Sadakat islami Forum

DİNİ KATEGORİLER => CUMA SOHBET, HUTBE VE VAAZ ARŞİVİ => Konuyu başlatan: müteallim - 09 Mayıs 2008, 01:39:02

Başlık: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 09 Mayıs 2008, 01:39:02
GÖNÜL VE NAMAZ
Bizim bir hocamız vardı. Ona: "Hocam! Namaz kılmak istiyoruz, ama kılamıyoruz" deyince şöyle cevap verirdi:

"Doğru! Çünkü sizin gönül dünyanızda henüz ezan okunmadı." Çok enteresan bir tespittir bu. Yani insanın ezanını okuması lazım. Ezan, namaza hazırlıktır. Namaza insanın durabilmesi için evvela, o ruhun, o arzunun, o isteğin iç tabiatımızda, kalbimizde, gönlümüzde yaşaması, yeşermesi gerekiyor.
Namaz kılıyoruz. O hâl olmadan, o sorumluluk, o sevgi, o muhabbet olmayınca başlıyoruz işi mantıkla halletmeye. İşin zevk boyutu, maneviyat boyutu, aşk boyutu kaybolmuş. Zannım o ki, günümüz insanının en büyük problemi, ibadette aşkı kaybetmiş olmasıdır. Bu olmayınca, akıl yoluyla; "Bu olsa böyle olur. Şu olsa şöyle olmaz" gibi, yapılması gerekeni yapmak yerine işi lafla halletmeye çalışıyor.
Kulluk; daha çok bir takım arzuların gemlenmesi ile ilgilidir. Çünkü, bir şeyin doğru olduğuna inanmak onu yaşamaya yapmaya, yetmiyor. Daha çok hisler devreye girdiği için bunu yaşamaya engel oluyor. Tabii siz çok şeyin doğru, faydalı olduğunu bilirsiniz. Ama uygulamaya geçiremezsiniz. Çok şeyin de yanlış olduğunu görürsünüz, aklen bunu bilirsiniz, ama o yanlışı yaparsınız. Mümkün mü ki bir insan işlediği bir suçun vebalini, zararını anlamasın. Mümkün değil, biliyor. Ama bildiği halde niçin bunu yapıyor? Onu, ona sürükleyen bir duygu var. İnsan bir duygu seli içinde. O duygu selini müspete tebdil etmesinin adı dindarlıktır.
Yani insan o duygu selini ahlak–ı zemimeden kurtarıp ahlak–ı hamideye tebdil edecek, o duygular içerisinde aklını değerlendirecek, kullanacak. O zaman o insan, hakikaten akl–ı selim sahibi insan olur. Aklını kullanan insan olur. Gönlünü aklına hakim kılan, gönül ile akıl arasında ciddi bir irtibat kuran, o ahlak–ı zemimeyi ortadan çıkartıp ahlak–ı hamide ile aklına güzellikler gösteren insan olur. İşte erdemli, olgun insan olmak budur. Bugün hepimizin ihtiyacı bu modele, bu olgunluğa, bu kemaledir.

Başlık: Ynt: GÜNÜN SOHBETI
Gönderen: müteallim - 09 Mayıs 2008, 01:43:25
Emîr Sultan hazretleri Allahü teâlâya şöyle duâ ederek yalvardı... “Ey nîmetler veren ve rızıkları taksim eden Allah’ım! Bu fakîrin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve meyvelerini eski canlılığına kavuştur.” deyip, mübârek ellerini yüzlerine sürdü.

Daha sonra Allahü teâlânın izni ile o fakîrin bahçesinde bulunan ağaçlar ve ekili sebzeler yeşerip canlandı. Sabah olunca, ihtiyarın kalbine, ilhâm–ı ilâhî geldi ve hemen bahçesine gitti. Bahçesine girince ağaçların çiçeklenmiş, tâze yaprakları çıkmış ve sebzelerin de canlanmış olduğunu gördü. İhtiyar adam bu durum karşısında hayrete düştü. Bahçenin bir köşesinden bostana baktı ve;
“Ey rızkı veren ve mahlûkâtı yaratan Allah’ım! Yalvarmam ve niyâzım sanadır. Bana bu garip sırrı bildir. Yoksa bostanıma hazret–i Hızır mı geldi de, bahçemin ağaçları ölü iken hayat suyunu içip yeşerdi?” dedi. O esnâda Emîr Sultan, bahçenin bir köşesinden göründü. İhtiyar durumun hakîkatini anlayıp, hemen Emîr Sultan’ın ellerine sarılmak istediğinde, o gözden kayboldu. Emîr Sultan’ın duâsı bereketiyle, bahçedeki ağaçlar ile sebzelerin yeşerip, evvelki gibi meyveli olduğuna şükretti. İhtiyâr, Allahü teâlânın kudretine hayran kalıp, başından geçenleri Buhârâ halkına anlattı. Halk gelip, bahçenin hâlini görünce, hayret etti. Bu kerâmeti görünce insanlar, Emîr Sultan hazretlerinden duâ talebinde bulundular.

Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 10 Mayıs 2008, 01:15:44
Hz. Osman, Medine dönemi boyunca sürekli Resulullah (s.a.s) ile birlikte olmaya gayret gösterdi.

Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun İslâma ve müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çıkan orduların techiz edilmesinde aşırı derecede cömert davrandığı görülmektedir. Tarihçiler onun Ceyş’ul–Usra diye adlandırılan Tebük seferine çıkacak ordunun techiz edilmesine yaptığı katkıyı övgüyle zikretmektedirler. O, bu ordunun yaklaşık üçte birini tek başına techiz etmiştir. Asker sayısının otuz bin kişi olduğu göz önüne alınırsa bu meblağın büyüklüğü rahatça anlaşılır. Yaptığı yardımın dökümü şöyledir:
Gerekli takımlarıyla birlikte dokuz yüz elli deve ve yüz at, bunların süvarilerinin teçhizatı, on bin dinar nakit para (A. Köksal, IX,162). Onun bu davranışından çok memnun olan Resulullah (s.a.s); “Ey Allah’ım! Ben Osman’dan razıyım. Sen de razı ol” (İbn Hişam, Sîre, IV,161) diyerek duada bulunmuş ve; Bundan sonra Osman’a işledikleri için bir sorumluluk yoktur” (Suyûtî, a.g.e.,169) demiştir.
Hz. Osman, Veda Haccı esnasında da Resulullah (s.a.s)’in yanındaydı. Resulullah (s.a.s) müslümanları ilgilendiren bir çok meselede Osman (r.a)’ın yardımına müracaat etmiştir (H.İ.Hasan, a.g.e., I, 256).

Hz. Osman, hayattayken Cennetle müjdelenen on kişiden birisidir. Ebu Hureyre şöyle demektedir: “Osman, Resulullâh’tan Cenneti iki defa satın almıştır: Biri, Rume kuyusu ile diğeri de Ceyşul–Usre (Tebük ordusu)’yi teçhizi iledir” (Suyûtî, 170). Ebu Musa’dan rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir: “Resulullah (s.a.s), etrafı çevrili bir yere girdi ve beni kapıyı beklemekle görevlendirdi. Bir adam gelip girmek için izin istedi. Resulullah (s.a.s); “İzin ver ve onu Cennetle müjdele” dedi. Bu kimse Ebu Bekir’di. Peşinden başka birisi izin istedi. Resulullah (s.a.s) aynı şeyi tekrarladı. Sonra bir adam daha gelip izin istedi. Resulullah (s.a.s), biraz sustuktan sonra, şöyle dedi: “İzin ver ve onu da isabet edecek bir bela ile Cennetle müjdele”. Bu kimse de Osman İbn Affan’dı” (Buhârî, Fedâilul–Ashab, 7; Müslim, Fedâilu’s–Sahabe, 3; Farklı bir rivayet için bk. ibnül–Esîr, Üsdül–Ğâbe, III, 586–587).
Hz. Osman nazik, kibar, kimseyi incitmemeye aşırı derecede dikkat gösteren bir kişiliğe sahipti. Giyim kuşamına ve oturup kalkmasına çok dikkat ederdi. O, bir edep ve haya timsaliydi. Resulullah (s.a.s) bile bu konuda ona karşı diğer insanlardan farklı davranırdı. Hz. Âişe (r.an)’dan rivayet edilen bir hadisde; bir gün Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in Resulullah (s.a.s)’ın yanına girdikleri, Resulullah (s.a.s)’ın onları, gelişi güzel oturduğu halde karşıladığı; peşinden, Hz. Osman’ın içeriye girmesiyle Resulullah (s.a.s)’ın toparlanarak oturduğu anlatılmaktadır. Hz. Âişe (r.an), Osman (r.a)’a neden farklı davrandığını sorduğunda Resulullah (s.a.s) şöyle karşılık vermişti: “Kendisinden meleklerin utandığı bir kimseden ben utanmayayım mı?” (Müslim, Fedâilus–Sahabe, III).
Ashab-ı Kiram, Resulullah (s.a.s) zamanında Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a)’dan sonra sahabilerin en faziletlisi olarak onu görürlerdi (Buhârî, Fedailul–Ashab, 7). Resulullah (s.a.s), onun için; “Osman, Lut (a.s)’dan sonra ailesi ile birlikte ilk hicret eden kimsedir” (Suyûtî, 168) diyerek onu övmekteydi.
Mutedil bir fiziki yapıya sahip olup, ne kısa ne de fazla uzun boyluydu. O, güzel yüzlü ve beyaz tenliydi. Yüzünde çiçek bozuğu vardı ve gür bir sakala sahipti. Omuzlarının arası geniş ve bacakları kalındı. Kolları uzun ve çokça kıllıydı. Saçtan gürdü ve tepesinden hafifçe dökülmüştü. Saçlarını kulaklarının altına kadar uzatır ve onları sarıya boyardı. Dişleri ise altın tellerle bağlanmıştı (İbn Asakir’den naklen Suyûtî, a.g.e., 167). Hadis rivayet eden sahabilerden dup, ondan yüz kırk altı hadis rivayet edilmiştir (Suyûtî, a.g.e., 166)...


Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 10 Mayıs 2008, 01:21:06
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyAllahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in sözlerinde ve hareketlerinde hiçbir çirkinlik bulunmadığı gibi, çirkin olan hiçbir şeye de özenmezdi. Şöyle buyururdu:
“Hayırlınız, ahlâkı güzel olanınızdır. “
 

(Buhârî, Menâkıb 23, Fezâilü ashâbi’n–nebî 27, Edeb, 38–39; Müslim, Fezâil 68. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 47, 69).
Ebu’d Derda (r.a.)’den bildirildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde mü’minin terazisinde güzel ahlaktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah çirkin hareketler yapan ve kötü sözler söyleyen her kişiden nefret edip buğzeder ve onları sevmez". (Tirmizi, Birr 61).
Ebû Hüreyre radıyAllahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem’e:
– İnsanları cennete en fazla götürecek şey nedir? diye soruldu.
Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem:
– “Allah’a saygı (takvâ) ve güzel ahlâktır” buyurdu.
– İnsanları cehenneme en fazla götürecek şey nedir? diye sorulunca da:
– “Ağız ve cinsel uzuvdur” buyurdu.
(Tirmizî, Birr 62. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 29).
Ebû Hüreyre radıyAllahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mü’minlerin iman bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır. “
(Tirmizî, Radâ’ 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünne, 15; İbni Mâce, Nikâh 50).
Âişe radıyAllahu anhâ Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:
“Bir mü’min, güzel ahlâkı sayesinde, gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimselerin derecesine ulaşır. “
 (Ebû Dâvûd, Edeb 7. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 62).
Ebû Ümâme el–Bâhilî radıyAllahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Haklı bile olsa çekişip didişmeyen kimseye cennetin kenarında bir köşk verileceğine ben kefilim. Şakadan bile olsa yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine kefilim.
İyi huylu kimseye de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefilim. “
(Ebû Dâvûd, Edeb 7. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 58; İbni Mâce, Mukaddime 7 ).
Nevvâs İbni Sem’ân radıyAllahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem’e iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sordum. Buyurdu ki:
“İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde insanların bilmesini istemediğin şeydir“.
(Müslim, Birr 14, 15. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 52).

Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 10 Mayıs 2008, 23:59:41
Günlük hayatın vazgeçilmez bir alışkanlığı da Kur’an–ı Kerim ve hadis–i şerif okumak, zikretmek olmalıdır. Her gün bir miktar Kur’ân okumak alışkanlık haline getirilmelidir.
Bir müslüman kur´anin hakkini ödeyebiulmek icin günde en az 200 ayet okumali ,bu bu zamanda pek mümkün olmadigindan  bes ayet olan ihlasi serifi  elli defa okumakla bu hakki ödemelidir.her namazin arkasindan  onbir ihkas okumakla yerine getirilmis olur.

Kur’ân–ı Kerimi yüzünden okumayı bilmeyenler bir an önce öğrenmelidirler. En azından namaz surelerini ezberlemeli, bunların mealini öğrenmelidirler.
Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) Müslümanları Kur’ân’ı okumaya, mânâsını ve sırlarını kavramaya teşvik etmiştir. Çünkü Kur’ân kalblerin ve ruhların gıdasıdır. Bir Mü’min Kur’ân–ı Kerîmi okuduğunda, Kâinatın Yaratıcı olan yüce Rabbimizle konuşmaya başlamakta, Allah’ın sözlerine muhatap olmaktadır. İşte Kur’ân’ı bu şuurla okumak, Kur’ân okunurken onu edepli bir şekilde dinlemelidir.
Resûlullah (a.s.m.) buyuruyor: “Her kim Kur’ân’ı okur, ezberine alır, helâlini helâl; haramını haram bilirse, Allah bundan dolayı onu Cennete koyar ve kendisini, ailesinden Cehennemlik olan on kişiye şefaatçi yapar.” (Tirmizî, Fezâil–i Kur’ân: 13)
Hz. Âişe (r.a.) Resûlullah’ın (a.s.m.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Kur’ân’ı Kerim’i okuma ve anlamasını bilen Mü’min, mânâ alemindeki bazı meleklerle beraberdir. Okuma, öğrenme ve ezberlemede zorlukla karşılaşan kimseye de iki kat sevap vardır.” (Buhâri, Tevhid:52)
Osman bin Affan’dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: “En hayırlılarınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” (Buhâri, Fezâil–i Kur’ân:21)

 

Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 27 Mayıs 2008, 02:16:54
Emir sultan hazretleri.

Ejderhâ, sanki avını bekler gibi değil de, şerefli bir misâfiri bekler bir hâldeydi. Emîr Sultan hâriç, herkes ürkek bir hâlde ve endişe içinde yürüyordu ve; “Acabâ ejderhâ ne yapacak? Kâfileden kimlere saldıracak?” soruları zihinlerini kurcalıyordu. Kâfilenin önünde bulunan Emîr Sultan, ejderhâya yaklaşınca, ejderhâ derhâl Emîr Sultan’ın devesinin ayaklarına kapanarak; “Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!” dedi. Kâfiledekiler bu durumu hayretler içinde seyrettiler. Fakat onlara yolda katılan bey oğlu, bu duruma pek inanmadı. O sırada ejderhâ, derhâl onun üstüne atladı. Beyzâde; “Aman Allah’ım! Yâ Emîr bana yardım et!” deyince, Emîr Sultan ejderhâya onu bırakması için işâret etti. Bunun üzerine ejderhâ, derhâl geri dönerek oradan uzaklaştı. Böylece, gencin kalbindeki şüphe gitmiş oldu.

Emîr Sultan’ın kâfilesi, Sakarya Nehri kenarında bulunan bir bahçede konaklamıştı. Bahçede her çeşit meyve vardı. Fakat talebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyveleri vardı. Ama talebe, olup biteni bir türlü anlamadı. “Acabâ eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu görmedim mi?” soruları zihnini kurcaladı. Bunu fark eden Emîr Sultan; “Canın hurma yemek istiyordu, işte hurma, al ye!” buyurdu. Bunun üzerine talebe, bu durumun hocasının kerâmeti olduğunu anladı.


Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 27 Mayıs 2008, 02:19:39
Peygambere itaat farzdır 
 
 

“Allah’a ve Peygambere itaat edin ki, size merhamet edilsin.” (Al–i İmran Suresi:132) “Kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa Suresi:80)
 




Peygamberimize (sav) itaatin farz olduğunu  bildiren  bazı ayet–i kerimeler mealen  şöyledir: ”Kendilerini iyilikle emir ve münkerden nehy  eyler, iyi şeyleri onlara helal, fena şeyleri haram kılar.” (El– A’ raf Suresi:156)
“Peygamber’in size verdiğini alın, sizi kendisinden nehy ettiği şeyden de sakının.” (Haşr Suresi:7)
“Allah’a ve Peygambere itaat edin ki, size merhamet edilsin.” (Al–i İmran Suresi:132)
“Kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa Suresi:80)
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeye sizi davet ettiklerinde, Allah ve Rasulü’ne icabet edin.” (El–Enfal Suresi:24)
“De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin.” (Al–i İmran Suresi:31)

“Peygamberin emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitne veyahut elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur Suresi:64)
“ De ki, Allah’a ve Rasulü’ne itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz kafir olursunuz.” (Al–i İmran Suresi:32)
“Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle, mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik hakları yoktur.” (Ahzap Suresi:36)
“Sizin için Allah Rasulü en güzel örnektir.” (Ahzap Suresi:21)
Rasül– Ekrem (s.a.v.)’e  itaatin farz olduğunu bildiren daha birçok ayet–i  kerime   vardır. Konu ile ilgili Hadis–i Şerifler şunlardır:
“Kim bana itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan ederse muhakkak ki Allah’a isyan etmiştir.” (Kütüb–i  Sitte, c/16, sh:482)

“Haberiniz olsun “ bana Kitap (Kur’an) ve onun kadar başkası (Sünnet) verilmiştir. Haberiniz olsun, koltuğuna kurulmuş karnı tok birilerinin şöyle diyeceği gün yakındır: "Size Kur’an yeter, helal nevinden onda ne varsa onları helal bilin, haram nevinden onda ne varsa onları da haram kabul edin.” Böyle diyenden sakının...” (Kütüb–i  Sitte, c/16, sh:359)

“Dikkat edin bir adama benden bir hadis ulaşır, o da koltuğuna dayanmış şekilde : “Sizinle bizim aramızda Allah’ın kitabı vardır. Onda neyi helal kıldığını görürsek, onu helal sayarız.” diye söyler mi? Şunu bilin ki, Allah Resulü’nün haram kıldığı da, Allah’ın haram kıldığıdır.” (Kütüb–i  Sitte, c/16, sh:393)
“Size iki şey bıraktım, onlara sımsıkı tutundukça asla yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın Kitabı (Kur’an), ve Peygamber’in Sünneti” (El–Esas Fi’s Sünne)
İmam Evzai (rh.a.) diyor ki : “Sünnet, Kur’an’ın açıklaması olarak gelmiştir.”


 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 01 Haziran 2008, 01:08:04
Fatih ve Fetih   (1)


Fetih kelimesi anlam olarak açmak, yol göstermek, önündeki engelleri kaldırmak… gibi anlamlara gelir. Fetih kelimesi hem fert, hem de milletin meselelerini anlama ve yaşamada doğru kavranılması gereken bir kavramdır.
Rabbimizin isimlerinden biri de Fettah’dır. Kulların her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan, kolaylaştırandır.
Fetih ruhu bir olgunluk, bir fazilet, bir irfan ve hakikat yumağıdır.
Fetih ruhlu, fetih ahlakında olan insan kendini aşmış, artık kıtalara, kainata sığmayan insandır. O, inandığı gerçek uğruna yola çıktığında artık hiçbir engel tanımaz. Hiçbir bahane onu geride bırakmaz. O fetih adamıdır. O sürekli koşacaktır. O sürekli meseleleri aşacaktır. Onun en zevk aldığı işler zor işlerdir. Onlar dertlerini zevk edinen kişiler.
Bir de bu ahlakın piri olmuş, gönüllerin fatihi olmuş kişileri düşünürsek onlar zirvede olanlardır. Analardır, hocalardır, öğretmenlerdir, bilge kişilerdir, paşalardır, ediplerdir… Allah’ın Fettah isminin tecellisine mazhar olan, gönül kuşlarıdır.
Alperenlerin rengarenk kanatlarından, çabalarından biri de fetih ruhlu oluşlarıdır.
Fatih İstanbul’u fethettikten sonra fatih oldu. Fetih’ten sonra surlardan içeri girdiğinde kendisine anahtarlar verildi. Anahtarlar sahibine verilir. Koca Sultan, “Ben hükümdarım. O benim hocamdır. Fatihleri yetiştirendir” diyerek gönüller fatihini, Akşemsettin’i işaret eder.
Fatih Sultan Mehmet nasıl Fatih oldu? Onu yetiştiren insanlar nasıl yetiştirdiler?
Fethi ve Fatihi anlamaya çalışırken bu hakikati bu metodu iyi tahlil etmemiz gerekir.
Fetih ruhlu insanlar okullarımızın sıralarından çıkacaktır. Onları nasıl bulmalı, nasıl hedef vermeli, maddi manevi gücüyle onları kendisine milletine dinine faydalı bir deha olarak bulup nasıl ortaya çıkarmalı bunların ciddi hesapları yapılmalıdır.
Fatih, talebelik yıllarında bir ara işi gevşetmek ister. Babası durumu fark edince Molla Gürani’ye onu teslim eder.
Dirayetli, ciddi disiplinli ama gönülleri kazanan fatih olan Molla Gürani şehzadeyi derse çağırır. Uşaklara bile itibar eder ama geleceğin sultanını görmezden gelir. Talebesine sıradan biri gibi davranır ve “Otur!” der, “Hayır oraya değil, şuraya!” O güne kadar emretmeye alışan şehzade şaşakalır. Belki de hayatında ilk kez diz çöker. Molla emsileyi açar ve emreder: “Darabe (Dövmek) fiilini çek bakayım!” Fatih fiili kafasına göre çeker. Çat pat bir şeyler söyler işte. Molla Gürani’nin kaşları yıkılır, kafasını “olmadı” gibilerden sallar, bakışlarıyla azarlar. Sonra üstüne basa basa fiili çeker ve sesini yükselterek misallendirir: “Döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki!”
Fatih ağlamaklıdır. Dudakları uçuklar. Korkudan sesi titrer. İçinden son cümleyi tekrar eder. “Darabtühü cidden şediden.” İnanın döver mi döver. Bundan böyle saray halkına rezil olmak da vardır işin içinde.
Şehzade artık geceleri ödev yapmaya başlar ve ezberlerini aksatmaz. Daha doğrusu aksatamaz. Ama gün gelir ilmin tadını alır. Eski haşarılıklarından utanır. Çok değil üç beş ay sonra bambaşka biridir o. Molla Gürani hazretleri “Arabi ve Farisi bilmek yetmez” der, “Düşmanlarının da lisanını öğrenmelisin!”                                                 
 
devami var.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: Miftahulkuluub - 01 Haziran 2008, 01:20:45
Teşekkürler  : )
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 01 Haziran 2008, 01:29:01
İstanbul’un Fethi” ve “Fatih”e dâir -2-  
 
Mayıs ayına, “Fetih ve Fâtih Ayı” dense lâyıktır. Zîrâ Fâtih Sultân Mehmed Hân’ın vefâtı 3 Mayıs’ta, naaşının İstanbûl’a getirilmesi 22 Mayıs’ta, “İstanbûl’un Fethi” de 29 Mayıs’ta olmuştur.
Aslında bu ayın başından itibâren, onunla ilgili makaleler yazılabilirdi; ama dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılışına başlangıç kabul edilen “İstanbûl’un Fethi” hâdisesi, 29 Mayıs’ta olduğu için, fetih târihine denk getirmek maksadıyla, makalelerimizi bu haftaya tehîr ettik... İstanbûl’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona “Feth-i Mübîn” denildi. Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahramân ve cihângîrle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelir. İstanbûl’u, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih’in hayâtı, Garp’ta ve Şark’ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitâplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamayacak kadar çok üstün vasfı vardır...

MÜJDEYE KAVUŞAN ORDU...
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne’de doğan, Osmanlı padişahlarının yedincisi ve İstanbûl’un fâtihi, II. Murad Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn’un oğlu ve II. Bayezid Hân’ın babası olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, daha 21 yaşında iken, İstanbûl’u alarak, Bizans İmparatorluğu’na son vermiştir.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbûl’u fethetmek, Hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek idealiyle yanıp tutuşan Sultân Mehmed, bu büyük mes’elenin halline çalışıyordu. Bu sebeple, kaynakların belirttiğine göre, Pâdişâh, hep İstanbûl’un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile, o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük âlim ve velî Akşemseddîn, onun İstanbûl’u fethedeceğini kendisine müjdelemişti...
Peygamber Efendimizin (aleyhisselâm); “Kostantîniyye (İstanbûl) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur” meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye, Fâtih ve ordusu kavuşmuştur.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Donanmayı, Beşiktâş’tan Halîç’e indiren teknik zekâ Fâtih’e mahsûstur. Halîç’te, Kâsımpaşa’dan başlayarak boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatıp, Kâsımpaşa-Ayvansarây arasında 5.5 metre eninde köprü teşkîl ettirmesi, yine onun askerî ve teknik zekâsının mahsûlüdür.
29 Mayıs sabâhı yapılan son taarruzda, Ulubatlı Hasan’ın burçlara bayrak dikmesi ile coşan askerler, delik deşik olan sûrlardan içeri girdiler. 20 parça donanma ve 300.000 askerden müteşekkil ordunun, yeri-göğü sarsan “tekbîr” ve “tehlîl” sesleri arasında, İstanbûl düştü. Bundan önceki, asırlar boyu devâm eden 28 kuşatmada İstanbûl’u almak nasîp olmamıştı. Fâtih Sultân Mehmed Hân, salı günü öğleden sonra Topkapı’dan şehre girdi. Bu şekilde Orta Çağ sona erdi, Yeni Çağ başladı...
Fetihten sonra, bütün Ortodoks Hıristiyânların başı olan Patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmadı.
İstanbûl’un düşmesinden sonra, sûrlarda Ceneviz kumandân ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Fâtih Sultân Mehmed, bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmadı; sâdece Ceneviz vâlîsi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi.

FETHİN SEMBOLÜ: AYASOFYA
Dünyânın en büyük kilisesi ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya (Sainte-Sophie), fethin bir sembolü olarak câmiye çevrildi. Fâtih bu ma’bedin kıyâmete kadar “Câmi” olarak kalmasını yazılı vasiyet etti ve Allah için vakfeyledi.
Toplam 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, 17 devlet fetheden, büyük bir askerî dehâya sâhip olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1481’de 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, 3 Mayıs 1481 günü Gebze’de vefât etmiştir. Cenâzesi İstanbûl’a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir...
 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 01 Haziran 2008, 01:30:00
İstanbul’un Fethi” ve “Fatih”e dâir -3-  
 
Çok cesûr ve çok zekî olduğu kadar, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdâr olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça, Yunanca biliyor, Avrupa ilim ve tekniğini de çok iyi takip ediyordu. Coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine karşı husûsî bir merâkı vardı ve astronomi, matematik, askerlik, târih, coğrafya bilgisi çoktu. Kelâm ve matematikte devrinin otoritelerindendi.
Edebiyâta da merâkı çoktu; hattâ “Avnî” mahlasıyla şiirler de yazdı; sarayda dîvânı olan ilk pâdişâhtır. Fâtih, medreseleri bizzât teftîş eder, dersleri dinler ve mükâfât verirdi. Sarâyda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi cemiyetlerde büyük ilmî münâzaralar yaptırırdı.
Çeşitli ilimleri öğrenmek için devrin en mütehassıs âlimlerini kendisine hoca ta’yîn ederdi. Bunlar her gün muayyen sâatte gelip, kendisine ders okuturlardı. Molla Yegân, Molla Akşemseddîn, Molla Akbıyık, Hocazâde, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Molla İlyâs, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkâdir, Hasan Samsûnî, Molla Hayreddîn gibi büyük âlimler ona hocalık yapmışlardır.

ELÇİYE VERİLEN CEVAP!
Fâtih Sultân Mehmed Hân, 23 Martta ordusuyla Edirne’den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbûl adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Halîç’e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine, genç Pâdişah İkinci Mehmed; “Ya ben bu şehri alırım, ya bu şehir beni” cevâbını verdi.
Fâtih’in yüksek vasıflarından bâzıları şunlardır:
Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî iş birliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden, yaz-kış demeden seferlere çıkmıştır.
Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket ederdi. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbîrleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hâzırlayan bir insandı.
Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin iş birliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı.
Kumandânlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkîk eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhûrdur.

HESAP UZMANI BİR SULTAN
Fâtih Sultân Mehmed, soğukkanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşmân hatlarına girerek göstermiştir. İstanbûl Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi, bu cesâretinin büyük örneğidir.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenirdi. Râhatlıkla söylenebilir ki, Osmânlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih’tir.
Topçuluğa da gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih’ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmânı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydân muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesâplarını bizzât kendisi yaptı.
Cenâb-ı Hak, ona rahmet eylesin ve Cennet’te en yüksek makâmlar ihsân buyursun.
 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 12 Haziran 2008, 23:25:58
Kur’an’ın yüceliğini tefekkür 
 
 

Amr b. Meymûn (r.a) şöyle demiştir: "Sabah namazını kıldığı zaman Kur’an’ı açıp yüz ayet okuyan bir kimseyi, bütün insanların yaptığı hayırlı amelleri yapmış bir kimse gibi, Allah Teâlâ yüceltir’.


Hâlid b. Ukbe Allah Rasûlü’ne (s.a) gelip, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana Kur’ân oku!’ diye teklifte bulununca, Hz. Peygamber şu ayeti okudu: ‘Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor’ (Nahl/90). Bunun üzerine Hâlid, Rasûlullah’a ‘Ne olur, aynı ayeti tekrar et’ diye yalvarınca, o da aynı ayeti yeniden okudu.
Hâlid ‘Allah’a yemin ederim ki Kur’an’ın halâveti vardır. Kur’an’ın üzerinde pırıl pırıl parlayan bir nur vardır. Onun altı yapraklı, üstü ise meyve vericidir. Beşer böyle bir sözü asla söyleyemez’.(İbn Abdilberr, İstiâb; Beyhakî, Şuab’ul-İman)
Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: ‘Allah’a yemin ederim, Kur’ân dan daha üstün bir zenginlik olmadığı gibi, ondan mahrum olmaktan da daha fakirlik yoktur.
Fudayl b. Iyaz şöyle der: ‘Haşr sûresinin son ayetlerini sabahladığında okuyup aynı günde ölen bir kimsenin defteri, şehidler defterinin mührü ile mühürlenir. Akşamleyin aynı sûrenin son ayetlerini okuyup o gecede ölen bir kimsenin de defteri şehidlerin defterlerini sonuçlandıran mühürle mühürlenir’.
Kasım b. Abdurrahman şöyle der: "Abidlerden birine dedim ki ‘Senin oturduğun bu halvethanede kendisiyle arkadaşlık edeceğin kimse yok herhâlde’. Bunun üzerine elini mushafa uzatıp dizlerinin üzerine koydu ve dedi ki: ‘İşte arkadaşım budur’.
Hz. Ali şöyle demiştir: ‘Üç şey vardır ki, insanın zekâsına kuvvet verir ve balgamı söker:
a) Misvak kullanmak,
b) Oruç tutmak,
c) Kur’ân okumak’.
Kur’an-ı Kerim’i gafletle okumak yanlıştır. Nitekim Resulullan (sav) şöyle buyurmuştur:
"Kur’ân seni yasaklardan alıkoyduğu müddetçe Kur’an’ı oku. (O zaman onu okumuş sayılırsın). Eğer Kur’ân, seni yasaklardan alıkoymazsa onu okumuş sayılmazsın". (Taberânî, Abdullah b. Amr’dan)
"Kur’an’ın haram ilân ettiklerini helâl bilen bir kimse, Kur’an’a iman etmemiştir". (Tirmizî, Suheyb’den)
Hasan Basrî (r.a) şöyle der: ‘Siz Kur’an’ın okunmasını konaklar edinmişsiniz, geceyi de deve...
O deveye biner, onunla konakları geçersiniz. Oysa, sizden öncekiler Kur’an’ı rablerinden emirler ve fermanlar olarak görürlerdi. Geceleyin sabahlara kadar Kur’an’ı düşünür ve gündüzleyin onun ahkâmını
uygularlardı’.

 
Başlık: kanaat
Gönderen: müteallim - 13 Haziran 2008, 01:57:45
Kanaat.


Allah sevgili kullari, mevcuda kanaat eder; yiyecek, giyecek, binek vasıtası, mesken ve benzeri dünyalıklarda fazlasını istemezlerdi.
Hakîm-i Tirmizi hazretlerine, “Kanaat nedir?” diye sorulunca, “İnsanın kısmetine düşen rızkına razı olmasıdır” cevabını vermişti.
Muhammed bin Vâsi hazretleri, ekmeğini tuza veya sirkeye bandırıp yerdi. Derdi ki: “Dünyadan bu kadarına kanâat ve rıza gösteren, insanlar için kendini zelîl kılmaktan kurtulmuş olur!”
Süfyan-ı Sevrî hazretleri de şöyle derdi: “Şu zamanda, karnını doyurmak için bir arpa ekmeğine kanâat etmeyen kimse, zillet ve hakarete müptelâ olmaktan kurtulamaz!”
Biri kendisine, “dünyalık yığmak” hakkındaki fikrini sorunca buyurdu ki:
“Dünyalık yığan adam beş şeye müptelâ olur: 1- Uzun emel. 2- Şiddetli hırs. 3- Aşırı bahillik, cimrilik. 4- Âhireti unutmak, 5- Vera ve takvada noksanlık!”
Hâmid el-Leffâf buyurdu ki: “Zenginliği kanâatle elde etmek isteyen muvaffak olur; mal ile zengin olmak isteyen ise yanılmış olur!”
Buyuruldu ki: Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Haset yıpratır, nefret çökertir.
Mevcuda şükretmeli, kanaat etmeli. Mevcutla devam etmeli. İsraf, küfran-ı nimet, hep “Bu bana lazımdır” diyerek başlar. Bir kere bu bana lazımdır deyince onun ardı gelir, bu da lazım, şu da lazım diye devam eder. Lazım dediğine kavuşmak için dinin dışına çıkar da haberi olmaz.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Kim insanlardan bir şey istemezse, Allahü teâlâ onu zengin eder. Kanaat edene de Allahü teâlâ kâfidir.”
“Şüphelilerden sakınan insanların en abidi olur, kanaat eden en çok şükredenlerden sayılır, kendisi için sevdiğini başkası için de seven kâmil bir mümin olur.”
“Allahü teâlânın ihsan ettiği az rızka, kanaat eden mümin, kurtuluşa ermiştir.”
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: yalçıntaş - 14 Haziran 2008, 21:24:34
değerli arkadaşımız çok teşekkür edriz böyle güzel sohbetleri bizimle paylaştığınız için
Başlık: ihlas ve zühd
Gönderen: müteallim - 22 Haziran 2008, 02:23:13
ihlas ve zühd

İhlas, kalbin temiz olması demektir. Kalbin temiz olması da, kişinin dünyaya düşkün olmaması, onu sevmemesi, yalnız Allahü teâlâyı sevmesi ile mümkündür. Kalbin Allahü teâlâyı sevmesi için, bir şey yapmak, çalışmak gerekmez. Kalb, dünya sevgisinden kurtulursa, Allah sevgisi kalbe kendiliğinden yerleşir. Kalbin dünya sevgisinden kurtulması için, dünyayı unutması gerekir. Dünyayı unutmaya (Fenafillah) denir. Fenafillaha kavuşmak, Allahü teâlâyı unutmamakla veya evliyadan büyük bir âlimden veya onun kitaplarından istifade etmekle de olur. Cenab-ı Hakkın sevmediğini severek ona kavuşulamaz.
Dünyaya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği bir şeydir. Bunun için, Allahü teâlânın verdiği ilmi, gücü kuvveti, sadece dünyalık elde etmede kullanmak insanı Allah sevgisinden mahrum bırakır. Hatta bunları O’nun sevmediği yasak ettiği yolda kullanmak Cenab-ı hakkın gazabına sebep olur.
Hammâd bin Zeyd buyurdu ki: “Dünya hakkında zühd ve kanâat sahibi olmak kadar şeytanın belini kıran bir şey yoktur!”
Yunus bin Ubeyd hazretlerine, “Zâhitliğin gayesi, nihayeti nedir?” diye sormuşlar. O, şu karşılığı vermiştir: “Dünyada, dünyalıklar ile tam bir rahat ve itmi’nânın yokluğuna ermektir, varlığı ile yokluğunu bir tutmaktır.”
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki: “Her kim ki dünyaya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nurlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyaya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve halis niyetle ve batıni nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur.”
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: “Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da melundur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için masivayı yani Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lazımdır.”
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Dünyaya düşkün olmak, insanın ahiretine zarar verir. Ahiretini seven dünyada haramlardan sakınır. Bu böyle olunca, siz bakiyi fâni üzerine tercih ediniz!”
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 22 Haziran 2008, 02:31:43
İslâm dini beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve ramazan orucunu tutmak. “ (Buhârî, Îmân 1, 2; Tefsîru sûre (2), 30; Müslim, Îmân 19-22.)
Talha İbni Ubeydullah radıyAllahu anh şöyle dedi:
Uzaktan sesini duyup ne dediğini anlayamadığımız saçı başı dağınık Necidli bir adam Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldi. Resulullah’a yaklaştı. Bir de baktık ki, İslâm’ın ne olduğunu soruyor. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallAllahu aleyhi ve sellem:
- “Bir gün bir gecede beş vakit namaz kılmaktır” buyurdu. Adam:
- Kılmam gereken başka namaz var mı? dedi.
- “Hayır yok! Nâfile olarak kılarsan o başka” buyurdu. Resûlullah sAllahu aleyhi ve sellem sözüne devam ederek:
- “Bir de ramazan ayı orucunu tutmaktır” buyurdu. Adam yine:
- Tutmam gereken başka oruç var mı? dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
- “Hayır yok. Nâfile olarak tutarsan o başka!” buyurdu.
Râvî Talha radıyAllahu anh diyor ki, Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem adama zekât vermeyi söyledi. Adam:
- Vermem gereken başka sadaka var mı? dedi.
- “Hayır yok. Nâfile olarak verirsen o başka” buyurdu.
Bu defa Adam:
- Bu söylediklerinden ne fazla ne eksik yaparım” diyerek Resûlullah’ın huzurundan ayrıldı.
Bunun üzerine Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem:
- “Eğer sözüne sahip çıkarsa, kurtuldu gitti” buyurdu.
(Buhârî, Îmân 34, Savm 1, Şehâdât 26, Hiyel 3; Müslim, Îmân 8, 9. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 1; Tirmizî, Mevâkît 4; Sıyâm 1; Nesâî, Sıyâm 1, Îmân 23).
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: ruy-ı zemin - 22 Haziran 2008, 09:45:54
teşekkür ederiz. ellerinize sağlık.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: zaman_1453 - 06 Ağustos 2008, 23:01:52
Şükran kesira....
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: ASUDE - 07 Ağustos 2008, 20:15:27
:emek
Başlık: Tevekkül ve sabir
Gönderen: müteallim - 08 Ağustos 2008, 02:19:57

Tevekkül ve sabir

Muhammed Masum hazretleri buyurdu ki: “İnsana gelen elemler, sıkıntılar takdir-i ilahi ile gelmektedir. Razı olmak gerekir. İbadetlere devam, elemlere, hastalıklara sabredebilmelidir. Allahü teâlânın kereminden afiyet beklemelidir! Mahluklardan bir şey beklememeli, her şeyin Hak teâlâdan geldiğini bilmelidir! Dertlerden, elemlerden kurtulmak için dua ve istiğfar etmelidir! Onun takdiri, iradesi olmadıkça, kimse kimseye zarar veremez. Bununla beraber, sebeplere yapışmak, Peygamberlerin yoludur. Sebeplerin tesirini de Allahü teâlâdan talep etmelidir!”
Allahü teâlâ, Davud aleyhisselama şöyle vahyetti: “Bir kul, kullara değil de bana ihlasla tevekkül ederse, herkes ona tuzak kursa, ona mutlaka bir çıkış kapısı açarım. Bir kul da bana değil mahluka güvenirse, bütün yükseliş sebeplerini keser ve çöküş yollarını kolaylaştırırım.”
Allah’a teslim olmak da Allah’ın kulu olmak ve Onun her emrini yapmaya hazır beklemek demektir. Zaten Müslüman, Allah’a teslim olan insan demektir.
Tevhidin, ihlasın esası olan tevekkül de zaten, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi Ondan bilip katlanabilmektir. Sabır gösterebilmektir. Sabır üç çeşittir: Belaya sabır, din bilgilerini öğrenirken ve ibadet yaparken sabır, günah işlememek için sabır. Her musibetin geçici olduğunu bilen, belaya maruz kalınca kendisini teselli eden başarılı olur.
Musibete sabırsızlık göstermek, ondan da büyük musibettir. Belaya sabredilmezse, musibet iki olur. Musibete maruz kalıp zarar gören; gözü çıkan, kulağı sağır olan veya başka azası yok olan müminin günahları affolacağı için, ahirette büyük mükafata kavuşur.
Hadis-i şerifte, “Kim Allahü teâlânın verdiği az rızka razı olursa, Allahü teâlâ da onun az ameline razı olur” buyuruldu. Aza kanaat etmek, çoğu istememek değildir. Bulunduğu duruma razı olmak demektir. Dâvüd aleyhisselâm, oğluna buyurdu ki:
“Oğlum sana üç öğüt vereyim! 1- Elde edemediğin şeye üzülme, (Kısmet böyle imiş) diyerek Allaha tevekkül et! 2- Eline geçene râzı ol! (Kısmetim bu imiş) diyerek Allahü teâlânın taksimine razı ol! 3- Elinden çıkana ve kaybettiğine sabret! (Mukadderat böyle imiş) de!”
Başlık: Firdevs cennetini istemek
Gönderen: müteallim - 20 Ağustos 2008, 01:03:25
Firdevs cennetini istemek 
 
 

Resûlullâh (sav) buyurdu ki: "Her kim Allâh’a ve O’nun Resûlüne îmân eder de namaz kılar ve Ramazan’da oruç tutarsa, onu Cennet’e koymak Allah üzerine (sanki) bir hak olur.


İbn–i Mes’ud ( r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v) “Allah’ın kitabından bir harf okuyanın, okuduğu harfe karşılık sevabı vardır. Bir iyilik on katıyla değerlendirilir. Elif, Lâm, Mîm bir harftir demiyorum. Elif de harftir, lâm da harftir, mim de harftir” buyurmaktadır (Hadis hasen, sahîhtir, Tirmizî ).


Yine Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
"Her kim Allâh’a ve O’nun Resûlüne îmân eder de namaz kılar ve Ramazan’da oruç tutarsa, onu Cennet’e koymak Allah üzerine (sanki) bir hak olur. O kimse ister Allah yolunda cihâd etsin, isterse içinde doğduğu toprağında, (evinde) otursun". Bunun üzerine Ashâb: "Yâ Resûla’llâh! (Bu haberi) halka müjdelemez miyiz?" demişlerdi. Resûl-i Ekrem (şöyle) söyle (yerek istidrâk eyle) di:
"- Cennet’te yüz derece vardır ki, Allah onları Allah yolunda cihâd eden mücâhidler için hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesâfe, gökle yer arasındaki mesâfe gibidir. Siz Allah’dan (Cennet) istemek dilediğinizde Ondan Firdevs’i isteyin!. O, Cennet’in efdalidir ve Cennet’in en yücesidir".


Sahîh–i Müslim’de, Ukbe b. Âmir (r.a)’den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: “Biz, Suffa’da iken Resûlullah (s.a.v) dışarı çıkıp: “Günah işlemeksizin ve akrabalık bağını koparmaksızın Buthan’a yahut Akik’a kadargidip oradan iri hörgüçlü iki deve getirmeyi hanginiz ister?” diye sordu.
“Ya ResûlAllah! Biz bunu isteriz” dedik. “Öyle ise sizden herhangi birimescide gider de celil ve aziz olan Allah’ın kitabından iki âyet öğrenir yahut okursa bunlar onun için iki deveden daha hayırlıdır. Üç âyet onun için dört deveden daha hayırlıdır. Bu âyetlerin sayıları arttıkça, o kadar deveden daha hayırlıdır.”


İbn Mes’ud (r.a) Hz. Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bir kavme, Allah’ın kitabını en iyi okuyanları imamlık eder” (Müslim).
Câbir b. Abdullah (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (sav), Uhud’da öldürülenlerden iki kişiyi biraraya getirdikten sonra: “Bunlardan hangisi Kur’an’la daha fazla haşır neşirdi?” diye sorar; birine işaret edilldiği takdirde, önce onun defin işlemini yapardı (Buhârî–Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce).


İmrân İbn Husayn (r.a) anlatıyor: Bana Kur’an okuyan bir kadın uğradı, okudu sonra karşılık istedi ardından da bu isteğini geri alarak şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: “Kim Kur’an okursa karşılığını Allah’dan istesin. Bir zaman gelecek insanlar Kur’an okuyacaklar da karşılığını insanlardan isteyecekler” (Hadis hasendir, Tirmizî)


 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 21 Ağustos 2008, 01:09:21
Ebû Hüreyre radıyAllahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Hiç şüphesiz Allahü Teâlâ kıyâmet günü:
“Nerede benim rızâm için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka gölgenin bulunmadığı bugün onları, kendi arşımın gölgesinde gölgelendireceğim” buyurur.
Müslim, Birr 37. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53.


Ebû Hüreyre radıyAllahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!”
Müslim, Îmân 93–94. Ayrıca bk. Tirmizî, Et’ime 45, Kıyamet 56; İbni Mâce, Mukaddime 9, Edeb 11.


Ebû Hüreyre radıyAllahu anh’den rivâyet edildiğine göre Peygamber sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Adamın biri, bir başka köydeki (din) kardeşini ziyâret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, adamı gözetlemek için onun yolu üzerinde bir meleği görevlendirdi. “ Ebû Hüreyre önceki konuda geçen 362 numaralı hadisi “Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor” cümlesine kadar rivâyet etti.

Müslim, Birr 38.
Ebû İdris el–Havlânî rahımehullah’dan şöyle dediği nakledilmiştir:
"Dımaşk mescidine girmiştim. Bir de ne göreyim, güleç yüzlü bir delikanlı ve başına toplanmış bir grup insan. Bunlar bir konuda görüş ayrılığına düştüler mi hemen o delikanlıya başvuruyor ve fikrini kabulleniyorlardı. Bu gencin kim olduğunu sordum. “Bu Muâz İbni Cebel radıyAllahu anh’tır” dediler.

Ertesi gün erkenden mescide koştum. Baktım ki o genç benden evvel gelmiş namaz kılıyor. Namazını bitirinceye kadar bekledim sonra önüne geçerek selâm verdim ve:
– Allah’a yemin ederim ki ben seni seviyorum, dedim.
– Allah için mi seviyorsun? dedi.
– Evet Allah için, dedim. O yine:
– (Gerçekten) Allah için mi seviyorsun? dedi. Ben de:
– Evet, (gerçekten) Allah için seviyorum, dedim.
Bunun üzerine elbisemden tutarak beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi.
– Mübarek olsun sana. Zira ben Resûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim:
“Allah Teâlâ, ’Sırf benim için birbirini seven, benim rızâm için toplanan, benim rızâm uğrunda birbirini ziyaret eden ve sadece benim rızâm için sadaka verip iyilik edenler, benim sevgimi hakederler’ buyurmuştur. “
Muvatta, Şa’r 16.

Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 23 Ağustos 2008, 00:21:57
Nefsine ve şehvetine hakim olamayan...
 
Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: “Ben, her şeyden fazla bir itina ile nefsime bakmışımdır. O, bazen benimle beraberdir, bazen de aleyhime geçmiştir... Ey insanlar, birbirinizle husumete düşmezden evvel, nefslerinizi şehevî arzulardan alıkoyunuz!” Onların bu husustaki delillerinden biri, Peygamber efendimizin: “Cennet nefse hoş gelmeyen şeylerle, cehennem de şehvetlerle süslenmiştir” meâlindeki sözleri ile nefsine ve şehvetine hakim olamayanın Cehenneme gideceği bildirilmiştir.
Hasan-ı Basrî buyurdu ki: “Üstündeki sahibini dinlemeyen çılgın bir atın gemlenmeye olan ihtiyacı, senin nefsini gemlemeye olan ihtiyacından daha fazla olamaz!”
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: “Aklı dinlemeyen, en çok ona isyan eden şehvettir. İnsanların, başkalarının ayıplamaları gibi sebeplerle bu şehvetten kaçınmaları faydalı ise de, büyük sevap alamazlar. Fakat günah işlemek için bütün imkanlara sahipken, ortada hiçbir korku yok iken, sırf Allah rızası için, Allah’tan korktuğu için şehvetine esir olmazsa, ona mani olursa, en büyük fazilete kavuşur. Bu derece sıddıklar, şehidler makamıdır.”
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Hayâ, iffet, dile hakimiyet ve akıl, imandandır. Böyle kimselerin ahiret arzusu çoğalır, dünya hırsı azalır. Cimrilik, müstehcenlik, çirkin sözlülük, hayâsızlıktan, nifaktan ileri gelir. Böylelerinde dünya hırsı çoğalır, ahiret arzusu azalır.”
Nefsî arzuların insanı çok zorladığı çağ da geçlik çağıdır. Bunun için bu çağda yapılan ibadetler çok kıymetlidir.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Gençlikte, şehvetin, asabiyetin kapladığı anlarda, İslamiyet’in bir emrini yerine getirmek, ihtiyarlıkta yapılan aynı ibadetten çok üstün ve kıymetli olur. Çünkü, engeller karşısında, ibadeti yapmak güçlüğü, sıkıntısı, o ibadetlerin, şanını, şerefini göklere çıkarır. Engel olmayarak, kolay yapılan ibadetler, aşağıda kalır. Bunun içindir ki, insanların yüksekleri, meleklerin yükseklerinden daha üstün olmuştur. Çünkü insan, engeller arasında ibadet ediyor. Melekler ise, engel olmadan emre itaat ediyor. Savaşta, askerin kıymeti artar ve savaşırken ufak bir hizmetleri, barış zamanındaki büyük gayretlerinden daha kıymetli olur...

 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: hüsnülhatime - 23 Ağustos 2008, 00:44:11
Allah razı olsun.Mevlam cümlemizi nefsine uymaktan muhâfaza eylesin.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 08 Eylül 2008, 02:53:28
Ya Rab, tövbelerimizi kabul et 
 
Ey Rabb'imiz! Bizi Sana teslim olmuş Müslümanlar kıl ve soyumuzdan Sana teslim olmuş Müslüman bir ümmet ver. Bize ibadet esaslarını göster ve tövbemizi kabul et. 
 
 
 
Şüphesiz Sen tövbeleri kabul eden ve esirgeyensin. Ey Rabb'imiz! Şüphesiz Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin. (Bakara Suresi, 128-129)
 
Müslüman, Müslüman'ın kusurunu örter 
 
Müslüman, Müslüman'ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (düşmanına) teslim etmez. Kim, (mü'min) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. 
 
 
 
Kim Müslüman'ı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslüman'ın kusurunu) örterse, Allah da kıyamet günü onu(n kusurunu) örter. (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)
 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: dört mevsim - 09 Eylül 2008, 06:17:52

 
Ey Rabb'imiz! Bizi Sana teslim olmuş Müslümanlar kıl ve soyumuzdan Sana teslim olmuş Müslüman bir ümmet ver. Bize ibadet esaslarını göster ve tövbemizi kabul et. 
 
 
 

 

Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 20 Eylül 2008, 02:48:09
Usâme b. Şerik şöyle anlatır: Bedeviler Hz. Peygamber’e şöyle sordular: ‘Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?’ Hazreti Peygamber (s.a) "Güzel ahlâk" buyurdu...
 



"Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz ve kıyamet gününde meclis bakımından bana en yakınınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır".
İbn Abbas Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Üç haslet vardır, onların üçü veya onlardan biri bir insanda yoksa, o insanın hiçbir ameline güvenmeyiniz: Kişiyi Allah’ın günahlarından meneden takva veya bir hilm ki, o hilm saldırgan bir kimseyi durdurur veya bir ahlâk ki kişi onunla insanlar arasında yaşayabilir".
Hz. Peygamber’in namazın başlangıcındaki dualarından birisi şudur: "Ey Allahım! Beni ahlâkların en güzeline hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin. Benden huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur".

Enes (r.a) der ki: Biz birgün Hz. Peygamber ile beraberdik Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu eritmesi gibi, ha-tayı (günahı) eritir".
Kettânî der ki: "Tasavvuf ahlâk demektir. Bu bakımdan ahlâken senden ileride bulunan bir kimse, tasavvuf’ta da senden ileridir".
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "İnsanlarla olan ilişkilerinizde güzel ahlâka sarılın. Fakat amellerinizle onlara muhalefet edin".
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ‘Kötü ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda vermez. Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar zarar vermezler’.
İbn Abbas’a ‘Kerem ne demektir?’ diye sorulduğunda, şöyle demiştir: “Kerem o şeydir ki, Allah Teâlâ onu Kitab-ı Kerîm’inde beyan ederek şöyle buyurmuştur: ‘Muhakkak sizin Allah nezdinde en kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır’. (Hucurât/13)”

Denildi ki: ‘Haseb (soy, sop) ne demektir?’ Şöyle dedi: ‘Ahlâken sizin en güzeliniz, soy-sop yönünden en üstününüzdür’.
İbn Abbas şöyle demiştir: ‘Her binanın bir temeli vardır. İslâm’ın temeli de güzel ahlâktır’.
Atâ (r.a) şöyle der: ‘Yücelen bir kimse, ancak güzel ahlâkla yü-celmiştir. Hiç bir kimse -Hz. Peygamber müstesna- güzel ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır’. (Çünkü Allah Teâlâ: ‘Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin’ (Kalem/4) buyurmuştur).
Bu bakımdan Allah nezdinde insanların en sevimlisi, güzel ahlâk ile Hz. Peygamber’in yolunu ve izini takip edenlerdir...

 

Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: antepli - 29 Eylül 2008, 12:16:28
Allah(a.c.)RAZI ve MEMNUN OLSUN muhterem hocam...
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 02 Ekim 2008, 01:19:32
Ramazan Müslümanlığı mı yoksa?
 
 
Bir hadis-i şerif bize şöyle bir hatırlatmada bulunmaktadır: - Allah için yapılan ibadetlerin en makbulü, (az da olsa) en devamlı olanıdır!..
Evet, böyle tarif ediyor Efendimiz (sas) Hazretleri makbul Müslümanlığı.. Az da olsa devamlı olanıdır!..

Diyelim ki, bir insan Ramazan boyu beş vaktine beş daha ilâve etmiş, sabahlara kadar namaz kılmış, akşamlara kadar da oruç tutmuş.. Elinden tesbihini, başından takkesini düşürmeyen bir sofu insan hâline gelmiş, ama bu titizlik ve dikkat, sadece Ramazan ayına mahsus kalmış, Ramazan'dan sonra tesbihler, seccadeler sandığa, dinî görevler gelecek Ramazan'a bırakılmış. Yani devamlı değil..

İşte bu, Allah yanında makbul olan tutum değildir. Allah'ın insanlara ihsan ettiği el, ayak, göz, kulak gibi sayısız nimetleri nasıl sadece Ramazan ayına mahsus kalmıyor, ömür boyu kullanılıyorsa, O'na olan ibadet ve itaatimiz de Ramazan ayına mahsus kalmamalı, ömür boyu devam etmeli, son nefese kadar sürmelidir. Hatta insan nasıl havasız, susuz yaşayamazsa, biz de ibadetlerimizi yapmadan yaşayamaz hâle gelmeliyiz.

Yaşadığımız mübarek Ramazan ayı bize bu düşünceyi vermeli, bu alışkanlığı kazandırmış olmalıdır. Bu sebeple de Ramazan ayı sonunda bu konuyu kendi vicdanımızda iyice düşünmeli, Ramazan'da kazandığımız iyilik ve ibadet alışkanlıklarımızı Ramazan'dan sonra da firesiz devam ettirme kararında olmalıyız..

Şayet böyle bir tefekkürümüz olur da Ramazan sonunda böyle kesin bir karar içinde olursak, Ramazan'ın feyzinden tam istifade edenlerden olduğumuzu düşünebiliriz. Çünkü aldığımız bu karar dinî hayatımızı firesiz devam ettirme kararıdır. Hayatımızı değerlendirme adına bundan daha mühim bir karar olamaz Ramazan'dan sonra..

Zaten sorumluluk sahibi insan dindarlığını, Ramazan ayına inhisar ettiremez, Ramazan'dan sonra gömlek çıkarır gibi dinî hayatı çıkarıp eski gaflet gömleğini giyemez. Belki Ramazan'da kazandığı bu güzel alışkanlıklarını iyice benimser, Ramazan sonrasında da aynen devam ettirme kararını tereddütsüz alır. Böylece ömür boyu dinî hayatını sürdürme niyetini bir daha tazelemiş olur. Hadis-i şerifin tarif ettiği Müslüman halini alır. Ne diyor hadis-i şerif?:

- Allah için yapılan ibadetlerin en makbulü, (az da olsa) en devamlı olanıdır!

Onun için 'Ramazan gitti, dinî hayat bitti' diyemez. Ramazan gider; ama dinî hayat ömür boyu devam eder. Çünkü kimse Ramazan Müslüman'ı durumuna düşmek istemez.

1960'larda  Süleymaniye Camii'nde baş imam Sadık Efendi, Ramazan Müslüman'ını şöyle bir misalle tarif ederdi: Bayram sabahı namazdan sonra kendisine yaklaşan biri, şöyle der:

- Hocam, Ramazan boyunca vaazlar verdiniz, teravihimizi kıldırdınız, bize hakkınız geçti helal edin. Gelecek Ramazan'da yine görüşmek üzere haydi Allah'a ısmarladık!

Bayram namazından sonra camiden böyle helalleşerek ayrılan Ramazan Müslüman'ı başında takkesi, elinde de tesbihi ile evinin yolunu tutar. Kapıya gelince hanıma seslenir:

- Hanım aç kapıyı da al şu takkeyi, tesbihi sandığın en emin yerine sakla. Gelecek Ramazan'da bunlar bana yine lazım olacak. O zaman eksiksiz isteyeceğim senden bunları. İşte bu tip aylık Müslümanlık Allah'ın ve Resulünün istediği Müslümanlık değildir. Hadis bu yanlış anlayışı şöyle tashih etmektedir:

- Efdalü'l a'mali edvemühâ! Amellerin en efdali, en devamlı olanıdır. Ramazan'dan sonra bırakılanı değil.

Gönlümüzün istediği, Ramazan ayında başlattığımız dinî titizliğimizi ömür boyu devam ettirmek, bin aydan hayırlı Kadir Gecesi'nde kazandığımızı, diğer gecelerde kaybetmemektir.. Sizin de böyle düşündüğünüzü düşünüyor, İslamî hayatınızda ebedilikler diliyorum.

 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: dört mevsim - 05 Ekim 2008, 14:20:18
Amiiiin.
- Efdalü'l a'mali edvemühâ! Amellerin en efdali, en devamlı olanıdır. Ramazan'dan sonra bırakılanı değil.

 

Başlık: iman ve kul
Gönderen: müteallim - 12 Ekim 2008, 02:01:47
İnsan, Allah’ı kabul ediş ile kulluk kapısını açıyor. Madem ki kabul ediyorsun, o zaman, O’na karşı mükellefiyetlerinin de olması gerekiyor. Mükellefiyet şuuru da insana kulluk kapısını açıyor. Böyle bir vadiye giriyorsunuz.
İman, aslında, insanı insan eden en önemli cevherdir, özdür, sıfattır, mahiyettir. Bir insanın vicdanının da hayat bulması, Allah’a bağlılığı ve O’na olan yakınlığı, korkusu münasebetiyledir. Bunu kalbinde duyan insan ancak beşeriyet içerisinde üzerine düşen vazifeyi bihakkın eda etmeye gayret edebilir. Onun için Kur’an–ı Kerim’in bir çok ayetinde, Cenab–ı Hak, "Ey İman edenler!" diyerek, "İman" kavramı üzerinde çok durmuştur.
Mükellefiyet zaten imandan sonra gelir. Kabul ettiklerimiz, hayatımızda, fiil, düşünce, duygu olarak bize yansıyor; böylece hayat, inançla amel bütünlüğü haline gelmiş oluyor. Yani inanç, düşünce ile fiiller bir bütün haline gelmiş oluyor. Siz, inandığınız şey ile beraber varsınız. Veya var olan şey sizin inancınızın eseridir.
Toplumlara baktığınız zaman; o toplumlarda, dinin güzel tarafı görülmüyor ise, sizin inancınız sadece kuru bir iddiadan ibaret kalır. "İman ettim" demek, aslında, kulun bir iddiasıdır. "iman ettim" demek mücerret bir olaydır. Esas olan kabulün amele dönüşmesidir. Onun için iman ettiğimiz güzelliklerin, insan menfaatine yarayan, insanları birbirine yakınlaştıran, kaynaştıran, aralarındaki hukuku düzenleyen, bütün insanları ’ahlak–ı hamide’ sahibi yapan o inanç, hayatta aksiyon haline geldiği zaman, imanın tezahürü kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Cenab–ı Hak, Kur’an–ı Kerim’de, insanı tarif ederken, onun iman eden, iman etmeyen, bir de iman etmediği halde inanmış gibi görünen olarak üç sınıfta ortaya koyuyor. İman eden insandan sudûr etmesi gereken fiiller, iman etmeyen insandan sudûr eden fiiller, iman etmediği halde, etmiş gibi görünen insanlarda zuhur eden haller, Kur’an–ı Kerim’de tek tek anlatılıyor ki, bir insan da nefis muhasebesi yapıp, hakikaten inandığını veya inanmadığı halde kendi kendini kandırdığını, bu ölçü ile, mikyas ile tespit edip bulabilir.
Ayet–i kerimede Cenab–ı Hak şöyle buyuruyor: " O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için bir yol göstericidir." (Bakara, 2/2). Burada Cenab–ı Hak, Müslüman’a sıfat atfediyor. Muttaki kişiler Kur’an’dan şüphe etmez buyuruyor.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 17 Ekim 2008, 00:41:42
Hâlid b. Ukbe Allah Rasûlü’ne (s.a) gelip, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana Kur’ân oku!’ diye teklifte bulununca, Hz. Peygamber şu ayeti okudu: ‘Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor’ (Nahl/90). Bunun üzerine Hâlid, Rasûlullah’a ‘Ne olur, aynı ayeti tekrar et’ diye yalvarınca, o da aynı ayeti yeniden okudu.
 hazreti Hâlid ‘Allah’a yemin ederim ki Kur’an’ın halâveti vardır. Kur’an’ın üzerinde pırıl pırıl parlayan bir nur vardır. Onun altı yapraklı, üstü ise meyve vericidir. Beşer böyle bir sözü asla söyleyemez’.(İbn Abdilberr, İstiâb; Beyhakî, Şuab’ul-İman)
Hasan Basrî (r.a) şöyle demiştir: ‘Allah’a yemin ederim, Kur’ân dan daha üstün bir zenginlik olmadığı gibi, ondan mahrum olmaktan da daha fakirlik yoktur.
Fudayl b. Iyaz şöyle der: ‘Haşr sûresinin son ayetlerini sabahladığında okuyup aynı günde ölen bir kimsenin defteri, şehidler defterinin mührü ile mühürlenir. Akşamleyin aynı sûrenin son ayetlerini okuyup o gecede ölen bir kimsenin de defteri şehidlerin defterlerini sonuçlandıran mühürle mühürlenir’.
Kasım b. Abdurrahman şöyle der: "Abidlerden birine dedim ki ‘Senin oturduğun bu halvethanede kendisiyle arkadaşlık edeceğin kimse yok herhâlde’. Bunun üzerine elini mushafa uzatıp dizlerinin üzerine koydu ve dedi ki: ‘İşte arkadaşım budur’.

Hz. Ali şöyle demiştir: ‘Üç şey vardır ki, insanın zekâsına kuvvet verir ve balgamı söker:
a) Misvak kullanmak,
b) Oruç tutmak,
c) Kur’ân okumak’.
Kur’an-ı Kerim’i gafletle okumak yanlıştır. Nitekim Resulullan (sav) şöyle buyurmuştur:
"Kur’ân seni yasaklardan alıkoyduğu müddetçe Kur’an’ı oku. (O zaman onu okumuş sayılırsın). Eğer Kur’ân, seni yasaklardan alıkoymazsa onu okumuş sayılmazsın". (Taberânî, Abdullah b. Amr’dan).

Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: slh1112 - 18 Ekim 2008, 01:58:05
Allah razi olsun bu kadar güzel sohbetler icin...
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 18 Kasım 2008, 00:59:29
İlim ve irfan öğren ve ihlâs sahibi ol. Ta ki, nifak, ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik tuzağından kurullasın, ilim ve irfanı halkın teveccühünü kazanmak ve dünyalık top lamak için değil, Allah’ın rızası için öğren.
 

İlim irfanı gerçekten Allah rızası için öğrendiysen Onun emirlerini sevgiyle yerine getirir ve Ona karşı huşu içinde bulunursun. Diğer insanlara karşı mütevazi olursun.
Eğer kurtuluş istiyorsan, Rabbine itaatte nefsine muhalefet et. Nefsinle birlikte olmakta devam ettiğin müddetçe insanları ve diğer varlıkları tanıyamazsın. Dünya sevgisi ile dop dolu olduğun müddetçe âhireti tanıyamazsın. Ahiret sevgisi ile dolmadıkça âhirette Rabbini göremezsin. Nefis devamlı kötülüğe meyillidir, bu onun fıtratıdır, huyudur. Onun fıtratı bu olunca, artık var, ötesini sen düşün, neler yapmaz ki?
Allah’ın rızasına ulaşmaya çalış. O senden razı olmuşsa bil ki seni sevmiştir. Rızık ve geçim endişesini kalbinden çıkar. Zira sen gönül huzuru içinde çalıştığın müddetçe sıkıntısız olarak rızkın Allah’tan gelecektir.

Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: ay-yüzlüm - 19 Kasım 2008, 11:51:58
RAHMAN razı olsun teşekkür ederiz ellerinize sağlık..
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 01 Şubat 2009, 00:37:51
Kendini öven, başkasını kötüler

Allahü teâlâ, ilim, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfattan hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bu üç sıfatı, kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şey O’na muhtaç olmak demektir. Bunun için kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Kullara kibirlenmek yakışmaz. En büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde;
(Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur: Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim) buyuruldu.
Bu sebeple islâm âlimleri, tasavvuf büyükleri, her zamân, müslümânlara tevâzu yani alçak gönüllü olmayı emir buyurmuştur. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, sevenleri ile beraber dicle nehri kenârında otururken, orada bulunanlardan birisi, kendisini övücü sözler söylence;
“Dünyâda, benden aşağı bir müslümân bulunacağını sanmam” buyurarak, oradakileri gaflet uykusundan uyandırmıştır.
İnsanları, kendilerinde bulunmayan sıfatlarla, yalan sözlerle övmenin haram, günah olduğu kitaplarda yazılıdır. Peygamber efendimiz;
(Medh olunmayı, övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusûrlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur) buyurmuştur.
İnsanlara zulmeden zâlim bir kimseyi, âdil diyerek övmenin ve din düşmanlarının ölüsüne, dirisine duâ etmenin de, imânı tehlikeye sokacağı, yine kitaplarda yazılıdır. Hadîs-i şerîfde;
(Fâsık medholunduğu zamân, Rabbimiz gadaba gelir) buyurulmuştur.
Çok kimse, yaratılışta sefîh yani aklı az olur. Böyle bir kimsenin eline çalışmadan, alın teri dökmeden mal geçerse, edindiği kötü arkadaşları, bu mala konmak için, dağıtmasını, saklamanın, arttırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığını söyleyerek onu kandırırlar ve isrâf etmesine, haram ve günah olan yerlere harcamasına yol açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan kaçmakla emrolunduk. Zengin çocuklarının çoğu, böyle isrâfa alışmakta ve sefîh olmaktadırlar. Sefâheti arttıran sebeplerin başında, insanların çok hürmet, saygı göstermesi, yüz vermesi, onu övmeleri gelmektedir. Bunun için Celâleddîn-i Devânî hazretleri;
“Çocuğa büyüklerin âdeti olan temiz, tayyib bir kazanç getirecek iş yaptırmalıdır. Baba veya anasından kendine ulaşana güvendirmemelidir. Çünkü babalarının malı, parası ile gururlanan, övünen zengin çocukları, sanat öğrenmekten mahrûm olmuşlar, durumları değişince de sıkıntıya düşmüşlerdir” buyurmuştur.
Övülmeyi sevmek, kalb hastalıklarından yani kalbin hasta olmasındandır. Bunun sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle kimselere tatlı gelir. Bunun üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da, geçici olduğunu düşünmelidir. İbn-i Vefâ hazretleri, sevdiği birine hitaben;
“Devamlı elde kalmayacak olan bir şeyin varlığı ile övünmek ve kendi başına da gelebilecek bir şeyden dolayı başkasını ayıplamak ahmaklıktır. Çünkü pek iyi bilirsin ki, başkasının başına gelen senin, senin başına gelen şey de, başkasına revâ görülebilir” buyurmuştur.
Başkalarının sevgisine ve onların övmelerine kavuşmak için, dünyâ işleri ile, onlara iyilik yapmak, riyâ olur. İbâdet ile olan riyâ bundan dahâ kötüdür. Allahü teâlânın rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ ise, hepsinden dahâ fenâdır. Ahmed bin Hanbel hazretleri;
“İnsanların ahmak sınıfı, kendilerinin övülmelerinden hoşlananlarıdır” buyurmaktadır.
İnsanın, kendini övmesi veya övülmeyi sevmesi, hep nefsine düşkün olması sebebiyledir. Bir kimsenin kalbinde ya Allahü teâlânın sevgisi veya nefsinin sevgisi bulunur. Zira kalbin, birden fazla şeye muhabbeti, sevgisi olmaz. Sevilen şeylerin çokluğu, her ne kadar birden fazla şeye kalbin muhabbetini gösterse de, yine sevgisi birdir ve o da kişinin kendi nefsidir. Bu kimsenin bu şeylere olan muhabbeti, hep nefsine olan sevgisinin parçalarıdır. Kişinin nefsine olan muhabbeti, sevgisi, yok olursa, onlara olan sevgisi de yok olur. Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri;
“Dilini, başkalarını kötülemek ve aşağılamaktan koruduğun gibi, medh etmekten de koru” buyurmuştur.
Netice olarak, kişinin kendini övmesi ve başkaları tarıfından övülmeyi sevmesi, hep kendi nefsini sevmesindendir. Nefsini seven, kendini över ve herkesin de kendisini övmesini bekler. Kendisini beğenen ve öven bir kimse, başkalarını beğenemez ve onlardaki güzellikleri, üstünlükleri anlıyamaz ve böylece onları kötüler. Ali Kazvânî hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Kendini çok öven bir kimse, başkasını da aynı derecede kötüler. Başkasını fazla kötüleyen de, kendisini aynı derecede medheder, över.”
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 01 Şubat 2009, 00:39:28
Namaz kilma sekli
Hâtem-i Zâhid (k.s.)hazretleri Âsım İbn-i Yûsuf hazretlerinin yanına geldiğinde Âsım (kuddise sırruh) ona sordu:-Ey Hâtem namaz kılmayı güzel becerebiliyor musun?O da 'Evet'deyince, Âsım (k.s.):-Peki, nasıl kılıyorsun? diye sordu. Hâtem-i Zâhid hazretleri başladı anlatmaya:-Namaz vakti yaklaştığında abdestimi sünnet üzere tazeliyorum ve namaz kılacağım yere dikiliyorum. Tâ ki her uzvum yerleşiyor.Sonra Kâbe'yi iki kaşımın arasında, Makâm-ı İbrahimi göğsümün hizasında, Allah Teâlâ'yı mekândan münezzeh (pâk ve uzak) olduğu halde başımda hâzır ve kalbimdeki her şeyi bilir halde görüyorum.
Sanki ayağım sırat köprüsünün üzerinde; cennet sağımda, cehennem solumda, ölüm meleğini de arkamda hissediyorum ve kılacağım namazın son namazım olduğunu düşünüyorum.
Sonra ihsan ile (Mevlâ'yı görür gibi) iftitah tekbirini tekbirini alıyorum, tefekkürle okuyorum, tevâzû ile rükûa eğiliyorum, tazarrû ile secdeye kapanıyorum.
Sonra tamamıyla oturuyor, ümitle teşehhütte bulunuyor ve sünnet üzere selâm veriyorum.
Sonra da o namazı ihlâsa teslim ediyor, korkuyla ümit arasında kalkıyorum ve bu hâl üzere sabra devam ediyorum.
Bunu duyan Âsam hazretleri:
-Ey Hâtem!Senin namazın böylemi? diye sordu. O da:
- Evet otuz senedir böyle namaz kılıyorum! deyince Âsım hazretleri ağlayarak şunları söyledi:
-Ben daha bu zamana kadar hiç böyle bir namaz kılamadım!
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: bin_sultan - 01 Şubat 2009, 00:42:31
Allah razı olsun hocam
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 04 Şubat 2009, 01:27:19
ASHAB-I RAKIM

“Yoksa sen, Ashab-ı Keyf ve Rakım’ım ayetlerinden şaşılacak bir olay olduklarını mı sandın ?” 18/9

Bir zamanlar üç kişi yolda giderlerken kendilerini yağmur tutmuş ve dağda bir mağaraya sığınmışlar. Arkasından mağaranın ağzına dağdan bir kaya düşmüş ve onları kapamış.
Bunun üzerine yolcular birbirlerine;
“Bakın Allah (cc) için salih amel işledinizse, o ameller vasıtasıyla Allah’ a (cc) duâ edin. Ola ki Allah (cc) bu kayayı bizden açar”
İçlerinden biri;
“Allah’ım ! Benim iki ihtiyar geçkin ana - babamla, bir karım ve küçük çocuklarım varı. Onlara iyi bakardım. Hayvanlarımı yanlarına süt sağar, önce annemle babamdan başlayarak çocuklarımdan önce onlara içirirdim. Şu kadar var ki, bir gün ağaçlık beni uzaklara götürdü de akşamlayıncaya kadar gelemedim ve gelince onları uyumuş buldum. Hemen önce yaptığım gibi süt sağdım ve kabı getirerek başları ucuna dikildim. Onları uykularından uyandırmaya kıyamıyor, çocuklara da onlardan evvel süt vermekten çekiniyordum. Çocuklar ayaklarımın dibinde çağrışıyorlardı. Ben ve çocuklarım hali bu hal üzerinde tan yeri ağarıncaya kadar devam etti. Eğer benim bunu Senin rızanı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayadan bize bir miktarını arala da ondan gökyüzünü görelim.” Diye duâ etmiş.
Bunun üzerine Allah (cc) kayanın bir miktarını aralamış ve ordan gökyüzünü görmüşler.
Bir diğeri ise;
“Allah’ım ! Benim bir amcamın kızı vardı. Onu erkeklerin kadınları sevmesinin en son derecesiyle sevmiştim. Ondan kendisiyle evlenmek istediğimi talep ettim. Ama o benimle evlenmek istemedi. Peşinden sıkıntılı günler yaşadıve bana geldi. Ben de kendisine yüz yirmi altın verdim. Ayaklarımın önüne oturduğunda ; “Ey Allah’ ın kulu ! Allah’ tan kork ve beni istemediğime zorlama !” dedi. Ben de yanından kalktım. Eğer bunu Senin rızanı dileyerek yaptığımı biliyorsan, bu kayanın bir kısmını bize aç !”
Diye duâsını bitirince Cenab-ı Allah (cc) kayayı biraz daha açmış.
Üçüncüsü ise;
“Allah’ım ! Ben bir ölçek pirince bir çırak tutmuştum. İşini bitirdiği vakit: “Bana hakkımı ver” dedi. Ben de kendisine ölçeğini arz ettim. Fakat o kabul etmedi. Bunun üzerine onun pirinçlerini ekmeye devam ettim. Nihayet o pirinçten çobanlarıyla birlikte bir sürü sığır elde ettim. Derken bana geldi ve : “Allah’ tan (cc) kork ta benim hakkıma zulmetme” dedi. Ben de “Çobanla beraber şu sığırlara gitte onları al” dedim. Bunun üzerine: “Allah’ tan (cc) kork ve benimle alay etme” dedi. Ben de : “Ben seninle alay etmiyorum. Bu sığırları çobanlarıyla al” dedim. O da aldı ve götürdü. Eğer bunu Senin rızanı talep için yaptığımı biliyorsan, bize kayanın kalan kısmını da aç”
Diye duâsını bitirince Cenab-ı Allah (cc) kayanın kalanını da mağaranın önünden çekmiş ve adamlar gitmişler.
“Halbuki Rabbimiz: “Bana duâ edin ki size karşılık vereyim. Çünkü bana ibadet etmekten kibirlenenler, yakında hor, hakir olarak cehenneme girecekler.” Buyurdu.” 40/60 Selam ve Duâ ile...


ASHAB-I KEHF-ASHAB-I RAKİM
 

Sen yoksa Kehf ve Rakim Ehlini bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? O gençler mağaraya sığındıkları zaman demişlerdi ki: "Rabbimiz katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl). Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız (eğer tersini) söyleyecek olursak andolsun gerçeğin dışına çıkarız." "Şunlar bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?" (İçlerinden biri demişti ki:)"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız o halde (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın." (Onlara baktığında) Görürsün ki güneş doğduğunda mağaralarına sağ yandan yönelir battığında onları sol yandan keser-geçerdi ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı. Bu Allah'ın ayetlerindendir. Allah kime hidayet verirse işte hidayet bulan odur kimi saptırırsa onun için asla doğru-yolu gösterici bir veli bulamazsın. Sen onları uyanık sanırsın oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın geri dönüp onlardan kaçardın onlardan içini korku kaplardı. Böylece aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık." Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de hangi yiyecek temizse baksın size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin." "Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız." Böylece Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve gerçekten kıyametin kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına ve sonraki insan kuşaklarına) onları buldurmuş olduk. (Onları görenler) Kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı (bir kısmı) dedi ki: "Onların üstüne bir bina inşa edin Rableri onları daha iyi bilir." Onların işine galip gelen (sözleri geçen)ler ise: "Üstlerine mutlaka bir mescid yapmalıyız" dediler. (Sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: "Üç'tüler onların dördüncüsü köpekleridir." Ve: "Beştiler onların altıncısı köpekleridir" diyecekler. (Bu) Bilinmeyene (gayba) taş atmaktır. "Yedidirler onların sekizincisi köpekleridir" diyecekler. De ki: "Rabbim onların sayısını daha iyi bilir onları pek az (insan) dışında kimse bilemez." Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma. hiçbir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme. Ancak: "Allah dilerse" (inşAllah yapacağım de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: "Umulur ki Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir." Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz." (18/9-26)
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: ihvan - 04 Şubat 2009, 11:09:31
emeğinize sağlık hocam .Allah cc razı olsun
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: Lika - 05 Şubat 2009, 20:57:44
Allah razı olsun hocam.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: zirve - 07 Şubat 2009, 01:10:34
hastalık Allahın verdiği bir nimet mi yoksa bir külfetmi bunu nasıl ayırt edebilir
 kul?
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 12 Şubat 2009, 11:58:42
Allah dostlarına hürmet 
 
 

"Kim bu mü’minden dünya üzüntülerinden bir üzüntüyü giderirse Allah da ondan kıyamet günü üzüntülerinden bir üzüntüyü giderir. Kim bir fakire kolaylık sağlarsa, Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık sağlar. Kim bir Müslümanı örterse, Allah da onu dünya ve ahirette örter. Kul, kardeşinin yardımında oldukça, Allah da o kula yardım eder. Kim ilim için yola düşerse, Allah onunla o kimse için cennete giden yolu kolaylaştırır. Allah’ın evlerinden bir evde Allah’ın kitabını okuyan ve aralarında onu müzakere eden hiçbir topluluk yoktur ki, üzerlerine sekinet (emniyet) inmesin, onları rahmet bürümesin, melekler her taraflarından kuşatmasın.
Allah (cc) da yanında bulunanlara anmış olmasın. Kimi ameli geri bırakırsa onu nesebi ileri götüremez".
(Müslim rivayet etmiştir).

 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 10 Mart 2009, 00:17:06
 
Peygamber efendimizin şefâati   

Peygamber efendimize, ümmetinin yaptığı ameller, ibâdetler, sabâh-akşam gösterilir ve bunları yapanları da görür. Günâh işleyenlerin affolması için duâ eder.
Peygamber efendimizin kabrini ziyâret etmek, Müslüman kadınlara da müstehâbdır. Kadınların başka kabirleri ise, yalnız tenhâ zamânlarda ziyâret etmeleri câizdir.
Allahü teâlâ, Resûlullah efendimiz diri iken olduğu gibi, vefâtından sonra da, dünyânın her yerinde ve her zamân Ona tevessül edenlerin yani Onun hâtırı ve hürmeti için isteyenlerin duâsını, kabûl eder. Bir kimse, Peygamber efendimizin kabrinin yanına gelip;
“Yâ Rabbî! Köle âzâd etmeyi emrettin. Bu senin Peygamberindir. Ben de senin kölelerinden biriyim. Peygamberinin hâtırı için, Beni Cehennem ateşinden âzâd et!” diye duâ etti. O kimse bu şekilde duâ edince bir anda;
(Ey kulum! Niçin yalnız kendinin âzâd olmasını istedin? Bütün kullarımın âzâd olmalarını niçin istemedin? Haydi git! Seni Cehennemden âzâd ettim) sesi işitildi.

“BENİ, ELİ BOŞ ÇEVİRME”
Evliyânın meşhûrlarından Hâtim-i Esam hazretleri, Resûlullah efendimizin kabrinin yanında durup;
“Yâ Rabbî! Peygamberinin kabrini ziyâret ettim. Beni, eli boş olarak çevirme!” diye yalvardı, duâ etti. O anda;
(Ey kulum! Habîbimin kabrini ziyâret etmeni kabûl ettim. Seni ve seninle berâber ziyâret edenleri mağfiret ettim) sesi işitildi.
İmâm-ı Ahmed Kastalânî hazretleri;
“Birkaç sene hastalık çektim. Doktorlar çâresini bulamadı. Mekke’de bir gece Resûlullah efendimize çok yalvardım. O gece rüyâda bir kimse gördüm. Elindeki kâğıtta; ‘Burada Ahmed Kastalânînin hastalığı için, Resûlullahın izni ile ilâcı yazılmıştır‘ yazısını okudum. Uyandığım zaman hastalığımın kalmadığını gördüm, iyileşmiştim” diye buyurmuştur.
Mahşer günü, kabrinden ilk önce Resûlullah efendimiz kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır. Burak isimli bir hayvan üzerinde mahşer yerine gidecektir. Peygamber efendimizin elinde livâ-ül-hamd denilen bayrak olacaktır.
Peygamberler dahil bütün insanlar bu bayrağın altında duracaktır. Mahşer halkı, beklemekten çok sıkılacaklardır. Önce Âdem aleyhisselâma, sonra Nûh aleyhisselâma, sonra İbrâhîm aleyhisselâma, Mûsâ aleyhisselâma ve Îsâ aleyhisselâma gidip, hesâbın başlanması için şefâat etmelerini dileyeceklerdir. Her Peygamber, birer özür bildirerek, Allahü teâlâdan utandıklarını söyleyecekler ve şefâat edemeyeceklerdir. Son olarak insanlar, Resûlullah efendimize gelip yalvaracaklardır. Peygamber efendimiz secde edip, duâ edecek ve şefâati kabûl olacaktır.
Mahşer günü, önce Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin hesâbı görülecek, sırâttan geçecek ve Cennete gireceklerdir.
Resûlullah efendimizin kızı hazret-i Fâtıma, sırât köprüsünden geçerken;
(Herkes gözlerini kapasın! Muhammed aleyhisselâmın kızı geliyor) denecektir.

ALTI YERDE ŞEFÂAT...
Resûlullah efendimiz, altı yerde şefâat edecektir:
Birincisi, Makâm-ı Mahmûd denilen şefâati ile, bütün insanları mahşerde beklemek azâbından kurtaracaktır.
İkincisi, Resûlullah efendimiz şefâati ile, çok kimseyi hesâpsız Cennete sokacaktır.
Üçüncüsü, azâb çekmesi lâzım olan mü’minleri azâbdan kurtaracaktır.
Dördüncüsü, imân ile ölüp günâhı çok olan mü’minleri Cehennemden çıkaracaktır.
Beşincisi, sevâbı ve günâhı eşit olup, A’râf denilen yerde bekleyen mü’minlerin Cennete gitmelerine şefâat edecektir.
Altıncı olarak Peygamber efendimiz, Cennette olanların derecelerinin yükselmesi için şefâat edeceklerdir.
Netice olarak, Peygamber efendimizin şefâat ile hesâptan kurtardığı yetmiş bin kimsenin her birinin şefâatleri ile de, yetmişer bin kişi hesâpsız Cennete gireceklerdir. Bu fazilet, üstünlük de, yalnız Peygamber efendimize mahsustur. Allahü teala, hadîs-i kudsîde;
(Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım) buyurarak, Resûlullah efendimizin üstünlüğünü bildirmektedir.


alinti.
osman ünlü
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: feyiz - 13 Mart 2009, 14:06:21
Allah razı olsun hocam paylaşımlarınızın bir bölümünü okudum,kalan kısmı da okuyacağım inşaAllah...okuyoruz,faydalanıyoruz,tefekkür ediyoruz... Sadakatle seyr-i ilAllah ne güzel...
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 20 Mart 2009, 01:08:08
ARKADASLIK VE IYI ARKADASLIK

Savasın en kanlı günlerinden biriydi.
Asker en iyi arkadasının az ileride, kanlar
içinde yere düstüğünü gördü. Đnsanın basını
bir saniye siperden çıkaramayacağı gibi bir
ates altındaydılar.
Asker teğmenine kostu hemen:
- Komutanım, bir kosu arkadasımı alıp geleyim mi?
'Delirdin mi?' der gibi baktı teğmen...
— Gitmeye değmez oğlum, arkadasın delik desik olmus.
Büyük olasılıkla ölmüstür bile. Kendi hayatını da tehlikeye
atma sakın!
Ama asker o kadar ısrar etti ki, teğmen izin vermek
zorunda kaldı.
- Peki, dene bakalım!
Asker yoğun ates altında fırladı siperden ve mucize eseri,
arkadasının yanına kadar gitti, yaralı arkadasını sırtlandığı
gibi tasıdı. Birlikte siperin içine yuvarlandılar.
Teğmen kosup yaralıya bir göz attı ve nefes nefese bir kenara
yıkılmıs askere döndü:—- Sana hayatını tehlikeye atmaya değmez,
dememis miydim? Bu zaten ölmüs...
- Değdi Komutanım, değdi! d edi asker.
- Nasıl değdi, arkadasın zaten ölmüs, görmüyor musun?
- Gene de değdi komutanım, çünkü yanına vardığımda henüz yasıyordu...
Ve onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için...
Ve, hıçkırarak, arkadasının son sözlerini tekrarladı:
'Geleceğini biliyordum!'

GELECEGINI ILIYORDUM

Kalbimizde 'arkadaslık' denilen bir mucize var. Nasıl olduğunu,
nasıl basladığını bilemezsiniz. Ama bunun özel bir armağan
olduğunu, Allah'ın bir lütfu olduğunu bilirsiniz.
Gerçekten de arkadaslar nadide mücevherlerdir. Yüz ünüzü
güldürüp, basarmanız için cesaret verirler.
Sizi dinlerler ve kalplerini açmaya hazırdırlar.
Bugün arkadaslarınıza, onlarla ne kadar ilgilendiğinizi gösterin.
Bu yazıyı arkadas olarak gördüğünüz herkese gönderin. Size
gönderen dahil.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 24 Mart 2009, 00:46:55
Biz "iman ve insan davası" bunun için diyoruz. İman etmekle insan, ebedi hayatını garantiye alıyor. Ebedi hayatını garantiye alan insan, nefsi ile, kendi ile barışıyor. Asıl kavga insanların iç tabiatındadır. Bizim kavgamız Ahmet’le, Mehmet’le, Hasan’la, Hüseyin’le olmaktan evvel kendimizledir. Bizde hakkı temsil eden, doğruyu temsil eden bir güç, yanlışı temsil eden, İblis’i temsil eden bir başka güç var. Bunlar, kendi aralarında, her zaman kavga yaparlar.
İblis’i temsil eden zemime tarafımız, nefsimiz ister ki, "O vücut ülkesini ele geçireyim. Bu insan benim esirim olsun", Ruh–i sultan da "Sen yanlışsın. Ben onu ele geçireyim. Bu, benim tasarrufumda olsun" der. Bir kavgadır gider. Yani dış tabiatımızda seyrettiğimiz harpler bu duyguların esiri olmuş insanların sosyal planda ortaya koyduğu davranışlardır.
Onun için dikkat ederseniz insanlık iki sınıfta mütalaa edilir. Ya inançtadır, ya bâtıldadır. Ortada bir sınıf kavga etmez. Onun için bir insanın hayatının gayesi  imanı olursa, insan olmanın da zevkine ve şuuruna vâkıf olarak, fevkalade bir makama, bir rütbeye nail olmuş olur. Yani hayatını boş şeylerle, çanakla, çömlekle, taşla, sopayla geçirmez.

Mevlana Hazretlerinin dediği gibi "Ne dolduruyorsun eteğine çanak çömleği?" Şunu demek istiyor: "Hayatının, şuurunun, aklının maksadı ’zengin olayım, çanağım, çömleğim olsun, arabam olsun, mersedesim olsun, uçağım olsun’ değildir. Dolduruyorsun eteğine çanağı, çömleği. Bunları bıraksana, terk etsene!" Bunu derken, "Gönlün ’ta olsun. Bunlar ’a yürümene mani olmasın. Bunları öyle kullan ki, put gibi önünde durmasın" demek istiyor.
Bir arif ile sohbet ederken bana buyurdular ki, "Serveti gönlüne değil cebine koyacaksın. İnsan servet sahibi olacak ama onu cebine koyacak. Kalbine koyup putlaştırmayacak." Peki bu kalbe kimi koyulacak? Bu kalbe Cenab–ı Vacibü’l Vücud Hazretlerinin sevgisini, O’na imanı, itikadı, muhabbeti: Muhammed’inin (as) ahlakını, aşkını koyacaksın. O’nu yüceltmek için de bu serveti, bu yolda kullanacaksın. Bu sıhhati bu yolda harcayacaksın. O zaman her halin kazanç olur. Her davranışın büyük bir sermaye olur.

 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 01 Nisan 2009, 01:04:10
Allah-ü Teala, insanlığı yarattığı günden itibaren mürşidsiz bırakmamış, onlara zaman, zaman dünya ve ahiret saadetine ulaşmanın yollarını gösteren bir peygamber göndermiş ve insanlığı ona tabi olmakla muvazzaf kılmıştır. İlk insan Hz. Adem babamız aynı zamanda ilk peygamberdir. Her kavme peygamber gönderildiğine göre, aslında dinden haberi olmayan hiçbir topluluk yoktur. Cenab-ı Hakkın gönderdiği bütün peygamberler ve kitaplar islam dininden bahseder. Zira bütün peygamberler itikatı mevzuda, yani Allah-ü Tealanın varlığı, birliği, sıfat-ı zatiye ve sıfat-ı subutiyesi; cennet, cehennem ve ahiret mevzularında müttefikan, müttehiden beşeriyete aynı malumatı vermişlerdir. Onun için bütün peygamberler ve kitaplar yüce Allah’a iman ve teslimiyetten yani İslam dininden bahseder.
   Bu din tevhid dinidir, hanif dinidir. Bunun için din, Allah’ü Teala katında tektir. İslam dini, beşeriyetin en mütekamil dinidir. Bu kemalata, peygamberimiz Hz Muhammed (S.A.V.) ile vasıl olmuştur. Tasavvuf, zühd ve takvanın membaı peygamberimizdir.
   Tasavvuf bir gönül terbiyesidir. Gönül de insanda bulunduğu için tasavvufun konusu insandır, gayesi ise onun kalbi yönünü eğiterek, olgunlaştırarak, kemal derecesine ulaşmaktır. Bu noktaya ulaşan kimseye insan-ı kamil denir. İslam tasavvufu, insanı gerçek bir kul ve tam anlamıyla bir insan  yapmaya müteveccihtir.
   Seriyyi Sakati: “Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir.”                                     
a)   Marifenin nuru vera’ın nurunu söndürmez.
b)   Kitap ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i batından bir söz ile konuşmaz.
c)   Kerametleri kendisini Allah’ın mahrem olan sırlarını belirtmeğe teşvik etmez.”
   Cuneyd-i Bağdadi’ye göre: Tasavvuf, hakkın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir. Tasavvuf, masiva ile alakayı keserek Cenab-ı Hakk ile beraber olmaktır.  Masiva ile alakayı kesmek demek, insanın hayatını herşeyden, fiziki çevreden soyutlaması demek değildir. Maddeye gönül vermemek, ona bağlanmamak, onu gaye haline getirmemek demektir. Ehl-i tasavvuf herkes gibi çalışıp maişetini temin edecek, başkalarına da yardım edecek, zengin olursa malıyla, mülkiyle Allah yolunda cihad edecektir. Ayet-i kerimelerde cihaddan bahsedilirken; önce malla sonra canla yapılması gerektiğini bildirir.
   Tasavvuf, insanın kalbindeki kötü vasıflarla onlardan kurtulma çarelerinden; kalpteki iyi vasıflar ve onları kazanma yollarında manevi mertebeleri katederken yüksek mertebe olan “İnsan-ı Kamil” mertebesine ulaşmanın yoludur.
   Tasavvufla ilgilenen zatların eserleri incelendiğinde çok değişik tariflere rastlanır. Bu da normal durumdur. Malum tasavvufta “Tatmayan bilmez” diye bir söz vardır. Buna binaen herkes yaşadığı ölçüde, tattığı ölçüde bir şeyler söylemişler, değişik tarifler yapmışlardır. Hatta bir zat değişik zamanlarda değişik tarifler de yapabilir. Çünkü manevi derecesi, durumu değişmiştir.
Görüldüğü gibi tasavvuf şeriatın hilafına birşey serdetmiyor, bilakis şeriatı en ince teferruatına kadar yaşamayı bildiriyor.Binaenaleyh tasavvuf reddedilemez.
Tasavvuf İslamın canı ve ruhudur.
Tasavvuf kelimesinin nereden geldiğine dair çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bunlar: Ashab-I Suffa, Saff-I Evvel, Benu’s- Sufa, vb.dir.
   Tasavvuf ve tarikatler tarihte birçok fonksiyonlar icra etmişler, insan kitleleri üzerinde büyük tesirleri olmuştur. Tasavvuf, içtimai hayatta birlik ve bütünlüğü sağlamıştır. Birlik ve bütünlük de ancak birbirini seven insanlar arasında söz konusu olur. Bilhassa Türkler de tasavvufun bir hakimiyeti vardır.
   Tasavvufun içtimai ve dini hayat yönünden en dikkat çekici yönü kitlelerin islamlaşmasındaki rolüdür. Anadolu’da olduğu gibi Avrupa, Afrika ve Asya’nın en uzak köşelerinde dahi, islamlaşma büyük çapta dervişlerin faaliyeti neticesinde gerçekleşmiştir.İktisadi hayattaki ahi ve fütüvvet teşkilatının temel düşüncesi tasavvuf kaynaklıdır. Bunlar bir mürşidden feyiz almış, dünyanın ne olduğunu, insanın ne olduğunu öğrenmiş, vazife ve mesuliyetlerini kavramış kişilerdir. Onlar, çalıp-çırpma hırsıyla, beşe on katma düşüncesiyle hareket edemez. Siyasi hayatta da, tasavvuf erbabının yöneticilerle kurdukları münasebetler onların tesir alanlarını genişletmiştir.
   Tasavvufta cihad, daha ziyade nefisle cihadı ifade eder.
   İntişar-ı islam tarihi tetkik edildiği zaman görülüyor ki dinin, ilmin neşri için bir taraftan medreseler kurulurken, diğer taraftan irfan yoluyla hakayık-ı ilahiyyeyi öğrenmek ve Hak yolunda bulunmak için dergahlar, hankahlar, çilehaneler de birlikte teessüs etmiştir.  Bu meyanda Anadolu’muzda tekke ve dergahın bulunmadığı köy ve kasaba yoktur dense mübalağa yapılmış olmaz ve bu kuruluşlar üzerine düşen fonksiyonları icra etmişlerdir. Ancak hemen şunu da ifade edelim ki; asıl vazifesini icra etmeyen, yozlaşmış tekkeler, sahte şeyhler de zaman zaman görülmüştür.
   Günümüzde de bazı selahiyetsiz kişilerin kendilerini bu mertebede görüp göstermeye çalıştıkları maalesef vakidir. Bunlar birçoklarını da etraflarında toplamış, hak mürşid olmadıkları için de yanıltmışlar, şaşırtıp perişan etmişlerdir. Bu kişinin mürşid olabilmesi için belli başlı vasıflara haiz olması gerekir. Bu vasıflara inşAllah çalışmamızın ilerleyen sayfalarında temas edeceğiz.
   Tasavvufta mürşid kavramının ehemmiyeti ve icra ettiği fonksiyonu çok mühimdir. Medresede  müderris ne ise, dergahta mürşid de odur.  Ancak müderris nakli akla tatbik eder, akla hitabeder, metni açıklar, ilminin derecesine göre tahlile girişir ve vazifesi bununla biter.  Mürşid ise, ruh ile meşgul olan bir mürebbidir. Kendisine intisab eden müridin bütün hususiyetlerini, kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak, herkese ayrı ayrı yol gösterir. Yaratılışındaki ferasetin ve edindiği ilmin derecesine göre müridinin kalbindeki küdüratı, mizacındaki sertliği, ahlakındaki fesadı tedricen izaleye çalışır.   Mürşid her şeyiyle müridini gözetir.  Onun   her haliyle alakalanır, hastalığında sağlığında, ruhen, fikren onu gözetir, şefkat kanadı daima müridinin üzerinde olur.  Tabi ki mürid de gassal elindeki bir meyyit gibi teslimiyet gösterirse, mürşidinin daima kendini manen takip ettiğini düşünürse maksat daha çabuk hasıl olur. Herkesin yaradılışı ve temayülü bir olmadığı için, herkes aynı sebatı aynı samimiyeti göstermeyebilir. Mürşid bunu manevi ferasetiyle bildiği için, müridini bir hamur haline getirir ve onu istenilen şekle ulaştırır.

Rabbim o hakikatlari sübhesiz kabullenmeyi sonrada bu yolun büyüklerine manevi evlat olmayi nasipeylesin amin

müteallim
   
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: Lika - 01 Nisan 2009, 02:31:37
Amin.

Allah razı olsun hocam. Çok istifade ettik.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 02 Mayıs 2009, 01:41:35
Duanın makbul olması için 
 
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin yanına duâ etmesi için bir hasta getirdiler. Hasta birkaç gün kaldığı hâlde, Ahmed Rıfâî hiçbir şey söylemedi. Bunun üzerine hizmetçisi Yâkûb; “Efendim! Bu hasta için duâ etmemenizin sebebi nedir?” deyince; “Ey Yâkûb! Cenâb-ı Hakk’ın izzetine yemîn olsun ki, Allah katında, benim kabûl olunacağı vâdolunan yüz hâcetim vardır. Şimdiye kadar hiçbirini dilemedim” cevabını verdi.
Yâkûb; “Bir tânesi bu biçâreye sarf edilse nasıl olur?” deyince, Ahmed Rıfâî hazretleri; “Sen benim edebe aykırı hareket eden bir kimse olmamı mı istiyorsun?” buyurup; “Dikkat ediniz, halk ve emir O’na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir” (A’raf sûresi: 54) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu, sonra; “Ey Yâkûb, aslında fakîr olan bir kişi, bir hâcet istirhâm edip, kabûle mazhâr olduğu zaman, eski vekar ve şerefinden de bir kademe kaybeder” buyurdu.
Hizmetçisi; “Efendim, namazlardan sonra her zaman duâ ettiğinizi görüyorum” deyince de, Ahmed Rıfâî; “O başka, bu başkadır. Namazlardan sonra yapılan, ilâhî emre uymak için yapılan kulluk duâsıdır. Bu ise hâcet duâsıdır ve husûsî şartları vardır” buyurdular. Bu konuşmadan iki gün sonra o hasta şifâ buldu.
Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki:
“Gönlün ferah olup duânın makbûl olmasını istersen, şu beş şeyi terk etme:
1) Dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol.
2) Gece namazı kıl! Kazâya kalmış namazlarını, geceleri de kazâ ederek bir an önce öde! Farz namazı kazâya kalan kimsenin, sünnet ve nâfile namazları kabûl olmaz. Yâni sahîh olsa da sevap verilmez. Âlimlerimiz buyuruyor ki: Şeytan, Müslümanları aldatmak için, farzları ehemmiyetsiz gösterip, sünnet ve nâfileleri yapmaya sevk eder.
3) Tegannî etmeden Kur’ân-ı kerîm oku.
4) Namazlarını tam olarak, vaktin geldiğini bilerek ve evvel vaktinde kıl.
5) Helâl ye. Helâl yiyenin duâsı makbuldür. O halde helâli, haramı öğrenmek lâzımdır.”

 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 04 Mayıs 2009, 20:39:07
1-   { Ben evlatlarimdan iki sey istiyorum SADAKAT ve AZIM. sözleri düstürunuz olsun.

2-   SADAKAT her hususda dürüstlük demek olub hususu ile bu yolda niyyet dürüstlügüdürki her hizmetimizde  rizasindan baska bir niyyetimiz olmamalidir. Niyyet bozulunca her sey bozulur.

3-   AZIM ise  hizmetlerimizde kararli ve caliskan olmakdir.

4-   Tembel insan hic bir seyde muvaffak olamaz. Hic bir hususda iyi ve örnek insan olamaz.
Tembel demek hic calismayan demek degildir. Var gücü ile bütün gücü ile calismayan ask ile gayret göstermeyen demekdir.
Yaptigin hizmeti begenme her zaman daha güzelini yapmaya calis. Muvaffakiyetlerinde kendine pay cikarmadan ben acuz kulunu böyle hayirli bir ise muvaffak kildin diye mevlaya sükr et.

5-   Bu yolda ariza tek yerden olur. Tamiride seccadede olur. Isler karisdigi zaman veya kötü gittigi zaman kimseye kizma kimseden intikam almaya kalkma. Kendini düzeltmeye bak. Eger o isde kusurun yoksa o isi kendin düzeltmeye kalkma sahibine havale etmesini bil.

6-      Ser-i ölcülere ve yolumzun prensiblerine cok dikkat et. Sünnetleri vacib mekruhlari haram bil. Yolumuzun prensiblerini vacib gibi gör ve dikkat et. Unutmaki { Ölcüsüzlügün ölcüsü olmaz. } mühim olan ölcünün disina cikmamakdir.

7-     Zenginlere ve zenginlige imrenme, bes memuriyyeti her seyin fevkinde gör. Unutmaki bu yol maddi saltanat yolu degildir. Aksi halde niyetin bozulur gayeni kaybeder her seyden mahrum olursun.

8-     Eline gecene kanaat et. Elinde olan kadar harcama yap. Elinde olandan fazla harcama, ya ödeyemeyecegin borca girer rezil olursun. Yada beytül male el uzatir helak olursun. Canabi hakka bizi kendisinden baskasina muhtac etmemesi icin daima hususiyle bes vakit namazin arkasindan dua et.

9-      Hic bir zaman hic bir yerde idari bir hizmete veya beytül mal ile yapilacak hizmetlere talib olma. ala kaderil imkan hazer et. Eger emrederlerse atesden gömlek bil.ve ona göre dikkatli ol ve devamli  Allah`u tealadan istianede bulun. Ona tevekkül et.{ Bilerek haksiz yere bogazindan beytül mal gecen kimse iman götüremez } sözünü unutma…

10-      Büyüklerine hürmet ve ta`zimde kusur etme. Eger buna dikkat edersen kücülmez yücelirsin. Ana baba ve hocalarini ne hayatlarinda nede mematlarinda sakin unutma. Ziyaret et, telefon et, dua et, gönüllerini al.

11-      Sana emir etme mevkiinde olanlara itaatde sakin kusur etme. Aksi halde hizmetin hizmet olmaz. Izinsiz hic bir sey yapma.

12-      Kalb kirmamaya cok dikkat et. Kimsenin giybetini yapma. Aksi halde hem dünyada yalniz kalirsin hemde amellerin mahv olur. { Güzel söz sadakadir } hadisi serifinin mucibince tatli dilli güler yüzlü ol. Insanlarla iyi gecin.  Hz.Peygamberimiz { Mü’min (insanlarla) iyi gecinir ve onunla iyi gecinilir.(insanlarla) iyi gecinmeyen ve (insanlarin)  kendisi ile iyi gecnemedigi kimsede hayir yokdur. Insanlarin en hayirlisi onlara menfeatli olandir } buyurmuslardir.

13.      Sana zarar verenlere ne kadar cok sabr edebilirsen o kadar cok kazanirsin. Fakat dine ve hizmetlere zarar verenlere sabr edersen ortak olmus olursun.          { Sizden biriniz bir münker görürse onu eli ile degistirsin eger gücü yetmesse lisani ile degistirsin eger bunada gücü yetmesse o kisiye kalbi ile bugz etsin.} hadisi serifi mucibince önce ikaz et daha sonra alakali mercie bildir.

14-      Talebeyi sev { En güzel nasihat örnek olmakdir.} prensibini düstür edinib talebenin bütün programlarina talebe gibi uymak sureti ile hususi ile bes vakit namazi bila inkita cemaat ile birlikte kilmak sureri ile önce kendimiz talebeligi yasayip daha sonra talebeden istemeliyiz. Kendimiz yapmadigimiz bir seyi talebeden istersek nefret kazaniriz.derslerimizi gün degil saat degil dakika bile aksatmamaliyiz.

15-{ Evlatlarim ben size ilmi degil ilmin anahtarlarini veriyorum. Bu anahtarlar ile kapali kapilari acip hazineleri alacaksiniz. }   sözünü unutmayiniz.

16-   Daima { Hoca olmanin ilk sarti ömür boyu talebe olmaktir.} prensibi
ile hareket edib her halükarda ve her zaman kitab okuyub tetebbuat yapmaliyiz. Vaktim yok ne yapayim sözü tenbelligimizi pesinen ilan etmekden baska bir sey   ifade etmez. Aralarda kalan 15-20 dakikalar toplanip degerlendirilse saatlar kazanmis oluruz.
Nitekim ali fuad basgil {Calismak icin müsait vakit arama icinde bulndugun vakit calismaya en müsait vakittir. } demistir. Tarihde calismadan muvaffak olan hic kimse yoktur. Bilmedigini ögrenmekten utanma senden cok bilenlerden istifade etmesini bil.

17-      Günlük derslerimizden arta kalan vakitlerde tefsir,hadis,fikih gibi ilm dallarindan birini secip devamli ona calismali o tamam olunca digerine calismali.
Ancak ilmi mütaala roman okur gibi olmamali bir mevzuyu 3-5 kere okuyub ezber gibi yapmali ondan sonra diger mevzuya gecmelidir.

18-      Yalan söylemekden siddetle hazer et unutmaki münafigin en bariz alameti yalan söylemektir. Yalan sana hic bir sey kazandirmaz lakin sana olan bütün itimati  itibari yok eder.

19-      Hatata israr etme .kime karsi olursa olsun velevki talebene karsi bile olsa veya kendi cocuguna karsi bile olsa hatani kabul et. Hatasini kabul etmek fazilettir.

20-      Hic kimseye su-i zan etmek dogru degildir. Ancak hemen herkesede husni zan etmekde o kadar yanlisdir. Her sey her yerde söylenmez. Sir saklamasini iyi bil.

21-      Kendi irademiz ile hizmetlerden ayrilib dünya isine dönmekden siddetle hazer etmeliyiz. Aksi halde perisan oluruz. Bu perisanlik neuzu billah manevi perisanlik olur. Eger mübah bir sebeb ile ayrilmak zorunda kalir isek kalbi beraberlik yeterli degildir. Mutlaka hizmetler icinde olmaya gayret etmeliyiz. Kitab okumayi ve ilmi mutalalarida hic bir zaman birakmamali hatta aksatmamaliyiz.

FAHREDDIN AK.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: lalegül - 04 Mayıs 2009, 21:51:11
Bu kıymetli Nasihatler için Allah razı olsun.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: baklagül - 10 Haziran 2009, 17:16:09
elinize sağlık çok güzel teşekkür ederiz
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 22 Eylül 2009, 02:20:10
Affedilmek için affetmek lâzımdır 
 
Affetmek, büyüklüğün alâmetidir ve Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Kişinin, kendisine karşı yapılan hata ve kusurları bağışlamasına, affetmek denir. Herhangi bir kimsenin, hakkını almaya gücü yettiği halde affetmesi iyidir. Çünkü hakkını almaya gücü varken affetmek, nefse dahâ güç gelir. Hadîs-i şerîfde;
(Mûsâ aleyhisselâm: Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir? dedikte, gücü yettiği zamân affedendir, buyuruldu) buyurulmuştur.
Zulmedeni affetmek merhametin, kendisine iyilik etmeyene hediyye vermek ihsânın, kötülük edene ihsânda bulunmak da, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Îsâ aleyhisselâm;
(Diş kıranın dişi kırılır. Burnu, kulağı kesenin, burnu kulağı kesilir demiştim. Şimdi ise, kötülük yapana karşı, kötülük yapmayınız. Sağ yanağınıza vurana sol yanağınızı çeviriniz diyorum) buyurmuştur.

NİMETİN ŞÜKRÜ
Muhyiddîn ibni Arabî hazretleri buyuruyor ki:
“Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfrân-ı nimet etmiş olur.”
Zulmedenden hakkını almak, İntisâr olur. Affetmek, adâletin yüksek derecesi, intisâr ise, aşağı derecesidir.
Affetmek, bazan zâlimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisâr, her zamân zulmün azalmasına, hattâ yok olmasına sebep olur. Böyle zamânlarda, intisâr etmek, affetmekten dahâ efdal, dahâ sevâb olur.
Zâlimden hakkı kadar geri almak, adâlet olur. Fakat gücü yettiği hâlde affetmek, güzel ahlâktır. Resûlullah efendimiz, bir kimsenin zâlime bedduâ ettiğini görünce;
(İntisâr eyledin! Affeyleseydi, dahâ iyi olurdu.) buyurmuştur.
Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki:
(Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namâzdan sonra onbir defa ihlâs sûresini okuyan, kâtilini affederek ölen.)

GADABIMI TERKETTİM!
Resûlullah efendimizin mübârek torunu hazret-i Hüseyin, birgün misâfirleri ile sofrada oturmuşlar yemek yiyiyorlardı. O sırada kölesi bir kap sıcak yemekle gelirken ayağı yere takılıp, elindeki yemeği hazret-i Hüseyin’in mübârek başına döker. Hazret-i Hüseyin, terbiye maksadı ile kölesinin yüzüne sertçe bakınca, kölesi, Âl-i imrân sûresinin 134. âyet-i kerimesindeki;
(Gadab etmezler) kısmını okur. Hazret-i Hüseyin;
-Gadabımı terkettim, buyurunca, kölesi, âyet-i kerimenin;
(İnsanlardan kusûrlu olanları affederler) kısmını okur. Hazret-i Hüseyin;
-Affettim cevabını verince kölesi, âyet-i kerimenin;
(Allahü teâlâ ihsân edenleri sever) kısmını okur. Bunun üzerine hazret-i Hüseyin;
-Allah için seni kölelikten azâd ettim, istediğin yere gidebilirsin, buyurur.
Resûlullah efendimiz buyuruyor ki:
(Kıyâmette bir kimseyi hesâba çekerler ki, çok günâh işlemiş, hiç iyilik yapmamış. Sen dünyâda hiç iyilik yapmadın mı? derler. Hayır, yalnız çırağıma derdim ki, “Fakîr olan borçluları sıkıştırma! Ne zamân ellerine geçerse, o zamân vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!” Allahü teâlâ buyuracak ki, “Ey kulum! Bugün sen fakîr, muhtâçsın! Sen dünyâda benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız.” Onu affeder.)
Ahnef bin Kays hazretleri buyurdu ki:
“Bir kimse bana düşmanlık etse, ona üç halden biriyle karşılık veririm. Bu kimse benden yaşlı ise ona saygı duyar, karşılık vermem. Benden küçük ise onun için kötü muâmele yapmaya tenezzül etmem. Akranım ise ona af ve iyilikle muâmele ederim.”
Netice olarak müslüman, Allahü teâlâ katında kıymeti olan ve Onun sevdiği insan demektir. Bunun için müslümanların hatalarını görmemek, onlara kin tutmamak ve kusurlarını affetmek lazımdır. Allahü teâlânın bizi affetmesini istiyorsak, biz de Onun kullarını affetmemiz lazımdır. Yani, affedilmek için affetmek lazımdır. Affetmek, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Ahmed Rıfâî hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Kızdığın zaman affa sarıl. Çünkü affetmek sûretiyle yapacağın hatâ, cezâ vermek sûretiyle yapacağın hâtadan daha iyidir.”
 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 12 Kasım 2009, 00:03:14
ÛKAZ panayirinde bir gezinti.

Hazreti Muhammed aleyhisselamın rasûllük görevini almasının birkaç yıl öncesindeyiz şimdi...
Ukaz panayırı, her yıl olduğu gibi, gene kurulmuş Mekke yakınındaki Mecennet Vadisi`ne...
Oldukça büyük bir kalabalık toplanmış...
 
Bir yandan Yemen`den gelen tüccarlar mallarını satmaya uğraşırken; diğer yandan Dairan`lı tacirler develerine Tâif`in kuru üzümünü yüklemekle meşgul...

Panayırın bir çok köşesi ise o devrin en meşhur şairleriyle dolu.. Hepsi de kendi şiirlerini halka beğendirme arzusuyla dolu... Zira hangileri en çok beğeni kazanırsa, dereceye girerse, onların şiirleri Ka`be duvarına asılacak...

Halkın bir kısmı alışverişte; bir kısmı da eğlenti yerleri civarında kendilerine hoş bir eğlence aramada...
Bakın!. Efendimiz, Muhammed Mustafa ile en yakın arakadaşı Ebu Bekr`de gelmişler, kolkola dolaşıyorlar... Aralarında birşeyler konuşuyorlar..
Ebu Bekr, Efendimiz`den iki sene sonra dünyaya gelmiş...

Teym Oğulları namıyla bilinen sülaleden gelmektedir Ebu Bekr... Aynı zamanda yedinci göbekteki dedesi olan Ka`b oğlu Mürre, Efendimizin de yedinci göbekte dedesi olmaktadır...

Böylece, gerçekte bu iki yakın dost, aynı sülaleden gelmenin genetiğine de sahip olmaktalar...
Ebu Bekr, yumuşak, fevkalade güzel ahlaklı, anlayışlı, hoşgörüsü geniş bir insan...

Yardımsever, cömert ve bol ziyafet veren bir insan olduğu için de bütün Mekke halkı tarafından çok sevilmektedir... Ne zaman Ka`be yanına gelse, hemen etrafı halk tarafından çevrilir; beraberce oradaki kendisine ayrılmış odaya gidilir ve orada koyu bir sohpete dalınır...

Medine civarında, Bahreyn`de ve Hayber`de geniş arazileri olan ve ticaret kervanları bulunan Ebu Bekr`in, bu yüzden pek çok tanıdığı mevcuttu.. Dışardan gelen birçok insan öncelikle O`nu arar, O`na akıl danışır; O`nunla sorunlarını çözmeye çalışırdı..
* * *
Kısa bir süre önce yolda Efendimizle karşılaşan Ebu Bekr, O`na şu soruyu sormuştu...
-Ey emin kardeş, niçin diğer Kureyş halkı gibi değilsin?... Putlara secde etmez, heykellere hürmet göstermezsin..?
Efendimiz ona şu cevabı verdi:

-Ya Eba Bekr, bu insanların odundan, taştan, madenden yaptıkları putlara neden ve nasıl tapındıklarını bir türlü aklım kavrayamıyor!.. Onların kendilerine bir yararı yok, ki insanlara fayda sağlasınlar!... Hepsi de hiç bir işe yaramayan nesneler.. Halbuki bütün bunların ötesinde bizi ve herşeyi varkılan bir mutlak varlık olması gerekmez mi?

-Haklısın emin dostum!... Benim de aklımdan öyle geçiyor... Fakat bilemiyorum ki bu nasıl bir din olabilir..! Keza ben de, senin gibi düşündüğüm içindir ki, kendimi bildim bileli putlara secde etmem... Elbette Yaratıcının indinde bir din olmalı... Ama bu dini bize kim gösterecek?.. Bizi bu doğru yola kim sevkedecek?..

işte şimdi de, gene böyle bir mevzuyu konuşuyor olmalılar o köşede... Zira bu mevzu üzerindeki merakları, araştırmaları gün geçtikçe artmakta...
Bakın, başlarını sağa çevirdiler... Hani şu kızıl deveye binmiş, beyaz sakallı, nur yüzlü yaşlı hatibin olduğu tarafa... Epeyce de kalabalık toplanmış hatibin etrafına...

Ne varki buradan da pekbir şey anlaşılmıyor yaşlı hatibin sözlerinden...
Efendimiz bir şeyler soruyor Hazreti Ebu Bekr'e:

-Kim bu yaşlı adam, Ya Eba Bekr?

-Saide oğlu Kuss derler adına... Çöller vaizi... Iyad Kabilesinin ulusu... Meşhur şair ve hekim...

Onlar da, yaşlı hatibin yanına doğru yürümeğe başladılar...
Saide oğlu Kuss, yakın bir gelecekte ahir zaman peygamberinin örtüsünün kaldırılıp, ortaya çıkartılacağından sözederek halka bu konuda müjde veriyor:

-...Ey insanlar!.. Dinleyiniz ve anlamaya çalışınız!.. Anladıktan sonra da uyanınız!..
Ne görüyoruz?. İnsanlardan gelen kalmıyor; giden de dönmüyor!..
Acaba niçin gittikten sonra geri dönmüyorlar?
Gittikleri yerden hoşlanıp da orada mı kalıyorlar?

Yoksa yattıkları yerden kalkmak mı istemiyorlar?
Yoksa onları uyandıracak biri mi yok?
Yoksa var da, daha vakti mi gelmedi?

Ey ölüsünün ardından ağlıyan kişi!...
Ölüler mezarlarında yatıyorlar!. Üstlerinde götürebildikleri yalnızca bir kefen parçası var!..
Onları kendi hâline bırak!. Çünkü, bir gün var!. O gün bütün ölüler ve diriler, dalgın dalgın uyuyan kimselerin uyandırıldıkları gibi, uyandırılacak,

çağırılacaklardır!. Onlar da başka bir halde, bu çağırılışa icabet edeceklerdir.
Evvelce onlar yoktan nasıl var edildilerse, yaradıldılarsa, gene öylece yaradılacaklardır!.
Yemin ederim ki, Yaradan'nın indince bir Din vardır ki, bu, şimdi üzerinizde bulunduğunuz inanıştan daha sevgilidir.

Yaradan'nın gelecek olan bir elçisi vardır ki, gelmesi çok yakınlaştı..
Gölgesi başımızın üstüne geldi...
O'na iman edenlere ne mutlu!..

O'na iman etmeyenlere ne yazık!..
Yazık o bahtsız kişilere ki, O'na isyan ederler!. O'na muhalif olurlar!. Vay o ömürleri gaflet içerisinde geçecek olan insanlara..."
Efendimiz aleyhisselam ile Ebu Bekr de can kulağı ile dinlemekte bu sözleri; tıpkı herkes gibi, tıpkı bizler gibi...

Yakında geleceğinden bahsettiği peygamberin, burada, bizzat kendisini dinlemekte olduğundan da haberi yok Saide Oğlu Kuss'un!.
Keza bahsedilen peygamberin kendisi olacağından da haberi yok, Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselamın!...
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 20 Kasım 2009, 22:37:33
Bir senelik oruca bedel Bugün hicrî aylardan Zilhicce'nin 3. günü.

Ramazan ayının son on gecesi nasıl feyizli, bereketli, nurlu ve sevabı geceler ise, aynı zamanda hac mevsimi olan Zilhicce'nin ilk on günü ve geceleri de o yine aydınlık ve feyizli zaman dilimleridir.
Fecr Suresi'nin 2. âyeti olan "Yemin olsun on geceye" âyetinin tefsirinde bu on gecenin Zilhicce'nin ilk on gecesi olduğu hakkında açıklamalar vardır.
Bu geceler ve günler bereketini iki ibadetten alıyor. Biri kurban, diğeri de hac. Zilhicce'nin 10. günü Kurban Bayramı'dır. Bugünde ve devamı bayram günlerinde kurban kesilir.
Ama asıl bu gece ve gündüzlerde sırasıyla hac ibadetleri yapılır. 8'inde hacılar Mina'da bulunur, 9'unda Arafat'ta olurlar, 10'unda Müzdelife vakfesi yapar, kurban keser, şeytan taşlar, tavaf yapar. 11'inde ve 12'sinde de sırasıyla üç şeytan taşlanır.
***
Peygamber Efendimiz Zilhicce'nin bu 10 gecesini başta oruç ve namaz olmak üzere ibadetlerle geçirirdi. Ve bu gecelerin faziletini şöyle dile getirirdi:
"Allah'a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce'nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur. O günlerde tutulan her günün orucu bir senelik oruca, her gecesinde kılınan namazlar da Kadir Gecesi'ne denktir."
"Allah katında içinde bulunduğumuz şu günlerlerdeki (Zilhicce'nin ilk on günü) salih amelden daha sevimli (salih amelin bulunacağı) başka günler yoktur."
Sahabiler, "Yâ ResulAllah, Allah yolunda cihatta mı" diye sordular.
"Evet, Allah yolunda cihat da. Meğerki bir adam nefsiyle ve malıyla cihada çıkıp da kendisine ait mal ve nefisten hiçbir şeyi geri getiremez olursa. (İşte onun ameli bu on gündeki amelden daha faziletlidir)" buyurdu.2
Hadislerde anlatılan oruç günleri Zilhicce'nin ilk dokuz günüdür. Çünkü onuncu günü Kurban Bayramı'nın birinci günüdür, bugün oruçlu olmak caiz değildir.
***
Bugünlerde birkaç milyonu bulan büyük bir iman topluluğu Mekke caddelerinde İlâhi aşk ve sevgiyle çalkanır, Kâbe-i Muazzama, yurdunu yuvasını, çoluk çocuğunu terk eden fedakâr mü'minlerle dolup taşar. Hepsinin tek gayesi vardır: Allah'ın rızasını kazanmak, af ve bağışlamasını celbetmek, ebedi emellere ve ruhani neşelere ulaşmaktır.
Böyle yüce bir gaye uğrunda iman heyecanıyla ürperen mü'minlerin ruhaniyetleri hepimizin kulluk ufkunda rahmet bulutları sevk eder, oralardan esen inâyet rüzgârları gönüllerimizi sarar ve cennet-misâl zevk ve safalarla dordurur.
Bu günleri ve geceleri şimdiden şuurlu ve uyanık halde geçirmek Kurban Bayramı neşesine, hac ibadetinin o ulvi ve saadet dolu anlarına hazırlanmak, hacca gidemesek dahi, o İlâhi ziyafetten azami ölçüde istifade etme yoluna girmeye gayret göstermektir.
Gündüzleri mümkünse oruçla, geceleri de namaz, istiğfar, salâvat gibi manevi meşguliyetlerle geçirmek, Kur'ân'a muhatap alarak iç zenginliğimizi arttırmaya çalışmak her yönüyle güzel bir seyirdir.
Böylece hacca gitmeden de halis bir niyetle hac sevabını, Arafat'ta vakfeye duramasak da kendimizi hayalen o kutsal mekânda hissederek o anların zevk ve neşesinden mahrum kalmamış oluruz.
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 06 Aralık 2009, 00:11:51
İşte dünya budur!” 
 
Biri İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak istedi ve beraber seyahate çıktılar. Bir nehrin kıyısında yemek yediler. Beraberlerinde üç ekmek vardı. Ekmeğin ikisini yediler. Hz. İsa nehire gitti. Su içti, dönünce kalan ekmeği bulamadı ve o kişiye ‘Ekmeği kim götürdü’ dedi. Kişi ‘Bilmiyorum!’ dedi.
Hz. İsa arkadaşı ile beraber yola devam etti. Beraberinde iki yavrusu bulunan bir geyik gördü. Hz. İsa geyik yavrularından birini çağırdı, onu kesti, hem kendisi, hem de arkadaşı yediler. Sonra geyik yavrusuna ‘Allah’ın izniyle kalk’ dedi. Geyik yavrusu kalktı ve yürüdü. Hz. İsa arkadaşına dönüp şöyle dedi: ‘Sana bu mucizeyi gösteren Allah adına yemin veriyorum: ‘O ekmeği kim aldı?’ Kişi ‘Bilmiyorum!’ dedi.
Sonra bir dereye geldliler. Hz. İsa onun elinden tutup su üzerinde yürüdüler. Öbür tarafa geçince ‘Şu mucizeyi sana gösteren Allah’ın hakkı için, o ekmeği kim aldı?’ dedi. Kişi ‘Bilmiyorum!’ dedi.
Sonra bir çöle varıp oturdular. Hz. İsa toprak ve kum topladı. Sonra ‘Allah’ın izniyle altın ol!’ dedi. Toprak altın oluverdi. O altınları üçe böldü. Sonra dedi ki: ‘Üçte biri benim, üçte biri senin ve üçte biri de ekmeği alanındır!’ Bunun üzerine kişi ‘Ekmeği ben aldım!’ dedi. Hz. İsa da ‘O halde hepsi senin olsun!’ dedi ve ondan ayrıldı.
Hz. İsa ayrıldıktan sonra onun yanına iki kişi geldi. Bu çölde onun yanında altını görünce ondan alıp onu öldürmek istediler. O yalvararak ‘Bunu üçe taksim edelim’ dedi. Biri ‘Birimiz köye gidelim ki bize bir yemek satın alsın, yiyelim!’ dedi.
Birisini köye gönderdiler! Köye giden kişi malın tamamına kavuşmak için, aldığı yiyeceğe zehir koydu. Altının yanında kalan iki kişi ise, o gelince onu öldürdüler. Zehirli yemeği yiyince kendileri de öldü. Mal çölde sahipsiz kaldı. Haram helal demeden yapılan işler insanı bu hale getirir.
Hz. İsa onlar bu halde iken yanlarından geçti ve arkadaşlarına şöyle dedi: ‘İşte dünya budur! Dünyadan sakının!’

 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: zirve - 09 Aralık 2009, 02:24:53
selamualeyküm uzun zamandan beri siteye giremedim ama girdiğimde şunu farkettim ben sizlerle (böyle seçkin olan vede Allah rızası için insanlara bilgi veren bir yerde)olmayı özlemişim.yüce rabbim sizleri korusun ve sayınızı artırsın(amin)bende size şunu söylemek istiyorum benim dikkat etmeye çalıştığım bir nokta Allah ın insanı sevdiğinin en hususi alameti kendisinin Allah ı sevmesidir.işte buda Allah sevgisinin açık alametiymiş.öyleyse kendimizi bir yoklayıp rabbimizi ne kadar sevdiğimize bakarsak rabbimizin de bizi nekadar sevdiiğini görürüz
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 13 Aralık 2009, 01:00:38
İmanı koruma zamanı
 
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Âhir zaman, Ehl-i sünneti doğru öğrenip, iman hırsızlarına karşı imanı koruma, zamanıdır. Başka şey çalınsa, o kadar önemli olmaz; ama Allah korusun, imanı çalınan sonsuz olarak Cehenneme gider. İlmihalini bilmeyen imanını koruyamaz.
Bozuk din adamlarını dinlemek, bozuk bir din kitabını okumak çok zararlıdır; çünkü imanı kaybetme tehlikesi var. İnsan altını, elması sokağa bırakmaz. Aksine, en iyi şekilde korumaya çalışır. İman ise bunlarla kıyaslanamayacak derecede kıymetlidir. Bu yüzden, öyle kimseleri dinlemek, öyle yazıları okumak çok tehlikelidir. Bir gün Hazret-i Huzeyfe Resulullah’a sordu:
- Yâ ResulAllah, acaba Müslümanlar İslamiyet’ten önceki hallerine döner mi?
- Hayır, dönmezler; ama bizden sonra bulanık bir zaman gelir.
- Bulanık ne demektir yâ ResulAllah?
- Yani iyiler olur, kötüler olur, âlimler olur, zalimler olur, karışık bir zaman olur. Ondan sonra, daha kötü bir zaman gelir.
- O zaman neler olur ya ResulAllah?
- O zaman, dini anlatanların peşine gidenler Cehenneme gidecek.
- Din diye neyi anlatacaklar?
- Kur’an-ı kerimden, hadis-i şeriften bahsederler. Ancak Allah’ın, Resulullahın bildirdiklerini değil, kendi düşüncelerini Allah’ın, peygamberin emri gibi anlatırlar. İşte onların peşinden gidenler felakete uğrayacaktır.
- Yâ ResulAllah, o zamanda ben dünyaya gelmiş olsam ne yapmam gerekir?
- Dünyada hak yolda olan bir cemaat kıyamete kadar bulunur. Bu cemaati bul, onlara uy ve kurtul!
- Yâ ResulAllah, o cemaati de bulamazsam ne yapmalıyım?
- Onu da bulamazsan evinde otur, kimseye karışma! (Mişkat-ül-mesabih)
Allahü teâlâ, kimseyi karanlıkta bırakmasın! Müslüman olarak çok şanslıyız. O kadar şanslıyız ki, kör bir insanın hayatıyla gözü açık bir insanın hayatı bir olur mu? Allah’a, Peygambere iman eden, gözü açık, görebilen bir insana benzer. Bundan mahrum kalanlar, köre benzer. Köre yani imanı olmayana ise bir şey yapılmaz, sadece acınır. Gerekirse elinden tutulur; ama o insanla tartışılmaz, kavga edilmez.

 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 17 Şubat 2010, 00:52:57
Vahiy meleği Cebrail (a.s.), güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nurlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı, fakat gür bir seda ile hitab etti:
 

"Oku" Kâinatın Efendisini, hayret ve korku sardı. Yüreği ürperiyordu! "Ben okuma bilmem". diye cevap verdi. Hz. Cebrail, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, “Oku!” diye seslendi. Fahri Kâinat, aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmem!”
Hz. Cebrail, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi: “Oku!” Bu sefer Fahri Kâinat, “Ben okuma bilmem.” dedi, “Söyle, ne okuyayım?” Bunun üzerine melek, Allah’tan aldığı ve Resulüne teslim etmeye geldiği Alak Sûresinin ilk âyetlerini başından sonuna kadar okudu: “Oku! Seni yaratan Rabbinin adıyla oku! Ki O, insanı, pıhtılaşmış bir kandan yarattı. Oku ki, senin Rabbin, kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini tâlim eden, bol kerem ve ihsan sahibidir.”(Alak, 15).
Heyecan ve haşyetin son haddinde, Kâinatın Efendisi, bizzat konuştuğu lisanla nazil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Resulünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti. O andaki vazifesi sona eren Hz. Cebrail de birdenbire kayboluverdi.
İlâhî vahye muhatab olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resulü, mağaradan çıktı ve Mekke’ye doğru hareket etti. Yolda birçok gariblikle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar, “Esselâmü Aleyke Yâ ResûlAllah!..” diyerek onu selâmlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı. Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hâle gelmişti.
Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Haticei Kübra’ya sâdece, “Beni örtünüz, beni örtünüz!” Sâdık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstüne örtüler örttü.
Bir müddet sonra uyandılar. Haticei Kübra’ya başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi: “Korkuyorum ey Hatice!.. " Hz. Hatice, her hâlinden son derece emniyet duyduğu Kâinatın Efendisinin itminan arzusunu şu sözlerle teyid etti: “Hiç üzülme; Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz. Sen sözün doğrusunu söylersin. Emanete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Garibleri misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin! Ey  Muhammed! Sebat et! VAllahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim.”



Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 20 Şubat 2010, 01:19:13


Peygamber efendimizin önem verdigi sporlar.ve bizimkiler

Peygamber Efendimiz'in bazı spor dallarını bizzat kendisinin yaptığını, bazılarını ise teşvik ve tavsiye ettiğini biliyor muydunuz? İsterseniz bunları madde madde işleyelim:

Atletizm (yürüme-koşu): Pek çok rivayette yürümenin tavsiye edildiğine, ashabın da buna önem verdiğine şahit olmaktayız. Yürüme, her yaş ve seviyedeki insanın yapabileceği bir spordur. Peygamberimiz, "İki hedef arasında koşan kimsenin her adımı için bir hasene (iyilik) mevcuttur", "Ok yarışı yapın, vücutça sertleşin, yalın ayak yürüyün" (Mecmeu'z-Zevâid, 5/136) buyurarak bu sporu teşvik etmiştir.

Efendimiz'in eşi Hz. Âişe ile zaman zaman koşu yarışı yaptığı, bu şekildeki yarışları teşvik ettiği ve sahabenin de bu tür koşu yarışmaları yaptığı bilinmektedir. Bir defasında yarışı Hz. Âyşe, diğerinde de Peygamberimiz kazanmıştır. (Bkz. Ebu Davud,Cihad 68)

Güreş: Torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Peygamberimiz'in huzurunda güreşmişlerdir. Mekke'nin ünlü pehlivanı Rükane b. Abdi Yezid, Müslaman olmak için, kendine göstermesi gereken bir mucize olarak güreşmeyi ve Hz. Peygamber'in güreşte kendisini yenebilmesini şart koşar. Peygamber Efendimiz de teklifi kabul eder ve Rükane'yi tuş eder. (Bkz. İbn Hişam, Siyer, 1/390)

Atıcılık ve ok atma: "Onlara karşı elinizden geldiğince kuvvet hazırlayın" (Enfâl, 8/60) âyetindeki kuvveti, Peygamberimiz "remy" ok atma olarak açıklamış, çarşıda ok atma yarışı sahabileri takdir etmiş, başka bir hadislerinde ise, "Allah tek bir ok sebebiyle üç kişiyi cennete koyar: 1- Onu yapan; yeter ki bunu hayır maksadıyla yapsın. 2- Oku atan. 3- Atana ulaştıran. Atın ve binin. Sizin ok atmanızı, ben binmenizden daha çok seviyorum" buyurarak ok atışıyla uğraşanları Allah'ın cennetine koyacağını müjdelemiştir. (Buhari, Cihad 78)

Binicilik ve at-deve yarışı: Peygamber Efendimiz'in teşvik ettiği, kazananlara zaman zaman maddi ödül verdiği, çoğu kere bizzat katıldığı sportif faaliyetlerdendir. "Şu üç şeyde armağan vardır; Deve yarışı, at yarışı ve ok yarışı" buyuran Efendimiz'in Adbâ ismindeki devesi de pek çok yarışta birinci gelmişti. Ancak Peygamberimiz bu işi kumar şeklinde yapmayı yasaklamıştır. (Ebu Davud, Cihad 67)

Yüzücülük: Yüzmeyi çocukluk yaşlarında öğrenen Efendimiz atıcılık, binicilik ve koşunun yanı sıra yüzmenin de öğrenilmesi ve öğretilmesini teşvik etmiş, hatta bir babanın evladına karşı vazifelerinden söz ederken onları helâl rızıkla besleme, yazıyı öğretme yanında atıcılık ve yüzme öğretmeyi de ifade etmiştir. Bu teşvikler sonucudur ki sahabiler arasında bu tür faaliyetlerin oldukça yaygın olduğu, Hz. Ömer'in de gerek hutbelerinde Medine halkına, gerek mektup ve talimatlarında diğer bölge halklarına ve ordu kumandanlarına atıcılık, binicilik, yüzme, koşu gibi eğitici ve yetiştirici sportif faaliyetlere önem verilmesini, bunların çocuklara öğretilmesini istediği belirtilmiştir
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 27 Şubat 2010, 01:12:27
Tesbîhe yapış, tahmîde sığın ve tekbîre tutun  
 
 
Gözüne ve hayâline hiçbir günah girmeden Hazreti Ali (kerremAllahu vechehû) ile evlenen, daha yaşı 25 olmadan da babasının ardından ahirete yürüyen, arkadan gelen bütün evliyâ ve asfiyânın annesi olan Hazreti Fatıma validemiz, bütün ev işlerini bizzat kendisi yapardı.
 
 
 
Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorlardı. O hücrecikte, Fatıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik-deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Değirmen taşını çevire çevire eli nasır bağlamış, su taşıya taşıya da, Erzurumluların tabiriyle, sırtı "yağır" olmuştu.

Bu arada bir harp dönüşü Medine'ye esirler getirilmişti. Allah Resûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Hazreti Fatıma da, ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemek için babasına gitmiş, Efendimiz'in yanında oturanlardan hicap ederek hiçbir şey söyleyemeden evine dönmüştü. İnce kızının bir maksatla geldiğini anlayan Nebiler Nebisi oradaki maslahat hâsıl olduktan sonra kalkıp onun evine gitmişti. Hazreti Fatıma anamız der ki "Yatağa uzanmıştık ki, Allah Resûlü çıkageldi. Ben ve Ali yataktan doğrulmak istediysek de O buna mâni oldu.. ve aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben durumu anlatmaktan hicap edince, Ali dedi ki: "Ya ResûlAllah, değirmen taşı çeke çeke kızınızın elleri nasır bağladı, su taşıya taşıya omuzu yağır oldu, ev süpüre süpüre toz toprak içinde kaldı. Lütfederseniz yeni gelen esirlerden bir hizmetçi istiyoruz." Allah Resûlü bu istek karşısında memnun olmadı, mübarek kaşlarını çattı ve şöyle dedi: "Kızım, Medine fakirlerinin hakkını size veremem. Allah'tan kork ve Allah'a karşı vazifende kusur etme! Allah'ın, omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da daima sâdık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! Sana istediğinden daha hayırlı bir şey söyleyeyim: Yatağına gireceğin zaman, otuz üç defa "SübhanAllah", otuz üç defa "Elhamdülillah", otuz dört defa da "Allahüekber" de. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır." Bunun mânâsı şu idi: Kızım, değirmen taşını yine kendin çevir, suyunu kendin taşı, evini de kendin süpür ama nazarlarını uhrevî âlemlerden sakın ayırma, senin ihtiyacın budur. Allah indinde kıymet ve derinliğini arttırmak istiyorsan, tesbîhe yapış, tahmîde sığın ve tekbîre tutun. Sizin istediğiniz şey fânî dünya hayatına ve onun rahatına bakıyordu. Hâlbuki ben sizin ahirette mesud ve bahtiyar olmanızı istiyorum.
 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 12 Nisan 2010, 01:15:22
Bu mektûb, mevlânâ hâce Muhammed Firketîye yazılmışdır. Gündüz ve gece kendini hesâba çekmeği ve (Hesâba çekilmeden evvel, kendinizi hesâba çekiniz) hadîs-i şerîfini bildirmekdedir:
Mektubat-ı Rabbani 309.Mektup

Allahü teâlâya hamd olsun! Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Din ve dünyâ se'âdetinize düâ ederim. Meşâyıh-ı kirâmdan birçoğu ?kaddesü teâlâ esrârehüm", muhâsebe yolunu seçmişlerdir. Her gece, yatacağı zemân, o gün yapmış olduğu işlerini, sözlerini, hareketlerini, hareketsizliklerini, düşüncelerini, herbirinin niçin olduğunu anlarlar. Kusûrlarını ve günâhlarını temizlemek için, tevbe ve istigfâr ederler. Allahü teâlâya boyun bükerler, yalvarırlar. İbâdetlerini ve iyiliklerini de, Allahü teâlânın hâtırlatması ile ve kuvvet vermesi ile olduğunu bilirler. Bunun için, Hak teâlâya hamd ve şükr ederler. (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi, [ya'nî Muhyiddîn-i Arabî] ?kuddise sirruh", bu muhâsebecilerden biri idi. Buyuruyor ki, (Ben kendimi hesâba çekmekde, Meşâyıh-ı kirâmın hepsinden ileri gitdim. Niyyetlerimi, düşüncelerimi de hesâba katdım). Bu fakîre göre ?kaddesü teâlâ sirrehül'azîz", Muhbir-i sâdıkdan gelen haberlere uygun olarak ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" her gece yatarken, (Sübhâni velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber) yüz def'a okursa, tesbîh ve tahmîd ve tekbîr eylemiş olur. Böylece, muhâsebe yapmış olur. Kendini hesâba çekmiş sayılır. Tesbîh söylemek, tevbenin anahtarıdır. Bunu çok okumakla, kusûrlarının, günâhlarının afv edilmesini istemiş olur. Bu günâhlardan dolayı, Hak teâlâya bulaşdırılmış olan lekeleri tenzîh ve takdîs etmiş olur. Günâh işleyen bir kimse, bu emrlerin ve yasakların sâhibinin azametini ve kibriyâsını düşünmüş olsaydı Onun emrlerine karşı gelemezdi. Günâhları yapması, Onun emrlerine ve yasaklarına kıymet vermediğini göstermekdedir. Böyle şeyden, Allahü teâlâya sığınırız. (Tenzîh) kelimesini, [ya'nî yukarıda yazılı olan tesbîhi] çok okumakla, bu kusûr afv olunur.

(İstigfâr) etmek, günâhların örtülmesini istemekdir. (Tenzîh) kelimesini okumak ise, günâhların yok olmasını istemekdir. O nerede, bu nerede? (Sübhân) şaşılacak bir kelimedir. Söylemesi çok kısadır. Ma'nâları ve fâideleri ise pekçokdur.

(Tahmîd) kelimesini çok okumakla, Allahü teâlâya şükr edilmiş olur. Onun verdiği ni'metlerin şükrü yapılmış olur.

(Tekbîr) kelimesi, Allahü teâlânın, kulların yapdığı şükrlerden çok yüksek olduğunu, Ona yakışan şükr yapılamıyacağını göstermekdedir. Çünki, Ona yapılan istigfârlar, afv dilemekler için de, çok istigfâr etmek lâzımdır. Ona yakışan hamd, ancak Onun tarafından yapılabilir. Bunun içindir ki kendisi, Sâffâti sûresinin son âyetinde, (Sübhâne Rabbike Rabbil'izzeti...) buyurmuşdur. Kendini hesâba çekmek istiyenler, bu âyet-i kerîmeyi çok okumalıdır. Böylece istigfâr ve şükr etmiş olurlar. İstigfâr ve şükr edemediklerini de ve kusûrlarını da bildirmiş olurlar. Yâ Rabbî! Bizim kusûrlu, bozuk olan düâlarımızı, tevbelerimizi kabûl buyur! Sen herşeyi işitir ve bilirsin. Efendimiz, yüce Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve onun Âline ve hepsi temiz, seçilmiş olan Eshâbının herbirine salât ve selâm olsun ?sallü teâlâ ve selleme aleyhi ve alâ Âlihi ve Eshâbihi ecma'în"! Allahü teâlâ hepsine bereket versin!
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 12 Mayıs 2010, 21:21:18

 
Muhammed bin Sûka hazretlerinden

“ÇOK KONUŞMAKTAN SAKIN!”
Ya’lâ bin Ubeyd, Muhammed bin Sûka’dan nasîhat istedi. O da buyurdu ki:
“Sizden önceki, insanlar çok konuşmaktan pek sakınmışlar, çok konuşmak üç yerde iyidir demişlerdir. Birincisi, Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi çok okumak, ikincisi, çok emr-i mâruf yapmak sebebiyle fazla konuşmak. Üçüncüsü, fazla nehy-i münkerden dolayı çok konuşmak. Bu üç şeyden başka ancak çok lüzûm olursa konuşun. Zîrâ sizlerle beraber kirâmen kâtibîn melekleri vardır. İsimleri Rakib ve Adid’dir. Onlar hayır ve şer konuşulan her şeyi yazarlar. Akşam olduğu vakit, meleklerin yazdıklarında âhiretle ilgili yazıları çok olan ne bahtiyar kimsedir. Dünyâ ile ilgili olan yazısı çok olan ne bedbaht kimsedir.
Allahü teâlâ, müstahak olmayan hiçbir kimseye azap yapmaz. Azap yapılan kimseler, muhakkak ona lâyıktır. Şöyle ki; bir kimseye dünyâlık verilir. O kimse, verilen dünyâlığa çok sevinir. Fakat, dîninden bir şey fazlalaştığı zaman hiç farkına varmaz. Böyle kimse nasıl azâba müstahak olmasın?..”
Yine buyurdu ki:
“Bir kimsenin aksırdığını duysam, aramızda deniz de olsa ‘Yerhamükellah’ derim.”
“Allahü teâlâdan korkan mümin hiç neşelenmez. Onun rengi hiçbir zaman açılmaz. Yüzü devamlı mahzûn olur.”
“Bir insan, Müslüman kardeşinin ihtiyâcını görürse, Allahü teâlâ da ona çok yüksek dereceler verir, o kimse çok yüksek derecelere yükselir.”

AZABA MÜSTAHAK OLANLAR!..
Muhammed bin Münkedir, Muhammed bin Sûka’ya “Sana en hoş gelen amel hangisidir?” diye sordu. Muhammed bin Sûka hazretleri de “Mümini sürûra boğmaktır” buyurdu. “Ondan sonra hangisidir?” dedi. “Kardeşlere ikrâm etmektir” buyurdu.
Muhammed bin Sûka hazretleri vefat etmeden bir müddet önce buyurdu ki:
“Bir kimsenin dünyâlığından bir şey eksildiği zaman çok üzülür. Lâkin, o kimsenin dîninden bir şey eksildiği zaman o kadar üzülmez. Hattâ umûrunda bile olmaz. İşte o kimse de kendisini Allahü teâlânın azâbına müstahak eder.”
 
Başlık: Ynt: Günün Sohbeti
Gönderen: müteallim - 08 Haziran 2010, 02:01:20
İyiliği yap, kötülükten de sakın. Yanlarından kalktığında, halkın senin hakkında söylemelerinden hoşlanacağın şeyleri gözet ve onları yerine getir. Yanlarından kalktığında halkın senin hakkında söylemelerinden hoşlanmayacağın şeylere ise, dikkat et ve onları yapmaktan da sakın. (Hadis-i serif