlatmıştır:

   Bir defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa çıkmıştık. Şam'a doğru bir müddet yol aldıktan sonra siyah renkli bir köleye rastladık. Bir odun dengini sırtına alıyordu. Köleye: "Senin sâhibin kimdir?" dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi. Aslında, benim asıl sâhibim Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce Rabbim! Şu odunlar altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de baktık odunlar altın olmuş!
   Bize bakıp; "Görüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik.
   Sonra tekrar; "Allah'ım bu altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı kabul olunup tekrar odun halini aldı. Sonra; "Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri bitmez, tükenmez." dedi. Eyyüb Sahtiyânî de şöyle demiştir: "Kölenin bu hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve son derece mahcub olup utandım."
   Sonra köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var mı?" dedim. Bu sözüm üzerine eliyle işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal geldi. Balın rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda bu baldan daha tatlı ve lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle sonra bize:
   "Allahü teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı şaşarsa, Allah'tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple ibâdet ederse, şüphesiz o da câhildir." dedi.

ARİF NİNE
   Yine şöyle anlatmıştır: Bir defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım. Nereden gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı. Bana yaklaştı; "Ey garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra: "Allahü teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O'nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi. Sonra da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü." dedi. Asânın ucundan tutup önünde yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi Mescid-i Aksâ'da buldum. Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış görüyorum, nasıl olur?" dedim. Bunun üzerine bana yol gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki de âriflerin yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek giden uçarak gidene nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç görmedim.
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: serifefr - 30 Mart 2011, 16:18:22
<<<<COCUKLAR ICIN NASIHAT YERINE ORNEK DAVRANIS>>>>


Dünyaya gelen çocuk, gerek çocuklugunda gerekse yaşaminin ilerleyen dönemlerinde çevresindeki olumlu ya da olumsuz davranişlardan etkilenir Bu nedenle çocugu etkileyecek en önemli araç onun yaninda gerçekleştirilecek dogru davranişlardir.

Bu açidan çocuklar şefkat ve sevgi ortaminda büyütülmeli ki, kişiligi ve yapisi ona göre oluşsun.Kur'an-i Kerim'de, "Hani lokman ogluna şöyle demişti "Yavrum! Allah'a ortak koşma! cünkü ortak koşmak elbette büyük bir zülümdür."(Lokman,31/13). sonra ki ayette "insana da anne babasina iyi davranmasini emrettik.

Annesi onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karninda taşimiştir. Onun sütten kesilmesi de iki yil içinde olur. (Işte onun için) insana şöyle emrettik:  

"Bana  ve anne babana şükret.dönüş banadir."(lokman,31/14)buyurmaktadir.Cocuk egitimi konusunda Hz.peygamberimizi örnek almaliyiz.O, çocoklara boş ve yalan vaadlerde bulunulmamasi yônünde ümmetini uyarmaktadir:

Abdullah b.Amir'i Rasulullah'in yanindayken annesi "gel sana hurma verecegim" diye çagirir.Bunun üzerine Hz peygamber; eger oglun yanina geldiginde ona bir şey vermeseydin amel defterine bir yalan yazilacakti" buyurdmuştur. (Ebu Davud,"edeb",88)

Başlık: Sîneme Sapladın Okları
Gönderen: fesleğen - 24 Mayıs 2011, 11:21:26
Şeyh efendinin yanına dervişi geliyor, çehresi çok değişmiş bir halde. “N’oldu evladım” diyor. “Sormayın efendi hazretleri” diyor, “pazar yerinden geliyordum, zat-ı âliniz hakkında öyle konuşuyorlar ki, siz böyle böyle yapmışsınız güya, sonra böyle böyle yapmışsınız, bunları konuşuyorlar”. Şeyh efendi ne diyor biliyor musunuz? “Ah evladım” diyor. “Sîneme sapladın okları, Allah seni ıslah etsin, Allah sana hidayet etsin”. “Efendi hazretleri ben söylemiyorum bunları“ diyor derviş. “Böyle bir hadise var, hatta ben üzüntümü paylaşayım diye…”  “Oğlum o dışarı atılmış, sokağa atılmış bir oktu. Sen aldın onu pazardan getirdin kalbime sapladın” diyor. “Niye taşıyorsun bunu bana. O dışarı atılmıştı. Ben duymasam mesele yoktu. Bunu getiren sensin. Ha o saplamış, ha sen saplamışsın. İkiniz müsâvisiniz gözümde” diyor.

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:05:56
Cebrail (a.s.)'ın Hocası
Birgün Server-i Enbiyâ “s.a.v.” mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî “r.a.” içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân “r.a.” gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr “r.a.” gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular.
Buyurdular ki:
- Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta’zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta’zîm etdiniz, diye sordum.
Dedi ki:
- Yâ ResûlAllah! Ebû Bekre ta’zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum,
- Neden dolayı hocandır.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
- Yâ Muhammed “sallAllahü aleyhi ve sellem”! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
Bana dedi ki,
- Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel’ûn oldu ve ben de ebedî se’âdete kavuşdum. Yâ Muhammed “sallAllahü aleyhi ve sellem”! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:06:44
Berberin İhlâsı 
Birisi ona gelir sorar: “İhlâsı kimden öğrendiniz?”
-Mekke-i Mükerreme’de harçlıksız kalmıştım. Basra’dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim “Peşin peşin söyliyeyim param yok” dedim, “Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?” Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti. Berber “Kusura bakmayınız efendim” dedi, “sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi” Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm. “Asla alamam” dedi, “İnan Allah’ın rızası, daha değerli”
Meclisine gelenlerden biri mübareği denemek ister. Aklınca zor bir soru hazırlar ve sorar. Mübarek “sözle mi cevap verelim” der, “yoksa halle mi?”
-İkisi de olsun.
-Eğer kendi kendini deneseydin, bizi denemeye lüzum görmezdin. Kalbindeki değişimi de mi farketmedin?
-Peki hâl ile cevabınız nasıl olacak?
-Yüzüne bak anlarsın.
Adam aynayı eline aldığında kendini tanıyamaz, çünkü yüzü simsiyahtır. Üstelik bu yola olan muhabbetinden eser kalmamıştır ki bu tard oldu demektir. Büyükleri incitmek böylesine korkunç bir cürettir işte.
Aradığına bağlı
Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi’ye gelip “Nerede o eski kardeşlikler” der, “Hani, Allah için sevenler?”
-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.
Cüneyd-i Bağdadi’nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve “Eğer rüyanda seni cennete götürürlerse üç defa ‘La havle...’ oku” diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete götürürler. Aklına hocasının sözü gelir. “La havle...” okuduğu anda kendini çöplükler, pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek, “Herkese bir mürşid-i Kâmil lâzımdır” der “aksi halde mel’ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.”
Talebelerinden biri sorar: “Hiç ibadet ve tâat yapmadan Allah’ın (Celle Celalüh) lütfuna kavuşmak mümkün müdür?
-Zaten gelen bütün nimetler Allah’ın lütfudur. Bizim gibi acizlerin ibadetlerinden ne olsun.
Son nefes, zor nefes
Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri “Aman efendim” der, “biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?
-Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana, kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi, red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.
Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir, “Kendini yorma” derler, “Cüneydin gözü Allah’ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.”
Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar: -Efendim, Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?
-İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
Kaynak:
Huzura Doğru

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:07:26
BU YÜZ ÇİĞNEMEYE DEĞİL ÖPÜLMEYE LAYIKTIR

Ebû Zerr Hazretleri anlatıyor:
Bir gün Bilal-i Habeşi ile sohbet ederken, bir mesele hakkında anlaşamayarak işi münakaşaya döktük. Bilal Hazretlerine:
Sen bundan ne anlarsın siyah kadının oğlu, diyerek hakaret ettim.
Hazreti Bilal bunu Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine söylemiş, Resulüllah beni huzuruna çağırdı. Hemen Efendimizin huzuruna koştum. Peygamberimiz bana:
- Sen rengi siyah diye Bilal'i küçük görmüş ona hakaret etmişsin. Doğru mu?
Ben çok maçup olmutum, utancımdan hiç bir şey söyleyemedim. Resulüllah devamla:
- Demek sende hala cahiliyyet devrinin adetlerinden eser var. Halbuki islamiyette insanın derisinin hiç bir ehemniyeti yok. İslamiyet ırk, renk, ve soy - sop farkını ortadan kaldırmıştır. Müslümanlıkta Allah'tan kim daha fazla korkarsa o öbüründen daha istindir. Sen bu hali nasıl işledin? Buyurdular.
Ben Resulüllah (s.a.s) efendimizin bu sözleri karşısında ziyadesiyle üzülmüş ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Resulüllah'ın huzurundan ayrıldıktan sonra doğru doğru Bilal-i Habeşi Hazretlerinin evine gidip başımı evin eşiğine koydum:
- Ey Bilal, mübarek ayakların bu kaba başın üzerine basarak geçmedikçe kendimi affetmeyeceğim ve buradan ayrılmayacağım, dedim.
Biraz sonra Hazreti Bilal içeriden çıktı, beni tutarak kaldırdı ve bana :
- Ey kıymetli kardeşim ben seni affettim, Allah da affetsin. Bu yüz çiğnemeye değil öpülmeye layıktır dedi ve beni kucaklayarak içeri aldı.
Ben Bilal Hazretlerinin bu hareketine çok sevinmiştim. Bilal'in iki gözlerinden öptüm. Sevincimden gözlerim yaşarmıştı.

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:08:32
Baykuşlar ve Nuşirevan
Yeni Şafak
Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan, bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar. Baykuşların o nağmeleri Nuşirevan'ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:
-İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kimbilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.
Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:
-Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız, bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi.
Nuşirevan, hayretle:
-Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi.
Vezir:
-Sultanım affınıza sığınarak arzediyorum. Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor. İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi.
Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil, öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mâmur ve müreffeh olmuştu. Nerede o şuurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:09:04
ALIN TERİ
İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamdın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına, ve o manzarayı görünce:
-     Kurban olayım, niçin bu işi başkalarına bırak mıyorsun? diye sordu.
-     Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile, daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır.
-     Allah’ın elçisi, Emirülmü’minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin, peygamber vasilerinin ve Allah’ın seçkin kullarının başta gelen, en önemli adetlerinden biridir.
 
 
 Bihar ul-Envar

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:10:09
Cennet Komşusu
Vaktiyle padişahlardan biri şehri dolaşmaya çıkmıştı. Tanınmamak için kıyafetini değiştirmiş, yanına da bir kölesini almıştı. Halkın kendi yönetimi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istemisti.
Mevsim kıştı. Soğuk her yeri kasıp kovuruyordu.
Yolu bir mescide düştü.
İki yoksul bir köşede titreyerek oturuyordu. Gidecek başka yerleri yoktu.
Onların ne konuştuklarını merak eden padişah yanlarına sokuldu.
Fakirlerden şakacı olanı soğuktan şikayet ediyordu:
- Yarın cennete gittiğimizde bizim padişahı oraya sokmayacağım! Cennetin duvarına yaklaştığını görürsem, pabucumu çıkarıp kafasına vuracağım.
Öteki merakla sordu:
- Onu niçin cennete sokmayacakmışsın?
- Tabii sokmam. Biz burada soğuktan donarken o sarayında keyif sürsün. Bizim halimizden haberdar olmasın. Sonra da kalkıp cennette bana komşu olsun. Ben öyle komşuyu istemem arkadaş, dedi.
Gülüstüler.
Padisah kölesine:
- Bu mescidi ve adamları unutma! dedi.
Saraya dönünce mescide adamlarını yolladı. İki fakiri alıp saraya getirdiler.
Zavallılar başımıza neler gelecek diye korkuyla bekleşirken onları dayalı, döşeli bir odaya yerleştirdiler.
- Burada yeyip, içip yatacak, padişahımıza dua edeceksiniz. Cennette size komşu olmasına karşı çıkmıyacaksınız, dediler.
Padişah ne iyi kalpli imiş, değil mi? Peygamberimiz yoksula yardım edenleri şöyle övmüştür:
"Bir mü'mini dünya dertlerinden kurtaranı, Allah, ahiret dertlerinden kurtarır."

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:12:17
Hızır Geliyor
Hoca, medresede ders verirken talebenin biri bazen ayağa kalkar. Hoca sebebini  sorar. Talebe:
- Efendim Hızır geliyor da ondan.
Hoca:
- Ben niçin göremem?
Talebe :
- Sorayım efendim, deyip tekrar geldiğinde sorar.
Hızır Aleyhisselam'ın:
- Hocan süsü ile çok uğraşıyor. Medreseye gelirken ayna önünde, cübbe sarık şöyle mi yakıştı, böyle mi yakıştı, diye fazlameşgul oluyor. bu gibi haller manevi terakkiye manidir, buyurduğunu hocaya bildirdiği günden itibaren, ayna karşısına geçmeyi terkedip, süslenmekten uzak kalan hoca efendinin, sarığı eskiyip sallanmaya bvaşaldığından "Saçaklı Hoca" ismi verilmiştir. (Rahmetullahi Aleyh)
Terakk-i maneviye mani olan zinetten uzak kalmalı.
Hatıratım, Ali Erol
Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:13:04
Hızır Olduğunu Söylerim
Ramazan... Cuma günü... Cuma vakti... Cami... Cemaat tek tük camiye girmekte. İmam kürsüde... Girenlerin arasında... O... Hızır... Hızır a.s. da genç ihtiyar arasında onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde imam sohbete başlıyor... Hızır'ın yanına  kırklarında bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş  dolmakta.
Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak. Hızır a.s. adamı dürtüklüyor:
- Uyuyacaksın, der. Adam:
- Uyumam, beni rahat bırak.
Hızır a.s. ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek:
- Uyuyacaksın dedim, der. Adam:
- Ben de sana uyumam, beni rahat bırak dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın. Bu kalabalık sakalında bir tel bırakmaz.
Hızır a.s. susar ve gözlerine kapar, boynunu büker Allah'a yönelerek:
- Ya Rabbim! Bu nasıl iştir. Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştirki bendeki listede bunun ismi yok.
Cevap gelir:
- Sana verilen listede beni sevenlerin isimleri var. O ise benim sevdiklerimden...
Allah sevdiklerinden etsin... Sevmek, seviyorum demek bir iddia. İş sevilenlerden olmak...

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: efsanef - 07 Mart 2012, 02:13:56
Hızır ve Gelin
1930'lu yıllar. Rize. Anzer, halkın kendi tabiri ile Ancer. Dünyaca balı ile meşhur olan Ancer. Binlerce poleni ve şifayı içinde barındıran balıyla meşhur Ancer. Kış. Yaylacılık yapan Ancerlilerin bir kısmı aşağıya Rize'ye şehre inmemiş, kışlamışlar. Yazdan yığdıkları otlarıyla, mallarını kışdan çıkarıp, bahara eriştirmenin çabası içindeler. Evet hepsinin mal tabir ettiği koyunları, sığırları var, tektük birkaç tanesinin de kara kovanı var. Şifa niyetine ilaç niyetine küçük bir kavanozu dolduracak kadar balları olurdu çoğunun. O da kış  bitmeden tükenir giderdi.
Meryem. Lezgilerin kızı Meryem. Yeni  gelin, beyini gurbete Samsun'a göndermiş. O da o kış yaylada kışlamış. Sabaha kadar kar yağmıştır. Tam kürekle yolu açayım deyip, kapıya yönelmekte iken, kapısı çalınır. Kapıyı açari. İhtiyar bir adam selam verir ve:
- Kızım, ben Aşağı Ancerdenim, gelinim aş eriyor, canı bal çekti, Allah rızası için, bir  iki kaşık bal verirmisin?
Meryem gelin düşünmez bile, Allah rızası değil mi der, dibinde üç dört kaşık bal kalmış olan kavonozu getirir , onun da yarısını ihtiyar'a verir. İhtiyar:
- Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin der.
Meryem, kavanozu koymak için geri döner. Kavanozun ağzını kapatayım derken birde ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolu. Meseleyi anlar, kapıya koşar, kar ile dolu yaylanın uçsuzluklarına bakar. Ne bir insan vardır ne de kar da bir iz. Gelen Hızırdır.
Aradan üç dört ay geçer, her gün bal yediği halde kavanoz her seferinde ağzına kadar bal ile doludur. Sırrını hiç  kimseye açmaz. Yaza doğru beyi gurbetten gelir. Beyine her öğün bal verir. Bal bitmez, hem ancer balı olacak, bütün kış kalacak birde her öğün kaşık kaşık yenecek, bal bitmeyecek. Beyini merak sarar, sorar, cevap alamaz. Beyi en sonunda:
- Ne olur beni  seviyorsan söyle ne oluyor. bunda bir iş var.
Meryem dayanamaz ve  ağzı kapalı kavonozu da alır ve olayı anlatır. Kavanozu açıp işte bak ağzına kadar dolu demek istediğinde bir de ne görsün?
Kavonozun dibinde iki kaşık bal kalmış.
Evet, gerçek yaşanmış  bir olay... Belki  sizin başınıza da geldi, belki  gelebilir. Meryem'in kavonozundaki  bal bitmeyecekti. Sizin de belki  cebinizdeki  araba parasını verdiğiniz bir ihtiyar ardından elinizi her cebinizdeki cüzdana attığınızda tükenmeyecek para... Ama sakın ha. Sakın ha. Hızır ile karşılaştığınızı ve sırrınızı kimseye söylemeyin....
"Bir Demet"

Başlık: Ynt: Menkıbeler
Gönderen: yildiray - 04 Eylül 2013, 17:16:01
Arkadaslar, Allah cc hepinizden razi olsun, Rabbim bu dunyada ve ahiret hayatinda,sizlere dert tasa yuzu
gostermesin. Insani,her turlu insani degerlerinden uzaklastirilmaya calisildigi  gunumuzde, boylesine muthis onem ve deger arz eden konular paylasilmiski, gercekten cok duygulandim. Ve cok begendim.
  Bu konularda yetenegi ve birikimi olan kardeslerimiz, Allah rizasi icin Paylasimlarina devam etsinler.