Sadakat islami Forum

EĞİTİM, AİLE, KÜLTÜR-SANAT, SAĞLIK => SAĞLIKLI YAŞAM => Konuyu başlatan: müteallim - 20 Şubat 2005, 03:02:36

Başlık: Sağlık Bilgileri
Gönderen: müteallim - 20 Şubat 2005, 03:02:36
Migren hastası lodoslu havalara dikkat etmeli


Etkili olduğu günlerde insanların korkulu rüyası haline gelen lodosun havayı temizlemesi dışında bir faydası bilinmiyor.

Buna karşın, baş ağrısına, halsizliğe ve konsantrasyon bozukluğuna yol açan lodosun en büyük zararı ise, çok şiddetli olması dolayısıyla evlerin çatılarını, tabelaları, kiremitleri uçurarak yaralanmalara ve maddi hasarlara yol açması. Uzmanlara göre, vatandaşların tedbirli olmaları halinde lodosun bu tür etkileri görülmeyecek.

Bursa ile özdeşleşen lodos, gökyüzündeki kirli bulutları dağıtması ve havayı ısıtması dışında hemen akabinde gelecek yağmurun da haberini veriyor. Bu faydalarının dışında insanların sokaklarda yürümesini bile zorlaştıran lodosun, uzmanlar tarafından belirtilen onlarca zararı var.

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kayıhan Pala, lodosun baş ağrısı, konsantrasyon bozukluğu ve halsizlik gibi rahatsızlıklara yol açtığını vurguluyor. Özellikle migren hastalarının lodoslu havalarda büyük sıkıntılar çektiğini aktaran Pala, “Lodos, vücuttaki elektronik dengeyi bozuyor. Hava değişimine adapte olamayan vücutta baş ağrısı ve halsizlik oluşuyor. lodos, ayrıca romatizma hastalarının da ağrılarını artırıyor.” diyor.
Başlık: CAGIN HASTALIKLARI
Gönderen: müteallim - 20 Şubat 2005, 03:07:07
Avrupa’da çalışanlar, en çok bel ağrısı ve stresten şikayetçi


Avrupa’da çalışanların en çok şikayetçi olduğu iki hastalık belirlendi: Bel ağrıları ve stres.

Alman sağlık uzmanları tarafından yapılan açıklamada Avrupa Birliği üyesi ülkelerde işyerlerinde görülen en önemli rahatsızlığın bel ağrısı ile stres olduğu kaydedildi. Özellikle bürolarda çalışanlar uzun süre oturmadan dolayı sırt ağrılarına yakalanıyor. Stres ise hiç de hafife alınmaması gereken bir hastalık. Aynı araştırmayı yapan uzmanlar stresten korunmanın altı altın kuralını şöyle açıklıyor:

- Vücudunuzu dinlendirin: İnsan vücudu her gün belli bir sakinliğe ihtiyaç duyuyor. Vücudun huzurunu bozmamak için yiyip içtiklerimize mutlaka dikkat etmemiz gerekiyor.

- Aile bireyleri ile konuşun: Aile ortamı içinde olmak stresi engelliyor. Eşiniz, çocuklarınız ya da sevdiğiniz bir dostunuzla konuşmak stresi azaltıyor.

- Mükemmelliyetçi olmayın: Günümüzde her şeyin dört dörtlük olması için aşırı bir gayret göstermek de stres nedeni. Sınırları çok zorlamak, gereksiz telaş strese neden oluyor.

- Hedefleriniz gerçekçi olsun: Gerçekçi olmayan hedefler için kendimizi zorlamak stres nedeni.

- Dinî inançlarınız olsun: Batılı uzmanlar dinî inançların bulunmasını da stresi önleyici unsur olarak değerlendiriyor. Dinî bir inanca sahip olmak insanları aşırı hırstan koruyor.

- Kendinize zaman ayırın: Günümüzde hızlı iletişim ortamı insanları yoruyor. Daha kısa zamanda daha fazla üretim yapmak zorunda olan insan kendine gerekli zamanı ayıramıyor. Strese yakalanmamak için çalışanların kendine zaman ayırması gerekiyor.
Başlık: CAGIN HASTALIKLARI
Gönderen: müteallim - 22 Şubat 2005, 10:08:16
HASTALIK MEVSİMİ
 Zatürre, grip, farenjit ve bronşit. Kış ayıyla birlikte özellikle de kapalı ortamlarda çalışanlarda sık rastlanan bu 4 hastalık önlem almadığınızda yaşamı zorlaştırıyor.
Uzun kış aylarını sağlıklı geçirmenin yolu da doktorların önerilerini dinlemekten geçiyor.
Üst ve alt solunum yolu hastalıkları en çok da kışın canımızı yakıyor. Günün büyük bir bölümünü kapalı ve kalabalık ortamlarda geçiriyor olmamız, zatürre, grip, farenjit ve bronşit gibi hastalıklara daha sık yakalanmamıza yol açıyor.
ancak bunlardan korunmanın yolu olduğu gibi, tedavisi de mümkün. Uzmanlar, üst solunum yolu enfeksiyonlarını, "mevsime bağlı" hastalıklar olarak nitelendiriyor.
Özellikle de mevsim geçişlerinde, gün içindeki ısı farklarının çok olduğu ilkbahar ve sonbaharda bu hastalıkların daha çok görüldüğüne işaret ediyor.
Kış mevsiminde ülkemizde yaşanan soğuk havaya bağlı olarak nezle, grip, faranjit, larenjit, sinüzit, orta kulak iltihabı, bronşit, zatürree gibi hastalıkların görülme sıklığı artıyor. Enfeksiyonlar özellikle, çocukları, yaşlıları, hamileleri, kronik sağlık sorunları olanları olumsuz etkiliyor.
Kış mevsiminde soğuk havaya uyum sağlamak için vücudun daha fazla enerji harcadığına dikkat çekiliyor. Bu enerji ihtiyacı karşılanmadığında da vücut direnci düşüyor, enfeksiyonlara yatkın hale geliyor. Soğuk kış iklimde yaşayan ve yıllarını geçiren insanların soğuk havaya uyumuyla ılıman iklimde ve zaman zaman soğukta yaşayan insanların uyumunun farklı olduğu belirtiliyor.
Soğuk, özellikle akciğerin akut veya kronik tüm hastalıklarını tetikler. Bronşit, astım gibi sağlık sorunları daha sık görülür. Ayrıca kronik böbrek ve diyabet hastaları, kalp hastaları, by-pass geçiren kişiler aşırı soğuklardan çok daha fazla etkilenirler. Kışın ortaya çıkan hava kirliliği de soğukla birleştiğinde sorun büyür.

Kış mevsiminde enfeksiyonlar ağır geçtiği için korunma tedbirlerine özen gösterilmesinde yarar var. Yaşlıların, çocukların, kalp, astım, diyabet gibi sağlık sorunları olan kişilere havanın çok soğuk olduğu günlerde mecbur kalmadıkça sokağa çıkmaları önerilmiyor. Giyime özen gösterilmeli, soğuktan koruyacak biçimde giyinilmesinin yanısıra aşırı terlememeye dikkat edilmelidir.
Toplu çalışma ortamlarında havalandırma düzenli yapılmalı, sigara içilmesine izin verilmemeli, hasta kişiler erkenden uyarılarak ortamdan uzaklaştırılmalı ve tedavileri sağlanmalı.

Kış ve soğuk diye fazla enerji almak iyi olur. Ancak aşırı yağlı yemek ve az hareket, kilo almaya neden olur. Bu yüzden öğünler muntazam yenilmeli. Sabah kahvaltılarına ve enerji verecek mevsim meyve ve sebzelerine de ağırlık verilmeli.
Soğukta özelikle hamileler mevsim hastalıklarına yakalanmamaya özen göstermeli, toplu yerlerden uzak durmalı, maske ile korunmalı.

Astımı olanların ilaçlarını düzenli almaları, mecbur kalmadıkça dışarı çıkmamaları, hava kirliliğinden, soba ve kömür etkisinden sakınmaları gerekiyor.
Kalp hastalığı olanların çok soğukta yürümemelerini öneriyoruz.
Yüksek tansiyonu olanların da ilaçlarını titizlikle kullanmaları, direnç artsın diye diyeti bozmamaları, tuzlu yememeleri büyük önem taşıyor.

KIŞA BOMBA GİBİ GİRMENİZİ SAĞLIYACAK ÖNERİLER
Kış mevsimi geldi. Birçoğumuz sonbaharla birlikte kendimizi yorgun hissetmeye başlarız. Oysa yazın olduğu kadar, kışın da keyfini çıkarmak tamamen elimizde. İşte size, soğuk kış günlerinde içinizi ısıtmak için bazı öneriler:

MEVSİM GEÇİŞLERİNE DİKKAT
Mevsim geçişleri insanları genelde olumsuz etkiler. Vücudumuz ve zihnimiz zaman zaman pes etme aşamasına gelir. Gripten korunmak için, ilaçların yanı sıra moralinizi de yüksek tutmanın büyük önemi var. Çünkü ancak zihninizin gevşediği anda mikropların vücudunuza girme şansı azalır.
KAN DOLAŞIMINIZI DESTEKLEYİN
Siz de mi kendini sabahları yorgun hissedenlerdensiniz? O zaman kan dolaşımınızı harekete geçirmenin zamanı geldi demektir! Güne sıcak suyla duş alarak başlayın ve duşunuzu soğuk suyla bitirin. En iyisi duştan önce bütün vücudunuza fırçayla masaj yapın.

İYİCE TER ATIN
Sauna bağışıklık sistemi için birebir. Saunada vücut sıcaklığı 1-2 derece artar ve ardından alınan soğuk duşun etkisiyle yeniden düşer. Böylece vücut kendini hava değişimine alıştırır ve sıcaktan soğuğa geçerken zorlanmaz. Kış aylarında en büyük sorunumuz sıcacık evlerden buz gibi soğuğa çıkmaktır. Bu ani değişimler bağışıklık sistemimizi zayıf düşürür ve vücudumuz enfeksiyonlara karşı savunmasız hale gelir. Tansiyon problemi olanlar ise, sauna yerine buhar banyosunu tercih edebilir.

BİTKİLERDEN GÜÇ ALIN
 Özellikle bu mevsimde bağışıklık sisteminin takviyeye ihtiyacı vardır. Bunun içinde bitkilerden faydalanabilirsiniz. Ihlamur, kuşburnu veya papatya çayı soğuk kış mevsiminde hem içinizi ısıtacak hem de sağlıklı bir kış geçirmenizi sağlayacaktır.

C VİTAMİNİ TAKVİYESİ
Vücut C vitamini üretemez, ama özellikle bu vitamine grip mevsiminde ihtiyaç duyar. C vitamini, vücudu virüs ve bakterilere karşı korur, aynı zamanda bağışıklık sistemini güçlendirir. Vücudun günlük C vitamini ihtiyacı 100 miligramdır. Günde 5 öğün meyve ve sebzelerle beslenirseniz, vücudunuzun ihtiyacı olan C vitaminini karşılamış olursunuz. Fakat her gün bu şekilde beslenmediğinizi göz önünde bulundurursak, C vitamini takviyesi yapmanız önem kazanıyor. Dikkat etmeniz gereken nokta, C vitamini takviyesini gün içinde birden değil, küçük miktarlar halinde yapmanız. Çünkü vücut C vitaminini kolay kolay depolayamaz. Birden yapılan C vitamini takviyesi de bu durumda pek işe yaramaz.
STRESİ HAYATINIZDAN ÇIKARIN
Panik, huysuzluk, asabiyet ve günlük sorunlar... Tüm bunlar hem sinirlerinizi bozar hem de sizi strese sokar. Stres vücudunuzun fazla miktarda kortizon üretmesine sebep olur ve bu da bağışıklık sisteminizi zayıf kılar. Stresten kaçınarak ya da stresi en aza indirerek, bağışıklık sisteminize büyük bir iyilik yapmış olursunuz. Gün içinde kendinize zaman ayırıp dinlenmeye özen göstermelisiniz. Beş dakikalığına gözlerinizi kapatıp dinlenmeniz bile yeterli. Bu esnada derin nefes alıp vermeyi de unutmayın. Eğer fırsat bulursanız, 15 dakikalığına öğlen uykusuna bile yatabilirsiniz. Düzenli olarak spor veya en azından yürüyüş yapmayı da ihmal etmemelisiniz.

ÇİNKO VE YEŞİL ÇAYIN GÜCÜ
Yeşil çayın rahatlatıcı etkisi artık herkes tarafından biliniyor. Şimdi ise rahatlatıcı etkisi olan yeni bir ikili gündemde; yeşil çay ve çinko. Bu kombinasyonun bağışıklık sistemini güçlendirici etkisi bulunuyor. Yeşil çayın içerdiği bitki maddeleri organizmaları bakterilere karşı koruyor. Çinko ise vücudu soğuk algınlığına karşı koruyor ve hastalık halinde oluşan ağrıları azaltıyor. Çinko; peynir, yumurta sarısı, yulaf ezmesi, tropikal meyvelerde ve tavuk kanadında bulunuyor.

SOĞUK SUYUN GÜCÜ
Soğuk su vücudun direncini arttırır, kan dolaşımını destekler ve bağışıklık sistemini güçlendirir. Aynı zamanda savunma sistemini güçlendiren hücrelerin üremesinide sağlar. Bu hücreler, hastalığa zemin hazırlayan virüslerin vücuda girmesini önler. Tazyikli soğuk suyu, bir ayağınızdan başlayarak, kalbinize kadar bedeninizde gezdirin. Bu soğuk duşun ardından 10-15 dk. kadar yatağınızda dinlenin. Eğer bu mevsimde soğuk duş fikri size pek cazip gelmiyorsa, bir lifi soğuk suya batırıp vücudunuza uygulayabilirsiniz.

İLLAKİ MASAJ
 Vücuda uygulanan her türlü masaj sizi hem zihinsel olarak rahatlatır hem de konsantrasyon gücünüzü arttırır. Özellikle ayaklara uygulanan akapunktur niteliğindeki masajlar, bedeninizi dinlendirir. Elinizin baş parmağıyla, ayağınızın baş parmağının altına beş dk. kadar basınç uygulayın. Sonra elinizin baş parmağını ayak tabanınızın ortasına bastırın ve hafif dokunuşlarla ileri geri hareket ettirin. Son olarak da tüm ayağınıza masaj yapın. Bu masajları sabah ve akşam uygulayabilirsiniz.

HAYDİ SPORA
Soğuk ve karanlık kış günleri psikolojimizi büyük oranda etkiler. Bir çok insan kendini keyifsiz hisseder, sinirleri gergindir ya da içinden hiçbirşey yapmak gelmez. Sizi keyiflendirecek en güzel şey spor yapmaktır. Hayır, hayır, sporla kastımız öyle sizi zora sokacak ve yoracak sporlar değil. Aksine sizi dinlendirecek ve keyiflendirecek spor türleri. Haftada 2-3 kez 20 dk. Bisiklete binmeye veya jogging yapmaya ne dersiniz? Ya da dışarıda yapmur yağarken kapalı havuzda yüzmeye? Bu tür sporlara sadece bağışıklık sisteminizi güçlendirmekle kalmaz, vücudunuzun endorfin salgılamasını da sağlarsınız.

NANE KEYİFLENDİRİR
Yorgun, halsiz ve keyifsiz misiniz? O zaman "kocakarı" ilaçlarına başvurmaya ne dersiniz? Yarım fincan kaynar süte taze veya kurutulmuş nane yaprakları ekleyin. 3-5 dk. çekmesini bekleyin ve soğumadan için. Etherik yağlar veya nanin rahatlatıcı ve ferahlatıcı etkisi bulunuyor. Eğer sütü fazla sevmiyorsanız, nane yapraklarını koyu çaya da ekleyebilirsiniz. Nane yapraklarını en fazla 3 dk. Çayın içinde bırakın.

GRİPTEN KORUNUN
Soğuk algınlığının ya da gribal bir enfeksiyonunun yanı sıra, virüsle bulaşan grip tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. Bu tür gripten korunmanın en iyi yolu aşı olmaktır. Aşınızı her sene tekrarlamanızda fayda var. Uzmanlar, özellikle 60 yaşın üzerindeki kişilerin mutlaka grip aşısı olmaları gerektiğini belirtiyor. Eğer sürekli olarak insanlarla bir arada olduğunuz bir işte çalışıyorsanız veya kronik bir hastalığınız varsa, aşı olmayı kesinlikle ihmal etmemelisiniz.

KEYFİ KOKLAYIN
Güzel kokular her zaman insanı keyiflendirir. Eğer soğuk kış günlerinde ve gecelerinde kendinizi keyifsiz hissederseniz, etherik yağlara başvurabilirsiniz. Özellikle limon, bergamot, nane ve biberiye kokuları ideal. Bu konuda kokulu mumları yada koku lambalarını tercih edebilirsiniz. Koku lambalarının alt kısmında mum bulunuyor, üstüne ise etherik yağ damlatıyorsunuz ve ısının etkisiyle etherik yağın kokusu tüm odanızı mis gibi kokutuyor. Yağların etkisi güçlüdür, bu nedenle koku lambalarını yatmadan önce söndürün.

UYKUNUZA ÖZEN GÖSTERİN
İyi bir uyku, sağlıklı bir bağışıklık sistemi için çok önemli. Çünkü organizma gece boyunca kendini yeniler ve yeni gün için güç toplar. Zinde bir gün geçirmek için en az 6, en fazla 8 saat uyumanız gerekir. Eğer uykuyla ilgili probleminiz varsa, kendiniz için bir şeyler yapabilirsiniz. Yatmadan önce küveti ılık suyla doldurun ve içinde dinlenin ya da bir bardak sıcak sütün içine bir miktar bal ekleyin ve için. Akşamları da hafif birşeyler yemeğe özen gösterin.

ELDİVEN VE ŞAPKAYI UNUTMAYIN
Vücudumuzun en hassas organlarından bir başımızdır. Soğuk havalarda şapkasız dışarı çıkanların çoğu, soğuk algınlığına davetiye çıkarır. Vücut ısısı düştüğü anda eller, ayaklar üşümeye başlar. Ayaklar üşümeye başladığı zaman, sinir refleksleri aracılığıyla boğaz kurumaya başlar ve dolayısıyla vücuda, hastalığa neden olan virüsler girer.

RUHUNUZU NEŞELENDİREN GIDALAR
Çikolata hayatımızın asla vazgeçemeyeceğimiz bir parçasıdır. Özellikle kışın çikolataya karşı duyduğumuz istek daha da artar. Çünkü çikolatanın içerdiği tatlı maddeler mutluluk hormonu olan seratoninin salgılanmasını saplar. Özellikle kara kış günlerinde ve gecelerinde keyiflenmeye ihtiyacımız olduğunu düşünürsek, çikolataya karşı duyduğumuz isteği bastırmak daha da zorlaşır.

IŞIK VE RENKTEN KAÇMAYIN
 Kış mevsiminde genelde hüzünlü oluruz. Hatta bazı insanlar deprasyona girer veya çoğu zaman keyifsizdir. Bunun en büyük nedeni ise kısıtlı gün ışığıdır. Böyle zamanlarda da vücut, keyifsiz olmamıza neden olan melatonin hormonunu daha çok üretmeye başlar. Bundan kaçınmak için ışık ve renk takviyesi yapmanızda fayda var. Akşamları mum ışığında oturmak yerine aydınlık ışıkta oturmayı tercih edin. Bulunduğunuz mekanda sarı ve kırmızı gibi güçlü renklerin hakim olmasına ve renkli kıyafetler giymeye özen gösterin.

LAHANA METODUNU UYGULAYIN
 Dışarısı dondurucu soğuk, iç mekanlar ise bunaltıcı sıcak. Kış mevsiminde maalesef genelde problem yaşarız. Bu ani değişimler de bağışıklık sistemimizi zayıf düşürür ve enfeksiyonlara zemin hazırlar. Bu durumda en iyisi lahana metodunu uygulamaktır. Havanın soğukluğuna göre kat kat giyinin ve ısınmaya başladığınız anda üzerinizdeki fazlalıkları çıkarın. Özellikle çocuklara dikkat etmelisiniz. Çünkü anaokulları genellikle çok sıcaktır ve çocuklar oyun oynarken kan ter içinde kalabilirler.

22.02.2005 Hürriyet saglik
Başlık: Osteoporoz Kanserden tehlikeli
Gönderen: müteallim - 03 Mart 2005, 01:48:56
Osteoporoz kanserden daha büyük risk oluşturuyor


 Halk arasında ‘kemik erimesi’ olarak tanımlanan osteoporoz Türkiye için büyük bir tehlike oluşturuyor.

Kemik erimesinin ilk etapta ağrı ve kanamaya neden olmaması erken teşhis edilmesini imkansız kılıyor. Zamanla aşınan kemikler boyun kısalmasına, özellikle de kamburluğa neden olabiliyor. Hacettepe Üniversitesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Miyase Bayraktar, önlem alınmazsa, ölüm oranlarında kemik erimesi hastalarının kansere yakalananları geçebileceği konusunda uyardı. Bayraktar, Türkiye’nin nüfus olarak genç olmasının ‘umursamazlık doğurduğuna’ dikkat çekiyor. Bayraktar, ‘kemik dokusundaki kaybın kırık oluşturacak derecede artması’ şeklinde tanımladığı osteoporozun, orta yaşlı bayanlar için büyük risk oluşturduğunu söyledi. Hastalığın geçmişte dikkat çekmediğini; yaşlı nüfusun artmasıyla 1990’lardan sonra yükseldiğini belirten Bayraktar, bu hastalığın gelecek için büyük bir tehlike yaratacağını belirtti.

50 yaşın üzerinde her 8 kişiden 1’ inde osteoporoza bağlı omurga kırığı gelişiyor ve bu oran, yaş ile birlikte artıyor. Kalça kırığı ise 70 yaşın üzerindeki her 3 kadından ve her 9 erkekten 1’inde görülen önemli bir sağlık problemi oluyor. Uzmanlar, osteoporozun sadece kadın hastalığı olmadığına dikkat çekerek erkeklerin de risk grubunda yer aldığını hatırlatıyor. Ancak bu oran erkeklerde, bayanlara nazaran daha az görülürken, erime hızı da yavaş oluyor. Kadınlarda bu oranın yüksek olması menapozdan sonra östrojen hormonunun seviyesinin düşmesinden kaynaklanıyor. Menapozdan sonraki ilk beş yıl, kemik kütlesinin en hızlı eridiği zaman dilimini oluşturuyor. Uzmanlara göre astım ve eklem romatizmalarında kullanılan kortizon gibi ilaçlar, kemik kütlesini azalttığı için osteoporoz oluşumunu hızlandırıyor. Özellikle astım tedavisinde kullanılan bazı ilaçlar osteoporozun başlamasına zemin hazırlıyor.

İnsan vücudunun yirmili yaşlara kadar gelişme gösterdiğini belirten Bayraktar, 25 yaşına gelindiğinde kemik kütlesinin gelişimini tamamladığını, bundan sonra kemiklerde azalmaların olacağını dile getirdi. Hastalığın tedavisinin genç yaşlardan itibaren kalsiyum ve D vitamini alınarak önlenebileceğini vurgulayan Bayraktar, osteoporozu kolaylaştıran nedenleri; “Kahve içerek bol miktarda kafein alınması, sigara kullanılması; ki hasta sigarayı bırakmadığı sürece tedavisi mümkün olmaz, fazla alkol alınması, hareketsiz yaşantı, kortizon kullanmayı gerektiren bazı hastalıklar, genetik özellikler ile ufak yapıda ve beyaz tenli olmak.” şeklinde açıkladı. Bayraktar, osteoporozun tedavisinin mümkün olduğuna dikkat çekerek, erken tedavinin başarı şansını yükselttiğini ve en önemli amacın kırıkların azaltılması olacağını belirtti. Osteoporoz sonucu incelen kemiğin çok hafif bir zorlama sonucu bile kırılabileceğine işaret eden Bayraktar, düşme riskinin azaltılmasının ilaç ile tedavi kadar önemli olduğunu dile getirdi. Türkiye’de bazı şeylerin yanlış bilindiğini ileri süren Bayraktar, bayanları tedavi için kadın doğum uzmanlarını tercih etmemeleri konusunda uyararak, kemik erimesi konusunda endokrin doktorlarına gidilmesini tavsiye etti.

Osteoporoz önlenebilir

Erken yaşlardan itibaren dengeli ve düzenli beslenmek, asitli içecekler yerine yeterli miktarda süt ve süt ürünleri tüketmek, egzersiz yapmak, güneşten yeterince faydalanmak, kalsiyum ve D vitamini almak hastalığın engellenmesinde en önemli faktörleri oluşturuyor.
Başlık: dogru ilac kullanimi
Gönderen: müteallim - 04 Mart 2005, 22:40:20
DOĞRU İLAÇ KULLANIMININ 7 KURALI

 Hastalıkların tedavisinde vazgeçilmez yere sahip olan ilaçların, doğru kullanılmadıkları takdirde sağlık için önemli tehdit oluşturabilecekleri bildirildi.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı öğretim görevlisi Dr. Melih Babaoğlu, ilaç kullanımı sırasında yapılan yanlışlıklar sonucu ortaya çıkan ciddi rahatsızlıkların, sağlık sistemi gelişmiş ülkelerde bile önemli bir sorun olduğunu ve bunların bir bölümünün ölümle sonuçlanabildiğini söyledi.

Doğru ilaç kullanımını, ''kişinin kendisine doktor tarafından reçete edilen ilacı, kendisi için önerilen miktarda, yeterli süre devam ederek ve toplum için en düşük maliyeti getirecek şekilde kullanması'' olarak tanımlayan Babaoğlu, bunun verilen kullanım talimatlarına uymakla sağlanabileceğini belirtti.

İlaçların doktorun bilgisi dahilinde ve kontrolünde kullanılmasının önemine işaret eden Babaoğlu, vitamin, ağrı kesici gibi kullanımı basit olarak görünen ilaçları kullanmadan önce mutlaka bilgi alınması gerektiğini kaydetti. Babaoğlu, ilaç kullanımı sırasında hataya düşülmesini önleyebilecek kurallar hakkında şunları söyledi:


Doktorunuza muayeneye giderken kullandığınız tüm ilaçları ve önceki tedavi bilgilerinizi yanınızda bulundurunuz.


Doktorunuzun bilgisi olmadan ikinci bir ilaca başlamayınız.


İlaçları doktorunuzun anlattığı kullanım şekline uyarak kullanın.


İlaç tedavisine başladıktan sonra gelişen yeni bir yakınmanızın ilaca bağlı olabileceğini daima aklınızda bulundurun.


İlaç kullanımına gereksiz yere devam etmeyin ve önerilenden daha önce son vermeyin.


İlaca bağlı gelişebilecek olumsuz bir durumda sağlık personeline bilgi verebilmek için, birlikte yaşadığınız yakınlarınızı ilaçlarınız hakkında bilgilendirin.


Tedaviniz tamamlanınca artan ilaçlarınız varsa, maddi yetersizlik nedeniyle ilaç alamayan kişilere verilmek üzere doktorunuza verin.''

İlacın yanı sıra ilaç dışı tedavilere de önem verilmesi gerektiğinidile getiren Babaoğlu ''İlaçlar hastalıkların tedavisinde oldukça başarılı olabilse de çoğu kez istenen etkinliği tek başlarına sağlayamaz. Önerilen yaşam tarzı değişikliklerine uymak, tedavi başarısı artırır'' dedi.

(aa)
Başlık: CAGIN HASTALIKLARI
Gönderen: müteallim - 04 Mart 2005, 22:47:00
FARENJİT
Kış aylarında en sık karşılaştığımız hastalıklar arasında yer alan "farenjit", boğazın arka duvarının bazen mikrobik, bazen metabolik, bazen de çalışılan ortamın ısısına, tozuna bağlı olarak reaksiyon göstermesiyle ortaya çıkıyor. Farenjit diyince orofarinksin iltihabı anlaşılır.

FARENJİT NEDİR?
Farenjit, farinks adı verilen boğaz kısmının iltihabıdır. Hemen hemen herkes az ya da çok farenjit geçirir. Farinks, burun ve ağız boşluğunun arka tarafıdır. Yukarıdan aşağı doğru oluk şeklinde uzanan bir bölümdür. Burun arkasındaki kısmına nasofarinks (geniz) adı verilir.

Ağız boşluğunun arkasındaki kısma ( ağzı açınca tam karşıda görülen kısmı) ise orofarinks adı verilir. Aslında aşağı doğru uzanan kısmına da hipofarinks denir ama burası bazı tümöral hastalıklar için önemliyse de farenjit açısından önemli değildir.

BELİRTİLERİ
Hastalık, kişilerde beslenme alışkanlığı ve sigaranın yanı sıra, midedeki asit problemlerine kadar değişik nedenlerden oluşabiliyor. Farenjit ortaya çıktığında, ses kısıklığı, boğazda kuruluk, yanma, ağrı, yutkunma zorluğu, toz ve yiyeceklere karşı hassasiyet gelişiyor.

FARENJİT TEDAVİ YÖNTEMLERİ
Hastalığın tedavisi yapılırken önce "boğaz Kültürü" alınıyor. Bu kültür sayesinde hastalığın "mikrobik" olup olmadığı tespit ediliyor.
Bu mikropların bulunup bulunmadığına göre hastalığın tedavisi ilaçla yapılıyor. Uzmanlar, hastalık eğer mikrobik değilse sıvıyla, mide problemleri varsa düzeltilmesiyle, sinizüte bağlı akıntı varsa bu akıntının tedavisiyle mümkün olabileceğini belirtiyorlar..
Tedavide sigaranın kesilmesi çok büyük önem taşıyor. Alkol, çok acılı ve ekşili gıdaların tüketilmesi ise hastalığın iyileşmesini önlüyor.
Akut farenjite virüslerin neden olduğu düşünüldüğünde antibiyotik verilmesi gerekli değildir. Ancak sıklıkla virüslerin yaptığı iltihaba bakterilerde eklendiğinden antibiyotikler hastalığın iyileşme süresini kısaltmaktadırlar. Antibiyotik olarak penisilin türevleri, sefalosporin veya makrolidler kullanılabilir.

Antibiyotiklerin yanısıra, ağrı kesici-ateş düşürücü ilaçlar, alerji düşünülen hastalarda antihistaminikler, burun açıcı spreyler, öksürük kesiciler ve ağız gargaraları kullanılabilir.
Pastiller genellikle faydasızdır. Kronik farenjitin ise tedavisi oldukça zordur. Hem doktorun tedavi uygulaması hemde hastanın bazı durumlara dikkat etmesi gerekmektedir.
Ancak yine de kronik farenjit çoğu zaman tam olarak ortadan kaldırılamaz. Tedaviyi belirlemek için kronik farenjiti ortaya çıkaran başka bir faktör olup olmadığına bakılmalıdır.
FARENJİT'TEN NASIL KORUNULUR?
 Dikkat edilecek durumlar şöyle sıralanabilir:
Sigara ve alkol almamak
Tozlu yerlerde ve kirli havada bulunmamak
Aşırı sıcak ve soğuk gıda almamak
Üşümemeye çalışmak
Alerjiye neden olan faktörlerden uzak kalmak
Reflü düşünülen hastalarda akşam saatlerinde çay-kahve-alkol almamak ve mideyi aşırı doldurmamak
Boğazı temizlemeye çalışmamak

Uygun tedavi ve hastanın maksimum dikkati bile kronik farenjitin bulgularını ortadan kaldırmayabilir. Ancak bulgular hafifleyebilir veya geçici olarak kaybolabilir.
Başlık: CAGIN HASTALIKLARI
Gönderen: müteallim - 04 Mart 2005, 22:49:37
ZATÜRREE

 Kış mevsiminde artış gösteren ve iyi tedavi edilmediğinde ölüme bile yol açabilen hastalıklardan biri de zatürree. Uzmanlar hastalığı "akciğer iltihabı" olarak tanımlıyor.

Tıp dilinde "pnömoni" olarak adlandırılan "zatürree" hastalığında, akciğerlerde bulunan hava keseciklerinin iltihabi bir sıvıyla doluyor ve akciğerlerin oksijen alışverişi bozuluyor. Hastalık bakteriler, virüsler, mycoplazma, pnömosistis gibi mikroorganizmalar ile görülüyor.

Akciğerlerin iltihabi bir hastalığı olan zatürree, akciğerlerde bulunan hava kesecikleri, iltihabi bir sıvıyla dolar. Akciğerlerin görevi olan oksijen alış veriş fonksiyonu bozulur, kanda oksijen düzeyi azalır. Bunların sonucunda hücreler normal fonksiyonlarını yerine getiremez ve hatta bu nedenle ölüm bile görülebilir.

Amerika'da bile halen ölüme yol açan hastalıklar arasında zatürree altıncı sırada yer alıyor.

Zatürreeye yol açan 30'un üzerinde mikroorganizma tanımlanmaktadır. Zatürree'nin oluşumunda bakteriler ve virüsler önemli rol oynar. Bakterilerden kaynaklanan enfeksiyonlar yeni doğan bebeklerden yaşlı kişilere kadar her yaş grubunda görülebilir.

Alkolikler, yeni ameliyat olmuş hastalar, kronik akciğer ve kalp hastalığı olanlar ve bağışıklık sistemi zayıflamış kişilerde pnömoniye yakalanma riski daha yüksektir. Ateş, titreme, öksürük, sarı veya yeşil renkte balgam çıkarma, göğüs ağrısı ve terlemeyle gelişir.

Zatürreelerin yarısı da virüslerden kaynaklanıyor. Virüslerden kaynaklanan zatürreelerin kısa sürede iyileştiğine dikkat çekiliyor. Ancak grip virüsü ağır zatürreeye yol açabilir, altta yatan kalp , akciğer hastalığı olanlarda ve gebelerde ölüm nedeni bile olabilir.

BELİRTİLERİ

Türlerine göre belirtileri değişiyor. Bakteriyel zatürreede ateş, titreme, öksürük, sarı yeşil renkte veya kanlı balgam, göğüs ağrısı ve terleme olabiliyor.

Virütik zatürreede ateşin yanında başağrısı, kuru öksürük, kas ağrısı ve halsizlik gibi gribal enfeksiyon belirtileri görülebiliyor. Mycoplasma zatürreesinde ise en yaygın şikayet öksürük.
ZATÜRREE TEDAVİ YÖNTEMLERİ

 Nedene, hastanın yaşına, altta başka kronik bir hastalık bulunup bulunmamasına göre "tedavi planı" yapılıyor. Genç ve sağlıklı erişkinlerde bakteriyel, rriycoplasma ve ricketsia enfeksiyonlarında "antibiyotik" kullanımı tedavide başarı sağlıyor. Viral zatürreelerde iyileşme kendiliğinden olabiliyor.

Zatürree tedavisinde antibiyotiklerin yanı sıra ağrı ve ateş için parasetamol veya nonsteroid antiinflamatuvar ilaçlar, balgam söktürücü ilaçlar kullanılıyor. Eğer hastanın kanında oksijen düzeyi düşerse oksijen tedavisi de öneriliyor. Genç hastalar, iyileştikten sonra 1 hafta içinde normal yaşantılarına dönebilirler.

Orta yaşlı kişilerde eski sağlıklarına kavuşmaları ve kendilerini iyi hissetmeleri haftaları alabilir. Zatürree gripal infeksiyonlar sırasında veya sonrasında oluşabildiğinden grip aşısı yaptırmak zatürreeden de korunmayı sağlar. Grip aşısı senede bir kez sonbahar ayında yapılır

Zatürree hastasının ateşi düştükten sonra antibiyotik tedavisine doktorun önerdiği süre devam edilmesini belirten uzmanlar şöyle konuşuyor: "Antibiyotiklerin yanı sıra ağrı ve ateş İçin paraseternol veya nonsteroid antiinfla-matuvar ilaçlar, balgam söktürücü ilaçlar, kanda oksijen düzeyi düşerse oksijen tedavisi veriliyor. Hastaların diyetine dikkat etmesi ve günde en az 8 bardak su içmesini öneriyoruz.

Bu arada antibiyotik verdiğimiz halde hastanın ateşi 3 gün yüksek seyredebilir. Eğer 3'üncü günden sonra ateş hala yüksekse, doktora danışmak gerekir."Zatürree aşısı ise özellikle kalp, akciğer, kan, böbrek ve diyabet hastaları, dalağı alınmış kişiler, 65 yaşın üzerindekiler ve bakımevi gibi yerlerde yaşayanlar gibi yüksek risk taşıyan kişilere yapılıyor."

ZATÜRREE TÜRLERİ
Bakteriyel Zatürree
Bakteriyel Zatürree her yaş grubunda görülüyor. Alkolikler, yeni ameliyat olmuş hastalar, kronik akciğer ve kalp hastalığı olanlar, bağışıklık sistemi zayıflamış kişilerde hastalığa yakalanma riski artıyor.

Belirtileri
Ateş, titreme, öksürük, san veya yeşil renkte, kanlı balgam çıkarma, göğüs ağrısı ve terleme. Dakikadaki solunum sayısı ve nabız hızı artarken, ağır vakalarda kanda oksijen azalmasına bağlı olarak dudaklar, tırnaklar morarabilir, hastada bilinç bulanıklığı gelişebilir.

Virütik Zatürree
Zatürreelerin yarısının "virüsler" yoluyla olduğu biliniyor. Özellikle de çocuklarda üst solunum yolu enfeksiyonuna, bazen de zatürreye neden olan birçok virüs saptanmış. Uzmanlar, çoğunun ciddi olmadığını ve "antibiyotik" kullanmadan kısa sürede iyileştiğini ifade ediyorlar ve "İnfluenza virüsü ağır zatürreye yol açabilir. Kalp, akciğer hastalığı olanlarda, gebelerde ölüme dahi yol açabiliyor." diye sözlerine ekliyorlar.

Belirtileri:
Ateş, başağnsı, kuru öksürük, kas ağrısı ve halsizlik gibi gribal enfeksiyonlarda görülen belirtilerle ortaya çıkıyor. Bazen viral zatürreye bakteriye! zatürre de ekleniyor ve o zaman bakteriyel zatürreye ait belirtiler görülüyor.

Mycoplasma Zatürree
"Mycoplasma"lar, insanda hastalık nedeni olan ve serbest yaşayan canlılar olarak biliniyor. Hem bakteri, hem virüs özelliği taşıyorlar. Genellikle hafif şiddette ancak insandan insana kolaylıkla bulaşan ve bu nedenle salgınlar halinde seyreden bir zatürre etkeni olarak nitelendiriliyor. Tüm yaş gruplarında görülmekle birlikte, en sık çocuk ve genç erişkinlerde görülüyor. Tedavi edilmese de hastalıktaki ölüm oranı düşük seyrediyor.

Belirtileri:
Hastanın en yaygın şikayeti öksürük oluyor. Ayrıca ateş, itreme, bulantı, kusma, baş ve kas ağrısı, halsizlik görülebiliyor.
Başlık: soframizdaki ilaclar
Gönderen: müteallim - 13 Mart 2005, 01:06:17
Soframızdaki ilaçlar  
 
 

Uzmanlar, bazen sevmediğimiz, kimi zaman da ağız kokusu yapıyor diye yemediğimiz pek çok yiyeceğin aslında insanları birçok hastalıktan koruduğunu belirtiyor. Dahiliye Uzmanı Dr. Deniz Şahin, son zamanlarda tüm dünyada çeşitli gıdalar üzerine yapılan araştırmalar sonucunda birtakım besinlerin bazı hastalıkların önlenmesinde çok faydalı olduğunun ispatlandığını belirterek, şu tavsiyelerde bulundu: “Kalp hastalıklarından korunmak için ceviz, sarımsak tüketin. Solunum ve sindirim problemi yaşayanlar için elma yiyin. Kansere karşı korunmak için domates (özellikle prostat kanserine karşı), soğan, elma (özellikle akciğer kanserine karşı) tüketin. Anne sütünü arttırmak için havuç birebir. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek için maydanoz, havuç, domates tüketin. Yaşlanmaya karşı sarımsak, domates, havuç ve maydanoz yiyin.”

Kimlerin hangi yiyecekleri yemesi gerek?

Dr. Şahin, bolca tüketilmesi tavsiye edilen besileri ve faydalarını ise şöyle açıkladı:

Ceviz: Omega 3 ve Omega 6 yağ asitleri var. Zeka gelişimini olumlu etkiliyor. E vitamini açısından zengin. İyi bir antioksidan. Aterosklerozu engeller, kolesterol seviyesini dengeler. Yapılan araştırmalarda her gün 5–6 tane ceviz yiyenlerin yemeyenlere oranla kalp krizi geçirme riski yüzde 50 daha az olarak bulunmuş.

Havuç: İçeriğindeki betakarotenin yaşlılığın getirdiği görme zayıflığından koruma ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirme etkisi var. Güçlü bir antioksidan. Betakaroten cildin kurumasını engelleyen A vitaminine dönüşebiliyor. Cildin yaşlanmasını engelliyor. Anne sütünü arttırıcı etkisi var. Haftada 5 kez yendiği takdirde kadınlarda enfarktüsü ve felç tehlikesini yüzde 68 azalttığı bulunmuş. Günde 2 havucun erkeklerde kandaki kolesterolü yüzde 10 oranında azaltıcı etkisi var.

Maydanoz: C vitamini, betakaroten ve folik asit içeriyor. Nezle ve gribe karşı kış aylarında bol bol tüketilmeli. İyi bir folik asit kaynağı olduğu için hamilelerin sofralarından eksik etmemesi gerekiyor. Bir tutam maydanoz yetişkin bir kişinin günlük C vitamini ihtiyacını karşılar.

Elma: Elmanın suyunda bulunan kuersetin adlı madde çok güçlü bir antioksidan. Kolesterolü düşürüyor, kalp hastalıkları ve akciğer kanseri riskini azaltıyor. Sindirim sistemi için yararlı. Bol lif içerdiği için kabızlık problemi olanların sofrasında mutlaka olmalı. İngiltere’de yapılan bir çalışmada haftada en az 5 elma yiyenlerin daha kolay nefes aldığı bulunmuş. Ne tip bir mekanizmayla bu etkiyi yarattığı bilinmiyor, ancak güçlü antioksidan özelliği sayesinde olabileceği düşünülüyor.
Başlık: kolestrol
Gönderen: müteallim - 15 Mart 2005, 01:42:20
Yüksek kolestrol zayıflarda da olabilir  
 
 

İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nden Prof. Dr. Vedat Şensoy, “yüksek kolesterol şişmanlarda olur” düşüncesinin her zaman gerçeği yansıtmadığını belirterek, zayıflarda da yüksek kolesterole raslanıldığını söyledi.

İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda konuşan Prof. Dr. Vedat Şensoy, ailevi hiperkolesterolomisi olan kişilerin zayıf olduklarını ve sigara içmemelerine rağmen, normal kolesterolün 200 ise bunlarda 350– 400’ ü bulduğunu açıkladı. Prof. Dr. Şensoy, “Bu genetik bozukluk toplumumuzda 500 kişide birinde görülüyor. Buda 350 bin kişi demektir” dedi.

Ailesinde bu tür genetik bozukluğu olanların kolesterollerini kontrol ettirmeleri gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Vedat Şensoy, yağlı , kızartmalı gıdalarla beslenip aşırı et tüketmenin kolesterolün artmasına neden olduğunu söyledi.

Kolesterol düzeyine göre yaşamak gerek

Prof. Dr. Vedat Şensoy, şöyle devam etti: “Kolesterolün yüksek olması herhangi bir şikayete neden olmaz.

Kolesterol yüksekliğinin neden olduğu kalp krizi veya felç gibi hastalıklar, kolesterolün damar duvarında birikmesiyle yıllar sonra ortaya çıkar. Bu nedenle 20 yaşın üzerindeki kişiler kolesterol düzeylerini bilmeli ve bunun gerektirdiği yaşam değişikliğini uygulamalıdır.

Özellikle anne, baba veya kardeşlerinde erken yaşta kalp hastalığı olduğu bilinen kişiler, şeker hastaları mutlaka kolesterollerini ölçtürmeli ve gereken önlemleri almalıdır. Öncelikle ailevi kolesterol yüksekliği veya başka bir hastalığa bağlı kolesterol değerlerinde bozukluk varsa tıbbi destek şarttır
Başlık: Kolesterol
Gönderen: müteallim - 19 Mayıs 2005, 00:55:49
Kolesterol olmazsa, organizmadaki hücreler ne formda kalabiliyor ne de zamanı geldiğinde kendilerini yenileyebiliyor. Kolesterol, beynin ve sinir sisteminin faaliyeti için de vazgeçilmez. Bu yağın büyük bölümü (yüzde 70’i) organizma, özellikle de karaciğer tarafından üretiliyor. Geri kalanı (yüzde 30’u) beslenmeden geliyor. Uzmanlar, kısaca “Kanda dolaşan yağlı madde” olarak tarif edilen kolesterol için “iyi” veya “kötü” dendiğini hatırlatıyor. Gerçekte, iyi veya kötü olan kolesterolün değil, kolesterolün kandaki taşınma biçimi olduğunu belirten uzmanlar, “Kolesterol, üretici organlarla tüketici dokular arasında götürülüp getirilir. İki ayrı protein, kolesterolü sarıp sarmalar ve taşır. Bunlardan biri Düşük Yoğunluklu Lipoprotein (LDL), diğeri Yüksek Yoğunluklu Lipoprotein’dir (HDL). HDL’ler fazla kolesterolü, yeniden işlenip yok edileceği karaciğere götürürler. Bunun için ‘iyi’ sıfatı alırlar. LDL’ler ise kolesterolü hücrelere taşırlar. Kanda çok oldukları zaman atar damarlar için tehdit oluştururlar. Bunun için onlara kötü gözle bakılır” diyor.
Damar tıkanıklığı yapabilir
Kolesterolün, LDL’ler çoğaldığı anda insanın düşmanı haline geldiğini vurgulayan uzmanlar, bu sıra, sert plakalar oluşmaya ve atar damarların iç duvarına yapışmaya başladığını, kan dolaşımının tehlikeye girdiğini, böylece damar sertliğinin ortaya çıktığını kaydediyor. Uzmanların ifadesine göre, kolesterolün ideali, 1 litre kanda 2 gramın altında olması. Ama, bundan daha önemlisi LDL’lerin düzeyi. 1 litrede 1.6 gramdan fazlası, kolesterolün “kötüleşmesi” anlamına geliyor. HDL’lerin kandaki oranı yüzde 0.35’in altına inerse, yine tehlike var demektir. Doktorun, kolesterol düzeyine paralel olarak ölçülmesini istediği “trigliserit” (şeker ve alkolden oluşan yağ) de, litrede 2 gramı aşmamalı. Genellikle kolesterolün yüksekliğine paralel olarak yağın kanda dolaşan şekli olan trigliserid de yükselir. Trigliserid yükseldiği zaman kan yoğunlaşır, akışkanlığı azalır, pıhtılaşır ve daralan damarı tıkar. Sonuçta kalp krizine ya da felce yol açar.
Kolesterolün başlıca sebepleri
- Şişmanlık: Aşırı beslenme, kolesterolden zengin hayvansal yağlı gıdaların yenmesi ve bitkisel yağların aşırı tüketimi yağ dokusunu artırır.
- Hareketsizlik: Hareketli insanların kilo alma ihtimali az olduğu için kötü kolesterol yükselmesine sebep olan şişmanlık ihtimali düşüktür.
Kişide aşırı çarpıntı ve nefes darlığı yapmayan düzenli, günlük hareket, faydalı kolesterolün kandaki çoğalmasını sağlar. Çoğalan HDL, kandaki zararlı LDL kolesterolü yakalayıp götürür, karaciğerde yıkımı sağlar. Böylece damar sertliği önlenmiş olur. Ama hareketsizlik olunca bunun tam tersi insan sağlığı tehlike boyutlarına ulaşır.
- Aşırı stres ve sigara, alkol kullanımı.
- Şeker, karaciğer ve böbrek hastalıkları.
- Hayvansal yağlı gıdaların fazla tüketilmesi.
Başlık: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Tuğra - 15 Ekim 2008, 11:12:07
Gizemli Bir hastalık!

Bilinen hastalıklardan farklı ve şimdiye kadar 3 kişinin ölümüne 121 kişinin de gözetim altına alınmasına neden oldu.
 
BM Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Güney Afrika'nın Johannesburg kentinde 3 kişinin ölümüne neden olan gizemli hastalığın araştırıldığını bildirdi.

DSÖ'nin Cenevre kentindeki merkezinden açıklama yapan sözcü Gregory Hartl, hastalığın hemorajik ateşin bir türüne benzediğini, ancak yapılan testlerin, hastalığın hemorajik (kanamalı) ateşin türleri olan Marburg, Rift Valley, Lassa ve Ebola'ya benzemediğini ortaya çıkardığını söyledi.

Hartl, gizemli hastalıktan ilk ölümün 13 Eylül'de olduğunu, Zambiya'da hastalanan bir tur rehberinin Johannesburg'da hayatını kaybettiğini, 30 Eylül'de bir sağlık görevlisi ve 4 Ekim'de onu tedavi eden bir hemşirenin hastalığa yakalanarak öldüğünü ifade etti.
 
Hartl, hastalık nedeniyle şimdiye kadar 121 kişinin gözetim altına alındığını, test sonuçlarının pazar gününe kadar alınmasını beklediklerini kaydetti.

mynet
Başlık: Öksürük ve soğuk algınlığı ilaçları öldürebilir
Gönderen: Tuğra - 15 Ekim 2008, 11:14:08
 Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, öksürük ve soğuk algınlığı ilaçlarına karşı uyararak “Bunların tavsiye edilen dozlar aşılmadığında emniyetli oldukları ileri sürülmekle beraber, sık veya yüksek dozlarda kullanıldıklarında yan etki ve ölüm ihtimali de o nispette yüksek oluyor” dedi.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, ANKA'ya yaptığı açıklamada, öksürük ve soğuk algınlığı ilaçlarının özellikle de nezle, farenjit, tonsillit, sinüzit, bronşit gibi solunum yolları enfeksiyonlarının çok görüldüğü şu günlerde tüm dünyada en çok satılan ilaçlardan olduğunu söyledi. Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi'nin (FDA) geçtiğimiz aylarda yayınladığı raporu hatırlatan Prof. Dr. Küçükusta, “Yayınlanan rapor ile 6 yaşından küçük çocuklara ‘öksürük ve soğuk algınlığı ilaçlarının yasaklanması' tavsiye edildi” dedi.

Rapora göre, hem bu ilaçların etkili olduklarını gösteren kesin bilimsel kanıtlar bulunmadığının hem de çok ciddi hatta ölümcül de olabilen yan etkilere sahip olduklarının altını çizen Prof. Dr. Küçükusta, şunları söyledi:

“Amerika'da son 35 yıl içinde en az 125 çocuğun reçetesiz satılan ve ‘tezgah üstü ilaçlar' adıyla bilinen bu ilaçlar yüzünden öldükleri belirlenmiştir. Bunların tavsiye edilen dozlar aşılmadığında emniyetli oldukları ileri sürülmekle beraber, sık veya yüksek dozlarda kullanıldıklarında yan etki ve ölüm ihtimali de o nispette yüksek oluyor. Bizde de Sağlık Bakanlığı öksürük ve soğuk algınlığı ilaçlarını ödeme kapsamından çıkarmıştı.”

-SOĞUK ALGINLIĞININ İLACI YOK-

Soğuk algınlığının ilacı olmadığını söyleyen Prof. Dr. Küçükusta, “Soğuk algınlığı tedavisinde antibiyotik kullanmak da gereksiz, hatta zararlı. Çünkü virüslere antibiyotiklerin hiçbir etkisi yok. Antibiyotikler, sadece orta kulak iltihabı, sinüzit, bronşit gibi komplikasyonlar için doktor önerisiyle kullanılmalıdır” dedi.

Prof. Dr. Küçükusta, özellikle C vitaminin soğuk algınlığını önlediğine yaygın şekilde inanıldığını belirterek “Hatta buna doktorlar da dahildir. C vitamininin sağlıklı yaşam için gerekli olduğu, antioksidan özelliği bulunduğu elbette doğrudur; ama bunun ne nezleyi ne gribi önleyebileceğine dair kesin bir kanıt da yoktur” dedi. Her vitaminin fazlasının zararlı olacağına işaret eden Prof. Dr. Küçükusta, “Gerçek vitamin eksikliği tabloları dışında, vitaminler ilaç olarak değil doğal olarak, yani meyve, sebze, süt, yoğurt gibi besinlerle alınmalıdır” diye konuştu.

-SOĞUK ALGINLIĞI TEDAVİSİNDE İSTİRAHAT ÖNEMLİ-

Soğuk algınlığı tedavisinde yapılması gerekenlere ilişkin de bilgi veren Prof. Dr. Küçükusta şunları söyledi:

-Soğuk algınlığı tedavisi için ilacı unutun.
-Mümkünse en azından bir iki gün istirahat edin.
-Bol sıcak sıvı için. Ihlamur, ada çayı, nane, limon çayları bunun için idealdir.
-Mandalina, portakal, havuç, greyfurt gibi meyveleri ve her türlü sebzeyi bolca yiyin.
-Havuçlu, patatesli, kerevizli, soğanlı, maydanozlu tavuk sulu çorbalar soğuk algınlığına karşı birebirdir.
-Odanız nemli olsun. Radyatörlere su kapları, sobaların üzerine çaydanlık koyun.
-Burun tıkanıklığının en iyi ve en zararsız tedavisinin buruna serum fizyolojik ismi sıvının damlatılması ve ortamın nemlendirilmesi olduğunu unutmayın.
-Yüksek ateşiniz varsa, doktorunuza danışarak ateş düşürücü ilaç alın.
Özetle; ‘yok çocuğun burnu aktı, yok birkaç kere öksürdü, yok boğazı ağrıyor, yok biraz ateşi var' diye hemen ilaçlara sarılmayın. Bu hastalıkların tedavi edilse de edilmese de bir haftada geçtiğini de asla unutmayın.”

(ANKA)

Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: ihvan - 15 Ekim 2008, 11:18:54
teşekkürler kardeş...ne kadar kaçsakta hastalık yakalar...
Başlık: Beyin egzersizi nasıl yapılır?
Gönderen: Tuğra - 16 Ekim 2008, 09:43:37
Her insanın belli bir beyin kapasitesi vardır.Bunu genetiği belirler.Fakat bu kapasitenin etkin kullanılması için yapılacak birçok şey vardır.Örneğin;bir arabanın göstergesi 180km’yi gösteriyorsa 200km hız yapmak mümkün değildir.Fakat iyi bir araba bakımı ve kullanan ile gerekirse son hıza çıkılabilir.     

Son yıllardaki bunca gelişmelere rağmen beyin hala insan vücudunda en az bilgiye sahip olunan organdır.Yapılan çalışmalar ve uzmanlara göre bir çok kişi beyin potansiyelinin çok  az bir kısmını kullanmaktadır.
 
Maalesef okullardaki eğitim düzeni beynin sadece sol tarafını geliştiren matematik,fen bilgisi ve Türkçe gibi derslere önem verirken beynin sağ tarafını geliştiren resim,müzik,el sanatı….gibi derslere pek fazla önem verilmez.Halbuki;tarihte başarılı olan insanlara bakıldığı zaman bu kişiler bilerek veya bilmeyerek sağ ve sol beyinlerini geliştirmiş kişilerdir.Başarılı insanlar beynin her iki yarısını kullanabilen,gerektiğinde birinden diğerine geçebilen insanlardır.
 
Sağ lob un duygular ve hayallerin etkisinde olduğu ve bütünsel öğrendiği bu yüzden bilgileri sırayla işleyen sol lob un aksine daha hızlı ve etkili olduğu anlaşılmıştır.Sadece sol lobu gelişmiş olan ve bu lobu iyi kullanan insanların üretken düşünebilmeleri için sağ beyni geliştirmeleri gerekir.Çünkü insanın mucitlik ve üretkenlik kısmını sağ beyin sağlar.Sağ ve sol beyin birbirini tamamlayan  fonksiyonlara sahiptir.
 
Sol beyni gelişmiş bir kişi sağ beynini de geliştirirse beynin kapasitesi iki kat değil hayal edemeyeceğiz kadar fazla artar.Beyinde öğrenmenin sonu yoktur.

BEYNİ GELİŞTİRMEK İÇİN NE YAPMAK GEREKİR?

Doğumla başlayan öğrenmenin sonu yoktur.Öğrenme bir başkası tarafından deneyimlerin aktarılması ile gelişir.Bununda adı eğitimdir.İyi bir eğitim beyni geliştirir.Buna birkaç örnek vermek istiyorum.

1)Kitap okumak en faydalı beyin geliştirme yöntemidir.Kitap okumak sağ ve sol lobu beraber geliştirir.Çünkü kitap okurken sol tarafla takip edilen ve kavranan kavramlar sağ tarafta hayal edilir.Bunun için televizyon izlemek sağ lobu pasif bırakır.

2)Sık sık bulmaca çözme beyin için yapılacak en iyi egzersizdir.

3)Okunan bilgilerin uygulanmaya geçirilmesi ve görsel olarak görülmesi okullardaki deneyler sonucunda dersler daha iyi anlaşılır.

4)Öğrencilikte ve çalışma hayatı içinde resim,müzik veya el işi gibi sağ tarafı geliştirecek hobiler edinme.

5)Bol bol spor yapmak,yeterli uyumak ve beslenmeye özen göstermek özellikle spor beynin dinç ve güçlü kalmasını sağlar,olumsuz düşünceleri yok ederek beynin daha kolay öğrenmesini sağlar.
 
BEYNİ OLUMSUZ YÖNDE ETKİLEYEN FAKTÖRLER
 
Özellikle günümüzde büyük metropol şehirlerde yaşamak hiçbir etken olmasa da tek başına stres kaynağıdır.Trafik,hava kirliliği,çalışma şartlarının ağırlığı,zamanla yarışma…gibi etkenler beyni ve sinir sistemini olumsuz etkiler.Aşırı stres beraberinde uykusuzluk,sinir,insanlara tahammülsüzlük durumlarını da beraberinde getirir.Aşırı stres altında kalan beyin yıpranır.Fonksiyonları bozulmaya başlar ve hükmetme kabiliyeti zayıflar.Örneğin;günlerce uykusuz kalan kişinin hafızası ve düşünce yeteneği zayıflar,vücut direnci düşer bu gibi durumlarda hekim yardımı almak gerekir.
 
SİNİRİN BEYİNDEKİ TAHRİBATINI NASIL GÖRÜRÜZ?
 
Sinir ve stres sinir sistemini normal işleyen biyokimyasal mekanizmasını bozar.Bazen geri dönüşümsüz tahribat bile yapabilir.Ağır ruhi travmaya maruz kalınca yaşanan şok buna bir örnektir. Olumsuz olayların etkisi ile beyinde salgılanan maddeler vücuttaki diğer hormonları da aktive eder.
Buna bağlı olarak dolaşım hızlanır,kalp ritmi artar.Kişi yerinde duramaz,geçici olarak beyin fonksiyonları zayıfladığı için kişinin bedenine hükmetme kabiliyeti azalır bu yüzden saldırganlık,eşya kırma,bilinçsiz bir şekilde karşı tarafa zarar verme görülebilir.
 
SİNİR VE STRESİN ETKİLERİ NASIL AZALTILIR?
 
Sinir ve  strese sebep olabilecek olaylarla karşılaşıldığı zaman şunları yapmak gerekir.

1-Bulunan ortamdan uzaklaşmak gerekir

2-Özellikle orta yaş grubunda görülen şeker ve tansiyon hastalığı gibi etkenler sinir stresin oluşmasına zemin oluşturur.Sinir ve streste tansiyon ve şekerin yükselmesine neden olur ve beyinde geri dönüşümü mümkün olmayan veya sakatlıkla sonuçlanan hasarlar(yüksek tansiyona bağlı beyin kanaması vs.) meydana getirir.

3-Temiz havaya çıkmak ve derin nefes alıp vermek ve düşünceyi başka tarafa çevirmek gerekir.

4-Kontrol altına alınamayan duygular sonucunda beyin işleyişi bozulup diğer sistemlerede zarar vereceği için bir doktor tedavisine başlamakta fayda vardır.

İŞYERİ EN BÜYÜK STRES KAYNAĞI

 
Profesyonellik bulunan her şarta uyum sağlama kabiliyetidir.Dolayısıyla iş yaşantısı insan yaşamını sürdürmesi için kaçınılmaz ise iş stersi ile başa çıkmayı bilmemiz gerekir.Bunun için psikolojik destek almak gerekir.Yurtdışındaki büyük şirketlerde çalışanlara stresle başa çıkmanın yollarına dair seminerler verilir.Gerekirse kişilerin birebir destek alması sağlanır.Neticede sinir ve stres beyin fonksiyonlarını olumsuz etkilediği için dikkati azaltır,doğru karar vermeyi engeller olaylara objektif bakmayı önler.Eğer kendi kendinizi ve de sağlanan imkanlarla sinir ve stresten kurtulamıyorsanız uzman desteği ve hatta gerekirse ilaç tedavisi alması gerekir.
 
SİNİR İLAÇLARI BEYİNDE TAHRİBAT YAPAR MI?
 
Beyin hayali bir organ değildir.Akciğer, böbrek,karaciğer gibi rahatsızlanabilen bir organdır. Örneğin nasıl karaciğerde tahribat sonucu salgılanan maddelerin yüksekliği ateş,sarılık gibi belirtiler verirse beyinde de ruhsal travma, iş stresi vs..gibi etkenlerle salgılanan maddeler de oluşan hasar sonucu sinir, stres, uykusuzluk gibi belirtiler oluşur.Diğer organlarda oluşan hasarlar nasıl ilaçla tedavi ediliyorsa beyin ve sinir sistemi de ilaçla tedavi edilebilinir.Beyinde işleyişi bozulan biyokimyasal düzen ilaçla düzeltilmezse hastalık ilerler.Sinir ve stresin beyine vereceği zarar ilaçların vereceği zarardan tahmin edemeyeceğiniz kadar fazladır.
 
SİNİR İLAÇLARI BAĞIMLILIK YAPAR MI?
 
Sinir sisteminin tedavisinde rahatlatıcı ve tedavi edici ilaçlar vardır.Bazı tür ilaçlar ani sinir ve stres durumunda rahatlatıcı etkiye sahiptir.Bu ilaçlar genelde yeşil ve kırmızı reçeteye tabi ilaçlardır.Bunların kontrolsüz ve sık kullanılması bağımlılık yapabilir.Sinir siteminin tedavisinde esas kullanılan  ilaçlar tedavi etmeye yönelik bağımlılık yapmayan ilaçlardır.Tedavide en önemli konu tedavinin uzun sürmesi ve bu uzun süreyi hastanın kabullenmemesidir.

Bu tür ilaçlar ortalama altı ay gibi süreyle kullanılır ve 2-3 hafta sonra etkisini göstermeye başlar.Bir süre sonra ilaç alan hastanın şikayetleri geçince ilaçları kendiliğinden tedavi tamamlanmadan bırakır.Tedavi yarım kaldığı için bir süre sonra şikayetleri tekrardan başlar.Hasta bu durumu ilaca bağımlı hale gelmiş gibi algılar halbuki etkin ve yeterli süre uygulanan tedaviden sonra bu tür ilaçlar rahatça doktor kontrolünde dozu azaltılarak kesilir.

Doç. Dr. Serdar Dağ
Nörolog
Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: ay-yüzlüm - 16 Ekim 2008, 14:19:11
elinize sağlık çok güzel bilgiler sağolasınız ...
Başlık: Ordulu en çok cilt kanserine yakalanıyor
Gönderen: Tuğra - 17 Ekim 2008, 10:22:24
 
Ordu'da son 6 yılın verilerine göre, en çok cilt kanseri vakasının görüldüğü açıklandı.

Ordu Sağlık İl Müdürlüğü'nden alınan bilgilere göre, Ordu'da son 6 yılda 779'u kadın toplam bin 962 kanser vakası görüldü. Türkiye genelinde en çok görülen kanser vakalarında ilk sırayı akciğer kanserleri alırken, Ordu ilinde en çok cilt kanserinin görüldüğünü bildirildi.

Ankara Kanser Savaş Daire Başkanlığı'na gönderilen bilgiler baz alındığında, kanser vakalarının erkek ve kadınlara göre dağılımı 2003 yılında 219 kadın, 361 erkek, 2004 yılında 156 kadın, 239 erkek, 2005 yılında 154 kadın 217 erkek, 2006 yılında 122 kadın 160 erkek, 2007 yılı 126 kadın 244 erkek ve 2008 yılı ilk yarısında 79 kadın 104 erkek kansere yakalandı.

Yaş ve cinsiyet gözetmeksizin genel olarak bakıldığında 338 ile cilt kanseri birinci sırada yer alırken, 207 vaka ile akciğer kanseri ikinci sırada yer aldı. Sırayla 200 prostat kanseri, 129 göğüs kanseri ve 123 mesane kanseri en çok görülen kanser çeşitleri arasında ilk beş sırada yer aldı.

ORDU (İHA)

Not:Doktorların sıkça tavsiye ettiği güneş koruyucu kremleri düzenli kullanmak gerekiyor,cilt kanserinin en büyün nedeni uzun süre güneşe maruz kalmaktır.Araştırma yapılmayan bir diğer bölge adapazarında bağ bahçede çok çalışanlar arasında da cilt kanseri yaygın.

Başlık: Saçlarınız Demir Eksikliğinden Dökülüyor Olabilir
Gönderen: Ber-ceste - 17 Ekim 2008, 17:58:11
Saçlarınız Demir Eksikliğinden Dökülüyor Olabilir

32 yaşındayım ve son bir yıldır saçlarım dökülüyor. Cilt doktoruna da gittim ve hormonundan çinkosuna bir sürü test tapıldı ama verilen ilaçlar fayda etmedi. Sizin aklınıza başka bir sebep geliyor mu?

Daha geçen yıla kadar saç dökülme sebepleri olarak genetik faktörler, hormonlar, dış etkenler ve çinko gibi bazı minerallerin eksikliğini sayarken bu sıralamanın içerisine demirin eksikliği de girdi.

KANSIZLIK OLMADAN DA DEMİR EKSİKLİĞİ OLUR

2006 yılında Amerikan Dermatoloji Akademisi Dergisi’nde yayınlanan geniş bir araştırma demir eksikliği olanlarda saç dökülmesinin arttığını; demir depoları doldurulursa dökülen saçların geri çıktığını yada en azından dökülmenin durduğunu işaret ediyordu. Aynı çalışma doktorların kansızlık yok diye demir eksikliğini değerlendirirken başka belirtileri çok dikkate almadıklarını fakat saç dökülmesinin anemi olmadan da görülebildiğini vurgulamaktaydı.. Buna göre biz doktorlar, saç dökülmesinin sebeplerini araştırırken basit bir kan sayımı yapıp eğer kansızlık yoksa, sessiz bir demir eksikliği olabileceğini göz ardı edip saç dökülmesi için bu önemli nedenin varlığını araştırmayı ihmal etmekteyiz.

KONTROLSÜZ DEMİR ALMAYIN

Fakat sakın ola ki bu yazıyı okuyan her saç problemli kendi başına demir almaya kalkışmasın. Çünkü kontrolsüz aşırı demir alımına bağlı demir zehirlenmeleri ve çok ciddi sonuçlar olabileceğini herkesin aklında bulundurması lazım.

ÖNEMLİ OLAN FERRİTİN

Kandaki demirin miktarını değerlendirmenin en etkili yolu Ferritin düzeyini ölçmektir. Ferritin, demiri depolama işinde önemli rol oynayan bir proteindir. Kandaki normal seviyesi kadınlarda 10-120 ng/ml erkeklerde ise 30-250 ng/ml olarak kabul edilir. Bu geniş aralık nedeni ile 10-15 ng/ml Ferritin’e normal denilir; fakat bu yanlış bir karardır. Saç dökülmesinin önüne geçebilmek için bu düzeyin en az 50-,70 ng/ml arasında olması gerekir.

Yukarda adı geçen çalışmayı yapan araştırmacılar özellikle saç dökülmesi yaşayan kadınlardaki ferritin seviyelerinin diğerlerine göre düşük bulunduğunu; demir eksikliğinin bu kişilerde, genetik olarak var olan saç dökülme riskinin daha kolaylıkla ortaya çıkmasına sebep olduğunu öne sürmektedir.

SAÇ DÖKÜLMESİ VARSA DEMİR BAKILMALI
 
Eğer sağlıklı bir kadında saç dökülmesi varsa demir eksikliği de mutlaka araştırılmalıdır. Bilindiği gibi kadınlarda sıklıkla demir eksikliği ve anemi görülebilmektedir. Fakat bu tür sebebi olamayacak bir erkekte yada bir kadında demir eksikliği tespit edilmişse hangi hastalığın buna sebep olduğu mutlaka araştırılmalıdır. Saç dökülmesi araştırılırken tespit edilen demir eksikliğinin 55-60 yaşında bir erkekte altta yatan nedeni, bağırsak kanseri nedeni ile gizli kan kayıpları olabilir.   

Dışardan alınacak demir hapları kelliğin ilacı değildir ama gerekli görülen hallerde bu derdin çözümünde önemli katkılar sağlayabilir. Her ne kadar bu haplar, besin destek raflarında reçetesiz olarak satılabiliyorlarsa da bir doktorun tavsiyesi olmadan demir hapı kullanılmamalıdır.

Demir açısından zengin mercimek, fasulye, kabuklu deniz ürünleri, ıspanak, kuru üzüm, kuru erik ve kırmızı yağsız et sağlıklı demir kaynakları olarak tüketilmelidir.  Sağlıkla kalın


Dr. Eren Eroğlu
Aile Hekimliği Uzmanı, Clinica Gayrettepe Tıbbi Direktörü
Başlık: Sinir sistemi hastalıklarının teşhisinde bir ilk
Gönderen: Tuğra - 18 Ekim 2008, 10:26:50
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji Ana Bilim Dalında, Türkiye'nin ilk bilgisayarlı sensör teknoloji-voltometre laboratuvarı kuruldu. Laboratuvar, sinir sistemi hastalıklarının teşhis ve tedavisine büyük katkı sağlayacak.

Farmakoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Hacımüftüoğlu, 500 bin YTL'ye mal olan laboratuvarın Türkiye'de alanındaki tek örnek olduğunu belirtti.

TÜBİTAK ve Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü'nün katkılarıyla kurulan laboratuvarda beyindeki sinir hücreleri arasındaki iletiyi sağlayan maddelerin düzeylerinin ölçüldüğünü anlatan Doç. Dr. Hacımüftüoğlu, ''Laboratuvarımızda deneysel olarak parkinson, alzheimer veya kronik ağrı gibi sinir sistemi hastalıklarının sebepleri ortaya konulacak ve istenirse tedavilerine de katkı sağlanacak'' dedi.

Laboratuvarda elektrotlar vasıtasıyla beynin istenilen bölgesine girilebildiğini anlatan Hacımütfüoğlu, şunları söyledi: ''Bu laboratuvarın kurulması parkinson gibi sinir sistemi hastalıklarının tedavisine katkı sağlayacak. Önce deneysel yapılacak çalışmalar sonra insanlarda kullanılabilecek. Burada elektrotlar vasıtasıyla beynin istenen bölgesine giriliyor ve o bölgelerde sinir hücreleri arasındaki iletiyi sağlayan maddelerin düzeylerinin saniye saniye analizi yapılabiliyor. Hastalığa neden olan maddenin analizi yapılabiliyor ve istenirse o madde yerine konulabiliyor. Şu anda teşhis ve tedaviler hayvanlarda yapılacak. Telemetrik yani kablosuz sistem geliştirildikten sonra insanlarda teşhis ve tedavi çalışmaları başlatılacak.''

Laboratuvarda nöron hücreleri üzerinde çalışılacağını kaydeden Hacımüftüoğlu, şöyle devam etti: ''Şu anda laboratuvarlarımızda beyin hücreleri dış ortamda yaşatılmakta. Bu sistemi dış ortamda yaşayan hücrelerde kullanarak dünyada hiç yapılmamış olan bir çalışmada kısa süre içerisinde deneyeceğiz. Çalışma dünyada bu alanda yapılmış ilk çalışma olacaktır. Bu sistem sayesinde beyindeki hücrelerin tek tek değerlendirilmesiyle önemli bilgiler elde edilebilecektir.''

Erzurum (AA)
Başlık: İbrahim Saraçoğlundan Süper Enerji Formülü
Gönderen: Tuğra - 18 Ekim 2008, 22:52:39
Kendinizi yorgun ve bitkin hissediyorsanız ve özellikle zihin yorgunluğunuz varsa Profesör Saraçoğlu, hiçbir yerden okuyup öğrenemeyeceğiniz çok özel bir formülün tarifini veriyor.

Süper enerji formülü (MALZEMELER)
-Bildiğimiz siyah çay (Ancak çok demli olmayacak, açık olacak, poşet çay olmayacak)
-10-12 sap kuru karanfil

Süper enerji formülü (HAZIRLANIŞI)
Demlenmiş siyah çayın içine kuru karanfilleri atın. 2-3 dakika bekleyin ve karıştırıp için. İçtikten 10 dakika sonra saçınızın kökünde bile dahi kıpırdanmayı hissedeceksiniz. Yorgunluğunuzun buharlanıp gittiğini belirgin şekilde farkedeceksiniz. Dinçleştiren ve üzerinizdeki ağırlığı alan bir formül.

Etiketler: İbrahim Saraçoğlu

Başlık: Stres, beyin hücrelerini öldürüyor
Gönderen: İsra - 19 Ekim 2008, 05:08:33
Modern hayat ve stresli iş dünyası sağlığı olumsuz etkiliyor. İş hayatında ve günlük yaşam akışı içinde oluşan stres, vücutta olumsuz hormonların salınmasına yol açıyor.

ABD'li nöroloji uzmanları, yaptıkları araştırmada aşırı strese maruz kalanların beyin hücrelerinin öldüğünü belirlediklerini söylüyor. Araştırmayla ilgili açıklama yapan Bursa Özel Bahar Hastanesi'nden Dr. Yavuz Okur da aşırı stresin, beynin hafıza, öğrenme ve duygulardan sorumlu hücrelerini öldürdüğünü, yeni hücrelerin yetersizliğinin de depresyona yol açtığını dile getiriyor. Stresin kalp ve dolaşım sistemini de altüst ettiğine dikkat çeken uzmanlar, fast-food türü gıdalardan uzak durmayı, stresi yenmek için ise mesai sonrası yürüyüş yapmayı, bisiklete binmeyi ve yüzmeyi öneriyor. Konya Vakıf Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Ahmet Kuzgun, günümüzde işe veya okula yetişmek için yürümekten ziyade ulaşım araçlarının yaygın olarak kullanıldığını ifade ediyor. Bu durumun bedensel aktiviteyi en aza indirdiğini vurgulayan Kuzgun, stres ve koşuşturmanın modern hayatın kolay değiştirilemez gerçekleri haline geldiğini bildiriyor.

Kalp sağlığı açısından stresli bir günün sonunda spor yapmayı öneren Kuzgun, şunları kaydediyor: "En basit şekliyle yarım ile 1 saatlik yürüyüş, bisiklete binme, yüzme gibi bedensel faaliyetler tansiyonu kontrol altına alır, kolesterolü düşürür. Şişmanlık ve şeker hastalığının önlenmesinde büyük önem taşır. Kişi spor sırasında zihnini alabildiğince boşaltır ve salgılanan birtakım hormonlarla kendini mutlu hisseder." İş arasındaki yemeklerde fast-food'dan uzak durup meyve ve sebzeyle beslenmeyi tavsiye eden Op. Dr. Ahmet Kuzgun, böylece kalp-damar sağlığına önemli katkı sağlanmış olacağını kaydediyor. Kuzgun'a göre, modern dünyada sağlıklı yaşamak için spordan ve sağlıklı beslenmeden vazgeçmemek gerekiyor.

Ünal Livaneli
Başlık: Kış güneşi de yaz güneşi kadar tehlikeli
Gönderen: Tuğra - 19 Ekim 2008, 12:21:21
Kış güneşinin de, yaz güneşi kadar kanserojen etkiye sahip olduğu bildirildi.
 
Dr. Murat Akbaş, Online Sağlık'a yaptığı açıklamada, "Ülkemizde yaz aylarında aileler güneşin zararlı etkileri konusunda daha bilinçli davranmaya başladılar, ancak kış güneşini çoğu kimse dikkate almıyor" dedi. Karlı günlerdeki kış güneşinin de, yaz güneşi kadar kanserojen etkiye sahip olduğuna dikkati çeken Dr. Murat Akbaş, güneşin cilt kanserine yol açan önemli etkenlerden birisi olduğunu belirterek, kış güneşine dikkat edilmesi gerektiğini vurguladı.

Özellikle kayak yapanların, güneşe karşı korunmaları gerektiğini ifade eden Akbaş, "Ülkemizde yaz aylarında aileler güneşin zararlı etkileri konusunda daha bilinçli davranmaya başladılar, ancak kış güneşini çoğu kimse dikkate almıyor" diye konuştu.

Dr. Akbaş, kış güneşinin, yaz güneşinden zararlı etki açısından hiçbir farkının olmadığının altını çizerek, "Özellikle kayak yapanlar, güneşin karda yansıması nedeniyle tıpkı yaz güneşi gibi zararlı ışınlara maruz kalıyor. Kayak yapanların bronzlaşması da, güneşin, tıpkı yaz güneşi gibi yaktığının göstergesidir" ifadelerini kullandı.

Yoğun bir şekilde kış güneşi altında kalmanın, derinin destek dokusunu yok ederek, erken yaşta deri kırışıklığına sebep olduğunu açıklayan Akbaş, aynı zamanda yaşlılık lekeleri denilen kahverengi lekelerin de, güneşle birlikte ortaya çıktığını belirtti. Bu lekelerin zamanla genetik yapı, rüzgar ve güneş gibi diğer etkenlerle bir araya geldiğinde cilt kanserine yol açabileceğine dikkati çeken Akbaş, "Özellik kayak yapanlar, kış güneşinin zararlı etkilerinden korunabilmek için, güneşten koruyucu kremler kullanmalılar" açıklamasında bulundu.

iha
Başlık: Sinirsel ağrı olur mu?
Gönderen: Tuğra - 20 Ekim 2008, 18:22:10
Baş ağrısı, bel ağrısı,boyun ağrısı gibi insanın yaşam kalitesini bozan bir çok ağrı türü vardır.

Hekimin araştırması sonucunda bu ağrılara neden olabilecek etken bulunamazsa veya bu kadar ağrı yapmayacağı kanaatine varılırsa, hastaya ağrılarının nedeninin SİNİRSEL olduğu söylenir.
Hasta için esas kabus bu sözden sonra başlar.

Hasta yakını, hastanın psikolojisinin bozuk oluğunu düşünür. Bazen de hastanın bu durumu kullandığını içinden geçirir ve hastanın şikayetlerine aldırmaz. Fakat hastanın yaşadığı bir ağrı gerçeği vardır ve hastanın yaşam kalitesi bozulmuştur. Ağrı sebebinin sinirsel olduğunun herkes tarafından söylenmesi, doktor doktor gezmek ve önemsenmemek var olan ağrıları daha da arttırmıştır .

Tüm tıp kitaplarında ve yayınlarında sinir sistemi ve ağrı ile ilgili bir çok kanıtlanmış bilgi vardır. Sinir sisteminin yıpranmış olması ağrıyı daha da arttırır. Şunu bilmek gerekir ki, depresyon kalıcı bir ruh bozukluğu değildir. Sinir sisteminin, yaşanan kötü olaylar ,geçirilen hastalık..vs gibi etkenlerle biyokimyasının bozulmasıdır. Tedavi ile düzelir. Panik atak, takıntı gibi durumlar da biyokimyasaldır ve uzun süren tedaviyi gerektirir.

İnsanlarda nasıl diğer organlar ve sistemlerin bozulması hastalıklara yol açar ise sinir sisteminin de hasar görmesi çeşitli hastalıklara yol açar.Felç, sara hastalığı gibi depresyon ve panik atak vs de sinir sistemi hastalığıdır.Felç geçiren hastanın belirtileri güç kaybı,konuşma ve denge bozukluğu ….vs depresyonun belirtisi ise huzursuzluk ,uykusuzluk, içe kapanma ….vs.dir.Özetle bu gibi durumlar bir ruh bozukluğu değildir.

Sinir sisteminin bozuk olması , tek başına ağrıya sebep olduğu gibi var alan ağrıyı daha da arttırır.Örneğin migreni olan bir hastanın gün için de gerginliği artarsa ağrısı tetiklenir.Bel, boyun ve sırt ağrısının nedenleri arasında sinir sisteminin bozulması ile oluşan kas spazmları ön plandadır.

Sinirlenince mideyi uyaran sinir fazla çalışır ve gastrit ,ülser gibi rahatsızlıklara yol açar.Bu gibi örnekleri çoğaltabiliriz.Ağrı çeken hastanın ızdırabı büyüktür .Bu ağrıların sebebi sinir sisteminin bozukluğu da olabilir.Hekimin ve hasta yakınının bu durumu psikolojik rol yapma gibi algılaması ve önemsememesi çok yanlıştır.Hastanın ağrıya sebep olacak etkenleri ortadan kaldırıldıktan sonra mutlaka sinir sistemi de gözden geçirilip tedavi edilmelidir.Aksi taktirde ağrı kronikleşir hasta ve hasta yakını sağlık sektörlerinde maddi kaybına uğradıkları gibi olumlu bir sonuçta alamazlar.
 
Doç. Dr. Serdar Dağ
Nörolog
Başlık: Vücudumuzun Ağır İşçisi Dizlerimiz
Gönderen: Tuğra - 21 Ekim 2008, 11:02:20

Vücut eklemlerimiz içinde vücudumuzun yüküne en çok maruz kalan eklemlerimizin başında diz eklemi gelmektedir.

Dik durarak yürümemizi sağlayan bir kilit eklemdir. Bu yüzden de en çok zorlanmaya yıpranmaya açık olan eklemdir.

Taşıdığı önem nedeniyle aynı zamanda vücudun en komplike ve sağlam eklemlerindendir.
Diz eklemi insan mobilizasyonu açısından da en önemli eklemdir. Diz eklemindeki problemler nedeniyle yürüme kapasitesi azalmış, insan genel mobilizasyonu azalmış demektir. Hareketsizlik, kilo ve hızlı yaşlanmaya, yaşam kalitesinin bozulmasına sebeb olur.

Diz eklemi, yaşlanmayla birlikte ilk önce belirti vermeye başlayan eklemdir.

Eğer genetik olarak yatkınlığınız varsa, yani ailenizde diz eklemlerinde aşınma ve yıpranma nedeniyle ( yani kireçlenme ) sorun yaşamış, yaşlı bireyler varsa sizde aday olabilirsiniz ve şikayetler erken yaşta başlayabilir.

Genetik olarak,eklemlerinde erken dönemde başlayan (40 lı, 50 li yaşlarda) ilerleyici şekilde aşınma ve yıpranmaya neden olan eklem rahatsızlığına osteoartrit (yani kireçlenme) denilmektedir.
Bu hastalıkta eklem kıkırdağı yavaş yavaş aşınmaya başlar. Eklem yüzeyinin kayganlığını sağlayan sıvının üretiminin giderek azalması, eklem üzerine binen yükler, bu yıpranmayı daha da hızlandırır. Bunun sonucunda ağrı,hareket kısıtlanması, eklemde şişme gibi şikayetler ortaya çıkar. Diz eklemini en fazla yük altında bırakan vücut kilosudur.

Bu açık bir şekilde ispatlanmıştır. Uzun süre ayakta kalarak çalışmak, ağır kaldırmak, günlük yaşamda sürekli merdiven inip çıkmak diz eklemlerini zorlayan aktivitelerdir. Uzun süreli oturmak ve aktivite azalması, kilo almakla beraber, kasların zayıflayıp dokuların kısalmasına neden olur. Bu da yine eklemin zaman içinde zorlanması ve aşınmasını hızlandırır.

Eğer yaşlılık döneminde, daha hareketli ve ağrısız bir hayat geçirmek istiyorsak en özen göstermemiz gereken eklemler bence dizlerimizdir. Diz eklemlerimizi koruyarak,kullanım ömürlerini uzatmamız, erkenden aşırı yıpranmasını önlemeliyiz.

En önce zorlanan diz kapağı eklemidir. Diz kapağı eklemi yıpranma belirtileri önceleri çok fazla rahatsızlık vermez, bu yüzden hasta tarafından gözardı edilebilir.

1- Uzun süre oturunca kalkarken dizde tutulma hissi veya bacağı uzatma , hareket ettirme ihtiyacı

2- Çömelip kalkarken, merdiven inip çıkarken dizlerden çıtırtı sesleri gelmesi

3- Zaman zaman dizde takılma, tutulma hissi

4- Yokuş,merdiven inip çıkarken zorlanma, boşalma hissi veya hafif ağrılar.

Dizin ön kısmında hissedilen bu rahatsızlıklar diz kapağı ekleminde aşınma başladığının belirtileridir.
Bu dönemde yapılacak rehabilitasyon programı hem tedavi edici hem de ileriye dönük koruyucu olacaktır.

–Aşırı kiloların verilmesi, tabiki tartışma götürmez bir konudur.

–Genç hastalar için, ileriye dönük oldukça önemli bir risk faktörüdür.
Rehabilitasyon programında;

–Hastanın bacak kaslarını kuvvetlendirme, germe egzersizleri, denge egzersizleri

–Varsa ayak mekanik bozuklukların giderilmesi

–Günlük yaşamda dizleri koruyarak kullanılmasının öğretilmesi yer almalıdır.

–Bu rehabilitasyon programının yoğunluğu azaltılarak günlük yaşam içinde devamı sağlanmalıdır.

–En kolay ve ucuz olan ve en doğrusu halen sağlıklı olan dizlerimizi korumak, güçlü ve esnek tutmaktır.

–Sağlığını kaybetmiş eklemi tamamen normale döndürme sansımız çok azdır.

Dizlerini korumak için yapmanız gerekenler

–Yüksek topuklu ayakkabı giymekten kaçının

–Çok fazla merdiven inip çıkmaktan kaçının, düz yolda yürümekte sakınca yoktur.

–Dizleri altınıza alıp oturmaktan, alışkın değilseniz bağdaş kurup oturmaya çalışmaktan kaçının

–Bacak kaslarını güçlendiren ve esnekliğini sağlayan 3- 4 önemli egzersizini öğrenip düzenli olarak yapma alışkanlığını edinin.

–Kilonuzu ideal ölçülerde tutmaya çalışın.
 
Dr. Vildan Çerçi
Başlık: Yağsız beslenme depresyona götürüyor!
Gönderen: enfa - 21 Ekim 2008, 23:56:51
Bilimsel veriler ışığında yağlı yiyeceklerin insanları şişmanlattığı ve kolesterol düzeylerini artırdığının doğru olmadığı ve yağsız beslenmenin depresyona yol açtığı ortya çıktı. Asıl düşman şeker! Dr. Güçlü Ildız anlatıyor.


 
Kronik hastalığı olan ya da kilo nedeniyle diyetlerinden yağı kesenler, vücudun temel yapı- taşından mahrum kalır. Beynin yüzde 65’ini oluşturan yağlar kesilince depresyona meyil artar. Buna karşılık insan bünyesi şekeri, dışarıdan saf olarak almaya programlı değil, saf şeker zararlı.

Kalp, şeker, yüksek tansiyon gibi uzun süreli hastalığı olan insanlar vardır mutlaka çevrenizde. Onları dikkatle incelediğinizde benzer özelliklere sahip olduklarını görürsünüz. Sürekli ilaçlar kullanan, hayattan eskisi kadar zevk almayan, hastalığın vücutlarında yaratacakları zararları çaresizce bekleyen insanlar.

Beslenme özellikleri de neredeyse aynıdır. Öncelikle yağ ve kırmızı et kesinlikle yasak. Yasakçı beslenme şartlanması adeta hayatlarının bir parçası olmuştur. Hatta yakınması olayan insanlar bile daha az yağlı yeme gayretindedirler. Klasikleşen bilgilere göre yağlar, vücutta kolesterole dönüşür. Kolesterol de damarları tıkayarak kalp hastalığı ve felçlere neden olur. Ayrıca kırmızı etle birlikte kan basıncını artırırlar. Kanser riskini artırırlar. Bunun gibi diğer kimi hastalıkları kötüleştirdiği kabul edilir.

10 yılın verileri

Oysa son 10 yılın bilimsel verileri, klasikleşen bu beslenme biçimini tamamen yalanlıyor. Konuyla ilgili olarak yapılan ilk çalışmalar epilepsi hastalarında faydalı olduğunu gösterdi. Ketojenik diyet adı verilen bu beslenme yönteminde hastalara yüksek yağ içerikli, etli ve sebzeli besinler verilip şeker ve şeker içerik ölçeği yüksek olan besinler tamamen kesiliyor. Hastaların epilepsi nöbet sayı ve şiddetinde belirgin azalmalar olduğu görülüyor. Benzer beslenme yöntemi diğer beyin kaynaklı parkinson hastalığı, alzheimer hastalığı, otizm, depresyon ve beyin tümörlerine de uygulanıyor ve gene başarılı sonuçlar alınıyor.

Yüksek yağ içerikli beslenme yönteminin faydaları bunlarla kalmayıp çok daha şaşırtıcı sonuçlar elde ediliyor. Tip II diyabet (şeker) hastalığında, polikistik over sendromunda ve hatta yüksek kolesterol düzeyleri olan kişilerde bile faydalı olduğu görülüyor. Diğer bir değişle kan kolesterol düzeylerini yağlı yiyerek düzeltebiliyorsunuz.

Yüksek yağ içerikli beslenme yöntemiyle ilgili sayılan bu veriler, Mart 2007 tarihinde Pediatrics dergisinde Johns Hopkins Medical Institutions’dan Dr. John M. Freeman ve arkadaşları tarafından yayınlanan son 10 yılın yapılmış çalışmalarının derlendiği makalede yer alıyor.(1) Bu makalenin yorum bölümünde şu sözcüklere yer veriliyor; Hayretle farketmekteyiz ki yüksek yağlı yiyeceklerin insanları şişmanlattığı ve kolesterol düzeylerini artırdığı doğru değildir.

Şeker meselesi

Bu bilimsel veriler ışığında ortaya çıkan gerçek şu ki, diyetlerden şeker ve şeker içerik ölçeği yüksek olan besinleri çıkardığımızda insanlar daha sağlıklı oluyor.
Saf şeker (rafine-sofra şekeri) 200 yıl önce ilk defa Almanya’da şeker pancarından üretilmiştir. Şekerin yaygın olarak kullanımı 2. Dünya Savaşı sonrası yıllara rastlar. Kronik hastalıkların bu dönemde belirgin bir ivme kazandığı görülmektedir. Rafine edilerek üretilen şeker (glükoz) doğada saf halde bulunmaz. Meyve ve balda bununan glükoz ise saf değildir. Oysa binlerce yıllık tarihi boyunca insan bünyesi doğada, doğal haliyle bulduğu besinlerle bu günlere gelmiş, bünyesi doğal alan besinlerle yapılmıştır.

İhtiyacı olan şekeri kendi karaciğerinde, şeker dışında aldığı diğer besinlerle sağlamıştır. Bilimsel veriler ışığında ortaya çıkan gerçek şudur ki; insan bünyesi şekeri, dışarıdan saf olarak almaya programlanmamıştır. Saf şeker insan bünyesine zararlıdır. Et, yağ, sebze ve meyveler insan diyetinin aslını oluşturur ve şeker içerik ölçeği yüksek olan maddeler insan bünyesine zararlıdır.

Kronik hastalığı olan ya da kilo vermek amacıyla diyetlerinden yağı kesen insanlar, vücudun temel yapıtaşından mahrum olurlar. Beynin yüzde 65’ini oluşturan yağlar diyetten kesildiğinde depresyona meyil artar. Bu nedenle yağsız yiyen insanlar bitkin, yorgun ve isteksizdirler.

Diyetten yağı kesmekle kan kolesterol düzeylerinin düşmediği görülmektedir. Çünkü kolesterol karaciğer tarafından yapılır. Hastalık durumunda vücudun yapı taşına yani kolesterole ihtiyacı vardır. Kolesterol artışının esas nedeni budur. Sorun kolesterol yüksekliği değil, kolestrol yüksekliğine neden olan vücudun anormal çalışma biçimidir.

Vücudun çalışması, beyinde bulunan ve hipotalamus adı verilen bir bez tarafından kontrol edilir. Hipotalamus bezinin anormal çalışması sonucu gelişen hasta olma durumu, genetik yatkınlığa göre, gelişecek hastalığı belirler. Hastalıkların tek merkezli yönetimi sonucu pek çok insanda birden çok hastalık (şeker, kolesterol yüksekliği, hipertansiyon gibi.) birlikte görülür. Hipotalamus kaynaklı, vücudun anormal çalışma düzeni; allostaz (allostasis) olarak bilinir. Hipotalamus kontrolünün beyin ön bölgesi (prefrontal cortex) tarafından sağlandığı son yılların önemli bir bilimsel gerçeğidir. İnsanın hayvanlardan üstün olmasını sağlayan akıl özelliği, beyin ön bölgesinin bir eseridir. Hayvanlardan oluşan bu farklılık, insana akıl özelliği verdiği gibi hayvanlarda görülmeyen pek çok kronik hastalıklarında insanda görülmesinin nedenini oluşturur. 

Şeker içeriği yüksek olan besinler çocukluk döneminden itibaren alınmaya başlamasıyla beyin ön bölgesinde ortaya çıkan bağımlılık durumunu geliştirir.

Bu nedenle stres, açlık gibi kimi durumlarda şeker alma ihtiyacı artar. Alınan her şekerli besin, allostaz durumunun daha da artmasını sağlayarak hastalıkların gelişmesi için uygun ortamı yaratır.

Sağlıkta ve çocukluk döneminde uygulanan beslenme yönteleri hem hastalıkların gelişmesinde hemde hastalıktan kurtulmada önemlidir. Temel beslenme yöntemi tamamen doğal olmalı, vücudun düzgün çalışmasını sağlayan temel unsurun sağlıklı beslenme olduğu unutulmamalıdır.

Dr. Güçlü Ildız: Nöroloji Uzmanı

Başlık: Akut solunum yolu enfeksiyonları
Gönderen: Tuğra - 22 Ekim 2008, 01:44:07
Osmaniye İl Sağlık Müdürü Dr. Mehmet Cingöz, akut solunum yolu enfeksiyonları nedeniyle yılda 3 milyon çocuğun hayatını kaybettiğini söyledi.

Cingöz, yaptığı açıklamada, üst solunum yolu hastalıklarının, mikropların soluk borusu ve akciğerlerle akciğer içi hava yollarının iltihaplanması sonucu ortaya çıktığını belirterek, "Gelişmekte olan ülkelerdeki çocuklarda en fazla ölüme neden olan hastalıklardan biri, akut solunum yolu enfeksiyonlarıdır ve her yıl 3 milyon çocuğun ölüm nedenidir.

Bu ölümlerin üçte ikisi 0-12 aylık, özellikle iki aylıktan küçük bebeklerde olmaktadır. Solunum yolu enfeksiyonları, Türkiye'de çocuk hastalıkları ve ölümlerinin ana sebeplerinden biridir. Solunum yolu hastalıkları daha çok içinde bulunduğumuz sonbahar ve kış aylarında görülmektedir" dedi.

Dr. Mehmet Cingöz, risk faktörlerini sıralarken şunları söyledi: "Beslenme bozukluğu olan çocuklarda vücudun savunma sistemi bozulduğu için basit bir soğuk algınlığı kolayca zatürreeye dönüşmekte ve beslenmesi normal olan çocuklara nazaran bu çocuklarda zatürreeye bağlı ölümler 12 misli daha çok görülmektedir.

Zamanından evvel doğan veya düşük doğum ağırlıklı bebeklerde zatürree nedeniyle olan ölümler daha fazla görülür. Sigara kullanan ailelerin çocuklarının kullanmayan ailelerin çocuklarına göre iki kat daha fazla solunum yolu enfeksiyonlarına yakalandıkları görülmektedir."

Özellikle kırsal kesimde yakılan ateşlerden çıkan dumanların ve kentlerdeki hava kirliliğinin de solunum yolu enfeksiyonları riskini artırdığını anlatan Dr. Mehmet Cingöz, sözlerini şöyle sürdürdü: "Çevresel koşullar solunum yolu enfeksiyonlarının kişiden kişiye yayılmasını kolaylaştırmaktadır. Enfeksiyonların okul çocukları yoluyla ailenin diğer bireyine yayıldığı bilinmektedir. Kişisel hijyen, solunum yolu enfeksiyonlarının yayılmasında önemli bir yer tutar."

Solunum yolu enfeksiyonlarında yapılması gerekenleri de sıralayan Cingöz, şu önerilerde bulundu: "Çocuğun beslenmesine dikkat edilmeli. Hastalık sırasında beslenme sürdürülmeli, hastalık sonrası çocuklara ek öğün yemek verilmeli. Bu ek öğün çocuğun hastalığı sırasında kaybettiği kiloları alana kadar sürdürülmelidir.

Burun akıntısı temizlenmelidir. Bunun için yumuşak bir mendil veya SF denen hafif tuzlu steril su kullanılmalıdır. İçinde tıbbi madde bulunan burun damlaları zararlı olabileceği için kullanılmamalıdır. Sıvı miktarı artırmalı. Çocuğa ek içecek verilmeli, emzirme devam ediyorsa daha sık emzirilmeli. Bu sıvılar meyve suları, temiz içme suyu süt veya diğer sıvılardan olmalıdır. Boğaz ağrısı ve öksürük evde hazırlanan bazı maddelerle azaltılıp düzeltilmelidir. Şekerli çay, ıhlamur gibi bazı içecekler güvenilir ev solüsyonları olarak kullanılabilir."

Mehmet Cingöz, solunum sırasında zorlanma, hızlı solunum, sıvı gıdaları içememe durumunda kötüleşme olduğunda zaman kaybedilmeden bir sağlık kuruluşuna başvurulması gerektiğini sözlerine ekledi.

iha
Başlık: Bel, boyun ve sırt ağrılarının nedeni
Gönderen: Tuğra - 22 Ekim 2008, 11:38:43
Fibromiyalji, uzun süren, bel, boyun ve sırtta ağrılı noktaların varlığı ile karakterli yaygın ağrı sendromudur.

Sabah tutukluğu, uyku bozukluğu, yorgunluk ve uyuşmalar hastalığın genel özelliğidir.Hastalığın teşhisi genellikle gecikir.Kısaca bu hastalığın belirtilerini sıralamak istiyorum.

1-YAYGIN AĞRI VE TUTUKLUK: Ağrı genellikle boyun,sırt ve bel bölgesindedir.Yorgunluk, gerilim,aşırı fiziksel aktivite ,soğuk ve nemli hava ve uykusuzlukla artar.Tutuklukta yaygındır ve gövdededir.

2-DUYARLI NOKTALAR: Hastanın bel, boyun ve sırt bölgesinde bastırmakla ağrı yapan nokta alanlar vardır.Bu ağrılı noktaların sayısı oldukça fazladır.

3-YORGUNLUK VE BELLEK BOZUKLUĞU: Hastalar kendilerini günlük yaşamlarını etkileyecek şekilde yorgun hissederler.Sabah yataktan yorgun kalkarlar.

4-KONSANTRASYON BOZUKLUĞU: Hastada bellek kaybı,çaresizlik duygusu ve olayları yanlış algılama olabilir .Örneğin, hastaların çoğu eklemlerinin şiştiğini söyler, fakat hekim şişliği göremez.Bu şikayetler genellikle hekimi yanlış tanıya götürür.

5-UYKU BOZUKLUĞU: Hastaların büyük çoğunluğu uykusuzluk çeker.Uyusalar bile sabah kalkınca kendilerini yorgun hissederler

6-BAŞAĞRISI VE STRES: Migrene benzer başağrısı hasta ve hasta yakınlarlının sıkça bildirdikleri şikayettir.Ayrıca, depresyon bulguları,kronik yorgunluk sendromu ve panik atak hastalarda sık olarak görülür.

7-KARIN AĞRISI: Karın ağrısı, kabızlık ve isal hastaların çoğunda gözenir.
Bu hastalığın teşhisi ancak deneyimli bir hekim tarafından konur.Fibromiyalji hastalığında tüm labratuar incelemesi normal çıkar.

TEDAVİ: Hastalık kişinin yaşam kalitesini ve iş yaşamını olumsuz etkiler .Tedavi için doğru tanı şarttır.Tedavide

1-İlaç tedavisi

2-Fizik tedavi ve rehabilitasyon

3-Psikolojik destek

4-Duyarlı noktalara enjeksiyon

5-Diyet uygulanır
 
Doç. Dr. Serdar Dağ-Nörolog
Başlık: Tıp ve Pozitif Enerji
Gönderen: Tuğra - 23 Ekim 2008, 21:25:17
Hastalarımdan yoğun olarak bana gelen Reiki,NLP,Pozitif enerji vs eğitimi aldıklarını duyuyorum.

Fakat uyguladıkları ve bunun sonucunda bazı yanlış inanışlara sahip olduklarını gözlemlemekteyim. Kimisi bu tip eğitimler aldıkları için kendi başına ilaçları yarıda kesiyor veya ben reiki’yim diyerek tedavisini aksatıyor..

Bu tip tedavilerin hiçbir zaman asıl tedavinin yerini almayacağı inancımla birlikte, doğru kullanıldığı taktirde hastanın ruhsal durumuna faydalı olduğunu, yine doğru kullanıldığı taktirde iyileşme sürecini hızlandırdığını kabul ediyor ve tavsiye ediyorum. Sizlerin yanlış bilgiler içinde olmamanız için bu işin uzmanı olan bir arkadaşımdan almış olduğum bilgileri paylaşmak istiyorum.

Reiki tam olarak nedir?

Reiki kısaca Evrensel Yaşam Enerjisidir.

Tüm dünyada şu an 2 milyondan fazla kişi tarafından kullanılan,kendini tanıma ve arınma yöntemi sağlayan reiki, kişinin, bilincini, hayata bakışını değiştirerek dengede kalmasını sağlar. Pozitif düşünceyi geliştirir, ruh, beden ve zihni dengeye sokar, konsantrasyon gücünü arttırır, strese çok iyi gelir, bağışıklık sistemini kuvvetlendirir, korku, endişe, kızgınlık, öfke ve nefret, uykusuzluk vs..duyguları iyileştirir.

İş,sosyal hayat,ilişkiler ve kendimiz ile ilgili yaşadığımız problemlerimizi çözmeye yardımcıdır. Reiki ile uğraşanlar fizik bedenimiz etrafında onu kuşatan bir enerji bedenimiz olduğunu,birlikte hareket ettiğini ve bunun üzerinde 7 adet çakra adını verdiğimiz enerji merkezi olduğunu bilir.

Doğduğumuz an temiz ve açık olan bu çakralar, dünyada yaşarken korkularımız,endişelerimiz,öfke ve kızgınlıklarımız,hırslarımız ve egomuzla kirlenip kapanırlar. Kapalı olan bu enerji merkezleri evrende varolan bu kozmik enerjiyi bedenimize aktaramaz.

Enerji bedenindeki bu çakra sisteminin bulunduğu yerler fizik bedenindeki endokrin sistemlerinin bulunduğu yerlerdir. Bu enerji dengesizliği reiki ile çözüldüğünde, olumlu düşünceler içinde yaşamaya başladığımızda fizik bedendeki sorunda değişmeye başlar.

Bu ve bunun gibi çok önemli faydaları vardır ama en önemlisi kişinin bunu gerçekten bir inançla isteyerek ve doğru bir şekilde,istikrarla uygulaması gerekir.

Reiki alternatif bir tedavimidir?

Reiki, tamamlayıcı destek tedavidir.Modern tıp yöntemleri yerine kullanılamaz.Ancak yan yana kullanıldığı taktirde hastanın bedensel, zihinsel ve ruhsal sorunların çözülmesine, kişinin huzurlu,uyum ve denge içinde,enerjisini arttırarak yaşamasına, hastalığın iyileşme süresinin hızlanmasına yardımcı olur.

Reiki ile birlikte kişinin olumlu düşünce içinde yaşamayı öğrenmesi,meditasyon,Nlp (beyin programlama dili)uygulaması vs.. hasta olan kişinin iyice hastalık girdabına girmesine engel olur.Yaşama sevincini arttırır.Bu tip sistemler doğru öğretilmeli, doğru bir şekilde uygulanması sağlanmalıdır.

Bu tedaviye geçince ilaç tedavisini bırakmak mı gerekir?

Ancak buna doktor karar verebilir. Reiki olan veya reiki enerjisi alan birisi hemen ben ilaçları bırakıyorum diye kendi başına hareket etmemeli,hastanın doktoru tarafından uygun görüldüğü zaman ilaçlar bırakılmalıdır yada ilaç tedavisine devam edilmelidir.

Hastaların kendi olumsuz düşünceler içinde yarattıkları en büyük sorunlardan birkaçı ,ilaç alırsam bağımlı olurmuyum(özellikle anti depresan ilaçlar vs..),ben hiç iyi olamayacakmıyım,hep hasta olarak mı yaşayacağım,acaba dahamı kötü olucam vs..,ve en önemliside hasta bir iki gün kendini iyi hissederse doktora danışmadan ilaçları yarıda kesiyor bu şekilde hastalığın iyileşme süreci uzuyor,hatta sil baştan tedaviye yeniden başlanılıyor,yada hasta doktor değiştiriyor..
Yurtdışında çok yoğun olarak yapılan çalışma reiki veya diğer enerji çalışmalarının doktorla birlikte yürütülmesi,kişinin bedensel,zihinsel ve duygusal durumu hakkında beraber hareket etmeleri yönündedir.

Alternatif tedavi altında yapılan çalışmalar ilkel bir doğu tıbbımıdır?Bilimin ve tıbbın geri olduğu ülkelerde mi kullanılır?

Bilim de artık insan organizmasının sadece moleküllerden oluşan bir fiziksel yapıya sahip olmadığını tüm evrende olduğu gibi bir enerji alanına sahip olduğunu, reikinin hastalıklar ve insanların iyileşme süreçlerinde ne kadar etkili olduğunu kabul ediyor ve artık dünyada hastalarına reiki yapan hastaneler var ve tamamlayıcı tıp adı altında yer veriyorlar, aşağıda bunlardan bazıları yer almaktadır.

Yale University Hospital,University of Michigan Hospital,Throat Hospital in New York,Memorial Sloane Kettering Hospital,South Pointe Hospital,Imperial Point Medical Center,Ayrshire Central Teaching Hospital,Kirklandside Hospital,Ailsa Hospital,Croy Day Hospital,St. John’s Hospital,Elliot Regional Cancer Center,Portsmouth Regional Hospital in Portsmouth,California Pacific Medical Center,Kent County Hospital, R.I,Brookhaven Hospital,Meriter Hospital in Madison,Baptist Hospital in Nashville,Hartford Hospital,The Charlotte Hungerford Hospital,Thompson Hospital,Columbia Presbyterian Hospital,Beth Israel Hospital,Kesler Institute,California Pacific Medical Center,Portsmouth Regional Hospital,Marin General Hospital,Lynden Hill Clinic,Veterans Hospitals.California Pacific Medical Center

Türkiye’ de ise benim bildiğim ve takip ettiğim kadarıyla, Dr.Mehmet Öz,Dr, Ender Saraç,Prof.Dr.Cengiz Canpolat,Prof.Dr.Erkan Topuz vs..hastalarına tavsiye ediyor ve kendileride kullanıyor
Son söz olarak;

Burada kişi kendine şunu sormalı,yaşamına devamlı şikayet ederek, hasta, mutsuz ve olumsuz düşünceler içindemi devam etmek istiyor yoksa yaşamında varolan tüm pozitif enerjiye sahip çıkıp ve bunu tam anlamıyla kullanarak,olumlu düşünceler içinde mutlu ve neşe dolu sağlıklı bir hayat mı yaşamak istiyor?

Şunu lütfen aklınızdan çıkarmayın,hepinizin içinde sağlıklı,mutlu,sevgi dolu olmanızı sağlayacak yada hasta,depresif,mutsuz olmanıza neden olacak bir güç var. Tercihinizi yapın.
Sadece sizin inançlarınız ve düşünceleriniz sizi hayatta mutlu edecek ve yaşam kalitenizi arttıracaktır.

Reiki, meditasyon ,NLP vs gibi sistemler, herkesin kolaylıkla öğrenebileceği özel bir yetenek gerektirmeyen çalışmalardır.Bu işe inanmak, sahip çıkmak ve işinin ehli olan insanlar tarafından öğrenilmesi gerekmektedir. Hasta olan kişi için mutlaka doktor ile birlikte hareket ederek tamamlayıcı bir tedavi şeklinde kullanılması önerilir.

Doç. Dr. Serdar Dağ
Nörolog
Başlık: Akıl sağlığını korumak için 5 şey
Gönderen: Tuğra - 24 Ekim 2008, 18:57:14
400’ü aşkın bilim insanı, akıl sağlığını korumaya ve dolayısıyla daimi mutluluğa giden yolda gerekli ‘beş şey’i belirledi.

Bahçe işleriyle uğraşmak ya da bisiklet tamir etmek gibi basit işler, insanların kendini daha dolu ve işe yarar hissetmelerini sağlayarak akıl sağlığını koruyor ve dolayısıyla mutluluğu daimi kılıyor. İngiltere’de hükümetin düşünce üreten kuruluşu Foresight’tan 400’ü aşkın bilim insanının imzasını taşıyan rapora göre insanlar ‘Günde beş şey’ programıyla, meyve-sebze yiyerek beden sağlıklarını korudukları gibi, bazı sosyal ve kişisel aktivitelerle de akıl sağlığını koruyabilecekler.

Projenin bir ayağını yürüten Cambridge Üniversitesi’nden Prof. Dr. Felicia Huppert, insan zihninin rahat olması ve kendini iyi hissetmek için kişilerin yapabileceği aktiviteleri beş kategoride topladıklarını söyleyerek

“İnsanlar her gün beş porsiyon meyve yemek gibi bu beş kategoride aktivite yapmaya yöneltilmeli” diyor.

Rapora kuşkuyla yaklaşanlar da var. Düşünce Enstitüsü’nden Claire Fox “Peki mutluluk ne?” diye soruyor. İnsanların davranışlarını, akıl sağlıklarını koruyacakları ve mutlu olacakları vaadiyle kontrol etmenin, ‘Böyle davranmayan hasta olur!’ demek olacağını düşünen Fox, bunun öznel bir bakış açısının ürünü olduğunu belirtiyor. Fox’a göre bireysel özellikler değişkenlik gösteriyor, dolayısıyla insan davranışını kalıplara sokmak doğru değil.

Esnek çalışma koşulları iyidir

Foresight yöneticisi Prof. Dr. John Beddington’a göre insan zihninde uygun davranışlar zamanla banka hesabındaki gibi birikecek ve kişi her seferinde bu kalıplardan uygun olanı seçip mutlu ve iyi kalmayı başarabilecek. Karar verilmesi gereken, hesaba hangi davranışların yatırılacağı.

Rapor aynı zamanda esnek çalışma koşullarını savunuyor çünkü bu kişiler işinden daha yüksek tatmin alıyor, daha üretken ve sağlıklı oluyor.

Rapora göre mutluluğun kapısını şu beş anahtarın birleşimi açıyor: Çevremizdeki insanlarla bağlantıda olmak, spor ve hobilere vakit ayırarak fiziksel ve zihinsel açıdan aktif olmak, dünyanın güzelliklerine karşı meraklı olmak, sürekli yeni şeyler öğrenme arzusu ve topluma faydalı işler yapmak. 

İHA
Başlık: Sağlıklı Yaşama'nın Sırrı
Gönderen: Tuğra - 25 Ekim 2008, 11:34:45
Doğal tıp veya tamamlayıcı tıbbın belli birkaç branşı vardır. Bunlardan biri geleneksel Çin tıbbı ve Akapunktur, diğeri ise Ayurveda`dır. Akapunkturla ilgili bilgi internette çok fazla var, onun için değinmeyeceğim.

Ancak bazı dikkat edilmesi gereken noktalar var. Sadece akapunktur diye bir şey yoktur; geleneksel Çin tıbbı vardır. Geleneksel Çin tıbbının içinde de, iğne ile noktalama olan bölüme akapunktur deniyor.

Gerçekte bunu iyi bilen hekimler dil teşhisi, nabız teşhisi, bitkisel ilaçlar, aromatik yağ masajları ve bitkisel ilaçların yanısıra, iğneleme de uygular ve çok da iyi sonuç alırlar. Ülkemizde akapunkturla bazı yerlerde iyi sonuç alınmamasının altında yatan nedenlerden biri de budur. Yani, yeterince iyi eğitim almama ve sadece iğneleme yapılması.

Akapunktur dışında ayurveda var. Ayrıca pito terapi (bitkilerin tedavide kullanıldığı bir sistem), homorapati (bitkilerin çiçeklerin, meyvelerin belli yoğunlukta ve titreşimde tedavi için kullandıkları sistem) var.

Bunların dışında Changi masajı, akapunktur noktalarına parmakla basılarak yapılan refleksiyoji masajı, aroma terapi (bitkisel özlerle yapılan), reiki, bio enerji, meditasyon, yoga gibi ek yöntemler de bulunuyor.

Ayurveda zamanımızın şartlarında göre kendini yeniledi. Ayur-veda; kelime anlamı olarak yaşam bilgisi demek. Bundan binlerce yıl önceki Hindistan`daki Himalaya Dağları`nda krallara uygulanan Ayurveda, MS 2000`li yıllarının Batılı şehirlerine göre günümüzde bazı konularda modifiye oldu, ama özü aynı kaldı.

Genel kişinin uygulayabileceği şekilde ayurveda. Bu kişiler, bir ayurveda doktoruna başvurarak beden tipini öğrenebilir. Beden tipine göre doğru beslenme, doğru içme, hangi yiyeceklerin beraber veya ayrı ayrı yenmesi gerektiğini, hangi saatte hangi yiyeceklerin tüketilmesi gerektiğini, hangi mevsimde hangi yiyeceklerin daha çok yeneceği gibi konuları öğrenebilirler.

Onun dışında ayrıca, bitkisel ilaçlar çok önemli Ayurveda`da. Genellikle bunlar Uzakdoğu kökenli, bazen de ülkemizde de bulunabilen doğal bitkisel tabletler. Bunlar, vücuttaki enerji dengelerini daha iyi sağlamak için kullanılıyor. Bunun yanında susam yağı başta olmak üzere aromatik yağlarla yapılan masajlarda, hatta bazı durumlarda bir takım kokular (sandal ağacı, yasemin, lavanta nane, limon, hindistan cevizi, mentol gibi) var.

Hastalıkları daha hafif geçirmek, basit bir mide ağrısıyla, kanamadan, çok kısa sürede ilaç kullanmadan geçirmek mümkün. Düzgün beslenerek, doğru zamanda doğru gıdaları alarak sindirim sistemimize dikkat ederek, yani bazı yaşamamız gereken sağlık deneyimlerini daha hafif ve yumuşak geçirmemiz de mümkün.

Dr. Ender SARAÇ
Aile Hekimliği Uzmanı
Başlık: Koşu bantları tehlike saçıyor!
Gönderen: Tuğra - 26 Ekim 2008, 10:58:22

Sağlık için spor yapanlar; sakatlanıp dayanılmaz ağrı ve acılara katlanmak istemiyorsanız dikkat! Evinize aldığınız spor aletleri bile tehlikeli olabilir.

Prof. Dr. Işık Akgün evde spor yapmanın tüm inceliklerini anlattı..

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Işık Akgün evde en sağlıklı şekilde spor yapmanın yollarını açıkladı. İstanbul Lütfi Kırdar Kongre Sarayı'nda düzenlene 9. Türk Spor Yaralanmaları ve Artroskopi Kongresi'nin başkanlığını da yürüten Prof. Dr. Işık Akgün, yanlış yapılan sporun vücutta çeşitli sakatlıklar oluşmasına yol açabileceğini belirtti.

Özellikle evlere koyulan ve bilinçsizse kullanılan koşu bantlarının ayak bileği, diz, kalça ve belde ağrılar yaratabileceğine dikkat çeken Akgün, bu ağrılaınr belli bir süre sonra devamlı hale gelip günlük yaşantıyı da etkileyeceğini belirterek şu uyarıları yaptı:

Ayakkabısız koşmak çok sakıncalı

Bu durumun en önemli nedenlerinden biri, evde bir yürüyüş aleti olmasına rağmen koşu bandında iyi bir ayakkabının kullanılmaması, bandın üzerinde basit ayakkabılarla hatta çorapla koşulmasıdır. Uygun ayakkabı seçmezseniz ya da çorapla koşmayı denerseniz, ayak bileğinizden dizinize kadar tedavisi son derece zor sorunlarla karşılaşabilirsiniz.

Koşu bandının seçimi de çok önemlidir. Son yıllarda koşu bantlarında teknolojik gelişmeler çok fazla ama yine de günümüzde satılan koşu bantlarının bir kısmı yumuşatıcısı yani tartanı olmayan bantlardır. Bu durumda siz yere ayağınızı koyduğunuz anda verilen güç aynı şiddette ayak bileğine, dize ve kalçaya gelir. Bu da eklemdeki kıkırdaklar üzerine aşırı yük getirir. Belli bir süre sonra da ağrıya neden olur.

Bu yüzden koşu bandı seçerken mutlaka yumuşatıcısı olan bantlı koşu cihazlarını seçmek gerekir. Bu yumuşatıcıların sıfırdan 8'e kadar modelleri bulunur. Bunları kendi ritminize ve vücut yapınıza göre ayarlayabilirsiniz. Özellikle yürüyüşlerin dışında yapılan koşularda bu bantların gerçekten son derece önemlidir.

Süre çok önemli

Ayrıca koşu bantlarının kullanım sisteminde de bazı hatalar yapılıyor. Spor yapmanın çok faydalı olduğu düşünülerek her gün 45 dakika banda çıkanlar var. Üstelik bu 45 dakikanın son 20 dakikası koşu tarzında yapılıyor. Bu kadar yoğun bir tempo eklemlere aşırı yük getirerek ağrı yaratır, sonra da kıkırdak hücrelerini etkileyerek kayba yol açar. İdeal olanı iki günde bir yarım saati geçmeyen yürüyüşler ve koşular yapmaktır.

Özellikle ağrı başladıktan sonra mutlaka bir doktor kontrolünden geçmek ve koşu bandı kullanım programı almak gerekir. Bu tip ağrıları olan kişilerin yürüyüşlerini özellikle toprak zeminde veya tartan zeminde (halı sahalarda kullanılan madde) yapmalarını öneririm. Eğer illa yürüme bandında yürüyüş yapılacaksa 4-4.5 hızı geçmeyecek şekilde 20 dakika ile 30 dakika arasında yürüyüş yapılabilir. Ancak özellikle koşulmasını öneriyorum.

Aletlerin sayısına göre her alette geçirilecek süre de faklıdır. Yürüme bandı için 20-30 dakika, bisiklet için 15 dakika idealdir. Adale çalıştırıcılarda özellikle de bacak adalelerini çalıştıran aletlerde 10 defadan iki set, üst grubu çalıştıran aletlerde düşük ağırlıklarla 10 defadan iki set yapılabilir. Ay yürüyüşü denilen alette ise direnci sıfırdan başlatıp yavaş yavaş artırarak yaklaşık 15 dakikalık egzersizi öneririm.

Egzersizin başında ve sonunda vücudu esnetici egzersizler yapmak da son derece faydalıdır. Bunun iki yararını göreceksiniz. Birincisi adale ve tendonlarınızı spora hazırlarsınız. İkincisi ise adele ısısını artırarak konsantrasyonunuzu yükseltirsiniz. Öte yandan aletten alete geçiş sırasında bir-iki dakikalık molalar son derece yararlıdır. Çok uzun süreli ara vermekten ise kaçınmalısınız.
 
Isınma hareketlerini ihmal etmeyin

Spor yaparken oluşan sakatlıkların, ısınmadan spora başlandığı hallerde artırdığı söylenmektedir. Spor öncesinde yapılan germe ve ısınma hareketleri yanlış spor yapıldığı taktirde sakatlanma oranını azaltmaz. Sadece sizi spora hazırlar. Ayrıca spora çabuk konsantrasyon açısından fayda da sağlar.

Özellikle vücudunu geliştirmek isteyen kişiler, birden gereksiz ağırlıklar kaldırmaya başlayarak omuz bölgelerinde ağrı yaratabilirler. Bu durum onları spor yapamayacak hale bile getirebilir. Bu durumun önüne geçmek için tavsiye edilen, düşük ağırlıklarla ve sık tekrarlarla çalışmanın sürdürülmesidir. Daha sonra kademeli olarak ağırlık arttırılabilir.

Doktor kontrolü şart


Zayıflamak için spor mutlaka yapılmalıdır. Ancak çok aşırı kilolu olan bir kişiye bilinçsiz spor yapmasını öğütlediğiniz takdirde hastanın ölümüne bile neden olabilirsiniz. Bu nedenle kilo vermede öncelikle yapılması gereken şey doktor kontrolüne girmektir.

Bir doktor tarafından kişinin metabolizması ölçülmeli, hormonal değerleri tespit edilmeli ve kilo vermeye başladığı andan itibaren yavaş yavaş kademeli artışlarla spor yapması teşvik edilmelidir. Bu spordaki birinci basamak yürüyüştür.

Bu yürüyüşler tabii ki kilonuzun değerlerine göre 45 dakikaya varan dış ortamda ve toprakta yapılmalıdır. Spor salonlarında ise egzersizlere çok daha düşük zamanlarda ve adetlerde başlanmalıdır. Süre ve adet daha sonra yavaş yavaş artırılmalıdır.

Spor sırasında kişilerin kalp ritimlerini ve tansiyonlarını mutlaka kontrol ettirmeleri gerekir. Sağlıklı kişilerin de, normal kiloya sahip olanların da yapacakları egzersiz tiplerine göre kalp ritmlerini ve tansiyonlarını kontrol ettirme zorunlulukları vardır. Aksi taktirde çeşitli sağlık sorunlarının yaşanma ihtimali doğacaktır.

haber aktuel
Başlık: İki Elini De Kullananda Şizofreni Riski
Gönderen: Tuğra - 27 Ekim 2008, 19:55:54

23 Ekim 2008 12:15Erzurum'da yapılan bilimsel bir çalışmada el ve göz tercihinin şizofreni hastalığı üzerine etkileri ortaya çıkarıldı

Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şenol Dane başkanlığında Psikiyatri Ana Bilim Dalı öğretim üyelerinin de aralarında bulunduğu 7 öğretim üyesinin 88 şizofren hastası ve 118 sağlıklı insan üzerinde yaptıkları bilimsel çalışmada, dünyada ilk defa el ve göz tercihinin şizofren hastalığı üzerine etkileri belirlendi.

Uluslararası bir bilimsel dergide de bir süre önce yayımlanan çalışmayı anlatan Prof. Dr. Dane, şizofren hastalığının ambidexter olarak adlandırılan iki elini de birden kullanabilen kişilerde daha fazla görüldüğünü söyledi.

Sadece sağ veya sol elini kullananların şizofren hastalığına yakalanma riskini her iki elini de kullanabilenlere oranla daha az olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Dane, şu bilgileri verdi:

"Yaptığımız araştırmada her iki elini de kullanma özelliğine sahip kişilerde şizofreni hastalığı daha fazla görüldüğünü belirledik. Çalışmada ayrıca göz tercihinin de şizofren hastalığı üzerine etkilerini ortaya çıkardık. Yaptığımız çalışmada el ve göz kullanımı tercihleri arasında farklılık varsa yani sağ elini kullanan sol gözünü daha aktif olarak kullanıyorsa bu kişilerde şizofreni riski daha fazla olduğu belirledik. Ayrıca şizofreni hastalarında sol göz kullanım tercihi daha fazla."

Prof. Dr. Şenol Dane, bu araştırmanın dünyada bu alanda yapılmış ilk çalışma olduğunu ve şizofreni hastalığının tanı ve tedavisinde yeni ufuklar açabileceğini ifade etti.

aktif haber
Başlık: Boyun düzleşmesi
Gönderen: Tuğra - 28 Ekim 2008, 00:20:59
Boyun düzleşmesi, boyun ağrısı şikayeti ile doktora giden hastaların önemli bir kısmına, ağrılarının sebebi olarak söylenmektedir.

Boyun düzleşmesi nedir, neden oluşur, iyileşir mi? Tedavi edilmezse neler olabilir. İsterseniz bu sorulara tek tek cevap verelim.

Boyun düzleşmesi Nedir?

Omurgamızın doğal bir anatomik duruşu vardır. Boyun bölgemizdeki ve bel bölgemizdeki içe kavis, bu anatomik doğal duruşun temelidir. Bu doğal anatomik duruşun devamlılığını sağlayan, omurgalar arasındaki disk adını verdiğimiz yumuşak, özel yapılardır. Bu özel yapıların iç kısmından başlayarak yırtılması ve omuriliğe doğru zamanla yavaş yavaş kayması omurga mekaniğini bozarak boyun düzleşmesine neden olur.

Boyun Düzleşmesi Neden Oluşur?

•Uzun süreli öne eğili pozisyonda oturarak çalışmak
•Ağır kaldırmak
•Yüksek yastık kullanmak
•Koltuk kanepe kenarına başı yaslayarak uyumak, dinlenmek alışkanlığı
•Boyun öne eğik, kötü duruş alışkanlığı, zaman içinde yukarıda anlattığımız olayların gelişmesine ve boyun düzleşmesine neden olur.

Boyun Düzleşmesi Tedavi edilmezse nelere yol açabilir?

Yırtılıp kayan disklerdeki deformasyon ve kabarma giderek artarsa, boyun düzleşmesi sonunda boyun fıtığına neden olabilir. Boyun fonksiyonlarının bozulması, boyun ve omuz kaslarında gerginlik ve ağrı, başağrısı, başdönmesi gibi şikayetlere neden olabilir.

Boyun hareketlerinde kısıtlanma, gece ağrı nedeniyle uyanma, sabah boyun ağrısıyla uyanma gibi şikayetler olabilir.

Boyun Düzleşmesi Tedavi Edilebilir mi?
.
Düzleşmiş boyun kavsini tekrar eski haline döndürmek mümkündür.Belli aralıklarla boyun kavsini yeniden oluşturan egzersiz programı, gerekirse elle yapılan hafif germe ve mobilizasyon teknikleri, boyun yastığı kullanımı ve duruşu düzeltme çabaları 2-3 hafta içinde olumlu sonuçlarını verecektir. Verilen programı yaşam alışkanlığı haline getirmek, boyun fıtığının oluşmasına karşı önemli ölçüde koruma sağlar.

Boyun kavisini tekrar eski haline dönmesi ile hastanın yakınmaları tamamen geçer. Aynı zaman da ileriye dönük boyun fıtığı riskinden de kurtulmuş olur.Eski haline dönen doğal boyun kavisini koruyacak şekilde günlük yaşamı sürdürmeyi öğretmek şarttır.

Boyun kavisini düzeltici egzersiz programı verilmeden, günlük yaşam alışkanlıklarını değiştirmeden yalnızca aletlerle yapılan fiziksel tedavi yeterli değildir.Boyunluk kullanmanın, şiddetli ağrılı 3-4 günlük dönem dışında faydadan çok zararı vardır. Aylarca takılması önerilen boyunluk tedavileri günümüzde terkedilmiştir.
 
Dr. Vildan Çerçi
Başlık: Uykuda solunum durması
Gönderen: Tuğra - 28 Ekim 2008, 23:26:49
Tıp dilinde 'Uyku Apne Sendromu' olarak adlandırılan uykuda solunum durması ölümlere kadar varan ciddi sorunlara neden olabiliyor.

Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç.Dr. Yılmaz Bülbül, bu kişilerde uykuda solunumun durduğunu ifade ederek solunum durmasının birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar uzayabildiğini söyledi. Uyku sırasında solunum durmalarının oldukça tehlikeli olabileceğini anlatan Doç.Dr. Yılmaz Bülbül, uyku sırasında oluşan sık solunum durmaları nedeniyle uykunun sıkça bölündüğünü ve ayrıca vücutta kan oksijen düzeyinin düştüğünü belirtti.

Uykuda solunum durması ağırlaştıkça tehlikenin de arttığına dikkat çeken Doç. Dr. Bülbül, şöyle konuştu: "Uykunun sık bölünmesi nedeniyle kişi kalitesiz uyku uyumakta, bu da ertesi gün hastanın uykululuk halinin devam etmesine neden olmaktadır.

Ayrıca, vücutta kan oksijen düzeyinin düşmesi başka hastalıklara davetiye çıkarabiliyor. Beyin, kalp ve diğer organların yeterli oksijen alamaması ve uyku sırasında oluşan diğer sorunlar nedeniyle bu kişilerde yüksek tansiyon, kalp damar hastalıkları, beyin kanamaları ve kalp ritm sorunları gibi birçok sorun ortaya çıkabiliyor hatta durum ölümcül olabiliyor."

Uyku bozukluklarının çok çeşitli olduğunu ancak önemlisinin uykuda solunum durması olduğunu belirten Yılmaz Bülbül, şunları söyledi: "Uyku bozukluğu rahatsızlığı bulunan hastaların en büyük şikayeti gündüz uyku ve horlamadır.

Bu hastalarda gündüz uyku eğilimi artar. İşte çalışırken, direksiyon başında, otururken sürekli uyku hali oluşur. Ancak hastalar çoğunlukla horlamalarını ve gündüz uyuduklarını kabul etmez ve bu yüzden hastalar daha çok eş ve çocuklarının tavsiyesi ile bizlere gelir."

Uyku bozukluğu denilince uykuda solunum durması dışında başka hastalıklar da olduğunu anlatan Bülbül, günlük pratikte uykuda solunum durmasının daha sık karşımıza çıktığını söyledi.

Hastalığın teşhisinde gündüz uykululuğu ve horlama yanında ara ara hasta yakınlarının hastanın solunumunun durduğunu fark etmelerinin de önemli olduğunu belirten Bülbül, sözlerine şöyle devam etti: "Horlayarak uyuyan bir kişi de ara ara horlamaların kesilmesi, solunumun durduğunun en önemli işareti olabilir.

Sayılan şikayetleri olan kişiler ve hasta yakınları bunları fark ettiklerinde en yakın sağlık ve uyku merkezine başvurması gerekmektedir."

Doç. Dr. Yılmaz Bülbül, uykuda solunum durmasının tedavisinin zor olmadığını belirterek hastalığın ağırlığına göre tedavisinin değiştiğini söyledi. Tedavi için birkaç seçenek olduğunu ve pahalı olmayan bir tedavi uyguladıklarını anlatan Bülbül, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Ağız içi aparatlar ile veya hastalığın durumu ağır ise burnu ve ağzı örten maske vasıtasıyla üst solunum yollarına uyguladığımız pozitif basınçlı hava ile (CPAP cihazları ile) hastaların uyumasını sağlıyoruz.

Cihaz uyguladığı basınç ile uyku sırasında dilin ve yumuşak damağın arkaya kaçmasını önleyerek solunum yolunu tıkaması önlenmiş oluyor." Hastanelerinde geçen Şubat ayından bu yana 8-9 aydır Uyku Merkezi'nin faaliyette olduğunu anlatan Bülbül, şöyle konuştu: "Hastalarımız ilgili hekimin gerek görmesi halinde önceden randevu alarak akşam hastanemize geliyor ve kendileri için hazırlanan bölümde uyuyorlar.

Uyku sırasında ilgili teknisyen hastayı bir takım cihazlara bağlayarak sabaha kadar hastanın beyin aktivitesi, soluk alışverişi, kalp ritmi, kan oksijen düzeyi, nabız atışları ve diğer bazı vücut faaliyetleri sabaha kadar takip ediyor ve bilgisayara kaydediliyor. Bu şekilde hastanın uykusunu inceliyor ve hastada hangi hastalığın olduğunu saptayıp daha sonra tedavisini planlıyoruz."

Uykuda solunum durmasının Türkiye'de kadınlarda yüzde 2, erkeklerde yüzde 4 oranında görüldüğünü ifade eden Doç. Dr. Bülbül, bu durumun özellikle 60 yaş üzerindeki her 4 kişiden birinde mutlaka görüldüğünü söyledi.

UYKU BOZUKLUĞU OLAN HASTALAR ŞİFA ARIYOR

Öte yandan KTÜ Farabi Hastanesi'ndeki Uyku Merkezi'nde uyku bozukluğu bulunan hastalar şifa arıyor. Uyku bozukluğu sorunu nedeniyle Uyku Merkezi'ne gelen 56 yaşındaki Kazım Dedecan, bir süredir nefes darlığı nedeniyle uyku sorunu yaşadığını ve geceleri ancak 2-3 saat uyuyabildiğini söyledi.

Dedecan'ın hastalığının tedavisi için vücuduna onlarca kablo bağlanırken, kablolar vasıtasıyla alınan bu veriler bir cihaz vasıtasıyla bilgisayara aktarılıyor. Bilim kurgu filmlerindeki insanlara benzeyen ve vücudunda onlarca kablo bağlanan hastaların uykuları da kameralar vasıtasıyla kaydediliyor.

İHA
Başlık: Çocuk kalbinin en iyi ilacı; ılık süt
Gönderen: İsra - 29 Ekim 2008, 06:37:06
Çocukların, kalp sağlığı için her gün ılık süt içmeleri önerildi. Bursa Dörtçelik Çocuk Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Uz. Dr. İsmail Özcan, çocuk kalbinin en iyi ilacının ılık süt olduğunu söyledi. Dr. Özcan, bir yaşından itibaren her gün yarım litre süt içen çocuklarda kolesterol sorununun olmadığını kaydetti.

Sütün mutlaka ılık olması gerektiğine dikkat çeken Özcan, "Çünkü soğuk süt demir eksikliği anemisine sebep olabiliyor. Yapılan araştırmalar; anne karnındayken çok yağlı diyetle beslenen bebeklerin ve gebenin kolesterolü yüksek olması durumunda anne karnındaki bebeğin damarlarında da 'aterom' plaklarının oluşabildiğini gösteriyor." dedi. Özellikle anne sütünün, dünyanın en hafif ve en özellikli gıdası olduğunu ifade eden Özcan, "Bebek, anne sütüyle beslendiği zaman her şeyi dengeli olarak alıyor ve aynı zamanda organ ve damar koruyucu etkilerinden de yararlanıyor." şeklinde konuştu. Ebeveynde ya da ailede kalp hastalığı ve kolesterol varsa, bu çocuğun 2 yaşından itibaren kolesterol ölçümlerinin yapılması gerekiyor.

Beslenme bozukluğu kalbi hasta ediyor

Düşük ağırlıklı doğum ya da erken doğumun kalp hastalığı riskini artırdığının belirlendiğini aktaran Dr. İsmail Özcan, bu çocukların ileriki yaşlarda obeziteye daha çok yatkın olduğunu kaydetti. Özcan, şöyle devam etti:

"Bu da obezitenin getirdiği kalp damar hastalıklarına zemin hazırlıyor. Unutmayın ki kilo aldırmaya çalışmak doğru değil. Çünkü bu durumda çocuğun sağlıklı beslenmesinde bozukluk oluyor. Aşırı derecede karbonhidratlı ya da yağlı beslenebiliyor. Çocuklarda yanlış beslenme erken yaşlardan itibaren oluşursa, damarlarda meydana gelen değişiklikler kronik bir süreç halinde yıllarca devam ediyor. Onun için çocuğun beslenmesi hayati önem taşıyor. Yanlış beslenen çocuğun dışarıdan bakınca kilolu görünmesine aldanmamak gerekiyor. Çünkü damar duvarında bu hatalı beslenmenin sinsi izleri bulunuyor. Biz buna tıp dilinde 'kronik enflamatuvar süreç' diyoruz. Bu durum çocuklarda sinsi sinsi ilerleyen gizli bir düşman gibidir."

zaman
Başlık: Omuz ağrısının sebepleri
Gönderen: Tuğra - 30 Ekim 2008, 23:27:03

Omuz eklemi, vücudumuzda en geniş hareket açıklığına sahip olan eklemdir.

Kürek kemiği köprücük kemiği ve omuz başı kemiğinin biraraya gelmesinden oluşan komplike bir eklemdir. Omuz ekleminin normal hareketlerini yapabilmesi için, bu üç eklemin uyum içinde çalışması gerekir.

Omuz ağrısına neden olan omuz sıkışması sendromu, eklem fonksiyonunda bozulma nedeniyle,kolumuzu yukarı kaldırmamızı sağlayan kasın kirişinin omuz kemikleri arasında sıkışıp zedelenmesidir.

Bu zedelenme ciddi boyutlarda olursa kirişin kopmasına bile yol açabilir.
Omuzların zaman içinde çökmesi, omuz çevresi ve kürek kemiği çevresi kasların zayıflaması, köprücük kemiğinin çıkıntısının gaga gibi olması, köprücük kemiği ile kürek kemiği ekleminin kabalaşması gibi sebebler omuz kirişinin geçtiği mesafenin daralmasına ve kirişin bu mesafede sıkışarak incinmesine yada kopmasına neden olabilir.

Omuzu 90 derece ve üzerine ağırlıkla birlikte kaldırmak, yukarılara uzanarak iş yapma gerekliliği, omuz eklemi 90 derece ve yukarı pozisyonda uyuma alışkanlığı, zorlayıcı travmalar gibi sebeb ler omuz kirişinin daha da çok sıkışmasına neden olur.

Bunların sonucunda kişi ya zaman içinde yavaş yavaş artan ağrılar veya ani bir hareket sonrası ortaya çıkan omuz ağrılarından ve aynı zamanda hareket kısıtlanmasında da şikayet edebilir.

Özellikle kolu geriye götürme, palto giyme hareketi veya yukarı uzanma sırasında omuz ağrısından yakınabilir. Gece ağrıyan omuz üzerine yatamaz ve giderek omuz hareketleri kısıtlanabilir. "Donuk omuz" dediğimiz oldukça ciddi omuz eklemi hareket kısıtlanmasıyla sonuçlabilir.
Bazen zedelenme bölgesinde meydana gelen kireçlenme eklem çevresindeki küçük keseciklerin içine açılabilir.

Bu çekilen röntgen filminde omuz çevresinde beyaz leke şeklinde görülür. Bu durum şiddetli ödem ve ağrıyla sonuçlanan ayrı bir klinik tabloya neden olabilir. Bu durumda bu kesecik içine yapılan kortizon enjeksiyonu ödemi veya ağrıyı iyileştirir. Lokal buz uygulaması, sıcak uygulamaya tercih edilmelidir.

Omuz sıkışma hastalığının tanısı özel test hareketleri ile hastayı muayene ederek ve MR tetkiki ile konur.Özel test hareketleri ile hastanın omuz ağrısı artar. MR tetkiki ile kasın kirişinin sıkışmasının sebebi ve zedelenme derecesi tespit edilebilmektedir.

Tedavide öncelikle 6-8 hafta fiziksel tedavi ve egzersiz uygulanmalıdır. Zedelenmiş kirişin iyileşmesi ve ödemin tedavisine yönelik,omuza Laser,Us,buz uygulanır. Özellikle Laser’in ödem iyileştirici ve ağrı kesici etkinliği oldukça iyidir. Hastanın ağrısını kısa zamanda azaltarak hareket açıklığının artmasını sağlar.

Hafif ve orta düzey şiddetindeki vakalarda tek başına Laser tedavisi yeterli olabilmektedir. En az 10 seans belirli noktalara uygulanır. Tedavinin etkinliği 1-2 gün içinde kendini gösterir. Gün içinde sıcak yerine 4-5 kez,15-20 dk. buz uygulaması yapılmalıdır.

Omuz çevresindeki sertleşmiş kasları gevşetmek, hareketi azalmış eklemleri mobilize etmek, zayıf omuz çevresi kasları güçlendirmek tedavinin diğer önemli yönüdür. Yukarıdaki fiziksel tedavi yöntemleri ile ağrısı azalmış , rahatlamış hastaya eklem hareketi ve egzersiz yaptırmak çok daha kolaydır. Hasta eklemi rehabilite ederken hastanın da kolunu kontrollü kullanması, erken dönemde kolunu zorlamaktan kaçınması gerekir. En az 8 hafta kolunu rehabilitasyon programına göre kullanmalıdır.

Bu tedavi yöntemiyle iyileşmeyen veya şikayetleri kısa sürede tekrarlayan hastalara cerrahi yöntemler uygulanarak sıkışıklık giderilir.

Omuz sağlığımızı korumak için;

-Omuz çevresi ve kürek kemiği kasları yeterince esnek ve güçlü olmalıdır.
-Dik oturmaya özen göstermeliyiz.
-Omuzu 90 derece ve üzeri aktivitelerde sık kullanmamalı ve zorlamamalıyız.
-Aşırı ve zorlayıcı yüzme omuz kirişinin sıkışmasına neden olabilir.
-Elimizde ağır torbalar taşımaktan kaçınmalıyız
-Eğer bir kez ciddi omuz problemi yaşadıysanız omuz ekleminizi dikkatli kullanmalısınız.
 
 Dr. Vildan Çerçi
Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: ay-yüzlüm - 31 Ekim 2008, 00:11:35
elinize emeğinize sağlık

her biri birbirinden güzel ve faydalı bilgiler
Başlık: Bilinçli Spor
Gönderen: Tuğra - 01 Kasım 2008, 21:05:25
Spor yaparak daha çabuk kilo vermek gibi bir amacınız mı var? Pek çok kişi spora başlarken formunu korumak ya da daha iyi bir forma sahip olmak ister. Ancak çoğumuz amacımıza uygun egzersiz türünü yapmak yerine bilinçsiz bir şekilde egzersiz programlarını izlemekteyiz.

Yağ yakmak

Fazla kiloların çok büyük bir kısmı vücutta depolanmış fazla yağlardır. Doğru bir kilo verme programının hedefi birikmiş yağları yakmak olmalıdır. Vücut kilo seviyesini değiştirirken su atacağı için başlangıçta verilen kilolar, yeme düzeninde yapılmış ani değişiklikler nedeniyle gerçekleşen su kaybından ve vücuttaki sindirilen besin miktarının azalmasından kaynaklanabilir. Bu tür kilo kayıpları gerçek kayıplar olarak görülmemeli, ne kadar yağ atıldığı temel ölçü olmalıdır.

Kardiyovasküler egzersizin yağ yakmaya etkisi

Yağ atmak için yapılacak egzersiz kardiyovasküler egzersizdir. Bu tür egzersiz yavaş ve tempolu olarak yapılan ve kalp atış hızının hedef atış hızı seviyesinde olduğu 25 - 35 dakika boyunca yapılan egzersizlerdir.

Yavaş ve sürekli olarak yapılan tempolu koşu, kürek, bisiklet, step, salon aerobiği, jogging, yürüyüş ya da yüzme bu tür egzersizlerdir. Kardiyovasküler egzersiz sırasında vücut oksijen düzeyi yüksek solunum yapar. Yağ yakıcı enzimler harekete geçer. Egzersizin ilk 12 dakikasında ağırlıklı olarak karbonhidrat harcanır. Daha sonraki dakikalarda enerji kaynağı olarak yağ kullanılır. Bu nedenle kardiyovasküler egzersiz minimum 12-15 dakika olmak üzere 25-35 dakika yapılmalıdır.

Hangi sıklıkta kardiyovasküler egzersiz?

Minimum haftada 3 - 4 kere, maksimum haftada 5 - 6 kere yapılması gerekir. Daha az sıklıkta yapmak kilo verme hızının düşmesine neden olabilir. Daha çok sayıda yapmak ise kas gelişimini engelleyip vücudu çok fazla yorabilir.

Nasıl yapmalı?

En az 12-15 dakika, ortalama 25 - 35 dakika.
Hedef kalp atış hızında yapılmalı.
Nefes nefese kalmayacak bir tempo seçilmeli. Konuşmanız gerektiğinde tıkanmadan konuşabilmelisiniz.

Kalp atış hızınız tüm seans boyunca aynı olmalıdır. Tempoyu sürekli arttırıp, olabilecek en üst düzeye çıkarttıktan sonra indiren "çan" şeklindeki çalışma doğru değildir. Önemli olan tüm egzersiz boyunca aynı tempoyu korumaktır.

Kardiyovasküler egzersize başlarken ve bitirirken, ısınma ve soğumaya dikkat edin. Eğer ısınmadan başlarsanız kalbinizi zorlarsınız. Soğumadan yapılan ani bir bitiş vücutta hızla kan pompalanmasına neden olur. Mutlaka tempoyu düşürüp yavaşlayarak bitirin, ve sonra esneme hareketleri yapın.

Kardiyovasküler egzersizin diğer yararları
Kalp ve dolaşım sistemi sağlığını olumlu yönde etkiler.
Genelde alt vücut kaslarını çalıştırır.
Genel kondüsyonu arttırır.
Uyku düzenini iyileştirir.
Tansiyonu düzenler
Depresyon ve psikolojik rahatsızlıklara iyi gelir.
Nasıl bir diyet sürdürmelisiniz?

Yağ yakmaya yönelik bir egzersiz yaparken yağı azaltılmış ve metabolizma hızınıza göre düzenlenmiş bir diyet sürdürmelisiniz. Kaç kalorilik bir diyet sürdürmeniz gerektiğini buradan hesaplayabilirsiniz. Diyetmatik için tıklayın!

Diyetinizde şu noktalara dikkat edin:

Gıdalarınızdan yağı ayırmaya çalışın. Çünkü yediklerinizin büyük bir bölümü yağ içermektedir. % 0 yağ hedefleyen bir diyet zaten % 15 - 20 düzeyinde yağa sahip olacaktır, çünkü yağı az olarak bildiğimiz yiyecekler bile yağ içermektedir. Bununla beraber vücut zaten bir miktar yağa ihtiyaç da duymaktadır.

Diyet besinleri tercih edin. Süt yerine yağsız süt, yoğurt yerine yağsız yoğurt, ekmek yerine, yağı alınmış kepekli ekmek tercih edin.

Gün boyunca küçük miktarlarda ve sıkça alınan öğünler metabolizmayı hızlandırır.

Kendinizi açlığa mahkum etmeyin. Bilinçsiz diyet programları metabolizmayı yavaşlatarak kilo aldırır.
Hızlı zayıflatıcı ve benzeri ürünleri kullanmamanızı öneririz. Bu tür ürünler başlangıçta iyi bir etkide bulunabilseler bile, önemli olan tüm yaşamınız boyunca yemek alışkanlıklarınıza dikkat etmektir.
Yiyecekleri satın alırken içerdikleri yağ yüzdesine bakın. Unutmayın 1 gram yağ 9 kalori verirken, 1 gram karbonhidrat ya da protein 4 kalori vermektedir. Bu nedenle yağ yüzdesini gram değil kalori üzerinden hesaplayın. % 25'i yağ olan bir yiyecekteki, kalorik yağ yüzdesi % 60'lara varabilir.

turknet
Başlık: Kognitif Terapi nedir?
Gönderen: Tuğra - 03 Kasım 2008, 01:21:00

Kognitif terapi psikoloji ve psikopatoloji (ruhsal rahatsızlıklar) alanındaki bilimsel bulgulara dayalı olarak geliştirilmiş, bilimsel ilkelerin psikoterapi alanına uygulanmasıyla ortaya çıkmış çağdaş bir psikoterapidir. Psikoterapi ruhsal rahatsızlık veya sorunları sözel etkileşim yoluyla (görüşmelerle) çözme tekniğine verilen genel addır.

Kognitif terapi ruhsal rahatsızlıkları açıklarken ve nedenlerini araştırırken psikoloji biliminin verilerine dayanır. Bu rahatsızlıkların çözümünde kullandığı sözel ve davranışsal yöntemler de aynı şekilde bu bilimsel ilkelere ve öğrenme kuramlarına dayalıdır. Ortaya konulan bu tedavi yönteminin etkinliği bilimsel olarak sınanmış ve yüzlerce klinik araştırmayla bir çok ruhsal rahatsızlıkta etkili olduğu gösterilmiştir.

Dayandığı temel itibarıyla diğer psikoterapilerden farklı olan kognitif terapinin tedavi uygulamaları süreç ve içerik olarak yapılandırılmıştır. Öncelikle kişinin güncel sorunlarına odaklanır, süre olarak daha sınırlı, ve daha çok sorun çözme hedeflidir. Kognitif terapi sadece başvuranların güncel sorunlarını çözmez aynı zamanda bütün yaşamları süresince sorunlarını çözmekte kullanabilecekleri özel bir takım beceriler de öğretir. Bu beceriler çarpık düşünceleri saptamak, inançlarını değiştirmek, çevreyle yeni ilişkiler kurmak, ve davranış değişikliğidir.

Kognitif Terapinin altında yatan kuram nedir?

Kognitif terapi kognitif modele dayanır, bunu basitçe ifade etmek istersek, olayları algılama biçimimizin bizim duygusal tepkilerimizi etkilediği gerçeği kognitif terapinin ana çıkış noktasıdır. Yani “OLAYLARI OLDUĞU GIBI DEĞIL, OLDUĞUMUZ GIBI GÖRÜRÜZ”.

Örneğin bu kitapçığı okurken okuduklarımızı bir değerlendirmeye ve yoruma tabii tutarız. Bu satırları okuyan bir kişinin “çok güzel, tam benim aradığım tedavi türü” diye düşündüğünü varsayalım, bu kişi kendisini mutlu, hevesli hissedecektir.

Bir diğer kişinin ise buraya kadar yazılanları okurken aklından “iyi gibi görünüyor, ama ben yapamam, ben de işe yaramaz” şeklinde düşünceler geçmişse bu kişi de kendisini karamsar ve isteksiz hissedecektir.

Bu satırları okuyan her insan kendine göre bir değerlendirme ve yorumlama yapar, sonuçta ortaya çıkan duygu ve davranış bundan etkilenir. Yani kişinin duygusal tepkisi doğrudan durumdan (örneğin burada kitapçığı okuma) değil, durumla ilgili düşüncelerinden etkilenir. İnsanlar gerilim, baskı altında oldukları zaman net ve açık düşünemezler ve düşünceleri bir biçimde çarpıklaşmaya başlar.

Kognitif terapi kişilerin sıkıntı verici düşüncelerini saptamalarını ve bu düşüncelerin ne kadar gerçekçi olduğunu incelemelerine yardımcı olur. Ardından uygunsuz düşünceleri değiştirmeyi öğrenip içinde bulunulan gerçekliğe uygun düşünülmeye başlandığında kişi kendisini daha iyi hisseder. Sorun çözme ve davranış değişikliği en çok ele alınan konulardır.

Terapiye nasıl hazırlanabilirim?

En önemli ilk adım amaç belirlemektir. Kendi kendinize “terapinin sonunda nasıl olmayı istiyorum, nelerin değişmesini istiyorum” diye sorun. Özel olarak işte, evinizde, okulda, ailenizle, arkadaşlarınızla, iş arkadaşlarınızla ve diğer insanlarla olan ilişkilerinizde ne gibi değişiklikler olsun istiyorsunuz; şu anda sizi rahatsız eden ne gibi belirtiler yaşıyorsunuz, bunların hangilerinin azalmasını ya da yok olmasını istiyorsunuz.

Yaşamınızın daha iyi geçmesini sağlayacak ne gibi başka alanlar olabilir, kültürel, entelektüel ilgiler, bedensel uğraşıları arttırmak, kötü alışkanlıklarınızı azaltmak, insan ilişkilerinde yeni beceriler edinmek, evdeki ve işyerindeki durumu nasıl daha iyi idare edebileceğinizi öğrenmek gibi konuları zihninizden geçirin. Terapistiniz bu amaçları sizinle birlikte inceleyerek tam olarak saptamanıza ve hangilerinin üzerinde kendi başınıza hangilerinin ise terapide çalışılabileceği konusunda yardımcı olacaktır.

Terapi seanslarında neler yapılır?

Terapi seansınız başlamadan önce terapistiniz size durumunuzla ilgili bazı formlar ve psikolojik ölçekler doldurtur. Bu şekilde durumun nereye gittiğini her seans öncesi daha nesnel bir şekilde saptama imkanı olur.

Terapistinizin seans başladıktan sonra ilk yapacağı şey genel olarak o hafta daha öncekilere kıyasla kendinizi nasıl hissettiğinizi sormaktır. Daha sonra o seans için hangi konular üzerinde çalışmayı istediğinizi ve hafta içinde önemli bir olay olup olmadığı saptanarak konular belirlenir.

Ardından bir önceki seansla şimdiki seans arasında bağlantı kurmak üzere geçen seansta sizin için önemli olan konunun ne olduğu hafta arasında kendi başınıza ne gibi uygulamalar yaptığınız ve terapiyle ilgili değişmesini istediğiniz bir şey olup olmadığı konuşulur.

Daha sonra terapistinizle o gün için gündeme aldığınız konu ya da konular tartışılarak, sorun çözme ve sorun durumdaki düşünce ve inançlarınızın geçerliliği, tutarlılığı konuşulur. Aynı zamanda bu yolla yeni beceriler öğrenirsiniz.

Seans esnasında öğrendiğiniz şeyleri gelecek olan hafta içinde en iyi biçimde nasıl kullanacağınızı konuştuktan sonra terapistiniz o gönkü görüşmedeki önemli noktaları tekrar özetleyerek sizden geri bildirim ister: yani seansta size yararlı olan herhangi bir şey aldınız mı?,

faydası olmayan ya da rahatsız eden bir şey oldu mu?, terapistin yanlış anladığı bir şey ya da değişmesini istediğiniz bir şey var mı bunları terapistinize aktarırsınız. Gördüğünüz gibi kognitif terapi hem terapistin hem de danışmaya gelen kişinin oldukça aktif oldukları bir terapi türüdür.

Terapi ne kadar sürer?

Pratik bir takım zorunlu durumlar bir yana bırakıldığında (belli bir süreyle terapiye gelebilme imkanı gibi) terapinin ne kadar süreceği terapistle danışan tarafından birlikte verilir. Genellikle 2-3 seanstan sonra ilk seanslarda ortaya konulan amaçlara ne kadar sürede ulaşılabileceği konusunda terapistin kabaca bir fikri olur. Bazı danışanlar için 6-10 görüşme gibi çok kısa bir süre yeterli olabilir. Daha uzun süreli sorunları olan kimi danışanlar aylarca hatta bir yılı geçen bir süre boyunca terapide kalmayı seçebilirler.

Danışanla başlangıçta, çok ağır bir kriz durumu söz konusu değilse haftada bir kez görüşülür. Kişi kendini daha iyi hissetmeye başlar başlamaz seanslsrın aralığı açılmaya başlar önce 15 günde bir daha sonr üç haftada bire doğru görüşmeler kademeli olrak seyrekleştirilir. Bu henüz terapide iken öğrenilen becerilerin gündelik hayat içinde uygulanarak denenmesi şansını verir. Terapi sona erdikten 3, 6 ve 12 ay sonra birer güçlendirme seansı yapılır.

Terapiyle Birlikte İlaç Kullanılır mı?

Kognitif terapi ile birlikte ilaç tedavisinin birlikte yürümesi mümkündür. İlaç kullanılması gerektiğini düşündüğü durumda terapistiniz bu durumu size söyleyerek durumun avantajlarını ve dezavantajlarını sizinle tartışacaktır. Bir çok durum hiç ilaç kullanmadan tedavi edilebileceği gibi sadece ilaç kullanımıyla geçen sorunlar söz konusu olabilir. Her iki tedavi türünün de etkili olduğu durumlarda tercih danışmaya gelen kişiye bağlıdır. Bazı durumlar genellikle iki tedavinin birlikte kullanımına daha iyi cevap verir.

Terapiden nasıl daha çok yararlanabilirim?

Bunun bir yolu terapistinize psikoterapinize yardımcı olacak ne gibi kitaplar ve broşürler okuyabileceğinizi sormak ve bunları okumaktır. İkinci yapabileceğiniz şey her bir seansa dikkatli bir biçimde hazırlanarak gelmeniz, bir önceki seansla ilgili düşünmeniz, ve bir sonraki seansta neleri konuşmak istiyorsanız onu not etmenizdir. Terapiden elde edeceğiniz yararı arttırmanın üçüncü yolu terapi seansını gündelik yaşamınıza taşımanızdır. Bunu seansta olup bitenlerin kendiniz için bir özetini çıkararak yapabilirsiniz.

Seansın sonunda o hafta için neler yapabileceğiniz bunları yaparken ne gibi güçlüklerle karşılaşabileceğiniz konusunda konuşabileceğiniz bir zaman bırakarak terapistinizin seans sona ermeden size bu konuda yardımcı olmasını sağlayabilirsiniz. Tabi en önemlisi seanslara düzenli ve zamanında devam etmeniz terapinizin de daha hızlı ilerlemesini sağlayacaktır.

Terapinin işe yaradığını nereden anlayabilirim?

Bir çok danışan eğer güvenerek ve inanarak seanslara devam eder ve seans dışı zamanlarda önerilen teknikleri her gün gündelik yaşamlarında kullanırlarsa 4-5 sans sonra belirtilerinde bir azalma farketmeye başlarlar. Aynı zamanda uygulanan psikolojik testlerde objektif olarak birkaç hafta içinde düşme gerçekleşir. Özetlersek kendisini daha iyi hissetmeye başlar.

(aktuelpsikoloji)
Başlık: Anadolu Toprakları Ve Bitki Örtüsü
Gönderen: Tuğra - 05 Kasım 2008, 10:17:57
Değerli okuyucu, bundan böyle sizlere bu sayfadan ulaşacak olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Uzun yıllara dayanan araştırma sonuçlarımı, arkasında yalnızca kendimi kaynak olarak gösterdiğim bilgilerimi sizlerin ilgisine ve faydasına sunuyorum.

İlk yazımda tüm araştırmalarıma temel teşkil eden Anadolu topraklarının özelliğini ve ayrıcalıklarını sizlerle bir parça da olsa paylaşmak istiyorum. İlerleyen günlerdeki yazılarda da detaylara yer vereceğim.

Her biri iki ile üç milyon yıl sürmüş olan buzul çağlarının sonuncusu Anadolu topraklarını etkilememiştir. Bu ne demektir? Ve ne işe yarar? Tıpkı bir derin dondurucuda mikropların ürememesi gibi buzul altında kalan bitkilerin de gelişmesi sözkonusu olamaz.

O halde her toprağa dökülen tohumun bir sonraki bahar mevsiminde yaşamına devam etmesi süreci ve bu sürecin vazgeçilmez özelliği olan genetik yapılarının mükemmele doğru gelişme evresi sadece ve sadece Anadolu topraklarında vücut bulmuştur. İşte Anadolu’nun  bitki florasını ve toprağının da mikrobiyolojik yapısını ve de ekolojik adaptasyon gücünü vazgeçilmez, mükemmel ve rakipsiz kılan da budur.

Anadolu topraklarının çok özel ve çok kıymetli tohumları var idi. Domates, salatalık, biber Diyarbakır’ın karpuzu, Çankırı’nın eriği, bölgesel kavun türleri ya da yafa portakalı istenildiği kadar ve birçoğu bitti, yok oldu, bitirildi...

Bu muhteşem tohumların mahsullerinin hastalıklara karşı hem içerdikleri koruyucu ve önleyici ana etkin maddeler hem de hiçbir yapay müdahaleye uğramamış olmalarından dolayı sağladıkları mucizevi etkileri müdahale görmüş, kısırlaştırılmış ya da genleriyle oynanmış tohumlarda tamamen kaybettiler hatta ve hatta zarar verir hale geldiler.

Az sonra değineceğim. Gelişmiş ülkeler, bizim eşsiz tohumlarımızı ülkelerine götürdüler. Genleriyle oynayarak veya kısırlaştırarak ancak verimliliğini artırarak geri getirdiler. Bu yüksek verimli tohumlar başta çok cazip geldiği için tercih edildi, yıllarca ithal edildi.

Sonuç; yıllar yıllar boyu ithal edilen tohumlar sayesinde:

1-Milyarlarca dolar boşu boşuna yurt dışına gitti.
2-Tohum cenneti ülkemizde dışarıya bağımlı bir hal aldık.
3-Elimizdeki hazine değerindeki doğal tohumlarımız yok oldu.
Şu an tüketmekte olduğumuz  gıdaların transgen (genleriyle oynanmış) ve ebter (kısır) tohumlar olmasının ne tür sakıncaları var birlikte bakalım:

Öncelikle yöresel meyve-sebzecilik dolayısıyla geleneksel tarım yok oldu.

Sebze ve meyvelerin  tadı, kokusu, aroması, içerdiği etkin madde zenginliği ve çeşitliliği kayıp oldu. Bu mahsullerin tüketilmesinin uzun vadede insan sağlığını nasıl etkileyeceği konusunda bildiğimiz şeyler olmakla birlikte kesin sonuçlara halen ulaşılamadı.

Bilinenler de ne yazık ki hiç iç açıcı bilgiler değildir. Örneğin kısır tohumlu ürünler sindirim sistemini olumsuz etkilemekte, vücutta ödem oluşumuna sebep olmakta, metabolizma hastalıklarının (şeker hastalığı, hipertansiyon v.b) oluşumuna sebep olmakta, bağışıklık sisteminin güçlenmesinde yetersiz kalmasından dolayı  KANSER gibi çok önemli hastalıkların artmasına sebep olmaktadır. Arıların ölümü, böcek türlerinin yok oluşu vb doğal dengeyi bozucu birçok olumsuzluğun sebebi de yine aynı başlık altındadır.

Dünya çapında meydana gelebilecek olağan üstü durumlarda kimden neyi nasıl temin edeceğimiz endişesi de çabası..

İlk yazımda sizlere vurucu noktaları aktarmaya çalıştım. Devamında buluşmak dileğiyle... Sağlığınız daim olsun...

GÜNÜN KÜRÜ

Antibiyotikleri boğaz ve bademcik enfeksiyonlarına karşı koruyucu ve önleyici olarak kullanamayız. Ancak bir hekim kontrolünde teşhisten sonra kullanabilirsiniz. Oysa adaçayı koruma ve önlemede rahatlıkla kullanabileceğiniz muhteşem bir bitkidir. Ağız hijyenini sağlamada, bademcik ve boğaz enfeksiyonuna karşı önleyici ve koruyucu gücü mükemmel olan adaçayının gargarası ve kürünü öneririm.

Yaklaşık bir bardak suda bir tutam adaçayı (4-5 gr) 10 dakika kısık ateşte demlenir.
Akşam yatağa giderken, çocuklarınızı okula uğurlarken günde iki-üç kez gargara yapınız. Hazırladığınız gargarayı 48 saat rahatlıkla kullanabilirsiniz. Ancak adaçayının içiminde gebelikte ilk 3 ay için çok dikkatli olmalıdır. Düşük yapma riskini artırabilir.
 
Mühim Not: Bir şikâyetiniz var ise  hekim kontrol ve önerilerini ihmal etmeyiniz. Buradaki bilgilerin herhangi bir hastalığı teşhis amacı yoktur, destekleyici ve yardımcı tedavi amaçlıdır.

SORU - CEVAP
Soru: Sayın hocam söylemiş olduğunuz değişik kürleri aynı anda mı uygulamamız lazım yoksa teker teker biri bitince öbürüne mi başlamamız lazım?

Cevap: Hiçbir kürü aynı anda uygulamayınız. Alışkanlık haline getirmeyiniz. Bir kür bittikten sonra ikinci bir küre geçebilmeniz için de en az üç gün ara vermeniz gerekir. Sağlıklı günler dilerim.

Soru: Benim iç guatr sorunum var, brokoli kürünün faydası olur mu? 

Cevap:  Brokoli kürü iç guatr şikâyetlerinde etkili değildir. Ayrıca, guatr ve tiroid hastalarının beyaz lahana, brokoli ve karnabaharı çiğ olarak tüketmemelerini öneririm.

Soru: Hocam ben 12 yaşındayım. Başımın ve vücudumun bazı yerlerinde kızarıklar çıktı ve doktorum sedef olduğunu söyledi, ilaç kullandım geçmedi. Annem TV’de sizi izlemiş, bol bol kuru üzüm çekirdeğini ezip bol bol yiyin demişsiniz bana bunu açıklar mısınız?

Cevap: Merhaba, siyah kuru üzüm çekirdeği sedefe bağlı kaşıntılarda etkilidir. Sedefin doğrudan tedavisinde etkili değildir. Sedef üzerine olan araştırmalarım devam etmektedir. İnşAllah tamamlandığında açıklayacağım. Çekirdekli siyah kuru üzümün tüketimi günde 25-30 taneyi geçmemelidir. Bir hafta her gün kullanılır. Daha sonra ihtiyaca göre tekrarlanabilir.

realage/Dr.İbrahim Saraçoğlu
Başlık: Daha etkili antibiyotikler geliyor
Gönderen: Tuğra - 05 Kasım 2008, 19:16:18
Verem mikrobu gibi tedaviye direnç gösteren hastalık yapıcılara karşı daha etkili yeni sınıf antibiyotiklerin geliştirilmesinin yolunu açan bir antibiyotik mekanizması bulundu.

Araştırmacılar, 3 antibiyotiğin (miksopronin, korallopironin ve ripostatin)bakterileri yok ederken nasıl “hareket ettiğini” ortaya çıkardı.

Bu kimyevi bileşenlerin doğal olarak bazı bakterilerden meydana geldiğini, bu bakterilerin diğer bakterilerdeki RNAP adı verilen bir enzimi engelleyerek başka bakterileri öldürdüğünü belirten araştırmacılar, enzimin DNA bilgilerini RNA’ya (DNA’nın protein üretimindeki işlevini yerine getirebilmesi işlevini yürüten “ara molekül”, ribonükleik asit) tekrar kopyaladığını belirttiler. Araştırmada, bu proteinler olmadan bir bakterinin çoğalamayacağı kaydedildi.

Rutgers Üniversitesi’ne bağlı Howard Hughes Tıp Enstitüsü’nden Richard Ebright, dünyada ölümlerin dörtte birinin enfeksiyon hastalıklarına bağlı olduğu ve antibiyotiklere dirençli bakterilerin yol açtığı enfeksiyonların sayısının arttığı göz önüne alındığında, bunun çok önemli bir gelişme olduğunu ifade etti.

Ebright, 60 yıldır antibiyotiklerin enfeksiyon hastalıklarına karşı kullanılan en etkili silah olduğunu ancak bu etkinin artık “çökmeye başladığını”, bu nedenle acilen yeni antibiyotiklerin ve yeni hedeflerin geliştirilmesine ihtiyaç duyulduğunu belirtti.

Üzerinde çalışılan yeni sınıf antibiyotiklerin, özellikle tedavisi zor, gelişmekte olan ülkelerde yaygın olan vereme karşı daha etkili ve daha kısa süreli tedavi sağlayabileceği vurgulandı.

Verem tedavisinin en önemli unsurunun şu an 6 ay olan tedavi süresini diğer enfeksiyonlardaki gibi 2 haftaya indirmek olduğunu belirten Ebright, 2 haftalık verem tedavisi geliştirildiği takdirde enfeksiyonun kökünün kazınabileceğine dikkati çekti.

Araştırma “Cell” dergisinin internet sitesinde yayımlandı.
Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: Tuğra - 05 Kasım 2008, 23:22:03
Mesela bu yeni ilaçlara Kahraman kardeş ne der acaba?
Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: Kahraman - 05 Kasım 2008, 23:53:26
...dirençli ve uzun süreli tedavi gerektiren ve tedaviye direnç gösteren hastalıklara  karşı daha etkili yeni sınıf antibiyotiklerin geliştirilmesi sürekli gündemde ve birçok yeni çalışmalar devam etmekte... uzun süreli antibiyotik kullanımı her zaman risklerle dolu süreçi başlatır...bu riskleri azaltmak için özellikle dirençli ve uzun süreli tedavilerde kullanılmak üzere yeni antb. ler geliştirilmekte...
Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: Tuğra - 05 Kasım 2008, 23:58:39
Hım teşekkür ederiz,o halde bu ilaçların yan etkileride diğerlerine göre fazla olur?

Sağlık konusunda tecrübelerinizden ve bilgilerinizden istifade etmek isteriz.:)
Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: İsra - 06 Kasım 2008, 04:06:28

Sağlık konusunda tecrübelerinizden ve bilgilerinizden istifade etmek isteriz.:)


Tuğraya katılıyorum Kahraman kardeşim.Lütfen bizleri aydınlatmaya ve bilgilendirmeye devam edin :)
Başlık: Aile hekimliği ücretsiz olacak
Gönderen: enfa - 09 Kasım 2008, 00:05:54
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, aile hekimliği uygulamasının tamamen ücretsiz olacağını bildirdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yarın Erzurum'a yapacağı gezi öncesi kente gelen Akdağ, İl Sağlık Müdürlüğü Çok Amaçlı Eğitim Salonunda düzenlenen aile hekimliği yerleştirme programına katıldı.

Türkiye İstatistik Kurumu tarafından 2003'te yapılan bir ankette vatandaşların yüzde 39.5'inin sağlık hizmetlerinden memnun olduğunun belirlendiğini ifade eden Bakan Akdağ, şu bilgileri verdi:

"Bu oran sağlıkta dönüşüm programının uygulanmaya başladığı 5 yıldan sonra yüzde 66.5 olarak belirlenmiş. Birinci basamak sağlık hizmetlerinde ise yüzde 60'lar civarında olan (burada aldığım hizmetlerden memnunum) diyen vatandaş sayısı, bugün yüzde 75'ler civarına çıkmıştır. Aile hekimliğine geçtiğimiz yerlerde ise vatandaşlarımızın yüzde 86'sı (memnunum) diyor. Yaklaşık 8 bin kişi üzerinde yapılan anketin ekim ayındaki sonuçları bunlardır."

Aile hekimliğiyle birlikte koruyucu sağlık hizmetlerinin de artığını anlatan Akdağ, "Konuyu iyi bilmemelerinden dolayı ya da akademik, bilimsel sebeplerin dışında ideolojik sebeplerle aile hekimli sistemini engellemeye ve eleştirmeye çalışanlar oldu. Bazıları aile hekimliği ile (koruyucu sağlık hizmetlerinin gerileyeceğini) iddia etti. Aile hekimliğine başladığımız illerde koruyucu sağlık hizmetleri çok daha güçlendi" dedi.

Uygulamayla vatandaşların ve hekimlerin birbirlerini daha yakından tanıdığı ve riskli durumlardan çok daha önceden haberdar olduğunu bildiren Akdağ, şöyle konuştu:

"Arkadaşlarımız daha önce sağlıkta hizmet sistemlerinin ne kadar kötü olduğunu hatırlayacaktır. Sandalyesi, masası bile orada verilen sağlık hizmetine yakışmayacak şekilde olan, bilgisayarda internetle münasebet bir yana, kayıt yapmaktan uzak bir sistem vardı. Bugün sağlık ocaklarımız sağlık hizmeti yapan arkadaşlarımız için mükemmel mekanlar haline geldi. Aksayan yerler belki vardır. Ama bugün birer sağlık yuvası oldular. Tamamen ücretsiz olacak aile hekimliği uygulaması ile çok daha iyi olacak. Doktorlara cari harcamalar için para veriyoruz. Cari harcamaların bazı meslektaşlarımız tarafından harcanmadığını tespit ettik. Bunun için yeni yöntemler geliştireceğiz. Bu cari harcamalar, vatandaşa hizmet için harcanacak."

Konuşmaların ardından hizmet puanına göre sıralanan doktorların aile hekimliğine yerleştirilmeleri yapıldı, 229 doktor aile hekimliğine geçerek hizmet sözleşmesi imzaladı.

Başlık: Soğukta kalın değil, kat kat giyinin
Gönderen: İsra - 09 Kasım 2008, 04:20:59
Konya Akademi Hastanesi Dâhiliye Uzmanı Dr. Hüseyin Karakaya, soğuğun etkisiyle vücut direncinin kırıldığına işaret ederek, kış aylarında bir tek kalın giysi yerine, daha ince ama üst üste elbiseler giyinilmesi gerektiğini söylüyor.

Toplumda kışın kalın giyinmenin alışkanlık olduğunu dile getiren Dr. Karakaya, "Yaşlılar 'üşüyorum' diyerek kalın giysiler giyiniyor. Bu giysiler ise sıcak ortamda terlemeye sebep oluyor. Terli olarak dışarıya çıkıldığında ise soğuk havayla karşılaşan vücut ıslak olduğu için tekrar üşüyor. Bunun üzerine üşüme bahane edilerek bir kat daha elbise giyiliyor.'' diyor. Üşüme sonucu vücut direncinin düştüğünü ifade eden Dr. Karakaya, "Yüz felci buna en iyi örnek. Soğuktan korunmak için yüzümüze örttüğümüz atkı nedeniyle ağzımızdan çıkan buhar yüzümüzde nem oluşturuyor. Soğukta ise bu nem yüzümüzün üşümesine hatta yüz felcine neden oluyor.'' uyarısında bulunuyor.

Bebeklerin başları çabuk üşür

Çocuk Hastalıkları Uzmanı Doktor Münire Çakır da soğuk havalarda çocuk bünyesinin daha kolay etkilendiğine dikkat çekiyor. Çocukların ve bebeklerin vücudunun oda sıcaklığında olması gerekiyor. Özellikle sobalı evlerde oturan vatandaşların çocuklarının daha sık rahatsızlandığını ifade eden Dr. Çakır, şunları söylüyor: "Soba yanan odadan başka bir odaya geçen çocuğun vücudu adeta şoklanıyor. Vücudu terli olan çocuklar için böyle bir durum hastalığa davetiye çıkartıyor." Bebeklerin özellikle başlarının soğuktan korunması gerektiğini ifade eden Münire Çakır, "Yetişkinlerin baş büyüklüğünün vücuda oranı 7'de 1 iken bebeklerinki 3'te 1'dir. Bu yüzden bebekler kafalarını çok daha çabuk üşütebiliyor.'' diyor.

Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: Kahraman - 09 Kasım 2008, 05:54:34
.......................Omurilik hasarının tedavisinde umut

Bilim adamları, beyin hücrelerinin yenilenmesinin mümkün olmaması nedeniyle beyin ve omurilik hasarlarında karşılaşılan çaresizliği giderecek bir yol buldu.

- Boston Çocuk Hastanesi doktoru Jigang He, fare beyninde hasar görmüş olan sinir hücrelerinin kendilerini yeniden üretmesini sağlayan yönteme imza attı. Doktor Jiang’in bu çalışmayla ilgili kaleme aldığı makalesi, önde gelen bilim dergilerinden Science’da yayımlandı.

Çalışma sırasında, sinir hücresinin gelişmesini engelleyen bir protein bloke edildi ve bunun, hasarlı “optik sinirlerin” yerine yeni hücrelerin gelişmesini teşvik ettiği belirlendi.

Kol ve bacaklardaki sinir lifleri tahrip olduktan sonra kendisini yenileyebildiği halde, beyin ve omurilikteki sinir hücreleri bunu başaramıyor. Çalışmaya katılan, Genentech Inc. firmasından ilaç ve biyoteknolojiden sorumlu başkan yardımcısı Marc Tessier-Lavigne de açıklamasında, “omurilik zedelenmelerinde hasta genellikle iyileşemiyor” derken, bu çalışmanın hedefinin, bunun nedenini ortaya koymak olduğunu belirtti.

Çalışma sırasında, PTEN ve TSC1 adlı proteinler bloke edildi ve söz konusu hücrelerin (axon) hızla kendini yenilediği görüldü.

Verilen bilgiye göre ekip, şimdi bu proteinleri bloke edecek bir ilaç üretmek amacıyla çalışmalarını sürdürüyor.

Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: Kahraman - 09 Kasım 2008, 23:56:40
.............Kanser ağrılarına etkili çözüm

Hastalığın ilk dönemlerindeki şiddetli ağrılarla başa çıkmak için yapılması gerekenler.

Kanser, insanoğlunun var oluşundan beri büyük sıkıntı ve acılara sebep olan, çoğu zaman çaresizlik duygusu ve psikolojik çöküntünün eşlik ettiği bir sağlık sorunu.

Hasta ve yakınları için ağrı, ölümün kendisinden bile daha büyük bir korku kaynağı. Ağrının tedavi edilmesi, hastanın hayati faaliyetlerini yerine getirebilmesini kolaylaştıracağı gibi moralini de yükselterek tedavinin başarı şansını artırabilir.

Özellikle kanserin ileri dönemlerinde ağrı şiddeti artar. Her yıl yaklaşık 4,5-5 milyon insanın kansere yakalandığı ve bu hastaların yaklaşık yüzde 80'inin ağrı çektiği biliniyor. Bu nedenle kanserli hastalardaki ağrı sorunu aynı zamanda toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Zaman'da yer alan habere göre, kanserde ağrı, tümörün kendisine ait sebeplerle olabileceği gibi, kanser tedavisi sırasında uygulanan cerrahi, kemoterapi, radyoterapi gibi yöntemlere bağlı ağrılar da görülebilir. Genellikle kemik, üreme organları ve baş-boyun kanserlerinin yüzde 80'inde, mide, akciğer, pankreas ve meme kanserinde yüzde 60-80, bağırsak ve böbrek tümörlerinde yüzde 40-60 oranında ağrı görülürken lenfoma ve lösemide bu oran yüzde 20'lere düşüyor. Kanserde ağrı kontrolü konusunda gerek ağrı biliminde, gerekse teknolojide son otuz yılda elde edilen gelişmeler yüz güldürücü. Basit ağrı kesici ilaçlardan morfin benzeri kuvvetli ağrı kesicilere, sinir bloklarından programlanabilen ağrı pompalarına kadar çok geniş bir yelpazede tedavi seçenekleri var. Bu konuda deneyime ve gerekli donanıma sahip, tıbbın birçok alanından hekimlerin ortak çalıştığı merkezlerde, kanser ağrısı tedavisi olan bir sağlık sorunu.

Kanserde ağrı kontrolünü genel olarak ilaçlarla yapılan tedavi ve ilaç dışı yöntemler olarak ikiye ayırabiliriz. İlaçla tedavide başarının sağlanması için Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) tarafından önerilen basamak tedavisine uyulması gerekiyor. Buna göre başlangıçta daha basit ağrı kesiciler kullanılırken hastanın klinik durumuna göre bu ilaçların basamak sistemi içinde artırılması ve morfin benzeri ilaçlardan yardım alınması gerekiyor.

İlaç tedavisi ile başarılı olunamayan hastalarda uygulanan yöntemler; ağrıya sebep olan sinirlerin radyo dalgaları kullanılarak yok edilmesi, omurilik pilleri ya da morfinin direkt olarak omuriliğe verildiği pompa sistemlerine kadar çok geniş bir yelpaze çizmekte.

WHO ve IASP verileri kanserde ağrı tedavisinin yüzde 70-90 oranında başarı ile yapıldığını ve sadece ilaçlarla yapılan tedavi ile yüzde 70-85 oranında ağrıların kontrol altına alınabildiğini gösteriyor. Bugün kanser tedavisi içerisinde neredeyse unutulan kanser ağrısı bir kader değildir ve doğru değerlendirme ve tedavi ile ortadan kaldırılarak hastaya yaşam kalitesi ve hastalığının tedavisi açısından moral verecektir.
Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: Kahraman - 10 Kasım 2008, 23:25:50



Emzirilen bebeklerin akciğerlerinin çocuklukta, emzirilmeyenlere göre daha güçlü olabileceği bildirildi.

İngiliz ve Amerikan bilim adamlarının, 1456 bebekle 10 yaşlarına gelene kadar yaptığı araştırmada, bebekken en az 4 ay boyunca emzirilen çocukların akciğerlerinin görevlerini daha iyi yerine getirdikleri görüldü.

Sonuçları Thorax dergisinde yayımlanan araştırmada, emmenin farklı mekanizmaları ve emme süresinin, bu etkiden kısmen sorumlu olabileceği ve biberonların tasarımında yapılacak değişikliklerin de bu etkiyi yaratabileceği belirtildi.

Araştırma çerçevesinde izlenen çocuklardan üçte birinin, bebekken en az 4 ay boyunca emzirildiği ve bu çocukların derin bir nefes aldıktan sonra emzirilmeyenlere göre dışarı daha fazla hava verdikleri ve bunu daha hızlı yaptıkları gözlendi.

Çocukların akciğerlerinde görülen bu etkiye, anneleri astım ya da alerjik bir yapıya sahip olsa dahi rastlandığı kaydedildi.

Emzirmeyle ilgili daha önce yapılan araştırmalar, emzirmenin, bebekleri hayatlarının ilk döneminde solunum yolu problemlerinden koruduğu göstermişti.
Başlık: Tıp dünyasında çığır açacak buluş
Gönderen: Ay Işığı - 10 Kasım 2008, 23:28:06
Tıp dünyasında çığır açacak buluş

Yale Üniversitesi'nden Prof. Günel, tıp dünyasında çığır açacak buluşa imza attı.

Çalışmalarını ABD'deki Yale Üniversitesinde sürdüren Prof. Dr. Murat Günel tarafından yapılan araştırmayla, beyin kanamalarına yol açan anevrizmaya neden olan 3 gen bulundu.

Araştırma sayesinde, anevrizma oluşma riski yüksek hastalar basit bir kan testiyle tespit edilerek, beyin kanamaları önlenebilecek.

Yale Üniversitesi Beyin Cerrahisi Damar Hastalıkları (Nörovasküler) Bilim Dalı Başkanı ve Beyin Genetiği Programı Direktörü Prof Dr. Murat Günel'in, aynı üniversiteden Dr. Richard Lifton ve Türk doktorlar Kaya Bilgüvar, Yaşar Bayrı ve Zülfikar Arlıer ile birlikte yürüttüğü 15 yıllık araştırmanın sonuçları, dünyanın en büyük tıp dergilerinden biri olan Nature Genetics'te yayınlandı.

Araştırma sayesinde, basit bir kan testiyle beyin kanaması olmadan anevrizma oluşma riski yüksek hastaların tespit edilebileceği bildirildi.

Bu kişiler belirlenince, MR Anjiyo ve KT Anjiyo gibi radyolojik tetkiklerle takip edilebilecek. Oluşumu belirlenebildiği takdirde de anevrizma, patlamadan önce cerrahi veya damar içi yöntemler kullanılarak tedavi edilebilecek.

Günel, bu araştırma sayesinde ortaya çıkarılan 3 genin tespitiyle, söz konusu hastalığın oluşum nedenlerinin de anlaşılmaya başlandığını bildirdi.

Araştırmayla, hiç beklenmedik bir şekilde, her 3 genin de damarlardaki bozukluğu tamir eden kök hücreleri etkilediğinin belirlendiğini anlatan Günel, "Bu genlerdeki bozukluklar, beyin damarlarının sertleşerek erken yaşlarda bile yaşlanmalarına yol açıyor. Bu erken yaşlanmaya bağlı olarak da anevrizmalar ortaya çıkıyor ve zamanla patlayarak beyin kanamalarına ve felçlere sebep oluyor" şeklinde konuştu.

Kaynak : AA
Başlık: Ynt: Sağlık Haberleri ve Makaleler
Gönderen: Tuğra - 16 Kasım 2008, 18:43:39
Teşekkürle İsra,enfa,Kahraman,Ayışığı   :)


Alıntı
Omurilik hasarının tedavisinde umut

İşte asrın haberi bu derim  &))
Başlık: Tarihi geçmiş ilaçlara dikkat
Gönderen: Tuğra - 17 Kasım 2008, 02:26:48
Son kullanma tarihleri geçmiş, etiketleri değiştirilmiş, uygun koşullarda saklanmayan ilaçlar 'zehir' niteliği gösterebiliyor.

İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Murat Akbaş, Online Sağlık'a  yaptığı açıklamada, "İlaçlar doğrudan kutularla çöp kutularına değil, sıvı olanlar dökülerek, katı olanlar tek tek kutularından çıkarılarak tıbbi atık toplama görevlilerine verilmeli" uyarısında bulundu. İlaçların doğru kullanılmadığında insanın hayatına mal olabilecek ciddi sonuçlara yol açabilmesi nedeniyle ilacın öncelikle en güvenilir kurumlardan alınması gerektiğini belirten Dr. Akbaş, eczane dışından alınan ilaçların tedavi edici özellik taşımayacağı gibi, bazen zehirli maddeler içerebileceğini ifade etti.

"Son kullanma tarihleri geçmiş, etiketleri değiştirilmiş, uygun koşullarda saklanmayan ilaçlar 'zehir' niteliği gösterebilir" diyen Dr. Murat Akbaş, ilacın ancak hekim önerisiyle alınması gerektiğini, ilaçların prospektüslerinin mutlaka dikkatle okunması gerektiğini söyledi. Tüm ilaçların istenen etkileri gibi yan etkileri de olduğunu bildiren Dr. Akbaş, şunları kaydetti:

"İlaç kullanırken vücutta kızarıklık, sivilce kaşıntı gibi yan etkiler ortaya çıkarsa, ilaç kesilmeli ve doktora danışılmalıdır. İlacı kullanacak kişi gebe veya emzikli ise başvurulan hekim bu konuda bilgilendirilmelidir."

EVDE BULUNAN İLAÇLAR YILDA BİR KEZ KONTROL EDİLMELİ

Hastaların genellikle kendini iyi hissedince ilacı kestiğini ifade eden Dr. Akbaş, Türkiye'deki zehirlenmelerin yarıdan fazlasının çocuklarda meydana geldiğini ve zehirlenmeye yol açan maddelerin başında ilaçların olduğunu kaydetti. Evlerdeki ilaç stoklarının en ciddi sorunlardan biri olduğuna işaret eden Akbaş, bu ilaçlar arasında çok miktarda yarısı kullanılmış ve son kullanma tarihi geçmiş ilaca rastlanabildiğini söyledi. Eş dost tavsiyesiyle ilaç kullanılmaması gerektiğini belirten Dr. Akbaş, şöyle konuştu:

"Gerekli miktarda ilaç almak, doktorun tavsiye ettiği tedavi süresince kullanmak veya son kullanma tarihi geçen ilaçları imha etmek gereklidir. Yılda en az bir kez evde bulunan ilaçlar kontrol edilmeli, gereksiz olanlarla kullanım süresi dolanlar atılmalıdır."

İlaçların kutuları üzerinde nasıl ve ne şartlarda saklanmaları gerektiğinin yazılı olduğunu ifade eden İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Murat Akbaş, oda sıcaklığında saklanması öneriliyorsa evde doğrudan güneş ışığı almayan, serin ve kuru bir yerde saklanması gerektiğini bildirdi. Buzdolabında saklanması önerilen ilaçların buzdolabının kapağında değil, orta raflarda saklanmasını öneren Akbaş, "Buzluğa asla ilaç konmamalı, ısı yayan cihazlardan uzak tutulmalıdır. Bütün ilaçlar evde ilaç dolabı içinde çocukların ulaşamayacağı biçimde, kendi ambalajlarında ve kapakları sıkıca kapatılmış olarak saklanmalıdır" dedi.

İHA

Başlık: Her göğüs ağrısı kalp hastalığı değildir
Gönderen: Tuğra - 17 Kasım 2008, 22:06:05
 
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Kardiyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Gökçe, göğüs ağrısı şikayetiyle gelen hasta sayısının çok fazla olduğunu, ancak gelen hastaların sadece yüzde 15-20'sinin kalp hastalığıyla ilgili sorunlarının bulunduğunu söyledi.

Gökçe, insanların göğüs ağrılarında ilk olarak kalp hastalıklarından şüphelendiğini belirterek, ''her göğüs ağrısı kalple ilişkili değildir. Göğüs kafesi içinde kalp dışındaki organlardan veya komşu bölgelerden kaynaklanan ağrılar da kalpten kaynaklananlara benzer ağrılar yapabilir'' dedi.

Gökçe, kalple ilişkili ağrının, göğsün ön bölgesinde, yaygın bir şekilde sıkıştırıcı, yanıcı tarzda olduğunu, sırta, kollara ve çene altına yayılabildiğini, hastanın böyle bir ağrı olduğunda göğüs ağrısını dikkate alması gerektiğini belirtti.

Göğüs ağrısının birçok sebebi bulunduğunu dile getiren Gökçe, şöyle devam etti: ''Mide, safra kesesi ağrıları gibi karın içi organlardan kaynaklanan ağrılar, kas ağrıları, reflü gibi yemek borusu şikayetleri, boyun fıtığı ağrıları da göğüs ağrılarına neden olabilir. Bunlara rağmen koroner arter hastalığı için bir takım riskli grup var.

Erkeklerde 45 yaşın üstü, kadınlarda ise 55 yaşın üzerindekiler, ailesinde kalp hastalığı olanlar, şeker, yüksek tansiyon, yüksek kolesterolü bulunanlar ile sigara içenlerde oluşabilecek göğüs ağrılarına dikkat edilmesi gerekir.''

Doç. Dr. Gökçe, koroner arter hastalığı olanların kış aylarından daha dikkatli olması gerektiğini vurgulayarak, şunları kaydetti:''Kış mevsiminin yaklaştığı şu günlerde koroner arter hastaları kötü hava koşullarından korunmalı ve grip aşısını yaptırmalıdır. Ayrıca hava şartları dolayısıyla insanlar daha hareketsiz bir yaşam sürdükleri için ağır gıdalardan uzak durulmalı.''

A.A.

Başlık: Elektromanyetik radyasyondan çocukları nasıl koruruz?
Gönderen: İsra - 19 Kasım 2008, 13:51:04
Sakarya Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Osman Çerezci, bebeklerin ve gelişmekte olan çocukların, vücutlarındaki su oranının yüksek olması nedeniyle elektromanyetik radyasyondan yetişkinlere oranla çok daha fazla etkilendiğini söyledi.

Prof. Dr. Osman Çerezci, günlük hayatta kullanılan elektronik cihazlar ile baz istasyonları, yüksek gerilim hatları, uydu haberleşme sistemleri ve radyo ve televizyon vericilerinin yaydığı elektromanyetik radyasyondan etkilenen en önemli risk kitlesinin çocuklar olduğunu belirtti.

Çocukların vücutlarındaki su oranının yüksek olması nedeniyle elektromanyetik radyasyondan yetişkinlere oranla çok daha fazla etkilendiklerini kaydeden Çerezci, radyasyonun çocukların bağışıklık sisteminde birtakım bozulmalara neden olabileceği uyarısında bulundu.

Elektomanyetik radyasyonun canlı hücreleri tetiklediği ve onlara bir takım olumsuz etkiler yaptığını anlatan Çerezci, "Çocuklar çok küçük yaşta radyasyon ile tanışıyorlar. Bundan sonraki yaşamlarında da yetişkinlerden daha fazla radyasyona maruz kalacaklar. Çocukların gelecekteki yaşamlarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri için onları radyasyondan mümkün olduğunca uzak tutmak zorundayız." dedi.

Radyasyonun etkilerinden çocukları eğitimle uzak tutabileceklerini ifade eden Çerezci, elektromanyetik radyasyon ile ilgili konuların okullardaki müfredata girmesinin gerektiğine vurgu yaptı. Çerezci, sağlıklı yaşamın bir parçası gereği çocukların radyasyona karşı bilinçlendirilmesi gerektiğinin önemine dikkat çekti. Çerezci, şunları söyledi: "Okullarda sağlık yaşam dersleri veriliyor. Elektromanyetik radyasyon ile ilgili konularda bu ünitelere girmesi gerekiyor. Örneğin; sağlığımızı günlük yaşamımızda elektromanyetik radyasyonun etkilerinden nasıl koruruz? Cep telefonu, bilgisayar ve diğer elektronik cihazların verdiği radyasyon oranı nedir? Bu cihazlardan sağlıklı yaşamın içinde nasıl faydalanırız? şeklinde ünite koyulması lazım."

Elektromanyetik radyasyonun etkilerinin 10- 12 yıl içinde çıktığını dile getiren Çerezci, radyasyonun konsantrasyon bozukluğu, yaşam kalitesinde düzensizlik, uyku bozukluğu, huysuzluk, sinirlilik ve halsizlik gibi etkiler gösterdiğini bildirdi.

Çerezci, bebeklerin ve yetişme çağındaki çocukların elektromanyetik radyasyonun etkilerinden uzak tutmak için şu uyarılarda bulundu:

"Günlük hayatta elektromanyetik radyasyon yayıcı cihazlardan mümkün olduğu kadar uzak tutun. Cep telefonu görüşmelerini sınırlı tutun. Çocukların bilgisayar başında geçirdikleri zamanı azaltın. Bilgisayarınızı çalışmadığı zaman kapatın, çalışıyor ise yakınında uzun süre kalmayın, bilgisayar ekranına 25 santim uzaktan bakın. Kablosuz internet bağlantısı cihazı (Wireless) çalışılan yerin en az 1 metre uzağında olmasına dikkat edin. Evde çamaşır makinası, migrodalga fırın ve ütü gibi elektronik eşyaları az kullanılan bölgelere koyun. Bebek beşiğini televizyonun arkasına koymayın (Arada duvar dahi olsa). Yüksek gerilim hattına yakın olan odaları çocuk odası yapmayın. Okulların üstünden geçen yüksek gerilim hattı geçiyorsa bunlar kaldırılmalı. Okullar ile yüksek gerilim hatları arasında 150- 200 metre güvenlik koridoru oluşturulmalı."

 (CİHAN)

Başlık: Yüz Bölgesinde Ağrı Çok Tehlikeli
Gönderen: Tuğra - 19 Kasım 2008, 19:45:49
Türk Nörosişürji Derneği ve Sinir Sistemi Cerrahisi Derneği üyesi, Beyin Omurilik Sinir Cerrahı Doç. Dr. Volkan Aydın, yüz bölgesinde kısa süreli, tekrarlayan, elektrik çarpması tarzındaki ağrının, hastanın yaşamsal işlevlerini dahi yapamaz duruma getirebileceğini belirterek, bunun kısa sürede tedavi edilmesi gerektiğini söyledi.

Doç. Dr. Aydın, yaptığı açıklamada, yüzün tek tarafına aniden vuran ve yüze ellemeyi bile imkansız hale getiren sancılara neden olan yüz ağrısının (trigeminal nevralji), yaşam kalitesini azalttığını vurguladı.

Yüz ağrısının, direkt olarak beyinden çıkan 12 çift sinirden beşincisi olan trigeminal sinirinin tutulduğu, çok şiddetli ağrılarla seyreden bir hastalık olduğunu dile getiren Doç. Dr. Aydın, ''Yüz ağrısı, olabilecek en şiddetli ağrılardan biri olarak bilinir ve otuz yaş altında çok nadir görülür. Hastayı, günlük aktivitelerini, hatta yaşamsal işlevlerini dahi yapamaz duruma getirebileceğinden en kısa sürede tanının konması ve tedavi edilmesi gereken ciddi bir rahatsızlıktır'' dedi.

Buna karşın, hastaların genellikle çaresizlik içinde hekimden hekime dolaştıklarını ve başedilmesi zor ağrı nedeniyle ümitsizliğe kapıldıklarını ifade eden Doç. Dr. Aydın, hastalığa trigeminal sinirin komşusu olan damarsal oluşumlardaki yapısal farklılıklar ve bozuklukların neden olabildiğini dile getirdi.

Doç. Dr. Aydın, kafa içindeki iyi veya kötü huylu kitleler veya Multipl Skleroz hastalığının da yüz ağrısına neden olduğunu belirterek, ''Yüz bölgesinde kısa süreli tekrarlayan elektrik çarpması tarzındaki ağrı nedeniyle hasta bu bölgelere dokunmaz, dokundurtmaz, yüz yıkama, diş fırçalama, hatta yeme gibi işlevlerden kaçınır'' diye konuştu.

Hastaların yüzde 50-75'ini kadınların oluşturduğunu belirten Doç. Dr. Aydın, tedavide ilk basamağın ilaç olduğunu kaydetti. Doç. Dr.Aydın, ilaç tedavisinde dozun hekim önerileri dışında kesinlikle değiştirilmemesi ve tedaviyi kesmemek gerektiğini vurgulayarak, aksi takdirde ağrıların tekrar ortaya çıkacağını ve kontrol altına alınmasının zorlaşacağını söyledi.

Doç. Dr. Aydın, ilaç tedavisinin faydalı olmadığı 60 yaş altı hastalara trigeminal sinirin kendine baskı yapan damarlardan biraz uzaklaştırılması için ameliyat yapılabildiğini, 60 yaş üstünde ise radyofrekans dalgalarıyla trigeminal sinirin ısıtılarak ameliyatsız olarak devreden çıkartılmasının uygun olduğunu sözlerine ekledi.

real age
Başlık: Akupunktur tedavisi "sadece zenginlere"
Gönderen: Tuğra - 21 Kasım 2008, 02:06:45
Sağlık Bakanlığı Akupunktur Bilim Kurulu Üyesi ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyokimya Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Çevik, Türkiye'de başta akupunktur olmak üzere tamamlayıcı tıp uygulamaları giderlerinin devlet tarafından karşılanmadığını belirterek, ''Biz sadece zengin hastaları tedavi ediyoruz, fakirlere tedavi sağlamıyoruz'' dedi.

Enerji Tıbbı ve Uygulamaları Derneği (ETUD) tarafından düzenlenen 2. Ulusal Enerji Tıbbı Tamamlayıcı Tıp Sempozyumu, İzmir'de başladı.Prof. Dr. Çevik, sempozyumun ''Enerji Tıbbı ve Tamamlayıcı Tıbbın Türkiye'deki Dünyadaki Konumu ve Geleceği Konulu'' açılış panelinde yaptığı sunumda, enerji tıbbı ve tamamlayıcı tıbbın, bir taraftan olağanüstülükle uğraşırken, bir taraftan da bilimsel kalmak gibi bir güçlüğe sahip olduğunu söyledi.

Bu zorluğun, yapılan yasal düzenlemelerle giderilmeye çalışıldığını ve bu çerçevede ülkelere göre farklı durumların söz konusu olduğunu dile getiren Prof. Dr. Çevik, akupunktur örneğinden yola çıkarak, enerji tıbbı uygulamalarında kimi ülkelerin sadece hekimleri yetkili kılarken kimi ülkelerin hekim dışında kendi dallarında uygulama yapmak isteyenlere de izin verebildiğini belirtti.

Akupunktur tedavisinde diğer önemli bir sorunun da enerji tıbbı ve tamamlayıcı tıp uygulamalarının, sosyal güvenlik sistemi tarafından karşılanmaması olduğuna işaret eden Prof. Dr. Çevik, şunları kaydetti:''Biz sadece zengin hastaları tedavi ediyoruz, fakirlere tedavi sağlamıyoruz. Devlet bu hastasına sahip çıkmıyor. Hipertansif hasta, fakir, her gün 4 tane ilaç kullanıyor, ama hala tansiyonu kontrol altına alınamamış, bir şekilde akupunktura getiriliyor, 4 ilaç 2 ilaca, 2 ilaç 1 ilaca düşüyor ve 1 ilaçla tansiyonu daha iyi kontrol edilebiliyor.

Akupunkturun ilaçların etkilerini artırdığını biliyoruz, daha az ilaçla daha etkin bir yaşam sağlayabiliyoruz. Ama maalesef bu tedaviler henüz devlet ücretini karşılamadığı için, işte bizler özel muayene yapıyoruz, buraya gelebilenlere tedavi yapıyoruz. Sorunlardan biri bu, ama aslında bu halkın sorunu. İnşAllah gelecekte bir gün olur. Bu manada bir ara Maliye Bakanı benim hastam olmuştu. Söz vermişti, ama şimdi yarıda kaldı, sonuna kadar gidemedik, inşAllah fırsat bulur.''

A.A.
Başlık: Boyun yastığı gerçekten gerekli midir?
Gönderen: Tuğra - 21 Kasım 2008, 23:53:17
Birçok kişi yastığında rahat uyuyamadığından, boyun ağrısından şikayet etmektedir. Gece başını koyacak yer bulamamaktan, sürekli pozisyon değiştirmekten, adeta yastıkla savaşmaktan söz ederler. Önerilen hemen her yastığı denerler.

Bazı şanslı kişiler bu yastıklardan birinde rahat edebilirler. Çoğunluk ise evlerinde değişik yastık koleksiyonuna sahip olurlar. Ortopedik yastıklar boynun “ doğal kavisi” ni destekler şekilde planlanmıştır. Bazıları boynun şeklini alarak bu desteği daha uygun vermeye çalışmışlardır.

Ancak her kişinin boyun kavis özelliği, boyun uzunluğu, omuz yüksekliği değişiklik göstermektedir. Bu yüzden tam uyum sağlamak zordur. Kaldı ki bu sağlansa bile kişi rahat edemi yebilir. Çünkü,zamanla gelişmiş kronik boyun rahatsızlığı  hiçbir yastıkta rahat etmesine izin vermez.

Fark edilmeden ya da bilinen geçirilmiş boyun problemleri sonucunda boyun kavisi düzleşmiş olabilir. Boyun eklemlerinin  bazı segmentlerin de kireçlenme gelişmiş olabilir. Bu nedenle boyun doğal kavisine kavuşmadan ya da sertleşmiş boyun segmenti açılmadan hasta hiçbir yastıkla tam rahat edemez. Boyun doğal kavisi ve hareketleri düzelince, kişinin ortopedik boyun yastığına  ihtiyacı kalmaz. Normal orta sertlikte bir yastık kullanması yeterli olacaktır.

*Boyun problemi olmayan kişilerin ortopedik yastık kullanmasına gerek yoktur.Ancak; sert, yüksek yastıkla veya yumuşak birkaç yastıkla yatmak son derece zararlıdır.Boyun omurgasının doğal kavisini tersine zorlayıcı bir pozisyona neden olur.
 
*Reflü ( mide ağzı gevşekliği) hastalığı olan kişilerin yüksek yastık yerine yatak başını yükseltecek bir çözüm bulmaları daha uygun olacaktır.Bu tip hastalar zamanla boyun ağrısına sahip olabilirler. Hiç yastık kullanmadan da yüzüstü uyuma alışkanlığı zararlı değildir.

- İnce yastık kullanıp boyun kısmını destekleyerek yatılabilir.
- İnce bir havlu rulo boynun boşluğunu dolduracak şekilde yatılabilir.
.
Gece yastıkla rahat edemiyor veya sabah boyun ağrısı, sertlik, tutulma ile uyanıyorsanız, kronik boyun probleminiz var demektir. Omurga eklem ve bağları iyice kireçlenmeden, boyun omurgası doğal kavis ve hareketlerini en kısa zamanda yeniden oluşturmak gerekir. Tedavide fizik tedavi yöntemleri, hekimin kendi tecrübesine uygun mobilizasyon teknikleri ve egzersizler uygulanmalıdır. Problemin eskiliğine ve yeniliğine göre tam iyileşme süreci bazen ayları bulabilir.
 
Dr. Vildan Çerçi
Başlık: Damacana Su, 10-15 Saatte Tüketilmeli
Gönderen: Fatihan - 22 Kasım 2008, 12:57:19
Damacana Su, 10-15 Saatte Tüketilmeli


Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Fatih Köksal, ''son yıllarda kişi başına kullanım oranı artan damacanadaki suyun hava ya da güneşe maruz kalmasının, kişiyi ölümle sonuçlanan hastalıklara kadar götürebilen mikroorganizmaların üremesine neden olduğunu'' bildirdi.

Prof. Dr. Köksal, ''şişe suyu'' olarak bilenen işlenmiş suyu sağlık açısından desteklediklerini, ancak kullanım süresi ve bekletildiği ortama dikkat edilmediğinde enfeksiyon hastalıklarına yol açabidiğini belirtti. Şişe sularının, bulundukları ortam ve temizlik kurallarına uyulmadığı takdirde hepatit yapan virüsler dahil tüberküloz, ishal ve daha birçok enfeksiyon hastalığının oluşumuna zemin hazırladığını ifade eden Köksal, şunları söyledi:

''Vücudun yüzde 70'ini oluşturan su, vücutta bir elektrik cihazındaki kablo görevini üstlenir. Bu nedenle hücreler arası iletişim, enzimler, hormonlar ve bütün metabolizmayla ilgili faaliyetleri sağlayan suyun çok sağlıklı olması gerekir.''

Prof. Dr. Köksal, şişe sularının işlenmiş olması nedeniyle doğal olarak değerlendirilemeyeceğini ifade ederek, ''Teknolojinin yardımı ile her tür su işleme tabi olarak içilebilir niteliğe getirilebilir ve işlenmiş su olarak tanımlanabilir. Ancak, bunların da tıpkı diğer gıda ürünleri gibi raf ömrü vardır. Bu ömür, suyun ambalaj malzemesi, saklama koşulları ve işletme koşullarına bağlıdır'' dedi.

Ev ve işyerlerinde çoğunlukla ''damacana'' tabir edilen plastik şişelerde kullanılan suyun mutlaka serin, güneş ışığından uzak ve kuru ortamlarda saklanması gerektiğine dikkati çeken Prof. Dr. Köksal, şunları kaydetti:

''Su şişesinin etrafında suya ve ambalaj maddesine etki edecek kokulu maddeler bulundurulmamalı. Damacanadaki suyun hava ya da güneşe maruz kalması zararlı mikroorganizmaların üremesine neden oluyor. Su şişesinin kapağı bir kez açıldığında hava ile temas ettiğinden 10-15 saatte tüketilmeli. En fazla bir günde tüketilebilecek gramajdaki suyun kapağı açılmalı. Ev ve işyerlerindeki kişi sayısı ve ortalama tüketim dikkate alınarak damacana suyunun gramajı tespit edilmeli. Bu durumda özellikle evlerde kullanılan 19 litrelik damacana suların kapağı açıldığında ne şekilde saklanırsa saklansın günlerce kullanılması sakıncalı.''

Prof. Dr. Köksal, suyun renksiz, berrak, kokusuz ve tatsız olanının tercih edilmesi gerektiğini belirterek, ''Çünkü suyun kokusunu, rengini ve berraklığını bozan mikroorganizmalar oluyor'' dedi.

POMPA KİRLİLİĞİ

Prof. Dr. Köksal, birçok kişinin ev ve işyerlerinde ''su sebili'' diye tabir edilen cihazların yanı sıra pompalı damacana kapaklarının da bulunduğunu belirterek, şunları söyledi:

''Sebil cihazına yerleştirilen damacanadaki suyun kapağı da delindiği için havayla temas ediyor. Bu yüzden kullanım süresinde kriterler burada da dikkate alınmalı. Pompalı damacanaların ise pompa temizliğine dikkat edilmeli. Bu pompaların kirliliği gözle de tespit edilebilir. Suya doğrudan temas eden pompa ve 'cooler' diye tabir edilen aparatının temizliği yapılmadığında havada ve ortamda bulunan mikroorganizmalar, kokular veya yabancı maddeler pompa üzerinde birikip suya bulaşacaktır. Bulaşan bu mikroorganizmalar zamanla çoğalarak kaplarda beyaz, yeşil ya da kahverengi kümeler meydana getirebilir veya suyun tadında ve kokusunda istenmeyen değişikliklere neden olabilirler.''

KİŞİ BAŞI TÜKETİM

Türkiye'de 2006'da kişi başı 91 litre olan işlenmiş su tüketiminin, geçen yıl 100 litreye ulaştığını belirten Prof. Dr. Köksal, Avrupa ülkelerinde ise bu miktarın birkaç katı olduğunu belirtti. Prof. Dr. Köksal, gelir ve eğitim seviyesi yükseldikçe şişe suyuna da talep artacağından sağlıklı suyun kriterlerinin de herkesçe bilinmesi gerektiğini sözlerine ekledi.

(AA)
Başlık: Şiddetli baş ağrıları beyin tümörünün habercisi olabilir
Gönderen: Tuğra - 22 Kasım 2008, 14:10:13
Prof. Dr. Mehmet Yaşar, baş ağrısının her yaşta görülebilen beyin tümörünün habercisi olabileceğini söyledi.

Memorial Hastanesi Beyin Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kaynar, beyin tümörleri ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi. Tümörün insan vücudunda olmaması gereken yerde oluşan bir doku ya da herhangi bir dokunun olması gereken yerde kontrolsüz büyümesi olduğunu belirten Prof. Dr. Yaşar, "Bu bakışla insan vücudunda aslında çok korkmadığımız bir yağ bezesi de tümör kavramı içindedir.

Sonuç olarak her tümör öldürücü değildir. Sadece beyin dokusunun bir istisnası vardır. Beyin kafatası içinde kapalı bir odada yer aldığından iyi huylu tümörler de, baskı sonucu öldürücü olabilirler. Bu sebeple beyin tümörü demek ölüm demek değildir; ancak doğru müdahale ve doğru zamanla bulundukları bölgeye ve baskı altında tuttukları beyin alanına göre belirtiler verirler. Ancak kafa içinde yer kaplayan lezyonlar bütün vakalarda olduğu gibi öncelikle kafa içi basıncın artmasına bağlı belirtileri gösterirler.

Tümör düzensiz bir şekilde büyümeye devam eder ve genişleme, büyüme imkanı olmayan kafatası içerisinde normal beyin üzerine baskı yapmaya başlar. Beyin baskı altında normal görüntüsünü kaybeder ve işlevlerini yerine getiremez. Beynin her iki yarım küresi kafatası içine simetrik olarak yerleşmiştir. Her iki tarafta düzenli sınırlarla ayrılmıştır. Bu normal yapıya giren herhangi bir yer kaplayan oluşum, simetrik yapıyı bozacak ve beyin üzerine baskı yapacaktır" dedi.

Baş ağrısı, apati (hareket ve mimiklerde yavaşlama), bulantı, kusma, epilepsi nöbetleri, beyinde yerleştiği yere göre vücudun bazı bölgelerinde güçsüzlük belirtileri, kişilik bozuklukları, bazı yeteneklerde (hesap yapma yazı yazma gibi) bozulma gibi durumlarda kafa içi basıncının artmasından şüphelenildiğini anlatan Prof. Dr. Yaşar, "Beyin tümörleri yeni doğan çocuklar dahil her yaşta görülebilir.

Kadınlarda ve erkeklerde görülme oranı da tümör cinsine göre değişir. Kesin teşhis için kafa içini ve beyni görüntülemek amacıyla beyin tomografisi veya MRG tetkiki gerekir, kimi zaman göz dibine bakılır. Beyin tümörlerini ana hatları ile ikiye ayırmak mümkündür. İyi huylu tümörler (beyin hücresi kaynaklı olmayan) yavaş üreme hızına sahiptirler.

Ayrıca beyin dokusundan kolaylıkla ayrılabilirler ve tümü veya tümüne yakın kısmı çıkarılabilir. Bu nedenle ameliyat sonrası sonuçları çok iyidir. Tek bir operasyon ile hayatın sonuna kadar kür şansı vardır. Kötü huylu tümörler (beyin hücresinin kendi tümörleri ) ise çok hızlı ürerler. Bu nedenle ameliyatla tamamen alınamazlar.

Aslında tümörleşen doku beynin fonksiyonlarını gerçekleştiren kendi dokusudur. Bu sebeple aslında cerrahi olarak çıkarılan her doku fonksiyon kaybıdır. Ameliyat sonrası belli bir zaman süresi içinde tekrar büyüyerek beyine baskı yapmaya devam ederler. Kötü huylu tümörlere vücudun başka bir bölgesinden beyin dokusuna yayılmış metastatik tümörlerde girer" diye konuştu.

Prof. Dr. Mehmet Yaşar, beyin tümörlerinin tedavisinin sıklıkla cerrahi olduğunu ifade ederek, "Cerrahi tedavi sonrası kimi zaman kemoterapi kimi zaman radyoterapi bazen her ikisi ile kombine tedavi yapılır. Beyin tümörlerinde uzman ekiplerin gerçekleştirdiği ameliyatlar ile son derece başarılı sonuçlar alınabilmektedir" açıklamasında bulundu.

İHA
Başlık: Meyve ve sebzeleri, tarım ilacından arındırmak mümkün
Gönderen: İsra - 23 Kasım 2008, 03:22:16
Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılan araştırmalar dünyadaki bütün sebze ve meyvelerin yüzde 85'inden fazlasının zirai ilaçlar ve diğer zehirli kimyasallar ile kirlendiğini ortaya koyuyor.

Sebze ve meyveleri bu kalıntılardan arındırmak için su ile yıkamak yetmiyor; çünkü ilaçlar yağmur ve sulamaya karşı dayanıklı olması için özellikle yağ ve petrokimya bazlı olarak üretiliyor. Biyolojik olarak doğada çözünebilen yağ çözücü ve temizleyicilerden oluşan Environne isimli temizleyici, sebze ve meyveler üzerindeki tarım ilacı kalıntılarını, mumlu, yağlı tabakaları ve bunların içine hapsolmuş zararlı organizmaları ortadan kaldırıyor. Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından onaylanmış Environne, greyfurt çekirdeği, portakal ve limon özleri ile erik ve çilek türü meyvelerden oluşuyor. Environne, eczanelerde satışa sunuluyor.

Aile-Sağlık
Başlık: Beynimiz yeterli yakıt ve oksijen alıyor mu
Gönderen: Fatihan - 24 Kasım 2008, 00:33:13
Beynimiz vucudun en fazla enerji tüketen organıdır.Vucudumuzdaki mükemmel faliyetlerin beyin tarafından idare edildiğini düşündüğümüzde bunu normal karşılamamız icap eder. 

(http://medya.zaman.com.tr/2008/11/13/tablo1.jpg)
 
 
Yediğimiz yiyeceklerle beşlenen hücrelerimizdeki enerji ocakları (mitokondriler) aldığımız oksijenle adeta körüğün ateşi canlandırdığı gibi harekete geçerek yiyecekleri enerjiye dönüştürmekle görevlendirilmiştir.

STRES, OKSİJENİ NASIL ENGELLER?
Endüstrileşme, şehir hayatı ve hava kirliliği stresli hayatla iç içedir. Yapılan çalışmalar Amerika gibi sanayide ileri ülkelerde ve büyük şehirlerde in-sanların akciğerlerini tam kapasite doldurmadık-larını ve doğru nefes alamadıklarını gösteriyor. Bu ülkelerde panik atak gibi hastalıklar da doğal ortamlarda yaşayan kişilere göre daha fazla görü-lüyor. Stres, beden kimyasında meydana gelen değişiklikle damarları sıkar ve kılcal damarlarımızın hücrelerimize oksijen götürmesini engeller, buna bağlı olarak düşünme bozuklukları, vücudumuzda karıncalanmalar, uyuşmalar, ağrılar ortaya çıkar.

NELER OKSİJENİ BLOKE EDER?
Yeme bozuklukları, diyabet, demir eksikliği, tiroid problemleri, damar hastalıkları gibi organik prob-lemler sebebiyle beyine yeterli oksijen ve glikoz gitmemesi de zaman içinde düşünce bozuklukları-na yol açmaktadır.

'AZ OKSİJEN' PSİKOLOJİYİ BOZAR MI?
Psikolojik problemlerin büyük bir kısmı beyne ye-terli oksijen gitmemesinden ve glikozun uygun se-viyede alınmamasından kaynaklanmaktadır. Doğru nefes alma ve dengeli beslenme bu sebeple çok önemlidir. Beyinde bazı bölgelerin düşme, yara-lanma ve doğum esnasında yeterli oksijen alama-ma gibi sebeplerle hasar görmesinin ve geçirilen streslerin beden kimyasına etki etmesinin (travma sonrası stres bozuklukları) öğrenme güçlükleri ve davranış bozukluklarına yol açtığı bilinmektedir.

OKSİJEN YOKSUNLUĞU NEYE YOL AÇAR?
Takıntılı düşüncelerle kendisini ortaya koyan obsessif kompulsif bozukluk diye bilinen psikolojik problem bu tür nedenlerle de ilişkili olan bir düşünce bozukluğudur. Panik atak, konuşma problemleri, konsantrasyon ve motivasyon problemlerinde de stresin etkisiyle doğru solunum yapılmadığı görülmektedir.

STRESLE NASIL BAŞ EDEBİLİRİZ?
Stres doğru yönetilirse bizi harekete geçtirir ve gelişmemizi sağlar. Bununla beraber zararlı etkilerinden korunmak için stresle başa çıkma yollarını bilmemiz gerekir. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz: Temiz hava almak ve doğru solunumu bilmek, dengeli beslenmek, yeterli uyku uyumak, kaslarımızı gevşetebilmek, dinlenmek ve spor yapmak. Ayrıca aile ve arkadaş ilişkilerine önem vermek, kişilik geliştirici çalışmalarda bulunmak, sevdiğimiz hobilerle uğraşmak, problemlerimizi soğukkanlılıkla çözmeye çalışmak, olumlu düşünmek.

BEYİN OKSİJENİ NASIL KULLANIR?
Verimli düşünebilme konuşunda yapılan çalışmalar göstermektedir ki beyne uygun şekilde daha fazla oksijen gitmesi, motivasyon, ezberleme, öğrenme, anlama gibi zihinsel faaliyetlerin verimini artırmaktadır. Beynin ihtiyacı olan enerjiyi sağlayan adeta beynin yakıtı durumundaki glikozun uygun şekilde, (ne fazla ne de eksik) alınması da verimi artırmaktadır. Zira beyin glikozu depolayarak, sürekli kan dolaşımı yoluyla kandan sağla-maktadır.

NEFES ALMAYI BİLİYOR MUYUZ?
En sağlıklı nefes alma şekli nefesin burundan alınıp ağızdan verilmesi, sessiz ve ağır olmasıdır. Kendiliğinden alıp verdiğimiz nefesler arasında derin nefesleri de kendiliğinden alıp vermemiz gerekir. Bu düzen bazen bozulur. Bu durumda kişinin günde birkaç defa derin nefes almayı alışkanlık haline getirmesi gerekir. Nefes egsersizi şu şekilde yapılabilir:

Nefes alma egzersizine başlamadan önce sağ elinizi karnınızın, sol elinizi göğsünüzün üstüne koyun ve gözlerinizi kapatın.
Nefes almadan önce ağzınızdan nefes vererek akciğerlerinizi iyice boşaltın. (Nefes verirken ciğerler zorlanmamalı ve nefes itil meden kendiliğinden çıkmalıdır.)
Ciğer kapasitenizi hayali olarak üçe bölün. Ve bir, iki diye içinizden sayarak adeta bir balon şişirir gibi akciğerlerinizin bütününü doldurduğunuzu hayal edin. (Bu yaklaşık 5 saniye süre alır.) Önce ciğerlerinizin alt kısmını, sonra orta kısmını, en sonra da üst kısmını doldurduğunuzu hayal edin. Bu arada karnı nız da şişecektir. Kısa bir süre bekleyin. Bir iki diye sayarak nefesinizi aldığınızın iki katı sürede boşaltın.
İki saniye kadar bekleyin. Simdi aynı şekilde bir derin nefes daha alıp verin. Egzersizi bir kere daha tekrarlayıncaya kadar mutlaka en az dört beş normal nefes alın. Bu şekilde normal nefes almadan derin nefes almaya devam etmek baş dönmesine sebep olabilir.

/ Uzman Psikolog, t.artir@zaman.com.tr

 
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Kahraman - 24 Kasım 2008, 01:10:26
                           Kimlerde TİROİD  hastalığı olabilir?

      Tiroid bezi yetmezliği gelişme olasılığı yüksek olan veya risk altındaki kişiler aşağıda verilmiştir:

1-     Ailesinde tiroid hastalığı olanlar :  Ailesinde Hashimoto hastalığı ve Graves gibi hastalığı olanlarda tiroid bezi yetmezliği gelişme riski daha fazladır.

2-     Kadınlar: Tiroid bezi yetmezliği  kadınlarda  erkeklere göre 8-10 kat daha fazla görülür. Bu nedenle kadınlar risk altındadır.  Özellikle gebelikte, doğumdan sonraki ilk yıl içinde  ve menopoz döneminde kadınlarda tiroid bezi yetmezliği sıklığı çok fazladır.

3-      50 yaş üstü tüm kadınlar : Hipotiroidizm her yaşta ortaya çıkabilir ancak yaş artıkça risk artar.  Kadınlarda özellikle 50 yaşın üzerinde tiroid yetmezliği sıklığı artar. Erkeklerde ise 60 yaşın üzerinde  daha fazla görülür. 70 yaşın üzerindeki kadınların %15’inde hipotiroidi vardır.

4-     Daha önceden tiroid hastalığı  veya tiroid ameliyatı   geçirenler: Önceden tiroid hastalığı geçirenlerde tiroid bezi yetmezliği gelişebilir. Ameliyat olanlarda da yeteri kadar hormon yapacak tiroid bezi kalmayınca hipotiroidi gelişir.

5-      Guatrı olanlar: guatrı olanlarda  Hashimoto hastalığı veya tiroid iltihabı önceden mevcut olabilir ve bu nedenle tiroid yetmezliği bulunabilir.

6-     Şeker hastalığı olanlar: Şeker  hastalarının % 10’unda  Hashimoto hastalığı ve buna bağlı hipotiroidi gelişir. Doğum yapan şeker hastalarının   % 25’inde tiroid bezi iltihabı ve buna bağlı tiroid yetmezliği ortaya çıkmaktadır.   

7-     Otoimmün hastalıklar denen ve vücudun kendi organlarını tahrip etmesiyle karakterize  Addison hastalığı (böbreküstü bezi yetmezliği-kortizol hormon azlığı), alopesi (saçlarda belirli bölgelerde dökülme-saçkıran), vitiligo (deride renksiz bazı alanlar olması)  ve  tip 1 şeker hastalığı  gibi hastalığı olan kişilerde tiroid bezi yetmezliği daha fazla görülür.

8-     Demans veya depresyonu olanlar: : Hipotiroidi bazen demans şeklinde karşımıza çıkar. Bu kişilerde tiroid hormon tetkiklerinin yapılması  gerekir.  Manik-depresif hastalığı olanlarda da hipotiroidi sık görülmektedir. .

9-     Lityum ve amiodaron (cordarone)  ilacı kullananlar : Bazı psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanılan Lityum ilacı   guatr ve hipotiroidizm gelişmesine neden olabilir.  Lityum kullanan hastaların % 5’inde tam tiroid yetmezliği, % 25’inde hafif tiroid yetmezliği gelişmektedir. Kalp atım (ritm) bozukluklarının tedavisinde kullanılan Cordarone (amiodaron) ilacı da tiroid bezi yetmezliğine neden olabilmektedir.  Bu ilaçları kullananlarda belirli aralıklarla TSH hormonunun  ölçülmesi gerekir.

10- Kolesterolü yüksek olanlar: Hipotiroidisi bulunan  hastalarda kan kolesterolü yükselir. Bu nedenle kolesterolü yüksek kişilerde tiroid hormon tetkiki yapılması gerekir.

11- Gebe kalamayan (kısır) kadınlar: Çocuk istediği halde gebe kalamayan kadınlarda tiroid yetmezliği olabilir. Tiroid yetmezliği yumurtlamayı engeller. Bu tür kadınlarda tiroid hormon tetkikleri yapılır.

12- Glokom ve algılama bozukluğu olan yaşlılarda : Gözdeki tansiyonun artmasına glokom denir. Glokomlu hastalarda tiroid hormon yetmezliği sık bulunur.  Algılama bozukluğu varsa yine tiroid bezini araştırmak gerekir.

13-  Kan sodyumu düşük  olanlarda : Kanda sodyum tetkiki düşük çıkan kişilerde bazen tiroid bezi yetmezliği olabilir.

14-  Kansızlığı (anemisi) olanlarda : Hipotiroidide kansızlık sık olduğundan kansızlığı olanlarda tiroid hormon tetkiklerinin yapılması gerekir.

15- CPK ve LDH  tetkikleri yüksek olanlarda : kreatin fosfokinaz (CPK)  ve laktat dehidrogenaz (LDH) kan tetkikleri  hipotiroidili hastalarda  yüksektir. Başka amaçla bu tetkikler yapıldığında yüksek bulunursa hipotiroidi olabileceği akla gelmeli ve tiroid hormon tetkikleri yapılmalıdır.

16-  Karaciğer tetkikleri bozuk çıkanlarda: Karaciğer tetkikleri dediğimiz SGOT, SGPT ve alkalen fosfataz hipotiroidide yüksek çıkabilir. Başka amaçla yapılan bu tetkikler yüksek çıktığında o kişide  hipotiroidi  hastalığı olabileceği de düşünülerek tiroid tetkikleri yapılmalıdır.

17- Prolaktin hormonu yüksek  olanlarda : Memeden süt salgılatıcı hormon olarak bilinen prolaktin hormonu  tiroid hormonları az ise kanda yükselebilir.  Prolaktin hormonunu yüksek olan kişilerde tiroid bezi yetmezliği olup olmadığının   araştırılması gerekir.

18- Down sendromu veya Turner sendromu adı verilen doğumsal genetik hastalığı olanlarda hipotiroidi sık görülür.

Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Tuğra - 24 Kasım 2008, 01:13:56
Teşekkürler Kahraman

Bu hastalıktan muzdarip iki arkadaşım var,kesin tedavisi yokmu troid hastalığının acaba ?  e52))
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: İsra - 24 Kasım 2008, 01:40:38
Tedavisi biraz güç olan bir hastalık sanırım.

Kiminin de yüksek çıkıyor doktorlar da  bazılarının ömür boyu hap kullanmaları gerektiğini söylüyor.

 
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Kahraman - 24 Kasım 2008, 02:17:37
Tedavisi biraz güç olan bir hastalık sanırım.

Kiminin de yüksek çıkıyor doktorlar da  bazılarının ömür boyu hap kullanmaları gerektiğini söylüyor.

 


..evet tiroid hastalığıda aynı diyabet hastalığı gibi ömür boyu takip ve tedavi gerektiriyor... tiroid ted. de kullanılan ve çok sık piyasada bulunmayan en eski ve tek form olan teforun yerine sonunda iki yıldır piyasada sürekli bulunana ve birçok formu bulunan Euthyrox şuan en çok kullanılan ürün. Tedavide kullanılan doz mg na dikkat etmek gerekmekte ve en az altı ayda bir kontrole gitmek TSH ve T4 testlerine bakılmalı... hedeflenen doz çok önemli olup azı da çogu da  çok zarar:)) ilaçların fiyatı ise çok ama çok ekonomik...50 tb lik 25-50-150-200 mg formlar sadece 3,5 ytl:)) ülkemizde tiroid tedavisinde öncelikle 230 endokrinci hekim ilgilenmekte olup tam bilgili 148 endokrin doktoru mevcut...
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: İsra - 24 Kasım 2008, 02:29:50
Alıntı
tiroid ted. de kullanılan ve çok sık piyasada bulunmayan en eski ve tek form olan teforun yerine sonunda iki yıldır piyasada sürekli bulunana ve birçok formu bulunan Euthyrox şuan en çok kullanılan ürün.

Teforu kullanan bir tanıdığım var ama doktoru neden Euthyrox  değil de teforu önermiş acaba e52))

Bir de Euthyrox tefordan daha mı etkili acaba bu konuda bilginiz var mı?
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Kahraman - 24 Kasım 2008, 02:41:19
Alıntı
tiroid ted. de kullanılan ve çok sık piyasada bulunmayan en eski ve tek form olan teforun yerine sonunda iki yıldır piyasada sürekli bulunana ve birçok formu bulunan Euthyrox şuan en çok kullanılan ürün.

Teforu kullanan bir tanıdığım var ama doktoru neden Euthyrox  değil de teforu önermiş acaba e52))

Bir de Euthyrox tefordan daha mı etkili acaba bu konuda bilginiz var mı?

tefor TR deki yıllarca ilk ve tek üründü... Euthyrox teforun orjinali olup avrupa ve ABD kullanmaktaydı, TR de bakanlık fiyatını çok ucuz onaylayınca firması getirmek istemedi ama iki yıldır geliyor ve bu konuyu bilen deneyimli dr lar bu ilaçı haberi olmayanlar veya eskiden başlanmış ilacından memnun olanlar, dr kontrolüne uzun süre gitmeyenler, doz ayarlaması gerekmeyenler vsss gibi olanlar tefora devam ediyorlar.. Euthyrox abd ve avrupa da tiroid tedavisinde onaylı tek ürün..
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: İsra - 24 Kasım 2008, 02:52:09
Aydınlattığınız için çok teşekkür ederim Kahraman kardeşim
Başlık: Enerji İçeceklerindeki Tehlike Ne?
Gönderen: Tuğra - 24 Kasım 2008, 08:46:55
Teşekkürler Kahraman,

***********************
İlk olarak 1987’ de Avusturya’ da ve 1997’ de Amerika’ da satılmaya başlanan enerji içecekleri özellikle gençler arasında çok popüler. Bazıları bunları kahvaltıda, öğle ve akşam yemeklerinde ve aralardaki atıştırmalarda adeta su veya soda gibi içiyor. Bu içecekler her geçen gün daha çok tüketiliyor.

Günümüzde dünya piyasasında içerdikleri kafein miktarı kutu veya şişe başına 505 miligrama kadar çıkan yüzlerce marka var.

Fortune Dergisinde 2006 yılında yayınlanan bir rapora göre enerji içecekleri pazarı Amerika’ da 2000 yılından beri yüzde 700 oranında büyümüş ve yıllık satış rakamları 5.4 milyar dolara ulaşmış durumda.

Oysa, ‘Drug and Alcohol Dependence’ dergisinin son sayısında yayınlanan bir araştırma enerji içeceklerinin bilinçsizce kullanımlarına bağlı olarak gençler arasında kafein zehirlenmesinin her geçen gün hızla arttığını ortaya koyuyor. Ayrıca, enerji içeceklerinin madde bağımlılığına yol açmasından ve alkolle beraber alınmasının yaratacağı zararlardan ciddi endişe duyuluyor. Kafein bağımlılığı ve kafein yoksunluğu da gençleri bekleyen diğer tehlikeler.

Enerji içecekleri ilgili yönetmelikler yetersiz. İçeceklerin üzerinde muhtevalarının bildirilmesi ve sağlıkla ilgili uyarılar konması gerekiyor, ama buna fazla uyulmuyor. Bazılarında çok küçük harflerle ‘günde bir kutudan fazla içmeyin’ yazıyor görebilenler için. Yönetmelikler yeterli olmadığı için de bunların ‘performans artırıcı’ ‘uyarıcı’ ve psikoaktif’ etkileri vurgulanarak özellikle genç erkeklere dönük müthiş pazarlama kampanyaları yürütülüyor.
 
Aslında Amerika’ da besinlerde ne kadar kafein bulanabileceği yönetmeliklerle belirlenmiş. Buna göre 12 ons yani bir kutu kola hacminde en fazla bulunabilecek kafein miktarı 71 miligram. Bir kutu kola 35 miligram kafein ihtiva ediyor. Benzer durum ilaçlar için de söz konusu. Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’ ne göre reçetesiz satılan ilaçların bir tabletinde 100-200 miligram kafeine izin var ve üstelik bunun ilacın kutusu üzerinde bir uyarı ile belirtilmesi gerekiyor.

Ama gelin görün ki enerji içecekleri ne besin ne de ilaç sınıfına giriyor; bunlar ‘besin desteği’ olarak değerlendiriliyor ve bundan dolayı da besinler ve ilaçlar için geçerli yasalar bunlara işlemiyor. Üreticiler bunlara ‘kafalarına göre’ kafein koyabiliyorlar. Enerji içeceklerinin bazılarının bir şişesinde  ancak 14 kutu kola içmekle alınacak miktarda yani 505 miligram kafein mevcut.

Kafein zehirlenmesi

Kafein zehirlenmesi ciddi bir tablo. Sinirlilik, huzursuzluk, baş ağrısı, çarpıntı, ritim bozukluğu, uykusuzluk, terleme, ajitasyon, ellerde titreme… gibi sinir sistemi ve mide ağrısı, göğüste yanma, bulantı, kusma, ishal gibi sindirim sistemi belirtilerine sebep oluyor. Fazla miktarda kafein özellikle de hipertansiyon, kalp yetersizliği, ritim bozukluğu…gibi hastalıkları olanlarda kalp ve yüksek tansiyon krizlerine yol açabiliyor.

Chicago’ daki bir zehirlenme merkezine son üç yılda kafein zehirlenmesi  sebebiyle 250’ den fazla başvuru olmuş. Yaş ortalamaları 21 olan bu gençlerin yüzde 12’ sinin hastaneye yatırılmaları gerekirken, bunların üçte ikisi Yoğun Bakım Ünitelerinde tedavi edilmiş.

Kafein aynı zamanda bağımlılık yapan bir madde. Belirli bir süre kafein içeren yiyecek ve içecekleri tüketenlerde zamanla kafein bağımlılığı gelişiyor ve bu kişiler kafein almadıklarında huzursuzluk, sinirlilik, çarpıntı, yorgunluk, baş ağrısı… gibi kafein yoksunluk belirtileri de gösterebiliyorlar. Bir de bazı antibiyotik ve teofilin gibi nefes açıcı ilaçların kafeinle birlikte alındıklarında tehlikeli yan etkilere yol açabileceklerini de unutmamak lazım.

Sadece kafein değil

Enerji içeceklerinde yüzde 10-12 miktarında şeker var. Bazılarında geleneksel kafein yerine, ezilmiş guarana tohumları da bulunabiliyor. Guarana, tohumları kafein içeren bir Güney Amerika bitkisi. Bu içeceklerde ayrıca, dayanıklılığı artırdığı iddia edilen ginseng ve kas performansını artırdığı ileri sürülen karnitin ve yılan yağı da var.

Ancak hemen belirtelim ki ne ginsengin ne karnitinin ve ne de yılan yağının bu müthiş ! etkilerini kanıtlayan bilimsel bir veri olmadığı gibi, bunların fazla miktarda alınmasının sağlığa zararlı olduğu da biliniyor. Gelin görün ki, tüm bu bileşikler besin desteği olarak değerlendirildiği için etkinlikleri ve emniyetlerinin herhangi bir bilimsel araştırma ile kanıtlanması gerekmiyor. 

Gelelim neticeye

Bize ne Amerikalı Coni’ lerin enerji içeceklerinden demeyin, çünkü bunların tüketimi tüm dünyada olduğu gibi bizde de gençler arasında hızla yayılıyor.
 
Birçok ülke içeceklerin üzerinde kafein miktarlarının belirtilmesini ve ‘Dikkat yüksek miktarda kafein içerir’ gibi uyarıların bulunmasını şart koşan yönetmelikler hazırlıyorlar.

Bizde de geç kalınmadan, enerji içecekleri ile ilgili yönetmelikler gözden geçirilmeli ve içeceklerin üzerinde gerekli bilgi ve uyarılar görülecek şekilde yer almalı.

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta
Başlık: 75 milyon kişinin katili geri dönüyor
Gönderen: Tuğra - 26 Kasım 2008, 10:03:39

Yüzyıllar önce 75 milyon kişiyi öldüren veba geri dönüyor. Özellikle Avrupa'da görülen kahverengi fareler, yeni tür vebaya neden oluyor.

14. yüzyılda patlak veren ve 75 milyon kişinin ölümüne neden olan 'kara veba' salgını yeni bir bakteriyle geri dönüyor. Tayvanlı bilimadamları, yaptıkları araştırmanın sonucunda yeni bir tür salgın tehlikesini ortaya çıkardı. '21. yüzyılın vebası' olarak nitelendirilen hastalık, Bartonella' bakterisini taşıyan farelerden insanlara geçiyor.

Özellikle Avrupa'da yaygın olan kahverengi farelerin taşıdığı bu bakterinin, kalp hastalığı, dalak enfeksiyonu ve sinir sistemi bozukluğu yaptığı belirtildi. Bakteriye ilk kez Amerikalı bir kadının dalağında rastlandı. 14. yüzyılda ortaya çıkan ve sonraki yüzyıllarda devam eden salgında 75 milyon insan ölmüştü.

Haber Aktüel
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: ihvan - 26 Kasım 2008, 11:28:04
Allah korusun ümmeti muhammedi.(asv)
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: ay-yüzlüm - 26 Kasım 2008, 13:26:29
Allah korusun ümmeti muhammedi.(asv)


aminn inşAllah...
Başlık: İnsanı Genç Kılan 3 Vitamin?
Gönderen: Tuğra - 27 Kasım 2008, 12:42:28
Amin,
**************
A, C ve E vitamini, antioksidan etki göstererek serbest radikallerin hücrelere zarar vermesine engel olarak yaşlanmayı yavaşlatıyor...

Antioksidan etkisi gösteren bu gıdalar hastalıkları önlüyor...

A, C ve E vitamini, antioksidan etki göstererek serbest radikallerin hücrelere zarar vermesine engel olarak yaşlanmayı yavaşlatıyor. Ancak bu ürünlerin gereksiz yere veya fazla kullanımının da ters etkilerinin olabileceğini de hatırlatıyor uzmanlar...

BESLENME DAVRANIŞI

Yaşlanma sürecinde kalıtımın, çevresel faktörlerin ve yaşam şeklinin önemli yeri var. Ancak çevresel faktörler ve yaşam şekli bu sürecin neredeyse yüzde 70íini etkiliyor.

Bu oldukça yüksek bir oran. Kalıtımsal özellikleri henüz kontrol edemediğimize göre çevresel faktörleri ve yaşam tarzını kontrol ederek genç kalmayı veya sağlıklı yaşlanmayı sağlamak mümkün olabilir. İşte buradaki en önemli kontrol basamaklarından birisi beslenme davranışı...

VİTAMİN VE MİNERALLERİN ROLÜ:

Beslenmenin çeşitlendirilmesi, tek gıdaya yönelmemek gibi beslenme davranışları vitamin ve minerallerin yeterli alınabilmesi için önemlidir. Eğer bazı gıda grupları uzun süreli olarak tüketilmiyorsa, bu gıdaların içerdiği bazı vitamin ve mineraller yeterli alınmıyor demektir.

Örneğin; süt ve süt ürünleri içinde yer alan peynir, yoğurt, ayran, dondurma, sütlü tatlılar gibi gıdaların hiçbiri uzun süredir tüketilmiyorsa kalsiyum minerali yönünden eksik besleniliyor demektir. Bu durumda kalsiyum yerine getirmesi gereken görevlerini yapamayacak ve metabolizmada bazı eksiklikler oluşacaktır.

SERBEST RADİKALLERE ÖLÜM

Araştırmalar bazı vitaminlerin yaşlanma sürecini yavaşlattığını ve yaşam kalitesini artırdığını gösteriyor. Antioksidan olarak adlandırdığımız bu öğeler hücrelere serbest radikallerin zarar vermesine engel olurlar. Her insanın vücudu ve her hücre serbest radikallerle karşı karşıya kalabilir ve bu maddeler hücrenin zarar görmesine neden olur. Bu durum hastalıklara yakalanma riskini artıracak ve erken yaşlanmaya sebep olacaktır.

Bu nedenle gıdalarla yeterince antioksidan almak veya gıdalarla karşılanamadığı durumlarda destek ürünlerle eksiklikleri karşılamak yaşlanmaya ve hastalıklara karşı koruyucu olacaktır. Ancak bu ürünlerin gereksiz yere veya fazla kullanımının da ters etkilerinin olabileceğini hatırlatmak gerekir. Antioksidan etki gösteren vitaminlerin içinde A, C ve E vitaminleri yer alır.

HASTA OLMAYI ÖNLEYEN GIDALAR

Fitoöstrojenler: Soya ürünleri, kurubaklagiller, çekirdekli üzüm

Beta karoten, Likopen: Domates, havuç, ıspanak

Kateşinler: Siyah ve yeşil çay

Genç ve sağlıklı kalmak için beslenmenizde dikkat etmeniz gerekenler:

Her gün 5 porsiyon meyve ve sebze yiyin. Bunun bir kısmını taze ve çiğ olarak tüketin,

Günlük beslenmenizde daha az yağ kullanmak koşuluyla az miktarda badem, ceviz, fındık tüketin.

Ancak aşırıya kaçmanız halinde kilo alabileceğinizi unutmayın,

Kızartılmış ve kavrulmuş gıdalardan uzak durun,

Günde 2-2,5 litre su tüketin,

Haftada 2 kez balık tüketmeye çalışın,

Rafine edilmiş gıdalar yerine tam tahıl ürünlerini tercih edin. Yani kurubaklagil, tam tahıllı ekmekler, kabuğu soyulmamış pirinç gibi.

aktuelpsikoloji.com
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: ay-yüzlüm - 27 Kasım 2008, 13:58:17
elinize sağlık çok güzel uyulması gereken tavsiyler
Başlık: Oda kokusu, kokulu mumlar ve tütsü alerji sebebi
Gönderen: İsra - 28 Kasım 2008, 05:07:53
Suadiye Memorial Tıp Merkezi Göğüs Hastalıkları Bölümü'nden Uz. Dr. İlkay Keskinel, "Tütsü, mum ve oda kokularının zararlı etkileri" olduğunu söyledi.

Keskinel, "Koku verici ürünler, solunum sistemi yakınmaları (nefes darlığı, burun tıkanıklığı, öksürük, astım krizi), cilt belirtileri (egzama, kaşıntı, döküntü), bulantı, gözlerde kuruma/yaşarma, çift görme, kulak çınlaması, baş ağrısı, baş dönmesi, konsantrasyon güçlüğü, huzursuzluk gibi sinir sistemi yakınmalarına yol açabilir." dedi.

İlkay Keskinel, oda kokularının, kokulu mumların ve tütsülerin zararlarına dikkat çekti. Çoğu oda kokusunun, aslında kokunun kaynağını ortadan kaldırmadığını, sadece maskeleme yaptığını anlatan Keskinel, "Aerosol şeklindeki oda kokuları; propan, bütan ve izobütan gibi petrokimyasal itici gazlar içerebilir. Oda spreylerinden havaya yayılan gözle görünmeyecek kadar küçük parçacıklar, nefes almakla akciğere ulaşır. Özellikle astım gibi altta yatan bir sorunun varlığında, hava yollarını rahatsız eden bu gazlar, yüksek doz kullanımında sinir sistemi üzerine de olumsuz etki yapmaktadır. Ayrıca, hem bu itici gazlar hem de oda kokularındaki güzel kokulu kimyasallar, göz ve deri problemlerine de neden olabilir." diye konuştu. Oda kokularına benzer şekilde, kokulu mumlar, potpuriler ve tütsüler de sağlığa zarar verebilir.

Tütsülerin yakılmasıyla havaya karışan küçük parçacıkların, solunum yollarını tahriş edebileceğini, astımı tetikleyebileceğini, çeşitli cilt yakınmalarına sebep olabileceğini anlatan Keskinel, "Hatta kansere yol açabilir. Gebelik ve emzirme döneminde evlerinde tütsü yakılan çocukların ileride lösemiye yakalanması riskinin arttığı iddia edilmektedir. Tütsü ve mumların yakılmasıyla ortaya çıkan maddeler bebeklerin düşük doğum kilolu doğmasına, bunun yanı sıra kansere sebebiyet verebilmektedir." şeklinde konuştu.

Zaman
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Himmet - 28 Kasım 2008, 15:17:28
Önemli bilgiler için teşekkürler İsra..
Başlık: Anjiyo gerçekten masum mu?
Gönderen: Tuğra - 28 Kasım 2008, 19:32:42
Teşekkürler İsra,

---------------------------------------

Kalp rahatsızlıkları için en çok başvurulan teşhis biçimi anjiyo gerçekten masum mu? Çok küçük bir ihtimal olsa da tehlikeli!

İzmir'de nefes darlığı şikayetiyle gittiği hastanede anjiyo uygulanan ve bu uygulama sonrasında ayağının kangren olduğunu iddia eden temizlik işçisi Şükrü Ayaz, yanlış tedavi sonucu ayağının kesildiğini öne sürerek, doktor ve hastane hakkında suç duyurusunda bulunacağını söyledi.

Aliağa Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğünde işçi olarak çalışan Şükrü Ayaz, ağustos ayında nefes darlığı şikayetiyle Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kardiyoloji Servisine başvurdu. Yapılan incelemenin ardından anjiyo yapılmasına karar verilen Ayaz, bir özel hastaneye sevk edildi.

Başarılı geçen anjiyonun ardından ayağında problem yaşadığını belirten Ayaz, şöyle dedi:

''Anjiyodan 15-20 dakika sonra sağ ayağımda soğukluk oldu. Doktorlar müdahale etti. Sabaha kadar beni hastanede tuttular. Sabah Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesine sevk ettiler. Buraya geldiğimde, sağ ayağım dizime kadar şişmişti. Bacağıma üç yerden kesi yaptılar. Burada da üç gün kaldım.''

Bu hastanede tedavi olamayacağı düşüncesiyle Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine sevkini istediğini ifade eden Ayaz, burada yapılan anjiyoda ayakta canlı doku bulunmadığının tespiti üzerine tedavi gördüğünü, sonrasında kangren olduğu belirlenen sağ ayağının bilekten kesildiğini bildirdi.

Aliağa Belediyesinde asgari ücretle çalıştığını kaydeden 3 çocuk babası Ayaz, şöyle konuştu:

''Ağustos ayından ekim ayı ortasına kadar süren 50 günlük hastane maceramın sonunda sağ ayağımı kaybettim. Bu süreçte annem de yaşamını yitirdi. Belediye Başkanı Tansu Kaya, ziyaret etti ve benimle ilgilendi. Sigortadan 300 YTL alacağım var. Engelli raporunu henüz alamadım. Sigortalı göründüğüm için yardım da alamıyorum. Özel hastanede yapılan yanlış uygulama sonucu ayağımı kaybettim. Gerekli evrakın tamamlanmasının ardından ilgili hekim ve hastane hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunacağım, dava açacağım.''

HASTANE YETKİLİSİNİN GÖRÜŞÜ

Şükrü Ayaz'a anjiyo uygulanan özel hastaneni Başhekim Vekili Haşim Aksu ise konuya ilişkin açıklamasında, 28 Ağustos 2008'de İzmir Eğitim ve Araştırma Hastanesinden sevk edilen Ayaz'a koroner arter hastalığı ön tanısıyla koroner anjiyografi yapıldığını söyledi.

Operasyonun ardından Ayaz'ın bacak damarına pıhtı attığının tespit edildiğini belirten Aksu, şunları kaydetti:

''Koroner anjiyografi girişimleri sırasında veya erken dönemde çıkabilecek damar sistemiyle ilgili sorunların olasılığı binde 45 olarak bildirilmektedir. Teşhis edilen duruma hastanemiz kalp damar cerrahları tarafından ilk müdahale yapılmış, daha sonra hasta Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesine sevk edilmiştir. Sevk yapılırken, Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinin, Ege Bölgesi'nin hibrid girişim işlemine uygun altyapısı olan tek sağlık kurum olması, hastane seçiminde dikkate alınmıştır. Hasta, adı geçen hastaneden kendi isteğiyle ve tedavisi sona ermeden ayrılmıştır.

Haber aktüel
Başlık: Hayatınızı Kurtaracak Bir Adım Atın
Gönderen: Tuğra - 30 Kasım 2008, 11:16:19
Yürümek hayatınızı kurtarabilir. Çok açık ve net. Yürüyüşü hayat tarzı içine katanlar ve günü herhangi bir mesafede yürüyüş yapmadan bitirmeyenlerin bundan sağladığı faydalar arasında kilo vermek, depresyonun azalması ve daha enerjik hissetmek bulunuyor.

Bu hafta sizler için basit bir yürüyüşün faydalarını yazdık. Gerçekten çok şaşıracaksınız!

1. Keşke Daha Enerjik Olabilsem Yapılan araştırmalara göre, vücudunuzu hafifçe canlandırmanın rahatlatıcı ve enerji verici bir etkisi mevcut. Bunun anlamı ne kadar hareket ederseniz, bir sonraki gün o kadar enerjik oluyorsunuz. Özellikle akşam saatlerine doğru yapılacak bir kısa yürüyüşün hem fiziksel hem de uhsal olumlu etkileri mevcut. Yani yürüyüş sonrası olası yorgunluk, size bir gün sonra daha fazla enerji ile geri dönüyor.

Bir çalışmada günlük düzenli yapmayan ve günde 2km’ye yakın yürüyenler araştırıldı. Gruplar arasında uyku sorunları bire üç gibi bir oran olarak saptandı. Yürüyüş, uykuya olumlu etkili.

2. Keşke Daha Sakin Düşünebilsem

Çözmeniz gereken, sizi içten içten rahatsız eden sorunlarınızın olması büyük bir sürpriz değil. Yürüyüşün bu konuda büyük bir getirisi bulunuyor. Sakin olmanız, iyi düşünüp bir karar vermeniz gerektiğinde de , kesinlikle açık havada bir yürüyüşe çıkın. Yürüyüş sonunda kendinizi daha iyi hissedeceksiniz. Fiziksel olduğu kadar zihinsel yararı da bulunan yürümenin, bilişsel gelişim denen olguya katkıları uzmanlar tarafından kabul ediliyor. Bunun neticesinde daha ileri yaşlarda olası bunama riski minimuma düşürülmüş oluyor.

. Keşke Kendimi Aile Geçmişi Hastalıklarından Koruyabilsem

Ailenizin genetik kodlarınız, sizin başınıza gelebilecek hastalıklarda çok az bir rol oynar. Araştırmalar bize göstermektedir ki çoğu zaman, hayatınızı nasıl yaşıyor ve vücudunuza nasıl davranıyorsanız, karşılığını da o derece alıyorsunuz. Kendinize iyi bakmanız sayesinde birçok ciddi hastalık riskini minimuma indirebilirsiniz. Sadece yürümeye vereceğiniz önem sayesinde,

1: Kardiyovasküler hastalıklar risklerini %30 ila %50 arasında azaltırsınız.
2: Osteoartrit ağrılarınız azalır, daha dirayetli ve çevik bir bünyeniz olur.
3: Kolon kanseri riskiniz önemli ölçüde azalır.
4: Yüksek riskli kişilerin şeker hastalığına yakalanmamasına yardımcı olur ve kanda düşük derecede glikoz oranı ile insülin dengesine yardımcı olur.
5: Düşük kan basıncı sayesinde kalp krizi riskini azaltır.

4. Keşke Kilo Verebilsem

Tabii ki en popüler yararlarından biri kilo vermenize yardımcı olmasıdır. Hareket etmeniz doğal olarak daha fazla yağ yakmanızı sağlar. Günden güne yaktığınız her kalori sonrası, kas kitle oranınız artar, ve bunun sayesinde kilo vermeniz de kolaylaşır.Bilmeniz gereken, ne kadar fazla hareket ederseniz, o derece enerjiniz olacak ve hareket etme isteğiniz de artacaktır.

5. Keşke Daha Mutlu Hissedebilsem

Ruhsal açıdan mutlu olmanızın fiziksel sağlığınıza ne derece etki yaptığını defalarca sizinle paylaştık. Yapılan araştırmalar ışığında, yürümenin sizi rahatlattığı, anksiyete ve depresyona karşı size yardımcı olduğu belirlenmiştir. Yürümekten kaçmayın, günlük aktiviteleriniz arasında yer aldıktan sonraki süreci gözlemleyin. Etkilerine çok şaşıracaksınız.

Bu ücretsiz ve reçetesiz ilacın gücüne inanmalısınız. Evet yürümek gerçekten de vücudunuz için mükemmel bir egzersizdir. Ve koşmak dahil diğer egzersiz çalışmalarından daha kolaydır. Yüksek tempoda yürümek sizin için daha iyidir. Ama yürümenin temposunu en iyi siz belirleyebilirsiniz, size uygun olanı seçecek olan yine sizsiniz.

Sabahları yürüyebiliyorsanız yürüyün ama daha önemlisi gün bitmeden akşam saatlerine doğru mutlaka kısa bir yürüyüş yapın. Göreceksiniz vakit buldukça yürüme isteğiniz artacak, kendinizi daha atletik hissedeceksiniz

Üşenmeden atılacak bir adımın size getirisi çok daha fazla olacaktır. Bir adımda hayatınızı kurtarmaya ne dersiniz?

realage
Başlık: Doktorların yumurtaya yönelik ambargosu sona erdi.
Gönderen: Tuğra - 02 Aralık 2008, 00:23:55
Kalp ve Damar Cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez, pastanın üzerine sürülen yumurtayı bile yasakladığı hastalarından özür diledi ve "Yıllarca yemeyin dedik, neden şimdi yiyin diyoruz? Çünkü, son yapılan araştırmalara göre, yumurta insanlarda kan kolesterol seviyesinde önemli bir artışa yol açmıyor" dedi.

BİLİMSEL Tavukçuluk Derneği Türkiye Şubesi’nin düzenlediği "Bilinen Yumurtanın Bilinmeyen Yönleri" sempozyumuna katılan kalp ve damar cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez, yıllarca pastanın üzerine sürülen yumurtayı bile yedirmediği hastalarından özür diledi.

Prof. Dr. Sönmez, "Yumurtadaki kolesterolden korkmaya gerek yok" dedi. Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker de, "Yumurtanın itibarının iade edilmesini saygıyla karşılıyorum" dedi.

Ortaköy Princess Otel’de düzenlenen sempozyumun açılışına katılan Memorial Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez, kolesterolsüz bir yaşam olmayacağını belirterek, şunları söyledi:

"Günde 300-500 kolesterol çocuklukta büyümek yaşlılıkta nörolojik sistemin korunması için gerekli. Bir insana neyi yasaklıyorsak zarar hesabını iyi yapmamız lazım. Yıllarca yemeyin dedik şimdi neden yiyin diyoruz? Çünkü son araştırmalara göre yumurta insanlarda kan kolesterol seviyesinde önemli bir artışa yol açmıyor. Üstelik bir yumurta iyi huylu HDL kolesterolü 3-4 miligram yükseltiyor. Hastaya zarar vermiyor. Erişkinler haftada üç-dört yumurta yesinler. Anneler çocuklarına fast food yedireceklerine günde bir yumurta yedirsinler."

Prof. Dr. Bingür Sönmez, Omega 3’ü yüksek yumurta üretilmesi için de çağrıda bulunarak, "Balık yiyerek Omega 3 miktarını elde etmek çok zordur. 40 yaşından sonra herkes günde bir miligram Omega 3 almalı. Omega 3’ü alacağımız başka bir yiyecek yok. Bilim adamlarının yapması gereken Omega 3 yönünden zengin yumurta üretebilmek" dedi.

Hürriyet

Başlık: Antioksidanlar gençleştirmiyormuş!
Gönderen: İsra - 02 Aralık 2008, 04:54:40
 İngiltere'de yapılan bir araştırma, antioksidanların yaşlanmanın önüne geçmede bir faydasının bulunmadığını gösterdi.

Araştırmacılar, antioksidan ihtiva eden birçok krem ve vitamine boşuna avuç dolusu para harcandığını belirtti. İngiliz uzmanlar, genç görünmek uğruna kremlere ve vitamin haplarına para harcamak yerine, sağlıklı beslenmeye çalışmanın ve spor yapmanın daha mantıklı olduğunu bildirdi.

BBC ve Daily Mail'in haberlerine göre, University College London'dan Dr. David Gems'in araştırması, yaşlanmayla mücadelede antioksidanların anahtar rol oynadığına dair yaygın inanışı çürüttü. Bu konudaki, 50 yıl öncesine dayanan teori, doku ve hücrelerin, gıda enerjiye dönüşürken ortaya çıkan tehlikeli oksijen molekülleri olan serbest radikallerin saldırısı altında bulunduğunu öne sürüyordu. E ve C vitaminleri gibi antioksidanların bu saldırıları püskürttüğü ve böylece yapılan tahribat miktarını azalttığına inanılıyordu. Bu teori, milyonlarca insanın vitamin takviyesi almasına ve antioksidan temelli muazzam bir kırışık önleyici krem pazarının oluşmasına yol açtı.

Yaşlanma biyolojisi uzmanı Dr. Gems'le ekibi, insanlarla birçok geni paylaşan iplik kurtları üzerinde yaptıkları araştırmada serbest radikaller teorisinin doğru olmadığını saptadı. Ömürlerinin çok kısa süreli olması sayesinde bilim adamlarına uzun dönemli değişimler hakkında fikir veren iplik kurtları, bedenleri fazla serbest radikalleri öldürecek şekilde genetik değişikliğe uğratıldı. Ancak genetik değişime uğratılmış iplik kurtlarının yaşamlarının diğerlerinden uzun sürmediği görüldü. ABD'de fareler üzerinde yapılan bir araştırmada da aynı sonuca ulaşılmıştı.

Gems, "Aslında yaşlanmanın temel mekanizması hakkında pek de bilgimiz yok." dedi. Yaşlanmayla ilgili serbest radikaller teorisinin 50 yıl boyunca bir bilgi boşluğunu doldurduğunu, ancak delile dayanmadığını ifade eden Gems, "Bu şu anlama geliyor. Yaşlanmayı def etmek umuduyla E veya C vitamini alıyorsanız, bu doğru değil." diye konuştu. Genes&Development dergisinde yayımlanan araştırmada, bununla birlikte antioksidan içeriği bulunan yeşil çayın yararlı olabildiği, çünkü yeşil çayın sadece serbest radikallere karşı değil, başka saldırganlara karşı da koruma sağlayan unsurlar içerdiği belirtildi.

aa
Başlık: Kulak Pamuklarına Dikkat
Gönderen: Tuğra - 03 Aralık 2008, 20:27:43
Kulak kirini temizlemek için pamuklu çubuk kullanmak işitme kaybına yol açabilir.
 
Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Yavuz Selim Pata, kulak kirini temizlemek için pamuk kullanmanın sakıncalı olduğunu belirterek, ''Kulak pamukları ile biriken kirler içeri doğru itilip kulağı tıkar. O nedenle pamukla kulağın dıştan görülen yerlerinin nemini almak yeterlidir'' dedi.

Pata, yaptığı yazılı açıklamada, kulakta biriken kirlerin yanlış yapılan temizleme nedeniyle kulağı tıkayabildiğini bildirdi. Kulak kirinin nasıl oluştuğu hakkında bilgi veren Pata, şunları kaydetti:

''Vücudumuzda birçok organ kendine ait bir salgı salgılar. Ağzımızdaki tükürük salgısı, burnumuzdaki sıvı salgısı gibi kulağımızda da bir salgı vardır. Bu salgı tükürük kadar sulu bir salgı değildir. Ağzımızdaki tükürük salgısı sürekli salgılanır ve biz bunu yutarak ağzımızı temizleriz, kulaktaki salgı da kulaktaki minik titrek tüyler sayesinde dışarıya doğru yavaş yavaş itilir ve dış kulak yolundan kulak kepçesine itilir.''

Pata, kulak kiri oluşumunun kişiden kişiye değiştiğini, kirin açık sarı ile koyu kahverengi arasında olabildiğini ve sıvı veya daha katı kıvamda salgı şeklinde görülebildiğini belirterek, ''Bazı insanların kulağında bu salgıyı dışarıya atan mekanizma daha az çalışır ya da dış etkenlerle bozulur ve buna bağlı olarak kulak yolunda kir birikir'' dedi.

''İŞİTME KAYBI YAPAR''

Pata, kulaktaki kirin dışarı çıkma mekanizmasının nasıl bozulduğunu da şöyle anlattı:

''Kulak kiri kulak pamuklarıyla temizlenmeye çalışılırsa hem kulak yolundaki kir biraz içeriye doğru itilmiş olur, hem de kulak salgısını dışarı atan tüylerin hareketi kısa süreli de olsa bozulur. O esnada salgı salgılanmaya devam eder ama tüyler çalışmadığı için dışarı atılamaz. Bir müddet sonra bu tüylerin taşıma kapasitesini aşan şekilde salgı birikir. Dışarı atılamadığı zaman da birikerek kulak kanalını tamamen kapatır ve problem başlar. Kulak kanalını tamamen doldurana kadar şikayet yapmaz.''

Kulak çöplerinin, kulağın girişine yarım santim veya bir santim kadar sokulup temizlik yapılabileceğini, çünkü kulak zarının yaklaşık 2.5-3 santim ileride bulunduğunu ifade eden Pata, özellikle banyodan sonra kulak yolunun girişindeki nemi almanın faydalı olduğunu vurguladı.

Pata, kulak kanalının 78 milimetre genişliğinde ve silindir şeklinde olduğunu kaydederek, bu kanalda bir toplu iğnenin geçeceği kadar bir delik bile kalsa işitme problemi yaşanmayacağını ancak bir dolgunluk problemi olabileceğini bildirdi.

Genellikle havuza ya da denize girdikten veya banyodan sonra, birikmiş olan kulak salgısının su ile şişip kulak kanalını tamamen doldurduğuna dikkati çeken Pata, ''Kulak kanalı dolduğu zaman işitme kaybı ve dolgunluk hissedilir. Hatta zaman zaman kulak çınlaması ve baş dönmesi bile olur'' bilgisini aktardı.

(AA)
Başlık: Poşet çayın içindeki tıp devrimi
Gönderen: Tuğra - 04 Aralık 2008, 20:03:20
Doktorlar kök hücre dolu bir çay poşetiyle felçli ve konuşamayan İngiliz adamı sağlığına kavuşturdular.

Felç nedeniyle konuşamayan ve sağ kolunu oynatamayan 49 yaşındaki İngiliz Walter Bast'ın beynine kök hücre dolu bir çay poşeti yerleştirildi.

İki hafta sonra beynine koyulan çay poşeti çıkarıldığında mucize bir şekilde konuşmaya başlayan Bast, ilk olarak çok şanslı olduğunu söyledi.

Dünyada ilk defa uygulanan bu yöntemle sağlığına kavuşan İngiliz'in doktoru,Prof. Thomas Brinker, “Amacımız zarar görmüş hücrelerin yeniden işlemesini sağlamaktı ve başarılı olduk. Bu yöntem 5 yıl sonra yaygın hale gelebilir. Böylece binlerce hasta iyileşebilir. Ameliyatın hiçbir yan etkisi yok” dedi.

POŞETİN İÇİNDEN TIP DEVRiMi CIKTI

1) Hastalar zayıflamış kan hücreleri beynin içinde parçalandığında felç geçiriyor. Bunun sonucunda da konuşma ve kollarını kullanabilme yeteneğini yitiriyor.

2) Cerrah, hastanın kafatasında küçük bir boşluk açarak kanayan damarların kanamasını durduruyor. Beynin içinde hiçbir şekilde kan bırakmıyor.

3) İçinde milyonlarca kök hücre bulunan 2 santimetrekare boyutlarındaki çay torbası yerleştiriliyor.

4) Poşetler, beyin hücrelerinin ölmesini ve kendisini yenilemesini sağlayan CM1 adlı bir ilaç üretmeye programlı.

5) İki hafta sonra, çay poşetleri beyinden çıkarılıyor. Hasta konuşma ve kollarını kontrol edebilme yetenegini yeniden kazanıyor.

DAILY MAIL
Başlık: Bağışıklık sistemi ilk kez filme çekildi
Gönderen: Tuğra - 05 Aralık 2008, 22:29:31
Avustralya’daki “Centenary Institute”, modern teknolojiyi kullanarak, bağışıklık sisteminin enfeksiyona nasıl cevap verdiğini gerçek zamanda görüntülemeyi başardı.

Softpedia’nın internet sitesinde verilen habere göre, yeni teknolojinin kullanılmasıyla, derinin faaliyetlerinin ve derideki Leishmania parazitinin tanımlanabilmesinin yanısıra, hastalığa neden olan maddenin (patojen) yayılması, bağışıklık sisteminin bunu engellemek için ne yaptığı tam olarak gözlemlenebildi.

Enstitütünün, Bağışıklık Görüntüleme programı başkanı Profesör Wolfgang Weninger, çoklu foton mikroskopisini kullanarak, derideki, sinir hücresine giden ince lifleri incelediklerini, hücrelerin, normal şartlarda derinin en üst tabakasında sakin görüldüğünü, bir alt tabakada ise patojeni bulmak için devamlı bir hareketlilik olduğunu belirtti.

Weninger, Leishmania enfeksiyonunu tanımlamanın ve parazitin, hücreler tarafından toplanmasını, bu sürecin vücudun geneline yayılmasını gözlemlemenin kendilerinde büyüleyici bir etki bıraktığını söyledi.

Artık, patojenlerin bağışıklık sistemi tarafından nasıl tanımlandığı ve bu sürece hangi hücrelerin dahil olduğu konusunda genel bir kanıya sahip olduklarını belirten Weninger, bunun, Leishmania enfeksiyonunun kaldırılmasını sağlayan moleküllerin teşhisi üzerinde çalışabilecekleri anlamına geldiğini ifade etti.

Weninger, bununla beraber, bağışıklık sisteminin diger enfeksiyonlara nasıl cevap verdiğinin de incelenebileceğini, böylece daha etkili sonuç veren ilaçların yolunun açılabileceğini belirtti.

NTVMSNBC
Başlık: 81 tıbbı ürüne geri ödeme kalktı
Gönderen: Tuğra - 07 Aralık 2008, 00:07:49

Sağlık Uygulama Tebliği'nde yapılan değişiklikle 81 kalem tıbbi ürün, geri ödeme listesinden çıkarıldı. Eczacılar sendikası karara tepki gösterdi.

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürlüğü Fiyatlandırma Daire Başkanlığının yayımladığı genelgede, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Beşeri İlaçların Fiyatlandırılmasına Dair Bakanlar Kurulu Kararı gereği oluşturulan, 4-5. dönem çalışmalarını tamamlayan Ödeme Komisyonu'nun, Sağlık Uygulama Tebliği'nde (SUT) ve eklerinde değişiklik ve düzenlemeler yapılmasına karar verdiği bildirildi.

Buna göre, geri ödeme listesinden çıkarılan 81 kalem ilaç ve üründen bazıları ve kullanıldığı hastalıklar şunlar:

-Algovax 40 gram vazo pomad (Romatizma)

-Alma 500/100 60 pastil (Anti asit, mide)

-Balmandol 225 ml tıbbi yağ banyosu (Sedef ve sebore)

-Bepanthene yüzde 5 30 gram krem ve pomad, plus 30 gram krem (Yara, çatlak, yanık)

-Brolyn 100 ml şurup (Öksürük)

-Bromen şurup (Öksürük)

-Canderel 18 mg 100 ve 300 tablet (Tatlandırıcı)

-Corex 100 ml şurup (Öksürük)

-Demi Canderel 10 mg 100 tablet (Tatlandırıcı)

-Demi Canderel 18 mg 300 tablet (Tatlandırıcı)

-Espektan-A 180 ml şurup (Öksürük)

-Iodeks 100 ml (Gargara)

-Isodol yüzde 7.5 100 ml (Gargara)

-Kaf 100 ml şurup (Öksürük)

-Koklin 150 ml şurup (Öksürük)

-Kolpidin şurup (Öksürük)

-Korizal buğu 45 ml (Buğu)

-Pantenol yüzde 5 30 gr krem, plus 30 gr krem (Enfeksiyon riski taşıyan yaralar, yanıklar, sıyrıklar, deri çatlaklarında, pişiklerde, derinin dezenfeksiyonunu sağlar, tahriş olmuş deriyi onarır)

-Pulnase şurup (Öksürük)

-Sakarin 20 mg 200 tablet, 40 mg 100 tablet (Tatlandırıcı)

-Sanodolin 100 ml gargara (Gargara)

-Tadalin 40/4 mg 100 EFF Tablet (Tatlandırıcı)

-Tinactin yüzde 1 100 gr pudra sprey (Mantar)

-Tusipan 150 ml şurup (Öksürük)

-Tussol 50 mg 5 ml şurup (Öksürük)

Genelgeye göre, tatlandırıcılarla vajinal tabletlerin geri ödemesi 3 ay daha devam edecek.

-''BİR GECEDE ÇIKAN TEBLİĞ VE GENELGELERDEN YORULDUK''-

Tüm Eczacı İşverenler Sendikası (TEİS) Genel Başkanı Nurten Saydan, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, geri ödeme listesinden çıkarılan ilaçlar arasında daha çok bebeklerde deri lezyonlarında kullanılan krem ve pomatlar, öksürük şurupları, gargara ve damlalar, mantar hastalığında kullanılan kremler ve şeker hastalarının kullandığı tatlandırıcıların yer aldığını söyledi.

''Bir gecede çıkan tebliğ ve genelgelerle uğraşmaktan yorulduklarını'' ifade eden Saydan, ''Türkiye'de diyabet hastalarının oranının yüksek olduğu düşünüldüğünde, birçok hasta 3 ay sonra kullanmak zorunda olduğu tatlandırıcılarını para ödeyerek temin edebilecek'' dedi.

Bu tür durumlarda eczacılarla hastaların karşı karşıya bırakıldığını savunan Saydan, ''Ülkemiz zaten bir ekonomik krizin ortasındayken, bir gecede çıkarılan genelgelerle vatandaşın ilaca ulaşması engelleniyor'' değerlendirmesinde bulundu.

-''BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU ARA ÜRÜN''-

Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürü Mahmut Tokaç ise listeden çıkarılan ilaçlarla ilgili bir süre önce ''ara ürün'' kararı alındığını, bunların artık ilaç fiyat listesinde yer almadığını belirtti.

Geri ödeme kapsamında ara ürünlerin de bulunabileceğini ancak buna Sosyal Güvenlik Kurumunun karar verdiğini kaydeden Tokaç, geri ödeme listesinden çıkarılan ürünlerin fiyatlarının düşük olduğunu söyledi.

Haber Aktüel
Başlık: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Kahraman - 07 Aralık 2008, 05:18:53

 
Menopozda doktorların son kararı... 2008 /12

 
2000’lerin başına kadar, hormon tedavisi menopozdaki kadınların her derdine devaydı. Yaş önemli değildi, kalp ve damar hastalıklarından, osteoporozdan hatta bazı kanserlerden korunmak için hormon alınmalıydı. İlk bomba 1998’de HERS araştırmasıyla düştü.

Ancak asıl infial 2002’de sonuçları açıklanan WIH (Kadın Sağlığı İnisiyatifi) araştırmasıyla yaşandı: Menopoza giren kadına uygulanan hormon tedavisi, kalp ve damar sağlığını pek o kadar korumadığı gibi meme kanseri riskini artırıyordu. Araştırmaya katılan kadınların yaşından verilen hormonlara kadar her detay tartışıldı. Doktorlar da kadınlar da allak bullak oldu. Hormon ilaçlarının satışında ciddi düşüşler yaşandı. Artık sular nispeten duruldu. Büyük araştırmaların meta analizleri çıkmaya başlayınca tedavi netleşti. Doktorların son kararına göre, hormon tedavisinin kalp ve damar ile beyni koruması için erken yaşta uygulanması şart. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Hakan Seyisoğlu, meta analizlerle ortaya çıkan sonuçları paylaştı.

NE KADAR ERKEN O KADAR İYİ

Menopoz tedavisiyle ilgili ilk çalışmaların sonuçları genelde olumluydu. Çalışmaya katılan kadınların yaş ortalaması 55’ti. Ama gündemi değiştiren son araştırmalarda kadınların yaşı daha fazlaydı: HERS’de ortalama yaş 67, WHI’da ise 63.3. Halbuki kadınların hormona en fazla ihtiyaç duyduğu ve doktora gittiği dönem, menopoza geçtiği erken yaşlar. Oysa bu son iki araştırmaya katılan kadınların sadece yüzde 10’u erken yaşta.

ERKEN YAŞTA KALBİ KORUYOR, İLERİ YAŞTA YORUYOR

Menopozun artırdığı risklerin başında kalp ve damar hastalıkları geliyor. Ancak hormon tedavisi uygulanan her kadının kalp ve damar sağlığının korunmadığı biliniyor. Hormon tedavisinden fayda görmek için yaş önemli kriter. Erken yaşta başlandığında kalp damar hastalığı görülme oranı azalıyor. İleri yaşlarda ise riski artırıyor. Uluslararası Menopoz Derneği’nin son raporuna göre, uygun kullanım yaşı, en fazla 55. Daha sonra başlamak kalp ve damar hastalıklarından korunma açısından uygun görülmüyor.

HORMON TEDAVİSİ KANSER İLİŞKİSİ

Tartışmaların asıl odağı hormon tedavisi- meme kanseri ilişkisi. WHI’ye göre östrojen ve progesteronun birlikte verildiği hormon tedavilerinde, yaklaşık 5 yıldan sonra bu tedaviyi kullanmayan kadınlara kıyasla, bir yılda her 10 bin kadında 8 olgu daha fazla meme kanseri oluyor. Aynı çalışmada, tek östrojen kullanımlarında herhangi bir risk saptanmadı hatta meme kanserinin azaldığı bildirildi. Dolayısıyla suçlu, progesterondu. Ama rahmi olan kadınlarda östrojen kullanılınca progesteron eklenmek zorunda. Çünkü sadece östrojen kullanımı rahim iç zarı kanserini arttırabilir. Rahmi alınmış kadınlarda sadece östrojen yeterli. Düzenli yapılan kontrol ve tetkiklerle kanseri çok erken evrede yakalamak mümkün.

BEYNİ GENÇ TUTUYOR

Erken yaşlarda hormon tedavisine başlama beynin hafıza ve bilişsel özelliklerindeki kayıpları önlüyor. İleri yaş gruplarında benzer olumlu etki gözlenmedi.

BAZI KANSERLERİ AZALTIYOR

Hormon kullanımı, kalınbağırsak kanseri riskini azaltıyor. Bu özellikle ileri yaş kadınlar için önemli bir avantaj.

OSTEOPOROZDAN GERÇEKTEN KORUYOR

Bu olumlu etki artık tüm çalışmalar tarafından kesinlik kazandı. Menopozdan sonra östrojen azalmasına bağlı kemik kütle kayıpları ve kırılganlık riskindeki artışları önlüyor. Böylece menopoza bağlı kırık riskini azaltıyor.

İdeal süre aranıyor!

Bazı uzmanlar, hormon tedavisinin 5 yıl sürdürülmesi gerektiğini öne sürüyor. Bazıları da bu rakamın sübjektif olduğunu, tedavinin hedefe göre mümkün olan en kısa sürede sonlandırılması gerektiğini söylüyor.

Hormon tedavisi ne sağlar

Ateş basması nöbetlerini geçirir.

Duygu durum değişimleri üzerinde olumlu etki yapar.

Cinsel fonksiyonlarda menopozdaki hormon azalmasına bağlı bozulmaların önüne geçer.

Kadın kimliğini etkileyen menopoza bağlı değişimlerin önüne geçer.

İşte Uluslararası Menopoz Derneği’nin konsensüs kararları

Hormon tedavisi başlama yaşı kalp ve damar sisteminin korunması açısından önemlidir.

Tedavinin düşük dozla uygulanması uygurdur

Kullanım süresi ve şekli kişiye özel düzenlenir, kesin sınırlama yoktur.

Kullanım süresi ile doğru orantılı olarak meme riskinde artış olur ama bu risk minimaldir.

Hormon tedavisi uygulanırken yarar-zarar dengesi iyi kurulmalı, kadın bilgilendirilmeli.

Esas tehlike kadınların kontrollerini aksatması

Prof. Dr. Hakan Seyisoğlu Önceleri hormon tedavisinin her kadında başlanması ve ömür boyu kullanılması gerektiği savunuluyordu. Bu da yanlıştı. İnsanlar vitamin gibi kendi kendilerine bu ilaçları alıp kullanıyorlardı. Bu tehlikeli çünkü hormon tedavisi mutlaka doktor kontrolü altında yapılmalı. Hem eski görüş hem de şimdiki görüşler iki ayrı ucu oluşturuyor. İdeali bu iki ucun arası. Diğer taraftan, günümüzde aşırı bir korku yerleşti. Öyle ki kadınlar doktora kontrollerini yaptırmak için bile gitmez oldular. Oysa esas tehlike budur. Çünkü bizler kontrollerde rutin taramaları yapar ve önemli hastalıkları oluşmadan ya da çok erken dönemlerinde yakalayabiliriz. Oysa bize maalesef ilerlemiş hastalıklarıyla geliyorlar. 
Başlık: Et üzerine sodadan uzak durun
Gönderen: Tuğra - 08 Aralık 2008, 01:59:47
Teşekkürler Kahraman, 

**********

Kurban Bayramı’nda aşırı et tüketiminin yol açacağı sağlık sorunlarına karşı tavsiye üstüne tavsiye. Eğer siz ‘Yediklerimi soda içip hazmederim diyorsanız’ yanılıyorsunuz.

Söz konusu beslenme olunca her bayram aynı manzara karşımıza çıkıyor: Bol akraba ziyareti, bol ziyafet, tatlılar, ikramlar; kısaca mide ve sindirim sistemimiz tam bir işgalle karşılaşıyor. Hele ki Kurban Bayramı olunca neredeyse dört öğün kırmızı et tüketiyoruz. Her ne kadar 'can boğazdan gelir' denilse de can, boğazdan gidebiliyor!

Sadece kalp ve tansiyon hastaları veya yaşlılar değil, sağlıklı olan herkes için böylesi bir beslenme süreci ciddi sıkıntılara yol açabiliyor. İple çektiğiniz bayram tatiliniz sağlık sorunlarıyla gölgelensin istemiyorsanız uzmanlara kulak vermelisiniz.

Kurban Bayramı'ndaki dokuz günlük tatile, uzun ziyaretler ve ikramlar eklenince midemiz açısından tehlike çanları çalıyor. Adı üstünde, Kurban Bayramı; et, sofraların olmazsa olmazı... Ancak protein kaynağı olarak vücudumuza pek çok faydası olan bu gıda, tüketiminin artmasıyla beraber zararlı hale geliyor. Özellikle kalp, tansiyon ve şeker hastaları için bu süreç riskli. Yüksek tansiyon ve kalp krizi riski, tehlikelerden bazıları. Sağlık sorunu bulunmayan kişilerde gastrit, hazımsızlık sorunu ortaya çıkıyor.

TEHLİKELİ İÇECEK

Hazımsızlığa karşı soda içmek gerek diyorsanız, yanılıyorsunuz. International Hospital İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Murat Soysal uyarıyor: 'Kişiler sodayı içtiklerinde yediklerini hazmedeceklerini düşünüyor. Soda, gazlı bir içecek. Geğirme sırasında hava yutulur, bu da geğirmeyi artırır. Hazmı kolaylaştırmaz. Soda kalp ve yüksek tansiyon hastaları tarafından kısıtlı tüketilmeli. Çünkü soda mineral ve tuz içerir. Bu içeceğin fazla tüketilmesi tansiyonun daha da yükselmesine yol açar!'

SANCI MI KRİZ Mİ?

Diyafram ve kalp midenin komşusu. Etin aşırı tüketilmesi, gaz birikimine yol açıyor. Gaz sancısı nedeniyle mide gerilince, sol göğse vuran ağrı, baskı ve kalpte ritim sorunları ortaya çıkabiliyor. Bu da sıklıkla kalp kriziyle karıştırılıyor. Kurban Bayramı tatilinde hastanelerin acil servislerine en çok başvuru nedenleri arasında gaz sancıları ilk sırada yer alıyor. Dr. Murat Soysal, kalbin alt yüzeylerindeki kalp krizlerinin hazımsızlık, mide ve karında ağrının yanı sıra şişkinlik belirtilerine neden olabileceğini söylüyor: 'Ancak yine de gerekli incelemeler yapılarak gaz sancısının altında kalp krizinin yatıp yatmadığının araştırılması gerekiyor' diyor.

Kurban Bayramı'nda sağlık açısından en önemli konulardan biri de hayvanın 'uygun koşullarda' kesilmesi.

ETTE KİST RİSKİ

Kontrolsüz kesilen ve önceden kist hidatik hastalığı olan hayvanların karaciğer ve akciğerlerinde içi sıvı dolu kistler oluşuyor ve bu hastalığa yol açan etken, sindirim kanalı yolu ile insan vücuduna girip akciğer ve karaciğerde kistler oluşturabiliyor. Bu kistler büyüyerek organların çalışmasını zorluyor. Hastalığın bulaştığı kişilerde, karın ağrısı, nefes darlığı, bazen anaflaksi ortaya çıkıyor.

'MADEN SUYU DAHA İYİ'

International Hospital Beslenme ve Diyet Uzmanı Dilem İrkin 'Özellikle kalp hastalığı riski taşıyan ya da bu hastalıklara sahip kişilerde et tüketimi ortalama 100 gramı (günde 3-4 köfte kadar) geçmemeli, Sakatat tüketiminden ise kaçınılmalıdır' diyor. Soda ve maden suyunun farklı şeyler olduğuna dikkat çeken İrkin, 'Maden suyu mineraller açısından da zengin olduğu için sodaya nazaran daha iyi bir içecek' açıklamasını yapıyor. İrkin'e göre hazmı kolaylaştırmak için taze et tüketiminden kaçınmalı, et pişirilmeden önce bir gün buzdolabında bekletilmeli.

SORUNSUZ BiR BAYRAM TATiLi iÇiN REHBER

Kurban etini buzdolabında bir gün dinlendirin. Aşırı tüketmeyin. Kalp hastaları ve yüksek kolesterollü hastalarda bu etlerin yenilmesi kriz riski taşır.

Hem öğle hem akşam öğününde sadece et yemeyin, yanında mutlaka sebze ve salata da bulunsun. Böylece etin hazmını kolaylaştırmış olursunuz. Eti mangalda pişirmekten kaçının.

Vitamin B12, gençler için de çok önemlidir. Demir eksikliği oluşmasını önler. O yüzden diyet yapmak adına kırmızı et tüketimi ortadan kaldırmamalılar.

Vitamin B12 eksikliği, unutkanlık, halsizlik, baş dönmesi, el ve ayaklarda uyuşma gibi sorunlara neden olur.

Kurban tatilinde fazla miktarda et tüketimine bağlı olarak kalbin rahatsız olması daha sık görülüyor. Sindirim sırasında dolaşımdaki kanın bir kısmı mideye yöneliyor. Koroner kalp hastalarında damar zaten daralmış oluyor. Kanı kalbin beslenmesine yönlendiremiyor, nispi olarak koroner damarlarda kan azalmasına yol açıyor. Kalp krizi riski artıyor.

SABAH
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: gurbetci - 08 Aralık 2008, 02:06:03
yaw et olurda yanina aci biber birde soda olmassa olmaz yoksa karin sisligi yapar. :hihi
Başlık: Bacaklarınızda Uyuşma Oluyor Mu?
Gönderen: Tuğra - 09 Aralık 2008, 02:28:52
Maden suyu tavsiye ediliyor  e52))

***********************************

Bacaklarda uyuşma, iğne batar gibi bir his ve karıncılanma yaşıyorsanız, aslında sıradan bir ağrıdan fazlası olabilir. RealAge olarak bu hafta Huzursuz Bacak Sendromu ismi verilen rahatsızlığı inceledik.Ağrının hareket halindeyken azalması ve istirahat ile tekrar başlaması, huzursuz bacak sendromunu romatizmal hastalıklardan ayıran en önemli özellik...

“Huzursuz bacak sendromu”nun çok bilinen bir rahatsızlık olmadığı için romatizmal hastalıklarla karıştırılabildiğini, bunun da hastalığın teşhisini geciktirdiğini belirten Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Cenk Akbostancı, “ağrının hareket halindeyken azalması ve istirahat ile tekrar başlaması, huzursuz bacak sendromunu romatizmal hastalıklardan ayıran en önemli özellik” diye açıklıyor.

Prof. Dr. Cenk Akbostancı, bacakta diz ile ayak arasındaki bölgede “huzursuzluk” hissiyle kendini gösteren “huzursuz bacak sendromu”nun, her 100 kişiden 5’inde görüldüğünü söyledi. Akbostancı, kadınlarda daha sık rastlanan huzursuz bacak sendromunun, 18-20’li yaşlarda filizlendiğini, daha çok 35-45 yaş arasında kendini gösterdiğini, 60’lı yaşlarda ise en üst düzeye çıktığını özellikle belirtiyor.

Belirtileri Nelerdir?

Şeker hastalığında, demir eksikliği anemisinde (kansızlıkta), bazı sinir hastalıklarında (periferik nöropati), bazı kanser türlerinde huzursuz bacak sendromuna ait belirtiler görülür.

1- Yattıktan sonra bacaklarda ortaya çıkan gerginlik, uyuşma, batma, yanma, iğnelenme gibi belirtiler.
2- Hastalarda bu belirtileri gidermek için yatarken daime bacaklarını hareket ettirme gereksinimi vardır.
3- Hastalar yukarıdaki belirtilerden kurtulmak için daima kalkıp yürüme ihtiyacı duyarlar ve hastalarda uyku bozukluğu oluşur.

Uyku İle İlişkisi Nedir?

Huzursuz bacak sendromu, uyku ile ilişkili hareket bozukluğu hastalıkları arasında yer alır. Uyku, fizyolojik ve geçici bir bilinçsizlik durumudur. Hareket bozukluklarının büyük çoğunluğu, uykuda kayıp olur. Örneğin; tik, el titremeleri? vs. uykuda olmaz. Fakat bazı hareket bozuklukları, sadece uykuya geçerken veya uyku esnasında görülür. Huzursuz bacak sendromu, uykuda görülen bir hareket bozukluğudur.

Neden Oluşuyor?

Hastalığa sebep olan şeker hastalığı, kansızlık gibi bir nedenin olmadığı esansiyel tip dediğimiz tipte, beyinden dopamın denen maddenin eksikliği sorumlu tutulur. Günümüzde kabul gören görüş budur.

Beyindeki bu maddenin eksikliği, bacaklarda yukarıdaki saydığımız belirtileri yapar. Bu hareket bozukluğuna bağlı huzursuzluk, kalkıp dolaşma gereksinimi uykusuzluğa sebep olur.

Tanısı Nasıl Konuyor?

Hastalığın belirtilerine sebep olan şeker hastalığı, kansızlık, sinir harabiyetleri? vs gibi hastalıklarda, bu hastalıklara ait belirtiler muayenede saptanır ve bu hastalıkların teşhisine yönelik testler yapılır.

Huzursuz bacak sendromunun büyük bir çoğunluğunun altında başka bir hastalık yatmaz. Bu tipe esansiyel tip denir. Yukarıda bahsettiğim gibi esansiyel tipin ailesel özelliği vardır. Muayenesinde herhangi bir bulguya rastlanmaz. Deneyimli bir hekim hastanın anlattıklarına ve tecrübelerine göre hastalığın tanısı koymaya çalışır.

Bu hastalıkta, birçok büyük merkezde uyku EEG' si çekilerek, bacaklara bağlanan elektrotlarla uykuda oluşan hareket bozukluğu tespit edilmeye çalışılır. EEG beyin elektro ensefalografisidir. Beynin fonksiyonlarını bilgisayara veya kağıt üzerine yazdırmaya yarayan bir tanı aletidir. Bunun dışında huzursuz bacak sendromuna benzer belirtiler verebilen diğer hastalıkları elemek için hekim gerek duyarsa laboratuar, MR, EMG? gibi bir çok tetkik yapılabilir.

Huzursuz Bacak Sendromu Tedavisi

Tedavide başarılı olmak için bu hastalığın tanısını doğru koymak gerekir. Hastalığa yol açan başka bir neden varsa öncelikle bunun tedavisi yapılır. Esansiyel dediğimiz tipte, hastalığa sebep olduğu düşünülen, beyindeki eksik maddeyi yerine koymak için bu maddeyi içeren ilaçlar yatmanda önce verilir.

Hastalığın sonucunca oluşan uyku probleminde tedavisinin yapılması gerekir. Ayrıca depresyon bu hastalığa olumsuz etki yapar. Hastalığın daha fazla hissedilmesine neden olur. Bundan dolayı hastada depresyon durumu varsa bununda tedavisi yapılmalıdır.

Doğru teşhis ve tedavide genelde hastalar rahat ederler. Fakat bazen ilaçtan fayda görmeyen hastalarda olabilir. Bu hasta grubu için alternatif ilaçlar günümüzde mevcuttur. İlaçları uygun doz ve zamanda kullanan hastaların şikayetleri azalır veya tamamen yok olur.

Realage
Başlık: İlaçtan Zarar Yerine,Yarar Görme Yolları
Gönderen: Tuğra - 10 Aralık 2008, 02:57:36
Gizemli mistik kitaplar ve ilaçların yeni prospektüsleri arasında ne gibi bir ortak nokta var?

Her ikisi de sizi tahmin etmeye yöneltiyor!

Her yıl ortalama 75 milyon Amerikalı ilaçla tedavi oluyor ancak bunların 1.5 milyonu kullandıkları ilaçların yarar yerine zararını görüyor! Siz de ilaçlarınızdan zarar görmek istemiyorsanız, yeni bir hap kullanmanız gerektiğinde bu bilgileri aklınızdan çıkarmayın:

İSİMLERİ BENZİYOR

* İlacın potansiyel yan etkilerini sorun:

* İlacın kapsamlı ismini veya markasını öğrenin:

Birçok ilacın ismi benzerdir. Örneğin ’Zyrtec’ bir alerji ilacıyken ’Zyprexa’ şizofren veya çoğul kişilik yaşayan hastalara verilen bir ilaçtır. Bu ilaçların kapsamlı isimleri (cetirizine ve olanzapine) birbirine benzediğinden karışıklığına neden olabilir.

Tansiyon ilacı sandığınız şey de aslında sinüzit enfeksiyonu için geçerli olabilir ve siz de bu ilaca devam etmek istemezsinizDoktorunuza başvurmadan hiçbir ilacı kullanmayın çünkü; yanlış ilaç yüzünden kalp krizi bile geçirebilirsiniz. Ayrıca sadece doktorunuz size bırakmanızı söylerse o ilacı içmeyi bırakın; bu soruları da sorup, cevaplarını not edin:

* Yeni bir ilaca neden ihtiyacınız var?
* Kaç tane içmelisiniz?
* İlacı ne kadar uzun süre kullanacaksınız?
* Ne kadar dozda ilaca ihtiyacınız var ve ne zaman içmelisiniz?

ŞEYTANİ BİR OYUN

* Bir araştırma insan beyninin şeytani bir oyun oynadığını ortaya çıkardı:

Beyninize ’Bu ilacı akşam içme’ gibi kesin bir emir verdiğinizde, beyin sadece ’ilaç’ ve ’akşam’ gibi belli kelimeleri hatırlar ama önemli noktaları es geçebilir. Bu durumda da neler olabileceğini SİZ tahmin edersiniz
 
Yazan : Prof.Dr. Mehmet öz
Kaynak : Sabah
Başlık: Korku, kaygı ve üzüntüye EFT tedavisi
Gönderen: Tuğra - 11 Aralık 2008, 11:23:47

Korkularınızı ve kaygılarınızı yenemiyor musunuz? Üzüntünüzle başa çıkmakta çok zorlanıyor musunuz?

Klinik psikologlar karşılarına gelen sorunların çözümü için o kişiye göre bir teknik kullanmayı tercih ediyorlar. Pek çok seçenekten biri de 'Enerji psikolojisi tekniği' olan EFT'dir.

Yaklaşık 7000 yıllık bir geçmişi olan EFT kişilerde yüz güldürücü sonuçlar aldırıyor. EFT tekniği akupunktur tekniğinde kullanılan bölgelere parmaklarla minik dokunuşlarla kullanılan bir teknik ancak sadece bundan ibaret değil. Kendi içinde açılımlara sahip bir psikoterapi tekniği...

EFT tekniğini başarı ile uygulayan Memory Center Nöropsikiyatri Merkezi'nden Uzman Klinik Psikolog Yıldız Burkovik, "Hastada bir korku ya da kaygı varsa, geçirilmiş bir travma, stresle baş edememe, sürekli geçmişin göz önüne gelmesi ile yaşamı daha da kalitesizleştiren hatıralar varsa ETF tekniği sayesinde bunların yok edebilmesi mümkün olmaktadır" diyor ve ekliyor: "Bu işi insan psikolojisini bilen, klinisyen olan, psikoterapi tecrübesi olan kişilerin psikoterapi sırasında gerekli gördüğü zaman ihtiyaca göre yapması gerekir."

Burkovik, insan yaşamını çekilmez kılan, kişiyi her zaman etkisinde tutan, travmalar ve sonrasında oluşan stres bozukluğu durumlarının önemli olduğuna dikkat çekerek şunları söyledi:

"İnsanın bir çatışma sırasında yanındaki kişinin öldüğünü görmesi, deprem gibi büyük afetlerde yaralanması ve bu felaketlerde kurtarıcı olarak çalışırken depreme maruz kalanların acı ve iniltili seslerini duyanların durumları sürekli stres altında geçiyor. Bu sahneler beyinlerinde sürekli kalıyor ve her zaman zihinlerine geliyor. Yine bir evladını kaybeden kişinin keşkeleri, nedenleri kişiye çok ızdırap verir. İftiralara maruz kalanların gerçeği bir türlü anlatamamalarından ötürü çektikleri sıkıntılarda kişiye hayatı anlamsızlaştırır.

Gerçek dost bilinenlerin verdikleri zararlar, yaptıkları darbeler, ihanetler, dolandırılmalar, yaşanan hayal kırıklıkları ve acılar her insanın yüreğinde bir yara oluşturur ve kolay kolay kabuk bağlamaz. İşte başa çıkılamayan böylesi durumlarda çözüm yolu bir psikoloji profesyonelinden EFT yardımı almak önem kazanmaktadır.

Bu yöntem vücudun enerji meridyenlerinin uç noktalarına parmak uçlarıyla vurmaktan ibarettir. EFT'nin prosedürüne uyulması, sistemin düzenli uygulanması, doğru sözcükleri kullanılması, asıl kaynağa inilebilmesi açısından önemlidir. Bu nedenle düzenleyen kişinin hekim, psikiyatrist ya da psikolog olması çok daha yarar sağlamaktadır.

Kişi EFT tedavisi sırasında katarsis dediğimiz duygusal boşalmalar yaşarlar bunu toparlamak ve kontrol altına almak için sağlıkçı olmak kolaylaştırıcıdır. Çift kişilik, paranoya, şizofreni ve diğer ruhsal rahatsızlıklar gibi ciddi psikolojik sorunlar nedeniyle kişiler daha şiddetli keder yaşayabilirler. Bu durumlarda deneyimli bir psikolog ve psikiyatristin yaklaşımı önemlidir. Kimi travmatize olaylardan sonra süreçler ağır olabilir.

Tek çözümün kendini hayattan çekmesi olduğuna inanan kişi kendisine acı veren kişiye dair büyük bir öfke ile dolabilir ve o kişiye zarar verebilir. EFT yapan terapist bu durumu fark eder ve hem kendisinin zarar görmemesi hem de karşı tarafa zarar vermesini engellemek için üzerindeki olumsuz yükü atmasını sağlamalıdır. Stanford mezunu bir mühendis olan Gary Craig'in 90'lı yıllarda geliştirdiği bu teknik sadece psikoloji ve psikiyatri alanında değil birçok başka rahatsızlıklarda da kullanılmaktadır.

Gary Graig EFT için konuşma terapisi gibidir, ancak problemlerin daha çabuk ortaya konmasını ve çözülmesini sağlar, kognitif davranış terapileri ile de beraber kullanılabilir, olayların ardından kognitif yer değişimlerini bulmanızı ve yaratıcı olmanızı sağlar, Hipnozu derinleştirmekte de yardımcı olur demektedir.

EFT olarak kısaltılan bu teknik 'Duygusal Özgürleşme Tekniği' (Emotional Freedom Technique) dir. Biriken duygu yükünü bıraktırmayı amaçlar. Çocuklardan yaşlılara kadar uygun olan her kişide kullanılmaktadır. Yıldız Burkovik'e göre EFT'de birçok teknik iç içe geçmiştir.

Topluluk önünde konuşma korkusu, bir başka kişiye duyulan öfke, vücutta herhangi bir ağrının sürekli ortaya çıkması ve hayatı çekilmez kılması, uykuda huzursuzluk, herhangi bir bağımlılık, çeşitli korkular ve kaygılar, hayal kırıklıkları, sınav kaygısı gibi pek çok alanda kullanılabilir.

Uyguladığı hastalarda kişileri şaşırtacak derecede yüz güldürücü ve hızlı sonuçlar aldığını belirten Burkovik son olarak şunları söyledi: EFT fobik korkuların mantıksız kısımlarını ortadan kaldırmakta, ama normal tedbiri azaltmamaktadır.

Ayrıca EFT tekniğini sadece geçmişte ve şimdi yaşanan problemler için değil, gelecekteki hedeflerimiz için de kullanabiliriz. Sonuç olarak diyebilirim ki, EFT gerçekten keşfedilmeyi ve uygulamayı, aynı zamanda da sahiplenmeyi hak eden bir tekniktir."

HÜRRİYET
Başlık: Çocuklarda Obeziteyle Mücadele
Gönderen: Kahraman - 11 Aralık 2008, 11:28:51
Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Funda Elmacıoğlu, çocuklarda obezitenin, ortaya çıkmasından önce veya başlangıç döneminde önlenmesinin önemli olduğunu bildirdi.

Doç. Dr. Elmacıoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, anne sütüyle beslenen bebeklerde obezitenin nadir görüldüğünü söyledi.

Mamayla (formüla) beslenen bebeklerin şişman olma olasılığının çok daha yüksek olduğunu belirten Doç. Dr. Elmacıoğlu, ''Bunun nedeni bebeğe gerektiğinden fazla mama verilmesi, mamanın verilen miktardan daha fazla yoğunlukta hazırlanması, mamaya bebe bisküvisi, ekmek içi, mısır gevreği gibi gıdaların konulmasıdır'' dedi.

Bebeğin her ağlamasının, acıktığını göstermediğini vurgulayan Doç. Dr. Elmacıoğlu, şöyle devam etti:
''Bu nedenle bebek her ağladığında beslenmemelidir. Eğer bebek mamayla besleniyorsa buna başka bir şey ilave edilmemeli ve mama suyla hazırlanmalıdır. Mama hazırlanırken bebeğin ayına uygun ölçüde toz konmalıdır.

Ek gıdalara erken başlanmamalı, bu konuda mutlaka bir beslenme uzmanına danışılmalıdır. Ek gıdalara başlandıktan sonra ise mama azaltılmalıdır. Biberonla beslenen bebeklerin bir yaşından sonra biberonu bırakmasını sağlamak gerekir. Hazırlanan taze meyve suları, su ve yoğurta asla şeker ilave edilmemelidir.''

Doç. Dr. Elmacıoğlu, 5 yaşın altındaki çocuklara kalori hesabıyla diyetin asla önerilmediğini bu dönemde ailelerin yüksek kalorili gıdalardan kaçınması gerektiğini bildirerek, şöyle konuştu:

''Bu yaş çocuklarına kızarmış patates, cips, köfte, börek gibi gıdalar verilmemeli. Çocuklara mümkün olduğunca yağsız kırmızı etle yemekler hazırlanmalı. Ödül amacıyla çikolata, pasta ve kekler verilmemeli. Bu yoğun şeker ve yağ karışımları yerine çocuk, kitap, boya, çocuk tiyatrosu, aktiviteyi artıracak oyuncakla ödüllendirilmeli. Çocuğa ana öğünler öğretilmeli ve bu öğünlerde taze salata, yoğurt ve sebze yemeklerinin olması sağlanmalıdır.''

Şişmanlığa eğilimli ve sütü seven çocuklar için yarım yağlı süt alınması ve bu tüketimin günde 2 su bardağını geçmemesi gerektiğine dikkati çeken Doç. Dr. Elmacıoğlu, ''Tam yağlı peynir çeşitleri yerine de az yağlı veya yağsız peynirler tercih edilmeli. Piyasada çocuklar için mevcut olan büyüme süt veya büyüme peynirlerinin, gereksiz kalori kaynağı olduğu, çocuğu obeziteye götürebileceği unutulmamalıdır'' dedi.

Fast food restoranlarının da çocuklar için uygun yerler olmadığını vurgulayan Doç. Dr. Elmacıoğlu, çocuğu ödüllendirmek adına bu tür menülerin ara sıra (ayda bir) tüketilebileceğini ifade etti.

İleriki yaşlarda fazla kilolardan kurtulmak için yapılan tıbbi mücadelenin genellikle sonuçsuz kaldığını, bu nedenle çocuklarda obezitenin ortaya çıkmasından önce veya başlangıç döneminde önlenmesinin önemli olduğunu bildiren Doç. Dr. Elmacıoğlu, verdiği bilgiler doğrultusunda ailelerden yemek yeme, yemek pişirme alışkanlıklarını yeniden gözden geçirmelerini önerdi.

Doç. Dr. Elmacıoğlu, ayrıca 3-4 yaşındaki çocuğu, çocuk arabasına bindirmenin uygun olmadığını, çocuğa düzenli fizik aktivite alışkanlığı kazandırılması gerektiğini söyledi.
Başlık: Neden ağlarız?
Gönderen: Kahraman - 11 Aralık 2008, 11:31:11
Neden ağlarız?

 
Doğumlarda, ölümlerde, iyi veya kötü haberlerde, bazen bir film izlerken, gözyaşlarımız süzülür... Women’s Health dergisi, işte bu gözyaşlarıyla ilgili bilinen ve bilinmeyen bazı gerçekleri derledi.

İlk kez doğduğumuzda ağlarız. Ağlarız çünkü karnımızın doyması ve rahatımızın sağlanması için tek yapabildiğimiz budur.

Vassar College Psikoloji Profesörü Randy Cornelius, gözyaşı ile ilgili çalışmalar yapan ender bilim adamlarından biri. Bu konudaki araştırmacı kıtlığı, ağlama konusundaki soruları daha da zorlu hale getiriyor.

Yılda 64 kez ağlamak

“Neden ağlıyoruz?” sorusu sorulduğunda Dr. Cornelius, “Bundan pek emin değiliz” diyor ve ekliyor: “Kuramlar yapısal olarak erkek ve kadın beyninin nasıl işleyip neleri birbirine bağladıklarıyla ilgili. Ancak henüz bir sonuç elde edilmiş değil.”

Ağlamak, bizim diğer insanlara savunmasız olduğumuzu göstermenin bir yolu. Kadınlar, duyguları paylaşma konusunda daha iyi olduğundan, onlar için aynı zamanda bir güven belirtisi ağlamak. Güven, hayatta kalmamız için gereklidir. Ancak hayatta kalma yarışında erkek eğer uluorta ağlamaya başlarsa, bu dışarıdaki insanlar tarafından yadırganabilir.

Ağlamakla ilgili şu anda üzerinde bilimsel olarak çalışılan bir diğer madde de prolaktin hormonu. Bu hormonun kadınlarda buluğ çağında, âdetlerinde, hamilelikte, emzirirken ve stres altındayken arttığı tespit edilmiştir. Oran olarak da kadın bedeninde erkeklere göre yüzde 60 daha fazla prolaktin bulunuyor. Dr. William Frey’in ortaya koyduğu kurama göre prolaktin, kadınların duygularını etkileyerek, endokrin (salgı) sistemini etkiliyor ve daha fazla ağlama eğilimi yaratıyor.

Sonuç olarak, kadınlar daha çok ağlıyor. Hatta yılda ortalama 64 kez. Erkekler ise 17. Kadınlar üzgün olduğunda, hüsrana uğradığında veya kızdığında ağlarken, erkekler ölüm gibi önemli kayıplarda, büyük hayal kırıklıklarında veya gerçekten çok sinirlendiklerinde ağlıyor.

Bu durumun şöyle komik bir tarafı da var; o da orta yaşları geride bıraktıkça kadınlar daha az ağlayıp daha fazla kızmaya başlıyor. Sebebi kadın hormonlarının azalması ve erkeklik hormonu olan testosteronun bunun yerini alması. Erkeklerde ise tam tersi, testosteron seviyesi düşerken, dişilere özgü hormonlar devreye giriyor. Ve erkekler yaşlandıkça daha çok ağlamaya başlıyor.

Gözyaşlarının iki sebebi daha

Duygular nasıl canımızı yakıp bizi ağlatmayı başarabilir? Harvard Schepens Eye Research Institute’den Hücresel Fizyoloji Doktoru Darlene Dart, ağlamanın koruyucu bir mekanizma olarak devreye girdiğini söylüyor. Derideki acı hissi veren sinirler gibi korneada da duyusal sinirler bulunuyor. Rüzgârda yürünrken veya bir soğanı dilimlerken gözdeki sinirler, istemsiz hareketleri denetleyen beyin köküne sinyal gönderiyor. Beyin kökü, gözkapaklarındaki salgı bezlerine giden hormonların salgılanmasını sağlıyor. Böylece gözyaşı üretiliyor. Bunlar “refleks gözyaşları”dır.

Ancak korneadaki sinirler aynı zamanda beyindeki cerebraya da ulaşır. Bu kez bir filmi seyrederken dökülenler gibi “duygusal gözyaşları” oluşuyor.

Ayın ağlamaklı zamanı

Hollanda’daki Tilbur Üniversitesi Psikoloji Profesörü Dr. Ad Vingerhoets, Batılı kadınların âdet dönemi ile ağlamayı ilişkilendirdiğini, ancak Batılı olmayan kadınlarda böyle bir durumun söz konusu olmadığını söylüyor.

“Crying: The Natural and Cultural History of Tears” kitabının yazarı Tom Lutz da ağlamanın iyi yönleri olduğunu vurguluyor: “Ağlamak bizi içimizdeki endişelerden uzaklaştırır. Ağladıktan sonra ferahlar, içimizdeki kargaşayı akışına bırakır ve dikkatimizi zihinden uzaklaştırıp fiziksel olana odaklarız. Hatta genel olarak da bir süre sonra konudan iyice uzaklaşıp, akmakta olan burnumuzu silmek için bir mendil bulma işine girişiriz. Bu anlamda gözyaşları, iyileşme sürecinin bir parçası olur.”
 
Başlık: Hurma halsizliğe tam çare...
Gönderen: Kahraman - 11 Aralık 2008, 11:45:11


Uzmanlar, hurmanın lif, mineral ve fenol açısından oldukça zengin bir besin maddesi olduğunu belirtti. Kalp dostu olarak bilinen elmada daha çok bakır ve çinko bulunurken, hurmada sodyum, potasyum, magnezyum, kalsiyum ve demirin iki kat daha fazla olduğu, düzenli yenilmesi halinde kalp ve damar hastalıkları riskini azalttığı ifade edildi. Yaklaşık yüzde 20 nem ihtiva eden taze hurmada yüzde 60-65 şeker ve yüzde 2 protein, kurusunda ise yüzde 75-85 civarında şeker olduğunu hatırlatan uzmanlar, hurmanın faydalarını şöyle sıraladı:

"Orucun hurmayla açılması halinde, oruçtan dolayı insanın üzerinde oluşan halsizliği birden giderir. Hurma aslında her öğünde yenilebilecek bir meyvedir. Mineraller açısından oldukça zengindir. İçeriğinde kalsiyum, potasyum, demir, B vitamini bulunmaktadır. Hurma bedeni ve zihni gelişmeyi sağlar. Kansere karşı koruyucu olduğu bilinir. Boğaz ağrısını keser. Bronşit, öksürük ve soğuk algınlığı şikayetlerini giderir. Kemik hastalıklarında faydalıdır."

Bu arada, İsrail'de yapılan bir araştırmada elma ile hurmanın yararları karşılaştırıldı. Hurmanın lif, mineral ve fenol açısından zengin olduğu, buna karşılık hurmada sodyum, potasyum, magnezyum, kalsiyum ve demir miktarlarının elmadakinden iki kat daha fazla bulunduğu, hurmanın düzenli yenmesi halinde kalp ve damar hastalıkları riskini azalttığı tespit edildi. Bu meyvelerin içindeki yararlı maddelerin daha çok kabuklarında bulunduğu kaydedildi.
Başlık: Antibiyotikleri çok seviyoruz
Gönderen: Tuğra - 13 Aralık 2008, 02:23:57
Teşekkürler Kahraman,hurmayı sadece Ramazan'ı Şerife has sanıyoruz...

*****************************

2007 verilerine göre, kullanım sıklığına göre yüzde 16,5 ile ilk sırada antibiyotikler yer alıyor. Gereksiz ilaç kullanımı Türkiyeye yıllık 1 milyar dolar maliyet getirmektedir.

Türk Eczacıları Birliği Genel Başkanı Erdoğan Çolak, Türkiye'de akılcı ilaç kullanımına dikkat edilmediğini belirterek, “2007 verilerine göre, ülkemizde antibiyotikler yüzde 16,5, romatizma ilaçları yüzde 13, ağrı kesici ve analjezikler yüzde 8,7, soğuk algınlığı ve öksürük ilaçları da yüzde 7,9 oranında kullanım sıklığına sahip” dedi.

Çolak, Türkiye'de ilaç kullanımında hekim tavsiyesinden çok kulaktan dolma önerilerin etkili olduğunu ifade etti. Başkasının tedavisinde kulanılan ilacın tavsiye edilmesi üzerine eczacıya başvuranların sayısının çok fazla olduğuna işaret eden Çolak, “Oysa her ilaç her hastayı tedavi edecek diye bir durum söz konusu değildir. Aksine, birine çok iyi etki eden ilaç, bir başka kişide tam tersi etki yaratabilir. Hatta hastayı geri dönüşü olmayan bir sonuca götürebilir” uyarısında bulundu.

İlacın, kişiye özel uygulanan tedavinin önemli bir ayağını oluşturduğuna işaret eden Çolak, hekim kontrolü olmadan kesinlikle kullanılmaması gerektiğini ifade etti. Çolak, şunları kaydetti:

“Bu çok risklidir. Hekim tarafından verilmeyen ancak başkası tarafından tavsiye edilen ilaç türlerini en çok antibiyotik, romatizma ve ağrı kesici gruplarında görüyoruz.

Geçtiğimiz yıl yapılan araştırmalar göstermiştir ki, toplam ilaç kullanımı içerisinde antibiyotikler yüzde 16,5, romatizma ilaçları yüzde 13, ağrı kesici ve analjezikler yüzde 8,7, soğuk algınlığı ve öksürük ilaçları da yüzde 7,9 oranında kullanım sıklığına sahiptir.”

AKILCI İLAÇ KULLANIMI

İlaçların akılcı kullanılmaması konusunun Türkiye'de olduğu gibi diğer ülkelerde de önemli bir sağlık sorunu ve büyük bir ekonomik yükümlülük olduğunu anlatan Çolak, bilinçsiz ilaç kullanımı sıklığının ülkemizde Avrupa ülkelerinden daha fazla görüldüğünü söyledi.

Çolak, yanlış ilaç kullanımının, hasta sağlığı açısından risk taşımasının yanı sıra vücut direncinin zayıflamasına da yol açabildiğini belirterek, “Akılcı olmayan ve gereksiz kullanılan ilaçlar, kişilerde o ilaca karşı direnç gelişmesine neden olur. Bu da ilerde oluşabilecek yeni bir hastalık durumunda aynı ilaçların etkisini düşürerek, daha yüksek dozda ilaç kullanılmasına neden olacaktır” diye konuştu.

Bilinçsiz ilaç kullanımının, ülkelerin ekonomisine zarar verdiğine dikkati çeken Çolak, “Gereksiz ilaç kullanımı Türkiye'ye yıllık 1 milyar dolar bir maliyet getirmektedir. Bu maliyetin aza indirilmesinin ülke ekonomisine getireceği yararın yanında, ilaç geri ödeme kurumlarını da olumlu anlamda etkileyecektir” dedi.

Haber Aktüel
Başlık: Bilgisayar başında çalışanlara '20-20' uyarısı
Gönderen: Tuğra - 14 Aralık 2008, 02:03:23
Göz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Özlem Evren, bilgisayar başında çalışanlara ''Bilgisayarda 20 dakika çalıştıktan sonra, gözleri kapatarak ya da uzağa bakarak 20 saniye dinlenmek gözleri korur'' uyarısında bulundu.

Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Özlem Evren, bilgisayar başında çalışanlarda gözlerde yorgunluk hissi, yanma, batma, kızarıklık, bulanık görme ve baş ağrısı gibi şikayetler ortaya çıkabildiğini belirterek, ''Bilgisayarda 20 dakika çalıştıktan sonra, gözleri kapatarak ya da uzağa bakarak 20 saniye dinlenmek gözleri korur'' uyarısında bulundu.

Evren, uzun süreli bilgisayar kullanımından kaynaklanan, ''Ekrana Bakma Sendromu'' olarak adlandırılan sorunların, göz sağlığını tehdit ettiğini vurguladı.

Günde 6 saatten fazla bilgisayar başında çalışanların yüzde 75'inde, zaman içinde gözlerde yorgunluk, yanma, batma, kızarıklık, bulanık görme ve baş ağrısı gibi şikayetler görüldüğünü anlatan Evren, ''Buradaki dikkat çekici nokta, bu sorunların daha önce göz sağlığı yerinde olanlarda ortaya çıkması'' dedi.

Bilgisayar başındaki işlerin göz sağlığına olumsuz etkisinin masa başındaki diğer işlerden daha fazla olduğunu kaydeden Evren, şöyle konuştu:

''Kitap okurken gözler aşağıya doğru baktığı için, yakına bakmak ve gözün uyum sağlaması daha kolaydır. Gözleri yormaz. Oysa, bilgisayar ekranı karşısında yazıları, gözlerimiz düz karşıya bakarken okuruz. Bu, gözleri zorlayan bir durumdur. Ayrıca, bilgisayar ekranına düz baktığımız için göz kapaklarımız daha aralıktır. Bu durum, gözyaşının daha çok buharlaşmasına ve gözün kurumasına neden olur. Ayrıca, bilgisayar başında yoğun çalışırken göz kırpma sayımız yarı yarıya düşer. Bu durum da gözlerde kuruluğa neden olur.''

-IŞIK YANSIMASI VE ÇÖZÜNÜRLÜK-

Bilgisayar ekranından ışık yansıması ve çözünürlüğün de göz sağlığı üzerinde önemli etkileri olduğuna dikkati çeken Evren, ekrandan yansıyan ışığın gözü yorduğunu bildirdi.

Bilgisayar ekranına doğru direkt aydınlatma yapılmaması gerektiğini anlatan Evren, ''Bu, bilgisayar ekranının üzerine bir ayna konularak test edilebilir. Oturduğunuz noktadan aynada bir ışık kaynağı görüp görmediğinize bakın. Aynada ışık kaynağı görüyorsanız, ekrana direkt yoğun ışık düşüyor ve yansıyor demektir'' şeklinde konuştu.

Ekranın çözünürlüğü arttıkça, yazıların daha kolay okunduğunu ve göz yorgunluğunun azaldığını belirten Evren, ''Bilgisayar başındaki göz yorgunluğunun nedenlerinden birisi de teşhis edilmemiş kırma kusurlarıdır. Özellikle gizli, yani teşhis edilmemiş hipermetropisi olanlarda bu şikayetler daha çabuk ortaya çıkar'' diye konuştu.

Evren, ''Ekrana Bakma Sendromu''nun sağlıklı bireylerde bile problem olduğu düşünüldüğünde; kuru göz sorunu olan, göz yaşı miktarını azaltan ve vücuttan su atmaya yönelik diüretik grubu tansiyon ilacı, alerji için antihistaminik, doğum kontrol hapı ya da kontakt lens kullananlarda bu sorunun daha belirgin ve hızlı ortaya çıkacağı uyarısını dile getirdi.

-ÇOCUKLAR VE BİLGİSAYAR-

Çocukların bilgisayar kullanımına yönelik açıklamalar da yapan Evren, şunlara dikkati çekti:

''Çocuklar bilgisayar oyunlarına kendilerini çok kaptırırlar ve genellikle yorulduklarını fark etmeden gözlerini son noktaya kadar zorlarlar. Çocukların mükemmel uyum mekanizmaları olduğu için, gözleri ağrısa da kızarsa da bundan şikayetçi olmazlar. Bu da olumsuz durumun farkına varılmasını zorlaştırabilir. Göz kızarıklığı ve gözlerini ovuşturma, böyle bir durumda ortaya çıkan sorunların başındadır.''

Çocuklar için önemli başka bir durumun da bilgisayarların yetişkinlere göre ayarlanması olduğunu kaydeden Evren, çocukların bilgisayar karşısında ekrana bakmak için başlarını daha fazla kaldırmak zorunda olduklarını bildirdi.

Evren, bunun, çocukların göz kaslarının daha çok yorulmasına, gözlerinin kurumasına ve duruş bozukluklarından dolayı olumsuz beden gelişimine neden olduğuna dikkati çekti.

-NELER YAPILMALI-

Evren, bilgisayar kullanan çocukların gözlerini korumak için şu önlemlerin alınması gerektiğini bildirdi:

-Kırma kusurunu araştırmak için mutlaka göz muayenesi olmaları gerekir.

-Bilgisayar kullanım süreleri günde en fazla 3-4 saat ile sınırlandırılmalıdır. Her saat başında en az 10 dakika ara vermeleri, oturdukları yerden kalkarak hareket etmeleri sağlanmalıdır.

-Bilgisayar ekranının yüksekliği boylarına uygun olmalıdır.

-Ortam aşırı aydınlatılmamalıdır.

-Bilgisayar ekranının çözünürlüğü yüksek ve mümkünse yansıma yapmayan cinsten olmalıdır.

Evren, erişkinlere yönelik de şu tavsiyelerde bulundu:

-Teşhis edilmemiş bir kırma kusuru açısından göz muayenesinden geçmeleri yararlı olur.

-''20-20'' kuralına uymak yararlıdır. Bilgisayarda 20 dakika çalıştıktan sonra, gözleri kapatarak ya da uzağa bakarak 20 saniye dinlenmek gözleri korur.

-Bilinçli olarak gözleri kırpmak göz yaşı kaybını azaltır.

-Bilgisayar ekranı göz hizasının altında olmalıdır. İdeali, bilgisayar ekranının orta noktasının, göz hizamızın 8-10 santimetre altında olmasıdır.

-Fazla yansımaya neden olacağı için bilgisayar ekranı pencereye dönük olmamalıdır. Daha ideali yansıma yapmayan ekran kullanmaktır.

-Çalışma ortamı fazla aydınlatılmamalıdır. Aşırı aydınlatma yapan masa lambalarından kaçınmak gerekir.

-Ekrandaki yazıların netliği ve rengi önemlidir. Görüntü yenileme frekansı yüksek ekranlar daha kolay okunabilir görüntü sağlar. Ayrıca beyaz zemin üzerine siyah yazı karakterleri, siyah zemin üzerine olanlardan daha az yorucudur.

-Çalışma ortamındaki havanın fazla kurumasını önlemek ve nemlendirmek çalışma konforunu artırır.

-45 yaş üzerinde ve yakın gözlüğü takma ihtiyacı olanlarda yakın gözlüğü dışında, bir de bilgisayar ekranına odaklanan 'Bilgisayar Gözlüğü' kullanılması, ekrana aşırı yaklaşma gerekliliğini azaltır, okuma kolaylığı sağlar.

-Tüm bu önlemlere rağmen gözlerde kızarıklık, batma, yanma şikayetleri oluyorsa, koruyucu içermeyen yapay göz yaşı damlaları kullanılabilir.

-Sorunlar erken dönemde fark edilir ve gerekli basit önlemler alınırsa, kalıcı hale ddönüşmesi önlenir.

haber aktüel
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Lika - 14 Aralık 2008, 02:19:09
Teşekkürler Tuğra ve Kahraman.
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: ay-yüzlüm - 14 Aralık 2008, 02:28:56
Teşekkürler Tuğra ve Kahraman.
Başlık: Grip aşısıyla ilgili doğru bilinen 5 yanlış...
Gönderen: Kahraman - 14 Aralık 2008, 10:42:05


Grip aşısıyla ilgili doğru bilinen 5 yanlış

 
Soğuk algınlığından daha kötü belirtiler gösteren grip yüksek ateş, baş ağrısı, öksürük, halsizlik ve kas ağrılarıyla kendini gösteriyor ve bu hastalıktan sadece aşı ile korunulabiliyor.

Foxnews'de yer alan habere göre, Amerikan Hastalık Kontrolü ve Önleme Merkezi (CDC)'nin raporunda, herkesin her yıl grip aşısı olması tavsiye ediliyor. Çünkü influenza, sonbahar ve kış aylarında görülen en yaygın ve öldürücü virüsten biri. Grip nedeniyle her yıl yaklaşık 200 bin kişi hastaneye yattığı ve 36 bin kişinin ise griple bağlantılı komplikasyonlardan dolayı hayatını kaybettiği belirtiliyor.

Amerikan Hastalık Kontrolü ve Önleme Merkezi (CDC), 2 yaş ve üstündeki herkesin her yıl aşılanmasını önerirken, 2-18 yaş arası ile 65 yaş ve üstü yaş gruplarının, bağışıklık sorunu olan kişilerin özellikle aşılanması gerektiğini ekliyor. Grip aşısının yanında, burun spreyi olarak kullanılan aşının 50 yaş altındaki kişiler için uygun olabileceği belirtiliyor. Geleneksel aşıya benzemeyen ve 2 doz şeklinde uygulanan burun spreyi virüse karşı yeterli koruma sağlıyor.

Grip aşısıyla ilgili birçok doğru bilinen yanlışlar bulunuyor. işte bunlardan en popüler olan 5 tanesi şöyle:

Ben sağlıklıyım, aşıya ihtiyacım yok: Birçok sağlıklı insanın griple ilgili komplikasyonlara karşı risk altında olmadığı doğru, fakat çevrenizdeki insanlar risk taşıyabilir. Genç-yaşlı insanlar ve bağışıklık sistemi güçsüz insanlarla düzenli olarak görüşen birinin aşılanması gerekiyor.

Grip aşısı beni grip yapabilir: Uzmanlar bunun efsane olduğunu söylüyorlar. Grip aşısı aktif olmayan 3 virüs içeriyor. Ancak bu virüs ölü ve vücutta yeniden çoğalamaz. Fakat virüse karşı bağışıklık sağlamak vücudu harekete geçirebilir. Suçiçeği aşısına benzeyen "Flumist" isimli burun spreyi ise etkisi zayıflatılmış canlı virüs içeriyor. Zayıflatılmış virüs vücudu hasta yapacak kadar güçlü değil, fakat gribe karşı korumaya yarayan antikorların çoğalmasına yardımcı oluyor.

Geçen yıl aşı olmama rağmen yine de hastalandım: Birçok kez insanlar, soğuk algınlığı ile gribi karıştırabiliyorlar. Her zaman gribe ateşin eşlik etmesine rağmen, soğuk algınlığında ateş çok nadir görülüyor. Bunun gibi hapşırma ve burun tıkanıklığı ise sadece soğuk algınlığında görülen belirtilerdir. Maalesef grip aşısı soğuk algınlığına karşı korumuyor.

Aralık ayındayız, aşı Eylül veya Ekim aylarında yapılıyor: Amerika'da grip Eylül ayının başlarında görülmeye başlıyor. Fakat hastalığın görülmesi Mart ayına kadar devam ediyor. Bu da grip aşısı olmak için uzun bir süre olduğunu gösteriyor. Grip Şubat ayında doruk noktasına ulaşırken, aşı bu dönemde ve hatta Mart ayında bile yaptırılabilir.

Bazen aşı işe yaramıyor: "Geçen yıl aşı olmama rağmen yine de hastalandım" diyen birçok insan var. Amerikan Hastalık Kontrol Merkezi'nin yaptığı çalışmaya göre, geçen yıl grip aşısının koruyuculuk oranı yüzde 44 olarak belirlendi. Grip aşısının her sene yeniden hazırlanmasına rağmen ideal şartlardaki koruyuculuğunun en fazla yüzde 70-90 olduğu belirtiliyor. Aşı içinde bulunan virüslerle o yıl gribe sebep olan virüslerin yapısal özelliklerinin birbirine benzemesiyle ilgilidir. Fakat geçen sene bu oran çok düştüğü için aşının etkisi azaldı
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: duha - 14 Aralık 2008, 16:14:34
ben de bu madurlar içerisindeyim.kasım ayında grib aşısı oldum.geçen yıl da olmuştum çok memnun kaldım.ama şu günlerde etkisini hiç göremiyorum.yazıda soğuk algınlığı ve grib karıştılıyor denmiş acaba ben de mi karıştıyorum e52))
Başlık: Kaynana Kalpten Götürebilir
Gönderen: Tuğra - 14 Aralık 2008, 21:15:41

Kayınvalideyle birlikte aynı çatı altında yaşamak gelinlerin sağlığını olumsuz etkiliyor.
 
Bilim adamlarına göre, geniş ailede yaşayan kadınların ciddi kalp hastalıklarına yakalanma riski diğer kadınlara göre 3 kat daha fazla.

Daily Mail gazetesinin haberine göre, bilim adamları evde hem bir kız evlat hem anne hem de eş rollerinin stresiyle yaşamanın, tansiyonun yükselmesine ve hatta şeker hastalığına yol açarak kalp sorunlarının kapısını açtığını belirttiler.

Japon bilim adamları, aile hayatının sağlık üzerindeki etkisini anlamak için sağlıklı orta yaştaki 91 bin kadın ve erkek üzerinde 14 yıl süren araştırma yaptı.

1990-2004 yılları arasında araştırma kapsamındakilerden 671'inde koroner damar hastalıkları görüldü. 339 kişi kalp hastalığından ölürken 6255'i diğer sebeplerden hayatını kaybetti.

Araştırma sonucunda, geniş ailede yaşayan kadınların kalp hastalığına yakalanma riskinin sadece eşiyle yaşayanlara oranla 3 kat fazla olduğu belirlendi. Araştırmaya göre, çocuklarla yaşamak da çocuksuz yaşayanlara oranla bu riski iki kat artırıyor.

Halk sağlığı uzmanı Prof. Hiroyasu İso, geniş ailede yaşamanın kadını kalp hastalığına yatkınlığı artıran sigara, içki gibi alışkanlıklardan uzak tuttuğunun düşünüldüğünü hatırlatarak, ancak "çeşitli aile rollerini üstlenmekten kaynaklanan stresin" kadının bu hastalıklara karşı hassasiyetini önemli ölçüde artırdığını söyledi.
 
Aktif Haber
Başlık: Uzmanlar uyarıyor: Doğal içecek tercih edin!
Gönderen: Lika - 15 Aralık 2008, 20:43:52
Uzmanlar sağlıklı yaşam için doğal içecek tüketilmesinin önemine dikkati çekiyor.



Uzmanlar uyarıyor: Doğal içecek tercih edin!

Tüketicilerin bir bardağının maliyeti 10 YKr olan portakal suyu ile bir litresi 40 YKr olan süt yerine, ortalama 2-3 katı yüksek fiyattan satılan asitli içecekleri tercih etmesi üreticileri zor durumda bırakırken, uzmanlar sağlıklı yaşam için doğal içecek tüketilmesinin önemine dikkati çekiyor.

AA muhabirinin derlediği bilgiye göre, genellikle ilkbaharda sütün çoğalmasıyla fiyatlar düşerken bu yıl talebin az olması nedeniyle kış aylarında düşüş yaşandı. Geçtiğimiz yılın bu aylarında sütün litresi üreticilerde 60 YKr'ye satılırken, bu yıl 40 YKr'ye satılmasına rağmen vatandaşlar tarafından fazla tercih edilmiyor.

Bir bardağı 10 YKr'ye mal olan portakal suyu yerine de asitli içeceklerin daha fazla tüketilmesi üreticileri zor durumda bırakırken, uzmanlar ise sağlıklı yaşam için portakal suyu ile sütün daha fazla tüketilmesi gerektiğini söylüyor.

Tarsus Ziraat Odası Başkanı Ali Ergezer, AA muhabirine yaptığı açıklamada, dünyanın önemli narenciye üretim merkezlerinden biri olan Akdeniz Bölgesi'nde bile vatandaşların kendi ürünleri yerine asitli içecekleri tükettiğini belirterek, bu alışkanlığın değiştirilerek doğal içeceklere olan ilginin artırılması gerektiğini bildirdi.
Ergezer, şunları söyledi:

''Bölge olarak önemli narenciye üretim merkezlerinden biriyiz ama kendi ürünümüze yeteri kadar sahip çıkamıyoruz. Bugün çoğu kurumda misafirlere çay veya asitli içecekler ikram ediliyor. Bunu yaparak ürünümüze sahip çıkmadığımız gibi ekonomik olarak da kaybımız oluyor. Bir bardak çay bile 14 YKr'ye mal olurken 10 YKr'lik taze meyve suyuna sırt çevirmeyi anlamak mümkün değil.

Oda olarak tüm misafirlerimize portakal suyu ikram ediyoruz. Bunun yaygınlaşması için de Tarsus'taki tüm kamu kurum ve kuruluşlarına dakikada 38 adet portakalın suyunu sıkabilen makineden hediye etmeyi planlıyoruz. Şu an makinenin maliyeti 2 ile 2,5 bin YTL arasında. Eğer bize destek verilirse toplu alım yaparak bu maliyet daha da aşağılara çekilebilir. Bu sayede vatandaşların vitamini bol doğal bir içecek tüketmelerini sağlamamızın yanında üreticilere de destek vermiş olacağız.''

Ergezer, okul kantini işletmecilerinin de bu makineden alarak öğrencilere portakal suyu tüketimi alışkanlığı kazandırmaları gerektiğini belirterek, ''kaymakamlıklardan tüm kantinlere portakal sıkma makinesi bulundurma zorunluluğu getirmesini'' istedi.

-''SÜT DE İLGİ GÖRMÜYOR''-

Adana'nın İmamoğlu ilçesinde mandıra işletmeciliği yapan Zeynel Kültüroğlu da, süt fiyatlarının geçtiğimiz yıllara göre ilk kez bu kadar düştüğünü belirterek, buna rağmen gereken ilgiyi görmediğini söyledi.


Genellikle ilkbahar aylarında fiyatların düştüğünü ifade eden Kültüroğlu, ''22 yıldır mandıra işletmeciliği yapıyorum. Bu yıl ilk kez kış aylarında fiyat 40 YKr'ye kadar düştü. Buna rağmen tüketimde herhangi bir değişiklik yok. Vatandaşların içecek tüketiminde çay ve kolaya ağırlık vermesi ürünümüzün satışı için uygun pazarın oluşmasında sıkıntı yaratıyor'' dedi.

-''DOĞAL İÇECEKLERİ TERCİH EDİN''-

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi diyetisyeni Özgen Arı ise besin değeri olmayan, kafein içeren asitli içecekler yerine doğal içeceklerin tüketilmesi gerektiğini belirtti.

Portakal suyunun antioksidan ve bol c vitamini içeriği nedeniyle sağlıklı yaşam için tercih edilen içeceklerden biri olması gerektiğini belirterek, şöyle konuştu:

''Besin değeri olmayan içecekler yerine kalsiyum ve protein oranı yüksek süt ile c vitamini deposu portakal suyu tüketilmeli. Çünkü portakal suyu c vitamini aşısından zengin sütün de çok sayıda faydası var. Sütün kalsiyum ve protein oranı çok yüksek olduğu gibi, d vitamini içeriğiyle de kemik sağlığı için önemli. Bu faydaları göz önünde bulundurulduğunda asitli içecekler yerine doğal içecekleri tüketilmeli.''

 iyibilgi.com
Başlık: Odanız güzel koksun ama...
Gönderen: Tuğra - 15 Aralık 2008, 22:59:30

Oda spreyi, kötü kokuları önleyici kimyasallar, kokulu mumlar ve tütsüler ortamın daha güzel kokması için başvurulan yöntemler. Ancak, bu güzel kokuların sağlık üzerine etkileri tartışma konusu.

Oda kokularıyla kötü kokunun kaynağının ortadan kalkmadığını sadece maskelendiğini söyleyen Suadiye Memorial Tıp Merkezi Göğüs Hastalıkları Bölümü’nden Uz. Dr. İlkay Keskinel, tütsü, mum ve oda kokularının zararlı etkilerine dikkat çekiyor:

ASTIM HASTALARININ EN BÜYÜK DÜŞMANI

Aerosol şeklindeki oda kokuları; propan, bütan ve izobütan gibi petrokimyasal itici gazlar içerebilirler. Oda spreylerinden havaya yayılan gözle görünmeyecek kadar küçük parçacıklar, nefes almakla akciğere ulaşır. Özellikle astım gibi altta yatan bir sorun varlığında, hava yollarını rahatsız eden bu gazlar, yüksek doz kullanımında sinir sistemi üzerine de olumsuz etki yapmaktadır.

Ayrıca, hem bu itici gazlar, hem de oda kokularındaki güzel kokulu kimyasallar, göz ve deri problemlerine de neden olabilirler.

Oda deodorantlarının yanı sıra naftalinde de bulunan paradiklorobenzen, gözler ve üreme sistemi üzerine zararlı etkilidir, kansere yol açma olasılığı vardır. Limon/portakal kokusu veren limonen, nefes darlığına yol açabilir; göz ve burun alerjisine sebep olabilir. Bazı fitilli deodorantlar, formaldehit içerebilirler. Bu madde sadece havayolu, burun ve gözlerde tahriş yapmaz, aynı zamanda karaciğer bozukluğu ve kansere de neden olduğu iddia edilmektedir. Kimi katı hava temizleyicilerde bulunan kamfor, nefes darlığı, halsizlik, baş dönmesi ve baş ağrısı gibi belirtilere de yol açabilir.

ODA SPREYLERİ ÇOCUKLAR İÇİN ZARARLI OLABİLİR

Oda spreyleri havada asılı kalmayıp yere, halılara ya da mobilyaların üzerine de iner. Özellikle emekleyen veya yerde oyun oynayan çocuklar, ellerini ağızlarına götürdüklerinde bu maddelere ağız yoluyla da maruz kalmış olurlar.

KOKULU MUM VE TÜTSÜLER KANSERE DAVETİYE ÇIKARIYOR

Oda kokularına benzer şekilde, kokulu mumlar, potpuriler ve tütsüler de sağlığa zarar verebilir. Mumlar yandıklarında asetaldehit, formaldehit, naftalin gibi organik kimyasal maddeleri havaya yayar. Yine mumun yanmasıyla oluşan siyah isin tortusu aslen karbondan oluşsa da, ftalat ve uçucu organik bileşikler (benzene, toluen gibi) içerebilir. Bunlar havadan nefes yoluyla alınabileceği gibi, özellikle elektrik yüklü yüzeylere (televizyon, bilgisayar, plastik örtüler gibi) kolayca çekilirler. Bu maddelerin kanser ve sinir sistemi hasarı yapabilecekleri bilinmektedir.

Ayrıca, bazı mum fitillerinde bulunan kurşun da mumun isine karışabilir. Kurşun, özellikle çocuklarda sinir sistemi hasarı ve öğrenme güçlüğü yapabilir.

Tütsülerin yakılmasıyla havaya karışan küçük parçacıklar, solunum yollarını tahriş edebilir, astımı tetikleyebilir, çeşitli cilt yakınmalarına neden olabilir hatta kansere yol açabilir. Gebelik ve emzirme döneminde evlerinde tütsü yakılan çocukların ileride lösemi risklerinin arttığı iddia edilmektedir. Tütsü ve mumların yakılması ile polisiklik aromatik hidrokarbonlar da açığa çıkar. Bu maddeler, gaz ve dizel yakıtları ile de havaya karışmaktadır ve bebeklerin düşük doğum tartısıyla doğmasına neden olmakta, bunun yanı sıra kansere sebebiyet verebilmektedir.

KURUTULMUŞ KOKULU ÇİÇEKLER DE RİSKLİ

Torbalarda ya da kaselerde kullanılan ve kurutulmuş çiçek ve yapraklardan oluşan potpuriler nispeten daha güvenli olsalar da, kimi zaman paradiklorobenzen içerebilirler. Bu madde naftalinde de kullanılan bir böcek öldürücüdür ve kanser yapma olasılığı vardır. Kısaca, burada adı geçen ya da geçmeyen koku verici ürünler, solunum sistemi yakınmaları (Nefes darlığı, burun tıkanıklığı, öksürük, astım krizi), cilt belirtileri (Egzama, kaşıntı, döküntü), bulantı, gözlerde kuruma/yaşarma, çift görme, kulak çınlaması, baş ağrısı, baş dönmesi, konsantrasyon güçlüğü, huzursuzluk gibi sinir sistemi yakınmalarına yol açabilir.

CAMLARI AÇIN, BIRAKIN TEMİZ HAVA EVİNİZE DOLSUN

Evleri kokularla “temiz”lemek yerine, basitçe temiz ve nemden uzak tutmak, bunun yanında sık sık havalandırmak tercih edilmelidir. İnatçı kokuların nedenini ortadan kaldırmak için karbonat ve sirke gibi doğal maddelerden yararlanılabilir.

Kaynak: ntvmsnbc.com
Başlık: Karaciğer hakkında 14 önemli soru
Gönderen: Tuğra - 16 Aralık 2008, 20:23:07
Teşekkürler Kahraman
************************

Karaciğer hastalıklarının görülme sıklığı her geçen gün daha da artıyor. Karaciğer hastalıklarını tetikleyen en başlıca etken ise alkol kullanımı. İşte 14 soruda karaciğerimiz.

Vücudun "can damarı" olarak da adlandırılan karaciğer, birçok metabolik işlevi yerine getirmenin yanı sıra, kanın pıhtılaşma oranını ayarlar ve kendini yeniler. Peki karaciğer rahatsızlandığı taktirde neler olur? Kadıköy Şifa Tıp Merkezi Dahiliye Uzmanı Dr. İrfan Berber, karaciğerimizi ilgilendiren en önemli 14 soruyu cevaplandırdı.

1) Rahatsızlık geçiren bir karaciğer tekrar eski sağlığına kavuşabilir mi?

Evet kavuşabilir. Çünkü karaciğer kendini sürekli olarak yenileyen bir organdır. Karaciğerin üçte ikisi zarar görmüş olsa bile, eski sağlığına tekrar kavuşabilir. Fakat çok fazla zorlandığında (alkol, ilaç) o da pes edebilir. Vücudu zehirli maddelerden arındıran bu organda sinir bulunmadığından dolayı, karaciğerde meydana gelen bir rahatsızlık ağrılara yol açmaz. Bu sebepten dolayı da rahatsızlık ne yazık ki ancak ileri bir aşamada tespit edilir. Hasta her zaman eski sağlığına kavuşmaz, bu geçirilmekte olan rahatsızlığın türüne bağlıdır.

2) Karaciğerimizde bir sorun olduğunu nasıl anlarız?

Karaciğerle ilgili sorunlar karnın üst kısmında şişlik ve aşırı tokluk hissi şeklinde kendini gösterir. Uzun süreli sıkça nükseden halsizlik de önemli belirtiler arasında yer alır. Bu durumların sık yaşanması halinde, sebep mutlaka bir hekim tarafından araştırılmalıdır. Ancak bazen sinsi seyreden hastalıklar rastlantısal olarak fark edilir. Bu nedenle taramalar önemlidir.

3) Karaciğer problemleri sadece aşırı alkol alan kişilerde mi meydana gelir?

Bu yanlış kanı oldukça yaygındır. Her ne kadar gelişmiş ülkelerde kronik bir karaciğer rahatsızlığından yüzde 30 ile 40 arasında alkol tüketimi sorumlu olsa da, karaciğer rahatsızlıklarının başka sebepleri de vardır. Örneğin kimyasal maddeler, ilaç veya virüse bağlı enfeksiyonlar da karaciğerin rahatsızlanmasına sebep olabilir. Ülkemizde ise viral hepatitler ön plandadır.

4) Hangi virüsler karaciğere zarar verir?

Çoğu vakada en önemli etken Hepatit B virüsüdür. Toplumda Hepatit C de gittikçe yaygınlaşmakta olup, benzer bulaşma yolları mevcuttur. Bu virüs her türlü vücut sıvısından bulaşabilir. Özellikle prezervatif kullanmadan bulunulan cinsel ilişkiler, bu virüsün bulaşmasına ve hastalıklara yol açmasına neden olur. Bunun dışında dövme yapılırken, manikür, pedikür yapılırken kullanılan aletler, hijyenin iyi olmadığı dental ve tıbbi uygulamalar ve anneden bebeğe aile içi bulaşma da en önemli virüs bulaşma yollarıdır.

5) Virüs vücutta nelere yol açar?

Hepatit B virüsü karaciğerin parçalanmasına neden olur. Virüsün vücuda girmesiyle hastalığın ortaya çıkması arasında geçen süre 30 ile 180 gündür. Fakat belirtiler tam olarak bir karaciğer enfeksiyonu sinyalini vermez. Daha çok halsizlik ve soğuk algınlığında yaşanan ağrılara benzerler. Bu durum uzun süre devam ederse, mutlaka karaciğerin değerleri kontrol ettirilmelidir.

6) Hepatit neden bu kadar tehlikeli bir hastalık?

Sağlıklı bir bağışıklık sistemi birçok virüsle tek başına savaşabilir. 1 - 6 ay kadar süren bir dönemden sonra hastalık tamamen yenilmiş ve vücut bu hastalığa karşı ömür boyu sürecek bir bağışıklık kazanmış olur. Fakat vakaların yüzde 5 ile 10'unda Hepatit kronikleşir. Yani virüsler karaciğerde kalır ve zarar vermeye devam eder. Yıllar sonra bu durum siroz veya karaciğer kanserine dönüşebilir.

7) Hepatit ve sarılık aynı şey mi?

Hayır. Gözlerde veya vücutta meydana gelen sarılaşma, karaciğerle ilgili bir rahatsızlıktan dolayı kanda artan safra miktarına bağlı olarak ortaya çıkar. Bu durum ancak her iki vakada bir meydana gelir.

8) Hepatit A hangi durumlarda bulaşır?

Hepatit A özellikle temiz olmayan suları içmek suretiyle ağız yoluyla veya tuvalet gibi yerlerden bağırsak yoluyla vücuda bulaşır. Bu nedenle az gelişmiş bölgelerde musluktan su içilmemesi ve içeceklerin buzsuz tüketilmesi gerekir.

9) Kronik Hepatit olması durumunda sürekli yatak istirahatı mi gerekir?

Hayır, halsizlik gibi şikayetler zaman zaman oluşur. Fakat bunlar uzun süreli değildir. Kronik vakalar günlük hayatlarına normal bir şekilde devam edebilir. Fakat siroz veya kanser olma riskleri oldukça yüksektir. Bu sebeple takip gerekir, hangi hastanın ne şekilde tedavi edileceği hastanın durumuna ve hastalık aktivitesine göre değişkenlik gösterir.

10) Siroz nasıl bir hastalıktır?

Yumuşak bir dokuya sahip olan karaciğer, siroza yakalanması durumunda küçülür ve yumruk büyüklüğünde bir boyuta ulaşır. Karaciğer bu durumda sertleşir ve etrafını doku kaplar. Karaciğer bu durumda işlevini yerine getiremez ve hayati tehlike oluşur. Eğer siroz zamanında tedavi edilir ve küçülme durdurulabilirse, hastalık uzun yıllar hastaya sorun çıkarmadan takip edilebilir.

11) Karaciğer yağlanması nasıl olur?

Alkolün yüzde 90'ı karaciğer tarafından vücuttan atılır. Karaciğer bu işlem sırasında zehirli bir madde üretir. Bu madde karaciğer için son derece zararlıdır. Çünkü karaciğerde yağ hücrelerinin oluşmasına neden olur ve aşırı derecede alkol tüketimiyle karaciğerin yağlanmasına yol açar. İleri safhalarda karaciğerde bağ dokusu oluşur ve siroz olur. Ancak karaciğerin yağlanmasında tek sebep alkol değildir. İlaçlar, enfeksiyonlar, tiroid hastalıkları, diyabet gibi pek çok metabolik hastalık benzer bir görünüm yaratabilir.

12) Karaciğerin alkol limiti nedir?

Bu daha çok bünyeye bağlıdır. Yani alkolün karaciğerden ne kadar çabuk atılması ile ilgilidir. Dünya Sağlık Örgütü'nün belirlediği haftalık alkol limitleri vardır.

13) Karaciğerin sağlıklı olduğu nasıl anlaşılır?

Doktor tarafından kan testi yoluyla karaciğerin değerleri ölçülerek bir terslik olup olmadığı anlaşılabilir. Ayrıca tomografi, sonografi ve buna benzer tetkikler de gerekli olabilir. Şüpheli olup, karar verilemeyen vakalarda olay biyopsi alımı ile patolojik tanı boyutuna uzayabilir.

14) Beslenme konusunda nelere dikkat edilmeli?

Özellikle hayvansal yağlar karaciğer için oldukça zararlıdır. Bunun yerine bitkisel veya balık yağları tercih edilebilir. Özellikle bakliyat, filiz ve balık ürünleri. Şeker vücutta yağa dönüştürüldüğü için, şeker tüketiminde de daha dikkatli olmak gerekir. Ağırlıklı olarak sebze ve meyve tüketmeye özen gösterilmelidir. Ayrıca hijyen şartlarına, katkı maddeleri içeren ürünlere, bilinçsiz, doktor önerisi olmadan ilaç ve destek ürünü kullanmamaya dikkat edilmelidir.

haber aktüel
Başlık: ABD’nin ilk yüz nakli yapıldı
Gönderen: Tuğra - 17 Aralık 2008, 13:30:13
Birkaç hafta önce Ohio eyaletindeki Cleveland kliniğinde yapılan operasyonda bir kadın donörden alınan yüzün yüzde 80’i, kadın hastaya nakledildi.

Dünyada ilk kısmi yüz nakli Fransa’da 3 yıl önce bir köpeğin yaraladığı bir kadına yapılmıştı.

MILWAUKEE - ABD’de ilk kez, hemen hemen tüm yüz nakli yapıldı.


ABD’nin Ohio eyaletindeki Cleveland kliniğinden yapılan açıklamada, yüz nakli ameliyatının birkaç hafta önce yapıldığı kaydedildi. Hastane sözcüsü, Dr. Maria Siemionow’un, bir kadın donörden alınan yüzün yüzde 80’inin kadın hastaya nakledildiğini belirtti. Hastanın yaşı ve adı açıklanmadı.

Dünyada ilk kısmi yüz nakli Fransa’da 3 yıl önce bir köpeğin yaraladığı bir kadına yapılmıştı. Daha sonra bir ayının saldırısına uğrayan Çinli çiftçi ve genetik durumu nedeniyle biçimsiz bir yüze sahip olan Avrupalı bir kişiye de yüz nakli yapılmıştı.

AA
Başlık: İngiltere'yi deli dana korkusu sardı yeniden
Gönderen: Tuğra - 18 Aralık 2008, 12:58:08
İngiltere'de uzmanların, 164 kişinin ölümüne yol açan deli dana hastalığının yeni dalgasının ortaya çıkmış olmasından ve yeni bir ölüm dalgası yaratmasından çekindiği açıklandı.

BBC'de yayımlanan Newsnight programında ortaya atılan iddiaya göre, hastalık yeni bir genetik yapıyla, yeni bir dalga olarak bir kez daha ortaya çıkarken, bu yeni dalganın en az 350 kişinin ölümüne yol açması bekleniyor.

Daha önce ülkede etkili olan ve hastalıklı hayvanlardan insana geçen,164 kişinin ölümüne yol açan tipten farklı olan bu yeni dalganın varlığını, hükümetin danışmanı Prof. Chris Higgins de kabul etti. Higgins, hastalığın etkilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, ölümler de olabileceğini ve ölü sayısının 350'ye kadar ulaşabileceğini doğruladı.

Prof. Higgins, Newsnight programında yaptığı açıklamada, hastalığın varlığının klinik düzeyde tespit edildiğini, ancak resmi olarak teyit edilebilmesi için beyin biyopsisi gibi daha ileri testlerin yapılmasına ihtiyaç bulunduğunu ifade etti.

Hastalığın yeni tipinin kendine özgü genetik yapısı bulunması ve yeni bir tipin ortaya çıkışını kanıtlaması uzmanları endişelendiriyor.

Aberden Üniversitesi Bakteriyoloji uzmanlarından Prof. Hugh Pennington da yaptığı açıklamada, yeni ortaya çıktığı belirtilen yeni tip deli dana hastalığının ilk salgınla aynı zamanda ortaya çıkmış olabileceğini, ancak bu yeni tipin daha uzun bir kuluçka dönemi olduğu için yeni tanımlanmakta olabileceğini belirtti.

Pennington, yeni dalgayı oluşturan genetik yapının daha uzun kuluçka dönemi olduğu için, hastalığın kişiye bulaşmasıyla belirtilerinin ortaya çıkmasının daha uzun zaman almış olabileceğini söyledi.

Bu arada yakınlarını hastalık yüzünden kaybeden aileler de hastalıkla mücadele için başlattıkları kampanyaları sürdürüyor. 24 yaşındaki oğlunu bu hastalıktan geçen yıl kaybeden Christine Lord, Başbakan Gordon Brown'ın konutuna giderek delikçe bıraktı ve hastalıkla ilgili araştırmalara ağırlık verilmesini, hükümetin bu konuda daha çok çaba göstermesini istedi. Lord, "İnsanlar bu hastalığın ortadan kalktığını sanıyor, ama hala sessiz sedasız insanlar ölmeye devam ediyor" dedi.

Haber Aktüel
Başlık: Sağlık efsaneleri yalan çıktı
Gönderen: Tuğra - 20 Aralık 2008, 22:57:15
Bildiğiniz tüm sağlık efsanelerini çöpe atın...

Çocuklarınızın kilosu aşırıya kaçmaya başladıysa suçu şekere atmayın, vücudunuzdaki fazlalıkların sorumlusu olarak da gece geç saatte yenen yemekleri göstermeyi unutun. ABD, Indiana Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Rachel Vreeman ve Aaron Carroll’ın British Medical Journal’da yayımlanan çalışması, sağlık konusunda mitleşen ama arkasında bilimsel gerçekler olmayan yanlış bilgilere dikkat çekiyor. İşte bu medikal mitler ve doğruları...

Şeker çocukları hiperaktif yapar: Çoğu anne-baba, bir şişe koladan sonra çocuklarında normalden fazla bir enerji gördüğünü düşünür ama çocuk doktorları Vreeman ve Carroll, şekerin, çocukların kontrolden çıkması konusunda suçlanamayacağı kanısında. Bu konuda yapılan 12 ayrı deneyde de çocukların şekeri fazla tükettikleri zamanla aksi durumdaki davranışları arasında belirgin bir fark görülmedi. İki uzman, şeker yedikten sonraki çocukla yemeden önceki çocuk arasındaki farkın sadece anne-babaların zihninde olduğunu söylüyor.

İnsanın en çok başı üşür: Yaygın kanı, kış soğuğunda sıcak kalmanın en etkili yolunun başa bir şapka geçirmek olduğudur. ABD ordusunda kullanılan bir el kitapçığında da belirtildiği gibi, insanın, vücut ısısının yüzde 40-45’ini başı üşürse kaybettiği düşünülür. Ancak uzmanlara göre bu bilgi de hatalı. Aslında insanların baş bölgeleri aracılığıyla kaybettikleri miktar, vücut ısılarının yüzde 10’u kadar. Hava soğukken bir şapka takmak faydalı olsa da, vücut ısısını koruma konusunda çok büyük bir etki söz konusu değil.

Gece yemekleri kilo aldırır: Gece geç saatte yemek yemekten kaçınmanın kilo vermeye yardımcı olduğu söylenir. İsveç’te yapılmış bir araştırmaya göreyse obez kadınlar zayıf hemcinslerinden daha geç yemek yeseler de kilolu olmalarının asıl sebebi, yedikleri miktarın daha fazla ve yemeğe ayırdıkları sürenin de daha uzun oluşu. Özetle uzmanlara göre mühim olan, yemeğin yendiği saat değil, ne kadar yendiği...

Soğuk hava-intihar ilişkisi: Dr. Vreeman, “Uyumsuz ailelerin, yalnızlığın ve karanlık, soğuk kış aylarında daha çok depresyona girilmesinin intiharların sayısını artırdığı düşünülür” diyor. Ancak kış ayları bazıları için zor geçse de intihar oranlarının artığına dair bir kanıt yok. Ayrıca araştırmacılara göre, insanların karanlık kış aylarında intihar ettikleri yanlış bir bilgi çünkü verilere göre dünya genelinde intiharlar en çok ılıman aylarda tırmanışa geçiyor.

Haber3
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Fatihan - 20 Aralık 2008, 23:06:40
insanlar hangi birisine inanacağını şaşırmış durumda zaten.....

Bilim dünyası (!) bir gün ak dediğine öbür gün kara diyor.
Başlık: Sigaranın Ağıza verdiği Zarar
Gönderen: Tuğra - 23 Aralık 2008, 01:50:02

Sigaranın, vücuda giriş yeri olan ağız boşluğunda yaptığı zararlı etkilerin azımsanmayacak ölçüde olduğunu dile getiren Diş Hekimi Hakan Erdoğan...

Diş Hekimi Hakan Erdoğan, Online Sağlık'a (www.onlinesaglik.com) yaptığı açıklamada, dünyada 1.1 milyar kişinin, Türkiye'de de yetişkin nüfusun yaklaşık yarısının sigara içtiğini, ülkede her yıl 100 bin kişinin sigaraya bağlı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybettiğini söyledi.

Kullananların yarısında akciğer, yemek borusu gibi pek çok kanser türüne neden olan sigaranın, kalp krizi, bronşit gibi hastalıkların nedenleri arasında da ilk sırada yer aldığını kaydeden Erdoğan, şöyle konuştu:

"Sigaranın, vücuda giriş yeri olan ağız boşluğunda yaptığı zararlı etkiler de azımsanmayacak ölçüdedir. Öncelikle sigara tiryakileri her zaman kötü ağız kokusuyla yaşamak zorundalar. Sigaranın diş ve diş etlerinde yaptığı renklenme de estetik açıdan iç açıcı değildir. Diş hekiminin yaptığı polisaj işlemiyle temizlenen dişler, sigara içilmeye devam edildiği sürece lekelerle kaplanmaya mahkumdur.

Sigara kullanan bireyler hiçbir zaman ışıl ışıl, temiz dişlerle gülümseyemezler. Sigara içenlerde diş eti problemleri, tat duyusunda azalma ve bağışıklığın azalmasıyla da ağızda iltihabi oluşumlar görülür."

Erdoğan, sigaranın ağız kanserleri açısından da önemli bir risk faktörü olduğuna dikkati çekerek, bu kanserlerin en önemli belirtilerinin ağızda ağrısız şişlik oluşumu, ilerlemiş durumlarda geçmeyen ağrılar, uyuşukluk, ağız içinde beyaz ve kırmızı odaklar, yutkunma ve konuşma zorluğu, ağız içinde kanama, çeneyi açmada güçlük olduğunu vurguladı.

Ağız ve yüz bölgesinde alışılmışın dışında gelişmeler fark eden sigara tiryakilerinin, mutlaka bir diş hekimine muayene olmaları gerektiğini anlatan Hakan Erdoğan, "Merakla başlanıp, sonradan kişiyi kendisine esir alan sigaranın, genel sağlığa ve ağız diş sağlığına verdiği zararların yanında kişiye verdiği ekonomik zarar da yadsınamaz. Sigarayı bıraktığımızda sağlıklı bir vücut ve ferah bir nefese kavuşacağımızı bilmeliyiz" dedi.

H.A.
Başlık: Sürekli Öksürüyorsanız Okuyun
Gönderen: Tuğra - 23 Aralık 2008, 23:56:20
Kış olunca durmadan öksürenler, öksürmekten boğazı tahriş olanlar için doğal formül.
 
Kışın öksürüğün yaygın görüldüğünün altını çizen uzmanlar, 1 bardak süte 1 tatlı kaşığı bal katılarak içilmesinin öksürüğe çok iyi geldiğini belirttiler.

Yatmadan önce içilen ılık ballı sütün öksürüğü kestiği gibi daha iyi uyumayı sağlayacağı ifade ediliyor..
 
aktif haber
Başlık: Çocuğun saçlarının uzun olması büyümeyi engellemiyor
Gönderen: İsra - 24 Aralık 2008, 06:17:26
Ergenlik genini bulan Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Topaloğlu, çocuklarda "büyümeyi engelleyeceği'' gerekçesiyle saçların kesilmesinin hiçbir bilimsel dayanağının bulunmadığını söyledi.

Topaloğlu, düzenli beslenme, iyi bir sosyal ortam, sağlıklı bir ruh hali ve sevginin, çocuğun gelişimindeki en önemli etkenler olduğunu, bunun dışında halk arasında çocuk gelişimiyle ilgili anlatılan çoğu bilginin doğru olmadığını belirtti. Topaloğlu, kız ya da erkek olsun çocukların bebeklik döneminden itibaren saçlarının sürekli kısa kesilmesinin vücut gelişimine hiçbir katkısının olmadığını ifade etti.

aa

Başlık: Ağrı kesiciler kadınlarda daha az etkili
Gönderen: Devri Âlem - 24 Aralık 2008, 18:11:00
Morfin bazlı ağrı kesicilerin kadınlarda erkeklere göre daha az etkili olduğu ortaya çıkarıldı.

Amerikalı araştırmacılar, afyona benzeyen maddenin etkisini değiştiren beyin farklılıklarının neden kaynaklandığını buldu. Nörobilim Dergisi'nde yer alan çalışmada, doktorlar inatçı ağrıları hafifletmek için kullanılan en yaygın ilaçlardan biri olan morfinin bile kadınlarda çok işe yaramadığını fark etti.

Georgia Eyalet Üniversitesi'nde yapılan araştırmaya göre, araştırmacılar beynin ağrı sinyallerinin tercüme edildiği alan olan ve periakuaduktal gri bölge (PAG) diye isimlendirilen küçük bir noktasını yakından incelediler. Bu bölgede birçok nöronun, afyona benzeyen ilaçlarda bulunan molekülleri alarak üzerinde kilitlenen reseptörlere sahip olduğu belirtildi. Bu reseptörler afyona benzer ilaçlar üzerinde kilitlendikleri zaman, beyine ağrı sinyallerini kesmesini ya da azaltmasını söyleyen mesaj gönderiyor. Araştırma grubu, farelerin beyninde bunu buldular, ancak dişi farelerin beyninde daha az seviyede reseptör olduğunu gördüler. Bu nedenle dişi farelerde morfinin daha az etki ettiğini söylediler.


Zaman Online
Başlık: Her Hapşıran Grip Değildir.
Gönderen: Tuğra - 24 Aralık 2008, 23:42:46
Teşekkürler İsra ve Devri Alem :),

Her hapşırma grip hastalığının belirtisi değildir. Üst solunum enfeksiyonuyla grip karıştırılmamalı.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Başhekim Yardımcısı ve Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Alper Şener, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hapşırığın adeta vücudun verdiği bir alarm olduğunu belirtti.

Özellikle Helenistik dönemde hapşırığın tanrıların uyarısı olarak algılandığını, Uzakdoğu medeniyetinde de hapşırmanın, birinin hakkınızda konuştuğu şeklinde yorumlandığını anlatan Şener, Avrupa'da ise özellikle 14. yüzyılda veba salgını sırasında papanın emriyle her hapşırana, ''God bless you (Tanrı seni kutsasın)'' denilmeye başlandığını söyledi.

Şener, her hapşırığın hastalık belirtisi olmadığını ifade ederek, refleks olarak yutak, yüz, göğüs ve karın kaslarının kasılması ile oluşan hapşırıkta, uyaranların daha çok keskin koku, toz ve ani ısı değişimleri olabildiğini vurguladı.

Hapşırığın önlenmesi istenen bir durum olmadığına işaret eden Şener, ancak üst solunum yolu enfeksiyonlarına sebep olan virüslerin yol açtığı hapşırık için tedbir alınması gerektiğini bildirdi.

Yrd. Doç. Dr. Alper Şener, bir refleks olarak ortaya çıkan bu duruma, astım gibi alerjik tablolarda müdahale edilmesi gerektiğine değinerek, artan hapşırığın alerjik etkisinin olabileceğini, bu nedenle astım hastalarında hapşırığın önlenmeye çalışıldığını anlattı.

Grip aşısına da değinen Şener, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Eğer hapşırıkla birlikte yaygın halsizlik, burun akıntısı ve tıkanıklığı, boğazda yanma hissi varsa grip açısından dikkatli olmak gerekir. Aslında tüm bu bulgular başlamadan sezonluk bir aşı olan grip aşısı yaptırmakta fayda vardır. Aşının koruyuculuğu yüzde 90'ın üstündedir. Ancak özellikle hastalarımızın çoğu, aşı olmalarına rağmen grip olduklarını söylüyor. Hastalarımız üst solunum yolu enfeksiyonu bulgularını griple özdeşleştiriyor. Bu tabloya sebep olan 300'ün üstünde virüs vardır.

Özellikle 65 yaşın üstündekiler ile şeker, kalp, hipertansiyon, kanser, siroz, astım, kronik bronşit gibi hastalığı olan herkesin grip aşısı olması gereklidir.''


haber3
Başlık: Dünyayı yeniden tehdit eden salgın
Gönderen: Tuğra - 26 Aralık 2008, 10:09:16

Geçmişte Türkiye de dahil olmak üzere, dünyanın farklı ülkelerinde salgın halinde yaşanan kolera geçtiğimiz günlerde yeniden ortaya çıktı.

Dünya Sağlık Örgütü'nün açıklamasına göre Ağustos ayından beri etkisini sürdüren ve hala kontrol altına alınamamış olan koleraya yakalananların sayısı yaklaşık 24 000'i, hastalıktan ölenlerin sayısı ise yaklaşık 1200'ü buldu.

UNICEF bölgeye her gün 700 000 litre temiz su dağıtımı yapmakta. Hastalığın komşu ülkelere de sıçraması bekleniyor. Enfeksiyon ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr.Aylin İzat Liceoğlu, Afrika ülkelerine seyahat edecek kişileri tedavi edilmediği takdirde ölümle sonuçlanabilen kolera hakkında uyarıyor ve bu konudaki en önemli 6 soruyu yanıtlıyor.

1. Kolera nedir?

Kolera; Vibrio cholerea ve Vibrio El Tor adı verilen bakterilerin neden olduğu bulaşıcı bir ince bağırsak hastalığıdır. Genelde lağım sularının içme suyuna karışması sonucunda ortaya çıkar. Yüzyıllardır Hindistan'da yaygın görülen bir hastalık olarak bilinen kolera 1817 yılında çevre ülkelere sıçradı ve zaman içerisinde ülkemizde dahil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde salgın halinde görülmeye başlandı. Kolera bakterileri sebze ve meyvelerin üzerinde 5 ila 7 gün arasında, suda 15 ila 20 gün, ölüde ise 3 ila 5 ay kadar canlı kalabilir.

2. Kolera nasıl bulaşır?

Hastalık en çok dışkı ve kusmuk yolu ile bulaşır. Koleranın bulaşmasından tamamıyla insanlar sorumludur. Salgın halinde kolera görülmesine genellikle kanalizasyon sularının içme suyuna karışması neden olur. Kolera bakterisi suda 15 ila 20 gün arasında canlı kalabilmesi nedeniyle hastalığa yakalananların sayısı hızla çoğalır. Mikrop bulaşmış sularla sulanan besinlerin pişirilmeden yenmesi en önemli bulaşma nedenlerinden biridir. Bunun dışında hastalığa yakalanmış olan kişilerin de çevrelerine kolera bulaştırmaları çok yüksek bir olasılık. Hastalığa yakalanan kişi ile aynı tabağı veya bardağı kullanmak koleranın bulaşmasına neden olabilir. Ayrıca hastanın kullandığı giysiler, havlu ve kağıt para gibi eşyalarla temas etmek de hastalığın bulaşmasını sağlayabilir. Koleranın büyük çaplı salgınlara neden olmasına karasineklerin mikrobu aktarması da yardımcı olur.

3. Kolera belirtileri nelerdir?

İki tip kolera vardır. Biri Asya kolerası diğeri El Tor kolerasıdır. Hastalığın seyri açısından ikisi birbirine benzer. Ancak El Tor kolerası daha hafif belirtiler ve şikayetlerle görülür. Hastalığın kuluçka süresi bazı vakalarda birkaç saat olabildiği gibi bazen de bir hafta kadar olabilir. Belirtiler şöyledir:

" Koleranın başlıca belirtileri şiddetli ishal ve kusmadır. Karın ağrısı olmadan ortaya çıkan ishale bağırsaklara yerleşen kolera bakterileri neden olur. Kusma fışkırır tarzdadır.

" Ağır vakalarda tuvalete çıkma sayısı 15 ila 30 arasında görülür. Kusma ve ishalle birlikte kişi günde 3 - 20 litre sıvı kaybeder.

" Buna bağlı olarak dilde kuruluk ve dudaklarda morarma meydana gelir.

" Gözler çökmüş görünür, cilt soğuk, yapışkan ve buruşuktur.

" Vücut ısı 32 - 35 dereceye kadar düşebilir.

" Kalp ritmi hızlanır.

" Hastaların yüzde 10'unda böbrek yetmezliği ortaya çıkar.

" Az idrar çıkarma (Oligüri) veya hiç idrar çıkaramama (Anuri) meydana gelebilir. Anuri 24 saatten fazla sürdüğü takdirde hasta kaybedilir.

Bazı kişiler sadece taşıyıcı olabilir. Taşıyıcılık süreci 1 haftadan fazla sürmez. Ancak hastalığın bulaşmasında taşıyıcılar büyük rol oynar.

4. Kolera tedavisi nasıl yapılır?

Kolera tedavisi mutlaka hastanede yapılmalı. Hastaya kaybettiği sıvı ve elektrolitin tekrar kazandırılması sağlanır. Hastanın kaybettiği sıvı ölçülür ve gerekli tuzlar ilave edilerek hastaya gereken miktarda sıvı verilir. Hafif durumlarda sıvı ağızdan, şiddetli kusmanın görüldüğü ağır vakalarda sıvı damar yolu ile verilir. Ayrıca hastaya antibiyotik tedavisi uygulanır. Bu sayede hasta hem bağırsaklarındaki mikroplardan daha çabuk kurtulabilir hem de kaybettiği sıvıyı tekrar alabilir.

Ayrıca koleraya yakalanan kişiler tecrit edilir, giysileri ve kullandıkları eşyalar dezenfekte edilir. Hastanın geldiği bölge taşıyıcıları tespit etmek ve koleranın yayılmasını önlemek için karantinaya alınır.

5. Koleraya karşı alınacak önlemler neler olmalı?

Hastalığın görüldüğü bölgelerde sokakta yiyecek ve içecek satışı yasaklanmalı. Ayrıca çevrede bulunan lokantalarda soğuk yiyecek ve içecek servisine izin verilmemeli. Hastalığa yakalanan kişilerin ailesinde taşıyıcı olma ihtimali yüzde 50 ila 60 arasında olduğundan, tüm aile fertlerine 5 gün ilaç tedavisi uygulanmalı.

Besin maddelerinin tümü dikkatle seçilmeli. Kullanılan sular kesinlikle klorlanmış olmalı. Ayrıca sular mutlaka kaynatılmalı. Karasinekler varsa hemen önlem alınmalı.

6. Kolera aşısı var mıdır?

Evet, kolera aşısı vardır ancak bugüne kadar geliştirilmiş hiçbir kolera aşısının kesin güvenirliği yoktur. Aşı genellikle bu tarz mikroplara daha duyarlı olduklarından midesi alınmış olan veya mide - bağırsak hastalıkları bulunan hastalara yapılır. Hastalığa yakalanma riski sürdüğü takdirde aşı 6 ay içinde tekrarlanır. Ancak geliştirilmiş olan hiçbir aşı koleraya karşı tam koruma sağlamaz.

Haber Aktüel
Başlık: Bronşit hastalarına kış uyarısı
Gönderen: Tuğra - 30 Aralık 2008, 00:54:51
 
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Tevfik Özlü, kış aylarında salgınlar yapan soğuk algınlığı, grip gibi viral solunum sistemi enfeksiyonlarının, bronşitli hastalarda normal kişilere göre daha ağır geçtiğini ve astım, KOAH ve bronşektazi hastalarında ataklara neden olabildiğini söyledi.

Özlü, kış mevsiminin kendini hissettirdiğini, birçok ilde kar, don ve fırtınanın hayatı zorlaştırdığını belirtti. Kış koşullarında ulaşım, barınma, ısınmanın güçleşmesinin yanı sıra mevsime özgü çeşitli hastalıklar ve salgınların başladığını ifade eden Özlü, ''Ama özellikle yaşlılar ve süreğen hastalığı olanların işi daha zor. Bu riskli grupların başında astım, bronşektazi (bronş genişlemesi) ve Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı (KOAH) gibi müzmin bronş hastalıklarına yakalanmış kişiler geliyor. Çünkü yağışlı, sisli, soğuk havalar, bu hastalarda şikayetleri artırmaktadır'' dedi.

Özlü, kışın soba ve kaloriferlerin yanmasıyla bacalardan ortama dağılan dumana bağlı hava kirliliğinin, bronşitli hastalarda krizlere neden olabildiğine dikkati çekerek, özellikle hava kirliliğinin yaşandığı dönemlerde bronşit hastalarının hekim ve acil servis başvurularının arttığının bilindiğini söyledi. Prof. Dr. Özlü, soğuk havalarda sıklığı artan nezle, sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonlarından ötürü burun tıkanıklığı oluştuğunu belirterek, şunları söyledi:

''Bu hastaların, burun yerine ağızdan nefes alıp vermek zorunda kalmaları ise, hava yollarının ısı ve nemini düşürmekte ve özellikle geceleri tıkanmalar, nefes darlığı ve astım nöbetleri ortaya çıkmaktadır.''

Özlü, kapalı ortamlarda sigara içilmemesi, odaların sık sık havalandırılması, soba kullanılıyorsa boru ve bacaların temizlenip iyi drenaj sağlanması, gece oda havasının nemlendirilmesi gerektiğini belirterek, grip salgınlarında olabildiğince kalabalıklarla temastan kaçınılması ve kirli havalarda zorunlu olmadıkça dışarıya çıkılmaması gerektiğini vurguladı.

AA
Başlık: Aşırı soğuklarda soğuk ısırığına dikkat
Gönderen: Tuğra - 31 Aralık 2008, 00:36:02
Kış mevsiminin kendini iyiden iyiye hissettirdiği şu günlerde özellikle sabah ve gece yaşanan aşırı soğuklar, vücutta soğuk ısırığı denen vücut dokularının donmasına neden olabiliyor.

Uzmanlar, özellikle el, ayak gibi soğukta kan dolaşımının yavaşladığı ve kan dolaşımı fazla olmadığı için soğuktan en fazla etkilenen kulak ve burunda görülen soğuk ısırığının, o bölgedeki dokuların donmasıyla meydana geldiğini belirterek, aşırı soğuğun bu bölgelerdeki kan dolaşımını oldukça yavaşlattığını ve burada bulunan hücrelerin bir süre sonra donmaya başladığını ifade etti.

İlerleyen zamanlarda bu bölgede bulunan damarlardaki kanın pıhtılaşmaya başladığını da dile getiren uzmanlar, kanın pıhtılaşmasının ardından bu bölgedeki hücrelerin oksijen akışı olmadığı için ölmeye başladığını vurguladı.

Uzmanlar, gereken müdahale zamanında yapılmadığı taktirde soğuk ısırığı oluşan bölgenin kangren olma riskinin doğacağını ve ısırığın oluştuğu doku ve organın kesilmesine kadar gidebileceği ifade edildi.

Yüzeysel ve derin donuklar olmak üzere iki çeşidi bulunan soğuk ısırığında yüzeysel soğuk ısırığının derin soğuk ısırığı kadar ciddi olmadığını dile getiren uzmanlar, gereken müdahalenin zamanında yapılmaması halinde ise yüzeysel soğuk ısırığının derine dönüşebileceğini ve büyük ölçüde doku ya da organ kaybına neden olabileceğine dikkat çekiyor.

Soğuk ısırığının önlenmesi için özellikle el, ayak, burun ve kulakların aşırı soğuklarda soğuktan korunması gerektiğini ifade eden uzmanlar, bu tür soğuklarda el ve ayaklarda kan dolaşımını hızlandırmak için çeşitli hareketler yapılmasının yararlı olabileceğini, burun ve kulakların ise atkı ve bereyle mutlaka korunması gerektiğinin altını çizdi.

Dar ayakkabılar ve elleri fazlaca sıkan eldivenlerin de kan dolaşımını yavaşlattığını belirten uzmanlar, daha rahat ama sıcak tutacak giysi ve ayakkabıların tercih edilmesinin doğru olacağını vurguladı.

İHA

Başlık: FDA, bazı zayıflama haplarını yasakladı
Gönderen: rését - 31 Aralık 2008, 04:21:41
www.saglicaklakal.com sitesinde yer alan habere göre Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA, kilo vermek için kullanılan 25’ten fazla ilacın içeriğinde yasal olmayan ve onaylanmamış maddeler bulunduğunu açıkladı.

Kolayca kilo vermek isteyen pek çok insan bu ilaçların tehlikelerini göz ardı ederek kullanıyorlar ve sağlıklarını tehlikeye atıyorlar. FDA tarafından basına verilen listede aşağıdaki ilaçların tehlikeli olduğu belirtildi:

Fatloss Slimming, 2 Day Diet, 3x Slimming Power, 5x Imelda Perfect Slimming, 3 Day Diet, Japan Lingzhi, 24 Hours Diet, 7 Diet Day/Night Formula, 7 Day Herbal Slim, 8 Factor Diet, 999 Fitness Essence, Extrim Plus, GMP, Imelda Perfect Slim, Lida DaiDaihua, Miaozi Slim Capsules, Perfect Slim, Perfect Slim 5x, Phyto Shape, ProSlim Plus, Royal Slimming Formula Slim 3 in 1, Slim Express 360, Slimtech, Somotrim, Superslim, TripleSlim, Zhen de Shou, Venom Hyperdrive 3.0.

                                                                                                                                                         hürriyet
Başlık: Süt ürünlerinde palm yağı şüphesi
Gönderen: Tuğra - 01 Ocak 2009, 00:53:27
Teşekkürler Reset,insanlar işin kolayına kaçmaya meyilli hep  e45))
------------------------------------------------

Gıdada katkı maddeleri, kamuoyunun gündemini yakından ilgilendiriyor. Son olarak süt ve süt ürünlerinde tüketicinin bilgisi dışında palm yağı kullanıldığı iddiaları ortalığı karıştıracak.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/15169.jpg)

Gıda ürünlerindeki katkı maddeleri kamuoyunun önemli gündemlerinden birini sürekli işgal ediyor. Son olarak süt ve süt ürünlerinde tüketicinin bilgisi dışında palm yağı kullanıldığına ilişkin iddialar gündeme geldi.

Özellikle peynir üretiminde kullanılacak sütteki yağın çeşitli teknolojilerle alınıp yerine daha ucuza mal edilen palm yağının kullanıldığı iddia ediliyor. Her ne kadar palm yağı gıda sektöründe birçok alanda kullanılsa da insanların bilgisi dışında gerçekleştirilen bu uygulamanın etik dışı olduğu üzerinde duruluyor.

Türkiye'de günde yaklaşık 30 milyon litre süt üretiliyor. Sütün önemli bir kısmı da peynir üretimine gidiyor. Son yıllarda peynir sektöründe maliyetleri aşağı düşürmek için farklı teknolojiler ve maddeler kullanılmaya başlandı. Bunlardan biri de saf bitkisel yağ yerine palm yağı kullanılması.

Özellikle kaşar peyniri üretiminde kullanılan palm yağının kilosu 1,3 YTL. Halbuki saf bitkisel yağın kilosu 8 yeni liradan alıcı buluyor. Sektör temsilcilerinin gündeme getirdiği iddialara göre palm yağını ilk kez İzmir Ödemiş'teki bir firma kullandı.

Ardından diğer bazı firmalarda da kullanılmaya başlandı. Şirketler, yeni geliştirilen teknolojilerle sütün kendi yağını alıyor, bunun yerine daha ucuza alınan palm yağını enjekte ederek peynir üretiyor.

Tüketicilerin palm yağının kullanıldığını fark etmesi ise zor. Ancak çok gelişmiş analiz ve testlerle ayırt edilebiliyor.

Kaşar peyniri ile kamuoyunda zaman zaman gündeme gelen bir diğer iddia ise patates püresinin kullanılması. Bu da daha ucuza üretmek için merdiven altında üretim yapanların tercih ettiği yöntemlerden biri.

'Ucuz peynire kanmayın'

Muratbey Peynirleri'nin sahibi Necmi Erol, bu sorunların denetlemelerdeki sıkıntıdan kaynaklandığını dile getirerek, "Çünkü yetki problemi var. Sen, ben kavgası nedeniyle bu değerlendirilemiyor." dedi.

Tüketicilerin fiyat farkı nedeniyle hangisi ucuzsa ona yöneldiğine dikkat çeken Erol, "10 liralık peynir 5 liraya satılıyorsa buna dikkat etmek gerek. 10 kilo sütten 1 kilo kaşar elde edilebiliyor. Bir kilo kaşarda sadece sütün maliyeti 6,5 YTL." diye konuştu.

Türkiye Süt Et Gıda Sanayicileri Üreticileri Birliği (SETBİR) yetkilileri ise son yıllarda denetimlerin artmasına rağmen fırsatçıların gayri ahlaki üretim yollarına başvurduğunu, bu ve benzeri konuların sık sık gündeme geldiğine dikkat çekiyor.

Yurtdışında çeşitli maddelerle geliştirilerek satılan süt ve süt ürünlerinin bulunduğunu hatırlatan yetkililer, Türkiye'de bu konularda izin alma, yasallaşma sürecindeki zorluklar ve kamuoyundan doğacak tepkiler nedeniyle firmaların geliştirdikleri teknolojileri açıklayamadığının üzerinde duruyor. Birlik yetkilileri, insan sağlığına zarar vermeyecek uygun koşullarda üretimin ve tüketiciye ulaşmanın önünün açılmasını vurguluyor.

Mutfak Ürünleri ve Margarin Sanayicileri Derneği (MÜMSAD) Yönetim Kurulu Başkanı Metin Yurdagül ise palm yağı üretimi ve kullanımı konusunu anlattı.

Buna göre, palm yağları, bir tropikal ürün olan palm meyvesinden elde ediliyor. Anavatanı Orta Afrika olmasına rağmen şu anda yüzde 98 oranında Malezya ve Endonezya ülkelerinde üretiliyor. Önceleri don yağının bitkisel karşılığı olarak sabun üretiminde kullanılmış, adı geçen ülkelerde ileri teknoloji yatırımları yapılarak 1970'lerden itibaren dünyada yemeklik kullanımına geçilmiş.

2008 yılında yaklaşık olarak Endonezya'da 19, Malezya'da 17 olmak üzere toplam 36 milyon ton palm yağının üretileceği tahmin ediliyor. Türkiye'de yemeklik amacıyla ilk palm yağı 1974 yılında Turyağ tarafından kullanılmaya başlandı.

Bugün ABD dahil dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde palm yağları, soya yağı ile birlikte en büyük kullanım miktarına sahip. Palm yağları yapısı itibarıyla "trans yağ" içermediği için "sağlıklı yağ" olarak değerlendiriliyor. Ancak doymuş yağ oranının diğer likit yağlara göre biraz daha fazla olması nedeniyle margarinlerde kısıtlı miktarlarda kullanılabiliyor. Son yıllarda Türkiye'de sabunluk ve yemeklik amaçlarının dışında palm yağları büyük oranda biodizel üretiminde kullanılmaya başlandı.


Palm yağı en fazla 2006'da ithal edildi


Yıl Miktar (bin ton)

2002 323

2003 425

2004 464

2005 545

2006 628

2007 461

2008 530*

*İlk 10 ay, Kaynak :MÜMSAD

İyi kaşar, kesilince ufalanmaz

Türkiye'de ortalama 10 litre inek sütünden 1 kg taze kaşar üretiliyor. Kaşar peyniri, dilimlenebilir yarı sert peynirlerdendir. Bu peynir, sarımsı beyaz-sarı renkli ve hafif tuzludur. İyi bir kaşar peyniri, düzgün kalıplı olmalı. Kesilince ufalanmamalı ve eğilip bükülmeye dayanmalı. Peynirin kıvrılması esnasında peynir çatlamıyorsa eksik süt kullanılmadan peynir yapılmış demektir ve makbuldür. Taze kaşarda en önemli nokta görüntü ve lezzet. Tüketicilerin ayrıca fiyatlara dikkat etmesi gerekiyor.

ZAMAN
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: ay-yüzlüm - 01 Ocak 2009, 01:08:29
paylaşımda bulunun tüm kardeşlerime gönülden teşekkürler

hepsi ayrı ayrı faydalı az ve öz bilgiler ellerinize sağlık
Başlık: Aspirini 100 yıllık mı sanıyordunuz?
Gönderen: Tuğra - 02 Ocak 2009, 19:17:37

Aspirinin bilinen tarihçesi ise 100 yıl öncesine dayanıyor. Ancak ortaya çıkan bir bilgi aspirinin geçmişinin 800 yıllık olduğunu ortaya çıkardı.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/27649.jpg)

Aspirin, 800 yıl önce keşfedilmiş

Hammaddesi söğüt ağacı yaprakları ve kabukları olan asprinin, 800 yıl önce Selçuklu devletinin 1204 yılında yaptırdığı ilk tıp medresesi olan Gevher Nesibe Şifahanesi'nde romatizma hastalıklarına karşı kullanıldığı iddia edildi. İddiayı Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ekrem Aktaş da doğruladı.

Asetilsalisik asit yani kısaca ASA olarak adlandırılan aspirin, genellikle küçük çaplı ağrı ve sızılar için kullanılan ağrı kesici bir ilaç olarak biliniyor. Aspirinin bilinen tarihçesi ise 100 yıl öncesine dayanıyor. Ancak hammaddesi söğüt ağacı yaprakları ve kabukları olan aspirinin 800 yıl önce ağrı kesici ve romatizma hastalıklarına karşı tedavide kullanılan ilaç olduğu ortaya çıktı.

Dünyanın ilk tıp medresesi ve hastanesi olarak kabul edilen Selçuklu Devleti'nin 1204 yılında yaptırdığı Gevher Nesibe Şifahanesi'nde hekimlerce hastalara tedavi amaçlı veriliyordu.

Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ekrem Aktaş, Gevher Nesibe Şifahanesi kayıtlarının incelendiğinde aspirinin 800 yıl önce ağrı kesici olarak kullanıldığını söylüyor.

Aynı zamanda Kayseri Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanı olan Prof. Dr. Ekrem Aktaş, 800 yıl önce Selçuklu Devleti'nin kurduğu ve 1800'lü yıllara kadar hizmet veren Gevher Nesibe Şifahanesi'nin, hastaları tedavide kullanılmak üzere ilaç araştırmaları ve üretimi yaptığını belirtiyor.

Prof. Dr. Ekrem Aktaş, halk arasında söğüt ağacının altında uyumanın, baş ağrısına ve yorgunluğa iyi geldiği yönündeki inanışı hatırlatarak şöyle konuşuyor: "1204 yılında kurulan şifahanenin kadrosuna baktığımızda bir eczacı olduğunu görüyoruz.

Hastane ile ilgili kayıtları incelediğimizde ise çeşitli bitki ve kimyasallar kullanılarak ilaç üretimi yapıldığını anlıyoruz. Eczacılık bölümünün yaptığı faaliyetlerle ilgili kayıtları incelediğimizde bugün bile kullanılmakta olan aspirinin söğüt ağacı yaprakları ile ağacın kabuklarından üretilerek ağrı kesici ve romatizma hastalıklarının tedavisinde kullanıldığını biliyoruz. 100 yıllık geçmişi olduğu belirtilen aspirinin, Avrupa'da sentetik hale getirilerek üretimine devam edilmiştir."

Prof. Dr. Aktaş, şifahane kayıtlarında, farklı türden bitkilerden farklı hastalıkların tedavisinde kullanılmak amacıyla ilaçlar üretildiğine ifade etti. Mısır püskülünün idrar söktürücü, öksüz çiğdem otunun gut hastalığının tedavisinde ilaç olarak kullanıldığına dikkat çekti. Aktaş, şifahane ile ilgili Selçuklu Devleti'nden itibaren Osmanlı Devleti döneminde de verilen hizmetleriyle ilgili devlet arşivlerinden bilgilere ulaştıklarını dile getirdi.

Erciyes Üniversitesi tarafından Gevher Nesibe Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan 800 yıllık yapı halen ayakta duruyor.

Bu tıp medresesi, II. Kılıçaslan'ın kızı ve Gıyaseddin Keyhüsrev'in kız kardeşi olan Gevher Nesibe Sultan adına, babası ve erkek kardeşi tarafından 1204 yılında inşa ettirilmiş. Şifahane zaman zaman ara vermesine rağmen Osmanlı Devleti döneminde 1800'lü yılların sonuna kadar hizmet verdi. Kitabesinden Gevher Nesibe Sultan Şifahanesi'nin, ilk kadrosunda, biri başhekim olmak üzere 2 hekim, 1 cerrah, 1 göz hekimi, 1 eczacı ve 1 idareci bulunduğu öğrenilmektedir.
 
Haber Aktüel
Başlık: Ortopedide kemik dolgusu devrimi
Gönderen: Tuğra - 03 Ocak 2009, 20:00:46
İngiliz bilim adamları, vücuda enjekte edilebilen kemik dolgusu geliştirdi.

Nottingham Üniversitesi'nde geliştirilen dolgu, vücudun kırık bölgesine enjekte edildiğinde kısa bir süre içerisinde sertleşiyor ve zaman içerisinde kendiliğinden çözünerek vücuda uyum sağlıyor.

Kemik kırıklarının iyileştirilmesi için hali hazırda kullanılan kemik çimentosunun aksine, kemiğin dokusuna zarar vermeyen ve sertleştiği sırada hastaya acı vermeyen dolgu çok ince bir iğneyle istenilen bölgeye enjekte edilebildiği için en ağır kırıklarda bile cerrahi operasyon ihtiyacını ortadan kaldırıyor.

Profesör Kevin Shakesheff'in buluşu olan "kemik dolgusu", geçtiğimiz hafta prestijli bir tıbbi icat ödülü kazandı. Dolgunun, vücudun doğru parçasına kolaylıkla enjekte edilebildiğini söyleyen Shakesheff, "Bu dolgu malzemesinin kemik hücrelerini sararak onların hayatta kalmasını sağlıyor ve gelişmelerine yardım ediyor. Enjekte edilebilen kemik dolgusu, yaklaşık 18 ay içinde ABD'de kullanılabilecek" dedi.

ZAMAN
Başlık: En tehlikeli 10 kış hastalığı
Gönderen: Tuğra - 05 Ocak 2009, 00:04:02
Çocuklar ve yaşlılar kış aylarına karşı vücut dirençlerini kontrol edemiyor. Bahar aylarına daha sıhhatli çıkmak için size kış hastalıkları ve bu hastalıklardan korunma yolları hakkında ipuçları vereceğiz. İşte en çok bilinen hastalıklar ve belirtileri...

Bugünlerde pek çok insan hasta. Kimi öksürükten boğuluyor, kimi nezle olmuş burnu çeşme gibi akıyor, kimi ateşlenmiş yatak döşek yatıyor. Kiminin boğazı ağrıyor, bademcikleri şişmiş yutkunamıyor, kiminin sinüziti azmış baş ağrısından duramıyor. İşte kış hastalıkları. Hepsi bizi bekliyor, aman dikkat!

NEZLE

Çok çeşitli virüslerin neden olduğu bir üst solunum yolları enfeksiyonudur. Soğuk algınlığı ismi ile de bilinir, çok bulaşıcı bir hastalıktır. Hastalık, burun akıntısı, hapşırma ve burun tıkanıklığı ile başlar. Ateş çoğu zaman normaldir, bazen hafif olarak yüksek bulunabilir. Halsizlik ve iştahsızlık olabilir. Tedavi edilmeden birkaç günde geçer.

SİNÜZİT

Burun etrafındaki sinüs adı verilen boşlukların iltihaplanmasıdır. Baş ağrısı, burun tıkanıklığı, geniz akıntısı ve ağız kokusu yapabilir. Burun ve genizden gelen koyu, yapışkan, sarı veya yeşilimsi renklerde salgılar vardır. Ateş de olabilir.

FARENJİT

Yutak iltihabıdır. Boğaz kızarmıştır, yanma ve ağrı vardır. Yutkunmak güçleşmiştir. Ateş, halsizlik ve boyundaki lenf bezlerinde büyüme de olabilir.

TONSİLLİT

Bademciklerin iltihabıdır. Bademcikler, büyük, şiş ve kızarmıştır. Bazen içinden iltihap sızdığı da görülebilir. Çok yüksek ateşe neden olabilen bir hastalıktır.

LARENJİT

Gırtlağın ve ses tellerinin iltihabıdır. En önemli belirtisi ses kısıklığı, sesin çatallı veya boğuk olmasıdır. Bazı hastaların sesi hiç çıkmayabilir. Hastalar boğazlarının derinliklerinde yanma ve kuruma hissederler. Sert ve rahatsız edici bir öksürük vardır. Çocuklarda solunum güçlüğü ve nefes darlığına da yol açabilir.

OTİT

Orta kulak iltihabıdır. Alerjik bünyeli çocuklarda daha sık görülür. Kulak ağrısı, kulakta dolgunluk ve kulak yolundan akıntı ile beraber kuru öksürük de vardır.

TRAKEİD

Ana nefes borusunun iltihabıdır. Larenjitle birlikte de olabilir. Tipik belirtileri şiddetli kuru öksürük ve öksürükle beraber göğüs kemiği arkasında yırtılırcasına bir ağrı olmasıdır. Ateş genellikle normaldir.

BRONŞİT

Bronşların iltihabıdır. Belirtiler çoğu zaman soğuk algınlığını takiben ortaya çıkar. İlk günlerde kuru olan öksürük daha sonra balgam çıkarma ile birliktedir. Bazı hastalarda hırıltı, nefes darlığı ve sırt ağrıları da görülebilir.

ASTIM

Her yaşta görülebilen bir hastalık olmakla beraber çocuklarda daha fazla rastlanır. Krizler halinde gelen öksürük, hırıltı ve nefes darlığı ile karakterizedir. Belirtiler gece ve sabaha karşı şiddetlenir. Krizlerin başlıca nedeni alerjenler ve virüslerdir.

ZATÜRRE

Akciğer dokusunun iltihabıdır. Üşüme, titreme, yüksek ateş ve öksürük ile başlar. İlerleyen günlerde koyu ve yapışkan balgam, nefes darlığı, göğüs ağrısı da ortaya çıkar. Erken tanınması çok önemlidir. Uygun antibiyotik tedavi ile tamamen düzelen bir hastalıktır.

Bugün / Prof. Dr Ahmet Rasim Küçükusta
Başlık: Çocukluktan Kalma Alışkanlık Sakız hakkında bilmediklerimiz
Gönderen: Tuğra - 05 Ocak 2009, 21:24:56

 
• Sakız çiğnemek çoğumuzun çocukluğumuzdan kalan bir alışkanlıktır. Bazen kendimizi abur cuburlardan korumak bazen de sinirimizi yatıştırmak için sakız çiğnemeyi tercih ederiz.

• Her ne nedenle olursa olsun sakız çiğnemek çoğumuzun alışkanlıkları arasında yer alıyor.
Kilo kontrolüne yardımcı olur

• Sakız pratik, ucuz ve düşük kalorilidir. Şekerli bir sakız yaklaşık 5 -10 kaloridir. Şekersiz olanlar da tercih edilebilir.

• Sakız, atıştırmayı engellemek ve kalori alımını azaltmak için harika bir yoldur.
Öğünde daha az yemeye sebep olur

• Yapılan bir çalışmada akşamüstü ara öğününden önceki üç saatlik bir zaman diliminde bir saat aralıklarla 15 dakika sakız çiğneyen yetişkinler, sakız çiğnemeyenlere göre ara öğünlerinde 36 kalori daha az yedikleri gözlenmiştir. Sakızın şekersiz ya da normal olması ise bir şey fark ettirmiyor ve her ikisi de az yemeye yardımcı oluyor.

• Atıştırma olarak seçenek olabilir: Sakız çiğnemek düşük kalorili olduğu gibi, yüksek kalorili atıştırmaların yerine de geçebilir

Beyne giden kanı artırıyor

• Birçok sporcu ve koçları oyun sırasında sakin kalabilmek ve gerginliği azaltmak için sakız çiğnemeyi tercih etmektedir.

• Aynı zamanda bazı öğretmenler de okullarda sakız çiğneme kuralının değiştirilmesini ve çocukların sınav sırasında sakız çiğnemesinin onların uyanıklığını ve konsantrasyonunu daha iyi sağlayacağını savunmaktadır.

Ağız ve diş sağlığını destekliyor

• Sakız çiğnemenin, nefesimizi ferah tutmaya yardımcı olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Bunun yanında vücuttaki en güçlü savunma mekanizması olan tükürük salgısını da artırır. Bu nedenle gün içinde sakız çiğnemek iyi bir seçenek olacaktır.

• Şekersiz sakız, ağız sağlığını birçok yönden destekler. Plaklarının ve çürüklerin oluşumunu önler, diş minesinde mineral bozukluklarını onarır, diş lekelerinin oluşumunu önler, olanları azaltır.

• Sağlıklı bir ağız, sağlıklı bir vücutla birebir ilişkilidir. Ağız yoluyla bakterin alınması, çeşitli hastalıklara yol açar.

ekolay.net
Başlık: Gözdeki uçuğa dikkat !
Gönderen: Tuğra - 07 Ocak 2009, 01:28:39
Gözünüzde çıkacak uçukları sakın ihmal etmeyin...

Kişiyi daha çok stresli, yorgun ve üzüntülü olduğu dönemlerde yakalayan göz uçuğu kalıcı görme bozukluğuna neden olabiliyor

SIklIkla dudak kenarlarında ve zaman zaman ağrılı bir yaraya dönüşen uçuklar, gözde de görülebiliyor. Kişiyi daha çok stresli, yorgun ve üzüntülü dönemlerinde yakalayan göz uçuğu kalıcı görme hasarına dahi neden olabiliyor.

Ataşehir Memorial Tıp Merkezi Göz Hastalıkları Bölümü'nden Op. Dr. Olcay Şahin, 'Göz uçuğu' hakkında bilgi verdi: 'Herpes Simpleks Virüs (HSV) derinin herhangi bir yerinde su kabarcıkları ve yaralara neden olan bir virüstür.

Bu yaralar genellikle ağız ve burun etrafında oluşur. Göz uçuğu, gözün herpes simpleks virüsü ile enfeksiyonudur. Uçuk virüsü, deriyi tuttuğu gibi gözü ve göz kapaklarını da tutabilir. Mutlaka bir göz doktoru tarafından görülmeli ve erken dönemde tedavi edilmelidir.'

KİŞİYİ EN ZAYIF ANINDA YAKALIYOR

Herpes virüsü tipik olarak stres, yorgunluk, üzüntü, travma, soğuk, güneş ışığı, ateşli hastalıklar, adet dönemi, vücuttaki diğer enfeksiyonlar gibi durumlarda harekete geçiyor. İki gözde birden uçuk olması bağışıklık sistemi ile ilgili bir zayıflığa, hastalığa işaret ediyor.

NASIL BULAŞIR?

Virüs ağız-burun mukozası ve cilt yoluyla vücuda giriyor. Bulaşma için herpesli kişiyle yakın temas gerekiyor. Dudak uçuğu olan birinden virüs ilk alındığında %1-6 ihtimalle 1 hafta içinde uçuk oluşuyor. % 94-99 ihtimalle uçuk oluşmuyor; ama virüs vücuttaki sinir hücrelerine yerleşiyor ve uyur halde bekliyor. Bağışıklık sisteminin zayıfladığı anda dudağa veya göze geçerek hastalık yapıyor.

ENGELLEMEK İÇİN:

Bebekler, çocuklar ve diğer insanlar sık sık öpülmemelidir.

Uçuklu insanın kullandığı bardak, çatal, havlu ve diğer kullanılmamalıdır.
Uçuğa dokunulmamalı, dokunulursa eller çok iyi yıkanmalıdır.

Bayanlar makyajlarını temizlerken enfekte bölgeye dokundurdukları malzeme ile başka yerlere özellikle gözlere dokunmamalıdır.

Hem bulaşma hem de yaranın mikrop kapmaması için uçuğun kabukları ile oynanmamalıdır.
Uçuğu aktive edecek stres, aşırı yorgunluk gibi durumlardan kaçınılmalıdır.
Uçuk ön belirtileri oluşmuşken, virüslere karşı etkili (anti-viral) bir krem kullanmak faydalı olabilir.

Haber3
Başlık: Hastayken aspirin içmek öldürebiliyor!
Gönderen: Tuğra - 07 Ocak 2009, 12:58:14

Kışın sık sık görülen boğaz ağrısı ve solunum olu rahatsızlıklarını hafife almayın çünkü ölümcül hastalıkların belirtisi olabilir ve sakın çocuğunuza grip diye aspirin vermeyin.
Reklam
Kışın çocuklarda ve gençlerde görülen, ölüm ihtimali yüksek bir hastalık da Reye Sendromu'dur. Reye Sendromu, pek çok organı ilgilendirse de, karaciğerde yağ birikimi, beyin içi basınçta aşırı yükselme hastalığın temel özellikleridir. Sendrom daha çok grip nedeniyle aspirin alanlarda ortaya çıkar...

Geçen hafta biri doktor olan iki genç insanın yüksek ateşli solunum yolları enfeksiyonundan sonra yaşamlarını yitirdikleri gazetelerde ve televizyonlarda yer aldı. Ölüm nedenleri henüz kesin olarak belli olmayan bu kişiler belki de Reye Sendromu'nun kurbanlarıydı. Çünkü, bu tablo en çok grip nedeniyle aspirin ve diğer salisilat içeren ağrı kesici-ateş düşürücü ilaçları alanlarda ortaya çıkar.

1963'DE TANIMLANDI

Reye Sendromu, ilk kez 1963 yılında Avustralya'lı bir patalog olan Dr. Reye tarafından ayrı bir hastalık olarak tanımlanmıştır. Hastalığın kesin nedeni tam olarak bilinmemekle beraber, grip, soğuk algınlığı ya da suçiçeği gibi viral enfeksiyonlar nedeniyle aspirin kullanan çocuklarda ve gençlerde risk çok yüksektir.

Bir araştırmada Reye Sendromu olan çocukların yüzde 90'ının aspirin almış oldukları belirlenmiştir. Gerçekten de Reye Sendromu'na grip salgınlarının daha çok görüldüğü aralık, Ocak, Şubat gibi kış aylarında daha çok rastlanır.

BULANTI, YORGUNLUK YAPAR

Reye Sendromu, grip gibi bir ateşli viral enfeksiyondan 1-14 gün sonra iki aşamalı bir hastalık olarak ortaya çıkar. İlk dönemde şiddetli ve sürekli bulantı ve kusma ile beraber aşırı yorgunluk, uyku hali, çevreye ilgisizlik gibi beyinle ilgili belirtiler vardır. İkinci dönemde ise, kişilik değişikliklerinden bilinç bulanıklığı ve komaya kadar giden sinir sistemi belirtileri tabloya hakim olur. 2 yaşından küçük çocuklarda kusma yerine ishale daha çok rastlanır. Reye Sendromunda ateş normaldir. Belirtilerin süresi ve şiddeti hastadan hastaya değişir.

ENZİMLER YÜKSELİR

Reye Sendromu erken dönemde tanınıp uygun şekilde tedavi edilmediği zaman, ölüm ihtimali çok yüksek olan bir hastalıktır. İstatistiklere göre, geç tanı konanların yüzde 90'ı kaybedilirken, erken tanı ve doğru tedavi alan hastaların yüzde 90'ı hastalığı atlatabilirler. Reye Sendromu'ndan iyileşen çocukların bazıları tamamen düzelir, ama bazılarında zeka geriliği gibi bir takım nörolojik ve psikolojik belirtiler kalabilir. Viral enfeksiyon geçiren ve aspirin de kullanılmış olan çocukta, ateş olmaksızın şiddetli kusma ile beraber karaciğer enzimleri yükselmesi varsa Reye Sendromu düşünülmelidir.

Tedavi yoğun bakım ünitesinde yapılmalı

Reye Sendromu'nun tedavisi mutlaka yoğun bakım ünitelerinde yapılmalıdır. Bu hastaların ağız yoluyla beslenmesi sakıncalı olduğundan, damar yoluyla verilen sıvılarla beslenirler. Beyin ve kan basıncı ile sıvı ve elektrolit düzeyleri sürekli olarak izlenir.

Solunum yetersizliği olan hastalara solunum aletleri ile yapay solunum yaptırılır. Beyin ödemine karşı kortizon verilir. Kan şekeri düşük olan hastalara yüzde 25'lik şekerli serumlar uygulanır. DiKKAT16 yaşından küçük olan çocuklara grip veya ateşli başka bir virüs enfeksiyonu geçirdiklerinde kesinlikle aspirin verilmemelidir. Bu çocuklarda kullanılacak ağrı kesici-ateş düşürücü ilaç parasetamol olmalıdır.

BOĞAZ AĞRISI DEYiP GEÇMEYiN O DA BiR HASTALIK

Kış hastalıklarından biri de halkımızın anjin, boğaz ağrısı, boğaz iltihabı gibi isimlerle bildiği, biz doktorların 'akut farenjit' diye isimlendirdiği hastalıktır...

FARENJİT NEDİR?

Farenks boğaz demektir. Farenjit de boğaz iltihabı anlamına gelir. Aslında boğazın, biri burun boşluğunun arkasında kalan ve geniz diye de isimlendirdiğimiz bir kısmı ve bir de ağız boşluğunun tam arkasında yer alan kısmı (orofarenks) vardır. Farenjit diyince anlaşılan, boğazın ağzımızı açtığımız zaman görülen kısmının iltihabıdır.

Boğaz iltihaplarının, ani olarak başlayan ve hastayı çok rahatsız eden şekline 'akut farenjit', uzun süreden beri devam eden ve belirtilerin çok şiddetli olmadığı şekline ise 'kronik farenjit' denir. Kronik boğaz ağrılarının pek çok nedeni olabilir. Alerjiler, hava kirliliği, sigara dumanı, reflü, burun tıkanıklığı, solunan havanın kuruluğu, alkol, çok sıcak veya soğuk yiyecek ve içecekler, bağırmak gibi.

Akut boğaz iltihaplarının çoğu ise enfeksiyonlarla ilgilidir. Bu enfeksiyonların çoğu, yani yüzde 80-85'i virüslerle, çok daha azı yüzde 10-15' i ise bakterilerle meydana gelir. Bu bilgi çok önemlidir, çünkü virüslerin neden olduğu boğaz iltihapları antibiyotik almadan kendi kendine iyileşirken, bakterilerin etken olduğu iltihapların mutlaka antibiyotiklerle tedavisi gerekir.

VİRAL FARENJİT

Virüslerin neden olduğu hastalığa viral farenjit denir. Bu çoğu zaman, nezle, grip gibi hastalıklara boğaz iltihabının da katılması ile oluşur. Nezleye bağlı farenjitde, burun akıntısı, hapşırma, gözlerde sulanma, öksürük vardır, ama ateş ve genel durum bozukluğu yoktur. Gribin yol açtığı farenjit ise, üşüme-titreme, yüksek ateş, terleme, halsizlik, iştahsızlık, baş ve yaygın vücut ağrıları ile birliktedir. Hasta adeta paçavraya dönmüş ve yatağa düşmüştür.Kızamık, suçiçeği, krup gibi diğer viral çocuk hastalıklarında da farenjit bulguları olabilir.

(Bugün)
Başlık: İlaç otobüsler yolculuğa çıkıyor
Gönderen: Tuğra - 09 Ocak 2009, 09:48:28

Bilim adamları geliştirdikleri yeni bir yöntemle vücuttaki hastalıklarla bire bir mücadeleye hazırlanıyor.

(http://www.internethaber.com/images/news/80294.jpg)

Bilim adamlarının geliştirdiği yeni bir yöntemle, vücutta bulunan farklı hastalıklarla aynı tedavi seansında mücadele edilebilecek.

Çok küçük altın parçaları ve infrared ışığından oluşan tedavi yöntemi ile birden çok ilaç yüklenmiş “ilaç otobüsü”, kan damarlarında gezerken, hastalıklı bölgeye geldiğinde taşıdığı yükü bırakıyor, ikinci ilacı bırakmak üzere daha sonra diğer hastalıklı bölgeye hareket ediyor.

Günümüzde iki farklı ilacın taşındığı çoklu sistem mevcut ancak ilaç yüklerinin ne zaman bırakılacağının, taşıyıcı kapsüle önceden yüklenmesi gerekiyor.

Yeni teknikte taşıdığı ilacı kaplayan farklı şekillerdeki altın, gene farklı infrared dalga boylarına maruz kaldığında eriyerek ilacın ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu yöntemde ilacın bırakılma zamanı dışarıdan kontrol edilebildiği için eski yöntemdeki zamanlama sorunu ortadan kalkıyor.

Proje gelecekte ticari olarak kullanılmaya başladığında, örneğin hem AIDS hem kanser olan bir hasta, aynı seansta tedavi edilebilecek.

internet haber
Başlık: Ani soğuklar yüz felci yapıyor
Gönderen: enfa - 09 Ocak 2009, 20:06:20
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kemal Balcı, kışın yüz felci vakalarının attığını söyledi.
Doç. Dr. Balcı, yaptığı açıklamada, yüz felcinin yüz kaslarını (dudak, yanak, kaş, göz çevresi kasları) etkileyen ve çok hızlı gelişen bir felç durumu olduğunu söyledi. Aşırı soğuk ve rüzgarlı havaların yüz felcini tetiklediğini, bu durumda yüzün yarısının kısmen hareketsiz kaldığını ifade eden Balcı, "Hasta alnını kırıştıramaz, gözünü kapatamaz, dişlerini gösteremez, dudaklarını büzemez, ıslık çalamaz. Ağız köşesi kıvrımı düzleşir. Dilin ön kısmında tat duyusu bozulur.

'KASLARIN HAREKET ETMESİ İÇİN SAKIZ ÇİĞNEYİN'
Yüz felci tanısı konulduktan sonra seyrin nasıl olacağı da erkenden belirlenmeli"diye konuştu.Yüz felci hastalarının çoğunun ilaç tedavisi (kortikosteroidler ve Bvitamini) veya fizik tedavi yardımıyla hızla düzeldiğini, küçük bir kısmında cerrahi tedavi gerekecek kadar ağır seyir izlenebildiğini kaydeden Doç. Dr.Balcı, şunları söyledi:"Hastaya, yüzün mimik kaslarını hareket ettirmesi için sakız çiğnemesi önerilir, yüz kasları üzerine masaj yapması tavsiye edilir. Yüz felcine maruzkalmamak için özellikle rüzgarlı ve soğuk havalarda dışarı çıkarken boyun ve yüz atkıyla sarılmalı. Duş ve baş yıkama sonrası kurumadan dışarı çıkılmamalı.Vantilatör karşısında uzun süre zaman geçirilmemeli. Özellikle bu önlemlersonbahar ve kış mevsiminde sıklığı artan yüz felci gelişiminden kısmen de olsa korunmayı sağlayabilir."
Başlık: Grip Hakkında Ne Biliyoruz?
Gönderen: Lika - 10 Ocak 2009, 05:04:57
KIŞ AYLARININ hava sıcaklıklarında görülen değişimler nedeniyle vücut direncinin azalmasına bağlı olarak ortaya çıkan bir hastalık, grip. Hastalığın ortaya çıkmasındaki asıl sebep ise, hava sıcaklığındaki değişimin virüslerin yayılımını kolaylaştırması.

Özellikle yarı yıl tatili sonrasında klasik grip ve soğuk algınlığı tablolarında artış gözleniyor. Okulların da açılmasıyla çocuklar arasında gribin görülme sıklığı daha da artıyor. Grip, özellikle okul gibi kalabalık ve yakın temas içinde olunan ortamlarda bulaşarak geçiyor.

Bu hastalığın bir başkasına en kolay geçme yolu ise, el teması. O yüzden, el temasının olduğu araçların ortak kullanımı konusunda hassas olunması gerekiyor. Ellerin sık sık sabunlu suyla yıkanmasına özellikle dikkat edilmeli. Salgın zamanlarında üç insandan biri grip virüsünü kapıyor.

İnsanların bu virüsten korunmak için yapabilecekleri başka şeyler de var: Hava şartlarına uygun giysiler seçmeleri, bol sebze, meyve tüketmeleri, vücut direncini düşüren aşırı yorgunluk, alkol, sigara, az ve düzensiz uyku, düzensiz ve tek yönlü beslenme gibi etkenlerden uzak durmaları.

Grip hakkında insanların sahip olduğu en yanlış algılama, bu hastalığın ancak antibiyotik ile tedavi edilebileceği düşüncesi. Halbuki antibiyotiklerin gribin tedavisinde önemli bir etkisi yok. Üstelik bu ilaçları gereksiz yere kullanmanın yan etkileri olduğu gibi, ekonomik açıdan da büyük bir kayıp oluşturuyor.

Normal şartlarda grip bir hafta içinde iyileşir. Ancak vücut direnci zayıf olan kronik hastalarda, kalp-akciğer hastalığı olanlarda, yaşlılarda ve şeker hastalarında hastalık ağır seyredebilir. Bu nedenle bu kişilerin mutlaka doktor kontrolünden geçmesi gerekir.

Halk arasında grip ile soğuk algınlığı birbirine karıştırılır. Soğuk algınlığı ya da diğer adıyla nezle, vücutta çok fazla kırgınlık ve yüksek ateş yapmaz. Gripte ise ciddi eklem ve kas ağrıları, yüksek ateş, öksürük ve hapşırma görülür. Eğer bu belirtiler görülmeye başlamışsa gribi önlemek zorlaşır.

Grip olan hastaların vitamin almalarının tedavi açısından etkisi de sanıldığı gibi büyük değildir. Vitamin, sadece, gerçekten beslenme bozukluğu olan kişilerdeki eksikliği giderebilir. Doğru beslenen kişiler vitamin takviyesine ihtiyaç hissetmezler. Vücuda vitamin depolamanın tedavide ya da gribi önlemede sağladığı bir avantaj yoktur.

Grip sırasında alınması gereken tedbirler ise şunlardır: Bol sıvı almak, bol sebze meyve yemek. Bunları yapmadaki neden, vücudun hastalıkla mücadele ederken kalori harcamasıdır. Bu sebeple hastalar mümkün olduğunca kalorisi fazla gıdaları tercih etmelidir.

Başlık: Bademcik ameliyatı için en uygun zaman
Gönderen: Tuğra - 10 Ocak 2009, 10:24:24

Vücudun bağışıklık sisteminde rol oynayan lenf sisteminin boğazda yerleşmiş olan bademcikler hem çok gerekli hem de tehlikeli olabililiyor.

Vücudun bağışıklık sisteminde rol oynayan lenf sisteminin boğazda yerleşmiş dokularından bir çifttir Bademcikler. Özellikle üst solunum yollarından giren mikropları tanıyarak vücudu savunmaya hazırlar.

Halk arasında geniz eti denilen “adenoid” dokusu da aslında aynı bademcik gibi lenf yapısındadır ve üst solunum yolunun savunmasında rol oynar. Bademcik gibi, geniz eti de çocuklarda yapısal olarak zaten dar olan hava yolunu tıkar.

Bademcik ve geniz eti problemlerini Sema Hastanesi KBB Uzmanı Dr. Ömer Faik Sağun anlatıyor.
Bademcik dokusu yaşla beraber giderek küçülen bir doku ve bu yüzden yirmili yaşlardan sonra bademcik enfeksiyonlarında azalma görülüyor. Zaten, ergenlikten sonra bademcik ve geniz etinin bir fonksiyonu kalmaz.

Bademcik ve geniz eti sorunları en sık çocukluk döneminde görülüyor. Görülme sıklığı çocukların anaokulu, kreş ya da ilkokul gibi toplu yerlerde bulundukları dönemlerde zirve yapıyor.

Bademcikler ne zaman alınmalı?

Bademcik ve geniz eti ameliyatları çok sık yapılan ameliyatlar olarak karşımıza çıkıyor. İlaç tedavisinden fayda görülmediğinde cerrahi olarak bunların çıkartılmasına başvuruluyor. Bu ameliyata karar vermek için kullanılan iki kriter var.

Kesin ve göreceli olarak ameliyatın gerekliliğinin belirleniyor.

• Üst solunum yolunun bademcik ve geniz eti büyüklüğüne bağlı olarak sık sık tıkanıyorsa
• Bademcik etrafında abse oluşuyorsa
• Kötü huylu tümör şüphesi varsa
• Çene yapısını bozan geniz eti ve bademcik büyümesi görülüyorsa
• Konuşma bozukluğuna sebep oluyorsa
• Uyku apnesine yol açıyorsa bu durumlar kesin ameliyat gerektiren durumlar olarak karşımıza çıkıyor.
Göreceli kriterlerin en başında sık tekrar eden bademcik enfeksiyonları geliyor. Bademcik ameliyatlarının %40'ı bu nedenle yapılıyor. Göreceli kriterler;
• Son bir yılda yedi defa veya son iki yılda yıl başına beş defa veya son üç yılda yıl başına 3 defa ya da daha sık ateşli bademcik iltihaplanması geçirilmesi
• Hastanın difteri (Kuşpalazı) mikrobu taşıyıcısı olması
• Hastada kalp kapak bozukluğu olması
• Bademcik ve geniz eti iltihaplanmasına bağlı olarak sık orta kulak iltihabı geçirilmesi.

Çocuğunuz bu tür problemler yaşıyorsa, hemen bir uzmana başvurun. Aksi takdirde, çocuklarda horlama, huzursuz uyku, gece terlemeleri gibi belirtileri beraberinde getiren bademcik ve geniz eti, büyüme ve gelişmede geri kalmaya, saldırganlık, huysuzluk gibi kişilik değişikliklerine, öğrenme güçlüklerine sebebiyet verebilir.

Bademcik ameliyatlarında radyo frekans yöntemi

Bu yöntemde Radyo frekans enerjisi veren cihaza bağlı iğne bademciklere batırılır. Bu iğne yoluyla verilen radyo frekans enerjisi bademciklerin büzüşmesine ve dolayısıyla boyut olarak küçülmesini sağlar. Havayolunda yaklaşık olarak %70 genişlemeyi sağlar. Uygulama sonrasında son derece az ağrı olur. Bu nedenle çocuklarda ameliyat sonrası huzursuzluklar daha az görülür.

Sömestr tatili ameliyat için en uygun zaman

Bademcik hastalıkları ve geniz eti çocuk yaş grubu sorunu olarak bilinse de erişkinler için de aynı kurallar geçerli. Ameliyata engel oluşturacak herhangi bir ciddi sağlık problemi olmayan erişkinlerde de bademcik ameliyatları uygulanıyor. Solunum sıkıntısına sebep olan iri bademcik ve ileri derecede büyümüş geniz eti durumlarında çocuklarda 6. aydan itibaren ameliyat yapılabiliyor, yaş bir engel oluşturmuyor. Okul çağı çocuklarının derslerinden geri kalmamaları için sömestr tatili en uygun zaman olarak karşımıza çıkıyor.

Haber Aktüel
Başlık: Egzersiz yapmak hastalıktan koruyor
Gönderen: Tuğra - 11 Ocak 2009, 13:19:53

Düzenli yapılan orta şiddetteki ılımlı egzersizlerin hastalıklardan korunma, hastalık halinden kurtulma ve yaşam kalitesini yükseltmede önemli rol oynadığı bildirildi.

Gaziantep Üniversitesi (GAZÜ) Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Müdürü Yrd. Doç. Dr. Kürşat Karacabey AA muhabirine yaptığı açıklamada, egzersizin hastalıktan korunmada etkin rol oynadığını ve sağlığı olumlu yönde etkilediğini bildirdi.

Egzersizin fiziksel olduğu kadar ruhsal sağlık için de önemli olduğunu, yapılan araştırmaların egzersiz yapan kişilerin yapmayanlara göre pek çok açıdan daha sağlıklı olduğunu ortaya koyduğunu dile getiren Karacabey, şöyle konuştu:

''Osteoporozun gelişimini yavaşlatmak açısından egzersiz çok etkili. Kadınların ergenlik çağından önce egzersize başlaması gerekiyor. Bu dönemden itibaren kemik kitlesi artar. 20-30 yaş arasında kemik kitlesi artışı sabitlenir.

Düzenli ve bedeni çok fazla yormayacak egzersizler çok ileri yaşlardaki kişiler için bile faydalıdır. Jogging, yürüyüş, aerobik step, dans, tenis ve basketbol gibi egzersizler kemik kitlesinin sağlıklı gelişiminde önemli rol oynar ve kemik kitlesinin maksimal düzeye ulaşmasına katkı sağlar.''

Karacabey, bilimsel çalışmaların düzenli egzersizin kan akımını düzenlediğini ve korumaya yardımcı olduğunu ortaya koyduğunu ifade etti. Durağan yaşam tarzı sürdürenlerin, sporculara göre yüzde 35 daha fazla hipertansiyon riskine sahip olduğunu dile getiren Karacabey, şunları anlattı:

''Ayrıca klinik ve deneysel çalışmalar düzenli ve ağır olmayan egzersizin üst solunum yolu enfeksiyonu sıklığının azaldığını göstermiştir. Ayrıca bu tür egzersizlerin türü kalp hastalığı, şişmanlık, insüline bağlı olmayan diyabet, yüksek tansiyon ve osteoporoz gibi hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde, vücut ağırlığının kontrolü ve organizmanın strese karşı direncini arttırmada önemli rol oynadığı ispatlanmıştır. Egzersiz hastalıktan korunmada etkin rol oynar, sağlığı olumlu yönde etkiler''

''HAYATA DAHA MUTLU BAKAR''

Karacabey, egzersiz yapan kişilerin kendisini daha enerjik hissettiğini, tembellikten uzaklaştığını, sakinleştiğini ve hayata daha mutlu baktığını ifade etti.

Egzersiz yapmanın öz saygının gelişmesinde etkili olduğunu, organizmayı bedensel ve ruhsal streslerin yıpratıcı etkisinden koruduğunu ve kişilerin kendisine güvenini arttırdığını dile getiren Karacabey, şöyle devam etti:

''Düzenli ve etkili egzersiz, bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için hastalıklardan korunmanın, tedaviyi desteklemenin ve yaşam kalitesini arttırmanın en ekonomik yollarından biri. Bu konuda başta ailelere ve eğitim kurumlarına büyük görev düşüyor. Hastalanma risklerini azaltmak ve sağlıklı kalabilmek için organizmamızın doğal savunma sisteminin kuvvetlenmesi gerekiyor. Bu açıdan vücudun doğal savunma sistemini düzenli egzersizlerle güçlendirmek önemli.''

Karacabey, egzersizlerle güçlenen bağışıklık sisteminin hastalıklara karşı vücut direncini arttıracağını, hastaların iyileşme süresini kısaltacağını ve iş verimini yükselteceğini vurguladı.

Yürüyüş ile düşük ve orta hızlı koşuların en ideal egzersiz türleri olduğunu dile getiren Karacabey, egzersizin şiddeti ve süresinin her yaş grubu, cinsiyet ve kişilerin fiziki yapılarına göre değişebileceğini sözlerine ekledi.

Haber Aktüel
Başlık: Doktorlar ameliyattan kaçar
Gönderen: Tuğra - 12 Ocak 2009, 08:33:31
Yargıtay'ın doktor hatası nedeniyle idarenin ödediği tazminat cezalarını doktorlara fatura edince ortalık karıştı.

Konya ve Karaman Tabip Odası Başkanı Doç. Dr. Faruk Aksoy, Yargıtayın, doktor hatası nedeniyle idarenin hastalara ödediği tazminat cezalarının doktordan tahsil edilmesine yönelik kararının, acil ve cerrahi müdahalelerde büyük sıkıntılara yol açacağını söyledi.

Aksoy, Bursa Devlet Hastanesinde ameliyat olan ve buradaki ameliyatın özensiz yapılması nedeniyle ikinci kez, daha sonra ise karın bölgesinde kalan alet parçasının çıkarılması için üçüncü kez ameliyat olduğunu iddia eden bir hastanın, Sağlık Bakanlığı aleyhine idare mahkemesinde tazminat davası açtığını hatırlattı.

Aksoy, bu dava sonucunda, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin doktor hatası nedeniyle idarenin hastalara ödediği tazminat cezalarının doktordan tahsil edilmesine yönelik verdiği kararın doktorlar ve hastalar açısından olumsuz bir takım sonuçlar doğuracağını öne sürdü.

Acil müdahale dışında hastaların doktorlar tarafından bilgilendirildiğini ifade eden Aksoy, ''doktor, hastasını cerrahi müdahale öncesinde ortaya çıkabilecek her türlü komplikasyon hakkında bilgilendiriyor.

Ancak acil müdahalelerde bu bilgilendirmenin yapılması da çok zor. Zira hastaya çok kısa sürede müdahale edilmesi gerekiyor. Bu müdahale sırasında oluşacak bir hata nedeniyle doktor tazminata mahkum edilirse, hastanın tedavi sürecinde gecikmeler yaşanabilir'' diye konuştu.

Aksoy, Yargıtayın aldığı bu kararın ardından her an bir davayla karşılaşma endişesi taşıyan doktorların ''defansif tıbba'' yöneleceğini kaydederek, şunları söyledi:

''Yargıtayın, doktor hatası nedeniyle idarenin hastalara ödediği tazminatın doktordan tahsil edilmesine karar vermesi acil ve cerrahi müdahalelerde büyük sıkıntılara yol açacak. Özellikle acil vakalarda ve cerrahi müdahalelerde bu sıkıntı daha fazla hissedilecek. Risk almak istemeyen doktor, tedavide gecikmeye neden olacak ve tedavi aksayacak. Yıllarca kazandığı parayı bir defada tazminat davası ile kaybetmek istemeyen doktorlar, defansif tıbba yönelecek.''

TIP FAKÜLTELERİNDE YIĞILMA OLACAK İDDİASI

Doktorların, riskli olan durumlarda müdahaleden kaçınarak, hastayı tıp fakültelerine yönlendireceğini öne süren Aksoy, ''bu durum tıp fakültelerinde yığılmalara neden olacak'' diye konuştu.

Aksoy, yeterli anestezi ve yeterli imkan sunulmayan hastanelerde bu durumun daha fazla yaşanacağını iddia ederek, şunları kaydetti:

''Koşulların yetersiz olduğu hastanelerde doktorlar kendini daha fazla koruma yoluna gidecek, tereddüt ettiği birçok durumda müdahaleden çekinecek. Özellikle kalp, şeker ve tansiyon gibi ciddi rahatsızlığı bulunan hastalara tedavi aşamasında sorunlar yaşanacak.''

internethaber
Başlık: Cep telefonları göze Zarar
Gönderen: Tuğra - 15 Ocak 2009, 00:54:54
Devamlı olarak cep telefonu kullanmanın, göz kanseri (göz melanomu) riskini artırmadığı ortaya çıktı.

Alman bilimadamlarının Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü dergisinde (Journal of the National Cancer Institute) yayımlanan araştırmalarında, 1600 kişi üzerinde yapılan incelemede, insanların 10 yıl boyunca cep telefonu kullanmak için harcadığı zaman ile, göz melanomu gelişmesi olasılığı arasında bağlantı bulunmadığının saptandığı belirtildi.

Genellikle cilt kanseri olarak bilinen melanom nadiren de olsa gözde de çıkabiliyor ve hızla yayılabiliyor. Melanom, deriye rengini veren ve melanin olarak adlandırılan pigmenti üreten hücrelerde ortaya çıkıyor. Gözde de melanin üreten hücreler bulunuyor.

Cep telefonlarının kansere neden olup olmadığı uzun süredir tartışılıyor. Şimdiye kadar yapılan araştırmaların çoğunda, cep telefonu kullanımıyla kansere yakalanma arasında ilişki kurulamadı.

Haber Aktüel
Başlık: Sırt ağrılarınızdan kurtulun
Gönderen: Tuğra - 16 Ocak 2009, 01:41:18
Yanlış oturma, duruş bozukluğu, hareketsizlik veya ağır kaldırma; hepsi sırt ağrılarının baş kaynağı.

Kadıköy Şifa Tıp Merkezi - Ataşehir'den ortopedi ve travmatoloji uzmanı Op. Dr. Mete Meçikoğlu, akut ve kronik sırt ağrısı çekenlere daha rahat bir hayat sürebilmeleri için uyarılarda bulundu.

Sırt ağrılarının en önemli sebebi hareketsizlik. Bu da, belkemiğini destekleyen adaleleri tembelleştirip duruş bozukluğuna ve kasılmalara sebep oluyor. Sürekli oturmak omurları olumsuz etkiliyor. Çünkü omurlar arasındaki tamponlar sadece düzenli kasılma ve gevşeme sayesinde doku sıvısıyla besleniyor ve bunun için de hareket etmek gerekiyor. Yanlış kaldırma hareketleri veya stres, korku gibi etkenler de ağrılara yol açabiliyor.

Ağrıyınca ne yapmalı?

Ağrıyı hiçbir zaman inkâr etmeyin. İyileşmenin yollarını arayın. Örneğin sıcak, kan dolaşımını desteklediği için ağrılara iyi gelir. Biberiye esanslı sıcak bir banyo rahatlatır. Aynı şekilde ısıtma torbası veya uygun merhemler de kasları gevşetir. Ağrıları ciddiye almanız çok önemli, çünkü ancak zamanında müdahale, ağrının kronikleşmesini önleyebilir.

Alışkanlıklarınızı değiştirin

Tembellik sırt ağrısına yol açıyor. Günlük alışkanlıklarını değiştiremeyenlerin sırt ağrılarına daha çok maruz kaldıkları, bu sebeple hayatlarında harekete daha çok yer vermeleri gerektiği bilinen bir gerçek. Örneğin ritmik hareketler, yürüyüş ve spor türleri, sırt ağrılarına iyi gelir. Sporun dışında sık sık ayağa kalkmak (örneğin telefonda konuşurken) ve kasları harekete geçirmek (örneğin karnınızı içeri çekin veya ayaklarınızı yere iyice bastırın) de iyi bir çözüm.

Kronik ağrıların çaresi nedir?

En doğru yol, bir uzmanın önereceği terapileri uygulamaktır. Ayrıca masaj ve jimnastik ağrılara iyi gelir. Çünkü masaj, adaleleri gevşetir ve kan dolaşımı ile metabolizmanın daha rahat çalışmasını sağlar. Jimnastik ise sırt egzersizleri sayesinde tembel kasları tekrar harekete geçirir.

Oturuş şeklinizi değiştirin

İşini sürekli oturarak yapanlar sırt ağrılarına daha çok maruz kalıyor. En iyi sandalye veya araba koltuğu bile, bazen bu ağrıları önleyemiyor. Fakat bazı noktalara dikkat ederek, sırt ağrılarını en aza indirebilirsiniz. Masa ve sandalyenin yanı sıra, bilgisayar ekranı ve faresi de sırtı olumsuz etkileyebiliyor. Bu nedenle mümkün olduğunca oturuş şeklinizi değiştirmekte veya sırtınızı bir yastığa dayamanızda fayda var.

Rastgele yük taşımayın

Defalarca okuyup duymamıza rağmen, hâlâ yükleri yanlış kaldırıyor ve taşıyoruz. Ağrılara maruz kalmamak için, şunlara dikkat etmelisiniz:

Yerden bir şey alırken asla eğilmeyin. Her zaman diz çökün ve öyle kaldırın.

Çok ağır yükleri parça parça taşıyın.

Taşıdıklarınızı vücudunuza yakın tutun ve belinizle kesinlikle desteklemeyin.

Tek taraflı taşımaktan kaçının. Yükü iki elinizle taşıyarak dengeleyin.

Ev işleri yaparken dikkat edin

Sık kullandığınız tabak çanağı, dolaplarınızın alt raflarına yerleştirin.

Mutfak aletlerini mümkün olduğunca göz hizanızda bulundurun. Böylece sürekli eğilmekten kaçınmış olursunuz.

Ütü yaparken, yüksekliği ayarlanabilir bir masayı tercih edin. En ideal masa, bel hizanızda olandır.

Elektrik süpürgenizin sapının ayarlanabilir olmasına dikkat edin. Koltukların altını süpürürken de eğilmek yerine diz çökün.

Haber Aktüel
Başlık: Uykunuzu bunlar zehir ediyor
Gönderen: Tuğra - 18 Ocak 2009, 11:59:32

Uykunuzu zehir eden şeylerin neler olduğunu biliyor musunuz ?
"En iyi uyku hangisidir?" sorusunun cevabını merak etmeyen yoktur. 'İyi uyku'yu sadece belirli saatlerle tanımlamak yeterli olmuyor. International Hospital Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, 'iyi uyku'yu, "Kişinin kendini dinlenmiş hissettiği uyku" olarak tanımlıyor...

Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, uykunun süresinin kişiye özel olduğunu söyledi. Tutluoğlu, "Bazı insanlar 10-12 saat uyudukları halde 'uykumu alamadım' derken, bazıları 6 saat uyusa da son derece dinlenmiş bir şekilde uyanabiliyor"dedi. Uluslararası Uyku Cemiyeti'nin sınıflandırmasına göre, 100'e yakın uyku hastalığı bulunuyor. Kaliteli uyku ise başlıca 3 şartı gerektiriyor:

1) Günlük çalışma ve düşünme fonksiyonları etkilenmemeli
2) Gün içinde uyku gelmemeli
3) Uyuklama olmamalı

Uyku kalitesini bozan 10 konu

Prof. Dr. Bülent Tutluoğlu, gece uyku kalitesini bozan ve dinlenmeyi önleyerek başka sağlık sorunlarına da davetiye çıkaran 10 nedeni şöyle sıralıyor:

1) Aşırı kilo artışı ve obezite
2) Yapısal bozukluklar (çene yapısı küçük ve arkaya doğrudur)
3) Burun ve boğazdaki yapısal bozukluklar
4) Bazı hipotiroidi (tiroid bezinin az çalışması) hastalığı
5) Astım (Astımlı kişilerde alerji de olduğundan, burun çok iyi çalışamıyor, tıkanıklık ve sinüzit oluşuyor. Buna bağlı olarak hasta burun problemleri de yaşıyor ve apne oluşuyor.)
6) KOAH -Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı ( KOAH hastalarında uyku apnesi daha sık görülüyor. Uyku sırasında soluk durması sonucu kandaki oksijen düşüyor, ani ölümler oluşabiliyor)
7) Kişiye ait faktörler (Sigara, alkol)
8) Kalp hastalıkları ve hipertansiyon
9) Fonksiyon bozuklukları
10) Ense kalınlığı

Uyku teröründe, hasta eşini dövebiliyor

Uyku terörü hastalığında ise hasta, uyanmadan uyku sırasında kalkıyor ve eşini dövmeye başlıyor ya da eşyaları kırıyor. Uykuda yemek yeme hastalığında da hasta uyku sırasında yemek yiyor ancak hatırlamıyor. En çok görülen diğer uyku hastalıkları arasında şunlar bulunuyor: Uykusuzluk. Parasomnia: Uykuya dalarken kaslarda kasılma olur. Buna karabasan ya da uyku felci de denebilir. Narkolepsi: Apne değildir. Kişi, gün boyu aşırı uykulu olur, kafası düşer ve uyuklar.

Açık gözle de uyunabiliyor

Halk arasında 'uyurgezerlik' olarak bildiğimiz durum da bir uyku hastalığıdır. Bu hastaların gözleri açıktır, ama aslında uyuyorlardır. Uyurgezer, uykunun herhangi bir zamanında yatağından kalkıp, arabasına binip, alışveriş yaparak dönebilir ve bunu hatırlamayabilir.

Horlayan kocada, eşin ifadesi önemli!

Horlama sorunu erkeklerde daha sık görülmesine rağmen menopozdan sonra kadınlarda da rastlanabiliyor. Bu durumda eşler horlamadan dolayı uyuyamıyor,Horlama sorunu olan erkeklere tanı koymada, eşlerinin ifadeleri büyük önem taşıyor. Uyku apnesi olan kişilerde vücudun üst kısmında terleme, sık idrara çıkma, ağız kuruluğu, sabahları baş ağrısı oluyor ve kişi uykusunu alamamış olarak kalkıyor.

habar3
Başlık: Bitki yağları birer sağlık kaynağı
Gönderen: Tuğra - 19 Ocak 2009, 08:58:15

Çörek otu, üzüm çekirdeği, ve keten tohumu ile nar çekirdeği gibi ürünlerden elde edilen yağların insan sağlığına çok yönlü katkıları nedeniyle fonksiyonel yağ özelliklerine sahip olduğu belirtildi.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/20939.jpg)

Çörek otu, üzüm çekirdeği, ceviz ve keten tohumu ile nar çekirdeği gibi ürünlerden elde edilen yağların insan sağlığına çok yönlü katkıları nedeniyle fonksiyonel yağ özelliklerine sahip olduğu belirtildi.

Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yüksel Kan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tıbbi ve aromatik bitkilerden doğal yöntemlerle elde edilen fonksiyonel yağların insan sağlığı açısından öneminin Türkiye'de de kabul edilmeye başlandığını söyledi.

Fonksiyonel yağlarla yapılan çalışmalar çok yeni olmasına rağmen tıbbi ve aromatik özellikleri olan yağlara ilgiyi artırdığını ifade eden Doç. Dr. Kan, ''Dünyada ve ülkemizde sağlıklı yaşamın temel yapısını oluşturan ve sağlıklı kalmak için tüketilmeye başlayan bu fonksiyonel yağların beslenmemizde yerini alması gerekir'' dedi.

Çevre, yanlış beslenme ve stres gibi yaşam kalitesini etkileyen olumsuz faktörlerin de etkisini azaltmak için fonksiyonel yağların kullanımının her geçen gün arttığını belirten Kan, şunları kaydetti:

''Özellikle gelişme çağındaki çocukların zihin fonksiyonları ve kemik gelişiminde, yaşlıların beslenmesinde fonksiyonel yağların ayrı bir önemi var. Doğal tıbbi ve aromatik katkısı olan bitki yağlarının endüstriyel olarak üretiminde araştırma ve geliştirme çalışmaları da hız kazanmıştır. Türkiye'de üretilip tüketiciye sunulma aşamasına gelinen bu yağların üretim süreçleri ve yağlarda yapılacak kalite kontrolleri önemlidir.

Tüketici tercihini yaparken kullanacağı fonksiyonel yağın üretim ve kullanım özellikleri hakkında ürün üzerindeki bilgilere dikkat etmelidir. Özellikle tıbbi ve aromatik özellikli fonksiyonel yağların ham maddeden mamul ürün oluncaya kadar geçirdiği işlemler yağın faydalılığını belirleyen önemli faktörlerdir.''

Kan, fonksiyonel yağların elde edilmesi sürecinde yapılan ısıl işlemler, soğuk pres işlemleri ve ambalajına varıncaya kadar tüm işlemlerin yağın doğal özelliğiyle uyumlu olması, hangi şartlarda üretildiği bilinmeyen merdiven altı yağların kullanımından kaçınılması gerektiğini söyledi.

Tıbbi özelliği olan yağların üretim aşamalarında gerekli analiz ve kontrol yapılmadığı takdirde fayda yerine zarar getirebileceğini belirten Kan, ''Ülkedeki bitkisel yağların üretiminde, besin kaybı en aza indirilerek sağlık ve kalitenin amaçlandığı günümüzde yüksek niteliklere sahip fonksiyonel yağların üretimi endüstriyel olarak da artırılmalıdır'' dedi.

BAZI BİTKİ YAĞLARININ FAYDALARI

Çörek otu, üzüm çekirdeği, ceviz tohumu, keten tohumu, nar çekirdeği, aspir tohumu, ısırgan tohumu, susam tohumu ve kabak çekirdeği gibi ürünlerden elde edilen yağların insan sağlığına çok yönlü katkıları dolayısıyla fonksiyonel yağ özelliklerine sahip olduğunu kaydeden Kan, bazı tıbbi bitki yağlarının faydalarını şöyle sıraladı:

''Çörek otu tohumu yağının antioksidan ve iltihabı önleyici özellik gösterdiği kanıtlanmıştır.

Üzüm çekirdek yağı Omega 6 yağ asidi olan linoleik asit bakımından zengindir. Yağ en az yüzde 69 oranında vücuda yararlı linoleik asit taşımaktadır.

Ceviz yağı tüketen 793 kişi üzerinde Fransa'da yapılan bir çalışmada bu kişilerde kalp sağlığını koruyan HDL kolesterol düzeylerinin yüksek olduğu saptanmıştır. Omega 3 yağ asitlerinin kalp ve damar sağlığının korunmasında ve iltihaplarda pozitif etkiler oluşturduğu görülmüştür.

Aspir tohumu yağının yağ dokularını azaltıcı etkisi, hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle de gözlenmiştir. Vücuttaki yağ oranını azaltarak, daha küçük yağ moleküllerine dönüştürmektedir. Metabolizmayı hızlandırarak, yağ ve kas dengesini düzenleyip zayıflamaya yardımcı olur.

KETEN TOHUMU YAĞI KALP HASTALIKLARINI ÖNLÜYOR

Keten tohum yağı, içerdiği omega 3 yağ asidi olan alfa linolenik aside bağlı olarak kalp sağlığını koruyucu, koroner kalp hastalıklarını önleyici etki gösterir. Ülseratif kolit gibi iltihaplı hastalıkları önlemede de yardımcıdır.

Keten tohumunun vücutta kolesterolün oluşmasını engellediği, kolesterolü düşürdüğü ve yüksek tansiyonu düşürmede yardımcı olduğu belirlenmiştir. Yorgunluğa, halsizliğe karşı enerji ve güç verir. Taşıdığı antioksidan bileşiklerden dolayı bağışıklık sistemini güçlendirir.

Güçlü antioksidan etkiye sahip olan nar çekirdeği yağı kalp sağlığını korumada yardımcıdır. İçeriğindeki asitler bağışıklık sistemini harekete geçirerek vücut direncini artırır. Sindirim sistemini koruyucu etkileri ortaya konulmuştur.

Kabak çekirdeği yağının taşıdığı özel bileşenlerden dolayı prostat ve idrar kesesi şikayetlerinin azaltılmasında yardımcı olduğu pek çok araştırmayla gösterilmiştir. Ayrıca kolesterolü düşürür ve kalp sağlığının korunmasında olumlu etkileri bulunur.''

Haber Aktüel
Başlık: iPod, MP3 kulaklıkları bakteri üretiyor
Gönderen: İsra - 20 Ocak 2009, 05:46:15
Daha önce, kulaklıkla yüksek sesle müzik dinlemenin zararlarına dikkat çeken araştırmacılar şimdi de milyonlarca kişi tarafından kullanılan iPod ve MP3 kulaklıklarının bakteri ürettiğini ve ciddi kulak enfeksiyonlarına yol açabileceğini açıkladı.

Health and Allied Sciences adlı online dergide yayınlanan çalışma, sık kulaklık kullanımının kulaktaki bakteri üremesini ciddi oranda artırdığını ortaya koyuyor. Manchester Evening News'de yer alan bilgilere göre, önceden yapılan başka çalışmalarda uçaklarda kullanılan kulaklıklar da incelenmiş ve bir saatlik kullanım sonunda kulaktaki bakteri miktarının altmıştan 650'ye çıktığı gözlemlenmişti. Dünya çapında kullanımının artması üzerine, önceki araştırmayı da dikkate alan Hintli bilim adamları kulaklıklar üzerinde mikrobiyolojik testler yürüttü ve her tür telefon veya radyo kulaklığının, enfeksiyona sebep olan patojenleri içeriye taşıdığını söyledi. Ayrıca, bir başkasının kulaklığını kullananların da enfeksiyon kapabileceği belirtildi.

zaman
Başlık: İşte kalp krizinin fotoğrafı
Gönderen: Tuğra - 21 Ocak 2009, 09:49:34
Kalp o anda yanan bir doğalgaz ocağı gibi görünüyor. Krizin yarattığı kanamalar net olarak görülebiliyor.

(http://www.internethaber.com/images/other/kalp.jpg)

Kalp krizinin fotoğrafı çekildi. Fotoğrafta krizin yol açtığı iç kanama görülebiliyor. Bunun da tedaviye yeni bir yol açabileceği iddia ediliyor.

TEDAVİYİ KOLAYLAŞTIRACAK

Telegraph'ın haberine göre, bu hayati anın fotoğrafını yakalayan ekip bunun kalbin bir krize nasıl tepki gösterdiğini anlamayı sağlayacağını ve böylelikle de hastaların tedavisinin de gerçekleştirilebileceğini iddia ettiler.

Fotoğraflar, doktorların hastanın kalp krizi geçirmesi esnasında oluşan iç kanamayı görmelerini sağlıyor.

Bu ekstra bilgi ile doktorlar müdahalelerini hastanın ihtiyacına göre ayarlayabilecekler.

internethaber

Başlık: Kış mevsimi mutsuz ediyor
Gönderen: Tuğra - 24 Ocak 2009, 10:19:07
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Okan Çalıyurt, kapalı ve yağışlı havaların bireyleri psikolojik olarak olumsuz yönde etkilediğini söyledi

Çalıyurt, yaptığı açıklamada, insanların zaman zaman kapalı, bulutlu, yağmurlu ve bunaltıcı havalarda isteksiz, enerjisi azalmış, morali olumsuz etkilenmiş, içe dönük ve karamsar bir tablo çizdiğini hatırlattı.

Açık, pırıl pırıl ve bol güneşli bir havanın ise insanları pozitif etkilediğini ve enerji artışı, moralde yükselme, canlılık ve dışa dönük davranışların ortaya çıkmasını sağladığını ifade eden Çalıyurt, hava durumunun bu etkisinin, öğrenilmiş bir davranış olmasının yanında tamamen biyolojik bazı gerçeklerin de rol oynadığını belirtti.

Bu olayın temelinde güneş ışığının insan duygu durumda yer alan bazı kimyasal maddelerin düzeylerini etkilemesinin önemli yer tuttuğunu belirten Çalıyurt, şöyle devam etti:

''Özellikle depresyonun biyokimyasal sebepleri arasında kabul edilen serotonin adlı madde güneş ışığı veya parlak ışıklar ile aktive olmaktadır. Tam tersine kapalı veya bulutlu günler ise serotonin düzeyini azaltmaktadır.

Gün ışığı veya parlak ışıkların diğer önemli bir özelliği de beynimizde hipotalamus adlı bölgede yer alan vücut saatini düzenlemesidir. Bu biyolojik saat uyku ve uyanıklık döngüsü ile duygu durum ve enerji düzeylerini kontrol etmektedir.

Karanlık günler veya kapalı havaların bu nedenle biyolojik saat üzerinden de olumsuz etkileri ortaya çıkmaktadır. Bu etkinin en tipik örneği ise kuzey ülkelerinde günlerin oldukça kısaldığı ve karanlık geçen sürenin uzadığı kış dönemlerinde, adına kış depresyonu (mevsimsel afektif bozukluk) denilen bir depresyon türünün ortaya çıktığı bilimsel olarak gösterilmiştir.''

-KADINLARA ETKİSİ-

Doç. Dr. Okan Çalıyurt, biyolojik saatin kadınlarda adet döngüsünün organizasyonunda görev aldığını belirterek, gün ışığı veya karanlık döngüsünün biyolojik saat üzerine olan etkileri nedeniyle karanlık-aydınlık döngüsünün bozulmasının kadınlardaki ritmleri de etkileyebildiğini vurguladı.

Bu bozuklukların duygu durum sorunları veya ağrı yakınmaları gibi şikayetlerle ortaya çıktığını anlatan Çalıyurt, şöyle dedi:

''Havaların kapalı olması ve güneş ışıklarından yeterli ölçüde yararlanamama hem doğrudan etkileri ile ve hem de biyolojik saat üzerine olan etkileri ile birlikte uyku ve uyanıklık döngüsünü etkilemekte ve çoğunlukla bu döngüyü bozabilmektedir.''

Çalıyurt, kışın güneş etkilerinden yeterli bir şekilde yararlanamama, kapalı ve yağışlı havaların olumsuz etkilerinden en az ölçüde etkilenmek için, gün içinde güneşin ortaya çıktığı saatlerde olabildiğince fazla dışarda bulunmanın faydalı olacağını bildirdi.

Okan Çalıyurt, ''Uyku düzenini korumak, her gün aynı saatte yatıp her gün aynı saatte kalkmak ve spor yapmak da, kapalı havanın olumsuz etkilerini atlatabilmek için faydalı olacaktır'' dedi.

Haber aktüel
Başlık: Çok Sık Acıkıyorsanız Dikkat!
Gönderen: Tuğra - 25 Ocak 2009, 11:38:38
Sık sık acıkmanızın arkasında bazı hastalıklar olabilir. İşte sebebler ve öneriler

İki saat önce tıka basa yemiştiniz ama o da ne? Yine mi acıktınız? Mideniz zil çalıyor!

Peki neden hiç doymuyorsunuz? Bunun arkasında kötü alışkanlıklar, yanlış beslenme ve bazı hastalıklar yatıyor olabilir.

İşte sürekli acıkmanızın nedenleri ve çözüm önerileri...

SAFRA AZLIĞI

Lifli besinlerden yoksun olarak besleniyorsanız, midenizde kocaman bir boşluk oluşur. Bu da açlığı tetikler. Çünkü safra bütün sıvıyı sünger gibi emer.

Bu da bağırsağın dolmasına yol açar, sindirimi tetikler ve uzun süre tok kalmayı sağlar. Ayrıca lifli besinler vücudun ihtiyacı olan birçok hayati maddeyi içerirler.

Kronik vitamin eksikliği de insanın kendisini aç hissetmesine neden olabilir.Bu özellikle tek yönlü beslenmede veya çok sıkı diyet yapanlarda görülür.

ÖNERİ: Günde 5 kez bir avuç dolusu meyve veya sebze tüketmek gerekli safrayı sağlar.

Ne kadar renkli sebze ve besin tüketirseniz o kadar çok vitamin alırsınız.

ÇOK FAZLA ÇEŞNİLİ YEMEK

Yemekleri daha da lezzetli kılmak için kullanılan çeşniler veya konserve besinler açlığa neden olurlar. Bunlar beyindeki açlığı idare eden bölgeyi uyarır ve açlık hissi böylece ortaya çıkar.

Çok aç olan insanların başının ağrıması da bu sebepten olabilir.

ÖNERİ: Restoranda yiyorsanız garsona yemeğin içeriğini sormaktan çekinmeyin. Çok çeşnilendirilmiş, soslarla veya baharatlarla marine edilmiş yiyecekler size iyi gelmeyebilir.

Ayrıca market alışverişi yaparken de paketlere dikkatli bakın. "E" sayısı ne kadar çoksa, sizin için o kadar zararlı demektir. iyisi mi evde kendiniz, taze sebzelerden pişirin. Aynı öğünde tatlı, tuzlu, acı ve ekşi gibi tatları bir arada almaya çalışın.

PORSİYONLARINIZ ÇOK BÜYÜKSE...

Restoran dünyasının son yıllarda pompaladığı "süper size" mönüler maalesef açlığı körüklüyor. Bundan 50 yıl önce bir porsiyon patates kızartması sadece 200 kalori ederken, şimdilerde 610 kalori edebiliyor!

Günde sadece 3 öğün yiyip bu öğünlerde de bir oturuşta büyük porsiyonlar yiyorsanız, bir müddet sonra yine acıkmanız çok doğal. Çünkü "sık sık az az yemek" felsefesinin tersini uygulamış oluyorsunuz.

ÖNERİ: Dışarıda yiyecekseniz bir porsiyonu her zaman iki kişi paylaşmaya özen gösterin. Çok büyük porsiyonlu restoranlarda, porsiyonun en az üçte birini tabakta bırakmaya çalışın.

Evde de yemek pişirecekseniz, küçük bir mutfak tartısı edinin. Örneğin makarna pişirecekseniz kişi başı na 80 - 100 gramı geçmeyin.

HORMON AZLIĞI

Bilinçli olarak az ve sağlıklı beslendiğinize inanıyor ama buna rağmen kilo alıyorsanız, tiroit bezinizde bir problem olabilir.

Bu organın az çalışması durumunda metabolizma bundan olumsuz etkilenir. Hipotiroidi denen bu rahatsızlık açlık hissetmenize neden olabilir.

ÖNERİ: Basit bir kan testi probleminizi ortaya çıkarır.

ÇOK AZ SIVI ALMAK

Pek çok kişinin hala bilmediği bir gerçek de yeterince sıvı almamanın açlık hissine sebep olduğu.

Çok az su içen veya içmeyi unutan kişilerin midelerinin kazınması veya ağızlarının kuruması son derece normal.

ÖNERİ: Elinizin altında her zaman bir şişe su olsun. Her saat başı bir bardak su içmeye dikkat ederseniz, bu sorununuzu halledebilirsiniz.

ÇOK AZ IŞIK ALMAK

Çok az gün ışığı almak insanın modunu olumsuz etkiliyor. Bundan metabolizma da nasibini alıyor ve kendine göre bis SOS stratejisi geliştiriyor.

Tatlı ve yağlı yiyeceklere yükleniyor. Çünkü şeker, yağ gibi maddeler endorfin salgılatıyor. Bunlar da mutlu olmamızı sağlıyor!

ÖNERİ: Öğle yemekleri tatillerinde yarım saat de olsa gün ışığından yararlanmak için dışarı çıkın.

Açık ama renkli kıyafetler seçmek de insana iyi hissettirir. Spor yapmak mutluluk hormonu salgılatır ve böylelikle açlığınızı unutursunuz.

ÇOK ATIŞTIRMAK

Yediklerimiz, duygu dünyamızı da etkiliyor. Evet, çikolata kalp ağrımıza iyi geliyor, makarna stresimizi alıyor ama...

Bunlar kısa süreli oluyor. Çünkü bunların hiçbiri bizi uzun süre tok tutmuyor. Açlığımızı kalori yüklenerek gidermek yerine, bu açlığın nedenlerini araştırmalıyız.

ÖNERİ: Kendimize soracağımız anahtar soru şu olmalı: Bu neyin açlığı? İyisi mi her şeyi içinize atmayın, açıkça ifade edin karşınızdakine.

Sizi rahatsız eden şeyleri saygı çerçevesinde anlatabilirsiniz. Ayrıca her zaman "güçlü"yü oynamayın. Unutmayın herkesin zayıf anları olabilir. Yardım isterken çeknmeyin.

ÇOK GÜÇLÜ İLAÇLAR KULLANMAK

Bazı ilaçlar, örneğin alerjiye karşı kullanılan ilaçlar histamin reseptörlerini bloke ettiklerinden açlığa neden olabilir.

Migren ilaçları veya bazı sakinleştiriciler de beyinde açlık hissinin uyarılmasına neden olabilirler.

Romatizma veya astım için kullanılan ilaçlardaki kortizon veya yüksek hormon içeren ilaçların yan etkilerinden biri de açlık olabilir.

ÖNERİ: Bu tarz ilaçlar kullanıyorsanız, doktorunuzdan alternatifleri öğrenin.

ÇOK FAZLA ŞEKER TÜKETMEK

Anne sütü emen bebeklerde bile "tatlı"nın insanı mutlu ettiği kanıtlanmış. Ama tatlı aynı zamanda açlığa sebep oluyor maalesef. Beyaz ekmek, reçeller, soft içecekler veya tatlılar, kan şekeri düzeyini arttırıyor. Bu da insülin hormonu salgılatıyor. Şeker seviyesi hızla düşüyor. Kan şekeri seviyesinin birden normalin altına düşmesi de açlık hissine neden oluyor.

ÖNERİ: Faydalı karbonhidratlara yönelmelisiniz. Yani ekmek makarna gibi ürünlerin beyaz undan değil tam buğday unundan olanlarını tercih etmelisiniz. Tatlılar veya çikolatalı gofretler yerine meyve yemelisiniz.

Bakterim.com
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: lalegül - 25 Ocak 2009, 13:34:16
Teşekkürler...
Başlık: Atık piller tehlike saçıyor
Gönderen: Ay Işığı - 27 Ocak 2009, 11:55:06
Atık pillerin içinde yer alan kurşun, kansızlık, mide rahatsızlıkları,kısırlık ve kansere yol açıyor.

Selçuk Üniversitesi (SÜ) Mühendislik Mimarlık Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ergün Pehlivan, yaptığı açıklamada, atık pillerin doğaya ve insan sağlığına zararlı maddeler içerdiğini söyledi. 

Atık pillerin kullanıldıktan sonra mutlaka bir yerde toplanıp geri dönüşüm yapılan tesislere gönderilmesi gerektiğini ifade eden Yrd. Doç. Dr. Pehlivan, “Türkiye'de atık pillerin doğaya verdiği zarar yeterince bilinmediği için pillerin geri dönüşümü sağlanamıyor” dedi.

Türkiye'de henüz organik atıklarla geri dönüşüm atıklarının bile ayrı ayrı toplanmasının tam olarak sağlanamadığını belirten Pehlivan, Avrupa'da ise geri dönüşüm atıklarının bile piller, metaller, kartonlar, plastikler şeklinde ayrı ayrı toplanarak geri kazanıldığını söyledi.

Bu atıklar arasında pillerin ayrı bir yeri olduğunu ifade eden Pehlivan, şunları kaydetti:

“Piller çoğu zaman organik maddelerle aynı çöp kutusuna atılıyor. Şarj edilemeyen pillerin içinde çinko, mangan, cıva, gümüş oksit, lityum bulunuyor. Şarj edilebilir pillerin içinde ise nikel kadmiyum, nikel metal ve kurşun asitleri yer alıyor. Toprağa karışan piller, bitkiler ve hayvanlar yoluyla insanlara geçerek sakat doğumlara hatta kanserlere neden olabiliyor. Cıva, merkezi sinir sisteminde tahribatlara neden oluyor. Kurşun, kansızlık, mide rahatsızlıkları, kısırlık ve kansere neden oluyor. Kadmiyumun ise prostat kanserine yol açtığı biliniyor.”

Çevreye ve insan sağlığına bu derece zararlı pillerin kullanımıyla ilgili de yanlışlar yapıldığını kaydeden Pehlivan, “Piller fazlaca bekletildiğinde güçleri azalıyor. Bu pilleri alıp kullanan kişiler yeterince yararlanamadan enerjileri bitiyor. Bu nedenle yeni pillerin kullanımı ve uygun yerlerde muhafazası konusunda hassasiyet gösterilmelidir” diye konuştu.
Pehlivan, çevreye daha az zarar vermek için kullan-at piller yerine şarj edilebilir pillerin kullanımının yararlı olacağını vurguladı.

ATIK PİLLERİN TOPLANMASINDAKİ YETERSİZLİK

Pillerin toplanmasıyla ilgili iyi bir sistem kurulamadığını, bu konudaki çalışmaların yetersiz olduğuna işaret eden Pehlivan, şöyle konuştu:

“Atık pillerin çöpe atılmamasını istiyoruz, vatandaşlara hep bunu tavsiye ediyoruz ancak bu konuda pil toplama sistemleri ülkenin pek çok yerinde gelişmemiş durumda. Evinde atık pilleri toplayan vatandaşlar ya belediyelere ya da çevre ve orman il müdürlüklerine kendileri götürüp teslim etmek zorunda kalıyor. Pek çok kişi de buna vakti olmadığı için ya evlerinde topladığı atık pilleri çöpe atıyor ya da pil toplama kampanyası düzenlenene kadar pilleri muhafaza etmek zorunda kalıyor.”

Atık pil sorununun çözümü için öncelikle pil toplama sistemlerinin yaygınlaştırılması gerektiğini belirten Pehlivan, “Pil toplama alışkanlığının kazandırılması için televizyonlar ve gazetelerde atık pillerin zararını anlatan bilgilendirici yayınlar yapılmalıdır. Özellikle çocuklara atık pillerin zararıyla ilgili olarak okullarda eğitimler verilmelidir. Çocukları daha küçükken bu konuda duyarlı hale getirmek atık pillerle mücadelede önemli rol oynayacaktır” dedi.

AA
Başlık: Coca Cola özütünün bir zararı daha ortaya çıktı
Gönderen: Tuğra - 30 Ocak 2009, 10:46:26

İçeriği hala sır gibi saklanan Coca Cola’da önemli bir gerçek ortaya çıktı. DNA’yı bile bozan E211 için Coca Cola özür diledi. İşte çarpıcı ayrıntılar.

Piyasaya çıktığı ilk günden beri içerisindeki katkı maddelerini bir sır gibi saklayan Coca Cola firmasının sırrı sonunda çözüldü.

Yapılan araştırmalarda Coca-Cola’nın içerisinde E211 (Sodyum Benzoat) maddesinin bulunduğu saptanmış, firma uzun süre bu iddialara karşı sessiz kalmıştı. Sodyum Benzoat maddesi siroz, parkinson gibi hastalıklara davetiye çıkarıyor, hiperaktivite bozukluğuna neden oluyor ve DNA’ya zarar veriyor.

Genel olarak gazlı içeceklerin birçoğunda bulunan ve küflenmeyi önleyen bu maddenin C vitaminiyle karşılaşınca kansorejene dönüştüğü belirtildi.

Coca Cola firması ilk olarak Diet Colalar’dan bu maddeyi çıkartacaklarını ve yıl sonuna kadar tamamen kullanımdan kaldıracaklarını açıkladı. Firma sözcüsü bu maddeyi kullanmayı bırakacaklarını açıklasa da Sodyum Benzoat’ın yerini tutacak başka bir bileşen bulamadıklarını da itiraf etti.

Bugün
Başlık: Tansiyonu nasıl ölçüyorsunuz?
Gönderen: Tuğra - 31 Ocak 2009, 21:40:09

Kalp ve damar rahatsızlıklarını tesbit etmek için iki kol ve bacaktan ölçün.

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji ve Hipertansiyon Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yahya Sağlıker, doğru sonuç alabilmek için tansiyonun çift kol ve bacaktan ölçülmesi gerektiğini bildirdi.

Prof. Dr. Yahya Sağlıker, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hipertansiyonun dünya ve Türkiye'de hızla artış gösterdiğini, buna rağmen belirtiler hafife alındığından, yüzlerce hastanın hipertansiyonu olduğunu bilmeden yaşadığını söyledi.

Sağlıker, böbrek ve kalp hastalıkları başta olmak üzere birçok hastalığı beraberinde getiren yüksek tansiyonunun kontrol altında tutulması için belirli aralıklarla ölçülmesi gerektiğini, bunun için en uygun zaman diliminin her hafta salı ve cuma günleri olabileceğini belirterek, şunları kaydetti:

''Tansiyon, atardamarlardaki kan basıncının göstergesidir. Damarlarda kanın rahat dolaşabilmesi için belirli bir basıncın olması gerekir. Bu basıncın düşük ya da yüksek olması tansiyonla ifade edilir. Çok düşük tansiyon da yüksek tansiyon da tehlikelidir. Tansiyonun normal değerleri küçük tansiyonda 8, büyük tansiyonda 12'dir. Bunun çok altı ya da üstünde çıkan değerler tedaviyi gerektirir.''

Sağlıker, ''hastaneler de dahil, tansiyona hep tek koldan, daha çok da kalbe yakın olduğu düşüncesiyle sol koldan bakıldığını'' belirterek, ''Oysa, bu tamamen yanlış. Tansiyon tek koldan ölçülecekse sağ olmuş, sol olmuş fark etmez. Ancak, en doğru yöntem her iki kol ile bacaktan ölçülmesidir'' dedi.

''İki kol ile bacaklardaki tansiyon arasında 3-4 değerin üzerindeki farkın kalp ya da damarlarda rahatsızlık olduğunu gösterdiğine'' dikkati çeken Sağlıker, şöyle devam etti:

''İki kol ile bacaklardaki tansiyon ölçümünde kollarda yüksek, bacaklarda düşük çıkıyorsa ciddi bir kalp rahatsızlığının habercisidir.

Tansiyon, bacaklarda yüksek, kollarda düşük çıkıyorsa bu da kalbin büyük damarında darlık olduğunu gösterir. Buna biz şah damarı da diyoruz. Bu darlık öldürücü sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle kol ve bacaklardaki tansiyon farkı 3-4 puan ve üzeri çıkıyorsa mutlaka tedavi yoluna gidilmeli.''

Sağlıker, herhangi bir göz rahatsızlığı olmamasına rağmen ışığa karşı hassasiyetin de yüksek tansiyon olduğunu gösterdiğini belirterek, şöyle devam etti:

''Tansiyon insan vücudunun kara kutusudur. Başta kalp ve damar hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın habercisi olan tansiyon yaş farkı da gözetmeksizin herkeste görülebiliyor. Bu nedenle sağlıklı olduğunu düşünen bireyler de belirli aralıklarla tansiyonunu kontrol ettirmeli.'

Haber Aktüel
Başlık: Gripken araba kullanmayın
Gönderen: Ay Işığı - 01 Şubat 2009, 22:44:49
Gripken araba kullanmanın, iki kadeh alkol aldıktan sonra direksiyon başına geçmek kadar tehlikeli olduğu bildirildi.

Daily Telegraph’da yayımlanan habere göre, İngiltere’de simulatör kullanılarak yapılan araştırma, ağır soğuk algınlığı veya grip geçirirken araba kullananların tepki gösterme yeteneğinin, sağlıklı sürücülere oranla yüzde 10 daha az olduğu belirlendi.

Bu durumun, saatte 60 kilometre hızla giden bir hasta sürücünün fren yapmadan önce fazladan 2 metre daha gitmesine yol açtığı gözlendi. Araştırmada, gripliyken sürücülerin yoldaki tehlikeleri de daha az algıladıkları belirtildi. Araştırmada, grip veya soğuk algınlığı geçiren 60 sürücünün tepki süreleri 50 sağlıklı sürücününkiyle mukayese edildi.

Kraliyet Kazaların Önlenmesi Derneğinden Jo Stagg, "Seyahatinizi yapabilecek kadar iyi değilseniz hem kendinizi hem de diğer insanları riske atıyor olabilirsiniz. Hastalığın tepkileri yavaşlatarak, gözlem ve doğru karar verme yeteneğini azaltarak, sürüş yeteneğini zayıflattığını biliyoruz" dedi.

Stagg, bazı grip ilaçlarının uyku getirdiğini hatırlatarak, sürücülere bu konuda da uyarıda bulundu.

Avustralya Bilimler Akademisinin deneyleri de iki kadeh alkolün tepki gösterme süresini yüzde 10 azalttığını saptamıştı.

internethaber
Başlık: Sağlık Bakanlığı'ndan hijyen operasyonu
Gönderen: Tuğra - 02 Şubat 2009, 21:03:21
Sağlık Bakanlığı, el hijyeninin önemine dikkati çekmek için ulusal boyutta kampanya başlattı.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/43243.jpg)

Sağlık Bakanlığı, hastane enfeksiyonunun önlenmesi, farkındalığın artırılması ve el hijyeninin önemine dikkati çekmek için ulusal boyutta kampanya başlattı.

Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Turan Buzgan, Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ''Tehlike Ellerinde'' adıyla başlatılan kampanyanın açılış programında yaptığı konuşmada, hastane enfeksiyonlarının tedavi başarısını düşüren, hayatı tehdit eden, önlenebilen bir bulgu olduğunu belirterek, ''El hijyeni, hastane enfeksiyonunu önlemede en basit ve en etkili yöntemdir. Biz de başlattığımız kampanya çerçevesindeki etkinliklerle, farkındalığın artırılması ve mevzuata uygun davranılmasının sağlanmasını amaçlıyoruz'' dedi.

Kampanya kapsamında sağlık personeline çeşitli eğitimler verileceğini, dağıtılacak bilgilendirici broşürlerle bu konuya dikkat çekileceğini ifade eden Buzgan, kampanyanın yıl sonuna kadar devam edeceğini söyledi.

Tıbbın genel kuralının ''önce zarar vermemek'' olduğunu vurgulayan Buzgan, birçok bulaşıcı hastalığın el temizliğine önem verilmemesi ile kolay yayılma imkanı bulduğunu söyledi. El hijyeni konusunda sağlık personeli, hasta ve hasta yakınları kadar her sağlıklı kişinin de temkinli olması gerektiğini ifade etti. Buzgan, ellerin mutlaka iyice sabunlanarak bol suyla yıkanması ve bu işlemin gün içerisinde gerektiği kadar tekrarlanması gerektiğini kaydetti.

Dünyada, hastane enfeksiyonun görülmediği bir ülke bulunmadığını ancak görülme sıklığının değiştiğini dile getiren Buzgan, bu konuda bilinçli davranılması, hastane içinde sağlık personelinin kurallara uyması ve herkesin el hijyenine özen göstermesi halinde hastane enfeksiyonlarının yüzde 50 oranında önlenebileceğini söyledi.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi (RSHM) Başkanı Doç. Dr. Mustafa Ertek de hastane enfeksiyonlarının, genellikle hastaneye yattıktan 48-72 saat sonra veya taburcu olduktan sonraki ilk 10 gün içinde geliştiğini belirtti.

Hastane enfeksiyonlarının, hastanın yatış süresini, iş gücü kaybını ve tedavi maliyetini önemli ölçüde artırdığını ifade eden Ertek, Bakanlık tarafından 2004 yılında bu konuda kontrol çalışmalarının başlatıldığını anlattı. Ertek, hastane enfeksiyonu kontrol çalışmaları kapsamında halka ve sağlık personeline yönelik eğitimler düzenlendiğini, mevzuat değişikliği yapılığını, standartlar getirildiğini söyledi.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Serhat Ünal da hastane enfeksiyonuyla mücadelede devlet tarafından verilen desteğin önemine işaret etti. Farkındalığın artırılmasıyla beraber el hijyeninin hastanelerde uygulanabilmesi için gerekli tüm koşulların da yerine getirilmesi gerektiğini ifade eden Ünal, ilgili birimlerde lavabo olmaması, yeterli eldiven ve alkol bazlı antiseptiklerin bulunmaması halinde el hijyeninin sağlanmasında sıkıntı yaşanacağını dile getirdi.

Haber Aktüel
Başlık: Aşı niteliğindeki anne sütü, bebeği hastalıklardan ve alerjiden koruyor
Gönderen: İsra - 03 Şubat 2009, 04:37:06
Gaziantep Üniversitesi (GAZÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Metin Kılınç, anne sütüyle beslenen bebeklerde alerji ve kronik hastalıkların daha az görüldüğünü söyledi.

Prof. Dr. Kılınç, sağlıklı bir bebeğin, hayatının ilk 6 ayında sadece anne sütüyle beslenmesi gerektiğini kaydetti. Anne sütünün en önemli özelliğinin, çocuğun yaşı ve durumuna uygun değişim göstermesi olduğunu ifade eden Prof. Dr. Kılınç, şöyle konuştu: "İlk günlerde anne sütü daha kıvamlı, yağ yönünden daha fakir, mineraller ve bebeği enfeksiyondan koruyan hücre ve antikorlar yönünden daha zengindir. İlerleyen günlerde anne sütü, bebeğin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde değişim gösterir. Anne sütünün içeriği, çocuğu enfeksiyonlardan korur. Anne sütüyle beslenen bebeklerde alerji ve kronik hastalıklar daha az görülür. Anne sütüyle beslenenlerde obezite daha azdır."

Prof. Dr. Kılınç, anne sütüyle beslenen bebeklerde gastrointestinal enfeksiyonlar, pnömoni, menenjit, bakteriemi hastalıklarının görülme sıklığının daha az olduğunu vurguladı.

İnek sütüyle beslenen bebeklerde, anne sütüyle beslenenlere oranla diş çürüğünün iki kat fazla olduğunu bildiren Prof. Dr. Kılınç, anne sütünün retinanın gelişmesinde de önemli rol oynadığını belirtti. Anne sütünün bebeğin yaşama şansını artırdığını, bebeğin en iyi şekilde gelişmesini sağladığını, emziren annelerin de daha sağlıklı olduğunu ifade eden Prof. Dr. Kılınç, ilk 6 aydan sonra bebeğin beslenmesinde ek gıdalara geçilmesi gerektiğini söyledi.

1 yaşından sonra çocuğun evde yapılan yemekleri yemeye başlayacağını ve sütle beslenmenin büyük oranda azalacağını kaydeden Kılınç, çocukların zihinsel ve fiziksel büyüme potansiyellerine ancak yeterli ve dengeli beslenmeyle ulaşabileceğini, erken bebeklik dönemindeki beslenmenin bebeğin yaşamını programladığını ifade etti. Prof. Dr. Kılınç, "Doğru beslenme, bebekler için hayati niteliktedir." dedi.

Gaziantep, aa
Başlık: Dikkat bu çorba kanser yapıyor
Gönderen: Lika - 03 Şubat 2009, 19:27:20
Paket halinde satılan hazır çorbaların gırtlak kanseri olma riskini artırdığı belirtildi.
Dünya Kanser Araştırmaları Merkezi tarafından yapılan bir araştırma paket halinde satılan hazır çorbaların gırtlak kanseri olma riskini artırdığını ortaya koydu.

Araştırma Başkanı Doktor Rachel Thompson, paket çorbaların içerisinde günlük almamız gereken tuz miktarının yarısının bulunduğunu ve bunun da çok yüksek bir miktar olduğunu söyledi.

Fazla tuz tüketiminin kalp krizi riskini artırdığı zaten biliniyordu. Fakat son yapılan araştırmalar yüksek tuz tüketiminin gırtlak kanseri riskini de artırdığını ortaya koydu.

guncel.net
Başlık: Ameliyatta devrim!
Gönderen: Tuğra - 04 Şubat 2009, 10:53:07

Hiç bıçak altına yatmadan iğne deliği kadar küçük bir delikten 60 hastalık tedavi edilebiliyor.

Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Araştırma ve Uygulama Hastanesi Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mert Köroğlu, Girişimsel Radyoloji Ünitesinde, cerrahi müdahaleye gerek duyulmadan 60'a yakın hastalığın tedavi edilebildiğini bildirdi.

Doç. Dr. Köroğlu, daha önce ameliyat ile gerçekleştirilen tedavi ve tanıların büyük bölümünün, bugün iğne deliği kadar küçük bir delikten girilerek yapılabildiğini söyledi.

Girişimsel Radyolojide birçok organdan biyopsiler alınabildiğini, kistler ve apselerin tedavi edilebildiğini, tıkanmış safra ve idrar yollarının açılabildiğini ağrısız diyaliz kateterleri takılabildiğini, karaciğer tümörlerinin özel iğne ve ilaçlarla yakılabildiğini belirten Doç. Dr. Köroğlu, şöyle konuştu:

''Girişimsel Radyolojide, ameliyatlardan farklı olarak büyük kesikler yerine iğne deliği küçüklüğündeki yollarla vücuda girilerek tanı ve tedavi işlemleri yapılıyor. Vücuda girilirken, anjiyografi, bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografi gibi görüntüleme yöntemlerinin kullanılması bir çok sorunu da ortadan kaldırıyor. Zira bu yöntemle körlemesine girimlerin yol açabileceği sorunlar ortadan kaldırılıyor.''

Ağrısız ve riskleri oldukça az olan bu yöntemle hastaların yaşam kalitesinin arttığını ifade eden Doç. Dr. Köroğlu, hastanın hastanede kalış süresinin de kısaldığını söyledi. Doç. Dr. Köroğlu, tedavi edici işlemlerde çoğunlukla yüksek teknolojili cihazlar kullanıldığını, malzemelerin her işlem ve amaç için özel olarak tasarlanıp üretildiğini kaydetti.

Doç. Dr. Mert Köroğlu, girişimsel radyolojik tedavi teknolojisine Türkiye'de en fazla 5 büyük üniversitenin sahip olduğunu bildirerek, ''Birçok kentte uygulanmayan bu teknolojiye, Isparta sahip. Girişimsel radyolojik teknikler sayesinde başarılı sonuçlar elde ediyoruz'' dedi.

VARİS TEDAVİSİ

Kronik venöz yetmezliği ve bunun sonucu oluşan varislerin tedavisinde dünyada son 3-4 yıldır lazerle endovenöz ablasyonu tedavisinin kullanımının yaygınlaştığını ve klasik cerrahi tedavinin yerini aldığını ifade eden Doç. Dr. Köroğlu, açıklamasını şöyle sürdürdü:

''Klasik cerrahi tedaviye göre birçok yönden üstünlüğü bulunan lazer ile varis tedavisinde büyük oranda başarılı sonuçlar alınmaktadır. Varise neden olan hastalıklı damar içerisine uygun iğne ve kılavuz teller yardımıyla lazer enerjisini damar duvarına verecek olan fiber gönderilir, daha sonra lazer enerjisi damar duvarına uygulanır.

Hiçbir cerrahi müdahaleyi gerektirmeden, ince birkaç iğne girişi ile ağrı ve acı duyulmadan uygulanan bu yöntem 45-50 dakika sürmekte ve hasta tedaviden sonra normal yaşantısına kısıtlama olmadan geri dönmektedir.''

Ayrıca bu yöntemle estetik açıdan da müdahale yapılabildiğini bildiren Doç. Dr. Köroğlu, yüzeysel kırmızı ve mavi renkte görünebilen ince damarlar için, damar üzerine lazer ışığını odaklayarak hoş olmayan görüntünün yok edilebildiğini söyledi.

Aktif Haber
Başlık: Düzenli koşu metabolizmayı destekliyor
Gönderen: duha - 04 Şubat 2009, 16:37:06
Düzenli koşu metabolizmayı destekliyor     
Antrenman yapmak metabolizmayı destekliyor ve kan şekeri seviyesini kontrol altında tutmaya yardımcı oluyor.

BioMed Central Endocrine Disorders dergisinde yayınlanan çalışmada, Heriot-Watt Üniversitesi'nde görevli biyolog Profesör James Timmons ve grubu, her hafta sadece 7 dakikalık antrenmanın 16 kişilik bir grubun şeker seviyelerini kontrol altında tutmalarına yardımcı olduğunu gösterdiler.

Katılımcılar, haftada 2 gün boyunca günde 4 kez egzersiz bisikleti kullandılar. İki hafta sonra, genç erkeklerin vücutlarının kan dolaşımındaki glukozu temizlemek amacıyla insülini yüzde 23 daha etkili kullandığı bulundu. Timmons, "Ani hamleler ya da bisiklet üzerinde egzersiz boyunca kaslarını gerginleştirirsen gerçekten insülinin kan dolaşımından glukozu temizleme yeteneğini artırabilirsin" dedi.

2. tip şeker hastalığı dünya çapında tahminen 246 milyon yetişkini etkiliyor ve küresel ölümlerin yüzde 6'sı bu hastalıktan kaynaklanıyor.

Zaman Online
Başlık: Cep telefonu kanseri tetikliyor
Gönderen: Fatihan - 04 Şubat 2009, 21:22:22

Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Derneği (T-HASAK) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hikmet Pekcan, kanserin genetik özelliklerin yanı sıra çevre koşullarıyla da doğrudan bağlantılı olduğunu belirterek, ''Cep telefonu kullananlarda, kullanılan kulakta ve kullanılan taraftaki beyin bölgesinde kanserin daha sık görüldüğü gözlendi'' dedi.

Pekcan, 4 Şubat Dünya Kanser Günü dolayısıyla AA muhabirine yaptığı açıklamada, kanserin insan vücudunda bir hücrenin işlev görmeden anormal büyümesi olarak tanımlandığını ifade ederek, ''Anormal büyüme çoğunlukla insanın yapı taşı olan DNA'sıyla ilgilidir. DNA'yı da beslenme alışkanlığı, kilo, tütün ve alkol kullanımı ile çevresel koşullar başta olmak üzere birçok faktör etkilemektedir'' diye konuştu.

Kanserin, görülme sıklığının giderek artış gösterdiğini ifade eden Pekcan, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, ''2010'da kanserden 15 milyon kişinin yaşamını yitireceğinin ve 20 milyon kişiye kanser tanısı konulacağının öngörüldüğünü'' söyledi. Türkiye'de de aynı tarihlerde yaklaşık 150 bin kişinin kansere yakalanmasının beklendiğini belirten Pekcan, ''Kanserlerin yüzde 35'i beslenme, yüzde 30'u sigara kullanımı ve maruziyeti, yüzde 10-15'i enfeksiyon hastalıkları nedeniyle oluşmaktadır'' dedi.

Pekcan, erken tanı ile yaşam süresinin uzatılabildiğini hatta tümörün tamamen yok edilebildiğini belirterek, şunları kaydetti:

''Erken tanı için düzenli kontrol, kişiye ve çevreye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri gelmektedir. Kişiye yönelik koruyucu önlemler, erken tanı, dengeli- yeterli beslenme, ilaçla koruma, kişisel hijyen, sağlık eğitimi, aile planlaması ve bağışıklamadır. Çevreye yönelik olarak da biyolojik çevreye (mikroplar, yiyecekler, ağaçlar, bitkiler), sosyal çevreye (okullar, askeri birlikler, internet kafeler, kahvehaneler), fiziki çevreye (su, hava kirliliği, atıklar, gürültü, radyasyon, baz istasyonları) yönelik koruyucu önlemler alınmalıdır.''

-''HORMONLU GIDA VE YANLIŞ GÜBRE KULLANIMI''-

Pekcan, kanserin genetik yatkınlığın dışında çevresel koşullarla da doğrudan ilgili olduğuna dikkati çekerek, şunları söyledi:

''Kanserlerin oluşmasında en önemli etken çevre kirliliğidir. Hava ve suyun kirletilmesi, toprağın yanlış kullanılması sağlık açısından risk yaratmaktadır. Ekilebilir araziye fabrika inşa edilmesi, atıkların uygun yerlere boşaltılmaması toprağın kirletilmesi verilebilecek en güzel örneklerdir. Mevsim koşulları gözetilmeden sebze-meyve yetiştirildiği için hormonlu gıda ve yanlış gübre kullanımı kansere neden olabilmektedir. Bu gıdaların tüketilmesi halinde de vücuttaki hücreler yer değiştirmektedir. Dolayısıyla, bilinçsiz kullanılan gübre ve böcek öldürücü ilaçlar ile yetiştirilen sebze ve meyvenin kanserojen özelliği ortaya çıkmaktadır.

Öte yandan ozon tabakasının delinmesi sonucunda güneşin istenmeyen ışınları başta deri kanseri olmak üzere sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Güneşin özellikle dik geldiği saatlerde uzun süre güneş ışınına maruz kalanlarda, yaşamının bir döneminde deri kanserine yakalanma riski artmaktadır. Bunların yanı sıra nüfus artışı, ekonomik gelişmeler, hızlı kentleşme de çevresel faktörlerdir.''

Baz istasyonlarının kansere etkisiyle ilgili bilim adamlarının farklı görüşlerde olduğunu ve bu alanda bilimsel bir verinin bulunmadığını dile getiren Pekcan, yapılan ön araştırmalarda ''cep telefonu kullanımında, kullanılan kulakta ve kullanılan taraftaki beyinde kanserin daha sık görüldüğünün gözlendiğini'' bildirdi. Pekcan, ''Ayrıca kullanıcılarda, telefonun bedene yakın olduğu yerlerde de kanser görülme riskinin kullanmayanlara oranla yüksek olduğu bulunmuştur'' diye konuştu.

-''HER İKİ KİŞİDEN BİRİ CEP TELEFONU KULLANIYOR''-

Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer de elektromanyetik alanlarla kanser arasındaki ilişkinin bilim adamlarının çoğu tarafından kabul edildiğini söyledi. Tuncer, ''Her iki kişiden biri cep telefonu kullanıyor. Bunun yan etkisinden hem kendisi hem de çevresindekiler zarar görüyor'' dedi.

Murat Tuncer, ABD'de 8-12 yaşları arasındaki çocukların yüzde 46'sının cep telefonu kullanıcısı olduğunu belirterek, ''Cep telefonu kullanımının beyin kanserinin görülme sıklığını 2 kat artırdığını'' kaydetti.

Kanadalı bilim adamı Dr. Haward W. Fisher de elektro manyetik alanların kesinlikle insan sağlığını olumsuz etkilediğini, bunun çeşitli ülkelerde yapılan kapsamlı araştırmalarla ispatlandığını bildirdi.

Cep telefonu başta olmak üzere baz istasyonları gibi elektromanyetik alanların ''Beyin kanseri, lösemi riskini artırdığını, genetik yapıya hücrelere zarar verdiğini, kan beyin bariyerini bozduğunu, uyku düzenini etkilediğini, dikkat eksikliği ve hiperaktiviteye neden olduğunu ve birçok hastalığa zemin hazırladığını'' ifade eden Fisher, bu konuda farkındalığın artırılması gerektiğini bildirdi.

Yurt dışında çocuklar üzerinde yapılan bir çalışmayı anlatan Fisher, ''Elektromanyetik alanlara maruz kalan çocuklarda, hiperaktivite saptanmasının ardından, bu çocukların etraflarındaki cep telefonu, ışık, fön makinası gibi eşyaların azaltılmasıyla, çocukların sakinleştikleri tespit edildi'' dedi.

Fisher, yapılan çalışmalar sonucunda, ''Özellikle cep telefonunun en sık kullanıldığı baş bölgesinde beyin tümörlerinin geliştiğini'' ifade ederek, ''En sık baş bölgesinin sol tarafı kullanılıyorsa o bölgede, sağ tarafı kullanılıyorsa o tarafta tümör geliştiği saptandı. 2005'de yapılan bir çalışmada, 2 bin beyin tümörünün cep telefonu kullanımına bağlı olarak geliştiği belirlendi'' diye konuştu.


AA

Başlık: Aşırı tuz tüketimi hastalık habercisi
Gönderen: Tuğra - 05 Şubat 2009, 19:15:54

Sağlıklı insanların günlük alması gereken tuz miktarı 6 gramı geçmemeli. Bu miktarın üzerindeki tuz tüketimi hipertansiyon, inme, kalp krizi, kalp yetmezliği gibi ciddi hastalıkları tetikleyebiliyor.

Tuz tüketiminin, toplumsal özelliklere ve yaşanan coğrafi bölgelere göre değişiklik gösterdiğini ifade eden Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derneği Genel Sekreteri Doç. Dr. Ülver Derici, “’sağlıklı bireylerde günlük olarak yemeklerle alınması gereken ortalama tuz miktarı 5-6 gramı geçmemeli” dedi.

Derici, tuzun önerilen miktarın üzerinde tüketilmesinin “hipertansiyon, inme, kalp krizi, kalp yetmezliği gibi ciddi hastalıkları tetiklediğini ve kalp-damar hastalıklarına bağlı ölümlerde artışa neden olabildiğini, mide kanseri, şişmanlık ve kemik erimesi riskini arttırdığını” kaydetti. Aşırı tuz tüketimi halinde astım hastalığında da şikayetlerin arttığını ifade eden Derici, bu tür sorunların yaşanmaması için günlük alınan tuz miktarının azaltılmasının temel kural olduğunu vurguladı.

TÜRKİYE’DE TUZ TÜKETİMİ NORMALİN 3 KATI

Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derneğince 2008’de tuz tüketimiyle ilgili yapılan çalışmada, ülkemizde genel olarak tuz tüketiminin ortalamanın üstünde olduğunun tespit edildiğini anlatan Derici, “Türkiye’de bir kişinin günlük aldığı tuz, ortalama 18 gramla normalden 3 kat daha fazla” dedi.

Derici, Türk Hipertansiyon İnsidans Çalışması’na göre, erkeklerin kadınlardan daha fazla tuz tükettiğinin belirlendiğini ifade ederek, “Türkiye’deki hipertansiflerin miktarı 4 yılda 3 milyon artmış olup, toplumumuzun aşırı tuz tüketimi bu artışın önemli bir sebebi olarak görülmektedir. Erkeklerde hipertansiyon gelişme oranı kadınlara göre daha yüksek saptanmıştır” diye konuştu.

SOFRANIZDAN TUZLUKLARI KALDIRIN

Aşırı tuz tüketiminden kaçınmak için sofradan tuzlukların kaldırılması gerektiğini kaydeden Derici, şu önerilerde bulundu:

“Market alışverişlerimizde alacağımız ürünün içeriğine bakmak alışkanlık haline getirilmeli. Eğer ürünün 100 gramında 1.5 gram tuz ya da 0.6 gram sodyum varsa yüksek tuzlu ürün, 0.6 gram tuz ya da 0.1 gram sodyum varsa düşük tuzlu ürün grubuna girer. Sağlıklı bir beslenme için tuz oranı yüksek gıdaları tüketmemeye özen göstermeliyiz. Ürün üzerinde sodyum miktarı verildiyse bu rakamı 2.5 ile çarparak tuz miktarı hesaplanmalı.”

Lokantada yenilen ürünlerdeki tuz miktarı, menülerde bulundurulmadığı için farkında olmadan aşırı tüketilebildiğine dikkati çeken Derici, bütün müşteriler için ortak hazırlanan gıdaları sunan yerlerden ziyade kırmızı eti, tavuğu, balığı ve sebze yemeğini istenilen gibi az tuzlu hazırlayıp getirebilecek yerlerin tercih edilmesi gerektiğini bildirdi.

1 PORSİYON DÖNERDE 8 GRAM TUZ VAR

Derici, müşterilerin menülerde böyle bir istekte ısrarcı olmaları halinde bu şekilde hizmet veren lokanta sayısının artacağını belirterek, dışarıda tüketilen gıdalarda bulunan tuz miktarı için şu örnekleri verdi:

“Bir porsiyon döner-kebap yediğimizde 8.6 gram, bir porsiyon pizza yediğimizde 4 gram (sosis ve salamlı ise bu miktar daha da artar), bir porsiyon hamburger ve patates kızartması yediğimizde 2.9 gram, bir porsiyon kızarmış balık ve patates kızartması yediğimizde 1.2 gram ve 100 gram ekmek yediğimizde de 1.4 gram tuz tüketilmektedir. Unutmayalım ki size sormadan çayınıza ya da kahvenize şeker ekleyebiliyorlar mı? Öyleyse neden size sormadan yemeklerinize tuz ekleyebiliyorlar? Buna izin vermeyelim, sağlığımızı koruyalım.”

AA
Başlık: Kuş tüyü yastıkta 'astım' tehlikesi
Gönderen: Lika - 06 Şubat 2009, 04:56:29
Kuş tüyü yastıkta 'astım' tehlikesi
Trakya Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Erhan Tabakoğlu, kuş tüyü yastık kullananlarda astım hastalığı şikayetinin arttığını bildirdi.

Doç. Dr. Tabakoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, astım rahatsızlığı olanların kuş tüyü ya da samandan yapılmış yastık, döşek ve şilte kullanmaması gerektiğini söyledi.

Astım şikayeti olan kişilerin, elyaf malzemeli özel astım yastığı ve yatak takımları kullanılabileceğini belirten Doç. Dr. Tabakoğlu, şöyle dedi:

''Eski yün battaniyeler yerine içi sentetik elyaf doldurulmuş yorganlar alınmalı. Perdeler, battaniyeler, yatak çarşafları düzenli olarak çok sıcak suda yıkanmalı ve güneşte kurutulmalı. Özellikle çocuk oyuncaklarının yıkanabilen tahta veya plastikten olmasına dikkat edilmeli.''

Astımlı birçok kişinin tüylü hayvanlara alerjik olduğunu ifade eden Doç. Dr. Tabakoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bu tür hayvanlar varsa dışarıda tutulmalıdır. Astımlı kişiler sigara içmemeli, güçlü kokuları evden uzak tutmalı, oda kokuları, kokulu mumlar, tütsüler, parfümlü sabun, şampuan veya losyonları kullanmaktan kaçınmalı. Tüylü koltuklar, minderler ve fazla yastıklar kaldırılmalıdır. Çünkü bunlar toz toplarlar.''


aa
Başlık: Olayları kötüye yormak strese yol açıyor
Gönderen: İsra - 07 Şubat 2009, 04:25:23
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Aylin Yazıcı, düşünce hatalarının strese yol açtığını belirterek, olayları kötüye yormanın, en ufak problemi dünyanın sonuymuş gibi değerlendirmenin kişiyi bunalıma soktuğunu söyledi.

Yazıcı, insanların olaylara verdiği tepkilerin ve hayata bakış tarzlarının psikolojik durumlarını da olumlu ya da olumsuz etkilediğini ifade ederek, "Hatalı düşündüğünün farkına varmayan insanlar, yanlış kararlar alıp, olaylar karşısında yanlış değerlendirmelerde bulunuyorlar." dedi. En sık düşülen yanılgının olayları kötüye yorma ve "felaketleştirme" durumu olduğunu anlatan Yazıcı, "Böyle düşünen bir insanın huzur içinde olması mümkün değil." diyerek şöyle devam etti: "Duygudan sonuca ulaşma tavrı kişiyi peşin hükümlere, 'ya hep-ya hiç' şeklinde düşünmeye iter. Olaylardan ders alarak stresle başa çıkma yeteneğimizi geliştirebiliriz."

Zaman
Başlık: Marul üreticisini de mutlu etti!
Gönderen: Tuğra - 07 Şubat 2009, 11:37:00
Marul, yiyeni de yetiştireni de mutlu ediyor. Marul, bu yıl Çukurova’da üreticisini en fazla mutlu eden ürün oldu.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/43434.jpg)

Sinirleri yatıştıran, uykusuzluğu gideren, sinirsel kalp çarpıntılarını önleyen, kanı temizleyen ve dekar alandan, maliyetinin iki katı gelir elde edilen marul, bu yıl Çukurova'da üreticisini en fazla mutlu eden ürün oldu.

Türkiye'nin tarım merkezlerinden Çukurova'da, başta Almanya olmak üzere Fransa, Romanya ve Macaristan olmak üzere birçok ülkeye marul ihracatının başlaması üreticilere teşvik kaynağı oldu. Yörede marul üretiminin en yoğun yapıldığı yerlerden Yumurtalık ilçesinde, geçen yıl bin 200 dekar civarında olan ekim alanı bu yıl 2 bin dekara yükseldi.

Yumurtalık İlçe Tarım Müdür Vekili Haşmet Bahadır Laçin, kasım ayında ekimine başlanan, hasadı ise kış sonuna kadar sürecek olan marulun bu yıl dekara maliyetinin 300-400 TL arasında değiştiğini bildirdi.

Laçin, maliyeti en düşük tarımsal faaliyet olan marulun dekarının tüccarlar tarafından ürün hasat dönemindeyse bin ile bin 100 TL arasında satın alındığını belirtti.

Yörede geleneksel ürünlerin dışına çıkarak alternatif arayışına giren çiftçinin denedikleri marul yetiştiriciliğinden yüzde 100'ü aşan karlılık sağladığını ifade eden Laçin, elde edilen memnuniyetin ekim alanlarının önümüzdeki yıllarda artarak süreceğini gösterdiğini kaydetti.

MARUL, SAĞLIK KÜPÜ

Uzmanlara göre, sağlık deposu olarak gösterilen marul, sinirleri yatıştırıyor, uykusuzluğu gideriyor, sinirsel kalp çarpıntılarını önlüyor.

Kabızlığı önleyici ve hazmı kolaylaştırıcı özelliği ile de bilinen marul, basura iyi gelmesinin yanı sıra kanı da temizleme özelliğine sahip. İdrar söktüren, romatizma tedavisinde de önerilen marul, karaciğer ve dalaktaki şişkinlikleri gidermede de olumlu etki yapıyor.

Haber Aktüel
Başlık: Nefes egzersizi stresi azaltıyor
Gönderen: Lika - 08 Şubat 2009, 08:52:41
Stresli, mutsuz bir gün geçirdiyseniz ve göğsünüz sıkışıyorsa, durun ve tüm bunlardan kurtulmak için uzmanların önerilerine kulak verin. Uzmanlar, stresle baş etmek için öncelikle nefes egzersizini öneriyor. Bunun için burnunuzdan derin nefes alıp, aldığınız nefesi ağzınızdan yavaş yavaş vermeniz gerekiyor.

Nefes alırken ağzınızın kapalı olmasına özen gösterin. Nefes alırken karnınız ve göğsünüzün birlikte hareket ettiğine dikkat edin. Nefes aldığınızda göğsünüzün yükseldiğini hissedin. Bu egzersizi her gün 10-15 kez tekrar edebilirsiniz. Ayrıca, uykuya geçmekte problem yaşıyorsanız derin nefes alıp sanki ince bir boru içinden balon şişiriyormuş gibi yavaş yavaş ve tüm ciğerlerinizi boşaltıncaya kadar üfleyin. 8-10 kez yaptığınızda rahatladığınızı hissedeceksiniz. Aile-Sağlık

zaman
Başlık: Asla ihmal edilmemesi gereken 4 besin
Gönderen: Fatihan - 09 Şubat 2009, 01:05:22
Atladığımız öğünler, düzensiz yeme alışkanlıkları çalışma hayatındaki konsantrasyonu etkiliyor. Özellikle gün içinde yemeğe zaman ayıramayan kişilerde en tipik görülen sorun akşam eve gidince günün stresinden de uzaklaşmak için aşırı miktarda yemek yemek oluyor.

YAĞLANMAYA ENGEL OLUR

International Hospital Beslenme ve Diyet Uzmanı Dilem İrkin, aşırı yemek yeme nedeniyle göbek bölgesinde yağlanma, şeker metabolizmasının bozulması gibi sorunların ortaya çıktığını belirtti. İrkin, gün içinde aralarda yapılan ufak atıştırmaların hem yorgunluğun neden olduğu zihinsel fonksiyonlardaki azalmaya engel olacağını, hem de sık aralıklarla metabolizma hızını artırarak yağlanmaya engel olacağını ifade etti.

Özellikle erkeklere iş hayatına özel beslenme önerileri sunan İrkin, şişmanlamayı önleyen basit değişiklikler yapılabileceğini söyledi.

İncir hücreleri yeniliyor

İncir yüksek oranda içeriğinde bulunan B1, B2 vitaminleri ve fosfor, potasyum gibi minerallerle hücrelerin yenilenmesini sağlayan bir besin. İncirin meyve grubu içindeki yüksek orandaki kalsiyum içeriği ile kemik sağlığı içinde önemli bir rolü vardır. Yine her kuru meyve de olduğu gibi yüksek oranda lif ile kötü kolesterolün düşürülmesinde katksı bulunuyor.

Ceviz yorgunluğa birebir

Ceviz ise içindeki yüksek doymamış yağ asiti içeriği ile kalp sağlığı açısından büyük önem taşıyor. Özellikle gün içindeki yorgunluktan uzaklaşmak için vücuda zindelik katan ceviz seçmek iyi bir tercih olacaktır. Fakat bunları tüketirken yüksek kalorili olduklarını unutmamak ve tüketilen miktarlara dikkat etmek gerekir.

Kayısı deyip geçmeyin...

Doktor İrkin’den beslenme önerileri :

Taze ya da kurutulmuş meyveleri taşımak kolay olduğu gibi, şeker ihtiyacını da gidermeye yarar. Ceviz, fındık, badem gibi kuruyemişler, diyet bisküviler hem tüketim açısından pratiklik sağlayacak, hem de çabuk enerji sağlayarak kan şekeri düşüklüğünün neden olduğu yorgunluğu azaltacaktır.

Sık tercih edilen ve toplum olarak beslenme alışkanlığımızda bulunan kuru kayısı içerdiği yüksek potasyum ile başta kalp kası olmak üzere tüm kasların ve sinirlerin iyi çalışmasını sağlıyor. Kayısı ayrıca, yüksek lif içeriği ile sindirim sorunlarına iyi gelmekte başta bağırsak kanseri olmak üzere kanserden koruyucu rol oynamaktadır.

Yoğurt ve diyet bisküviler

Ara öğün olarak süt ya da yoğurt grubunu tercih etmek içeriğindeki laktozdan dolayı gaz sıkıntısı yaratabilmekte bu da çalışma esnasında performansın düşmesine neden olabiliyor. Bu gruptan bir gıda tercih edilecekse hazmı kolaylaştıran, bağışıklık mekanizmasını güçlendiren probiyotik yoğurtlar iyi bir ara öğün alternatifi olabilir.

Kepek içeriği ile doygunluk hissi sağlayacak diyet bisküviler ise yine ara öğün için bir alternatif olabilir. Beslenme Uzmanı Dilem İrkin, 3 adet kuru kayısının 50 kalori, 2 adet kuru incirin 100 kalori, 1 orta boy ithal muzun 100 kalori ve 2 adet cevizin de 45 kalori olduğunu hatırlatarak, miktarlara dikkat edilmesini önerdi.


Bugün

Başlık: Peki bu kahvenin kaç yıl hatrı var ?
Gönderen: Tuğra - 09 Şubat 2009, 02:07:03

Bu özel kahvenin herşeyi farklı.. Hem afrodizyak hem de kemik sağlığını ve zekayı kolluyor

(http://www.haber3.com/images/news/253596.jpg)


Afrodizyak özelliği yanında kolestrolü düzenleyen, çocuklarda zeka ve kemik gelişimine yardımcı olan harnuptan (keçiboynuzu) elde edilen una gıda sektörü ve tüketicilerden yoğun ilgi olduğu belirtildi.

Mersin'de faaliyet gösteren firmanın Genel Müdürü Mehmet Ali Öztürk, Türkiye'nin, halk arasında keçiboynuzu adıyla bilinen harnup üretiminde dünyada 4. sırada yer aldığını söyledi.

ÇÖLYAKLI DA TÜKETEBİLİR

Harnup ununa tadı kakaoya benzediği için çikolata sektöründen talep olduğunu ifade eden Öztürk, son zamanlarda unun hazır kahve şeklinde tüketilmeye başladığını belirtti. Unun kafein, kolesterol yapıcı madde ve gluten içermediğini vurgulayan Öztürk, ''Buğday, arpa, çavdar ile yulafta bulunan ve 'gluten' olarak adlandırılan proteine karşı duyarlı olan Çölyak hastaları, ömürleri boyunca, ekmek, makarna, pasta, börek ve bisküviden uzak kalmak zorundalar. Bu nedenle harnup unundan yapılmış mamulleri rahatlıkla tüketebiliyorlar'' dedi.

Harnup ununun doğal şeker içerdiğine dikkat çeken Öztürk, ''Hazır kahve kafein, yağ ve şeker içerdiği için sağlık sorunları olan ve diyet yapanlar tarafından tüketilemiyor. Ancak üretilen harnup unu bunların hiç birini içermediği için rağbet görüyor. Kemik erimesine karşı olumlu etkisi nedeniyle yaşlılar tarafından da tercih ediliyor” dedi.

Haber3
Başlık: Tüm Dünyanın Gözü Türk İlacında
Gönderen: Tuğra - 10 Şubat 2009, 10:17:04
Kan durdurucu ilaç Ankaferd, dünya üzerinde 195 ülkede patent alan ilk Türk ürünü oldu.
 
Hüseyin Cahit Fırat'ın uzun deneyleri sonucu ortaya çıkan ve 'yüzyılın buluşu' olarak adlandırılan Ankaferd, trafik kazaları dahil her türlü kanamada etkili.

Antibakteriyel özelliği ile yaralı bölgede hücre ölümünü engelleyerek iyileşme süresini kısaltan ilaç, kısa sürede yaralıya ilk müdahalenin aracı haline geldi. Türk icadı ilaç, Sağlık Bakanlığı'ndan alınan ruhsatla Ankara ve İstanbul'da tampon, sprey ve ampul şeklinde üretilmeye başlandı. İlaçla ilgili çok fazla teklif aldıklarını anlatan Cahit Fırat, "Yapılan teklifleri ciddiye bile almıyoruz. Çünkü 10 yıl sonra Türkiye'nin yaptığı ihracatın büyük bölümünü bu ürünün karşılayacağını biliyoruz. Bu bilinçle ürünün burada kalmasını istiyoruz.

Türkiye'nin de dünyaca ünlü ve hem de stratejik bir ürünü olsun istiyoruz." dedi. Dünyada muadili olmayan Ankaferd (Blood Stoper) kan durdurucu, İsrail saldırısında yara- lananların hayatını kurtarmak için Türk Kızılayı'na yapılan bağışla Gazze'ye de gönderildi.

Mesleği gereği insanların hastalıklar karşısındaki çaresizliğine şahit olduğunu belirten ilacın mucidi bilim adamı Cahit Fırat, "Öncü ve yenilikçi yaklaşımla geliştireceğimiz ilaç ve sağlık ürünlerini, insanlığın hizmetine sunmak istiyorum." dedi. Söz konusu ilaçla ilgili çok fazla teklif aldıklarını anlatan Fırat, şunları söyledi: "Yapılan teklifleri ciddiye bile almıyoruz. Çünkü dünya üzerindeki ruhsatlar tamamlanıp ürün dağıtılmaya başladığı andan itibaren 10 yıl sonra Türkiye'nin yaptığı ihracatı tek başına Ankaferd'in karşılayacağını biliyoruz.

Bu bilinçle ürünün burada kalmasını istiyoruz. Türkiye'nin de dünyaca ünlü ve hem de stratejik bir ürünü olsun istiyoruz." İktisatçı olmasına rağmen tıp alanındaki bu başarısı ile adını duyuran Fırat, ürünün hastane enfeksiyonlarını en aza indiren, hatta yok etme özelliği taşıdığını vurguladı.

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Biyoteknoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akçelik'in yaptığı araştırmalar, hastane enfeksiyonlarına karşı Ankaferd'in başarılı olduğunu ispatladı. İzmir Çeşme'de yapılan uluslararası bir tıp kongresinde bu sonuçlar bilimsel tebliğ olarak sunuldu.

Ancak bunun henüz nasıl tatbik edileceğine dair çalışmalar neticelenmedi. Türk mucit Cahit Fırat, kısa bir zaman içinde bunu da açıklığa kavuşturacaklarını dile getirdi. Ankaferd'in taklit edilebilmesinin imkansız olduğuna değinen Fırat, bütün buluşlarda formülasyon verilirken yüzde 30'luk kısmın sır olarak patent sahibinde saklı kaldığını sözlerine ekledi.

Aktif Haber
Başlık: Çocuklara ne yediriyoruz?
Gönderen: Tuğra - 11 Şubat 2009, 09:59:55
Çocukların bayıldığı patates cipsi, aslında bu minik vücutlar için zehirden farksız.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/22731.jpg)

Uzun süreli patates cipsi tüketiminin kanserojen 'akrilamid' maddesini kanda biriktirdiği belirlendi.

Bu maddenin kanda iltihapları çoğaltabileceğini belirten uzmanlar, "Cips, kalp, obezite ve kanser riskini de arttırıyor" dedi.

Çocuklar için zehirden farksız

Uzun süreli patates cipsi tüketiminin, kanserojen 'akrilamid' maddesinin kanda birikmesine neden olduğu ortaya çıktı. Prof. Dr. Necat Yılmaz, İsveç ve Polonyalı bilimadamları tarafından yürütülen araştırmanın, patates cipsi gibi çok yaygın olarak tüketilen yiyeceklerin nasıl sağlığa zarar verdiğini gösterdiklerini ifade etti.

Geleceklerini karatıyor

Patates cipsinde bulunan akrilamid maddesinin kanda iltihabi reaksiyonlara yol açabileceğini belirten Prof. Dr. Yılmaz sözlerini şöyle sürdürdü: "Patates cipsi, kalp rahatsızlıkları, obezite ve kanser riskini artırıyor. Çocukların geleceğini karartıyor. Tüm çocukların bayıldığı patates cipsi, aslında bu minik vücutlar için zehirden farksız."

Haber Aktüel
Başlık: Vardiyalar, depresyon ve uyku bozukluğuna sebep oluyor
Gönderen: İsra - 12 Şubat 2009, 06:12:15
Amerikan Hastanesi Uyku Bozuklukları Kliniği Şefi Dr. Sabri Derman, vardiyalı çalışmanın depresyona, davranış bozukluklarına, kronik hastalıklara ve uyku bozukluklarına neden olabildiğini bildirdi.

Derman yaptığı açıklamada, eskiye oranla vardiyalı çalışan insan sayısının giderek arttığını belirterek, bu tür çalışmanın, doğal ritmin bozulmasına neden olduğunu, vücudun iç ve dış gereksinimlerine uyum göstermesini zorlaştırdığını kaydetti.

Vardiyalı çalışmanın, "Depresyona, davranış bozukluklarına, kronik hastalıklara ve uyku bozukluklarına neden olabildiğini" ifade eden Derman, sık sık ve düzensiz değişen vardiya saatlerinin en çok uyku sağlığını bozduğunu vurguladı. Derman, vardiyalı çalışanlarda sürekli yorgunluk, depresyon ve yalnızlık, soğuk algınlıkları ve grip, sindirim sistemi sorunları, adet bozuklukları, şişmanlık, kalp hastalıkları görüldüğünü bildirdi. Sabri Derman, vardiyalı çalışanların daha çok trafik kazasına da karıştığını ifade etti.

Vardiyalı çalışanlar ne yapmalı?

1. Uyku sağlığını ciddiye alın. Yatak odasının sessiz, karanlık ve serin olmasına çalışın. Uyku ilaçlarından kaçının.

2. Gerekirse kalın perdelerle veya alüminyum kağıtlarla yatak odası penceresini olabildiğince ışık geçirmez hale getirin.

3. Silikondan kulak tıpaları ve ışık geçirmez maskeler kullanın.

4. Kapıya 'Lütfen rahatsız etmeyin' yazısı koyun.

5. Günün ana yemeği vardiya sırasında olmak üzere düzenli ve az miktarlarda yemek yiyin, yatarken çok su içmeyin, kahve, nikotin ve alkol kullanmayın.

7. Vardiya sırasında abur cubur atıştırmaktan kaçının, yürümeye veya egzersiz yapmaya çalışın.

8. İşten sabah çıkınca koyu güneş gözlüğü takın.

9. Gece çalışıp gündüz de 'normal' sosyal ve aile hayatını sürdürmeye çalışanların her iki alanda da başarısız olduklarını gösteren bilimsel çalışmalar vardır.

İstanbul, aa
Başlık: Muadil ilaçlar için seferber olunmalı
Gönderen: Tuğra - 12 Şubat 2009, 10:28:06
Akdağ, eş değer ilaçların orijinal ilaçlarla aynı, ''Bir farkla ki cebimizi korur, sosyal güvenliğin kasasını korur'' dedi.

Akdağ, Ankara'dan İstanbul'a gelişinde Atatürk Havalimanı'nda basın mensuplarının sorularını yanıtladı.

''Sosyal Güvenlik Kurumu'nun 28 Ocak 2009'da yayınlanan genelgesinde yüksek tansiyon tedavisinde kullanılan ilaçların muadilinin kullanılmasının istendiği, bunun sağlık açısından sakıncalı olup olmadığına'' ilişkin soru üzerine Akdağ, şunları kaydetti:

''Kesinlikle yok. Tam aksine muadil ilaçların kullanılması için toplumca seferber olmalıyız. Muadil ilaç nedir biliyor musunuz? Herhangi bir ilaç önce piyasaya çıkıyor. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra onun eş değerlerinin üretilmesine izin veriliyor. Başlangıçta bir koruma var. Yani o ilacı keşfeden firma için patent koruma süresi var. O süre bittikten sonra, o formülle başka firmalar da üretebiliyor. O zaman ilacın fiyatı düşüyor. Sonuç itibarıyla tamamen aynı olan bir ilacı daha ucuza mal etmiş oluyoruz. Onun için halkımız muadil, jenerik ya da eş deşer olarak ifade edilen ilaçları kullanma konusunda en ufak bir tereddüte dahi düşmemelidir. Bir eş değer ilaç ruhsatlı olarak Türkiye'de satılan eş değer ilaç, o ilacın birincil orijinalı ile tamamen aynı özelliklere sahiptir. Bir özelliği var, daha ucuzdur.''

Bakan Akdağ, tansiyon hastaları için muadili ilaç kullanılmaması konusunda uyarılar yapıldığının hatırlatılması üzerine, ''Herkes için, bütün ilaçlar için söylüyorum, eş değer ilaçlar orijinal ilaçlarla aynı değere sahiptir. Bir farkla ki cebimizi korur, sosyal güvenliğin kasasını korur. Daha iyi sağlık hizmeti alabilmek, sağlık hizmetinin finansmanını sürdürülebilir kılmak açısından çok hayırlı bir iş olur'' diye konuştu.

-KEMAL UNAKITAN'IN ABD'YE GİTMESİ

Akdağ, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın tedavi amacıyla ABD'ye gitmesini nasıl değerlendirdiğinin sorulması üzerine de ''Kendi şahsi tercihi başka ne olabilir?'' yanıtını verdi.

Bakan Akdağ, ''Kocaeli'de kuş gribi vakasına rastlandı mı?'' şeklindeki bir soru üzerine, Kocaeli'de bir hekimin grip vakası konusunda bir tereddüt yaşadığını ifade ederek, konuya ilişkin gerekli incelemelerin sürdürüldüğünü belirtti.

Daha önce bu gibi konuların çok konuşulduğunu dile getiren Akdağ, ''Hepimize düşen bu gibi meselelerde çok serin kanlı olmaktır. Aksi taktirde gereksiz yere panik oluşabilir. Bundan da ülke zarar görüyor. Kuş gribinin ilk belirtileri gribe benzer. Dolayısıyla incelemeler sonuçlanmadan kuş gribi lafını ifade etmek doğru değil. İncelemeden bir sonuç çıkmadan kuş gribinden bahsetmek son derece yanlış olur''

Haber Aktüel
Başlık: Amniyotik Sıvı Kireçlenmeyi Önlüyor
Gönderen: Tuğra - 13 Şubat 2009, 08:28:57
Amniyotik sıvının, eklem kireçlenmesine karşı koruyucu olduğu ve hastalığın ilerlemesini durdurduğu tespit edildi.
 
Uludağ Üniversitesi (UÜ) Tıp Fakültesinde yapılan bir araştırma, amniyotik sıvının, eklem kireçlenmesine karşı koruyucu ve hastalığın ilerlemesini durdurucu etkisi bulunduğunu ortaya koydu.

UÜ Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ömer Faruk Bilgen başkanlığında, Dr. Onur Tireli, Uzman Dr. Sadık Bilgen, Uzman Dr. Teoman Atıcı ve Dr. Ulviye Yalçınkaya tarafından yapılan araştırmada, eklem yapıları açısından insanlara en çok benzeyen canlılar olarak değerlendirilen tavşanlarda, deneysel olarak osteoartrit (eklem kireçlenmesi) oluşturuldu.

Ekip daha sonra hasta tavşanlarda eklem içine bebeklerin içinde geliştiği insan amniyotik sıvısı enjekte ederek, bu sıvının eklem kıkırdağına ve "eklem zarı" olarak bilinen sinovyal dokuya etkisini araştırdı.

Araştırmada, osteoartrit geliştirmek için 20 tavşanın sağ dizinin ön çapraz bağı kesildi. 4 hafta sonra 10 tavşana birer hafta arayla 3 kez eklem içine belirli miktarda amniyotik sıvı uygulanırken, diğer 10 tavşana herhangi bir tedavi uygulanmadı.

İnceleme sonucunda, protein, makromolekül ve büyüme faktörleri açısından zengin bir sıvı olan insan amniyotik sıvısının, "tavşan deneysel osteoartrit modeli"nde kıkırdak ve sinovyal dokudaki bozulmalara karşı koruyucu etkisinin olması nedeniyle kıkırdaktaki koruyucu tedavi ajanlarına bir alternatif olabileceği kanısına varıldığı belirtildi.

Dr. Sadık Bilgen, "Tavşanlarda yapılan çalışmada olumlu sonuçlar alındı fakat henüz insanlar üzerinde yapılmış bir çalışma yok" dedi.

Bu çalışmanın kendi alanında bir ilk olma özelliği taşıdığını kaydeden Bilgen, şunları kaydetti:

"Piyasada bu amaçla kullanılan ilaçlar var. Amniyotik sıvının içinde de bu ilaçların içinde bulunan elementlerden olduğu biliniyor. Buradan yola çıkarak amniyotik sıvının tedavi amaçlı kullanılabileceğini düşündük. Çalışmada amniyotik sıvının içinde bulunan birçok elementin kıkırdakta ve sinovyal dokuda oluşan bozuklukların ilerlemesini durdurmada etkili olduğu gözlendi. Bu da bize amniyotik sıvının osteoartritli hastalar için kullanılabileceği fikrini verdi. Ancak bunun insanlar için kullanılabilir hale getirilmesini sağlayacak çalışmalara ihtiyaç var. İnsan amniyotik sıvısının elde edilmesinin bugün kullanılan birçok ilaçtan daha ucuz olabileceğini düşünmekteyiz."

Aktif Haber
Başlık: Ruhsal Hastalıklar keçiboynuzu ile iyileştirilecek
Gönderen: Tuğra - 14 Şubat 2009, 09:16:29

Kısa adı COST olan Bilimsel ve Teknik Araştırma Alanında Avrupa İşbirliği'nin (European Cooperation in The Field of Scientific and Technical Research) ruh ve akıl sağlığı sorunları olan bireylerin tedavisinde yararlandığı ''Yeşil Tedavi'' Türkiye'de de hayata geçirilecek.

(http://www.haber53.com/resimler/haberler/29410.jpg)

Projenin Türkiye Temsilcisi, Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hamide Gübbük AA muhabirine yaptığı açıklamada, toprakla ve hayvanlarla uğraşmaya, sadece ruhsal tedaviye ihtiyacı olan bireylerin değil, günlük yaşamın getirdiği gerginliği atabilmek için her insanın gereksinimi olduğunu bildirdi.

İsviçre, Belçika ve Avusturya gibi zengin Avrupa ülkelerinde şehirde yaşayan insanların hobi bahçeleri olduğuna işaret eden Gübbük, işten çıktıklarında hafta sonlarında hobi bahçelerine giden insanların orada saatlerini geçirdiğini kaydetti. Özellikle uyuşturucu bağımlıları ve mahkumların da cezaevlerindeki tarım arazilerinde, bahçelerde rehabilite edildiğine işaret eden Gübbük, Antalya'da da akıl ve ruh sağlığı sorunları olan bireylerin tedavisi çerçevesinde keçiboynuzu bahçeleri oluşturmaya başladıklarını vurguladı.

TÜBİTAK'ın desteklediği proje çerçevesinde ayrıca Alanya Orman İşletme Müdürlüğü ile bir çalışma daha yürüttüklerini kaydeden Gübbük, bu bitkinin tohumundan elde edilen maddenin endüstrinin birçok alanında kullanıldığını, meyvesinin ise ilaç sanayinde değerlendirildiğini anlattı.

Haber53
Başlık: Bitki çayı kullanımına dikkat!
Gönderen: Tuğra - 15 Şubat 2009, 11:29:01

Uzmanlar hastalıklara karşı bitki çayları kullanımında dikkatli olunması istedi.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/33290.jpg)

Mevsim nedeniyle özellikle çocuklarda en çok kaşıntılı solunum yolu hastalıkları ve öksürük şikayetleri görüldüğü belirtilerek, bu hastalıklara karşı bitki çayları kullanımında dikkatli olunması istendi.

Dr. Faruk Sükan Doğum ve Çocuk Hastanesinde görevli uzman doktor Mehmet Gürel, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hastaneye gelen çocukların önemli bölümünün kaşıntılı solunum yolu hastalıkları ve öksürükten şikayet ettiğini ifade ederek, soğuk nedeniyle alışveriş merkezi gibi kapalı yerlerin tercih edilmesinin virüs kaynaklı grip ve öksürük gibi hastalıkların yayılmasına yol açtığını, bundan da en fazla çocukların etkilendiğini söyledi.

Önlem alınmaması durumunda virüsün diğer organlara yayılabileceğini ve daha ciddi hastalıklara yol açabileceğini vurgulayan Gürel, ''Birçok aile, çocuğu öksürünce aktarlara gidiyor. Ancak tedavinin yeri aktarlar değil hastanelerdir. Öksürük kesinlikle basite alınmamalı, hemen tedavi edilmelidir. Hastalığın tam teşhisi konulmadan uygulanan tedavi yöntemleri olumsuz sonuçlar doğurabilir'' dedi.

Bu arada Konya'da aktarlar bu dönemde en fazla öksürük kesici bitkileri satıyor. Aktarlarda, öksürüğe karşı macun ve özel karışımlı çaylar, ıhlamur, adaçayı, zencefil ile gribe karşı tarçın, hatmi çiçeği, kuşburnu ve papatya gibi bitkiler büyük talep görüyor.

-HİÇBİR BİTKİ MASUM DEĞİL-

Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Yüksel Kan, mürve çiçeği, melisa, ada çayı, nane, ıhlamur ve zencefil gibi bitkilerin öksürüğe iyi geldiğini, balgam söktürücü özelliğinin bulunduğunu söyledi.

Özellikle dünyanın birçok ülkesinde yaygın olarak kullanılan ve Türkiye'de yeni tanınmaya başlayan ekinezyanın vücut direncini artırdığını, enfeksiyona karşı vücudun savunma mekanizmasını güçlendirdiğini belirten Kan, ancak hastalığın teşhisi konulmadan bu bitkilerin gelişigüzel kullanılmasının yanlış olduğunu bildirdi.

Kan, özellikle çocuklara hastalandıklarında bitki çayı içirilme konusunda daha hassas olunmasını isteyerek, ''Hiçbir bitki masum değildir. Çocuklara günde bir su bardağından fazla bitki çayı içirilmemelidir. Nasıl ilacı doğru kullanıyorsak, doktorun önerisi dışına çıkmıyorsak bitkilere de aynı dikkati göstermeliyiz. Fazla kullanılan bitki çaylarının yan etkisi olabilir'' dedi.

Kan, doğru kullanılması durumunda bitkilerin tedaviye yardımcı olabileceğini, hastalıklarda mutlaka bir doktora muayene olunması gerektiğini sözlerine ekledi.

Haber Aktüel
Başlık: Aşırı egzersiz takıntısı olan kişilerin hayatı altüst oluyor
Gönderen: İsra - 16 Şubat 2009, 04:06:15
Kilo verme kaygısı, güzelleşme tutkusu ve kendini güçlü hissetme ihtiyacı ile yoğun stresin tetiklediği aşırı egzersiz bağımlılığı vücutta fazla su kaybına, sakatlanmalara, kemik erimesine, kalp ve dolaşım problemlerine yol açıyor.

Egzersiz yapmadığında kendini gergin, sinirli ve huzursuz hisseden bağımlılar, günlük hayatlarını egzersizlere göre planlıyor. İş, aile ve sosyal hayatları altüst eden aşırı egzersiz bağımlılığının tedavisinde psikolojik destek alınmasını öneren uzmanlar, egzersiz sürelerinin yavaş yavaş azaltılmasını ve bağımlılığı getiren sebeplerin araştırılarak terapinin bu yönde uygulanmasını tavsiye ediyor.

Egzersiz bağımlılığı, kişinin haftada 5 günden fazla, günde en az 2-3 saatini iş, okul, aile yaşamını aksatacak şekilde ve vücuduna zarar verecek kadar çok egzersiz yapması olarak tanımlanıyor. Memory Center Nöropsikiyatri Merkezi'nden Uzman Psikolog Zehra Erol, bu bağımlılığa yakalanan kişilerin egzersiz yapmadığında aşırı suçluluk duygusu yaşadığını ifade ediyor.

 Suçluluk duygusu ile başa çıkmakta zorlanan egzersiz bağımlılarının kendine zarar verecek şekilde abartarak spor yapmaya devam ettiğini bildiren Erol, "Bağımlılar egzersiz yaparken belli bir hedef belirler. Hedefe ulaşamamış olmak, onun için dayanılmaz bir durum haline gelir. Belirlediği süre ya da sayıya varıncaya kadar bedeninden gelen yorulma, zedelenme tepkilerini dikkate almadan egzersize devam eden bağımlılar, yaptıklarını yine de yeterli görmez." diyor. Psikolog Erol'a göre, egzersiz bağımlısı kendi başa çıkamadığı durumda profesyonel yardım almalı. Egzersiz süreleri yavaş yavaş azaltılmalı ve hedefler küçültülmeli. Kişinin egzersiz yaparak bastırdığı problemlerin gün yüzüne çıkarılması sağlanmalı.

zaman/Ünal Livaneli
Başlık: Hareketsiz hayat.
Gönderen: Tuğra - 16 Şubat 2009, 08:53:39
Hareketsizlik kaynaklı hastalıklar, ölüm nedenleri arasında ilk sırada.

İnsanların ölüm nedenleri arasında 100 yıl önce enfeksiyon hastalıkları ön plana çıkarken, günümüzde hareketsizliğin sebep olduğu hastalıklar ilk sırada geliyor.

Hareketsizliğin, obezite, yüksek tansiyon, kalp damar hastalıkları ve diyabet gibi hastalıklara neden olduğunu belirten uzmanlar, bu hastalıkların tedavisinde ya da önlenmesinde ilaçlar ve beslenmenin yanı sıra, egzersizin çok önemli bir yer tuttuğuna dikkat çekiyor.

Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Doç. Dr. Tolga Aydoğ, günümüzde hareketsizliğin sebep olduğu obezite, yüksek tansiyon, kalp damar hastalıkları ve tip II diyabet gibi hastalıklarının ölüm nedenleri arasında yer almaya başladığını kaydetti.

Son 50 yıl içinde kronik hastalıklarda ve onların oluşmasının önlenmesinde egzersizin giderek önem kazandığını ifade eden Aydoğ, "Artık hekimler tip II diyabeti, tansiyonu, kalp damar hastalığı, kireçlenmesi 'Osteoartrit', hiperlipemisi 'Kan yağlarının artması' ve osteoporozu olan hastalarda tedavinin sadece ilaç kullanılarak mümkün olmadığın biliyorlar. Hastalar hangi ilacı alırsa alsın, diyetine dikkat etmeden ve egzersizini yapmadan hastalığını kontrol altına alamaz. Bu hastalıkların yanı sıra bazı kanser türleri ve depresyondan korunmak için de egzersizin şart olduğu bilinen önemli bir başka gerçek." diye konuştu.

Hekimler gerekli gördükleri hastalara nasıl ilaç reçetesi yazıyorlarsa, egzersiz için de aynen ilaç gibi bir reçete hazırlaması gerekdiğine dikkat çeken Aydoğ, "Reçete, egzersizin haftada kaç gün, bir günde ne kadar süre ile hangi şiddette ve hangi egzersizleri yapılacağının tarifini içermelidir." dedi.

Bir ilaç olarak düşündüğümüz egzersizin diğer ilaçlar gibi bir takım zararları, yan etkileri de olabileceğini aktaran Aydoğ, şu bilgileri verdi: "Dolayısıyla yapılması önerilen egzersizlerde, kişide olası iyileşme durumunu, egzersizin yan etkilerini ve zararlı durumlarını da mutlaka düşünmek gerekiyor. Şekeri ve aşırı kilosu olan bir hastanın, nasıl olsa hekimler yürüyüş öneriyorlar diye egzersizi basite indirgeyerek sadece yürüyüş yapması, hastaların birbirlerinin ilaçlarını kullanması gibidir.

Egzersiz yeterli dozda yapılmadığı zaman yararlı olamazken, çok veya uygun olmayan kişilerde yapılması durumunda sorun ortaya çıkarabiliyor. Yürümek, gerçekten de çok yararlı bir spor. Ancak hastanın öncelikle, yürümeye bir engelinin olup olmadığının gözden geçirilmesi, yürümenin hangi hızda olacağının, haftada kaç gün ve her gün ne kadar yapılacağının da belirtilmesi gerekiyor. Bunların belirtilmesi durumunda kişinin yürüyüşü güvenli ve çok daha etkin bir hale gelir."

EGZERSİZ KANSER TEDAVİSİNDE DE ETKİLİ

Aydoğ, düzgün planlanmış bir egzersiz programının insülin direncinde, tip II diyabette, dislipidemi, hipertansiyon, obezite, kronik obstrüktif akciğer hastalığı, kalp ve damar hastalığı, kalp yetmezliği, osteoartrit, fibromiyalji, kronik yorgunluk sendromu ve depresyon tedavisinde çok etkili olduğunun ortaya koyduğunu vurguladı.

Spor salonlarında çalışan kişilerin egzersizi bilmelerine karşın, hastalıklar konusunda bilgi sahibi olmadıklarını aktaran Aydoğ, spor salonlarında ezgersiz yapılması konusunda ise şunları dile getirdi: "Spor salonları, olabilecek sağlık ve hukuki sorunlar yüzünden, mümkün olduğunca sağlıklı bireyleri salona kayıt etmek istemiyorlar.

Spor salonlarında çalışan kişiler egzersizi çok iyi bilmelerine karşın maalesef hastalıklar ve egzersiz konusunda yeterince bilgiye sahip değiller. Maalesef, kronik hastalıkları olan bireyler de spor salonlarını etkin olarak kullanamıyor. Bir yandan spor salonları onları kayıt etmek istemezken, diğer yandan onlar sağlıkla ilgili sorunları yüzünden buralara başvurmuyorlar. Dolayısı ile kronik hastalığı olan bireylere yardımcı olacak, onların sağlıklı spor yapmalarına olanak sağlayacak yapılanmalara olan ihtiyaç her geçen gün artıyor."

HaberAktüel
Başlık: ''Güvenilir gıda sağlıklı yaşam" kampanyası
Gönderen: Tuğra - 17 Şubat 2009, 10:45:20
Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, güvenliğin tarladan sofraya bir zincir olduğunu belirterek, ''Bunun bir halkası vatandaşın lokantada yediği yemeğin güvenilir olmasını temin etmek, denetlemekse, ilk halkası tarladaki üretimdir. O nedenle orada sağlıklı olmasını teminat altına almamız gerekiyor'' dedi.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığının ''Güvenilir Gıda Sağlıklı Yaşam Kampanyası', Ortaköy'deki Four Seasons Oteli'nde düzenlenen toplantıyla başladı.

Bakan Eker, toplantıda yaptığı konuşmada, bugün dünyada 1 milyar insanın gıdaya ulaşamadığını, gıdanın sağlıklı, güvenilir olmamasından dolayı milyonlarca insanın hayatını kaybettiğini dile getirdi.
Eker, böyle bir sorunu dikkate alarak, ülkede değişmekte ve gelişmekte olan tarım sektörü ve buna bağlı faaliyetleri daha iyi bir noktaya getirmek, AB ile uyum sağlamak için bir toplumsal kampanya başlattıklarını söyledi.

Mehdi Eker, sözlerine şöyle devam etti:

"2009'u 'Gıda Yılı' olarak ilan ettik. Bugün hayata geçireceğimiz Alo 174 Gıda Hattı ile toplumun en geniş anlamda bu kampanyaya katkısını ve katılımını temin etmek amacındayız. Alo 174 Gıda Hattı, ücretsiz bir hattır, 7 gün 24 saat açık olacaktır.

Tüketici herhangi bir noktada bir satış noktasında, markette, restoranda, lokantada, pazarda herhangi bir yerde gıda ile ilgili, bu ambalajlı gıda olabilir veya üretim izni olması gereken bir ürün olabilir, buna haiz bir sorunla karşıya kaldığında 174'ü arayarak, bu konu ile ilgili şikayetini bildirir. Sorun web tabanlı bir sistemle anında tespit edilir ve çözüm için harekete geçilir."

Haber53
Başlık: Stres başarının kaynağı olabilir
Gönderen: Lika - 17 Şubat 2009, 18:30:00
Psikiyatr Psikolog Dilara Kızılçay: "Düşünülenin aksine stres normal hayatı sürdürebilmek için gerekli olan enerjii sağlayan bir etken

Acıbadem Bursa Hastanesi Psikiyatrı Psikolog Dilara Kızılçay, ergen psikolojisi ve stresle baş etme yöntemleri ile ilgili verdiği bilgilerde hayatta biraz strese ihtiyaç duyulduğunu anlattı.

Çocukların kişilik analizlerini belirleme ile ilgili bilgiler veren Psikolog Kızılçay, etkin iletişim yöntemleri için de "Bir ağız iki kulak varsa, bir konuşup iki dinleyin. Doğru zamanda, doğru kişiye, doğru bilgiler verin. Mesajlarınız net, açık ve anlaşılır olsun. Gizlilikten kaçının, bilgiyi paylaşın. Karşınızdakini asla üçüncü şahısların yanında eleştirmeyin" ifadelerini kullandı.

Kişiler arası iletişimde koşulların da önemli olduğunu belirten Kızılçay, "Kişiler arası iletişim koşullarını sözlü ve sözsüz iletişim olarak ikiye ayırabiliriz. Sözlü iletişim genel olarak en etkili olanı gibi görünse de sözsüz iletişim de oldukça etkili bir iletişim çeşididir. Çünkü çocuklar bir konu hakkında bir şey anlatırken bizim sözlerimizden çok gözlerimize, davranışlarımıza, el ve kol hareketimize ve mimiklerimize bakar. Bunun için konuşurken ses tonu ve hareketlerimize de dikkat etmeliyiz." dedi.

Kişiler arası çatışmalarda iletişimin kalitesinin de önemli olduğunu vurgulayan Kızılçay, etkili sözel kalite için hoş ve ilgili bir tonla, sesin tonunun uygun ve konuşma hızının orta olmasıyla, basit ancak yeterli bir dille doğal ve akıcı bir konuşmayı tavsiye etti.

Stres ve stresle başa çıkma konusunda da bilgiler veren Kızılçay, "Stres bazen olumlu bazen olumsuz nedenlere bağlıdır. Normal bir işlev görebilmeniz için bir miktar strese ihtiyacınız olduğunu unutmayın. Aynı olaylara farklı insanlar farklı tepkiler verir. Mesela yemek konusunda bir kız öğrenci şu cevabı verebilir; 'İstemem kilo aldırıyor', erkek öğrenci ise 'İsterim enerji veriyor'. Yani stresin temelinde sizin algılamanız ve deneyimleriniz vardır." dedi.

Olayları anlamlandırma ve değerlendirme biçiminin stresin boyutunu etkileleyeceği üzerinde duran Dilara Kızılçay, sözlerini şöyle tamamladı: "Aynı mekanda ve sosyal ortam içinde bazı insanlar son derece gergin ve stresli, diğerleri ise rahat ve mutlu olabilir. Stresliyken performansınız farklılaşır. Eğer çok fazla stres yaşıyorsanız performansınız azalır, bir miktar stres yaşamak performansınızı artırabilir."

CİHAN
Başlık: Obetize Olma Riskiniz Varmı?
Gönderen: Tuğra - 18 Şubat 2009, 10:31:58
Çağın hastalığı olarak tanımlanan Obezite sadece fiziki görünümü değil organları da etkiliyor.

Kalp hastalıklarından, diyabete, kanser türlerinden ani ölümlere kadar pek çok sonuçla karşımıza çıkabilen obeziteden korunmak için yaşam tarzında yapılacak bir takım değişiklikler yeterli olabiliyor. Sağlıklı beslenmenin yanı sıra uyulması gereken ilk kural, hareketsizlikten kurtulmak, sık sık spor ve yürüyüş yapmak.

Uz. Dr. İsmail Yağız, günde 10 bin adım atarak aktif bir yaşamın kapılarının aralanacağını belirterek obezite ile başetmenin yolları hakkında bilgi verdi.

OBEZİTE RİSKİNİZİ HESAPLATIN

Vücut kitle indeksi(BMI) yani kilonuzun, boyunuza oranı oldukça pratik bir yöntemdir ve obezite tanısı için sıkça kullanılır. Bu hesaplama şu şekildedir:

VKI (BMI) = kilo (kg) / boy (m²)
VKI (BMI) 18-25 arası normal
25-30 arası kilolu
30-35 arası 1. derece obezite
35-40 arası II derece obezite
40 ve üzeri aşırı obez

Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar VKI 27 kg/m ve üzerindeki insanlarda risklerin katlanarak arttığını göstermektedir.

Obezite hesaplaması için kullanılan bir diğer bir yöntem ise bel çevresi ölçümüdür. Eğer VKI 25 -35 arasında ise daha anlamlı sonuçlara ulaşılıyor. Erkeklerde 102 cm, kadınlarda 88 cm üzerindeki değerler artmış riskle orantılı bulunmuştur. Asya ırklarında ise bu değerler erkeklerde 90 cm, kadınlarda 80 cm civarındadır.

OBEZİTE İLE BERABER ARTAN RİSKLER
Obezite ile beraber olan hastalıklara hemen her gün neredeyse yenisi ekleniyor. Yapılan çalışmalar, Amerika toplumunun % 80 nin kilolu ve şişman olduğunu gösteriyor.
Obezite ile beraber görülen hastalıkların bazıları:

Mekanik strese bağlı kas ve kemik hastalıkları
Uyku apnesi
Kardiyak aritmi (Kalp atışlarında düzenszlik)
Ani ölüm
Nefes darlığı
Hipertansiyon
Kardiyovasküler Hastalıklar
Kanser(kolon, rektum, agresif prostat, meme, karaciğer, rahim ve özefagus )
Tip 2 Diyabet
Hiperlipidemi( Kan yağlarının yüksekliği)
Reflü
Safra kesesi taşı

OBEZİTE NEDEN GÜN GEÇTİKÇE ARTIŞ GÖSTERİYOR?

Birçok nedene bağlı olarak şişmanlıyoruz. Özetleyecek olursak;

1.Hareketsizlik: Sosyo ekonomik düzey ile bağlantılı olarak aktif olmayan bir yaşam tarzımız olduğu için çoğunlukla obezite daha fazla görülüyor. Öncelikle ne kadar hareketli bir yaşamımız var onu bilmek gerekiyor. Amerika’da gerçekleştirilen bilimsel araştırmalarda hareketli bir yaşam için gerekli değerler adımölçer ile hesaplanmış ve bunun vücuda etkileri araştırıldı. Bulunan değerler ise ilginç. 5000 adım ve altı “sedanter” denilen hareketsiz yaşam, 5000-7500 arası değerler “düşük aktif yaşam”, 7500-1000 “yarı hareketli”, 10 000 bin adım ve üzeri ise “aktif bir yaşam”ı anlatıyor.

2.Alınan gıdaların miktarının ve kalorisinin fazlalıgı, yağ içeriğinin yüksekliği
3.Yaşlanma ve metabolizma hızının yavaşlaması
4.Hormon bozuklukları (Diyabet, tiroid hastalıkları, böbrek üstü bezi hastalıkları vs )
5.İlaç kullanımı (Hormon düzenleyici ilaçlar, kortizon turevleri, antidepresanlar, insulin kullanımı, kanser ilaçları vs.)
6.Genetik hastalıklar
7.Psikojen yeme bozuklukları
8.Düşük doğum ağırlığı ile doğum
9.Gebelik sırasında diyabet gelişmesi
10. Irksal farklılıklar

OBEZİTEDEN KORUNMANIN İLK ŞARTI FARKINDALIKTIR

Öncelikle yaşınıza göre doğru kiloda olup olmadığınızın farkına varmalısınız. Sizce birseyler yanlıs gidiyorsa mutlaka sağlık kontrolleriniz yaptırmalısınız.

KİLO VEREREK KANSER RİSKİNİZİ YARI YARIYA AZALTIN

Bilimsel araştırmalar sıkı kilo kontrolünün ve fiziksel egzersizin kanser önleyici etkisi oldugunu gösteriyor. Sadece kilo vererek kanser riskinizi % 50’ ye kadar varan oranlarda azaltabilirsiniz.
Diyabet gelişimini 11 kat azaltırsınız.
Hipertansiyon hastalığına yakalanmanızı 4 kat düşürürsünüz.
Hiperlipidemi riskinizi 4 kat azaltırsınız.
Kemik erimesi ve yıpranmasını önlersiniz.
Daha mutlu ve pozitif bakıs açısı sağlarsınız.
Enfeksiyonlara karşı bağışıklığınızı güçlendirirsiniz.
Enerjik bir yapıya kavuşursunuz.
Yani kısaca sağlıklı ve uzun bir yaşamı garanti altına alırsınız.

ALDIĞINIZ KALORİLERİ AZALTIRKEN, HARCADIĞINIZ KALORİYİ ARTIRMALISINIZ

Obezitenin tedavi prensibi, alınan kalorinin azaltılması ve harcanan kalorinin artırılmasıdır. Her bireyin minimum yetecek kalori ihtiyacı hesaplanır, buna göre besinlerle aldığı kalorinin cetveli yapılır ve harcanacak enerji planlanır.

Tedavinin işe yarabilmesi için HAYAT TARZI DEĞİŞİKLİĞİ mutlaka yapılmalıdır. Asıl hedefin kilo vermek deği, planlanan kilo hedefinde yaşamı devam ettirmek olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

1.Diyet Ve Egzersiz Tedavileri

Egzersiz obezitenin en önemli ve sonuç veren uygulamasıdır.Egzersiz olmadan yapılan bütün tedaviler başarısız kalabilir.Egzersiz programları öncelikle aktivite düzeniniz bilinerek yapılmalıdır.American College of Sports Medicine birliği bu konuda bilimsel algoritmalar düzenlemiştir.Hareketli bir yaşam için günlük atılan adım sayısının 10000 den az olmaması gerekliliği belirtilmiştir.

Yapılan diyet programları ile başlangıç kilosunun % 5-10 kadarı özellikle ilk 6 ay içinde verilebilir. Mutlaka doktor ve diyetisyen kontrolünde yapılmalıdır. Her bireyin farklılığı kilo kontrolünde ön plana cıktığından fotokopi diyetler yerine mutlaka profesyonel yardım alınmalıdır. Kilo vermenin başarısı ancak verilen kilolar geri alınmadığında ortaya çıkar.

2.İlaç Tedavileri

Diyet ve egzersiz tedavilerinden başarılı sonuçlar alınamadığında düşünülmelidir. Unutulmaması gereken en önemli nokta diyet, egzersiz ve hayat tarzı değişikliği yapılmadan ilaç tedavisinin mucizeler yaratamayacağıdır. Piyasada bulunan onaylı antiobezite ilaçlarının bir takım yan etkileri olduğundan mutlaka ama mutlaka doktor kontrolunde kullanılması gerekir.

3.Cerrahi Tedaviler

Önceki cerrahi dışı tedavilerle kilo verememiş, operasyonlar için riskli olmayan, VKI 40 ve üzerinde olan veya VKI 35 ve eşlik eden önemli bir hastalığı (diyabet, uyku apnesi, kalp hastalığı, ciddi eklem rahatsızlıkları) bulunan kişilere cerrahi tedaviler düşünülebilir. Cerrahi tedaviler arasında mideye balon yerleştirilmesi, mide bandı, by pass yapılması gibi bir takım teknikler bulunmaktadır.


Haber3
Başlık: 'Su terapisi' uygulayayım derken hayatınızı tehlikeye atmayın!
Gönderen: İsra - 19 Şubat 2009, 05:49:22
Trakya Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Yorulmaz, her 'sabah aç karna ortalama 1,5 litreye denk gelen altı bardak su içilmesinin birçok hastalıktan kurtaracağı' söylentisinin gerçeği yansıtmadığını açıkladı.

Sağlığı korumak için her konuda olduğu gibi suyun da fazlasından kaçınmak gerektiğini belirten Yorulmaz, bir kişinin günde 3 litreden fazla su içmesi durumunda, vücudun ihtiyaç fazlası suyu atacağını ve dolayısıyla böbreklerin gereğinden fazla çalışacağını belirtti. Yorulmaz, böbreklerin uzun süre bu yükün altında kalmasının zararlı olduğunu, bu organlarda veya kimi hormonlara bağlı hastalıklarda, fazla suyun birikmesiyle çok ciddi rahatsızlıklar ortaya çıkabileceğine dikkat çekti. Kısa sürede fazla su içilmesiyle ortaya çıkan ve 'su zehirlenmesi' olarak adlandırılan bir rahatsızlık bulunduğunu kaydeden Yorulmaz, "Aşırı su kandaki tuz oranını düşürüyor, buna bağlı olarak beyin hücrelerinde şişmeyle koma hali ve hatta ölüm meydana gelebiliyor." diye konuştu.

Su terapisiyle iyileştirildiği iddia edilen öksürük, baş ağrısı, baş dönmesi, ekşime, düzensiz âdet görme gibi rahatsızlıkların, aslında başka hastalıkların belirtisi olduğunu kaydeden Prof. Dr. Faruk Yorulmaz, söz konusu terapide hastalık sebepleriyle hiç uğraşılmadığını, söylendiği miktarda su içildiğinde kan yapımıyla birçok hastalığın iyileşeceğinin iddia edildiğini belirterek, kanın bağırsak kıvrımlarında değil, kemik iliğinde yapıldığının unutulmaması gerektiğine dikkat çekti. Bu sebeple su terapisinin bilimsel olmaktan son derece uzak olduğunu söyleyen Faruk Yorulmaz, sabahları aç karnına iki bardak ılık ve gün içinde de yeterli miktarda içilen suyun şişmanlığı önleme, cilt kuruluğu ve kırışıklığını engelleme, eklemlerin daha iyi çalışması, balgam söktürme, böbrek taşından koruma, sindirimi kolaylaştırma ve kabızlığı önleme gibi birçok faydasının bilindiğini vurguladı.

Prof. Dr. Yorulmaz, canlı vücudunda her şeyin dengede durmasının bir kural olduğunu söyledi. Yorulmaz'ın verdiği bilgilere göre bu, diğer bütün maddeler için olduğu gibi su için de geçerli. İnsan vücudunda bulunan su miktarı belli ve her gün kaybedilen kadarı yerine konulmak zorunda. Eksilen miktardan daha az veya fazla su içilirse vücut, bu duruma uyum göstermek için bir çaba içine giriyor ve bazı rahatsızlıklar ortaya çıkıyor. Günlük su miktarı da kaybedilen miktara bağlı olarak değişebiliyor. Vücudun su kaybetmesi yüzey alanına, havanın sıcaklığına ve nem durumuna, yapılan işe ya da spora, çalışma ve sağlık durumuna göre farklılık gösteriyor.

Bir insanın günlük içeceği miktarın ortalama 1,5-2 litre olması gerektiğini kaydeden Yorulmaz, "Vücudun kaybettiği kadar suyu yerine koymak esas olmalıdır. İçilen su, mikrop ve zararlı kimyasal maddeler taşımayan, vücut için gerekli maddeleri ise yeterli miktarda bulunduran özellikte olmalıdır. Bu şartlar yerine getirildiğinde su, sağlığımızı geliştiren ve koruyan bir madde olabilecektir. Aksi halde ciddi hastalıklara yol açabilir." şeklinde konuştu.

E-postalar yanlış yönlendiriyor

Birçok kişiye yollanan e-postalarda, "su terapisi" adı verilen bir tedavi yöntemi olduğu söyleniyor. Bu terapinin yüksek tansiyon, romatizma, anemi, genel felç, obezite, kireçlenme, sinüzit, baş dönmesi, baş ağrısı, öksürük, lösemi, astım, rahim kanseri, şeker, böbrek taşı gibi birçok rahatsızlığa çözüm olduğu iddia ediliyor. Deneylerde kabızlığın bir, mide ekşimesinin iki, diyabetin yedi, yüksek tansiyon ve kanserin dört haftada, akciğer vereminin ise üç ayda iyileştiği öne sürülüyor.

Zaman
Başlık: Her nezle gripte antibiyotiğe sarılmayın
Gönderen: Fatihan - 20 Şubat 2009, 11:16:34

Uzmanlar, "Her nezle-grip vakasında gereksiz antibiyotik kullanımı, vücutta hücre ölümüne ve direncin düşmesine neden oluyor" uyarısında bulundu.

Kulak Burun Boğaz uzmanı Op. Dr. Adem Cenkçi, nezle-grip gibi gribal enfeksiyonların evde alınacak önlemlerle atlatılabileceğini, ancak belirtilerin uzun sürmesi halinde hekime gidilmesini söyledi. Grip-nezle gibi rahatsızlıkların virüs kökenli bir hastalık olduğunu anlatan Op. Dr. Cenkçi, "Soğuk algınlığı gibi hastalıklar ilerlediğinde daha ciddi ve kalıcı bozukluklara neden olabilir. Bu hastalığı atlatmanın en önemli yolu, dinlenmektir. Antibiyotik kullanımı önerilecek ilk tedavi şekli değildir. Hastalık, mikrobik olaylarla birleşip ilerlediğinde, hekim kontrolünde antibiyotik kullanılmalıdır" dedi.

Gereksiz yere antibiyotik kullanımının, vücutta hücre ölümüne ve direncin düşmesine neden olduğunu vurgulayan Cenkçi, rasgele antibiyotik kesinlikle kullanılmamasını ifade etti. Son zamanlarda havaların değişken bir yapı izlemesiyle birlikte gribal enfeksiyon yolları şikayetiyle hastanelere başvuran vatandaşların sayısında artış olduğunu dile getiren Cenkçi, şöyle devam etti: "Gribin, önceden alınacak tedbirlerle önüne geçilmesinin önemli olduğunu unutmamamız lazım. Gribin en önemli belirtileri; üşüme, titreme, vücutta kırgınlık, halsizlik ve yüksek ateştir. Bu tür hastalıklar dinlenerek atlatılabilir, ama gereksiz antibiyotik kullanımından kaçınılmalıdır."


AA
Başlık: C vitamini kanser düşmanı
Gönderen: Tuğra - 20 Şubat 2009, 12:03:48
C vitamininin kanser önleyici özellikleri yeniden gündeme getirildi.

Fransa'da yayımlanan Le Nouvel Observateur dergisinin internet sitesinde verilen habere göre, Marsilya'daki Akdeniz Üniversitesine bağlı Genetik Hastalıklar Laboratuvarından Michel Fontes ve ekibinin hayvanlar üzerinde yaptığı araştırma, C vitamininin (askorbik asit) kanser önleyici özelliğe sahip olduğunu gösterdi.

Söz konusu vitaminin hücre çoğalmasıyla ilgili genler üzerinde önleyici etkide bulunduğu belirlendi.

Tümör taşıyan farelere C vitamini enjekte eden bilim adamları, vitaminin hayvanların hayatta kalma şansını büyük oranda artırdığını, tümörü küçülttüğünü ve kanser hücrelerinin dağılmasını engellediğini gözlemledi.

En iyi sonuçlar, en yüksek dozda C vitamini verilen farelerden alındı.

1954'de Nobel Kimya Ödülünü kazanan C vitamininin "babası" Amerikalı kimyager Linus Pauling, günde iki grama kadar yüksek dozda C vitamininin kanser önleyici olabileceğini ileri sürmüştü. Pauling'den sonra yapılan araştırmalar çelişkili sonuçlar vermişti.

Fontes ve ekibinin araştırmasının, C vitamininin kanser önleyici özelliklerini kanıtlar nitelikte olduğu ifade ediliyor.

Klinik deneylerin de olumlu sonuç vermesi halinde yeni ilaçların geliştirilmesinin önü açılmış olacak.

Aktif Haber
Başlık: Kolon Kanseri Düşmanı Aspirin
Gönderen: Tuğra - 21 Şubat 2009, 09:54:32
Bugüne kadar birçok faydası olduğu belirlenen aspirinin etken maddesi olan salisilik asitin kolon kanserini önlediği, bu asitin yeşil sebzelerin içinde de bol miktartarda bulunduğu bildirildi.

Türk Gastroenteroloji Derneği Bursa Şubesi Başkanı Prof. Dr. Faruk Memik,  kolon (kalın bağırsak) kanserinin sindirim sistemi kanserleri arasında, batı ülkelerinde birinci, Türkiye`de ise mide kanserinden sonra ikinci en sık görülen kanser türü olduğunu söyledi.

Bu kanser türünün en çok bağırsağın son 25-30 santimetrelik bölümünde görüldüğünü ifade eden Prof. Dr. Memik, kendisini karın ağrısı, şişkinlik, aşırı kabızlık veya ishal ile gösteren hastalıkta erken teşhisin çok önemli olduğunu belirtti.

Prof. Dr. Memik, dışkıda kan görülmesinin mutlaka tetkik edilmesi gereken bir bulgu olduğuna işaret ederek, şöyle konuştu:

“Kolon kanserinin teşhisi, endoskopi veya röntgen yardımıyla erkenden yapılabilir. Batı ülkelerinde hiçbir şikayeti olmayan insanlar bile periyodik olarak yıllık kolonoskopi uygulaması yapılarak, taramadan geçirilir. Zamanında teşhis edilen hastalar ameliyat edilerek başarılı sonuçlar alınabilir. Maalesef ülkemizde bu tarama testleri gelişmemiştir.”

Prof. Dr. Memik, son yıllarda hem hayvan hem de insan deneylerinde, kalın bağırsak kanserinden korunmak için bazı anti romatizmal ilaçların kansere karşı bir koruyucu etkisinin olduğunun tespit edildiğini vurguladı.

Özellikle kolondaki “Poliplerin” azaltılmasında, günlük olarak aspirin kullanımının faydalı olduğunun bilindiğini ifade eden Prof. Dr. Memik, şunları kaydetti:

“Son çalışmalar gösterdi ki bitkiler, bazı böcekler, mantarlar ve mikrobik hastalıklardan kendilerini korumak için aspirinin etken maddesi olan salisilik asit üretiyorlar. Yeterli derecede sebze yiyen kişilerin vücutlarındaki salisilik asit oranının belirli bir doza yükseldiği görülmüş. Bu demek oluyor ki bitki yiyerek, kansere karşı bir koruyuculuk kazanmış oluyoruz. Salisilik asit birçok meyve ve sebzenin yapısında bulunuyor. Salisilik asitin özellikle kolon poliplerinin kansere dönüşmesini engellediği biliniyor. Bağırsaklarında polip olan hastalar, yıllarca aspirin kullanıyorlardı. Ancak yapılan çalışmalarla yenilen yeşil bitkilerle de kanda düşük doz salisilik asit olduğu belirlenmiştir.”

Sadece bitkiyle beslenen vejetaryenlerin kanındaki salisilik asit miktarının, her gün doktor tavsiyesiyle küçük doz aspirin alanlardaki kadar olduğunun belirlendiğini söyleyen Prof. Dr. Memik, “Bu bulgular ve besinlerdeki diğer sayısız kanser önleyici maddeler ve vitaminler de gözönüne alınırsa ülkemizde bol ve ucuz temin edilen taze meyve ve sebzeyi daha çok tüketmek gerekiyor” dedi.

sağlıktabugün.com
Başlık: Tiroid hastalıklarında iyot önemli
Gönderen: Tuğra - 22 Şubat 2009, 10:29:29

Türkiye’de nüfusun yaklaşık yüzde 40’ında çeşitli tiroid bezi hastalıkları bulunuyor. Araştırmalar, Türkiye’de kişilerin günlük almaları gereken iyotun ortalama 4’te birini aldıklarını gösteriyor

Boynun hemen ön kısmında kelebek şeklinde bulunan tiroid bezi, ürettiği hormonlarla vücuda adeta bir pil gibi enerji sağlıyor. Acıbadem Maslak Hastanesi Tiroid Hastalıkları Kliniği Sorumlusu Prof. Dr. Mete Düren, Türkiye’de yaklaşık 20-30 milyon tiroid hastası olduğunun kabul edildiğini söyledi.

Guatr oluşumunda, iyot eksikliği, çevre faktörleri, ırsi faktörler ve bünyesel faktörlerin etkili olduğunu söyleyen Prof. Dr. Mete Düren, şöyle devam etti:

“Araştırmalar, Türkiye’de kişilerin günlük almaları gereken iyotun ortalama olarak 4’te birini aldıklarını gösteriyor. İyot eksikliği olan Orta Avrupa ülkelerinde fırınlarda pişen ekmeğe ve sofrada kullanılan tuza eklenen iyotla eksiklik ve buna bağlı gelişen guatr sorunu büyük ölçüde çözülmüştür. Türkiye’de iyotun guatrı olmayan kişilerce korunmak amacı ile alınması gerekir. Aksi takdirde guatrı olan hasta bundan kurtulmak amacı ile iyot aldığı taktirde bunun faydadan çok zararı olmaktadır.”

TRAFİK KAZASINDA ÖLME RİSKİ DAHA YÜKSEK

Troid kanserlerinin büyük çoğunluğunun çok selim tabiatlı olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Düren, “Tiroid kanserinden bir hastanın ölmesi, ABD’de by-pass ameliyatlı bir hastanın yaşam şansı ile aynı tutuluyor. Bizde ise hastanın trafik kazalarından yaşamını yitirme olasılığı daha yüksek görülüyor” ifadesine yer verdi.

GENETİK FAKTÖR ORTADAN KALDIRILIYOR

Tiroid kanserinde son yıllarda kaydedilen çok önemli gelişmelerden birinin de medüller tipte tiroid kanseri olan anne veya babanın kanında yapılan genetik bir araştırma ile çocuğuna bu hastalığın geçip geçmeyeceğinin anlaşılması olduğunu belirten Düren, şöyle devam etti:

“Çocuklarında da bu test pozitif çıkarsa o çocuğun 25-30 yaşına kadar tiroid kanserine yakalanacağı yüzde 100 olduğundan bu çocuklarda koruyucu olarak tiroid bezi tamamen alınıyor ve yüzde 100 şifa sağlanıyor. Bu genetiğin tıbba uygulama alanında yapmış olduğu en önemli katkılardan biri olarak kabul ediliyor. Bizim de böyle hastalarımız ve ailelerimiz var. Ancak çocuklarında hiçbir hastalık yokken annelerini çocuklarını ameliyat ettirmeye ikna etmek oldukça zor görünüyor.”

AA
Başlık: Migrene 'mıknatıslı' tedavi
Gönderen: enfa - 22 Şubat 2009, 20:19:45
Günümüzde insanların sık sık karşılaştıkları rahatsızlıklardan birisi olan ve şiddetli baş ağrıları biçiminde kendisini gösteren migren hastalığı için elektrikli ve mıknatıslı tedavi geliştirildi.İsveç'teki bilim dergisi Illustrerad Vetenskap'ın haberine göre, beyne ve saç köklerine elektrik yayan manyetik cihazlar ve mıknatıslar tutularak migreni tedavi devri başladı. Bu yönde çalışmalar ABD'de hız kazanırken, Avrupa'da özellikle de İsveç'te bu metod üzerinde duruluyor.

Mıknatıslı yöntem sayesinde hastaların genelinde baş ağrıların dindiği belirtiliyor. Bu yöndeki testler 2006 yılından beri yapılıyor. Yöntem sayesinde migren ağrısından dolayı çalışamaz hale gelmiş olan birçok kimsenin artık işlerine dönebildiği kaydedildi.

Migren Türkiye'de de yaklaşık 10 milyon kişinin, yani hemen hemen her yedi kişiden birinin hayatını zehir ediyor. Tek ya da nadiren çift taraflı baş ağrısıyla kendini gösteren migren daha çok erişkin hastalarda ve 25 ile 45 yaşları arasında görülüyor.

CİHAN
Başlık: En çok bilinen beş ağrı efsanesinin çürütülmesi
Gönderen: Tuğra - 23 Şubat 2009, 09:53:31
Sırt ağrısı migren ve romatizma gibi sürekli kronik ağrılara gelince işler ayak parmağınızı çarpıp incitmek veya parmağınızı kestiğiniz zamandan biraz daha karmaşıktır. Şimdi bazı yaygın ağrı efsanelerini incelemeye alalım.

Efsane 1:

Ağrı her zaman bir hastalık veya vücudunuzun bir kısmının incindiğinin veya zarar gördüğünün bir göstergesidir.

Gerçek:

Ağrı bazen yolculuğa yalnız çıkar.Her ağrı tanımlanabilir bir fiziksel duruma veya sakatlanmaya bağlanamaz. Bazen sebepsiz yere gelişir ancak verdiği rahatsızlık yine de çok gerçektir. Ağrıya tanımlanabilir bir neden olmadan çare bulmak her ne kadar zor olsa da kronik ağrı etkili bir şekilde yönetilebilmektedir.

Efsane 2:

Ağrıyı gerçekten kesebilecek tek tedavi ilaçtır.

Gerçek:

Ağrının birçok düşmanı vardır. Ağrı dediğimizde aklımıza ilk gelen şey haptır: normal ağrı için reçetesiz ağrı kesiciler ve daha şiddetli ağrılar için reçeteli opioid ilaçları. Ancak birçok başka etkili tedavi seçenekleri de mevcuttur. Hatta kendi kendine telkin ve hayalinde canlandırma gibi bazı irade gücüyle bedensel bir özürü veya güçlüğü yenme teknikleri ağrıyı azaltmada faydalı olabilmektedir. Biyogeribildirim gevşeme eğitimi ve davranışsal terapi de kronik ağrıları kesmede faydalı olabilmektedir.

Efsane 3:

Eğer reçetesiz ilaçlar ağrınızı kesiyorsa endişe edilecek bir durum yoktur.

Gerçek:

Ağrı ciddi olabilir. Reçetesiz aneljezik ilaçlar çok türde ağrıyı hiç değilse bir süreliğine kesebilmektedir. Ancak ağrınızın altında enfeksiyon gibi tedavi gerektiren birşey de olabilmektedir. Önemsiz hastalıklar genellikle bir hafta içinde iyileşirler bu nedenle ağrının bu süreyi aşması halinde sağlık bakımı sağlayıcınıza danışın. Ağrınız için en iyi reçetesiz ağrı kesici hangisidir? Bu testi deneyin.

Efsane 4:

Ağrı yaşlanmanın kaçınılmaz bir parçasıdır.

Gerçek:

Ağrı ihmal edilmekten nefret eder.Yaşlandıkça ağrı beklemeniz ve bu ağrılarla yaşamayı öğrenmeniz gerektiği görüşü yaşlanma hakkında devam eden bir efsanedir. Daha yaşlı yetişkinlerin ağrı yaşama olasılığı daha yüksektir ancak bu kesinlikle yaşlanmanın bir semptomu değildir. Herhangi bir sızı ağrı veya rahatsızlığı doktorunuza bildirip en etkili tedaviyi tespit etmek için doktorunuzla işbirliği yapın.

Efsane 5:

Sadece bir uzman doktor sizin ağrılarını tespit edebilir ve gerçek olup olmadığını söyleyebilir.

Gerçek:

Ağrılar tamamen kişiseldir.Ağrınızın şiddetini en iyi karar verebilecek kişi sizsiniz. Uzman sizsiniz. Hatta çalışmalar ağrılar konusundaki öz raporların en doğru ve güvenilir ağrı şiddeti ölçümünü sağladığını gösterir. Ancak farklı kişiler aynı ağrı uyarısını farklı algılayabilmektedir.

Uslanmam.com
Başlık: Göz sağlığınız neye işaret?
Gönderen: duha - 23 Şubat 2009, 20:30:34
Selim GÖK'ün haberi

Göz bebeğinden göz dibine bakıldığında retina damarları en ince ayrıntısıyla gözlemlenebilir. Retina damarları vücudun genel küçük damar sisteminin bir parçası olduğundan göz dibi muayenesi bazı sistemik hastalıkların tanı ve takibi için çok önemlidir. Dünyagöz Hastanesi doktorlarından Op. Dr. Haluk Talu “Sağlık kontrolünden geçmek isteyenler için en kolay yol göz muayenesi yaptırmaktır”diyor.

Göz Muayenesinde Ortaya Çıkan Diğer Hastalıklar
Gözlerimiz genel sağlığımız konusunda da bize çok önemli ipuçları verir. Göz muayenesi ile göz hastalıkları dışında; diyabet (şeker hastalığı), hipertansiyon (yüksek tansiyon), her türlü damar hastalıkları, beyin hastalıkları, saptanabilmektedir.

Detaylı bir göz muayenesi ile tespit edilebilecek olası hastalıklar;
Hipertansiyon, Şeker Hastalığı, Beyin Tümörleri , MS Hastalığı , Kan Hastalıkları , Kolesterol, Böbrek Hastalıkları, Kalp Hastalığı

habername.com
Başlık: Soğuk havada spor yapanlar dikkat
Gönderen: Tuğra - 24 Şubat 2009, 10:01:34

Uzmanlara göre, soğuk havada yapılan spor, gerekli tedbirler alınmadığında soğuk yanığı, kas, tendon ve bağ yırtılması hatta ölüme bile sebep olabiliyor.

Sağlıklı yaşam için spor yapanların, soğuk havalara dikkat etmeleri gerektiği bildirildi. Uzmanlara göre, soğuk havada yapılan spor, gerekli tedbirler alınmadığında soğuk yanığı, kas, tendon ve bağ yırtılması hatta ölüme bile sebep olabiliyor.

İnsan vücudunun soğuk havaya uyum yeteneğinin sınırlı olduğuna dikkat çeken uzmanlar, "Sağ kalmak için vücut sıcaklığının 24 ile 40.5 derece gibi dar bir aralıkta bulunması gerekiyor. Soğuğa maruz kalındığında ise kas kasılması zayıflıyor, sinir iletim hızı azalıyor ve ciddi sağlık sorunları ortaya çıkabiliyor" uyarısında bulunuyor.

Bursa Özel Bahar Hastanesi'nden Op. Dr. Mustafa Ahsen, soğuğa maruz kalındığında vücudun 2 ayrı bölümden oluşmuş gibi davrandığını belirtti.

Soğuğa maruz kalındığında kas kasılmasının zayıfladığını alatan Ahsen, "Kas kasılması yavaşlar ve sinir iletim hızı azalır. Bu değişiklikler ise hem sportif performansın bozulmasına hem de ciddi sorunlara sebep olabilir. Performans düşüklüğü, kas, tendon ve bağ yaralanması riskinde artma, soğuk yanığı ve donmanın soğuk havada spor yaparken gelişebilecek sorunların başında geliyor." şeklinde konuştu.

Ahsen, "Bu sorunlar, kayak, sürat pateni, bisiklet, kros, futbol gibi dış ortam sporlarında kulak, burun, el ve ayak parmakları gibi bölgelerde daha çok meydana gelir. Vücut sıcaklığı 37-35,6 derece olduğunda titreme, karmaşık hareketleri gerçekleştirmede güçlük yaşanır. Vücut sıcaklığı 35-32,8 derece olduğunda yine titreme, konuşma bozukluğu, hafıza kaybı olur.

Vücut ısısı 29,8 - 27 derece olduğunda ise koma hali gelişir ve refleks kaybı, kalpte atrial fibrilasyon gibi sorunlar oluşur. Vücut sıcaklığı 25,6 derecenin altına indiğinde akciğer ödemi, kalpte ventriküler fibrilasyon ve ölüm gerçekleşebilir. Yine Reynaud sendromu denilen ve parmaklarda önce solma ardından kızarıklıkla seyreden bir kılcal damar sorunu gelişir. Kuru ve soğuk havada yapılan şiddetli egzersiz, yatkın bünyelerde astım atağını da tetikleyebilir." dedi.

Soğuk havada egzersiz yapanların dikkat etmeleri gerektiğine vurgu yapan Op. Dr. Mustafa Ahsen, ısı kaybını azaltmak içen ince giyeceklerin çok katmanlı olarak üst üste giyilmesini tavsiye ediyor.

Pamuklu giyeceklerin ıslanınca ısı yalıtma özelliğini yitirdiğini hatırlatan Ahsen, rüzgardan korunmak için de rüzgar geçirmeyen pantolon ve büzülebilir kapüşonlu bir üst giyilmesini istedi.

Haber Aktüel
Başlık: Pollyanna geni bulundu
Gönderen: enfa - 25 Şubat 2009, 21:44:28
İngiliz psikologların yaptığı araştırma, bu geni taşıyan insanların, olumsuz olaylara daha az ilgi gösterdiklerini, bunun yerine hayatın mutluluk veren yanlarına odaklandıklarını gösterdi.


İngiliz The Guardian gazetesinde yayımlanan araştırma, bu insanların daha sosyal olduklarını ve psikolojik açıdan genellikle daha iyi şekillendiklerini de ortaya koydu.

Essex Üniversitesi psikoloji bölümünün başkanı Elaine Fox, söz konusu genin, kişinin günlük stresle başa çıkma kabiliyetinin temelini oluşturduğunu ve bu gene sahip olmayanların, hayata daha karamsar baktığını, depresyon gibi akıl sağlığını bozan hastalıklardan daha fazla mustarip olduklarını söyledi.

Araştırma çerçevesinde, 100'den fazla katılımcının, bilgisayar ekranında beliren iyi ve kötü görüntülere verdikleri tepkilerin ne kadar sürdüğü gözlendi.

Görüntüler arasında, kucaklaşan bir çift, tekneyle açılan ve saldırıya uğrayan kişilerin resimleri de yer alıyordu.

Katılımcılara yapılan genetik testlerde, bazı kişilerde gözlenen kötü resimleri yok sayma ve iyi olanlara ilgi gösterme eğiliminin, serotonin hormonunu kontrol eden bir genin varyasyonuyla güçlü biçimde bağlantılı olduğu görüldü.

Sonuçları Proceedings of the Royal Society B dergisinde yayımlanan araştırmada, herkeste söz konusu genin iki varyasyonunun kalıtımsal olarak bulunduğu, bu iki varyasyonun iki kısa, iki uzun veya bir kısa bir uzun şeklinde olabileceği, genin iki uzun varyasyonuna sahip kişilerin, daha olumlu yaklaşım içinde oldukları gözlendi.

Genin iki kısa varyasyonuna sahip kişilerin de daha nevrotik ve endişeli olabilecekleri belirtildi.

İHA
Başlık: Uyku eksikliğinin yol açtığı sonuçlar
Gönderen: Tuğra - 25 Şubat 2009, 23:51:58
Geç saatlere dek uykusuz kalmak bir süre sonra kişide bellek sorunlarının oluşmasına yol açıyor. Peki güçlü bir bellek için ne kadar uyumalı? İşte uzman görüşü...

Uykusuz kalındığında bozulan ilk işlevlerden biri de bellek, dil becerileri, soyut düşünme ve değerlendirme gibi bilişsel fonksiyonlardır. Geç saatlere dek uykusuz kalmak bir süre sonra kişide bellek sorunlarının oluşmasına yol açar.

Verimli bir iş yaşamı için kişinin ortalama 8 saat uyuması gerektiğine dikkat çeken Anadolu Sağlık Merkezi Nöroloji Uzmanı Dr. Ferda Korkmaz, uyku eksikliğinin yol açtığı sonuçları anlattı.

Tıbbın uyku ile henüz bilmediği çok şey olmakla birlikte artık biliyoruz ki bedenin onarımı, çeşitli madde ve hormonların sentezi, hafızanın yapılandırılması, psikolojik dinlememiz uykunun belli dönemlerinde gerçekleşiyor.

“Uyku tekdüze bir süreç değil. Uykuya dalış, yüzeyel uyku, derin uyku ve rüya ile ilişkili -REM- (rapid eye movement = hızlı göz hareketleri) olmak üzere dört dönemi bulunuyor. Anadolu Sağlık Merkezi Nöroloji Uzmanı Dr. Ferda Korkmaz yetişkin bir kişinin ihtiyaç duyduğu uyku süreleri ile ilgili şu bilgileri verdi:

“Uyku süremiz yaşla birlikte değişmekle birlikte, herkesin uyku süresi kendine hastır. Bunu değiştirebilmek pek mümkün değildir. Bazı kişiler günde 12 saat, bazı kişiler ise 4 saat uykuya ihtiyaç duyarlar. Ancak toplumda bir çok erişkinin ortalama uyku süresi 6- 8 saattir. Yaşla birlikte hem uyku süresinde hem de uyku mimarisinde değişiklikler olur. İnsanlar yaşlandıkça, toplam uyku süresinde ve rüyayla alakalı uyku evresinde geçen sürede bir düşüş başlar. Yeni doğmuş bir bebek günde 16 saat uyur, rüya ile ilişkili REM dönemi oldukça yoğundur. Buna karşın bebeğin 30 yaşındaki annesi günde altı saat uyur (eğer şanslıysa) ve bu sürenin sadece dörtte birlik bölümünü REM’de geçirir.

Orta yaşlardan itibaren, uyku süresinin azalmaya başlamasının yanı sıra, uykunun karakteri de değişir. Bu yaşlardaki insanlar rüyayla ilişkili evrede daha az uyurken, yüzeyel uyku dönemleri daha uzun sürer. İnsanlar yaşlandıkça daha erken uyuyup daha erken kalkarlar. Gençlerde ise tam tersidir. Gençler, gece daha geç saatlere kadar kalırlar ve günün çoğunu uyuyarak geçirirler. Seksenli yaşlarda bu değişiklik daha belirgindir. Gün içindeki uyuklamalarla birlikte günlük toplam uyku süreleri 6- 7 saat olabilir. Bu kişiler gün içinde birçok kez uyuklasalar da bunların toplamı nadiren bir saati geçer. Yaşlıların günde 8- 10 saat uyumaları gerektiği söylemi doğru değildir.”

Kişinin gerek duyduğu uyku süresi şu şekilde hesaplanabiliyor. Kişi, uyanık olduğu her iki saat için bir saatlik uykuya ihtiyaç duyuyor. Yaş ilerledikçe bu değişiyor, uyanık kalınan her iki saat için 45 dakikalık uyku gerekiyor. Başka bir deyişle, gün boyunca uyanık kalınan her saat için “uyku borcu” biriktiriliyor. On altı saatlik bir günün sonunda, genç bir insanın “uyku bankasına” borcu sekiz saate ulaşıyor. Buna karşılık yaşlı bir kişinin uyku borcu sadece yaklaşık altı saat düzeyinde bulunuyor.

Uykusuzluk kişiyi nasıl etkiler?

Eğer uyku için yeterli zaman ayrılmazsa kişi uykudan yoksun kalıyor. Bu durumda gün içerisinde uykulu olmanın yanı sıra, kişide düşünmeyle ilgili sorunlar da ortaya çıkıyor. Yeni şeyleri öğrenme daha yavaş gerçekleşiyor, bellek ile ilgili ve karar verme süreçlerinde sorunlar yaşanabiliyor. Uyku yoksunluğu dışında bir takım uyku rahatsızlıklarında da özellikle uykuda solunum bozukluklarında uyku mimarisindeki ve kan oksijen düzeyindeki değişikliklerin tetiklediği olaylar, ciddi bilişsel ve bedensel bozulmalara neden oluyor. Bunlar arasında kalp, akciğer ve hormonal hastalıklar yer alıyor.

Yaşlı kişiler, uykusuzluk durumunda, kendilerini gençler kadar çok çabuk toparlayamayabilir. Kişilerin 24 saat boyunca uyanık bırakıldığı bir araştırmada, 70’li yaşlardaki kişilerin kendilerine gelmelerinin, genç kişilere göre en az bir gün daha uzun sürdüğü ortaya çıktı. Öte yandan cinsiyet de, uykusuzluğun etkisinde farklılık oluşturabiliyor. Örneğin kadınlar, erkeklere göre daha hızlı kendilerine geliyorlar.

(NTV)

Başlık: Sağlıkta Doğru Bildiğimiz Yanlışlar
Gönderen: Tuğra - 26 Şubat 2009, 09:59:56
Tıptaki bütün gelişmelere rağmen sağlık konusunda bir sürü şeyi yanlış biliyoruz.
 
Vücudun normal ihtiyacı 750 ml sudur. Romalılar devrinde hastalıkların tedavisi için vücuttan biraz kan akıtmanın yeterli olacağı sanılıyordu. O zamandan bu yana doğayı ve insan fizyolojisini anlamak yolunda çok mesafe aldık ama bazı mitleri bir türlü aşamadık.

21.Yüzyıl sağlık mantrası şöyle: Kilo vermek ve sağlıklı yaşamak için çokça su için ve karbonhidratlardan kaçının. Çoğu kere bunu sorgulamadan kabul ediyoruz.

Günde sekiz bardak su içmeliyiz

Gerçek: Bu mitin kaynağı, suyun arındırıcı etkisine duyduğumuz inanç. Vücudun normal ihtiyacı 750 ml sudur. Bu miktarı aşan miktarda su alırsanız vücut bunu dışarı atar.

Bazı besinler kanseri önler

Gerçek: Gazetelerde çokça yer alan haberlere göre düşük yağlı bir diyet izler ve egzersiz yapabilirseniz kanseri önleyebileceğiniz anlatılıyor. Oysa kanser ilerleyen yaşla ortaya çıkma ihtimali artan ve pek çok tetikleyici faktörden etkilenebilen bir hastalıktır.

Sağlıklı beslenme ve egzersiz tabii ki sağlıklı bir yaşam için şarttır ama kanseri önlemenin kutsal formülü bu değildir.

Kilo vermek için karbonhidratlardan kaçınılmalıdır

Gerçek: Aslında pek de öyle değil. Junk food tabir edilen besinlerdeki hidrojenize yağlar şişmanlatıcı etkiye sahiptir, orası doğru. Ancak sağlıklı beslenme için lifli gıdalarla birlikte bir miktar karbonhidrat alınması vücudun enerji ihtiyacı için şarttır.

Bilgisayarlar sağlığımıza zararlıdır

Gerçek: Maalesef bu doğru. Bilgisayar kullanımı sırt ağrılarına yol açıyor. Gözleri de yoruyor.
Gün boyunca bilgisayar kullanmak durumundaki çalışanları ergonomik masa ve sandalyeler kullanması şart. Ayrıca her 20 dakikada bir gözlerinizi ekrandan en az 20 saniyeliğine ayırmalısınız.

Kötü beslenme ve kötü hijyen sivilcelere neden olur

Gerçek: Pek çok doktor, akne ve sivilcelerin esasen vücudun hormon salgısının bir sonucu olduğunu bilir. O yüzden ergenlik çağındaki gençlerde sıklıkla sivilce çıkar. Akne tedavisinde doktorlar diyet tedavi yöntemlerine başvursa daa asıl tedavi ilaç tedavisidir. İyi beslenmenin sağlıklı bir cilt için gerekli olmadığını söylemek istemiyoruz ama cilt bozukluklarının pek çok başka sebebi vardır.

Sağlıklı bir vücut için en gerekli yol detoksifikasyondur

Gerçek: Detoksifikasyon Batı’da son yıllarda başarıyla uygulanan bir yöntem. Ama son derece pahalı bir yöntem olduğunu da vurgulamak gerekli. Üstelik insan vücudu, dışarıdan alınan zehirli maddeleri temizlemek konusunda zaten gerekli ekipmanlara sahip durumda.

Düzenli egzersiz, ter atma ve vücudun su eksiğini giderme yoluyla vücudunuza destek olmanız şartıyla vücudunuz gerekli detoksifikasyonu yapacaktır. Bundan fazlası paranızı ve zamanınızı boşa harcamak olur.

Aktif Haber
Başlık: Kalsiyum
Gönderen: Tuğra - 27 Şubat 2009, 10:22:25
Vücuttaki kemikler için hayati önem taşıyan kalsiyumun kanser riskini azaltabileceği ortaya çıktı.
Amerikalı bilim adamlarının bir araştırması, vücuttaki kemikler için hayati önem taşıyan kalsiyumun (Ca) colorectal (kolonda veya rektumda oluşan bir kanser türü) kanser riskini de azaltabildiğini gösterdi.

ABD Ulusal Kanser Enstitüsü araştırmacılarının 293 bin 907 erkek ve 198 bin 903 kadın denek üzerindeki çalışmaları sonucu süt ürünleri ve diğer yiyeceklerden yüksek miktarda kalsiyum alan kişilerin kolorectal kansere yakalanma oranlarının en düşük düzeyde olduğu belirlendi.

Çalışma kapsamında araştırmacılar 50 ile 71 yaş arasındaki denekleri 7 yıl boyunca yakından izledi ve deneklerin tüm gıda alımlarının kaydını tuttu.

Ulusal Sağlık Enstitüsü içinde yer alan Kanser Enstitüsünün söz konusu çalışmasına katılan kadınlarda en fazla kalsiyum alan ilk yüzde 5'lik grubun en az kalsiyum alan ilk yüzde 5'lik gruba göre kolorectal kansere yakalanma riskinin yüzde 28 daha az olduğu tespit edildi. Erkek deneklerde isebu oran ise yüzde 21 olarak gözlendi.

ABD'de dün yayınlanan ''Journal Archives of Internal Medicine'' dergisinde yer alan makalede, gıda veya destek olarak alınan kalsiyumun colorectal kanser riskini azalttığı vurgulanırken, süt ve yoğurt gibi süt ürünleri ile yeşil yapraklı sebzelerin yüksek oranda kalsiyum içerdiği kaydedildi.

Kalsiyumun, osteoporozun engellenmesinde önem taşıdığı ifade edilen makalede, sindirim sistemindeki hücrelerin aşırı büyümesinin önlenmesi ve kalın bağırsağın mukoza zarındaki hasarın azaltılmasında da önemli rol oynadığı vurgulandı.

İnternet Haber
Başlık: Simitteki Tehlikenin Farkında mısınız?
Gönderen: Tuğra - 28 Şubat 2009, 10:19:28
Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu, simitin en önemli maddesi olan susam nedeniyle yaşanabilecek sıkıntıya dikkat çekti.
 
Bir süre önce ellerinin kaşınmaya başladığını ve bu durumu araştırdığını belirten Saraçoğlu, günlük olarak yediği herşeyi not ettiğini ve bir süre sonra bu olayın sebebini bulduğunu belirtti.

(http://s.aktifhaber.com/images/news/10724.jpg)

İbrahim Saraçoğlu, simitteki susamın insanda neden alerjik reaksiyona yol açabileceğini ve ürtikeri olanlarda hastalığı tetikleyebileceğini şöyle aktardı:

"Son yıllarda ürtiker (kurdeşen) denilen rahatsızlık, fazlasıyla artmaya başladı. Aynı şey benim başıma geldi. Vaka ürtiker olarak değil, ellerim ve diz kapağımdan alt tarafım kaşınmaya başlıyordu. Özellikle de öğleden sonraları. Ben günlük yediğim herşeyi, ne yeyip içersem yazıyorum. Çünkü kendime de kür uyguluyorum. Simitler satılıyor biliyorsunuz. Ne zaman simit yesem, bu tamam. Çünkü yaklaşık olarak en geç 4 saat içinde etkisini gösteriyor.

Ellerim kaşınmaya başlıyor. 'Bu neden olabilir?' falan diyorum, sorguluyorum, notlarıma bakıyorum, ne zaman ne yedim bakıyorum. Bir iki ay içerisinde bunu çözdüm. Simitten kaynaklanıyor. Susamdan. Bunlar ithal susamdır. Kırık genli susamlar. Genleriyle oynanmış demiyorum. Kırık genli. Dolayısıyla alerji bu tür bir reaksiyon veriyor. Bu konuda çok sayıda şikayeti olan insanlar var. Ürtikeri olan insanların da ürtikerini tetikliyor."

Prof. Dr. Saraçoğlu, daha önceki dönemlerde simitle ilgili böyle bir sorunun olmadığını ifade ederek "Eskiden de simit vardı ama susam doğal susamdı. Şimdikiler maalesef böyle değil" diye konuştu.

Haberturk
Başlık: Krampa Magnezyum Desteği
Gönderen: Tuğra - 01 Mart 2009, 11:23:49
Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faik Altıntaş, sürekli krampın normal olmadığını belirterek, ''Bir insana her gün kramp giriyorsa, kandaki magnezyum eksikliğine bakıp, magnezyum desteği vermek gerekir'' dedi.

Prof. Dr. Altıntaş, adalenin aniden kasılıp sert bir hal alması anlamına gelen kramp hakkında bilgi verdi. 

Krampın çeşitli nedenleri olduğunu belirten Altıntaş, en yaygın iki nedeninin, soğuk ve yorgunluk olduğunu bildirdi.

Soğukta kan dolaşımı azaldığı ve adaleye oksijen ve şeker az geldiği için adalenin kendini korumasıyla kramp girdiğini aktaran Altıntaş, soğuk denizde adaleye kramp girme olasılığının sıcak denize göre daha fazla olduğunu kaydetti.

Krampa neden olan ikinci etkenin adale yorgunluğu olduğunu belirten Altıntaş, bazı futbolculara maçın sonunda sıklıkla kramp girmesinin de adale yorgunluğundan kaynaklandığını bildirdi.
Altıntaş, yorgunluk ve soğuk dışında magnezyum eksikliği veya kandaki bazı minerallerin eksikliğinin de krampa neden olabileceğini belirtti.

Kramp girdiğinde kasılan adaleyi gevşetmek gerektiğini vurgulayan Altıntaş, ayak parmakları yukarı kalkmışsa ayağı tersi yönde hareket ettirip sonuna kadar açarak krampı önlemeye çalışmanın uygulanan yöntemlerden biri olduğunu kaydetti.

Altıntaş, ikinci olarak da hemen adaleyi bir termofor ya da sıcak bir havluyla ısıtmak gerektiğini, çünkü krampın geçse de tekrarlayabileceğini dile getirdi

AA
Başlık: Aman kilo almayın! Yoksa...
Gönderen: Tuğra - 02 Mart 2009, 09:17:15

Sağlıklı Beslenme ve Yaşam Uzmanı Dr. Ender Saraç, ''Bel ölçüsünün Kadınlarda 95, erkeklerde 100 santimetrenin üstü risk demektir'' dedi.

Gıda takviyeleri alanında Douglas Laboratories Türkiye'nin düzenlediği ''Kendine iyi bak genç kal'' başlıklı seminerin üçüncüsü Ankamall'de yapıldı. Halka açık seminerde, Dr. Ender Saraç, sağlıklı kilo kontrolü, Estetik Uzmanı Dr. Seran Göçer estetik operasyonlar hakkında bilgi verdi.

Saraç, ortalama yaşam süresinin kısalmasında obezitenin çok etkili bir faktör olduğunu belirterek, kendini seven her insanın kilosunu kontrol altında tutması gerektiğini söyledi.

Vücuttaki toksinlerden detoks yöntemiyle belli aralıklarla uzaklaşılması gerektiğini ifade eden Saraç, uyku düzenine de dikkat edilmesi gerektiğini bildirdi. Halk arasında ''gençlik hormonu'' olarak bilinen büyüme hormonunun gece derin uykudayken etkili olduğunu vurgulayan Saraç, bu hormonun etkisini artırmak için arı poleni ve soya filizinin tüketilebileceğini, bacak kaslarını çalıştıran ağırlık çalışmaları yapılmasının uygun olacağını kaydetti.

Saraç, erkeklerde 94, kadınlarda 88 santimetre üstündeki bel çevresinin tehlikeli olduğunu vurgulayarak, ''Kadınlarda 95, erkeklerde 100 santimetrenin üstü risk demektir'' dedi.

Düzenli kilo kontrolü için sağlıklı beslenme alışkanlığının kazanılması gerektiğini dile getiren Saraç, sabah kahvaltılarında mayalı ürünlerin ve yağlı peynirlerin tüketilmemesi gerektiğini, haftada üç-dört gün yulaf ezmesiyle birlikte bir bardak yağsız süt yanında kuru meyve ve ceviz yenilebileceğini, hafta sonlarında ise daha rahat bir kahvaltı yapılabileceğini söyledi.

Saraç, fazla kilosu olmayan kişilerin kahvaltı yanında özellikle mor renkli meyve sularını tüketebileceklerini belirterek, öğlenleri salatayla birlikte hayvansal gıdaların yenilebileceğini, iki ara öğünde de az şekerli ayva, yeşil elma, kivi gibi meyveler, bir-iki tane ceviz ya da bir bardak sütün alınabileceğini bildirdi.

Akşam öğünlerinde de özellikle bakliyat ürünlerine ağırlık verilmesi ve salata yenilmesini öneren Saraç, yemeklerde sızma yağ kullanılmasını tavsiye etti.

''ZAYIFLAMA HAPLARI TEK BAŞINA YARARLI DEĞİL''

Saraç, zayıflama haplarının kilo vermede tek başına hiçbir fayda sağlamadığını ifade ederek, bu tür ürünlerin mutlaka diyet ve egzersizle birlikte kullanılması gerektiğini söyledi. Saraç, formülü tamamen kendisine ait olan ''Fomula 7''nin ABD'den onay aldığını, bu ülkede ve Türkiye'de piyasaya girdiğini söyledi. Ürünlerinin tamamen doğal olduğunu, bugüne kadar 12 bin 500 kişinin kullandığını anlatan Saraç, ürünün şu ana kadar yan etkisini görülmediğini kaydetti.

Estetik Uzmanı Dr. Seran Göçer de uygun kiloda, doğru kan değerinde sağlıklı kemik, cilt, saç ve kas kütlesine sahip kişilerin sağlıklı birey olarak tanımlandığını belirterek, herkesin bunlara dikkat etmesi gerektiğini ifade etti.

Haber Aktüel
Başlık: Köpük tedavisiyle 'varis'e son!
Gönderen: Tuğra - 05 Mart 2009, 09:45:51

Cerrahi müdaheleye gerek kalmadan bu sorundan kurtulmak mümkün.

Varislerin, ''alerjik reaksiyonun daha nadir görüldüğü, maliyeti daha düşük ve yeniden varis oluşumunu engelleyen köpük yöntemi ile cerrahi müdahaleye gerek olmadan tedavi edilebildiği'' bildirildi.

Köpük tedavisini Türkiye'de ilk uygulayan ve ters yönden köpük uygulaması anlamına gelen ''RFS'' yöntemini geliştiren Operatör Dr. Halit Işıklar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, toplardamarın uzayıp kıvrılması, genişlemesi ve deri altında mavi-yeşil kesecikler halinde belirginleşmesi şeklinde ortaya çıkan varislerin en yaygın damar hastalıklarından biri olduğunu söyledi.

Türkiye'de görülme sıklığı yüzde 70 olan varisin, yaşla birlikte artış gösterdiğini belirten Işıklar, ''Kasık bölgesinde kapakçık bozukluğu ile başlayan hastalık oranı da tüm varis hastalıklarının yüzde 60'ını oluşturmaktadır'' dedi.

Işıklar, varisin başka faktörlerle birleştiğinde ciddi rahatsızlıklara yol açabildiğine dikkati çekerek, ''Varislerin erken safhada tedavi edilmesi önemlidir. Başlangıçta küçük kılcal damarlardaki mavi-yeşil renkteki damar genişlemeleri, ileri safhalarda kahverengi renge dönüşerek varis ülserlerine dönüşebilir'' uyarısında bulundu.

Gece oluşan kramplar, kaşıntı, şişkinlik ve ağrının varisin en önemli belirtileri olduğunu, hastaların genellikle hekime geç müracaat ettiğini ifade eden Işıklar, ''Varis, hareket kısıtlılığına yol açabilir. Dizler bükülü haldeyken uzun süre oturulduğunda, bacaktaki derin toplardamarda pıhtı oluşabilir. Bu pıhtıdan kopan parçanın akciğere ulaşarak ani solunum yetmezliği ortaya çıkarmasıyla kişi hayatını kaybedebilir'' diye konuştu.

-''RENKLİ DOPPLER İLE TAM KONTROL SAĞLANIYOR''-

Işıklar, cerrahi yöntemde, hastalığın bir daha oluşmayacağı yönündeki inancın doğru olmadığını belirten Işıklar, ''Oysa çalışmalar, ilk yılda yüzde 20, 3 yıllık takiplerde ise yüzde 60'a yakın tekrarın olduğu yönündedir'' dedi.

Işıklar, köpük yönteminde varis tedavisinde hastalıklı damarı yok etmek için kullanılan 'sclerozan' isimli ilacın özel aletinde karıştırılarak köpük haline getirildiğini ve elde edilen köpüğün çok ince iğne yardımıyla damarın içine verildiğini ifade ederek, yöntemi şöyle anlattı:

''Modern damar içi uygulaması olan köpük tedavisinde, lazer veya radyofrekans yöntemiyle diz hizasından damar içine giriliyor ve kasığa doğru damar içinden yukarıya katater denilen boru çıkartılıyor. Daha sonra estetik prensiplere uygun olarak açılan 2-3cm'lik kesiden damara ulaşılıyor ve katater yerleştiriliyor. Köpük, damar duvarıyla dengeli bir etkileşime geçiyor ve verildiği bölgede kalarak etkinliğini sürdürüyor. En önemlisi, köpüğün oluşturduğu kontrast sayesinde renkli doppler eşliğinde tedavi edilen damardaki etkinin izlenmesiyle işlemin tam kontrol altında yapılmasını sağlıyor ve doğabilecek yan etkiler en aza indiriliyor.''

-''AYNI DAMARDA TEKRAR VARİS OLUŞMUYOR''-

Işıklar, uygulama sırasında derin toplar damarla varislerin geliştiği toplar damar birleşme noktasının diğer yöntemlerde kontrol altına alınamadığında oluşan pıhtının akciğerlere gitme riski taşıdığını belirterek, ''Ancak bu uygulamada, risk kasık seviyesinden yapılan girişimle sıfıra indirilmiş oluyor'' dedi.

Köpük tedavisinin lokal anestezi altında yapıldığını dile getiren Işıklar, tedavi sürecinde farklı müdahalelere ihtiyaç duyulmadığını, sonucunda da estetik bakımdan rahatsız edici yara izlerinin oluşmadığını söyledi.

''Köpürtülerek verilen ilaç, varisli damarın büzülerek yok olmasını sağlar. Varis şeklini almış damar sonsuza kadar yok edildiğinden aynı damarda tekrar varis oluşmaz. Sıvı sclerozan maddelerin, damar içinde kan ile karıştığında etkinliği azalırken, köpük yönteminde damar duvarıyla dengeli bir etkileşime geçer ve verildiği bölgede kalarak etkinliğini sürdürür.

Ayrıca, sıvı sclerozan maddelerle yapılan tedavinin, renkli doppler ile kontrolü mümkün olmazken köpüğün oluşturduğu kontrast sayesinde renkli doppler eşliğinde tedavi edilen damardaki etkisinin izlenebilmektedir. Bu da işlemin tam kontrol altında yapılmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla doğabilecek yan etkiler de en aza indirilir.''

-OPERASYON SONRASINDA 1 SAAT YÜRÜMEK GEREKİYOR-

Köpük yönteminin, son yıllarda tüm dünyada çok tercih edildiğini dile getiren Işıklar, uygulamanın muayenehane veya poliklinik koşullarında, lokal anestezi altında ve her seansta belli bir bölgeye uygulandığını anlatarak, şunları kaydetti:

''Alerjik reaksiyon son derece nadirdir. Verilen ilacın damar dışına sızması renk değişikliğine yol açabilir. Tedavi sonrası bu bölgede oluşan morluklar ve şişlikler geçicidir. Kullanılan ilaç miktarı azaldığı için daha ekonomiktir. Vücuda verilen ilaç azaltılmış olduğu için toksik doza yaklaşılmamış olunur. Köpürtüldüğü için 4-5 katına çıkan ilaç sayesinde aynı seansta daha fazla damar tedavi edilebilir. İlaç miktarı azaldığı için damarın vereceği reaksiyon azaltılmış olur. Daha az pıhtı oluşur ki bu tedavi sonrası şişlik ve ağrının daha az olmasını sağlar. Çok kalın (2 parmak genişliğinde) varislere uygulanabildiği gibi iğne girebilecek kadar ince kılcal varislerde de rahatlıkla uygulanabilir. Verilen ilaç miktarı az olduğundan damar dışına kaçması ciddi sorun yaratmaz.''

Işıklar, hastaların uygulama sonrasında bir saat yürümesi ve tüm varis tedavilerinde olduğu gibi varis çorabının en az 3 hafta giyilmesi gerektiğini belirtti.

Varis hastalarının gün içerisinde çalışırken ya da yolculuk yaparken uzun süre hareketsiz kalmamaları ve ara ara bacak hareketleri yapmaları gerektiğini ifade eden Işıklar, kilo fazlası olanların zayıflaması, ağrı olduğu zamanlarda soğuk suyla duş alınması, aşırı sıcak ortamlardan kaçınılması, fizik tedavi desteği alınması ve uzun süre topuklu ayakkabı giyilmemesi tavsiyelerinde bulundu.

-KÖPÜK TEDAVİSİNDE RFS UYGULAMASI-

Köpük tedavisinde ters yönden köpük uygulaması anlamına gelen ''RFS'' yöntemini de kendisinin geliştirdiğini anlatan Işıklar, bu yöntemin de şu anda yurt dışında uygulandığını söyledi. Işıklar, şunları kaydetti:

''Ama ilk başlayan kişi olarak 300 üzerinde hasta sayısı ve en uzun hasta takibi bana ait. RFS lazer, klasik köpük tedavisi, radyofrekans gibi yöntemlerden lokal anestezi altında uygulanması, kasıktan yapılan müdahale sonucunda komplikasyonları ortadan kaldıran, hem ekonomik hem de 5 yıllık takiplerde yüzde 98 başarı sağlıyor. Bu tedavi cerrahinin yerine geçiyor ve büyük damarlarda uygulanıyor.

Micro sclerotherapy yöntemiyle de patenti bana ait olan T-fly mikroscleritherapy setini kullanarak en ince damarların içine girerek uygulama yapılabiliyor.

Haber Aktüel
Başlık: Türk bilimadamları dunyada bir ilkin peşinde
Gönderen: Tuğra - 06 Mart 2009, 09:49:12

Uludağ Üniversitesi (UÜ) ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nde (İTÜ) görev yapan bilim adamları, nanolif kullanarak, dünyada ilk kez 3 milimetre çapında suni kalp damarı üretmek için çalışma başlattı.

Proje sorumlusu UÜ Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Tekstil Bilimleri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ulcay, tıbbi nedenlerden dolayı bugün sadece 6 milimetrenin üzerindeki suni damarların cerrahi müdahalelerde kullanılabildiğine işaret ederek, ''Suni damar üretiminin ilerisine de geçerek, bugüne kadar dünyada yapılamayanı gerçekleştirmek istiyoruz. By-pass ameliyatlarında kalbi besleyen damarların yerine geçebilecek 3 milimetre çapında suni damar üretmek amacıyla 'Nanoliflerden Suni Damar Geliştirilmesi Projesi'ni başlattık'' dedi.

Projenin 3'te 2'lik kısmında başarıya ulaştıklarını dile getiren Prof. Ulcay, tam olarak başarıya ulaşmaları durumunda, dünyada bir ilkin gerçekleşeceğini, by-pass ameliyatlarında kol ve bacaklardan damar nakli devrinin sona ereceğini, kalp dışında kullanılan suni damarlardan yararlanma süresinin artacağını bildirdi.

Haber53
Başlık: Kalbin en büyük düşmanı stres
Gönderen: Tuğra - 07 Mart 2009, 10:56:35

''Artık kalp ve damar hastalıkları kadınlarımız ve çocuklarımızın da hastalığı oldu''

Türk Kalp Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Çetin Yıldırımakın, ''Artık kalp ve damar hastalıkları sadece erkek hastalığı değil, kadınlarımız ve çocuklarımızın da hastalığı oldu'' dedi.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/23373.jpg)

Yıldırımakın, Sakarya Üniversitesinde (SAÜ) düzenlenen ''Uluslararası-Disiplinlerarası Kadın Çalışmaları Kongresi''nde yaptığı konuşmada, bilimsel çalışmalar ve ekonomik yatırımlara rağmen kalp ve damar hastalıklarında artış yaşanmasının sebeplerinin başında stresin geldiğini söyledi.

Günümüz insanının, düne göre daha zor şartlarda yaşadığını belirten Yıldırımakın, şöyle konuştu:

''İnsanlar artık daha stresli bir yaşam sürüyor. Biz Kalp Vakfı olarak 'İyi Kalpli Ol' logosunu Türk Patent Enstitüsüne tescil ettirdik. İyimser olanlar, iyi kalpli olanlar kalp ve damar hastalıklarına daha az yakalanıyor. Biz insanların birbirlerini sevmelerini, hoşgörülü olmalarını, öfkelerini bırakmalarını, daha toleranslı olmalarını tavsiye ediyoruz. Stresin azaltıldığı, iyimser olunduğu zamanlarda hastalıklara daha uzak oluruz. İyimser ol kalp ve damar hastalıklarına yakalanma.''

-KALP DAMAR HASTALIKLARI 2008 YILINDA 17 MİLYON CAN ALDI-

Yıldırımakın, kalp ve damar hastalığının erişkin erkek hastalığı olarak bilindiğini, ancak son yapılan araştırmaların, kalp ve damar hastalıkları sebebiyle hayatını kaybeden kadınların erkeklerden daha fazla olduğunu ortaya koyduğunu dile getirdi.

Yıldırım, ''BM dünya Sağlık Örgütü, AB Kalp Birliği ve Dünya Kalp Federasyonu'nun yaptığı araştırmaya göre 2008 yılında kalp ve damar hastalıkları sebebiyle dünyada 17 milyon kişi hayatını kaybetti. Bunun 8.6 milyonunu kadınlar oluşturuyor'' dedi.

Türk Kalp Vakfı bünyesinde, kadın ölümlerinin sebeplerinin araştırılması için, Kadın Kalp Sağlığı Koruyucu Kalp Merkezi kurduklarını bildiren Yıldırımakın, eskiden kadınların kalp ve damar hastalığı konusunda pek korku yaşamadığını ifade ederek, şöyle konuştu:

''Son yıllarda kalp ve damar hastalıklarından ölen kadınların oranları erkeklerden daha fazla. Yapılan araştırmalara göre kadınlar kalp ve hastalıkları açısından daha fazla tehdit altındalar. Hatta bazı operasyonlarda, müdahalelerde, belirtilerin ortaya çıkması konusunda kadınlar daha çok tehlikedeler. Artık kalp ve damar hastalıkları sadece erkek hastalığı değil, kadınlarımızı ve çocuklarımızın da hastalığı oldu.''

Haber Aktüel
Başlık: Gözdeki Sinsi Hastalığa Dikkat!
Gönderen: Tuğra - 08 Mart 2009, 10:43:39
''Glokom'' geriye dönüşümü olmayan körlük nedenleri arasında 2. sırada yer alıyor. Uzmanlar uyarıyor.

Göz hastalıkları uzmanı Doç. Dr. Özlem Evren, glokom hastalığında erken tanının önemine işaret ederek, ''Hastalar başlarda görme duyularında bir kayıp hissetmedikleri için hastalığı fark etmez. Çünkü önce çevredeki görme alanı daralır, görme keskinliği zamanla azalır. Hastalık ilerlediği zaman da çok geç kalınmış olur'' dedi.

Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi göz hastalıkları uzmanı Evren, Dünya Glokom Günü nedeniyle yaptığı açıklamada, glokomun, göz içi basınca bağlı olarak gelişen, görme sinirinin hasarı ve görme hücrelerinin kaybıyla sonuçlanan bir hastalık olduğunu bildirdi.

Halk arasında ''göz tansiyonu'' olarak bilinen glokomun geriye dönüşümü olmayan körlük nedenleri arasında 2. sırada yer aldığını belirten Evren, hiçbir belirti vermeden ilerlediği için ''sinsi'' bir hastalık olduğuna dikkati çekti.

Evren, hastaların başlarda görme duyularında bir kayıp hissetmedikleri için hastalığı fark etmediklerini, önce çevredeki görme alanının daraldığını ve görme keskinliğinin zamanla azaldığını anlatarak, hastalık ilerlediği zaman da geç kalındığını söyledi.

Glokomlu hastalarda görme kaybı meydana geldikten sonra bunun telafi edilemediğini, ancak tanı konulduktan sonra ilerleyişin durdurulabildiğini belirten Evren, hastalığın yeni doğan bebeklerden ileri yaşlardaki kişilere kadar herkeste görülebildiğini kaydetti.

Evren, risk altındaki kişilerle ilgili şu bilgileri verdi:

''Yaş, glokoma yakalanma açısından önemli bir risk faktörüdür. 40 yaşından sonra göz içi basıncı normal seviyenin üzerine çıkmaya başlar. Göz içi basıncı yüksek olanlarda 5-10 yıl içinde glokom gelişme riski artar. Bu risk 60-65 yaş arasındakilerde 6 kat fazladır. 70-75 yaş arasındakilerde ise her 6 kişiden birinde görülür. Ailede glokom öyküsü varsa, glokoma yakalanma riski büyüktür. Ailesinde glokom hastası olanlarda risk 4-9 kat yüksektir. Şeker, yüksek tansiyon, kalp, migren, guatr hastaları, astım, alerjik rinit, romatizmal hastalıklar nedeniyle kortizon kullananlarla organ nakli, yüksek miyop ve hipermetrobu olanlar ve göz travması geçirenler de risk altındadır. Bu tür hastalığı bulunanlar göz hekimine gittiklerinde bu durumlarını anlatmalıdırlar.''

-TEDAVİ-

Risk grubundakilerin belirli aralıklarla kontrolden geçmelerinin hastalığın erken evrede yakalanmasını sağlayacağını anlatan Evren, ''40 yaş üzerindekilerde yakın gözlük ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu kişiler bir göz doktoruna başvurduklarında göz içi tansiyonuna bakılırsa, hastalığın erken teşhisi mümkün olabilir'' dedi.

Hastalarda ilaç ve damla tedavisi uygulandığını, bunların yaşam boyu kullanılmasının büyük önem taşıdığını bildiren Evren, ''Hastalar bir süre sonra faydası olmadığı kanısına kapılıp ilaçlarını bırakıyor. Oysa bu ilaçlar hastalığın geriye dönüşümünü sağlamıyor, ilerlemesini durduruyor. Bu nedenle mutlaka doktor gerekli gördüğü sürece ilaçlarını kullanmaları gerekir'' uyarısını dile getirdi.

Evren, yan etkisinden kurtulmak için hastaların damla uygulamasından sonra göz pınarlarını 1-2 dakika bastırmalarının faydası olacağını söyledi.

Erken teşhis ve ilaçların düzenli kullanılması halinde glokomdan korkmak için hiç bir neden bulanmadığını vurgulayan Evren, ilaç tedavisinden yanıt alınmadığında cerrahi müdahaleye başvurulduğunu söyledi.

Evren, cerrahi müdahaleden sonra 5-10 yıl süreyle göz içi basıncının normal seviyede tutulabildiğini anlattı.

Görme kusurlarının giderilmesine yönelik lazer tedavisi görenlerin kornealarının incelmesinden dolayı göz tansiyonlarının düşük çıkabildiğini belirten Evren, bu kişilerin ileri yaşlardaki göz muayenelerinde bu durumu hekimlerine bildirmelerinin faydalı olacağını söyledi.

-ÇOCUKLARDA GÖZ TANSİYONU-

Göz tansiyonunun bebeklerde de görülebildiğini ifade eden Evren, normalden büyük göze sahip, sulanma ve ışığa bakamama sorunları olan bebeklerde göz tansiyonundan şüphelenilmesi gerektiğini bildirdi.

Evren, bu gibi rahatsızlıkların cerrahi müdahale gerektirdiğini kaydederek, göz tansiyonu olan ileri yaşlardaki çocuklarda ise teşhisin daha zor olduğunu söyledi. Evren, ''Ailede herhangi bir çocukta göz tansiyonu varsa, diğer çocuklar için de aynı risk söz konusu olabilir. Bu nedenle böyle aileler çocuklarını kontrol ettirmelidir'' dedi.

Haber Aktüel
Başlık: 'Cep telefonları beynimizi pişiriyor'
Gönderen: Tuğra - 09 Mart 2009, 18:42:04
Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. İbrahim Peker, ''Cep telefonlarından yayılan mikrodalga ışınlar, tıpkı fırınlarda olduğu gibi beynimizi pişirmektedir'' dedi.

Peker, AA muhabirine yaptığı açıklamada, insanlığın yararına olabilecek birçok buluşun yan etkileri de olabileceğini belirterek, Türkiye'de yaklaşık 35-40 milyon aktif kullanıcısı bulunan iletişim çağının değişmez araçlarından biri olan cep telefonlarının, buna en iyi örnek olduğunu kaydetti.

Peker, cep telefonlarından yayılan elektromanyetik ışınımın tüm canlılar tarafından soğurulduğunu ve soğurulan bu enerjinin, hücre proteinlerinde bozulmalara, hücrelerde ısınmalara, ısınmalardan kaynaklı hücre değişikliklerine ve DNA tahribatına kadar birçok olumsuz etkiye yol açtığını belirterek, şöyle devam etti:

''Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı'nın cep telefonlarından ve baz istasyonlarından yayılan radyo dalgalarını içine alan elektromanyetik alanları, muhtemel kanserojen içeren 2-B grubuna alması ve İngiltere Radyolojik Koruma Kurulu'nun cep telefonlarının küçük çocuklarda tümör riski yarattığını açıklaması, bunların zararlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Ayrıca, cep telefonlarının uzun vadede kalp rahatsızlıklarına, hafıza zayıflaması ve beyin tümörü riskine, kalıcı işitme bozukluklarına, embriyo gelişiminin zarar görmesine, kadınlarda düşük riskinin artmasına, bağışıklık sisteminin bozulmasına, yüksek tansiyona ve cilt kanseri gibi olumsuz sonuçlara sebep olabileceği düşünülmektedir.''

Cep telefonlarının konuşma sırasında karşıdan gelen sinyalleri alıp aynı zamanda karşı tarafa sinyal ilettiği için hem alıcı hem de verici olarak görev yaptığını vurgulayan Peker, konuşma olmasa bile cihaz sürekli sinyal alışverişi yapacağı için kullanıcıların sürekli elektromanyetik dalgaya maruz kaldıklarını anlattı.

Prof. Dr. Peker, özellikle elektromanyetik spektrumun mikrodalga bölgesinde ışın yayan cep telefonlarının, bu bağlamda da oldukça tehlikeli olduklarına dikkati çekerek, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bilindiği gibi mikrodalgalar aynı zamanda fırınlarımızda ısıtma amaçlı da kullanılmaktadır. Cep telefonlarından yayılan mikrodalga ışınlar tıpkı fırınlarda olduğu gibi beynimizi pişirmektedir. Tüm bu olumsuz etkilerinden dolayı cep telefonlarını mümkün olabildiğince az ve kısa sürelerde kullanmak gereklidir. Ayrıca çocuklar ve hamile kadınlar cep telefonu kullanmamalı, kullanmaları gerektiğinde ise mutlaka kulaklık takmalılar. Uyunulan odada, özellikle de yatağın başucunda cep telefonu bulundurulmaması gereklidir.''

Prof. Dr. Peker, özellikle elektromanyetik spektrumun mikrodalga bölgesinde ışın yayan cep telefonlarının, bu bağlamda da oldukça tehlikeli olduklarına dikkati çekerek, sözlerini şöyle tamamladı:

''Bilindiği gibi mikrodalgalar aynı zamanda fırınlarımızda ısıtma amaçlı da kullanılmaktadır. Cep telefonlarından yayılan mikrodalga ışınlar tıpkı fırınlarda olduğu gibi beynimizi pişirmektedir. Tüm bu olumsuz etkilerinden dolayı cep telefonlarını mümkün olabildiğince az ve kısa sürelerde kullanmak gereklidir. Ayrıca çocuklar ve hamile kadınlar cep telefonu kullanmaları gerektiğinde mutlaka kulaklık takmalılar. Çünkü, telefon açılır açılmaz kulağa götürüldüğünde beyin yüzde 50 daha fazla enerji ile karşılaşır. Bu etkiyi azaltmak için kulaklık kullanılmasını öneriyoruz. Kulaklık yoksa da telefona açma düğmesine bastıktan birkaç saniye sonra cevap verilmelidir.''

AA
Başlık: Ağrılarınız ilaçla geçmiyor mu?
Gönderen: Tuğra - 10 Mart 2009, 09:16:56

Ağrılarınızın nedeni çocukluğunuzda gizli olabilir. Bu ağrıları ilaç etkilemiyor.

Psikolojik kökenli ağrı ve sancıları hiçbir ilaç geçirmiyor. Nedeni kolay kolay bulunamayan bu ağrılar için Prof. Dr. Sedat Özkan, "Çocukluğa kadar bakılmalı. Öfke çok ağrıtır" diyor..

Son dönemde herkesin ortak derdi haline gelen psikolojik kökenli ağrılarla ilgili sorularımızı Tıp Fakültesi Liyazon Psikiyatri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan yanıtladı.

* Psikolojik kökenli ağrılar diğerlerinden nasıl ayırt edilir?

Ağrı kelimesi; Latince ceza, intikam, işkence sözcüğünden türemedir. Psikolojik olarak ağrı çeken insanlar aslında psikolojik olarak haykırış içindedir. Bu ağrıyı çeken insanlar, 'Sıkıntılıyım, mutsuzum' demektedir. Çoğu zaman kendileri bile bunun farkında değildirler.

Kişi; duygusunu, öfkesini, ızdırabını, tepkisini ya da beklentisini beden dili ile ifade etmektedir. Sıkıntılarını dışa vuramayan kişiler bu ağrıları çeker. Kişi duygularını, iç çatışmasını, öfke ve beklentisini dile getiremez, bedenselleştirir. Söyleyemediklerinin acısını, ağrı olarak çeker. Bu ağrılar en fazla kırsal kesim kadınlarında görülür.

* Bir ağrının psikolojik olup olmadığını nasıl anlıyorsunuz?

Sinir sistemi içinde öyle bir ağrı mekanizması yoktur. Örneğin hasta, kolunun bir bölgesi yerine 'Kolum ağrıyor' der. Bunu bir doktor kolaylıkla anlayabilir. Ağrı yakınmasının çoğul olması, ağrıyı çeken kişinin durumunu anlatır. Her türlü ilacı kullandığı halde bir türlü ağrıdan kurtulamayan hastalar oluyor. Altı aydan fazla süren dirençli ağrıda fiziksel bulgular olmayabiliyor. Bu tip ağrının nedeni geleceğe dönük plan eksikliği, iletişimde beden dilini kullanamamaktan kaynaklanıyor.

BÜYÜK AİLELER DİKKAT!

* Kimler psikolojik olarak ağrı çeker?

Psikolojik ağrılar büyük ölçüde ailede öğrenilmiştir. Kişilik yapılarında, sadomazoistik örtülü özellikler vardır. Yaşam öyküsünde; 15 yaşından önce annebaba kaybı, geniş aileden gelme, ailede beden dilinin yaygın kullanılması gibi durumlar sıklıkla görülür. Bu insanlar yakınmalarını dramatize ederler. Ağrının ortaya çıkışı ile yaşamlarındaki olaylar ilintilidir. Bu tip kişilerin ailelerinde şiddet öyküsü daha yaygındır. Aile geleneği içinde, 'Sıkılıyorum, bunalıyorum, öfkeliyim' denmesi ayıp kabul edilmiştir.

SIKINTI VE STRES YAPAR

* Yaşadığımız kaygılar, korkular psikolojik ağrılara mı sebep oluyor?

Bedenimiz, on binlerce yıl öncesine göre pek değişmedi. Ancak beynimize gelen uyaranlar ve yeni psikolojik uyum zorlukları arttı.

Hastalar zorlayıcı yaşam olaylarının pek farkında değil ya da bu değişime karşı kendilerini ifade edemeyip, ağrı çekiyor. Sıkıntı, stres onlarda ağrı olarak baş gösterebiliyor. Gerginlik baş ağrısı, migren, peptik ülser ağrısı, eklem ağrısı, barsak ağrıları gibi sendromlarda bu tür psikofizyolojik süreçler görülüyor. Ağrılar aslında sözsüz bir anlam taşıyor. Aynı zamanda gücü temsil ediyor. Ağrı ve cinsellik arasında da bir ilişki bulunuyor.

Ağrıyı en çok onlar çekiyor!

* Ailesinde depresyon ve alkolizmle savaşanlar
* Eşinden kötü muamele görenler
* Yakın çevresinde özürlü kişiler olanlar
* Yakın çevresinde kronik ağrıları olanlar

Haber Aktüel
Başlık: Yeşil çayın bir faydasını biliyor musunuz?
Gönderen: Tuğra - 12 Mart 2009, 09:09:04
Yeşil çay, diş ve dişetlerinin sağlıklı olmasını sağlıyor.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/16235.jpg)

Uzmanlar, düzenli yeşil çay tüketiminin diş ve dişetlerinin sağlıklı olmasını sağladıklarını söylüyor.

Newkarela isimli web sitesinde yer alan habere göre, çalışmada 940 erkeğin dişeti sağlığı analiz edildi ve düzenli olarak yeşil çay içen erkeklerin dişetleri daha az içenlere oranla daha sağlıklı olduğu tespit edildi.

Amerikan Periodontoloji Akademisi'nin resmi yayını olan Periodontoloji dergisinde yayınlanan çalışmanın yazarlarından biri olan ve Japonya'daki Kyushu Üniversitesi'nde görevli Dr. Yoshihiro Shimazaki, "Yeşil çayın sağlığa yararı uzun süre zihinlerde tartıldı. Meslektaşlarımla beraber yeşil çay tüketiminin dişeti sağlığı üzerindeki etkisini araştırdık. Özellikle dişeti sağlığı ile genel sağlık arasındaki bağlantı üzerinde etkisini dikkate aldık" dedi.

Yeşil çayın içerisindeki katesin maddesi ağızdaki bakterilerin yok olmasına yardımcı oluyor.

Dişeti hastalığı, dişetlerini ve dişlerin kemik desteğini etkileyen kronik inflamatuvar hastalıktır ve diyabet, kalp ve damar hastalıkları gibi diğer hastalıkların ilerlemesiyle bağlantılıdır.

Texas Üniversitesi Sağlık Bilimi Merkezi'nden Dr. David Cochran, "Peridondistler sağlıklı dişetlerinin sağlıklı bir vücuda sahip olmada çok önemli olduğuna inanıyorlar. Dişeti sağlığını desteklemek için düzenli yeşil çay içilmesi gibi basit yollar bulmak çok önemli. Dişeti sağlığının genel sağlığa yararları da zaten biliniyordu" diye konuştu.

ZAMAN
Başlık: Az kalori alan daha zeki oluyor
Gönderen: İsra - 13 Mart 2009, 02:16:18
Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar kalori miktarının azaltılmasının hayvanlardaki bilişsel işlevleri artırdığını gösteriyor. Peki daha düşük kalorili beslenmenin hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da aynı sonucu vermesi olası mı?

Bilim Teknik dergisindeki habere göre The Proceedings of the National Academy ofSc/ences'ta yeni yayımlanan bir çalışmada kalori kısıtlamasının insanlardaki yaşa bağlı zihin geriliğini önlediği ileri sürülüyor.

Küçük çaptaki bu çalışma yaş ortalaması 60 olan, normal kiloludan aşırı kiloluya 50 kadın ve erkekten oluşan bir grup üçe bölünerek gerçekleştirildi. Almanya'daki Münster Üniversitesi'nde nörolog olarak görev yapan ve aynı zamanda çalışmadaki araştırmacılardan biri olan Agnes Flöel, gruplardan birinin normal olarak beslenmesine devam ettiğini, yalnızca aldığı kalori miktarını yüzde 30 azalttığını belirtti, ikinci grup tükettiği kalori miktarını aynı tuttu ancak tükettiği doymamış yağ (sağlıklı yağ) oranını yüzde 20 oranında artırdı. Üçüncü grupsa diyetinde herhangi bir değişiklik yapmadı.

Flöel, üç ay boyunca süren çalışmaya katılanların diyet programlarının diyetisyenler tarafından hazırlandığını ancak deneklerin beslenmelerini kendilerinin takip ettiğini belirti.

Çalışmanın başında ve sonunda kelime ezberleme de dahil olmak üzere çeşitli testlere tabi tutulan katılımcılardan kalori kısıtlaması yapan grubun hafıza performansı yüzde 20 artış gösterdi. Diğer gruplarda ise belirgin bir değişiklik görülmedi.

The National Institutes of Aging'de (Ulusal Yaşlanma Enstitüsü) sinir sistemi uzmanı olan ve çalışmaya katılmayan Mark Mattson, kalori kısıtlamasının hafızayı güçlendirdiğini göstermesinin yanı sıra çalışmanın, hayvanlarda açığa çıkarılan aynı temel mekanizmaların insanlarda da iş başında olduğunu ortaya koyduğunu belirtiyor. Araştırmacılar kalori alımını azaltan bireylerin kanlarındaki insülin seviyelerinde ve olası bir iltihaba işaret eden C-reaktif protein gibi çeşitli metabolik sağlık göstergelerinde de iyileşme olduğunu belirlediler. Asında bilişsel test puanlarındaki artış, düşük insülin seviyeleri ile korelasyon göstermekteydi. Hayvan çalışmalarında, yüksek insülin seviyeleri ve düşük dereceli iltihabın -ki bunlar fazla kilonun ve yüksek kalori tüketiminin sonuçlarıdır- bilişsel işleve engel olduğu gösterildi. Mattson, farelerde kalori sınırlamasının, beyinde, BDNF olarak adlandırılan ve hafızada anahtar rol oynayan bir molekülü artırdığını belirtti. Farelerde kalori kısıtlamasıyla birlikte yapılacak düzenli egzersiz de farelerdeki yeni beyin hücrelerinin gelişimini destekliyor. Flöel, bu gibi bulguların insanlarda da gözlenebileceğini öne sürüyor.

Bununla birlikte Mattson, ileri yaştaki yetişkinlerin besin eksiklikleri bakımından yüksek risk altında olduğu ve aldıkları kalori miktarını çok şiddetli bir biçimde azaltmaları durumunda potansiyel yarardan daha baskın olan sağlık problemleri ile karşı karşıya kalabilecekleri konusunda bizi uyarıyor. Mattson "Kalori kısıtlamasından herkes yarar görmeyebilir. Fakat zaten ihtiyacından daha fazla tüketenlerin ve az da olsa fazla kilosu olanların aldıkları kalorileri azaltmaları için artık bir nedenleri daha var" diyor.


Başlık: Deli bal hem ilaç hem zehir
Gönderen: Tuğra - 13 Mart 2009, 08:40:07
Fazlası ölüme götürüyor. Dağ gülü"nden elde edilen bal, halk arasında ''deli bal'' olarak adlandırılıyor.

(http://www.haber53.com/resimler/haberler/30053.jpg)

Özellikle Karadeniz Bölgesi'nde doğal olarak yetişen 'dağ gülü'nden elde edilen ve tarihte kimyasal silah olarak da kullanıldığı bilinen 'deli bal'ın 1 çay kaşığından fazla yenilmesi zehirlenmeye neden olabilir.

Şifa kaynağı olarak kullanılan balın özellikleri yapıldığı bitkiye göre değişiyor. Türkiye'de Karadeniz bölgesinde bin 800 metre yükseklikteki ormanlık alanlarda yetişen, literatürdeki adı 'rhododendron pontica'' olan ve halk arasında ''dağ gülü'' olarak bilinen bitkinin pembe renkli çiçekleri arılar bal yapmak için kullanıyor. "Dağ gülü"nden elde edilen bal, halk arasında ''deli bal'' olarak adlandırılıyor.

Uludağ Üniversitesi Zehir Danışma Merkezi Sorumlusu Prof. Dr. Gürayten Özyurt, ''deli bal''ın alternatif tıpta mide ağrılarında, bağırsak hastalıklarında, şeker hastalığında ve hipertansiyon tedavisinde kullanıldığını dile getirerek, ''dağ gülü''nün yapısında bulunan, iskelet ve kalp kası hücrelerinde, merkezi sinir sistemini etkileyen ''grayanotoksin'' adlı maddenin, bu çiçekten yapılan balın içinde de olduğunu vurguladı. Bu çiçekten elde edilen balın zehirli olduğunu anlatan Özyurt, şunları söyledi:

ZEHİR DOĞRUDAN KALBİ ETKİLİYOR

''Grayanotoksinin 'deli bal hastalığı' denilen rahatsızlıklara neden olduğu bilinmektedir. Bu balın 1 çay kaşığından fazla yenilmesinin zehirlenmelere neden olduğu da bir gerçektir. Bu zehirlenme, bal yendikten birkaç dakika veya saat sonra ortaya çıkmaktadır. Tükürük artışı, kan basıncında ve nabızda belirgin düşüşe neden olmaktadır. Grayanotoksin, direkt kalbe etki eden bir zehirdir. Şuur kayıplarına, kaslarda gevşemelere neden olmaktadır. Kişide, çok şiddetli bir tansiyon düşmesi olursa, ölüme kadar varabilen sonuçlar doğurabilir. Yaşlılarda, çocuklarda normal insanlara göre daha tehlikeli olabiliyor. ''

SİLAH OLARAK KULLANILMIŞ

Prof. Dr. Özyurt, ''deli bal''ın tarihte silah olarak kullanıldığına ilişkin veriler bulunduğuna işaret etti. Tarihi belgelerde, Milattan Önce 401 yılında Karadeniz yakınlarında kamp yapan 10 bin Yunan askerin bölge halkı tarafından deli balla zehirlendiklerine ilişkin bilgilerin yer aldığına dikkati çeken Özyurt, MÖ 67 yılında Pontus kralı Mitridat'a karşı gelen Pompey'in ordularının da aynı bölgede kamp kurduklarında, bu bölgedeki petek ballarını yiyerek zehirlendikleri ve kolayca esir düştüklerinin anlatıldığını söyledi. Özyurt, ''Tarihte düşmanları etkisiz hale getirmek için kullanılan ilk biyolojik silah olan bu bal tüketilirken çok dikkatli olunmalı'' dedi.

ZEHİRLENMENİN DERECESİ YENİLEN MİKTARLA İLİŞKİLİ

Deli baldan kaynaklanan zehirlenmenin boyutunun, yenilen miktarla ilgili olduğunu anlatan Özyurt, ''Grayanatoksin''in yoğunluğunun baldan bala değişebileceği gibi, zehirlenme belirtilerinin de kişiden kişiye değişebildiğini bildirdi. Özyurt, Türkiye'nin her yerinde ''deli bal'' zehirlenmelerine rastlanabildiğini belirterek, şöyle devam etti:

''Doğal gıda ve bal tüketiminin her geçen gün daha arttığı, turizm hareketlerinin hız kazandığı günümüzde, deli bal olgularının hem ülkemizde hem de yurt dışında daha sık rastlanacağı düşünülebilir. Açıklanamayan hipertansiyon, nabız düşüklüğü gibi şikayetlerle hastanelere başvuran kişilerde, deli bal zehirlenmesini hatırlamak gerekir.''

İnternet Haber

Başlık: Yaş ilerledikçe neler değişir?
Gönderen: Tuğra - 14 Mart 2009, 08:24:39
Yaşlanmayla birlikte belirgin değişiklikler olur. Yaşlanmanın ilk belirtisi ise...

İnsan vücudunda yaşlanmayla birlikte belirgin değişiklikler olur. Görme ve işitme kayıpları olur, vücuttaki yağ oranı artar, su miktarı azalır.

Her organizma birçok değişikliğe uğrayarak yaşlanır. Bilim adamları insanların neden yaşlandığı konusunda çeşitli teoriler geliştirdi, ancak bunların hiçbiri tam kanıtlanamadı ve herhangi biri yaşlanmanın tek başına sebebi olacak gibi görünmüyor.

Bazı teoriler daha akla yatkın gelmekte. Örneğin programlı yaşlanma teorisinde bir türün yaşlanma hızı o türün genleriyle önceden belirlenir. Genler hücrelerin ne kadar yaşayacaklarını belirler. Serbest radikal teorisinde ise hücrelerin kimyasal reaksiyonların yol açtığı zararın birikmesi nedeniyle yaşamlarını bir zaman sonunda artık sürdüremezler.

Bu kimyasal reaksiyonlar sırasında serbest radikaller adı verilen toksinler üretilir. Yaşla beraber hücreler normal işlevlerini yitirinceye veya ölünceye kadar gittikçe daha fazla hasar oluşur. Sıklıkla bahsettiğimiz antioksidanlar da bu serbest radikallerle savaşıp, onların hücre seviyesindeki zararlı etkilerini ortadan kaldırmaya çalışan maddelerdir.

Vücuttaki değişiklikler

İnsan vücudunda yaşlanmayla beraber belirgin değişiklikler oluşur. Yaşlanmanın ilk belirtisi gözün yakındaki nesnelere kolayca odaklanamamasıdır, yani okuma zorluğu denen durum. 40 yaş civarında gözlük kullanmadan okuma zorlaşır.

İşitme duyusu da yaşla beraber değişikliğe uğrar. Yaşlandıkça en tiz sesleri duyma becerisinde azalma olabilir. Dolayısıyla yaşlılar keman sesinin yaşlılıkta kendilerine gençken olduğundan daha az heyecan verdiğini fark ederler. Ayrıca k, t, p, s ve ç gibi harfler yüksek tonda olduğundan, yaşlı insanlar karşılarında konuşan kişinin lafı ağzında gevelediğini zannedebilirler.

Çoğu insanda vücuttaki yağ oranı yaşlandıkça yüzde 30'dan fazla artar. Yağın dağılımı da değişir: Derinin altındaki yağ miktarı azalır, karındaki artar. Dolayısıyla, deri incelir, buruşur, daha dayanıksız duruma gelir, yüzden başlayarak kırışıklıklar ortaya çıkar ve artar.

Yaş ilerledikçe elin sırt kısmının görüntüsü değişir. “Yaşlılık yavaş yavaş kurumaktır” diyen eski doktorlar da haksız sayılmaz, çünkü yaşlanmayla vücuttaki su miktarı da azalır.

İç organların fonksiyonu genel olarak 30 yaşından önce maksimuma ulaşır ve bundan sonra yavaş yavaş fakat sabit bir hızla gerilemeye başlar. Ancak bu gerilemeyle bile çoğu işlev, yaşamı idame ettirmek için yeterlidir. Çünkü organların çoğu bedenin gereksinim duyduğundan çok daha fazla kapasiteye sahiptir. Örneğin karaciğerin yarısı hasara uğrasa bile geri kalan doku normal işlevleri sürdürmek için yeterlidir.

Damarlardaki kan miktarı azalır

Bedende yaşla beraber görülen değişikliklere bazı örnekler:

- Böbreklere, karaciğere, beyine ve ince damarlara giden kan miktarı azalır.

- Böbreklerin toksin ve ilaçları atma
becerisi azalır.

- Karaciğerin zehirli maddeleri uzaklaştırma ve ilaçları işleme becerisi azalır

- Nabız hızı ayarlama mekanizmalarında değişiklikler olur.

- Kalpten çıkan maksimum kan miktarı azalır.

-Glukoz toleransı azalır.

- Akciğerin hava dolaşım kapasitesi azalır.

- Akciğerlerde dışarı hava verildikten sonra kalan hava miktarı artar.

- Hücrelerin enfeksiyonla ve yangı (inflamasyon) ile
savaşma becerisi azalır.

Sağlıklı bir yaşam yaşlanmayı geciktirir

İleri yaşta işlev kaybı normal yaşlanmadan çok, hastalıktan kaynaklanır. Bu durumda yaşla birlikte insanlar ilaçların, çevresel değişikliklerin, toksinlerin, enfeksiyonların zararlı etkilerine açık olurlar.

Artık modern tıp tarafından kabul edilen son araştırmalara göre sağlıksız bir yaşam sürmek tüm bu olanları elle tutulur şekilde hızlandırmakta, serbest radikal yapımını da artırmakta.

Hareketsiz bir yaşam, kötü ve bilinçsiz beslenme, özellikle bel çevresini genişleten fazla kilolar, sigara ve alkol kullanımı, madde bağımlılığı, stres içinde bir yaşam, olaylara pozitif bakamamak hatta gülmeyi, sevmeyi dahi unutmak zaman içinde birçok organa yalnızca yaşlanmadan daha fazla zarar verir.

Genetik yapımız yeterince iyi olmasa bile bu değişikliklerin birçoğu, daha sağlıklı bir yaşam tarzının benimsenmesiyle önlenebilir veya en azından gelişmeleri yavaşlatılıp, oluşmaları çok ileri yıllara atılabilir.

Bir örnek vermek gerekirse, hangi yaşta olursa olsun sigaranın bırakılması akciğerlerin işlevini iyileştirir ve akciğer kanseri gelişme riskini azaltır.

Dr. Hasan İnsel / Milliyet
Başlık: Nefes Darlığı Hastalık Habercisi
Gönderen: Tuğra - 15 Mart 2009, 08:47:05
Uzmanlara göre, nefes alma zorluğu ya da hava açlığı olarak bilinen nefes darlığının, oluş saati ve şekli, hastalık teşhisinde büyük önem taşıyor.

Astım, kalp yetmezliği, akciğer kanseri ve bronşit gibi pek çok hastalığın belirtisi olabiliyor.

Uzmanlara göre, nefes alma zorluğu ya da hava açlığı olarak bilinen nefes darlığının, oluş saati ve şekli, hastalık teşhisinde büyük önem taşıyor.

Uzm. Dr. Ahmet Özkul, nefes darlığının ani ya da süreğen olması, günün hangi saatinde olduğu, istirahat veya eforla ilgisi, yatarken mi, yoksa otururken mi olduğunun, hastalık teşhisinde önemine dikkat çekti.

Nefes alırken zorlanmak ile nefes verirken zorlanmak arasında pek fark yokmuş gibi görünmesine karşın arasında fark olduğunu belirten Özkul, "Üst solunum yolu hastalıklarında nefes almada problem varken, astım ve müzmin bronşitte soluğu vermede zorluk vardır. Özellikle gece gelen nefes darlıkları hastayı uykudan uyandırır.

Arkasında astım ve ya kalp yetmezliği bulunabilir. Nefes darlığı bazı hastalıklarda dikkatle takip edilmesi gerekiyor. Böbrek ve şeker hastalığı olanlarda ani başlayan nefes darlıkları çok önemlidir, acil durum gösterir ve hemen doktora başvurmalıdırlar. Hasta, gece yatarken hasta eşi tarafından 'nefes almıyor' diye uyandırılıyor ise arkasında uyku apne sendromu yatıyor olabilir." diye konuştu.

Gebelikte belirli aylarda nefes darlığı hissedilebildiğini anlatan Uzm. Dr. Ahmet Özkul, burada problemin akciğerden çok gebeliğe bağlı ve geçici olduğunu kaydetti.

Gebe olan bir kişinin, çoğunlukla sık nefes alarak solunum sıkıntısını ortadan kaldırmaya çalıştığını vurgulayan Özkul, "Astım ve kronik akciğer hastalığı tanısı var ise, hava yollarının iltihabı veya spazmını azaltan ilaçların yanı sıra oksijenle tedavi gerekebilir. Kalp yetmezliği tanısı konulmuşsa, ilaçlı tedaviye başlanması gerekir. Herhangi bir enfeksiyon varsa da antibiyotikler alınması gerekiyor." şeklinde konuştu.

Özkul, nefes darlığından kurtulmak için şunları tavsiye etti: "Sigarayı bırakın, allerjenler, toz ve toksit maddelerle temastan kaçının. Günlük aktivitelerinizde nefes darlığı çekiyorsanız molalar vererek dinlenin. Havalandırılmış ve açık ortamlarda vakit geçirmeye çalışın. Fazla kilolarınızı vermeye ve ağır yemekler yememeye özen gösterin. Ani başlayan ve uzun süren nefes darlıklarında doktorunuza başvurun. Solunum, kulak-burun-boğaz, kalp vb. hastalıklarınızın takip ve tedavilerini özenle yaptırın. Koşullarınıza uygun bir spor yapma alışkanlığı edinin."

Cihan
Başlık: Gıdaların kabuğundaki kimyasallar!
Gönderen: Tuğra - 16 Mart 2009, 21:15:20

Kimyasal ilaçların baklagillerin ve meyvelerin kabuk kısmında yoğun bulunduğu, kuru baklagillerin bekletme sularının dökülmesi, meyvelerin kabuklarının soyularak yenmesi önerildi.

(http://www.timeturk.com/images/news/41000.jpg)

Türkiye Diyetisyenler Derneği Başkanı Prof. Dr. Yasemin Beyhan, gıdaların vitamin değerlerinin azalmaması ve kalitelerinin korunabilmesi için yıkama, pişirme ve saklama aşamalarına özen gösterilmesi gerektiğini söyledi.

Vitamin ve minerallerin fiziksel-zihinsel gelişim ile bağışıklık sisteminin kuvvetlenmesi açısından çok önemli olduğunu ifade eden Beyhan, vitamin kaybının az olabilmesi için gıdaların tüketilmeye en yakın zaman içinde hazırlanarak pişirilmesinin önemli olduğunu belirtti.

Yapılan bir araştırmada, hastane menülerinde çıkan kıymalı ıspanak yemeklerindeki C vitamini yoğunluğunun incelendiğini anlatan Beyhan, ''Araştırma kapsamında hazırlanan yemek, tüm hastanelerdeki hazırlama ve pişirme yöntemlerine esas alınarak yapıldı. Araştırmada sonucunda yemeklerin içindeki C vitamini yüzde 0.23 miligram çıktı. Oysa bunun en az 20 miligram olması gerekiyordu'' dedi.

Sebzelerin pişirilmeye yakın zamanda köklerinden ayıklandıktan sonra bütün halde yıkanması'' gerektiğini kaydeden Beyhan, ''Bol akan suyun altında iyice yıkandıktan sonra mümkün olduğunca büyük doğranıp sıcak pişirme ortamına atılmalı. Uzun süre pişirilmemeli, suda eriyen vitaminlerin kaybolmaması için az suda hazırlanmalı. Kesinlikle bir gün öncesinden suda bekletilmemeli'' uyarısında bulundu.

''RİSKİ AZALTIYOR''

''Kuru baklagillerin ise bir gece öncesinden soğuk suda ya da 2-4 saat sıcak suda bekletilmesi'' gerektiğini ifade eden Beyhan, şunları söyledi:

''Bekletme suyu kesinlikle dökülmeli. Çünkü, eskiden suda eriyen vitaminlerin kaybolmaması için bekletme suyunun yemekte kullanılmasını öneriyorduk. Ancak son yıllarda kimyasal ilaçlar gıdaların üretim aşamasında sık kullanıldığı için özellikle gıdaların kabuk kısmına yakın yerlerde kalıntılar yoğunlaşıyor. O nedenle ıslatma suları mutlaka dökülmeli. Bu suyu dökmek hem kimyasal riski hem de kuru baklagillerin gaz yapıcı özelliğini azaltıyor. Aynı şekilde meyveler de kabuklarında kimyasal katkı maddesini iyi tutabiliyor. Bunun için ne yazık ki meyveler de soyularak yenilmeli.''

(AA)

Başlık: Astım riski televizyon ile katlanıyor
Gönderen: Tuğra - 17 Mart 2009, 09:33:56
Günde iki saatten fazla televizyon izleyen çocuklarda astıma yakalanma riski iki katına çıkıyor. Peki uzmanlar ne diyor? İşte cevabı;

Uzmanlar bu konuda sadece televizyonun suçlanamayacağını, hareketsiz bir yaşam tarzının sonucu olarak televizyon izlendiğini ve bu yaşam tarzının da riski artırdığını söyledi.

Verilen bilgiye göre örneğin egzersiz sırasında derin nefes almak, akciğerlerin sağlığını koruyabiliyor.

Thorax dergisinde yayınlanan çalışma, 0-11 yaş arası üç bin İngiliz çocuğun sağlık durumuna ilişkin gözlemlere dayanıyor.

Ebeveynlere de yılda bir kez çocuklarında nefes darlığı benzeri belirtiler görüp görmedikleri veya bir doktorun astım teşhisi koyup koymadığı üzerine sorular yöneltildi.

Üç buçuk yaş üzeri çocuğu bulunan anne-babalardan da çocuklarının TV izleme alışkanlıklarını değerlendirmeleri istendi.

Araştırmada yer alan çocukların hiçbirinde yeni doğduklarında veya bebekliklerinde nefes darlığı belirtileri bulunmuyordu.

11,5 yaşına geldiklerinde ise 185 çocukta (yüzde 6) astım başlangıcı görüldü.

'TV egzersizi önlüyor'

Günde iki saatten fazla TV izleyen çocuklarda ise daha az izleyenlere kıyasla, astıma yakalanma riskinin yaklaşık iki kat daha fazla olduğu görüldü. Ancak risk yine de yaklaşık yüzde 2 gibi düşük bir seviyede çıktı.

Araştırmada yer alan astımlı çocuklardan yüzde 2'si TV izlemezken, yüzde 20'si bir saatten az, yüzde 34'ü günde 1-2 saat, yüzde 44'ü ise iki saati aşkın bir süre TV izliyordu.

11,5 yaşına geldiklerinde astımlı ve astımsız çocukların egzersiz seviyelerinde fazla bir fark bulunamadı.

Araştırmacılar TV izleme alışkanlıklarından yola çıkarak çocukların yaşam tarzına ilişkin tahminler yürüttüler.

Asthma UK (Astım İngiltere) adlı kuruluştan Dr. Elaine Vickers, ailelelerin çocuklarına daha az TV izletip onları daha fazla aktiviteye yöneltmelerinin önem taşıdığını söyledi.

Derin nefesin yararı

Raporun yazarlarından Glasgow Üniversitesi öğretim üyesi Dr. James Paton da asıl sorunun TV izlemekten ziyade hareketsiz yaşam tarzı olduğunu belirtti ve ekledi: "Yaşamın ilk yıllarında aktivitelerin akciğerleri korumasına yarayan bir pencere bulunuyor olabilir" diye konuştu.

Paton, "Bir yerde oturmuyor olmak sizi derin nefes almaya sevkediyor ve bu da uzun vadede önem taşıyor olabilir" dedi.

Buna göre, derin nefes alma yoluyla solunum sisteminde yer alan kasları esnetememek, astım hastalığının kökeninde yatan nedenlere yol açıyor olabilir.

Dr. Elaine Vickers, elde edilen bulguların hareketsizlik ve fazla kiloların astım riskini artırdığına dair yeni bir kanıt sunduğunu ancak bu araştırmanın erken yaşlardaki hareketsiz yaşam tarzının, çocukluğun ileri aşamasındaki riski artırdığını ortaya koyan ilk çalışma olduğunu söyledi.

Astımlı çocuklara egzersiz

İngiltere, dünyada çocukluk döneminde astıma yakalanma riskinin en yüksek olduğu ülkeler arasında yer alıyor.

Uzmanlar, astımlı çocukların da düzenli egzersizlerden fayda görebileceğini söylüyor.

Bazı uzmanlar üç yaşın altındaki çocukların TV izlemesinin sağlık ve öğrenme sorunları yarattığını savunurken, kimi uzmanlar da televizyonun eğitime katkı sağlayabileceğini ve çocukların konuşmasına yardımcı olabileceğini söylüyor.

İnternet Haber
Başlık: Kansorejen şampuan raflarda
Gönderen: Ay Işığı - 17 Mart 2009, 19:57:14
Çin'de dünyaca ünlü bebek şampuanı Johnson & Johnson'ın kansere neden olan kimyasal içerdiği ve halen raflarda satılmaya devam edildiği kaydedildi..

Çin radyosunun haberinde, söz konusu şampuanın ABD'deki bağımsız bir kuruluş olan Campaign for Safe Cosmetics laboratuvarında yapılan testte hem formaldehit kimyasalı hem de 1,4 dioksan bulunduğu belirtildi.

Formaldehit (HCHO) genelde su ile karıştırılıp antiseptik olarak kullanılan gazlı keskin bir kimyasal bileşim. Dioksan ise toksik nefroza neden olabilen kimyasal madde olarak biliniyor. Zehirlenme durumlarında böbrek kalsiyum oksalat kristalleri oluşuyor. Kurumun test yaptığı 48 bebek ürününden Çin'de sadece Johnson & Johnson bulunuyor.

Çin Kalite Kontrol Kurumu konuya ilişkin henüz bir açıklama yapmadı. Hayvanlarda kansere neden olan Formaldehit ve 1,4 dioksan, ABD Çevre Koruma Ajansı tarafından insanlarda olası kansere neden olan maddeler listesinde bulunuyor. Formaldehit ayrıca bazı çocukların derilerinde kızarıklık ve lekelenmelere neden oluyor.

ABD'de formaldehit ve 1,4 dioksinin limitini düzenlemeye ilişkin bir standart bulunmuyor. Formaldehitin Japonya ve İsveç'te bebek ürünlerinde kullanılması yasak. 1,4 dioksin de Avrupa Birliği'nde yasak.


Timeturk

haberkuşagı
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: narçiçeği - 17 Mart 2009, 20:31:36
bizde en güvenli diye narin bebeklere  bolcana yedirelim .... Allah muhafaza...
Başlık: Kuş gribi kâbusu bitiyor mu?
Gönderen: Tuğra - 18 Mart 2009, 08:47:31
Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) tarafından yapılan kuş gribi araştırması tamamlandı. 10 kişilik bir ekip tarafından yapılan çalışmanın ilk verileri TÜBİTAK'a gönderildi.

YYÜ'den yapılan açıklamaya göre, Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesinde 2005 yılında baş gösteren ve 4 kişinin ölümüne yol açan kuş gribi ile ilgili YYÜ' den 10 kişilik bir ekip, 3 yıl boyunca TÜBİTAK destekli, ''Van Gölü Havzası'nda bazı kanatlı türlerinde Avian İnfluenza A virüslerinin Real-Time PCR ile tespiti, izolasyonu ve alt tiplerinin belirlenmesi'' projesini yürüttü.

Van Gölü havzasında göçmen kuşların konakladığı bölgelerden 47 kuş türüne ait 2 bin dışkı numunesi, teşhis için kurulan laboratuvarda incelendi.

ÖNEMLİ SONUÇLAR ELDE EDİLDİ

Proje yürütücüsü YYÜ Veterinerlik Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Banur Boynukara, Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesinde ölümlere neden olan kuş gribiyle birlikte, endişe ve telaşın da ortaya çıkmasının, bu bölgede bir bilimsel teknik laboratuvar altyapısına ihtiyaç olduğunu ortaya koyduğunu belirtti.

Prof. Dr. Banur Boynukara, 10 kişilik ekiple yürütülen projenin tamamlandığını ve bu proje sayesinde önemli bir laboratuvar kurulduğunu anlatarak, şunları kaydetti:

''İlk sonuçları TÜBİTAK'a teslim ettik. Birçok hastalık açısından risk alanı olan Van Gölü Havzasında kuş gribi ile ilgili ilk verileri sunmak çok önemlidir. Bundan sonra herhangi bir salgında çok kısa bir sürede teşhis yapabilecek ve önlemler alınabilecektir. Zaten esas olan da budur.''

Prof.Dr. Boynukara, TÜBİTAK'a sunulan raporun onayının ardından sonuçların kamuoyu ile paylaşılacağını ifade etti.

Projenin alan araştırmasını ekibiyle birlikte yapan Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özdemir Adızel de Van Gölü havzasının kuş göçü açısından çok önemli bir konuma sahip olduğunu belirtti.

Van Gölü Havzasındaki biyoçeşitlilik içerisinde bazı kuş hastalıklarının da taşınmasının söz konusu olduğunu ifade eden Yrd. Doç. Dr. Adızel, ''proje kapsamında kurulan laboratuvarla çok büyük bir eksiklik giderildi. Biz 47 kuş türüne ait 2 bin dışkı numunesini laboratuvara taşıdık. Bu proje, bizim için çok büyük bir tecrübe oldu'' dedi.

(AA)
Başlık: Vücudumuzun verdiği kısa mesajlar
Gönderen: Fatihan - 18 Mart 2009, 16:07:06

Sağlıklı yasam konusunda birçok araştırmaya imzasını atan; Londra'daki Kine College Hastanesi Gerontoloji (yaslanma bilimi) Enstitüsü'nde araştırmalarını yürüten Prof. Dr. Robert Bale, "Sadece parmaklarınızın uzunluğu bile sizin sağlığınız hakkında kayda değer bilgi sahibi olmamızı sağlıyor aslında. Siz de vücudunuzla ilgili önemli detaylara; dikkat ederek sağlığınızı koruyabilirsiniz " diyor ve ekliyor: "Vücudunuz; siz fark etmeden sağlığınızla ilgili en önemli ipuçlarını veriyor." 
         
Prof. Bale’ye göre, tırnaktan gözlere, doğum kilosundan avuç içine kadar vücuttaki her şey birer gösterge. O halde bir test yaparak ne kadar sağlıklı olduğumuzu anlamak mümkün. Bale’nin " İste hayatinizi kurtaracak 16 ipucu" dediği test söyle:

1.Tırnaklar 

Tırnaklarınıza dikkatle bakin. Eğer hafif mavilik yâda; morluk görürseniz bu bir kalp hastalığıyla karsı karsıya olduğunuz anlamına gelebilir. Tırnaklarınızın aşırı kalın olması ya da üstlerinde tümsekler olması da nefes alma hatta akciğer sorunlarıyla karsı karsıya olduğunuzu gösterebilir.

2. Nefeslerinizi Sayın

Eğer dakikada 15 kez ve daha altında nefes alıp veriyorsanız sağlıklı ciğerlere sahipsiniz demek... Eğer 25 kez nefes alıp veriyorsanız o zaman sağlığınıza dikkat etmelisiniz.

3. Gözler

Aynada gözlerinizden birine bakin. İris’in etrafında beyaz bir daire varsa kolesterol seviyeniz yüksek anlamına geliyor. Bu ayni şekilde yaklaşan kalp sorunlarının da en büyük habercisi.

4. Avuç içinize bakin

Avuç içlerinize dikkatle bakin. Eğer kırmızı ve lekelilerse karaciğerinizde sorun var demek.

5. Hafıza kontrolü

Bir tepsinin üstüne rasgele 10 eşya koyun. Tepsiye sadece 10 saniye bakin. Kaç tanesini hatırlayabildiniz? İyi bir hafızanızın olması Alzheimer'le karsılaşma riskinizin daha az olacağı anlamına geliyor.

6. Kas kontrolü

Sırt üstü yatın. Bacaklarınız dümdüz olsun. Bir bacağınızı havaya kaldırın. Bir kişinin ayağınıza bastırmasını isteyin. Eğer bacağınız yere düşüyorsa, kaslarınız da bir zayıflık olduğu anlamına geliyor.

7. Görünüş

Gözünüzün hemen altında elmacık kemiğiniz üzerine bir cetvel yerleştirin. Sonra cetvelin üstüne bir kredi kartı yerleştirin kartı en rahat okuduğunuz uzaklığı ölçün.
Ne kadar yakına gelirse gelsin kartı rahat okuyabiliyorsanız göz sağlığınızın iyi olduğu anlamına geliyor.

8. Tiroit misiniz?

Kollarınızı yere paralel olarak tam karsınızda birleye uzanıyormuş gibi uzatın. Ellerinize dikkat edin. Eğer elleriniz bu pozisyonda titriyorsa o zaman tiroit olma riskiniz çok.

9. Düz yürümek

Yere bir metre uzunluğunda bir çizgi çizin. Üzerinde rahat yürüyebiliyorsanız, vücudunuzun koordinasyonu iyi isliyor demektir.

10. Doğum kilonuz

Annenize kaç kilo doğduğunuzu sorun. 3 kilonun altında doğmuşsanız kalp sorunlarıyla karsı karsıya kalabilirsiniz.

11. Beliniz kalın mı?

Vücut sekliniz elmaya benziyorsa, yani yağlarınız belinizin çevresinde toplanıyorsa, kalp sorunu yasama riskiniz daha fazla.

12. Tuvalet sıklığı

Her 3 saatte bir tuvalete birden çok gitme ihtiyacı mı hissediyorsunuz? Diyabetin en erken alarmlarından biri sık tuvalete gitmektir.

13. Nabız kontrolü

Nabzınız ne kadar yavaş atıyorsa o kadar uzun yasayacaksınız demektir. Yani nabzınız 70'in altındaysa sağlıklısınız anlamına geliyor.

14.Dişlerinizi fırçalayın

Eğer dişleriniz kanıyorsa, kalbiniz tehlikede demektir.

15. Parmak uzunluğu

İşaret ve yüzük parmakları ayni uzunlukta olan kişilerin kalp krizi geçirme riski daha fazla.

16. Ayak Bilekleri

Bas parmağınızla ayak bileğinizin arka kısmına bastırın. Eğer bastırdığınız noktada çok fazla çukurluk oluşuyorsa, o zaman kalp, akciğer, böbrek sorunlarıyla karsı karsıya kalabilirsiniz.



(Hürriyet)

Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Günbatımı - 18 Mart 2009, 19:04:29
O halde bir test yaparak ne kadar sağlıklı olduğumuzu anlamak mümkün. Bale’nin " İste hayatinizi kurtaracak 16 ipucu" dediği test söyle:
....................

Sanırım ben bitmişim...  :usgunn:       a34))
Başlık: Belanın kökü kazınacak
Gönderen: Tuğra - 19 Mart 2009, 12:09:21
Sıtmanın taşıyıcısı sivrisinekleri bir lazer silahı yok edecek...

Sıtma hastalığında taşıyıcı olan sivrisineği yok etmek için bilim insanları bir laser silah geliştirdi. Bu silah sayesinde büyük bela öldürülerek yüz binlerce insanın hayatı kurtarılacak.

Kara Afrika'da her yıl yüzbinlerce insan Anopheles sivrisineklerinin taşıdığı sıtma hastalığından hayatını kaybediyor. Microsoft'un kurucusu Bill Gates'in finansman desteğini üstlendiği araştırmalar sonucu, sıtma taşıyıcısı sivrisinekleri yok etmek için laser silah geliştirildi. Laser silah doğada sadece taşıyıcı sivrisinekleri yok edecek ama aynı ortamda yaşayan kelebek ya da başka canlılara ise zarar vermeyecek.

Sivrisinekleri ortadan kaldırmak için üretilen laser silahının mucitleri ise ABD silah sanayii için 1952 yılından bu yana araştırmalar yapan Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı fizikçileri. Projenin başında Jordin Kare bulunuyor. Kare sistemin şöyle çalışacağını belirtiyor: Sıtma taşıyıcı Anopheles sivrisineği önce bir kamera tarafından tespit edilecek.

SİSTEM NASIL ÇALIŞACAK

Fotoğraflar bir bilgisayarda toplandıktan sonra derhal laser silaha veri olarak ulaştırılacak. Bu veriler laseri harekete geçirerek, sivrisineğin laser ışınıyla öldürülmesi sağlanacak. Bilim insanları laser ışınlarının, sivrisinekleri cinsiyetlerinden bile ayırt edebileceğini belirtiyor. Çünkü sıtma taşıyıcıları sadece dişi sivrisinekler.

Uzmanlar bu sistemin çok pahalı olmadığını, örneğin bir köye kurulmasının maliyetinin kişi başına bir ya da 2 dolara mal olacağını belirtiyor.

Haber3
Başlık: Hastalıklara karşı mucize antibiyotik
Gönderen: Tuğra - 20 Mart 2009, 09:36:48
Amerikalı bilim adamlarından müthiş çalışma..

Amerikalı bilim adamları, bakterilerin direnç geliştiremediği süper antibiyotik üretmeyi başardı.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/5243.jpg)

Nature Chemical Biology dergisinde yayımlanan makaleye göre, New York'taki Albert Einstein Tıp Fakültesinde görevli bilim adamı Vern Schramm ve ekibi, yeni geliştirdikleri antibiyotiği kolera ve e.coli bakterilerinde denedi.

Bilim adamları, bu antibiyotikle yapılan 26. tedavinin bile, ilk tedavideki gibi sonuç verdiğine dikkati çekti.

Yeni antibiyotiğin bakteriyi öldürmediğini belirten bilim adamları, bu yöntemin bakterilerin direnç geliştirmesine neden olduğunu hatırlattı.

Süper antibiyotik, bakterilerin birbirleriyle iletişimini bir enzimi bloke ederek kesiyor ve böylece bakteriler bağışıklık sisteminden korundukları biyofilmler geliştiremiyor.

Haber Aktüel
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Fatihan - 20 Mart 2009, 10:51:19
Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu, simitin en önemli maddesi olan susam nedeniyle yaşanabilecek sıkıntıya dikkat çekti.
 
Bir süre önce ellerinin kaşınmaya başladığını ve bu durumu araştırdığını belirten Saraçoğlu, günlük olarak yediği herşeyi not ettiğini ve bir süre sonra bu olayın sebebini bulduğunu belirtti.

(http://s.aktifhaber.com/images/news/10724.jpg)

İbrahim Saraçoğlu, simitteki susamın insanda neden alerjik reaksiyona yol açabileceğini ve ürtikeri olanlarda hastalığı tetikleyebileceğini şöyle aktardı:

"Son yıllarda ürtiker (kurdeşen) denilen rahatsızlık, fazlasıyla artmaya başladı. Aynı şey benim başıma geldi. Vaka ürtiker olarak değil, ellerim ve diz kapağımdan alt tarafım kaşınmaya başlıyordu. Özellikle de öğleden sonraları. Ben günlük yediğim herşeyi, ne yeyip içersem yazıyorum. Çünkü kendime de kür uyguluyorum. Simitler satılıyor biliyorsunuz. Ne zaman simit yesem, bu tamam. Çünkü yaklaşık olarak en geç 4 saat içinde etkisini gösteriyor.

Ellerim kaşınmaya başlıyor. 'Bu neden olabilir?' falan diyorum, sorguluyorum, notlarıma bakıyorum, ne zaman ne yedim bakıyorum. Bir iki ay içerisinde bunu çözdüm. Simitten kaynaklanıyor. Susamdan. Bunlar ithal susamdır. Kırık genli susamlar. Genleriyle oynanmış demiyorum. Kırık genli. Dolayısıyla alerji bu tür bir reaksiyon veriyor. Bu konuda çok sayıda şikayeti olan insanlar var. Ürtikeri olan insanların da ürtikerini tetikliyor."

Prof. Dr. Saraçoğlu, daha önceki dönemlerde simitle ilgili böyle bir sorunun olmadığını ifade ederek "Eskiden de simit vardı ama susam doğal susamdı. Şimdikiler maalesef böyle değil" diye konuştu.

Haberturk


hımm e52))

Teşekkür ederiz..
Başlık: Okullardaki fast- food özentiliği
Gönderen: Tuğra - 21 Mart 2009, 10:02:40
Okullardaki Menüler, çocukların yaşı ve aktiviteleri göz önünde bulundurularak ayarlanmalı

Yeşim Sert Karaaslan - Türkiye Diyetisyenler Derneği Başkanı Prof. Dr. Yasemin Beyhan, Türkiye'deki okullarda menülerin çocuklara göre hazırlanmadığını öne sürerek, ''Birçoğu fast-food tüketime benziyor ya da özendiriyor. Menü, çocukların yaşı ve aktiviteleri göz önünde bulundurularak ayarlanmalı'' dedi.

Gıdaların seçilme, saklanma, pişirilme ve sunulma aşamalarının her birinin çok önemli olduğunu ifade eden Beyhan, özellikle toplu gıda tüketiminin yapıldığı lokanta, yurt, okul, bakım evi ve kurum-kuruluşlardaki yemekhanelerde zehirlenme vakalarının görülebildiğini söyledi.

Beyhan, özellikle okul çocuklarında ve yaşlılarda besin güvenliğinin çok önemli olduğunu vurgulayarak, ''Çocuklar, bağışıklık sistemleri tam gelişmediği, yaşlıların da savunma mekanizmaları zayıf olduğu için risk altındadırlar. Bu nedenle besin zehirlenmeleri bu gruplarda sık görülmektedir'' diye konuştu.

''Çocukların zihinsel ve fiziksel gelişimleri için yaşlarının gereksinimlerine uygun gıdalarla beslenmeleri gerektiğini, menülerin, çocukların yaşı ve aktiviteleri göz önünde bulundurularak ayarlanması gerektiğini'' belirten Beyhan, şunları söyledi:

''Ancak Türkiye'deki genel görünüme bakıldığında, ya okul aile birliğinden birisi menüyü hazırlıyor ya da hizmet alınan yemek şirketinin uzmanı tarafından hazırlanmamış olabilen yemek listesi çocuklara sunuluyor. Bunların birçoğu da fast-food tüketime benziyor ya da özendiriyor.

Çözüm için bir beslenme uzmanı ile çalışmayan okul idaresi, İl Sağlık Müdürlüklerine başvuruda bulunabilir. Burası tarafından bölge bölge görevlendirilecek diyetisyen ve beslenme uzmanları okullarda çalışabilirler.

Bölgedeki 3-5 okula bakan uzman, hem okul çocuklarının menülerini hazırlayabilir hem de denetimlerini yapabilir. Velilere, okul yönetimine sağlıklı beslenme konusunda eğitim verebilir ya da dersin bir bölümünde sağlıklı beslenme hakkında öğrencilere bilgi verebilirler.''

İnternet Haber
Başlık: Beyninizi Resetleyin
Gönderen: Tuğra - 22 Mart 2009, 09:23:04
Dr. Yavuz, ''TMS ile beyine şok manyetik uyarılar gönderilerek, beyinin hastalanmadan önceki sağlam durumuna dönmesi amaçlanmaktadır'' dedi.

Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz, tıp dünyasında uygulamaya başlanan Transkranial Manyetik Stimülasyon (TMS) sistemi ile beynin bir bilgisayar gibi resetlenebileceğini söyledi.

Son yıllarda bilim adamlarının, düzensiz beyin fonksiyonlarını normalleştirecek ve aynen bir bilgisayar gibi resetleyerek, duygu, düşünce, hareket ve hafıza gibi birçok beyin fonksiyonunu normal hale getirecek bir tedavi uygulaması (TMS) geliştirdiğini anlatan Dr. Yavuz, "TMS ile beyine şok manyetik uyarılar gönderilerek, beyinin hastalanmadan önceki sağlam durumuna dönmesi amaçlanmaktadır" dedi.

Dr. Mehmet Yavuz, beyinde milyarlarca hücre olduğunu ve her hücrenin bir bilgisayar gibi, birbirleri ile karmaşık bir iletişim ağı ile haberleştiğini belirterek, "Bu hücreler arası iletişim ve yorumlar henüz tam olarak çözülemeyen mikromoleküler biyolojik ajanlarla gerçekleşmektedir. Hücreler arasındaki mikromoleküler dengesizlikler depresyon, obsesyon ve panik ataktan tutun da parkinson ve baş ağrısına kadar birçok nöropsikiyatrik hastalıklara neden olmaktadır.

TMS vurumları, elektomıknatısların ürettiği manyetik darbeler neticesinde aynen bir ses ekosu misali hücreleri baştan başa resetleyerek, moleküler dengesizliği ortadan kaldırıp, hastalıkları düzeltmektedir. Korteksin yargılama, karar verme ve planlama işlemlerinde etkili bölgeleri ile limbik sistemin duygular ağırlıklı bölgelerini birbirine bağlayan zincirlerin düzenli çalışması hayatın ahengi için şarttır. Depresyon, panik atak, OKB ve bipolar bozukluk durumlarında bu zincirlerdeki ahenksizlik söz konusudur.

Tıpkı bir bilgisayar ağının resetlenmesi ya da formatlanması (Yeniden yapılanması) gibi etki gösteren manyetik darbe uyarımları, bu bölgelerdeki akımları yeniden yapılandırabilmektedir" diye konuştu.

TMS uygulamasının sadece depresyon değil, panik atak, obsesif kompulsif bozukluk ve bipolar bozukluk gibi hastalıkların da tedavisinde başarıyla kullanıldığını söyleyen Dr. Yavuz, şunları kaydetti:

"Özellikle ilaçlara cevap vermeyen ya da tam düzelmeyen depresyon ve panik atak hastalarına, TMS'yi şiddetle önermekteyiz. Literatürde ilaçlara dirençli birçok hastanın, TMS ile düzeldiğine dair sayısız örnek vardır. Ayrıca hamile olan ya da emzirme döneminde olup ilaç kullanması sakıncalı olan bayan hastaların güvenle kullanabileceği bir tedavi yöntemidir. Amerikan ilaç ve gıda dairesi (FDA) depresyon ve benzeri durumlarda TMS'nin güvenle kullanılmasına onay vermiştir

Haber Ajans
Başlık: Sağlık için burundan nefes alın
Gönderen: İsra - 23 Mart 2009, 03:30:57
'Ağızdan nefes alıyorum, ne zararı olabilir ki!" demeyin. Uzmanlar, burun solunumunun aktif, ağız solunumunun ise pasif solunum olduğuna belirterek, kanın, burun yoluyla nefes alındığında, ağıza oranla 3 kat daha hızlı temizlendiğini dikkat çekiyor.

Burun, içindeki 'radyatöre' benzeyen sistemle solunan havayı ısıtarak, nemlendirerek ve yabancı maddeleri süzerek akciğerlere hazır hale getiriyor. Ağızda böyle bir sistem olmadığı için tahrişler ve faranjit gibi rahatsızlıklar oluşuyor.

zaman
Başlık: Kan aramaya son!
Gönderen: Fatihan - 24 Mart 2009, 10:20:02
Bilim adamları kök hücreden yapay kan üretecekİngiliz bilim adamlarının, embriyonik kök hücrelerden sentetik kan üretmeye çalışacakları bildirildi.

İngiliz Daily Telegraph gazetesinin haberinde, İskoçya Ulusal Kan Nakil Servisinin rehberliğinde yapılacak ve üç yıl sürecek proje kapsamında bilim adamlarının, tüp bebek tedavisi için kullanılanlardan arta kalan insan embriyonlarından çıkarılan kök hücrelerden sentetik kan üretmeye çalışacakları belirtildi.

NHS Kan ve Nakil Ameliyatı ile Wellcome Vakfı'nın destekleyeceği araştırma çerçevesinde bilim adamlarının, doku reddi endişesi olmadan herhangi bir hastaya nakil edilebilen O RH negatif kan grubunu geliştirebilecek embriyonları bulmaya çalışacakları kaydedildi.

Nüfusun yalnızca yüzde 7'sinde bulunan 0 RH negatif kanın, embriyonik kök hücrelerin sonsuz çoğalma yetisi sayesinde sınırsız miktarlarda üretilebileceği belirtildi.

Araştırmanın amacının, hücreleri, acil nakiller için gelişmiş, oksijen taşıyıcı kırmızı kan hücrelerine dönüşmek üzere harekete geçirmek olduğu ifade edildi.

İskoçya Ulusal Kan Nakil Servisinin, birkaç hafta içinde milyonlarca pound tutarındaki araştırmaya fon sağlaması için Wellcome Vakfı ile bir anlaşma imzalamasının beklendiği belirtildi.

İngiliz The Independent gazetesine göre de projeye, İskoçya Ulusal Kan Nakil Servisinin yöneticisi, Edinburgh Üniversitesi profesörü Marc Turner rehberlik edecek.

Başarılı olması halinde araştırma, taze kan için bağışçılara gerek duyan kan nakil servisleri için bir devrim niteliği taşıyacak ve bu sayede enfeksiyon riski olmadan kan nakli yapılabilecek.

AA
Başlık: Sağlığımızla Nasıl Oynanıyor?
Gönderen: Tuğra - 24 Mart 2009, 19:52:53
Son dönemde tavuk-hindi eti karışımlı sucuk, salam ve sosis gibi et ürünlerine ilgi artıyor.
 
Karışım ürünlerin üzerinde genellikle 'Yüzde 80 dana, yüzde 20 tavuk etinden imal edilmiştir' ibaresi bulunuyor. Merdivenaltı (kaçak) üretim yapan firmaların ise etikette yazılanların aksine tavuk-hindi eti oranını çok daha yüksek tuttuğu öne sürülüyor. Tüketicinin bu yolla kandırıldığını iddia eden bazı sektör temsilcileri, karışımlı sucuğun yasaklanmasını, bunun yerine ya tümüyle dana ya da tümüyle beyaz etli üretime izin verilmesini istiyor.

Bazı şirketler ise düşük gelirli kesimlerin de sucuk-salam yiyebilmesi için karışımlı ürünlere ihtiyaç duyulduğunu ifade ediyor. Karışım etli ürünlerin sağlık açısından herhangi bir zararı yok. Türkiye'de resmi verilere göre yılda yaklaşık 70 bin ton sucuk satılıyor. Merdivenaltı üretim yapan firmalarla birlikte aslında sucuk tüketiminin çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.

Tüketilen sucuğun yüzde 40'ını dana etli, yüzde 60'ını ise karışım ürünler oluşturuyor. Altınkaya Et ve Et Mamulleri Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Cahit Altınkaya, karışım etli sucuğa sıcak bakmıyor. Altınkaya'ya göre sucuk ya yüzde 100 dana ya da yüzde 100 tavuk-hindi etinden üretilmeli. Cahit Altınkaya, merdivenaltı firmaların 3 liraya salam, sucuk, sosis sattığına dikkat çekerek, "Tüketicinin, kırmızı et 16 lira iken 3 liraya satılan sucuğu sorgulaması lazım." diyor.

Kayarlar Grup Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Faruk Kayar ise Tarım Bakanlığı'nı karışım et ürünleriyle ilgili yeterli denetim yapmamakla eleştiriyor. "5 bin 500 gıda denetmeniyle bu işin çok sağlıklı yürümeyeceği ortada." diyen Kayar, Türkiye Süt, Et, Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği (SETBİR) olarak karışımlı ürünlerdeki oranlar konusunda tüketiciyi aldatan firmalara müsaade etmeyeceklerini aktarıyor.

Tüketicinin sucuk alırken içerik bilgilerine dikkat etmesi gerektiğini vurgulayan Danet Et ve Et Ürünleri Genel Müdürü Said Uluçay da şu uyarıda bulunuyor: "Mukayese yapıldığı zaman piyasada bazen şaşırtıcı fiyatlar görülüyor. Üzerinde yüzde 90 dana eti yazan sucuğun fiyatı 5 lira. Tüketicinin, alırken bunu göz önünde bulundurması lazım." Polonez Satış ve Pazarlama Müdürü Andaç Günsoy da karışımlı sucukların kaldırılmasından yana. Sucuk ve sosisin tek tip etten üretilmesi gerektiğini vurgulayan Günsoy, "Üretim yaparken daha az dana, daha fazla tavuk kullanabilir. Bunun belli bir düzene oturtulması lazım." eleştirisini yapıyor.

'Karışıma da ihtiyaç var'

Aytaç Gıda Yatırım San. ve Tic. AŞ Genel Müdürü Murat Erdem ise karışımlı ürünlerin üretilmesinde herhangi bir sıkıntı olmadığını belirterek, "Önemli olan, bir ürünün hangi şartlarda üretildiğidir. Etiket bilgilerinin içeriğine uygun olup olmadığına bakılmalı." açıklamasını yapıyor. Kendi beyaz et üretim tesislerindeki hammaddeyi kullandıklarını söyleyen Erdem, "Büyük ve kamuoyunda tanınan entegre tesislerde herhangi bir sorun yok. Problem, ne olduğu belli olmayan merdivenaltı üretimde." uyarısında bulunuyor. Erdem, ülkenin ekonomik yapısı gereği daha ucuza satılabilen karışımlı sucuğa da ihtiyaç duyulduğunu kaydediyor.

Laboratuvarda bile anlaşılamıyor

'Merdivenaltı' yöntemle çalışan bazı sucuk-salam üreticilerinin etiketlerine 'yüzde 80 dana eti kullanılmıştır' yazmasına rağmen kırmızı et oranını yüzde 20-30'a kadar düşürdüğü belirtiliyor. Söz konusu ürünlerin tadı ise fazla katılan baharatla dengeleniyor. Tek tip etten üretilmeyen sucuktaki karışım oranı tam olarak tespit edilemiyor. Türkiye'deki laboratuvarlarda karışım olduğu belirleniyor, fakat oranı ölçülemiyor. Bu yüzden tüketicilere et ürünlerini güvenilir markalardan ve mağazalardan almaları tavsiye ediliyor.

Tavuk üreticisinin umudu piknikçide

Uzun süredir maliyetinin altında satış yapan beyaz et sektörü, piknik mevsiminin gelmesiyle rahat nefes almaya başladı. Beyaz et kesimhane fiyatları, geçen ocak ayından beri yaklaşık 1 lira arttı. Bütün tavuğun marketteki fiyatı 7,5, budun 9,5, kanadın kilosu da 9 liraya çıktı. Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçılar Birliği Genel Sekreteri Yüce Canoler, 2007 Kasım ayından beri zararına çalışan sektörün son bir iki haftadır kâr etmeye başladığını söyledi.

Canoler, "Kilosunu 3 lira 10 kuruşa mal ettiğimiz bir tavuğu 2 liraya sattığımız dönemler oldu. Nihayet fiyatlar şimdi 4 liranın üzerine çıktı." dedi. Öte yandan kanatlı eti alanında entegre üretim yapan 7 firma, Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Sağlık ve Tüketici Genel Müdürlüğü'nden işlenmiş kanatlı eti ihracatı için gerekli izinleri aldı.

Bu firmalar 29 Mart tarihinden itibaren Avrupa ülkelerine ihracata başlayacak. AB'ye açılan ihracat kapısının sektörü hareketlendirmesi bekleniyor. Ayrıca önümüzdeki günlerde Rusya'dan bir heyet de Türkiye'ye gelecek 'tavuk ihracatı' konusunda görüşmelerde bulunacak. Eğer anlaşma sağlanırsa bu ülkeye de kanatlı eti ihracatı yapılacak. Türkiye, tavuk eti üretiminde dünya on yedincisi. Sektör, 2008 yılında 87 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirdi.

Aktif Haber
Başlık: Enerjinin anahtarı "kahvaltı"
Gönderen: Tuğra - 26 Mart 2009, 20:30:54
Eğer yapmazsanız metabolizma yavaşlıyor, kolesterol yükseliyor.Kahvaltısız güne başlamak çocuklarda başarıyı olumsuz etkiliyor.

(http://www.timeturk.com/images/news/27399.jpg)

Yetişkinlerde metabolizma yavaşlıyor, kolesterol yükseliyor. Gün içerisinde harcanan enerjinin anahtarının kahvaltı olduğunu belirten Diyetisyen Ezgi Çam “Vücut bir makinedir ve devreye sokulması kahvaltıyla başlar” dedi...

Öğünlerin kraliçesi olarak adlandırılan kahvaltının özellikle çocuklar için çok önem taşıdığı vurgulandı. Yetişkinlerde ve çocuklarda 4 ana besin grubundan her öğünde yeterli miktarlarda yenilmesinin yeterli ve dengeli beslenmek için şart olduğuna dikkat çeken Diyetisyen Ezgi Çam, "Sadece bir grup besinler, sadece süt ve süt ürünleri ile beslenmek yetersiz ve dengesiz beslenmeye neden olur.

Kahvaltı günün 3 öğününden ilkidir ve vücudumuzu bir makine olarak kabul edersek, devreye sokulması kahvaltı ile başlar. Vücut uyurken sürekli çalışmaya devam eder, gün içerisinde alınan enerjiyi sabaha kadar tüketebiliriz. Bu nedenle gün içerisinde harcadığımız enerjinin anahtarı kahvaltıdır" dedi. Çam, kahvaltısız güne başlandığında ise sonuçlarını şöyle açıkladı:

"Yorgun, stresli ve konsantrasyon bozukluklarının yaşandığı keyifsiz bir gün. Saat 10-12 arasında vücuttaki enerjide büyük bir azalma olur. Bu da kas kasılması, kontrolden yoksun bir sinir sistemi, baş dönmesi, açlık duygusu ve uyuşukluğa neden olur."

Vücut yağ depolar

Kahvaltı yapılmadığı zaman vücut sonraki yenilenleri yağa dönüştürerek depolar, uyarısını yapan Dyetisyen Ezgi Çam, “ Çocuklar gelişme sürecinde olduklarından dengeli beslenmeyle desteklenmelidir” dedi. Çam, “Bağışıklık sistemleri gelişmesi için her sabah karbonhidrat ve protein kaynaklarından zengin bir kahvaltı yapmaları gerekmektedir. Her sabah sağlıklı kahvaltı yapan çocukların kilolarını korudukları, daha düşük kolesterol ve daha dengeli kan şekeri seviyelerinin olduğu bilinmektedir” şeklinde konuştu.

Ruhsal çöküntü nedeni

Kahvaltısız güne başlayan çocuğun derslerinde algılamanın azaldığının altını çizen Ezgi Çam, “Sabah kahvaltısını aksatan erişkinlerin kolesterol düzeylerinin kahvaltı edenlere göre daha yüksek çıktığı görülmüştür. Bedensel olumsuzlukların yanı sıra ruhsal çöküntülere de rastlanabiliyor. Karnı aç olan çocuk canı ne görürse çeker. Bu da oburluğa atılan ilk adımdır. Şişmanların çoğunun kahvaltı yapmadığı gözlemlenmiştir. Kahvaltı yapmamak metabolizmayı yavaşlatır” dedi.

Tıme Turk
Başlık: Annenizin tarihini tekrarlıyor olabilirsiniz
Gönderen: devran - 27 Mart 2009, 14:40:47

Bebeklikten itibaren edindiğimiz birçok alışkanlıkta annenizin imzası var. Peki ya genetik olarak ona ne kadar benziyorsunuz? Bu konuda yine en iyi kaynağınız anneniz.. Fiziksel görünüşünüz kadar sağlık sorunlarını da ondan almış olabilirsiniz. İşte annenize sağlığıyla ilgili mutlaka sormanız gereken sorular!

Üniversiteye giderken ya da o yaşlarda şimdikinden daha uzun muydun?

Anneniz üniversite yıllarına göre birkaç santim kısaldıysa, bu osteoporoz işareti veya da düşük kemik yoğunluğu yani osteopenia olabilir. Dahası onda osteoporoz varsa, bu seninilerde yüzde 50 ihtimal geliştirebileceğin anlamına gelir. Diğer taraftan anneniz 35 yaşındaki genç bir insanın vücuduna sahipse o zaman ilerde aksak aksak yürüyen kamburu çıkmış veya kalça problemleri olan biri olmayacaksınız. Risk taşıyorsanız düşük yağlı süt ürünlerinden günde en az 1.000 miligram kalsiyum ve çeşitli yerlerden D Vitamini almalısın. D Vitamini vücutta kalsiyum emilimine yardımcı oluyor. Ayrıca, spor salonuna gittiğinde koşu bandının yanı sıra ağırlık da çalışabilirsin. Kemikler güç kullanımına tepki verir. Böyle bir çalışma omuzları, omurgayı ve bileklere yararlıdır.

Zor bir hamilelik mi geçirdin?

Hamileliğiniz tamamen annenizin ki gibi olmayabilir. Ancak dar kalça veya kalça kemiği müsait olmadığı için sezaryen olmuşsa bu doğumu zorlaştırabilir. Bunun dışında kanın pıhtılaşması sorunları, gebelik diyabeti veya preeklampsi (yüksek kan basıncı ve idrarda yüksek protein değerleri) gibi bir mirasın olabilir. Annende en fazla sabah kusmaları olmuş olsa bile sorup öğrenmeniz hazırlıklı olmanızı sağlayabilir. Risklerden biri annenizde varsa doktorunuzla bunu mutlaka paylaşın.

Göz testin nasıldı?

Anneniniz gözlük kullanıyor olabilir ancak hiç glakom (optik sinirlerde hasar) veya makula dejeneresansı (retinanın incelmesi) teşhisi konulmuş mu? Her iki durum da belirtiler başlamadan önce oluşur ve genellikle de ciddidir. Eğer annenizde (veya babanızda) bu durumlardan biri varsa, 20/20 görüyor olsan da, göz testlerine başlamalısınız.

Hiç depresyona girdin mi?

Annenizin klinik depresyonu veya bunalımı varsa bu seni kara günlere iki-üç kat daha eğilimli yapar. Sorunlarla başa çıkmayı ebeveynlerimizden öğreniriz. Engellerle başa çıkma tekniklerini bilen bir anne bunu kendi kızına da transfer eder. Mutluymuş taklidi yapmayın. Arkadaşlarınıza veya ailenize kendini açmak ruh haline iyi gelir. Eğer iki haftadan uzun bir süre kendini hüzünlü, sıkıntılı, endişeli ve stresli hissedersen doktorundan tavsiye edebileceği bir davranış (cognitive-behavioral) terapistinin ismini rica edebilirsin.

Cildine nasıl bakıyorsun?

Anneniz Demi Moore'la karşılaştırılabilir mi? Onun cildine nasıl baktığını araştırın. SPF-45 onun için bir alışkanlık mı? Peki ya günlük nemlendirici? Onu bu konuda takip edin. Eğer cilt sarkıklığı fazlaysa, "O zaman retinoid kremi için (Retin-A gibi) bir reçete isteyebilirsiniz. Böylece kırışıklıkları azaltıp, deri hücrelerinin kanser oluşturmasının önüne geçebilirsiniz. Ailenizde birinde deri kanseri vakası varsa, tenin koyu renk olsa bile yine de güneş kremini hiçbir zaman yanından ayırmayın. Ayrıca, göz doktoruna da "Gözlerimde herhangi bir pigment değişimi var mı?" diye sormalısınız. Çünkü bu da deri kanserinin bir belirtisi olabilir.


BUGÜN gazetesinden alıntı

Başlık: Bahar ayında depresyona dikkat!
Gönderen: Tuğra - 29 Mart 2009, 10:55:58

Kış mevsiminin etkisini azaltması ve bahar mevsiminin kendisini hissettirmeye başladığı bugünlerde mevsimsel dönüşlerde yaşanan depresyona dikkat edilmesi gerekiyor...

Nöro Psikiyatri uzmanı Uzm. Dr. Akın Gürdil, kış ve yaz aylarına girişte tüm canlılarda değişiklikler görüldüğünü belirterek, "Bizim ruhsal hayatımızda bu durumdan etkilenmekte, anksiyete-depresyon-mani-bipolar bozukluklar gibi bulgular ortaya çıkabilmektedir. Bu dönemlerde yaşanan depresyon kişiyi yaygın bir biçimde kedere, karamsarlığa, ümitsizliğe, isteksizliğe ve yaşamdan zevk alamamaya sevk ediyor.

Depresyona yakalanmış kişi kendini üzgün, kederli, hüzünlü, kasvetli, neşesiz, canı sıkkın, morali bozuk, mutsuz, bedbaht, acınacak halde, perişan, zavallı, dertli, çaresiz, boşluktaymış gibi, sinirli, asabi, düş kırıklığına uğramış, çökkün hisseder" dedi.

Tedavi edilemeyen depresyonun kişinin iş, aile ve sosyal yaşantısını olumsuz yönde etkileyeceğini dile getiren Akın Gürdil, "Tedavi sırasında ana üzüntü kaynağını ortaya çıkarmak ve onu ortadan kaldırmak çok önemli. Tedavi esnasında tedaviyi uygulayan doktor, hastasıyla konuşarak gerekirse ilaçla tedavi edecektir.

Tedavi sırasında kullanılan ilaçlar, beyinde bozulan kimyasal dengeyi düzelterek iyileştirici etki oluşturur ve yan etkileri yok denecek kadar azdır. 1 yıla kadar uzayabilecek ilaç tedavisi tam iyileşme sağlanmadan asla bırakılmamalıdır. Tam tedavi olunmadan ilaç tedavisi kesilirse depresyon belirtileri tekrar nüksedebilir. En doğrusu doktor kontrolünde ilaçlar yavaş yavaş azaltılarak kesilmelidir. Bu hastalıkta erken tedavide önemlidir. Kişi kendinde bu tip belirtiler görmeye başladığı an hemen doktora başvurmalı ve gerekiyorsa hemen tedaviye başlamalıdır" şeklinde konuştu.

Tıme Turk
Başlık: Dikkat ortalıkta salgın var!
Gönderen: Lika - 30 Mart 2009, 03:33:22
Son günlerde başımızı hangi yöne çevirsek hapşıran, halsiz, gözleri kızarmış insanlarla ya da öksürük sesleri ile karşılaşıyoruz. Peki hastalığa yakalanmamanın ve hastalanıldığı takdirde iyileşmenin yolları neler?

Havaların ısınmaya başladığı, ancak her an sürpriz yapabildiği mart, nisan ve ekim ayları, gribal enfeksiyonlar başta olmak üzere birçok enfeksiyonun sık görüldüğü ve alerjik rahatsızlıkların nüksettiği aylardır. O yüzden bu dönem içerisinde kendimize dikkat edip, bazı önlemler almalıyız.

Soğuk ve yağmurlu günlerden daha sıcak ve güneşin kendini daha fazla gösterdiği ilkbaharda, insan metabolizmasında bazı olumsuz değişimler de oluşabilir. İlkbaharla birlikte vücut direncimiz düşebilir, bunu yenebilmek için düzenli beslenip, vitamin takviyesi alıp, egzersiz yapmak en iyi çözümdür. Bu aylarda vücudumuz, depoladığı birçok vitamin ve benzeri direncimizi artırıcı maddeleri de tükettiğinden dolayı, bol taze meyve ve sebze tüketimine dikkat edilmelidir. Yine bu mevsim dönümünde insanlarda birtakım hormonal değişiklikler de gözlenir. Örneğin; böbrek üstü bezinde üretilen bazı hormonların düzeyindeki değişiklikler nedeniyle hastaların bağışıklık sistemlerinde bir zayıflama gözlenir. Buna ek olarak sürekli ısınıp soğuyan hava, kendini bir gösterip bir saklanan güneş nedeniyle insanlar giyinmelerinde de problem yaşarlar, bu da vücut direncimizi olumsuz yönde etkilemektedir. Bunlara ek olarak alerjik rahatsızlıklar da özellikle ısı değişimi ve viral enfeksiyonların tetiklemesiyle belirgin bir artış gösterir.

Mevsim dönümlerinde bağışıklık sisteminin zayıflaması ve enfeksiyonlara karşı savunmamızın zayıflaması, özellikle yaşlı, çocuk, gebe ve kronik hastalığı olan grup için önemlidir. Özellikle okulların açılması ve insanların kapalı ortamlarda toplu halde bulunmaya başlamaları ile birlikte hastalıkların taşınması ve bulaşması da artış gösterir, özellikle toplu yaşam alanları, işyerleri, kreşlerde küçük salgınlar dahi görülebilir.

Başta solunum yolunu ilgilendiren birçok hastalık ve çocukluk çağı hastalıkları hem vücut direncindeki düşme hem de bulaşma ortamının oluşması nedeniyle daha sık görülmeye başlar, sonbahar aylarında karşı karşıya olduğumuz bu tehlikeleri bilip buna karşı önlem almamız başlıca amacımız olmalıdır. Örneğin; hava durumunu iyi takip edip uygun giysilerle dışarı çıkmak, havasız ve kapalı mekanlarda uzun süre kalmamak, öpüşmemek, alerjenlerin yoğun olduğu bölgelerde uzun süre kalmamak, bol taze meyve ve sebze tüketmek, gerektiğinde vitamin takviyesi almak bizi enfeksiyonlara karşı bir miktar koruyabilir.

Yetişkinlerde gribal enfeksiyonlar da ilkbahar ayları ile birlikte gittikçe artan sıklıkta görülmeye başlar, hem iş gücü kaybı hem de hayat kalitesinde önemli düşüklüğe sebep olan bu hastalık birtakım virüslerin solunum sistemi yoluyla alınması ile oluşur, ateş, halsizlik, yaygın kas, eklem ağrıları, iştahsızlık, baş ağrısı belli başlı klinik bulgusudur. Özel bir tedavisi olmamakla birlikte hastaların kesin yatak istirahati, vitamin takviyesi ve klinik bulgulara göre ilaç tedavisi gerekir, gribal enfeksiyonun nezle ve basit üst solunum yolu enfeksiyonundan ayırıcı tanısının dikkatle yapılması gerekmektedir, hastalara özellikle iki günden uzun süren ateş ve diğer bulgulardan herhangi biri mevcut ise doktor yardımı almaları önemlidir, gribal enfeksiyon sonrası zatürre gibi ağır enfeksiyonlar gelişebilir. Maluliyet ve maddi kaybı artırabilir.

İlkbahar ayları içerisinde vücut direncimizin düşük olabileceğini bilip anlattığımız önlemleri alarak hastalığın bulaşmasını ve yerleşmesini önlemek en iyi yöntemdir. Uz. Dr. Murat Görgülü (Memorial Hastanesi)
29 Mart 2009, Pazar
Başlık: Mevsim geçişlerinden midemiz etkileniyor
Gönderen: Tuğra - 30 Mart 2009, 09:34:34

Uzmanlar, mevsim geçişlerinde en çok etkilenen organlar arasında midenin de bulunduğunu hatırlatarak, yiyip içilen gıdalara çok dikkat edilmesi gerektiğini belirtiyor.

Sakarya Vatan Hastanesi Başhekimi uzman doktor Dursun Bostancı, mevsim geçişlerinden bütün vücudun olumsuz etkilendiğini, ancak midenin en çok etkilenen organlar arasında geldiğini söyledi. Bostancı, “Hem fizyolojik hem de psikolojik değişimler en çok mideyi etkiliyor. Şişkinlik, ağrı, hazımsızlık şikâyetleri mevsim geçişlerinde artıyor.

Midesinde ülser gibi rahatsızlıkları olanların şikâyetleri mevsim geçişlerinde daha da artıyor. Bazen mide kanamasına kadar gidebiliyor” uyarısında bulundu. Mide rahatsızlıklarından korunmak için sağlıklı beslenmek, egzersiz yapmak ve çok stres altında kalmamak gerektiğini kaydeden Bostancı, sağlıklı ve kaliteli bir hayat sürmek için midenin iyi korunmasını tavsiye etti.

Tıme Turk
Başlık: Belediye otobüsleri mikrop saçıyor
Gönderen: enfa - 30 Mart 2009, 23:18:36
Belediye otobüsleri, internet kafelerdeki mouse ve klavyeler, hamamlardaki terlikler birçok insanın sağlığını tehdit ediyor!

Bursa İl Sağlık Müdürlüğü Halk Sağlığı Laboratuvarı'nda görevli biyologlar tarafından, 'Umuma Açık Kullanım Alanları ve İnsanların Temas Ettiği Yüzeylerden Bulaşma Etkeni Bakteriler' adı altında yapılan araştırmada, ortak kullanım alanlarında yoğun bakteriye rastlandı.

Özellikle belediye otobüslerindeki tutunma demirleri, internet kafelerdeki mouse ve klavyelerle hamamlardaki terliklerin, bakterilerin en yoğun bulunduğu yerler olduğu belirtildi.

Bursa İl Sağlık Müdürlüğü Halk Sağlığı Laboratuvarı'ndan Biyologlar İsmail Hakkı Arık, Sinan Çakmak ve Nahit Horasan tarafından yapılan araştırma kapsamında, belediye otobüsleri, cep telefonları, hamam (sauna) ve internet kafelerden (maus, klavye, masa vb.) 20 numune alındı. Alınan numuneler 5 gün süreyle, 24 saat ve 48 saatlik periyodlar halinde laboratuvarda incelendi. Ortak kullanım alanlarında yoğun bakteriye rastlandı. Bakterilerin her ortamda bulunduğuna işaret eden uzmanlar, bunların bir çoğunun zararsız olduğunu bazılarının ise insan sağlığı açısından çok tehlikeli olabileceğini bildirdi.

Çalışmada toplam bakteri miktarı, koliform, St.aureus, E.coli gibi bakteriler açısından örneklerin analizini yaptıklarını ifade eden biyologlar, “Toplum tarafından ortak kullanılan araç, gereç ve yerlerin bakteri bulaşmasında rezervuar olduğu araştırmamızda bariz bir şekilde görülmektedir. Bu gibi alanları temiz tutmak ve gerekirse örneğin hamamlarda terlik kullanımının yasaklanması veya dezenfektan kullanımının denetlenmesi, toplu taşıma araçlarının sefere çıkmadan önce dezenfektan maddelerle temizlenmesi, internet kafelerde cihazların her kullanıcı değiştiğinde dezenfekte edilmesi gibi basit önlemlerle toplum sağlığına çok büyük katkılar sağlanacaktır” dedi.
Başlık: Metal, bebeğin uykusunu kaçırır, ahşabı tercih edin
Gönderen: İsra - 31 Mart 2009, 03:04:31
Medical Park Bursa Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Hüseyin Tatar; sağlıklı ve güzel bebek odasında metal malzemeden çok, ahşap mobilya tercih edilmesini tavsiye etti.

Tatar, "Yapılan araştırmalar; metal malzemelerin manyetik alan üreterek, insan organizmasını olumsuz yönde etkilediğini ortaya koymuştur. Metal, bebeğin de kendisini yorgun hissetmesine ve buna bağlı olarak uyku düzensizliklerine neden olabiliyor. Bu nedenle bebeğin odasında büyük metal mobilyalar yerine ahşap tercih edilmeli." dedi.
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Günbatımı - 31 Mart 2009, 12:02:50
   
Belediye otobüsleri mikrop saçıyor !

.... toplu taşıma araçlarının sefere çıkmadan önce dezenfektan maddelerle temizlenmesi, internet kafelerde cihazların her kullanıcı değiştiğinde dezenfekte edilmesi gibi basit önlemlerle toplum sağlığına çok büyük katkılar sağlanacaktır” dedi.

Gerçekten de basit önlemler... Kesinlikle uygulanmalı...
Başlık: Polen alerjisi olanlar dikkat
Gönderen: Lika - 31 Mart 2009, 17:27:51
Havaların ısınmasıyla birlikte bitkilerin doğaya bırakacağı polenlerin 10 milyon kişiyi etkileyebileceği bildirildi.

Uludağ Üniversitesi (UÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Alerji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nihat Sapan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, faaliyetlerine kış döneminde ara veren bitkilerin, bahar aylarında havaların ısınmasıyla birlikte tekrar canlandığını ve polenlerini bırakmaya başladığını söyledi. Alerjik polenlerin toplumun yüzde 10-15'ini etkilediği düşünüldüğünde yaklaşık 10 milyon kişinin alerjik yakınmalarda bulunacağını kaydeden Sapan, “yani 10 milyon kişi polen alerjisi riski taşıyor. Polenler yüzünden burun kaşıntısı ve akıntısı, göz kızarması, kaşıntısı ve akıntısı, boğazda kaşıntı ile birlikte yorgunluk belirtileri, alerjik nezle gibi bulgular ortaya çıkacak. Bunlar, alerjisi olanları bir süre rahatsız edecek” dedi. Sapan, önce ağaçlar, ardından çayır bitkileri ve yabani otların polenlerini bırakarak duyarlı kişileri etkileyeceğini belirterek, şunları kaydetti:

“Çocuklarda 4-5 yaşlarından önce görülmesi nadir olan polen alerjisi, erişkin döneminin en önemli alerjenlerindendir. Ülkemizde özellikle çayır, buğday, arpa, çavdar gibi bitki polenleri, Ege ve Marmara bölgelerinde zeytin ağacı polenleri çok alerjik olan cinslerdendir. Bunun yanında duvar sarmaşığı ismiyle anılan yapışkan ot polenleri de ısırgan otu polenleri ile birlikte önemli alerjik polenleri oluştururlar.”

POLENLERE KARŞI YAPILMASI GEREKENLER

Polen alerjisi bulunanların bu mevsimde dikkatli olması gerektiğine dikkati çeken Sapan, şu önerilerde bulundu:

“Ayakkabılar eve sokulmamalı, pencereler açık tutulmamalıdır. Eve girildiğinde yüz ve eller iyice yıkanmalı, elbiseler hemen çıkarılarak yıkanarak temizlenmelidir. Rüzgarlı günlerde eve gelindiğinde ilk iş olarak duş almak gerekir. Elbiseler olabildiğince dışarıda kurutulmamalıdır. Polen alerjisi olanlar pikniğe gitmemeli, dışarıda zaman geçirmek durumunda olanlar maske takmalıdır. Yüksek etkili filtresi bulunan (HEPA filtre) hava temizleyici cihazlar kullanılabilir. Yatak çarşafları ve yastık kılıfları düzenli olarak değiştirilmelidir. Halı ve kilimleri, haftada 2 kez makine ile süpürmek gerekir.”

Sapan, çocuklar ile erişkinlerin alerjik belirtilerinin farklı olabileceğini, bu yüzden özellikle çocukların mutlaka alerji uzmanına götürülmesi gerektiğini sözlerine ekledi.

Yenişafak
Başlık: Diyabete karşı yürüyüşe geçin..
Gönderen: Lika - 01 Nisan 2009, 02:45:38
Hareketsiz yaşamın davet ettiği diyabeti, basit ama etkili formüllerle önleyebilirsiniz. Prof. Dr. Temel Yılmaz'a göre her gün on bin adım atarak bir saat yürüyen, yani tam altı kilometre yapan insanlarda diyabet riski yüzde 35 oranında azalıyor..

Türk Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Temel Yılmaz, diyabetten korunma yollarını anlattı...

* Diyabet son yıllarda neden bu kadar arttı?
En önemli nedeni; hızla gelişen teknolojinin yarattığı yeni yaşam modeli. TV, bilgisayar ya da internet başında geçirilen hareketsiz saatler, egzersizin azalması, fastfood'un yayılması hem obezitenin, hem de gizli şeker ve diyabetin gelişimini hızlandırdı. Dünyada 240, Türkiye'de ise altı milyonu aşkın diyabet hastası var. Diyabet giderek artıyor. Türkiye'deki hastaların üç milyonunda gizli şeker var, hastalar bunun farkında bile değil.

* Diyabet nasıl önlenir?
Riskli olan ya da tokluk kan şekeri ile gizli şekeri olduğu saptanan kişiler, ilaç kullanmadan diyabetin gelişini geciktirebilir ya da önleyebilir. Finlandiya'da yapılan bir çalışma; her gün bir saat yürüyen kişilerde diyabet oluşumunun yüzde 35 engellendiğini gösterdi. Risk taşıyan kişiler bir 'adımsayar' alıp, günde en az 10 bin adım atmaya, yani yaklaşık 6 km. yürümeye çalışabilir.

ACIKMA KRİZİNE DİKKAT
* Gizli şeker nasıl anlaşılır?
Gizli şeker, insülinin düzensiz ve aşırı salgılanmasıyla ortaya çıkar. Şiddetli acıkma atakları, açlığa tahammülsüzlük, baş ağrısı, fenalık hissi, tatlı krizleri, hamurlu gıdalara eğilim, yemekten sonra ağırlık çökmesi ve uyku eğilimi belirtilerindendir.

Tokluk kan şekeri yemekten sonraki ilk iki saat içinde 140-199 mg/dl arasında olanlar, diyabet açısından riskli olarak kabul edilir. Mutlaka A1C testi yaptırın!

* Peki gizli şeker nasıl önlenir?
Gizli şekeri önlemenin en iyi yolu; uygun bir beslenme programı ile ideal kiloya dönmektir. Gizli şeker döneminde, ara öğünlerde; insülin salgısını tetikleyecek hızlı emilen karbonhidratlı gıdalardan (şekerleme, meyve, simit, beyaz ekmek vb.) kaçınılmalıdır.

Ara öğünler glisemik indeksi düşük ve emilimi yavaş gıdalardan (kepek, çavdar, yulaf, tam buğday ekmeği vb.) hazırlanmalıdır. Ana öğünlerde ise, aşırı yağlı ve kolesterolü yükselten gıdalar tüketilmemelidir.

SİNSİ BİR HASTALIK
* İnsülin tedavisi ne zaman gerekir?
A1C testi yüzde 8'in üzerinde olan hastalar, mutlaka insüline başlayarak bunu yüzde 6.5'in altına indirmelidir.

* Diyabetli bir hasta, organ hasarlarından nasıl korunur?
Diyabetin başlangıcından itibaren 10 yıl boyunca genel olarak hastayı uyaran ya da yaşam kalitesini bozan bir bulgu olmaz. Hastalık sinsice seyreder. Bu süreç, hasta açısından yanıltıcıdır. Burada en önemli tanı aracı, A1C testidir.

A1C testi diyabet hastasının iki aylık kan şeker ortalamasını gösterir. Kişinin A1C testi, yüzde 6.5 değerinin altında olmalıdır. Beyaz alanda yer alan bu değerin altında, diyabete bağlı organ hasarlarının gelişmediği kabul edilmektedir. 6.6-8 değerleri arasına denk gelen sarı alanda ise; büyük damar hasarı, hipertansiyon, koroner bozukluğu, diyabetik ayak ve inme gibi problemler boy gösterebilmektedir. Eğer bu değer 8.1 ve üstünde ise; bu kez küçük damar hasarı, göz bozukluğu, böbrek bozukluğu ya da ayak sinir hasarı oluşabilir.

hayatifarket
Başlık: Plastik şişede östrojen hormonu riski
Gönderen: Tuğra - 01 Nisan 2009, 10:23:14
Plastik şişedeki maden sularını içerken, östrojen alıyor olabilirsiniz.

Hindistan Times gazetesinin internet sitesindeki habere göre, Alman bilim adamları, plastik şişeden suya geçen bazı maddelerin östrojen hormonu etkisi gösterdiğini saptadı.

Frankfurt'taki Goethe Üniversitesinden Martin Wagner ve Joerg Oehlmann, paketleme malzemesinden gıdalara bulaşan maddelerin insanları yapay hormonlara maruz bırakıp bırakmadığını anlamak için 20 çeşit maden suyu markasını tahlil etti.

Araştırmacılar, 9 çeşit cam şişede maden suyu, 9 çeşit plastik şişede maden suyu ve 2 çeşit içi plastik filmle kaplı karton kutudaki maden suyundan örnekler alarak östrojen içeren maddeler bulunup bulunmadığına baktı.

Örneklerin yüzde 60'ında östrojen bulunduğu, cam şişelerdeki östrojen miktarının plastik şişelerdekilerden daha az olduğu tespit edildi.

Cam şişedeki maden sularının yüzde 33'ünde, plastik şişe ve kutulardaki suların ise yüzde 78'inde önemli miktarda hormon bulunduğu saptandı.

Bilim adamları, üreme sistemi üzerindeki etkisine bakmak için bu su örneklerinde Yeni Zelanda çamur salyangozları yetiştirdi.

Plastik şişelerdeki sularda, diğerlerine oranla iki kat daha fazla salyangoz embriyonu geliştiği görüldü.

Bulgular, Environmental Science and Pollution Research dergisinde yayımlandı.

Haber53
Başlık: 5 hastalığa tek ilaç bulundu
Gönderen: Tuğra - 02 Nisan 2009, 10:17:41
Tıp dünyasında büyük yankı uyandıran bu buluş tam 5 hastalığa iyi geliyor. En önemlisi kalp krizi ve felç riskini yarı yarıya azaltıyor.

(http://www.internethaber.com/images/news/83827.jpg)

Hindistan’da yaşları 45 ile 80 arasında değişen 2 bin 53 denek üzerinde denenen ve beş ilacın bileşiminden oluşan bir hap, kalp krizi ve felç riskini yarı yarıya azaltıyor. Ayrıca kötü kolesterol (LDL) ile yüksek tansiyonu önemli ölçüde azaltıcı ve kan akışkanlığını arttırıcı etkisi de görüldü. Tıp dünyasında büyük yankı uyandıran ’toplu hap’ın yan etkisi bulunmadığı gibi, çok daha az masraflı.

YAN ETKİSİ YOK

Yüksek tansiyon, kolesterol düşürücü (statin) ile aspirin ilaçlarından oluşan ’çoklu hapı’ alan insanların, kalp ve damar hastalıklarına maruz kalma riskinin yüzde elli ile yüzde altmış arasında azaldığı iddia edildi. Üstelik yan etkisi yok ve çok daha az masraflı. Çoklu hap adı verilen bileşim, ’üç hipertansiyon ilacının zayıf dozları,’ ’12,5 miligram tiazid,’ ’50 mg atenolol’ ve ’5 mg ramipril’ ile kolesterol düşürücü ’20 mg simvastatin’ ve ’100 mg aspirinden’ oluşuyor.

YÜKSEK TANSİYON, KOLESTROL, KAN AKIŞI, KALP KRİZİ VE FELÇ

Hindistan’da 45 ile 80 yaşlarındaki 2 bin 53 denek üzerinde yapılan ve sonuçları ABD’deki 58’inci American College of Cardiology toplantısında sunulan araştırmaya göre, çoklu hapın etkileri üç ay süreyle diğer tansiyon, kolesterol ve kalp ritmi ilaçlarıyla karşılaştırıldı.

Araştırmanın başında yer alan Kanada’nın Ontario kentindeki McMaster Üniversitesi Halk Sağlığı Araştırma Enstitüsü’nden Dr. Selim Yusuf ile Hindistan’ın Bangalore kentindeki St John’s Tıp Fakültesi’nden Dr. Prem Pais, ilacın, kötü kolesterol (LDL) ile yüksek tansiyonu önemli ölçüde azaltıcı ve kan akışkanlığını arttırıcı etkisinin görüldüğünü söyledi.

Süper hapın en büyük hedefi ise kalp krizi ve felç konusunda patlama yaşayan ve alım gücünün son derece zayıf olduğu gelişmekte olan ülkeler.

KULLANIM KOLAYLIĞI ÖNEMLİ

Türk Kardiyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mehmet Aksoy, hipertansiyon, kolesterol ve aspirini hastalara üç ayrı tablet olarak veriyoruz. Bunları ayrı ayrı içmek zor oluyor tabii. Söz konusu yeni araştırma, ilaçların etkinliğini göstermekle kalmamış, kombinasyona bağlı yan etkiler oluşmadığını da kanıtlamış oldu.

İnternet Haber
Başlık: Hızlı kilo kaybına dikkat edin
Gönderen: Tuğra - 03 Nisan 2009, 10:13:35
Hızlı kilo kaybının bir hastalık belirtisi olabileceği belirtiliyor.

Burdur Devlet Hastanesi Kanser Araştırma Merkezi sorumlusu Dr. Betül Gencer, hızlı kilo kaybı, ağrı, ülser, büyüyen, kanayan, kaşınan leke, siğil, ben, hazımsızlık veya yutma güçlüklerinin kanser belirtisi olabileceğini söyledi.

Dr. Betül Gencer, 'Kanser Haftası' münasebetiyle kanser hastalıkları ve tedavisi hakkında gerçekleştirdiği çalışmalarla ilgili bilgi verdi.

Rahatsız edecek derecede öksürük ve boğuk ses, öksürükle kanlı balgam çıkmasının da kanser açısından tehlikeli olabileceğini belirten Gencer, şunları söyledi: "Kalıtım, tahriş ve yaralanmalar, radyasyona maruz kalma, güneş ışınları, hava kirliliği, sigara ve alkol kullanımı, bazı virüsler, beslenme alışkanlıkları kanserin genel sebepleridir."

Kanserde erken teşhis tedavinin iyileşmede her zaman şansı artırdığını vurgulayan Gencer, "Erken tanı ile doku ve organ kaybını önlenir. Sakatlık riski en aza iner ve tedavi giderleri azalır. Bu hastalık sigara içmemek de oldukça önem taşır. Eğer hasta sigara içiyor ve bırakamıyorsa en azından başkasının yanında içmemesi gerekir. Haftada en az 2 kez 30 dakika egzersiz yapmakta kanser tedavisinde sürekli olarak yapılması gereken yöntemlerdendir." diye konuştu.

Kanser hastalarının günlük sebze meyve ihtiyacını artırması gerektiğine değinen Dr. Gencer, hayvansal yağ alımının kısılması gerektiğinin de altını çizdi.

Katkılı gıdalar yerine doğal besinler tercih edilmesi gerektiğinin üzerinde duran Gencer, şöyle devam etti: "Kanserli hastaların kati surette alkollü içecekleri içmekten sakınması lazım. Uzun süre güneş ışınlarına maruz kalmak ta bu hastalığı tetikleyebilir. Özellikle çocuk ve gençlerin güneşten kaçınması gerekir. Tüm evli kadınlar rahim ağzı, 40 yaş üzeri bütün kadınlar göğüs, 50 yaşın üzeri herkes kalın barsak ve rektum kanserlerini önlemek için sağlık taramalarına katılması gerekir."

Haber Aktüel
Başlık: Ynt:Kız kardeşler, mutluluk dağıtıyor
Gönderen: İsra - 04 Nisan 2009, 03:19:48
Kız kardeşlerin, ailede iletişim ve bağlılığı kuvvetlendirdiği, sorunları içselleştirme eğiliminde olan erkek kardeşlerin sıkıntı verdiği belirlendi. BBC'de yer alan habere göre, İngiltere'de Ulster Üniversitesi'nden bilim adamlarının, yaşları 17 ila 25 olan 571 kişinin katılımıyla yaptığı araştırma, kız kardeşlerle büyüyen kişilerin daha mutlu ve dengeli olabileceklerini gösterdi.

Araştırmada, kız kardeşlerin olduğu bir ailede büyüyen kişilerin, daha açık fikirli ve duygularını tartışmaya daha istekli oldukları da gözlendi.

zaman
Başlık: Ani hava değişikliği hasta ediyor
Gönderen: İsra - 05 Nisan 2009, 04:23:31
Hava sıcaklıklarının nispeten artmasıyla birlikte insan metabolizmasında oluşan değişiklikler; yorgunluk, halsizlik, boğaz yollarında ağrı ve eklem ağrıları gibi şikâyetleri de beraberinde getiriyor.

Konya Numune Hastanesi göğüs hastalıkları uzmanı Dr. Abdülcelil Kalem, mevsim geçişlerinde yaşanan ısı değişikliğinin vücudun savunma mekanizmasını zayıflattığını, bunun da birçok hastalığı beraberinde getirdiğini belirtti. Kalem, "Önce basit, grip şeklinde başlayan ve bu nedenle yeterince önemsenmeyen rahatsızlık sonrasında menenjit gibi çok ciddi enfeksiyonlar da görülebilir. Buna ilave olarak üst solunum yolu bakteriyel enfeksiyonları dediğimiz, bademcik iltihabı, farenjit, farengotonsillit, sinüzit, rinit, orta kulak iltihabı, larenjit şeklindeki rahatsızlıklar kendisini gösterir." dedi.

Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hamdi Arbağ da vücudun bağışıklık sisteminin en zayıf olduğu dönemin bahar geçişleri olduğunu ifade etti. Bu aylarda özellikle bağışıklık sisteminin kendisini toparlaması için C vitamini alınması gerektiğini kaydeden Erbağ, özellikle kronik hastalığı bulunan kişilerin dikkatli olması gerektiğini belirtti.

Baharda ısının aynı gün içinde değişiklik gösterdiğini, en çok üşütme sebebiyle soğuk algınlığı, grip, nezle gibi vakaların arttığını vurgulayan Doç. Arbağ şunları söyledi: "Sabah hava güneşli diye hemen ince giysiler giymemeliyiz. Aşırı soğuk günlerdeki gibi kat kat giyinmek de doğru olmaz. Kişi üşümeyecek ve terlemeyecek şekilde giyinmeli, havanın aniden soğumasına karşı tedbirli olmalı."

Nisan ayında nasıl önlem alınmalı?

Alışılmış olan uyku ritimlerinde ani değişiklikler yapmayın.

Günlük hayatınızda giyecek ve yiyeceklerinize dikkat edin.

Baharda vücudun daha çok vitamine ve minerale ihtiyacı olduğunu unutmayın.

B ve C vitaminleri içeren sebze ve meyveler, domates, patates ve kayısı yemeye çalışın.

Günde ortalama 3 litre su için. Bunu yemek öncesi ve yatmadan önce azar azar yapın.

Her gün sabahları en az 5 dakika yürüyün.

zaman
Başlık: Demir eksikliğine dikkat edin!
Gönderen: Tuğra - 05 Nisan 2009, 12:19:59
Demir eksikliği, ilerleyen yaşlarda kalıcı hastalıkları da beraberinde getiriyor.

Çocuklarda özellikle 6 ay ve 1.5 yaş arasında demir eksikliğine rastlandığını ve demir eksikliğinin genellikle ek gıdalara başlanma döneminde görüldüğüne dikkat çeken uzmanlar, "Mutlaka beslenmede ebeveynler dikkatli olmalı" uyarısında bulunuyor.

(http://www.haberaktuel.com/images/news/28109.jpg)

Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. İsmail Özcan, çocuklarda ek gıdalara geçiş döneminde anne sütünün az verilmesi ve ek gıdaların da yeterli oranda tüketilmemesi dolayısıyla demir eksikliğinin ortaya çıktığını kaydetti. Uzm. Dr. Özcan, çocuğun ek gıdalara geçtikten sonra da bu gıdaları yeterince tüketmemesinin ve fazla oranda süt içmesinin demir eksikliğine neden olduğunu, çocuklara bu nedenle günde yarım litreden fazla süt verilmemesi gerektiğini dile getirdi.

Özcan, "Demir eksikliği çocuklarda iştahsızlığa, huzursuzluğa, uyku düzensizliğine, ilerlemiş haliyle ise zeka parametrelerinde düşüşe neden olabilir. Demir eksikliği bulunan çocuğun zayıf olması gerekmiyor. Çocuk aldığı bazı gıdalardan dolayı kilolu olabilir ancak çocukta yine de demir eksikliği görülebilir. Doktor tarafından demir eksikliği olduğu tespit edilen çocuğa, bu ihtiyacını karşılaması için demir takviyesi yapılır.

Ailelerin de çeşitli gıdalarla bu eksikliğin giderilmesine destek olabileceği unutulmamalı. 7 ve 8. aydan itibaren çocuklara demir eksikliğine karşı belirli oranda kırmızı et, mercimek ve pekmez verilebileceğini, bu yiyeceklerin çocuğun demir eksikliğini gidermesi açısından önemli olduğunu anneler iyi bilmeli." dedi.

Haber Aktüel
Başlık: Çakma Gözlüklere Dikkat Edin
Gönderen: Tuğra - 06 Nisan 2009, 11:26:21
Bahar geldi, yaz ise kapıda. İşte yazın güneşten korunmak için alınacak gözlüklerde dikkat edilecekler.
 
Güneş yüzünü gösterdi. Gözlük satışları başladı. Pazardan 5 liraya gözlük alınmaması gerektiğini belirten uzmanlar, "Çakma gözlükler göz bebeklerini büyüterek zararlı ışınları daha fazla göze yansıtıyor" uyarısını yaptı...

İşportadan alınan kalitesiz gözlükler göz sağlığını tehdit ediyor. Göz hastalıkları uzmanı Doktor Nihat Çark, göz sağlığı için güneş gözlüklerinin büyük faydası olduğunu söyledi. Çark, ancak kalitesiz güneş gözlüklerinin, gözü güneşten korumak yerine daha büyük zarar verdiğini belirterek, "Bu ucuz gözlükler göz sağlığı için zararlı ultraviyole ışınlarına karşı koruyucu olmadığı gibi, göz bebeğini büyüterek bu ışınların daha fazla göze yansımasına sebep oluyor.

Bu da kataraktın yanı sıra retinada görmeyi sağlayan hücrelerde bozulmalara sebep oluyor" dedi. Piyasada ünlü markaların taklitleri yapıldığını ve pazarlarda satışın başladığını dile getiren Çark, güneş gözlüğünün pazardan, işportacıdan değil, optiklerden alınması gerektiğini vurguladı. Çark şu uyarılarda bulundu:

"Kalitesiz, cam yerine şeffaf plastik kullanılan gözlükler güneşin bütün zararlı ışınlarını toplayarak göze yansıtıyor. Güneşten korunmak için göze takılan bu ucuz ve kalitesiz gözlükler çıplak gözden daha çok göze zarar veriyor. Bu sebeple katarak ve diğer göz hastalıkları giderek artıyor. Bir yaşlı hastalığı olarak bilinen katarak ameliyatları 30 yaşlarına kadar düştü. Kalitesiz güneş gözlükleri ayrıca iki göz arasındaki ilişkiyi de bozuyor bulanık hatta çift görme rahatsızlıklarına yol açıyor."

ALIRKEN DiKKAT EDiLECEK HUSUSLAR

Güneş gözlüklerinde ultraviyole ya da morötesi ışınları önlediğine dair bir sertifikası olmalı.

Satın aldığınız güneş gözlüğünü ışığa karşı tutun; gözlüğü aşağı yukarı oynatın. Böyle yaptığınızda camında dalgalanmalar meydana geliyorsa gözlük camı kalitesiz olduğunu gösteriyor.

Çizik camlı gözlükleri almayın.

Güneş gözlüğünü bir uzmanın yardımıyla yüz şekline göre seçin.

Güneş gözlüklerinin cam renginin duman ve kahverengi olmasına dikkat edin.

Yine mavi renkli camların, güneş ışınlarının daha çok göze yansımasına neden olduğu için bu cam renkli gözlükler tercih edilmemelidir.

Aktif Haber
Başlık: İlaçla geçmeyen baş ağrısına dikkat!
Gönderen: enfa - 07 Nisan 2009, 23:07:53
Merkezî ya da çevresel sinir sisteminin hasar görmesi sonucunda ortaya çıkan, 'nöropatik ağrı'nın, basit ağrı kesicilerle tedavi edilemeyeceği bildirildi.

Uzmanlar sinir sisteminin hasar görmesi sonucunda ortaya çıkan süreğen ağrı olarak adlandırılan nöropatik ağrının, hastalar tarafından batıcı, delici, saplanıcı, yakıcı, iğnelenme şeklinde tanımlandığına dikkat çekiyor.

Hastalığın en olumsuz yanının, hastaların fiziksel, psikolojik, duygusal ve sosyal etkiler olduğunu ifade eden Bahar Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ali Özkan, nöropatik ağrıyı çekenlerin yüzde 70'inde depresyon, anksiyete ve uyku bozukluğu görüldüğünü söyledi. Özkan, "Bu tür ağrı, her 10 kişiden birinde görülen ve oldukça yaygın ortaya çıkan bir ağrı türü. Bazı hastalar vücutlarına sürülen pamukla bile çok şiddetli ağrı çekiyor. Hastaların bir kısmı ağrı nedeniyle çalışamaz, yürüyemez, uyuyamaz, hatta giysilerin yarattığı yanma hissiyle giyinemez hale gelmektedir. Diyabetlilerde çok sık görülüyor. Böbrek yetersizliği, çeşitli damar hastalıkları, alkolizm, bazı nörolojik hastalıklar, kanser, bel ve boyun fıtığı, zona gibi enfeksiyon hastalıklarının nöropatik ağrıya sebep olduğunu biliyoruz." dedi.

Özellikle geceleri artan ağrıların uyku bozukluğuna, sosyal yaşamın aksamasına, depresyon ve gerginliğe yol açtığına değinen Özkan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Nöpopatik ağrının tedavisi çok yönlüdür. Ağrı ile birlikte, buna sebep olan hastalığın ve hastalarda oluşan depresyon, uykusuzluk ve konsantrasyon güçlüğünün de tedavi edilmesi gerekiyor. Tedavide standart ağrı kesicilere yer yoktur. Ağrı kesicilerle tedavide boşa kürek çekmiş olursunuz. Nöropatik ağrının tedavisinde hiçbir zaman basit ağrı kesicilerin yeri yoktur."
Başlık: İşte Unutkanlığın Belirtisi
Gönderen: Tuğra - 08 Nisan 2009, 00:44:11
Unutkanlık her yaştan insanın en sık yakınmasıdır ancak çoğunlukla bir hastalık belirtisi olarak görülmemektedir. Oysa durum böyle değil...
 
Gençlere “bu yaşta unutkanlık olmaz” denirken, yaşlılara “unutması normal” gözüyle bakılır. Oysa unutkanlık altta yatan bir hastalığın belirtisi olarak düşünülmeli ve uzman bir hekim tarafından araştırılmalıdır. Nöroloji Uzmanı Dr. Erem Tokuş unutkanlık ile ilgili bilinmesi gerekenleri derledi.

Unutkanlık kimi zaman depresyon, vitamin eksiklikleri, tiroit fonksiyon bozukluklarına bağlı olarak görülebilir ve uygun tedavi ile tam şifa sağlanır. Ancak unutkanlığın bunamanın ilk belirtisi olabileceği de bilinmelidir. Bunama (demans), orta-ileri yaşlarda başlayan, akli becerilerde ilerleyici kayıplara neden olan bir hastalıktır. Hastalık, zihinsel fonksiyonlar ve günlük yaşam aktivitesinde ilerleyici bozulma ve davranış problemleri ile tanımlanır. Alzheimer hastalığı, demansın en sık nedeni olmakla birlikte, bunamaya neden olabilen pek çok başka hastalık da vardır.

Hastalık, doğası gereği ilerleyici özelliktedir. Şu anki mevcut tedavi seçeneklerimiz hastalığın ilerleme hızını duraklatma ile sınırlıdır. Güncel klinik araştırmalar yakın gelecekte çeşitli tedavi olanaklarının mümkün olabileceğini düşündürmektedir. Demans hastalığının seyrini başlangıç, orta ve ileri evreler olarak gruplandırabiliriz.

Başlangıç evresindeki hastanın zihinsel fonksiyonlarında aksaklıklar mevcuttur. Zihinsel fonksiyonlarımız konuşma, anlama, iletişim, soyut düşünme, muhakeme gibi entelektüel becerilerimizdir. Demans hastası okuduğunu anlayamaz, konuşurken kelime bulmakta güçlük çeker, okuduğunu anlayamaz/yorumlayamaz. Basit unutkanlıklar olarak başlayan bu yeti kayıpları genellikle fark edilmez ya da yaşla ilişkili olağan değişiklikler olarak yorumlanır. Ne yazık ki bu evrede hekime başvuru son çok azdır. Oysa erken teşhis, her hastalıkta olduğu gibi bunamada da tedavinin daha yüz güldürücü olmasını sağlamaktadır.

Zihinsel işlevlerdeki aksaklıklar, günlük yaşamı etkilemeye başladığında sorunlar dikkat çekici hale gelir. Örneğin hasta telefonu nasıl kullanacağını bilemez, kişisel temizliliği/bakımını yapamaz, para hesabını yapamaz hale gelir! Günlük yaşam aktivitelerinin etkilenmeye başladığı orta evrede, hastalar temel gereksinimleri için bile yakınlarına bağımlı hale gelirler. Bu dönemde hasta çorbasını çatalla içmeye çalışır veya yemek yediğini unutarak tekrar ister.

İleri evrede ise artık davranış problemleri başlar. Bu dönem, sosyal ve ahlak öğretilerine uygun olmayan davranışlar nedeniyle hasta yakınlarının en sıkıntılı olduğu evredir. Hasta tuvaletini nereye yapacağını bilemez, fiziksel veya sözlü tacizler de bulunabilir, saldırganlık gösterebilir. Zaman içinde hastalar yatağa bağımlı hale gelir.

Demans 65 yaşının üstünde olan insanların yaklaşık %15'inde görülür. Hastalığın görülme sıklığı yaşla doğru orantılı olarak artmaktadır. 80’li yaşlarda her iki yaşlıdan birinde demans görülmektedir. Dünyada yaşlı nüfusun artmasıyla, demans görülme sıklığının artışının da katlanarak artacağı öngörülmektedir.

Demans için risk faktörleri: ileri yaş, düşük eğitim düzeyi, kadın cinsiyeti, kafa travması öyküsü, orta yaşlarda başlayan şeker hastalığı ve kalp-damar hastalığı olarak sayılabilir.

Bunama, hasta kadar yakınlarını da sosyal ve ekonomik olarak etkileyen bir hastalıktır.

Demans için uyarıcı 10 işaret:

1. Unutkanlık

Randevularımızı, telefon numaralarını unuttuğumuz olmuştur ancak demans hastasında unutkanlık daha sıktır ve özellikle yakın geçmişe ait olaylar daha kolay unutulur, geçmiş döneme göre hafıza daha iyidir.

2. Düzenli görevleri yapmada güçlük

Zaman zaman hepimiz zihinsel dağınıklık yaşarız ve yemeğe tuz koyup koymadığımızdan emin olmayız. Ancak demans hastası yapmayı iyi bildiği bir yemeği pişirirken içine koyması gereken ana maddeleri eklemeyi unutabilir.

3. Konuşma/iletişim problemleri

Demans hastası kelime bulmakta güçlük çektiği için konuşmasının akıcılığı bozulmuştur. Kendisine söylenen uzun cümleleri anlayamaz.

4. Yer ve zamana oryantasyonunda bozulma

Bazen ayın kaçı olduğunu unuttuğumuz olmuştur ancak bir demans hastası evinin yolunu bulmaz, evde odaların yerini karıştırabilir.

5. Bozulmuş yargılama

Hasta, mevsimlere uygun giyinemez, bahar geldiğinde hale kışlık kalın kıyafetlerini giymeyi sürdürebilir.

6. Soyut düşüncede problem

Bir demans hastası masayı görünce tanıyabilir ancak masanın yemek yemek için kullanılacağını düşünemez.

7. Eşyaların yerlerini karıştırma

Anahtar ya da güneş gözlüğünüzü nereye koyduğunuzu hatırlayamadığınız zamanlar oluyordur. Bir demans hastası ise eşyaları uygunsuz yerlere koyabilir; ütüyü buzdolabına, makası fırına.

8. Davranış ve duygularda değişiklikler

Hepimiz zaman zaman üzgün oluruz. Demans hastasının duygularında dalgalanmalar dikkat çekicidir, nedensiz öfkelenme ya da ağlamalar sıktır

9. Kişilik değişiklikleri


Demans hastası şüphecidir, yersiz öfkelenmeleri olabilir.

10. İnisitayif kaybı


Demans hastası oldukça pasif hale gelmiştir, karar vermekte zorlanır, desteklenmeye ihtiyacı vardır.

Aktif Haber
Başlık: Bahar yorgunluğundan kurtulun!
Gönderen: Tuğra - 10 Nisan 2009, 10:16:05
Bitkinlik, neşesizlik, eklem ağrıları, uyuyamamak, uyanmakta zorlanmak, sürekli sıkıntı hali gibi belirtilerle kendini gösteren bahar yorgunluğu, önlem alınmadığı zaman depresyona dönüşebiliyor.

Uzmanlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklara yol açabilen rahatsızlığı yenmek için bol C ve B vitamini takviyesi, egzersiz, su içme ve güneşlenmeyi öneriyor.

NP İstanbul Nöropsikiyatri Hastanesi'nden uzman psikolog İhsan Öztekin, bahar yorgunluğu olarak başlayıp sonradan depresyona dönen ruh halinin tedavi edilmezse ciddi sorunlara yol açabildiğini vurguladı.

Saatlerin ileri alınmasının bile insanlarda olumsuz etkiler uyandırdığına işaret eden Öztekin, "Canlanmanın sembolü olan bahar, yeni mevsime adaptasyonu gerektiriyor. Bünye, kışın yorgunluğundan çıkma, sonra harekete geçme ve yeni bir duruma alışmanın zorluğunu yaşıyor." diye konuştu.

Uykuya ve uyuşukluğa teslim olmayın

Daha erken kalkmaya çalışın

Yeteri kadar uyumaya dikkat edin

Yatmadan önce sıkıntılı konuları aklınızdan uzaklaştırın

Kötü haberlere, uyuşukluğa teslim olmayın

Günde 3 litre su için

Bol bol egzersiz yapın

Sebze ve meyve ağırlıklı beslenin

Güneşlenin

ZAMAN
Başlık: "Kahverengi Yağ" mucizesi
Gönderen: Tuğra - 11 Nisan 2009, 11:27:34
Kahverengi yağlar, şeker hastalığı ve aşırı kiloyla mücadeleye yardımcı olabilir

Yeni doğan bebeklerde fazla miktarda bulunan ve bebeklerin vücut ısılarını düzenlemeye yarayan kahverengi yağlar, gelecekte, yetişkinlerde kalorilerin yakılmasına, şeker hastalığı ve aşırı kiloyla mücadeleye yardımcı olabilir.

Harvard Üniversitesi'nden Dr Ronald Kahn ve ekibinin yaptığı araştırma, yetişkinlerde neredeyse yok olduğu düşünülen kahverengi yağların vücutta halen bulunduğunu ve aktif kaldığını gösterdi.

1972 kişinin katıldığı araştırma sonucunda bilim adamları, kahverengi yağ, kandaki glikoz ve aşırı kilo seviyesinde yaşa göre önemli farklılıklar bulunduğunu gördü. Genç olanların kahverengi yağ oranının daha fazla olduğu ortaya çıktı.

Araştırmacılar bu yağın kışın, hava soğuk olduğunda, daha aktif olduğunu ve ısı üretmek için kalori yaktığını da vurguladı.

''New England Journal of Medicine'' dergisinde yayımlanan araştırmaya imza atanlardan Dr. Kahn, kahverengi yağın, kanındaki glikoz seviyesi normal olan zayıf yetişkinlerde daha fazla, aşırı kilolularda ise genellikle daha az olduğunu belirtti.

Tomografinin sadece belli büyüklükte ve faaliyetteki kahverengi yağ hücreleri gruplarını saptayabilmesi nedeniyle bu araştırmadaki veriler tahmini. Araştırmacılara göre, kahverengi yağ kadınlarda yüzde 7,5, erkeklerde ise yüzde 3'ün üzerinde.

Şimdi bilim adamları gelişmiş görüntüleme yöntemleriyle, gelecekte, kahverengi yağ oranı ve işlevini daha iyi saptamayı umuyor. Böylece bu yağın rolü daha iyi anlaşılabilecek ve aşırı kilo ile metabolizma bozukluklarının tedavisinde kullanılma ihtimali araştırılacak.

Kahverengi yağlar, rengi normal yağ dokusundan daha koyu olduğu için bu şekilde adlandırılıyor.

Haber3
Başlık: Antibiyotiğe Karşı Gelişen Direnç Mekanizmaları
Gönderen: Tuğra - 12 Nisan 2009, 10:44:51
“Antibiyotik tedavi, eğer gelişigüzel bir şekilde kullanılmışsa, geçici olarak temizleyebilen ve iyileştirebilen tıbbi bir sel haline gelebilir, ama sonunda kendi yaşamını yok edebilir.”   Felix Marti-Ibanez, 1955.

Direnç bakteri ve diğer mikroorganizma­ların bir özelliği olup, genel anlamıyla onların ilaç (antibiyotik) tarafından etkilenmemesi demektir. Klinikte kullanılan anlamıyla direnç, patojen mikroorganizma veya su­şun, kemoterapötik ilacın kullanıldığı doz aralığında serumda meydana getirdiği yoğunluk düzeyinde, ilaç tarafından etkilenmemesi demektir.

Direnç doğal ve kazanılmış (mutasyonal ve aktarılabilir) direnç diye ikiye ayrılır.  Bir ilaca dirençli olan bir bakteri türü benzer yapı veya etki şekline sahip diğer bir ilaca da dirençli olabilir. Bu olay da çapraz direnç olarak bilinir.

Bazı bakteri türleri belli bir ilaca doğal olarak dirençli olabilirler; bu durum doğal direnç diye bilinir. Bu olayın temelinde mikroorganizmaların metabolik olarak inaktif fazda bulunması veya ilacın etki mekanizmasına uygun hedef yapıların bulunmaması durumu vardır. Bu duruma örnek olarak hücre duvarı olmayan Mycoplasmaların beta-laktam antibiyotiklere olan direnci ve Mycobakterium tuberculosis'in kalsifiye odaklarda metabolizması yavaşlamış olarak uzun süre canlı kalabilmesi ve bunun sonucunda antitüberküloz ilaçlara dirençli olması verilebilir.

İlacın bakterilere girememesi veya etkileyebileceği mekanizmaların olmamasından ileri gelen doğal direnç durumu Enterobacteriaceae ailesindeki bakterilerde penisilin G’ye, Gram-pozitif bakterilerde de polimiksin B’ye karşı görülür. Bazı bakteriler belirli antibiyotiklere bölünme ve gelişme dönemlerinde du­yarlı oldukları halde, bu dönemi izleyen "durgunluk" dö­neminde dirençlidirler. Kural olarak, antibakteriyel ilaç­ların spektrumları dışında kalan patojen mikroorganiz­malar onlara doğal olarak dirençli olan mikroorganiz­malardır. Bu nedenle doğal direnç öngörülebilir nite­liktedir ve klinik bakımdan sorun oluşturmaz.

Tüm ilaçların etki genişliği aynı olmadığından, bazı bakteriler bazı ilaçlara farklı derecede duyarlı veya tümüyle duyarsızdırlar. Bu durum bakterinin genetik yapısı ve metabolizmasıyla ilgilidir. Gram-negatif bakterilerin hücre duvarında benzilpenisilinlerin geçemedikleri lipopolisakkarid yapıda bir endotoksin tabakası bulunur. Aminopenisilin ve asilüreidopenisilin türevleri bu tabakayı kolay geçer ve Gram-negatif bakterileri de etkilerler.

Direncin ikinci şekli kazanılmış dirençtir. Bu­rada bakteri popülasyonunun antibiyotik ile ilk temasa gelişinde, ilaç bakteriler üzerinde etkilidir; ancak, temas süresi boyunca veya yinelenen te­maslar sırasında bakteri popülasyonunda ilacın antibak­teriyel etkisine karşı direnç gelişir. Hemen her anti­mikrobik ilaca karşı er-geç direnç gelişebilir. Direnç gelişmesinin göstergesi, ilacın o mikroorganiz­madaki minimum inhibitör konsantrasyon (MİK) ve minimum bakterisid konsantrasyon (MBK) değerlerinin giderek yükselmesi­dir.

Bundan dolayı, başlangıçta belirli bakterilere karşı oldukça düşük yoğunluklarda etkili olan bir antibakteriyel ilaç, kısa veya uzun bir süre sonra, aynı bakte­ri türüne karşı, bu yoğunluklarda etkisiz kalabilir. Direnç, bakterinin antibiyotiklere in vitro koşullar altında maruz kalması sonucu gelişebileceği gi­bi in vivo olarak, yani vücut içinde de gelişebilir.

Bir antibiyotik çeşidine karşı duyarlığını kaybeden bakteri türü, buna yakın kimyasal yapıda olan veya farklı yapıda fakat benzer etki mekanizmasına sahip olan diğer bir antibakteriyel ilaca karşı da direnç kazanabilir. Bu olaya çapraz-direnç adı verilir. Örneğin, oksitetrasiklin'e direnç kazanan bir bakteri bu maddeye benzer kimyasal yapıya sahip tetrasiklin, klortetrasiklin ve doksisiklin'e karşı da direnç kazanmış olur; ayrıca tetrasiklinlere direnç kazanmış gram-negatif bakteriler, benzer bir antibakteriyel etki mekanizmasına sahip olan kloramfenikol'a da genellikle direnç gösterirler.

Bakterilerin birden fazla ilaca direnç kazanmasının diğer bir şekli de çoklu (multiple) dirençtir. Bu durum bakterilerin, yapısı ve antibakteriyel etki mekanizması farklı birçok ilaca karşı kazandığı direnç durumudur. Çoklu direnç, genel­likle bakterinin kromozomlarında ve özelikle plazmidlerinde birden fazla türde direnç geninin bulunmasına bağlıdır; örneğin dirençli Enterobacteriaceae türlerinde 10 veya daha fazla antibakteriyel ilaç çeşidine karşı direnç oluşmasına yol açan genleri taşıyan plazmidlerin varlığı gösterilmiştir.

Kazanılmış direnç, bakterinin kromozomların­da oluşan mutasyon sonucu veya bakterinin ortam­dan ya da diğer bakterilerden, transdüksiyon, transfor­masyon ve konjügasyon olaylarından biri vasıtasıyla, direnç yapan gen paketini alması (yani R plazmidleri ve­ya transpozonlar aracılığı ile olan direnç) sonucu meydana gelir.

Kromozomal Mutasyonla Olan Direnç: Bu şekil dirence yol açan mutasyon olayı bakterinin antibiyotik ile temasına bağlı değildir ve arada bir neden-sonuç ilişkisi bulunmaz. Mutasyon bakteride genellikle spontan olarak oluşur. İlaçla temasta olan ve ol­mayan iki bakteri popülasyonunda mutasyon sıklığının genellikle aynı olduğunu gösteren gözlemler vardır.

İlacın etkisi altında gelişme ve üremelerine devam eden dirençli mutant bakteriler, popülasyondan ilaç etkisi altın­da kaybolan duyarlı bakteri suşlarının veya suş içindeki duyarlı bireylerin yerini alırlar; bu durum yanlış olarak direncin ilaçla temastan sonra oluştuğu kanısına varılmasına neden olabilir.

Kromozomal mutasyonla olan kazanılmış direnç, bir aşamada veya çok aşamada oluşabilir:

Bir aşamalı mutasyon: Antibakteriyel ilaçla bir veya birkaç temastan sonra birden ve ileri derecede bir direnç oluşur. Buna streptomisin-tipi direnç adı da verilir. Streptomisinle sağaltıma başlanmasını takiben 3-4 gün gibi kısa bir süre içinde dirençli suşlar ortaya çıkabilir. E.coli, S.aureus gibi bakterilerde rifampine karşı oluşabilecek direnç bu mutasyon tipine örnek olarak verilebilir. İlacı hızla parçalayan DNA’ya bağımlı RNA polimeraz içeren mutant suşlar da ortaya çıkabilir.

Çok aşamalı mutasyon: Direnç yavaş olarak, derecesi gittikçe artan bir biçimde oluşur. Buna penisilin tipi direnç de denir. Bu tipteki direncin gelişmesi için DNA molekülünde farklı yerlerdeki genlerde birbirini izleyen bir dizi mutasyon olayının meydana gelmesi gerekir. Penisilinlere ve tetrasiklinlere karşı bu tip direnç oluşabilir. Sadece kromozomal mutasyonla meydana gelen direncin terapötik sorun oluşturan başlıca örnekleri; rifampisin, izoniazid veya nalidiksik aside direnç ve S aureus'ta metisiline karşı gelişen dirençtir.

Aktarılabilir direnç (R Plazmidleri ve Transpozonlar Aracılığı ile Olan Direnç): Plazmidler, ekstrakromozomal genetik elemanlar olup, sirküler yapıda çift zincirli DNA molekülleridir. Plazmidlerin molekül ağırlığı 1-200 milyon dalton arasında değişir. Duyarlı bakterilerin direnç kazanmalarından sorumlu faktörler plazmidler veya epizomlar üzerinde yerleşmiş gen paketidir; plazmidlerde 20-500 gen bulunur; bunlar 3-9 arasında antibiyotiğe direnç gösteren gen materyalini taşıyabilirler. Bakterilerde dirençliliği sağlayan genleri taşıyan bu plazmidlere direnç plazmidleri (direnç faktörü, R plazmidleri) adı verilir.

Transpozonlar, direncin taşınmasında rol oynayan diğer bir özel DNA parçasıdır. Bunlar hem kromozomal DNA üzerine, hem de plazmidler üzerine sokulabilen daha ufak ve hareketli DNA parçacıklarıdırlar ve transpozonlar, plazmidden-plazmide, plazmidden-kromozoma kolayca atlayabildiklerinden, bakteri topluluklarında direnç materyalinin hızla yayılmasına yol açarlar.

Transdüksiyon: Bakteriyofajlar direnç plazmidinin taşıyıcılığını yaparlar. Bakteri içine giren bakteriyofaj onun direnç faktörünü, kendisinin viral protein kılıfı içine alır ve bölünerek plazmidin kopyasını içeren çok sayıda yavru bakteriyofaj oluşturur. Sonuçta bakteri hücresi patlar ve ortama R faktörü içeren yüzlerce yeni bakteriyofaj saçılır. Bunlarda aynı veya farklı türden diğer bakterileri infekte ederler ve onları da dirençli duruma getirirler.

Konjugasyon: Dirençli bakteri, duyarlı bakteriyle sitoplazma köprüsü oluşturur ve R faktörlerinden biri duyarlı hücreye geçer ve onu da dirençli yapar.

Transformasyon: Bakterinin parçalanması sonucu açığa çıkan R faktörleri veya DNA kırıntıları etraftaki duyarlı bakteriler tarafından alınırlar ve bu bakteriler dirençli duruma geçerler.

R faktörleri ve transpozonlar aynı veya farklı türden bakterilere geçebilir. Örneğin penisilinaz salgılaması nedeniyle penisiline direnç gösteren gonokoklarda bu durumdan sorumlu olan R faktörleri, gonokoklardan Haemophilus influenzae türü bak­terilere de geçebilir ve bu bakterilerde penisilinaz salgılar hale gelebilirler.

Aynı şekilde Shigella türü bakterilerde tetrasiklinlere, kloramfenikola, streptomisine ve ampisiline karşı dirençten sorumlu olan faktör, E. coli türlerine geçebilir. Diğer bir önemli nok­tada, R faktörleri bakteride sadece bir antibakteriyel ilaca veya onun yapıca benzerine karşı değil, yapı­ca farklı diğer bir veya birkaç ilaca karşı da direnç oluşturabilirler. Böylece bakterilerde çoklu direnç gelişmiş olur. Çoklu-direnç transpozonlar aracılığı ile olan direnç olayında da görülür.

Kaynak:

Ekici,H. Antibiyotiklere Direnç ve Dirençliliğin Boyutlarının Çok Yönlü Değerlendirilmesi. A.Ü.Sağlık Bilimleri Enstitüsü. Seminer, 2008.

Ekici,H., Yarsan,E. (2008). Antibiyotiklere Direnç ve Dirençliliğin Boyutlarının Çok Yönlü Değerlendirilmesi. Türk Veteriner Hekimleri Birliği Dergisi. 8(3-4):85-93.
Başlık: Göz tedavisinde "iLASIK" yöntemi
Gönderen: Tuğra - 13 Nisan 2009, 09:52:53

NASA astronotları, ABD ordusu ve FBI çalışanlarının gözlerini tedavi eden 'iLASİK lazer' adlı yöntem artık Türkiye'de de uygulanıyor.

Dünyagöz Hastaneler Grubu Refraktif Cerrahlarından Op. Dr. Efekan Coşkunseven, yaptığı açıklamada, 1980'li yılların ortasından bu yana dünyada milyonlarca kişinin lazer yöntemi sayesinde gözlük ve lenslerinden kurtulduğunu ancak çok sayıda kişinin milyonlarca kişinin hala ameliyatın güvenilirliği konusunda endişelendiğini ve ileride daha iyi bir teknoloji çıkacağı ümidiyle beklediğini söyledi.

Coşkunseven, "iLASIK, yaşam kalitemizi arttıran bir yöntem. Güvenle ve üstün başarıyla gözlük ve lens kullanımını sona erdiriyor. Intralase teknolojisi ile artık gözleriniz komplikasyon riski yaşanmadan tedavi ediliyor ve hızla iyileşiyor" dedi.

Bilinen tüm lazer uygulamalarındaki son gelişmelerin iLASIK yönteminde bir araya getirildiğini anlatan Coşkunseven,  operasyonun yaklaşık 10 dakika sürdüğünü dile getirdi.

AA
Başlık: Kalp sağlığı için soğuk deniz balığı tüketilmeli
Gönderen: Tuğra - 14 Nisan 2009, 09:52:14
Kalp damar hastalıklarından korunmada, somon, ton, uskumru ve levrek gibi soğuk deniz balıklarının tüketilmesinin çok etkili olduğu, balık tüketiminin damar sertleşmesini engelliği, kan yağlarını ve kan basıncını düşürdüğü, kanın sulanmasını sağladığı bildirildi.

(http://www.haber53.com/resimler/haberler/30679.jpg)

Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi Kardiyoloji Klinik Şef Yardımcısı Doç. Dr. Ahmet Temizkan, kalp ve damar sağlığının korunmasında balık tüketiminin çok önemli olduğunu söyledi.

Geçen yıl yurt dışında yapılan iki yeni çalışma sonucuna değinen Temizkan, ''İtalya'da yapılan (GISSI-Kalp Yetersizliği) çalışmasında, kalp yetersizliği olan hastalarda balık yağı kullanıldığında ölüm oranlarının ve hastaneye yatışların azaldığı belirlendi'' dedi.

Temizkan, balık tüketiminin tedavi etmekten ziyade koruyucu bir etkisinin bulunduğunu ve bu nedenle kalp hastası olmayı beklemeden düzenli balık yenilmesine özen gösterilmesi gerektiğini vurguladı.

Balığın hem sadece kendisinin hem de tüketilirken yanında bol salata yenilmesinin alışkanlık haline dönüştürülmesinin, OMEGA-3'ün yanı sıra yeşilliklerden diğer faydalı vitaminlerin de alınmasını sağlayacağını ifade eden Temizkan, ''Balığın içinde çoklu doymamış yağ ve yağ asitleri, kötü kolesterolün damara oturmasını önleyerek damar sertleşmesini engelliyor. Kan yağlarını ve kan basıncını düşürüyor.

Kanın sulanmasını sağlıyor. Bunun dışında insülin direncini düzelttiğine dair veriler var. Göz, saç, cilt sağlığının korunmasında da etkili olduğu biliniyor'' diye konuştu.

Haber53
Başlık: Terfi, akıl sağlığına iyi gelmeyebilir...
Gönderen: Tuğra - 15 Nisan 2009, 10:27:35
İngiliz araştırmacılar, iş yerinde terfinin akıl sağlığına iyi gelmediğini öne sürdü...

Daily Mail gazetesinin haberine göre, birçok çalışan için iş yerinde kariyer merdivenini adım adım tırmanmak bir hedef olsa da, bu hedefe ulaşmanın çalışanın akıl sağlığı üzerinde zararının görülebildiğini belirten araştırmacılar, terfinin kişide stres seviyesini yüzde 10 oranında artırdığını belirledi.

Kişide terfiden sonra artan baskının daha çok iş, fazla sorumluluk ve dinlenme zamanının azalmasından kaynaklandığı sanılıyor.

Warwick Üniversitesinden ekonomistler ve psikologlar, 1991 ile 2005 yılları arasında terfi edilen bin kişinin durumunu araştırdı.

Araştırmacılar, yüksek mevkilerdeki kişilerin daha sağlıklı olduğundan yola çıkarak, araştırma sonucunun bunu yansıtacağını düşündü. Ancak araştırmacılardan Chris Boyce, "işte terfi almanın herkesin düşündüğü gibi süper olmadığını" ifade etti.

Araştırmanın, yöneticilerin akıl sağlığının terfiden sonra bozulduğunu ve bunun uzun sürebildiğini ortaya koyduğunu anlatan Boyce, insanların yönetici konumunda oldukları için kendilerini daha sağlıklı bulabileceklerini, ancak bu durumun, konumlarının doğrudan bir sonucu olduğu anlamına gelmeyeceğini kaydetti.

Boyce, araştırma sonucunun, terfinin fiziksel faydasının olmadığını da ortaya koyduğunu belirtti. İş akıl sağlığına geldiğinde, aslında terfinin kişiyi kendisini daha stresli hissetmesine neden olduğunu, bunun da terfinin sağlık için iyi olamayabileceği anlamına geldiğini ifade eden Boyce, terfinin artan baskı ve stres seviyesi yüzünden herkes için en iyi yol olamayabileceğini söyledi.

Tıme Turk
Başlık: Sizinki bahar alerjisi mi?
Gönderen: Tuğra - 16 Nisan 2009, 09:48:36
Kimilerimiz burun akıntısı ve hapşırmaktan yakınıyor, kimilerimiz ise tıkanan nefesinden ve durmak bilmeyen öksürük krizlerinden... Alerjiyi sizler için araştırdık...
Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, bahar alerjisinden korunma yöntemlerini ve daha pek çok önemli noktayı sizler İçin anlattı!

(http://www.timeturk.com/images/news/4413.jpg)

Bahar alerjisi nasıl oluşuyor?

Bahar alerjisi, bağışıklık sistemimizin bir çeşit yanılgısı sonucu gelişiyor. Bu mevsimde havadaki polenler soluma yoluyla vücudumuza yerleşiyor. Bağışıklık sistemimiz de aslında zararlı olmayan polenleri adeta düşman gibi görüp takip altına alıyor ve ona karşı "IgE" adı verilen özel antikorlar üretiyor. Siz daha sonra duyarlı olduğunuz polenle karşılaştığınızda, polen ile antikorun birleşmesiyle salgılanan histamin ve benzeri maddeler aracılığıyla alerjik reaksiyonlar ortaya çıkıyor.

Her polen alerjiye neden oluyor mu?

Polenlerin hepsi alerjik reaksiyona yol açmıyor. Halk arasında bilinenin aksine alerjik reaksiyona renkli bitkiler değil; kavak, huş ağacı, meşe, akçaağaç, karaağaç, kayın, dişbudak, zeytin ve fındık gibi ağaç polenleri ile ayrık otu, tilki kuyruğu, domuz ayrığı, yumak otu, delice otu gibi çayır ve hububat polenleri neden oluyor.

Polenler hangi hastalıklara yol açıyor?

Havada bolca bulunan polenler solunum yoluyla burunda, bronşlarda veya gözlerde alerjik hastalıklara neden oluyorlar. İşte bu yüzden bahar mevsiminde; alerjik rinit, astım, alerjik göz nezlesi ve ürtiker (kurdeşen) hastalıklarında büyük bir artış gözleniyor.

Saman nezlesi olarak bilinen alerjik rinit nedir?

Çiçek tozlan ve hayvan tüyleri gibi çeşitli maddelere karşı aşırı duyarlılığı olan kişilerde, bu maddeler burun yoluyla vücuda alındıklarında, histamin adlı bir madde salgılanıyor. Bu madde de dokularda kılcal damar genişlemeleri ile dokuların şişmesine yol açıyor ve saman nezlesi adıyla bilinen alerjik rinit adlı hastalığı ortaya çıkartıyor. Burun tıkanıklığı, nezle, aksırık ve göz yaşarması gibi belirtileri olan alerjik rinit tedavi edildiğinde hastalar daha rahat bir hayat sürebiliyor. Ancak önlem alınmazsa, hastalık; sinüzit, orta kulak iltihabı, bronşit veya astıma dönüşebiliyor.

Astım krizleriyle baş etmek mümkün mü?

Alerjik bünyeliyseniz, bahar aylarında çok dikkatli olun. Çünkü polenler astım krizlerine yol açabiliyor. Astım, akciğerlere kadar ulaşan hava yollarını etkileyen bir hastalık. Belirtilerin krizler şeklinde ortaya çıkması ve arada hastaların hiçbir şikayetlerinin bulunmadığı dönemlerin olması, astımın en tipik özelliği. Öksürük, nefes darlığı, hırıltılı solunum, göğüste sıkışma hissi ise hastaların sıkça yakındıktan belirtiler. Ancak çeşitli ilaç ve korunma yöntemleriyle polen dönemini banş içinde geçirmek mümkün.

Alerjik hastalıklara tanı nasıl konuyor?

Doktorunuz eğer alerjiden şüphelenmişse, yakınmalarınızın yanı sıra tanıyı kesinleştirmek için bazı testler isteyecektir. Bu testler de 4 ana gruba ayrılıyor: Kan tetkiki, alerjik deri testi (prick-test), burun salgılarının kimyasal analizi ve burun içine alerjen maddelerle yapılan uyarı testi.

Alerjik hastalıkların kesin tedavisi var mı?

Alerjik hastalıklar, herhangi bir tedavi yöntemiyle tamamen ortadan kaldırılamıyor. Tedavide amaç, hastalığın tekrarlamasını önlemek ve belirtilerin şiddetini azaltmak. İlaçlar, alerjiye yol açan polenin etkisini en aza indirgeyebiliyor. Eğer alerjik şikayetleriniz ilaçlarla geçmiyor ve giderek artıyorsa, bu durumda aşı tedavisi uygulanıyor. Aşının tedavisi 4-5 yıl sürüyor. Tedavinin en önemli parçası ise polenler gibi duyarlı olduğunuz faktörlerden uzak durarak korunma yollarını harfiyen uygulamak.

Göz nezlesine karşı hangi yöntemlere başvuruluyor?

Gözlerde ve göz etrafında kaşıntı ile yanma, göz yaşarması,ışığa karşı hassasiyet, göz kapaklarında şişme ve gözde yabancı cisim hissine kapılmak gibi belirtilerle seyreden bu sorundan korunmak için öncelikle alerjenlerden kaçınmalısınız. Aynca güneş gözlüğü kullanmadan sokağa çıkmayın. Tedavide başvurulan koruyucu göz damlaları, daha şiddetli durumlarda ise kısa süreli kortizon damlaları ve aşı etkili sonuçlar verebiliyor.

Ürtiker ne tür sorunlar oluşturuyor?

Halk arasında kurdeşen olarak bilinen ürtiker de, polenlerin yol açtığı bir başka önemli hastalık. Sınırları belirgin, pembe-kırmızı renkte, deriden hafif kabarık, pürüzsüz ve genellikle kaşıntılı lezyonlar olan ürtikerlerin büyüklükleri birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar değişebiliyor. Ürtiker, vücudun herhangi bir yerinde görülebiliyor; tek bir yerde veya yaygın olabiliyor. Aşırı kaşıntı nedeniyle kaşınan ciltte ciddi yaralar oluşabiliyor. Bu yüzden de hastaların yaşam kalitesini ciddi boyutlarda etkileyebiliyor. İlaç tedavisiyle hastaların yakınmaları büyük bir oranda giderilebiliyor.

Polen alerjisinden nasıl korunmalı?

Öncelikle doktorunuza başvurarak, hangi polenin bünyenizde alerjiye yol açtığını öğrenin ve bunlardan uzak durun. Polenlerin atmosferde yoğun olarak bulunduktan sabahın erken saatlerinde, sıcak, kuru ve rüzgârlı havalarda dışarı çıkmayın. Mutlaka çıkmanız gerekiyorsa, ağzınızı ve burnunuzu koruyan maskelerden yararlanın. Polen zamanı açık havada spor yapmayın ve ağaçlık ile çimenlik yerlerde bulunmayın. Evde ve arabada filtreli klima sistemi kullanın. Açık havada gözlük ve şapka takın. Günlük kıyafetlerinizi yatak odasında çıkarmayın ve saçlarınızı her gün yıkayın.

Formsante Dergisi
Başlık: Bu ilaçlara dikkat!
Gönderen: Tuğra - 18 Nisan 2009, 00:38:22
Sağlık Bakanlığı, bir antibiyotik ile bir serumu piyasadan geri çekme kararı aldı.

(http://www.haber3.com/images/news/265424.jpg)

Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü, ilaç depolarına, ilgili ilaç firmalarına ve sağlık müdürlüklerine gönderdiği resmi yazıda, Wyeth İlaçları A.Ş.'nin ruhsatına sahip olduğu ''Tygacil 50 mg İnfüzyonluk Çözelti İçin Liyofilize Toz İçeren Flakon'' adlı antibiyotiğin 33211 nolu serisine 2. sınıf B seviyesinde geri çekme işlemi uygulandığı belirtildi.

İlaç ve Eczacılık Genel Müdülüğü, Polifarma İlaç San. ve Tic. A.Ş.'nin ruhsatına sahip olduğu ''Polifleks yüzde 5 Dekstroz Solüsyonu 1000 ml'' adlı serumun da E-0807162-2 seri nolu olanların 2. sınıf B seviyesinde geri çekme işlemi uygulandığını duyurdu.

Yönetmelik gereği tüm eczane, hastane ve benzer kurumların ellerinde bulunan ilgili antibiyotik ve serumları, ruhsat sahibi firmalara iade etmesi gerekiyor.

Aktif Haber
Başlık: D vitamini eksikliği kalbi etkiliyor
Gönderen: Tuğra - 18 Nisan 2009, 22:03:51
ABD'de son dönemde yapılan araştırmalar, yetişme çağında D vitaminini yeterince almayanların ileride kalp ve kalp damar hastalıklarına yakalanma riskinin daha yüksek olduğunu ortaya koydu.

Amerikan Kalp Derneği'nin yıllık toplantısında sunulan çalışmaya göre, yeterince D vitamini almayan gençlerin alanlara oranla yüksek tansiyon ve şeker hastalığına yakalanma olasılığı 2 kat, kalp damar hastalıklarının en önemli nedeni olan metabolik sendroma yakalanma olasılığı ise 4 kat daha fazla.

Johns Hopkins Bloomberg Halk Sağlığı Okulu'ndan Dr. Jared Reis yönetiminde 12-19 yaşlarındaki 3 bin 577 kişi üzerinde yapılan araştırmada, D vitamininin önemi vurgulanarak, kapalı mekanlarda zaman geçirme ve düzensiz beslenme alışkanlıklarının, gençlerin ve yetişme çağında olanların gelecekteki sağlıklarını da ipotek altına aldığına dikkat çekiliyor.

Rochester'da bulunan Mayo Klinik'teki Kalp Damar Sağlığı Kliniği yöneticisi Randal Thomas, araştırmanın önemini vurgularken ''Gençler, cips ve asitli içecekle besleniyorlarsa muhtemelen yeterli D vitaminini almıyorlardır'' ifadesini kullandı.

Araştırmalara göre, D vitamini, bakterileri öldüren protein hücrelerinin çoğalmasına destek veriyor.

Haber53
Başlık: Yaz zatürresine dikkat!
Gönderen: devran - 20 Nisan 2009, 13:55:13
Havaların ısınmasıyla birlikte, daha çok kış aylarının hastalığı olan zatürrenin yaz aylarında, özellikle turizm sezonunun en hareketli olduğu günlerde ölümle sonuçlanabilen ciddi sorunlara yol açtığı bildirildi.

Uzmanlara göre, halk arasında 'yaz zatürresi' olarak bilinen lejyoner hastalığına yol açan 'Lejyonella bakterisi' daha çok yazın çoğalarak ilerliyor.
Uzman Dr. Burhanettin Alkan, son derece ciddiye alınması gereken bir hastalık olan yaz zatürresi karşısında tedbirli olunmasını istedi.

Alkan, "Yaz zatürresi, klinik olarak diğer zatürrelerden farklı belirtiler vermekte ve bu nedenle kolayca ilerleyebilmektedir. Hastalığın kış yerine yaz mevsimini tercih etmesi ise, hastalık yapan bakterinin yaşadığı ve çoğaldığı ortamdan kaynaklanıyor. Bakteri sularda yaşar ve doğal olarak bulunduğu yerler ise göller, nehirler ve kaplıca sularıdır. İnsanlara en çok bulaşma ortamları ise klimalı ortamlar, havuzlar, banyolardaki havalandırma boruları, musluklar gibi ıslak ortamlardır. Yaz aylarında iyi temizliği yapılmamış otel klima ve banyoları, havuzlar ya da otobüs klimaları, enfeksiyon odağı olarak kendini gösterir. Lejyonella bakterisinin üremesi için ideal ısı 40 derece civarındadır. Yapılan araştırmalarda atipik zatürre denilen, yani klasik zatürre dışı kalan enfeksiyonların dörtte birinden bu bakteri sorumludur. Erkeklerde daha fazla görüldüğü saptanmıştır. Bu bakteri herkeste hastalık yapmayabilir." dedi.

Uzm. Dr. Alkan, şeker hastalığı, böbrek yetmezliği, kalp kapak hastalıkları, KOAH, amfizem, düzenli alkol kullanımı, karaciğer hastalıkları, kortizon kullanımı gibi durumların hastalığın etkinliğinin artmasına yol açtığını kaydetti.
Hastalığın en önemli bulgularından birinin kişide 40 dereceye varan yüksek ateşe yol açması olduğunu anlatan Alkan, "Titreme, eklem ağrıları, baş ağrısı ve ileri derecede yorgunluk da diğer belirtileridir. Hastanın akciğer tutulumuna bağlı olarak kuru öksürük ve yan ağrısı denilen kişinin öksürmesini bile engelleyen göğüs ağrıları olur. Zaman zaman ishal görülür. İlerleyen evrelerde kişinin şuurunda bozulma ve koma görülebilir. Çekilen akciğer filmlerinde yaygın olarak akciğerlerin tutulduğu gözlenir. Bu nedenle hastanın yoğun bakımda bile yatması gerekebilir. Yaz zatürresinde erken tanı konulması ve tedaviye hemen başlanması tüm hastalıklarda olduğu gibi tedavi başarısını ve ölüm riskini azaltıcı bir nedendir. Toplumda yaz zatürresi kaynaklı ölüm oranı yaklaşık yüzde 15'tir. Antibiyotik tedavisi mükemmel olan, altta yatan hastalığı olan kişilerde ölüm yüzde 25 gibi yüksek bir orandır. Bu oranlar hastalığın ciddiyetini ortaya koymaktadır. Hastalıktan korunmak oldukça basit yöntemlerle mümkün olmaktadır. Yaz mevsimi öncesi yapılacak olan dezenfeksiyonlar, örneğin, muslukların ve duş başlıklarının yüksek ısıda basınçlı su ile yıkanması en basit önlemler arasındadır." diye konuştu.

Cihan
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: osmanli - 20 Nisan 2009, 17:32:00
TUZLU SU 

Denize girdikten sonraki dinlenmişlik ve arınmışlık hâlini hepimiz biliriz. Havuza girdiğimizde ise bunu hissetmeyiz. Sebebi sudaki tuzdur. Tuzlu su bedendeki birikmiş negatif elektriği iletkenliği sayesinde bizden alıp götürür.
Diğer günlerde; akşam eve gelince bütün günün vücudumuzda bıraktığı ağır etki ve stresten kurtulmak için eller bir miktar tuzlu suyla (1 litre suya iki çorba kaşığı tuz) yıkanırsa bu birikmiş olan negatif elektrikten biraz kurtulmuş oluruz.
Banyo yaparken arada bir tuzlu suyu baştan aşağıya dökmekle de iyi sonuç alınır. İş dönüşü ayakları tuzlu suyla yıkamak ise, tahmin edilenden öte bir fayda sağlar.
Başlık: Körlük tedavisinde yeni umut!
Gönderen: Tuğra - 21 Nisan 2009, 09:09:43
Geliştirilen yeni tedavi yöntemiyle körlüğe bir saatte son verileceği tahmin ediyor.

Uzmanlar, geliştirilen yeni tedavi yöntemi sayesinde, altı ya da yedi yıl içinde yaygın hale gelecek bir saatlik bir işlemle körlüğe son vermenin rutin hale geleceğini tahmin ediyor.

Londra Üniversitesi göz enstitüsü ve Moorfields göz hastanesinden biliminsanları ve cerrahların dahil olduğu bir ekip tarafından geliştirilen tedavi uyarınca, bozulmuş hücre tabakası, embriyonik kök hücrelerinden oluşturulan yeni hücrelerle değiştiriliyor.

Tedavi, körlüğün en yaygın nedeni olan, yaşa bağlı Maküla Dejenerasyonunu (AMD) ortadan kaldırmak üzere geliştirildi.

Yeni tedaviyle, embriyonik kök hücreler, kaybedilmiş hücrelerin kopyalarına dönüştürülüyor. Daha sonra retinanın arkasına konulan yapay bir zar üzerine yerleştiriliyorlar.

İngiliz ekip tarafından tamamlanan laboratuvar denemeleri, kök hücrelerin AMD'ye benzer hastalık taşıyan farelerde körlüğü engellediğini ortaya koydu. Domuzlar üzerinde yapılan deneylerde de başarılı sonuçlara ulaşıldığı kaydediliyor.

Ekip lideri profesör Pete Coffey, tedavinin bir saatten az süreceğini belirterek, "Ayakta tedavi olarak düşünülebilir. Bu tedavinin yagın hale gelmesi için çalışıyoruz" diye konuştu.

İngiltere'deki AMD derneğinden Tom Bremridge de, "Bu hastalar için ileriye doğru çok büyük bir adım. Tedavi onaylanır onaylanmaz, çok sayıda hastaya uygulanabilecek" diyor.

İlaç devi Pfizer, tedavinin hastalara ulaştırılması için araştırmaya mali destek sağlamak üzere talip olurken, ekip, laboratuvar deneylerini onaylatmak üzere başvuruda bulundu. Klinik deneylerinin iki yıl içinde yapılması planlanıyor.

Böylece insanlar üzerinde embriyonik kök hücreleri dünyada ikinci kez denenmiş olacak. Embriyonik kök hücrelerinin insanlar üzerinde kullanılacağı açıklanan ilk tedavi, omurilik hasarı olan hastalara yönelikti ve uygulama bu yıl ABD'de başlayacak.

Haber3
Başlık: Bebekleri Emzirirken Dikkat !
Gönderen: devran - 22 Nisan 2009, 09:23:40
Siirt'te annesi tarafından emzirildiği sırada nefes borusuna süt kaçan bebek hayatını kaybetti.

A.A. isimli annenin emzirdiği 4 aylık bebek Tarık A. bir süre sonra uyudu. Bebeğin uzun süre uyanmadığını fark eden anne A.A. uyandırmaya çalıştığında hareketsiz olduğunu gördüğü bebeği hastaneye kaldırdı.

Siirt Devlet Hastanesi'ne kaldırılan bebeğin, boğazında biriken sütün nefes borusuna kaçması sonucu hayatını kaybettiği belirlendi.

İHA
Başlık: Kalp hastaları nasıl ilaç kullanmalı?
Gönderen: devran - 22 Nisan 2009, 09:43:32
Alınan, vitamin ve antioksidanlar hastayı sadece piskolojik yönden mi rahatlatıyor?
Kalp hastalarının ilaç alır gibi antioksidan vitamin ya da mineral almalarının yararı olmadığı bildirildi.  Op. Dr. Mustafa Ahsen, koroner kalp hastalarının beslenmesinde sorun bulunmadığı sürece antioksidan vitamin ya da minerallerin doğal yolla, besinlerle alınması gerektiğini söyledi.

Tüm vitaminlerin ve antioksidanlar ile Omega 3 yağ asitlerinin dengeli beslenildiği sürece besinlerden alınabildiğini kaydeden Ahsen, "Yapılan araştırmalar, antioksidanların, vitaminlerin ya da Omega 3 yağ asitlerinin ilaç gibi ilave olarak alınması kalp hastalarında ek bir yarar sağlamadığını ortaya koymuştur. Selenyum, çinko gibi minerallerin doğal olmayan yollardan almasının kalbe ek bir yararı yoktur. Yani kişi (ben üzüm çekirdeği yiyeyim, balık yağı içeyim, çinko, selenyum ya da bazı vitaminleri ve antioksidanları hap şeklinde alayım bunlar beni koroner arter hastalığından korur) diye düşünürse yanlış yapar." dedi.

Kalp krizinden korunmak için yaşam biçiminin değiştirilmesi gerektiğini hatırlatan Op. Dr. Mustafa Ahsen, vitamin, mineral ve antioksidanların ilaç olarak alınmasının belki kişiyi psikolojik olarak rahatlattığını, ancak kalp krizinden korumadığını kaydetti.

Ahsen, "Hastaların aklını karıştıracak önerilere gerek yoktur. Hekim olarak bizim bile telaffuzunda zorlandığımız minarelerin ilaç gibi hastalara tavsiye edilmesi doğru değildir. Kalp hastalarına önerdiğimiz yaşam biçimi değişiklikleri son derece açık ve nettir. Bunlar, bol yeşillik ve meyve sebze, bol balıketi. Yağsız tavuk etini kırmızı ete tercih eden bir diyet, katı yağlardan ve hamur işlerinden uzak kalmak, sigara içmemek ve düzenli spordur. Bunları yapmayan kişilerin işin kolayına kaçarak 'Ben şu antioksidanı, selenyumu, çinkoyu mutlaka besinlere ek olarak almalıyım. Bunlar beni koroner arter hastalığından korur' düşüncesine kapılıyor. Bunlar doğru değildir." diye konuştu.
Kalp hastalıklarında zaman kaybının neticesinin kalp krizi olduğunu dile getiren Dr. Ahsen, bilimsel veriler çerçevesinde yaşam biçimi değişiklikleri yapmanın, düzenli hekim takibinde kalmanın kalp hastası için şart olduğunu kaydetti.

Cihan
Başlık: Anneler Sağlığınız için bebeğinizi emzirin!
Gönderen: devran - 22 Nisan 2009, 14:50:02
Kalp krizi, beyin kanaması ve kalp-damar hastalıklarına yakalanma riskini azaltıyor.
Bebeğini emzirmiş kadınların kalp krizi, beyin kanaması ve kalp-damar hastalıklarına yakalanma riskinin hiç emzirmemiş kadınlara göre daha az olduğu belirlendi.

ABD'nin Pittsburg Üniversitesinden Dr. Eleanor Bimla Schwartz ve ekibinin menopoza girmiş 139 bin 681 kadını kapsayan araştırması, bebeğini en az bir ay emzirmiş katılımcıların tansiyonu ve kolesterol seviyesinin daha düşük olduğunu, bu kişilerde şeker hastalığı ve kalp krizi belirtilerine daha az rastlandığını gösterdi.

"Obstetrics and Gynecology" dergisinde yayımlanan araştırmada, bir yıldan fazla emziren kadınlarda ise kalp krizi ve kalp-damar hastalıklarına yakalanma riskinin yüzde 10 oranında düştüğü görüldü.

"Anne bebeğini ne kadar fazla emzirirse, kendisi ve çocuğu için o kadar faydalı" diyen Dr. Schwartz, kadınlar için emzirmenin yararlı etkilerinin uzun süreli olduğunu vurgulayarak, kadınlarda birinci sıradaki ölümlerin kalp-damar hastalıklarından kaynaklandığına dikkati çekti.


AA
Başlık: Anne Adaylarının En bÜyük derdi:Ayak şişmesi önlenebilir mi?
Gönderen: devran - 22 Nisan 2009, 14:51:03
Hamilelik döneminde ayaklar ve ayak bileklerinde çok sık görülen şişmelerin doğumdan hemen sonra kaybolduğunu belirten uzmanlar, şişmelerin önüne geçebilmenin mümkün olduğunu belirtiyor.

Op. Dr. Özer Kutlu, ayak şişmelerinin hamilelikte yaygın görülen bir durum olduğunu belirtti. Günün ilerleyen saatlerinde iyice belirginleşen şişmelerin nedenlerini açıklayan Özer Kutlu, şöyle konuştu: "Hamilelikte vücut daha fazla sıvı üretir ve daha fazla sıvı tutar. Ayrıca büyüyen uterus (özellikle hamileliğin son aylarında) bacaklara giden damarlara daha fazla baskı yapar. Bu da kanın kalbe dönmesini zorlaştırarak bacaklar, ayak bilekleri ve ayaklarda daha fazla sıvının birikmesine neden olur. Uzun süre ayakta durmak veya sandalye ya da koltukta ayakları yere koyarak oturmak bu basıncın artmasına neden olabilir."
Dr. Kutlu, hamilelikte ayak ve bilek şişmelerini hafifletmek veya önlemek için yapılabilecekleri ise şöyle sıraladı: "Gün içinde sık sık ayaklarınızı yukarıya uzatarak oturun. Uyurken yan yatın veya ayaklarınızı yastık yardımıyla hafifçe yükseltin. Otururken bacak bacak üstüne atmayın. Uzun süre ayakta kalmaktan veya ayaklarınızı yere koyarak oturmaktan kaçının. Sıcaklık şişmeyi artıracağından kendinizi serin tutmaya ve serin ortamlarda bulunmaya gayret edin. Suyun kaldırma kuvveti bebeğin pelvisin yukarısında tutulmasına yardımcı olacağından, sık sık yüzün veya havuzda yürüyün. Sıkı ve dar giysilerden kaçının. Destekleyici, pamuklu çoraplar giyinin, naylon çoraplardan kaçının. Düzenli egzersiz yapın."

Hafif ayak ve bilek şişkinliklerinin normal olduğunu vurgulayan Kutlu, aşırı veya ani şişme, özellikle baldırlar ve kalçalarda ağrı ve hassasiyetle birlikte yalnızca tek bacakta şişme olması durumlarında doktora başvurulması gerektiğini ifade etti.

Cihan
Başlık: Arı sokarsa asla bunları yapma!
Gönderen: Tuğra - 24 Nisan 2009, 10:05:51
Arı sokmalarına karşı halk arasında doğru bilinen yanlışlar var. Meğer ne kadar çok yanlış bildiğimiz şey varmış.

Avrupa Acil Tıp Birliği Başkan Vekili ve Alsancak Devlet Hastanesi Acil Servis Sorumlu Hekimi Uzman Doktor Ülkümen Rodoplu, arı sokmasında halk arasında yapılan bazı uygulamaların doğru olmadığını bildirdi.

BAL ARISINA DİKKAT

Alerjiye en fazla yol açan ve zehirli olan arı türünün, bal arısı olduğunu ve insanda anaflaksi denilen aşırı duyarlılığa bağlı şok tablosu meydana getirdiğini anlatan Dr. Rodoplu, böyle bir durumda önce ciltte kırmızılık, şişme ve kabarıklık görüldüğünü, daha sonra şişmenin bütün vücuda yayıldığını söyledi.

NELERE YOL AÇIYOR

Dr. Rodoplu, bu durumda kaşıntı görülebileceğini, dudak ve dil ile solunum yolu iç örtüsünün de (mukoza) şişerek nefes borusunda spazm (bronkospazm), hırıltı, göğüste solunum yetersizliğine yol açabildiğini ifade ederek, ilk yardım konusunda şu bilgiyi verdi:

BUNLARI YAP

''İğneyi görebilirseniz, tırnaklarınız yardımıyla veya cımbız kullanarak çıkarabilirsiniz. Sokma yerini bol soğuk suyla yıkayın. Solunum sorunu olanlarda gerekli temel yaşam desteği yapılması lazım.

BUNLARI YAPMA

Arının soktuğu bölgeye, zehrin kana karışmasını engellemek amacıyla turnike uygulaması, ısırılması, emilmesi, dağlanması asla önerilmeyen yöntemlerdir. Bunlar doğru bilinen yanlışlardır ve bu tip girişimlerin hiçbir bilimsel açıklaması olmadığı gibi pratik faydası da yoktur. Çünkü zehir ciltten girdikten sonra saniyeler içinde kana ve oradan da tüm vücuda yayılır. Bu nedenle çeşitli girişimlerle bunu engellemek asla mümkün değildir.''

İnternet Haber
Başlık: Hava kirliliği aslında iyiymiş!
Gönderen: devran - 24 Nisan 2009, 11:00:09
Hava kirliliği aslında iyiymiş!


Uzmanlara göre, hava kirliliği bitkilerin karbondioksidi emme kabiliyetini artırarak, küresel ısınmayla mücedeleye katkı sunabilir.

Bilim dergisi Nature'da yayınlanan araştırma, 1960'lardan beri artan atmosfer kirliliği düzeyinin, bitki verimliliğini dörtte bir oranında artırdığını ortaya koydu.

Bu fazladan yüzde 10 oranında karbondioksidin toprakta tutulduğu anlamına geliyor. Bitkilerin en iyi temiz güneşli havada yetiştiği yaygın bir kanıyken, uzmanlar durumun her zaman böyle olmadığını ortaya koydu.

Araştırma, ağaçların ve ekinlerin puslu hava koşullarında da gelişebildiğini, zira bulutların ve atmosferde moleküllerin daha fazla yaprağa ulaşabilecek şekilde güneş ışınlarını dağıttığını gösteriyor.Bu da, bitkilerin ışığı ve karbondioksidi dönüştürerek beslenme süreci olan fotosentezi artırıyor.

Uzmanlar, bu sonuçtan yola çıkarak bitkilerin kirli havada güneş ışınların yayılması dolayısıyla daha fazla karbondioksit emdiğini ve dolayısıyla da atmosferdeki karbondioksit oranını azaltarak küresel ısınmayı yavaşlattığı sonucuna vardı.

1960'lardan beri dünya genelinde artan kirli ve puslu hava koşullarından kaynaklanan ışık azlığının bitkiler üzerindeki etkilerini analiz eden araştırmacılar, kirliliğin yol açtığı "küresel kararma" denilen durumun, 1960'tan 1999'a kadar bitki verimliliğini dörtte bir oranında artırdığını ortaya koydu.  (Gazeteport)  
Başlık: Erkekler dikkat! Bu hastalık sizi de etkiliyor...
Gönderen: devran - 24 Nisan 2009, 14:16:33
Erkekler dikkat! Bu hastalık sizi de etkiliyor...

Halk arasında ''kemik erimesi'' olarak bilinen ve daha çok kadınları etkilediğine inanılan osteoporozun erkeklerde ve çocuklarda da önemli sağlık sorunlarına yol açtığı bildirildi.

Bursa'da özel bir hastanede görevli fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanı Dr. Neslihan Özkan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, osteoporozun dünyada yaygın görülen bir iskelet sistemi hastalığı olduğunu belirtti.

Bu hastalığa bağlı kemik kırıklarının giderek önemli bir halk sağlığı soruna haline geldiğini ifade eden Dr. Özkan, özellikle kadınların korkulu rüyası olarak bilinen osteoporozun erkeklerde ve çocuklarda da oluşabileceğini kaydetti.

Özkan, bir kişinin sahip olabileceği en yüksek kemik yoğunluğuna 30-35 yaşına kadar ulaştığını, bu yaştan sonra kemik kaybının hızlandığını, 65 yaş üzerindeki kadın ve erkeklerde ise aynı hızda yıkım olduğunu söyledi.

Osteoporozun kadın-erkek ayrımı gözetmeksizin herkes için önemli risk oluşturduğunu ifade eden Özkan, şöyle konuştu:

''Osteoporoza yakalanma riski yüksek olan kişiler arasında kadınlar başta geliyor. Ancak bu hastalık erkekler ve çocuklarda da görülebiliyor. Osteoporoz hakkında halk arasında birçok yanlış inanış bulunuyor. Bunların başında ise osteoporozun yalnızca kadınlarda görüleceğine inanılması geliyor. Oysa osteoporoz erkeklerde de görülebilir. Bu nedenle erkekler özellikle ileri yaşlarda osteoporoza karşı dikkatli olmalı. Ailede osteoporozlu kişilerin olması, ince yapılı, beyaz ırktan olunması, fiziksel aktivite ve egzersiz yapılmaması, sigara, aşırı alkol ve kafein kullanılması, erken menopoz, şeker hastalığı, bazı romatizmal ve hormonal rahatsızlıklar osteoporoz nedeni olabilir.''

Özkan, kırıkların osteoporozun en korkulan belirtileri arasında ilk sırada olduğunu belirterek, ''Hastalarımızda, başlangıçta bel ve sırt ağrıları, omurgalarda çökme kırıkları, boyda kısalma, sırtta kamburlaşma görülebilir. Vücutta kalça ve el bileği kırıkları gelişebilir. Halk arasındaki inanışın aksine, yaygın ağrılarla veya kırık dışında kemik eklem ağrıları ile osteoporozun ilişkisi yoktur'' dedi.

Dünya Sağlık Örgütü ve uluslararası osteoporoz örgütlerinin 65 yaş üzerindekilerin kemik taraması yaptırması gerektiği konusunda fikir birliği içinde olduğunu ifade eden Özkan, 65 yaş altında olan ve en az iki risk faktörü bulunanlar ile erken menopoza giren, geçmişinde herhangi bir kırık öyküsü olan, şeker, tiroit, romatizmal hastalıkları bulunan ve kortizon kullanan kişilerin bu taramayla mutlaka tanışması gerektiğini vurguladı.

-''KİŞİLERİN KENDİ ÇABALARI ÖNEMLİ''-

Dr. Neslihan Özkan, vücutta kemik yoğunluğunun azalması olarak bilinen osteoporozun gerekli önlemler alındığında sorun olmaktan çıkacağını ancak kemik kırılganlığının artmasıyla ciddi sorunlar ortaya çıkabileceğini söyledi.

Osteoporozda erken önlem alınmamasının hastanın sakatlanmasına hatta ölümüne yol açabileceğine dikkati çeken Özkan, şunları kaydetti:

''Asıl önemli olan koruyucu hekimliktir. Yani küçük yaşlardan itibaren bireylerin diyetlerine, yaşam biçimlerine dikkat etmesi ve risk altındaki kişilerin eğitilmesi gerekiyor. Osteoporozla mücadelede doktorların ve teknoloji desteğinin yanı sıra kişilerin kendi çabaları etkin olmaktadır. Kemikleriniz genç kalsın istiyorsanız düzenli beslenin, bol bol güneş alın, belinizi ve sırtınızı korumaya yönelik önerileri uygulayın, konunun uzmanı bir doktora başvurarak tedavinizi yaptırın, sigarayı bırakın, aşırı alkol ve kahve içmeyin.''

AA
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: anise - 24 Nisan 2009, 14:48:06
acaba böbrek hastaliklarina ne iyi gelir? bilgiler verebilirmisiniz tskkrlr
Başlık: Bu sıtma türü çok tehlikeli
Gönderen: Tuğra - 25 Nisan 2009, 11:06:59
acaba böbrek hastaliklarina ne iyi gelir? bilgiler verebilirmisiniz tskkrlr

Araştıralım inşAllah,bu konuda bilgi veren dokrtor varmı?

-----------------------------------------------------

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Kamboçya ile Tayland sınırı yakınında ilaca dirençli yeni bir sıtma türünü saptadı.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Kamboçya ile Tayland sınırı yakınında ilaca dirençli yeni bir sıtma türünün saptandığını belirterek, bunun da hastalığın kontrol altına alınması ve kökünün kazınmasına yönelik küresel çaptaki çabaları tehdit ettiğini bildirdi.

DSÖ açıklamasında, dünyanın birçok yerinde sıtmadan ölümlerde azalma sağlanırken ve özellikle de Zambiya'da 2000'den bu yana ölümler üçte iki oranında düşerken, Mekong bölgesinde ilk kez 2007'de tespit edilen ilaca dirençli yeni bir tür sıtmanın, hastalığın kökünün kazınması çabalarını riske soktuğu kaydedildi.

Örgütün Batı Pasifik bölgesi sorumlusu Shin Young-soo, şu an için önceliğin, bu sıtma türünün Mekong bölgesinde kontrol altına alınarak yayılmasının önlenmesi, bölgesel ve uluslararası tehdit haline gelmesine izin verilmemesi olduğunu belirtti.

DSÖ'nün sıtma uzmanlarından Eva Christophel de, saptanan yeni tür sıtmadan geçiren ve bu hastalıkla mücadeledeki en etkili ilaç olan "artemisinin" ile tedavi edilen yaklaşık 20-50 kişiye yapılan son klinik testlerin, hastalığın dirençli hale gelmekte olduğunu doğruladığını söyledi.

Christophel, elde ettikleri bu bilimsel veriyi endişe verici olarak niteledi.

Uzman Christophel, çoğu vakada artemisinin kullanılmasından sadece üç gün sonra hastanın kan değerlerinde parazitin yok olduğu saptanırken, yeni tür sıtma bulamış hastalarda ise ilaca tepkinin çok daha yavaşladığının görüldüğünü anlattı.

İnternet Haber
Başlık: Kemoterapisiz kanser tedavisi
Gönderen: devran - 25 Nisan 2009, 16:36:57
Kemoterapisiz kanser tedavisi

Kemoterapinin yol açtığı yan etkilerden kurtaran, tamamen hasta hücreyi izole eden, hedefe yönelik ilaçlarla kanser tedavisi mümkün hale geldi. Bilim dünyası tarafından bir süredir kullanılan bu yöntemle şu an için böbrek ve karaciğer kanserini kemoterapi kullanmadan iyileştirmek mümkün.

İstanbul Bilim Üniversitesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı ve Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gökhan Demir, kanserli hücrelerin genetik moleküler sırlarının çözülmesiyle sadece hastalıklı hücreleri izole eden biyolojik tedavi yöntemleri geliştirildiğini söyledi. Böylece kemoterapinin yan etkilerin de önüne geçildiğini anlatan Prof. Dr. Demir, "Kemoterapi, sadece hızlı büyüyen hücreleri yok etmeye çalışan bir zehirdir. Kanser hücresiyle normal hücre arasında ayrım yapmadan, vücutta hızlı büyüyen bütün hücrelere etki yapar. Hedefe yönelik tedavide ise sadece kanserli hücreler izole edilerek yok edebiliyor. Bu sayede kemoterapinin sebep olduğu saç dökülmesi, mide bulantısı, ağız yarası, ishal gibi şikayetlerin hiçbiri görülmüyor." dedi. Şu anda böbrek ve karaciğer kanserlerinin böyle tedavi edilebildiğini anlatan Demir, "Meme, karaciğer ve pankreas kanserlerinde ise kemoterapiyle birlikte kullanıldığında tedavinin etkisi artıyor." şeklinde konuştu.

Kemoterapiyle kanserli hücreleri küçültmek ya da yok etmek amaçlanmasına rağmen hedefe yönelik ilaçların bunları stabilize ettiğine işaret eden Demir, şunları söyledi: "Hedefe yönelik ilaçlar, kanserin kronik bir hastalık şeklinde algılanmasını sağlıyor. Hastayı tam olarak şifaya kavuşturmuyorlar fakat tansiyon, kalp yetmezliği, diyabet gibi uzun yıllar hastalıkla beraber yaşamasını sağlıyor."

Hedefe yönelik tedavide kullanılan ilaçların yarısı, Sağlık Bakanlığı'nın onayıyla Türkiye'de de kullanılıyor. Yüzde 20'si ise özel izinle getirilebiliyor. Geçen mart ayında ABD'de, ilerlemiş böbrek kanseri hastaları için yeni bir ilaç, FDA onayı aldı. Bu ilacın, tümörün büyümesini engellediği veya yaşam süresini iki kattan fazla arttırdığı bildirildi.

Cihan
Başlık: Hanta virüsü insandan insana bulaşamaz
Gönderen: devran - 25 Nisan 2009, 16:37:51
Hanta virüsü insandan insana bulaşamaz

Bartın ve Zonguldak'ta rastlanılan hanta virüsünün, insandan insana bulaşmadığı, bir enfeksiyon türü olduğu, bu virüsün tedavisinin Türkiye'de yapılabildiği ve panik yapılacak bir durum olmadığı belirtildi.
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Hastane Enfeksiyon Kontrol Kurulu Başkanı Doç.Dr. Güven Çelebi, Bartın Sağlık Müdürlüğü Bulaşıcı Hastalıklar Müdürü Dr. Birol Aksu ile birlikte Bartın Televizyonunda Türkan Aydın tarafından sunulan, "Yaşam ve Sağlık" programında hanta virüsü ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Doç.Dr. Güven Çelebi ve Bartın Sağlık Müdürlüğü Bulaşıcı Hastalıklar Müdürü Dr. Birol Aksu, Bartınlıları hanta virüsü konusunda bilgilendirdi.

TEDAVİSİ OLAN BİR HASTALIK

ZKÜ Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Hastane Enfeksiyon Kontrol Kurulu Başkanı Doç.Dr. Güven Çelebi, hanta virüsünün tedavi edilen bir hastalık olduğunu belirterek şöyle konuştu: "Bilgilendirilmesi ve kaygıları, kuşkuları varsa giderilmesi için eğitim programları düzenledik. Şubat ayından itibaren hanta virüsü gündemimize düştü. Bu virüs hastalıklara yol açıyor. Kırım Kongo gibi, grip gibi bir virüs. Temel özelliği farelerde bulunuyor. Rezervi ve kaynağı faredir. Bu
canlılara bu virüs, farelerin hastalanması ve ölmesine sebep olmuyor. İdrar ve dışkı ile dışarı saçılıyor. Dışkıların ağız yolu veya ciltteki yaralardan dolayı insanlara bulaşıyor. Ülkemizde bugüne kadar hanta virüsü yoktu. Hastalık anlamında bu bir ilk. Bu virüs ülkemizde var mıydı? Bununla ilgili ip uçları var."
1997 yılında bazı araştırmacıların böbrek yetmezliği olan hastaların hastalığına hanta virüsünün sebep olup olmadığını araştırdığını hatırlatan Güven Çelebi, şunları söyledi: "Hastaların bir kısmında hanta virüsünün hastalara daha önce bulaştığı saptanmış. Doğu Karadeniz Bölgesi'nde kemiricilerde bu virüs var mı diye araştırmışlar. Yüzde 1-2 kadar kısmında bu virüs ile karşılaştıklarına dair ipuçları oluşmuş. Bu anlamda 2009 yılının şubat ayından itibaren Bartın ve Zonguldak'ta görüldü."

HASTALIĞIN BELİRTİLERİ

Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Hastane Enfeksiyon Kontrol Kurulu Başkanı Doç. Dr. Güven Çelebi, hanta virüsünün belirtilerinin diğer enfeksiyonların belirtilerinden farksız olduğunu söyledi. Hanta virüsün de genellikle mikrop insanlara bulaştıktan sonra kuluçka süresi olduğunu anlatan
Doç. Dr. Çelebi, sözlerine şöyle devam etti: "Bu bir ve üç hafta oluyor. Bu sürenin sonunda vücutta yüksek ateş, üşüme, kusma, bulantı, adale ağrısı, baş ağrısı gibi şikayetler olabiliyor. Biri veya bir kaçı çıkabiliyor. Bu şikayetlerin ardından trombosit değerinde düşme görülüyor. Bunun da arkasından böbrek işlevlerinde gerileme görülüyor. Hanta virüsü bunu oluşturuyor. Her hanta virüsü bulaşmış hastadan bu tabloların gelişmesi de beklenemez. Kişinin bağışıklık durumuna bağlı. Bazen çok sessiz sedasız bir
enfeksiyonla gelip geçebiliyor."

NASIL KORUNMAK GEREKİR

Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Hastane Enfeksiyon Kontrol Kurulu Başkanı Doç. Dr. Güven Çelebi, hanta virüsü hastalığının insandan insana bulaşmasının söz konusu olmadığını belirtti. Önemli bir noktanın panik olunacak bir durum olmaması olduğunu anlatan Doç. Dr. Çelebi, sözlerini şöyle sürdürdü: "Eğer biz bir hastalıkla ilgili bulaşma ve korunma yollarının tedavisini bilmiyorsak, bilmemekten kaynaklanan panik olabilir. Biliyorsak
kaygımız giderilmiş olur. İnsandan insana bulaşmıyor. Bunun altını çizelim. Bizim ülkemiz dışında Kore'de, Çin'de, Rusya, Bosna Hersek, İsveç, Danimarka ve Batı Avrupa'ya kadar olan ülkelerde bu enfeksiyon var. Onlar bu enfeksiyonla yıllardır yaşıyor. Bizim için yeni ama dünya için yeni bir enfeksiyon hastalığı değil. Bilimsel bilgilerden biliyoruz ki, günlük aktivitelerle sarılmak, yemek yemek, sohbet etmekle bulaşmıyor. Kan ve idrar gibi çıkartıldığında temas riski varsa korunma önlemi almak gerekir"

ÇAMAŞIR SUYU KULLANIN

Programa katılan Bartın Sağlık Müdürlüğü Bulaşıcı Hastalıklar Müdürü Dr. Birol Aksu da hanta virüsü ile ilgili bilgi verdi. Fare ile bulaşan bu hastalık konusunda tabii ki halkımızı bilimsel yorumlara çekebilmek için uzmanların verdiği bilgiler doğrultusunda hareket etmek gerektiğini anlatan
Dr. Aksu, şunları söyledi: "Böyle bir durumda bilgi edinmek için bize müracaat etsinler. Korunma yöntemlerine dikkat etsinler. Besinlerin çok iyi yıkanması ve temizlik yapılırken ortamın çamaşır suyuyla temizlenmesi gibi durumlara dikkat etmek gerekir. Panik yapılacak bir durum yok. Bunlara dikkat edilmesi gerekiyor."

haberturk

Başlık: Migren en çok kimi vuruyor?
Gönderen: devran - 25 Nisan 2009, 16:39:46
Migren en çok kimi vuruyor?

Uzmanlar, takıntılı ve mükemmeliyetçi kişiliklerde migrene daha sık rastlandığını söylüyor. Migren hastalığının daha çok kadınlarda görüldüğünü, migrenlilerin titiz olduklarına dikkat çeken uzmanlar, "İnsanlar migreni tedavisi mümkün olmayan bir hastalık olarak görüyor. Oysa migren tedavisinde çok başarılı sonuçlar alınıyor" uyarısında bulunuyor.

Nöroloji Uzmanı Dr. Ali Özkan, takıntılı ve mükemmeliyetçi kişiliklerde migrene daha sık rastlandığını kaydetti. "Migren hastaları baş ağrısı atakları nedeniyle ayda birkaç kez işe gelemeyebilirler, ancak işlerini mükemmel bir şekilde yaparlar. Aynı şekilde tedavilerini de çok iyi takip ederler, doktor sözü dinlerler" diyen Dr. Özkan, ağrı olunca hastalara sessiz ve karanlık bir odada dinlenmelerini önerdiklerini kaydetti.
Uzm. Dr. Ali Özkan, eıÜüskiden sıradan bir baş ağrısı olarak görülen migren ağrısının, başlı başına nörolojik bir hastalık olduğunun artık kabul edildiğini söyledi. Özkan, migren ağrısına beynimizin yüzeyindeki damarların genişleyip daralması ve çevre dokulardaki ödemin yol açtığını vurgulayarak, "Başlıca karakteristik özelliği belirli aralıklarla gelmesidir. Genç ve orta yaş grubunda yüzde 20'ler gibi yüksek bir oranda görülür. Genç ve erişkin hastalığı olarak kabul edilen migren krizleri 45-50 yaşlarına kadar sürebilir. Ağrı 4 ile 72 saat arası devam edebilir. Migren hastalarının büyük bir kısmının ortak özellikleri; aşırı titiz, sinirli, çok dikkatli, zihni sürekli çalışan, duygusal insanlar olmalarıdır" diye konuştu.

Nöroloji Uzmanı Dr. Ali Özkan, migrenin belirtilerini şöyle sıraladı:
- Başın bir yarısında ve göz oyuluyor gibi zonklayarak seyreder.
- Şakak ve ense ağrısı çoğu vakada karakteristiktir.
- Ağrı öncesi veya sonrası bulantı, kusma, ışığa ve sese tahammülsüzlük olabilir.
- Hastanın huzuru kaçar ve rengi solabilir.
- Alın ve yüze yayılan ağrı nedeni ile sıklıkla sinüzitle karıştırılır.
- Krizlerin bir kısmında ağrı başlamadan önce (parlak ışık çakmaları, zikzak görüntüler, el-yüz ve kollarda hissedilen iğnelenmeler, uyuşma gibi) şikayetler olabilir.
- Baş ağrısını bazı hastalar; geriyor, çekiyor, yanıyor, sızlıyor, sıkışıyor, üşüyor, kaşınıyor, burgu ile oyuluyor, bıçak saplanıyor gibi değişik şekilde anlatmaya çalışır.
- Bazı hastalar ağrının geleceğini saatler önce anlayabilirken, bazen de birden bire şiddetli bir ağrı krizi ile kişinin hayatı alt üst olabilir.

Cihan
Başlık: Kuş gribinden sonra hınzır gribi çıktı!
Gönderen: devran - 25 Nisan 2009, 17:02:39
Kuş gribinden sonra hınzır gribi çıktı!


Merkezin yöneticisi Dr. Richard Besser, gazetecilere yaptığı açıklamada, ülkede 8 kişinin domuz gribine yakalandığını belirterek, bu salgının yol açtığı sağlık tehditinin tam anlamıyla değerlendirilmesi için yeterli bilgiye sahip olmadıklarını söyledi. 

ABD ve Meksika'da görülen vakalarda şimdiye dek bakılan genetik unsurların aynı olduğunu belirten Besser, salgını, insanları tecrit veya tedavi ederek ya da aşılayarak kontrol altına almaya çalışmak için çok geç olabileceğini de sözlerine ekledi.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Meksika'da nadir görülen domuz gribi salgınında en az 60 kişinin yaşamını yitirdiğini, normalde domuzlarda ortaya çıkan, ancak nadiren insanlarda görülen hastalıkla ilgili yüzlerce vakanın bildirildiğini açıklamıştı.

WHO Sözcüsü, ABD'nin güneybatısındaki Kaliforniya ve Teksas eyaletlerinde bilinen vakaların sayısının 7 olduğunu bildirmişti.

AA


Başlık: Uzun yaşamak ister misiniz?
Gönderen: devran - 26 Nisan 2009, 16:05:39
Uzun yaşamak ister misiniz?

Bardağı boş ya da dolu tarafından görmenin, sadece kişinin hayata bakışını değil, uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmesini de etkilediği belirlendi.

ABD'de Pittsburg Üniversitesi tarafından yürütülen ve internette yayımlanan araştırma, iyimser yapının yaşamın zorlukları ve stresle mücadelede kişiye avantaj sağlamasının yanı sıra sağlıklı ve uzun yaşamın kapılarını da araladığını ortaya çıkardı.

Kadın Sağlığı Girişimi Programı kapsamında 1994 yılında başlayan çalışmada, 100 bini aşkın 50 yaş ve üzerindeki kadınla görüşülerek, bu kişilerin karakter özellikleri tespit edildi ve sağlık durumları takibe alındı.

Çalışmada, kötümserlerin kalp krizinden ölme riskleri, ''hayata daha pembe gözlükle bakanlara'' oranla yüzde 30, kansere yakalanma riskleri yüzde 23 daha fazla. Uzmanlar, benzer durumun yüksek tansiyon ve şeker hastalıkları için de söz konusu olduğunu belirtiyor.

Sigara kullanımıyla kötümserlik arasında da ilişki olduğuna işaret edilen araştırmayı ekip adına kaleme alan Pittsburg Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde görevli Doç. Dr. Hilary Trindle, şu ifadeleri kullandı:

''Eğitim düzeyi, gelir düzeyi, yaşam alışkanlıklarınız farklı olsun, fiziksel olarak aktif olup olmayışınız, içki ya da sigara kullanıp kullanmadığınızdan bağımsız olarak, her durumda iyimser yapıdakilerin daha düşük riske sahip olduklarını gördük. Bu ilişkinin, tüm diğer faktörlerden bağımsız olması, araştırmayı yapan bizleri de şaşırttı.''

Uzmanlara göre, ''çok az sayıda insanın şanslı şekilde iyimser olarak doğmasına karşın'', genelde iyimserlik, kötümser yapıda olanlar için bile, biraz gayret göstererek öğrenilebiliyor.

ABD'deki araştırmanın ''malumu ilan ettiğini ve rakamlara dökmeyi başardığını'' ifade eden Dahiliye ve Gastroentereloji uzmanı Dr. Önder Çolakoğlu, diyabet, kalp ve şekerin içinde bulunduğu bütün kronik hastalıkların temelinde, vücutta bazı hormonların salgılanmasındaki aksaklıkların bulunduğunu belirterek, ''Sıkıntı ve stres ise bu dengenin bozulmasını ciddi şekilde etkiler'' dedi.

Stres, karamsarlık içinde bulunan kişilerin vücut dengelerinin bozulduğunu, bu durumun da çeşitli hastalıklara davetiye çıkardığını kaydetti.

Hastaların genellikle kronik bir hastalığa yakalandıktan sonra daha az stresli ve gergin bir yaşama kendilerini alıştırmaya çalıştıklarını, oysa önemli olanın hastalığa yakalanmadan önceki evrede bu alışkanlığı kazanmak olduğunu ifade eden Çolakoğlu, şöyle konuştu:

''Hastalığa yakalandıktan sonra, stresten uzak durmaya çalışmak, hayata daha iyimser yaklaşmak, tedavinin yalnızca bir parçasıdır, tek başına çözüm değildir. Oysa, endişeleri, sıkıntıları, karamsarlığı geride bırakmak, hastalıklara yakalanmamak için bize yardımcı olur.''

AA
Başlık: Şizofrenler toplumdan neden kopar?
Gönderen: devran - 26 Nisan 2009, 16:31:01
Şizofreni hastalığının belirtileri nelerdir, hastalık ne zaman başlar ve şizofrenler en çok nelerden kaçarlar. Şizofrenle ilgili çarpıcı gerçekler
BİLİM beynin birçok kimyasal madde içerdiğini söylüyor. Şizofreni hastalığında işte bunların arasındaki dengenin bozulması sözkonusudur. Uzmanlar şizofrenide sıklıkla hastalığın belirgin bir stresten sonra başladığını belirtiyorlar. Askerlik, hamilelik ve doğum bu stres etkenlerinden bazıları… Kişinin gerçeklikten kopması olarak tarif edilen şizofrenide içsel dünya ile dış dünya arasındaki ayırımın yeterince yapılamadığından hareket ederek bu konuları Memory CenterNöropsikiyatri Merkezi’nden Konsültasyon Liyezon Psikiyatri Uzmanı prof. Dr. Kemal Arıkan ile görüştük.

-Şizofreni hastalığı nedir? Nasıl anlatırsınız?
Şizofreni, özetle kişinin gerçeklikten kopmasıdır. Örneğin, herkesin kendisine zarar vereceğini düşünen bir kişi gerçekçi bir tutum içinde değildir. Biraz daha detaylara bakılırsa; şizofrenide içsel dünya ile dış dünya arasındaki ayrımın yeterince yapılamadığı görülür. Mesela, kişi kendi düşüncelerini dış dünyadan gelen bir ses gibi algılayabilir.

- Diğer psikiyatrik hastalıklardan ayıran özellikler nelerdir?
Kişide işlevsellikte ileri derecede bir yıkımla giden şizofreni duyguları, düşünceleri ve davranışları ve bunlar arasıdaki ahengi bir ipi kopmuş bir tesbih gibi parçalar. Dağıtır.

-Şizofreni ne zaman tam olarak tanımlandı?
Binsekizyüzlü yılların sonu, bindokuzyüzlü yılların başında Alman psikiyatrist E. Kreapelin tarafından erken bunama olarak tanımlanmıştır. Ardından İsviçreli psikiyatrist E Bleuler tarafından şizofreni ismi kullanılmıştır.

-Kişinin duygu ve davranışlarında ne gibi bozukluklar görülüyor?
Duygular küntleşmektedir. Garipleşmektedir. En doğal üzüntüler hissedilememektedir. Mesela en yakınını kaybeden bir şizofren her hangi bir tepki vermezken, kedisini kaybettiğinde kara yaslara batabilmektedir. Davranışlar ise tümüyle tuhaflaşmıştır. Kendine bakamaz haldedir. Saçı başı dağılmıştır. Cemiyet hayatının gerektirdiği bir takım kurallara uyum zorlaşmıştır. Kişi hep kendisiyle meşguldür. Sosyal hayatın gerektirdirği başkalarını da kaale almak hususunda ciddi bir yetersizlik ve daha doğrusu isteksizlik içindedir.

- Şizofreni hastalarının çevrelerinden uzaklaşmalarının tam olarak nedeni nedir?
Az evvel ifade ettiğim gibi iç dünyasına dönen şizofren, çevreye herhangi bir yatırımda bulunanamamaktadır.

- Şizofreni ilk işaretlerini ne zaman veriyor?
Şizofrenide ilk işaretler çok değişik şekillerde olabiliyor. Bedenle fazla uğraşı, bir takım yersiz alınganlıklar, duygusal tepkilerdeki tuhaflık vb olabilmektedir.

- Şizofrenide pozitif ve negatif semptomlar neler?
Pozitif semptomlar hezeyanlar ve halüsinasyonlara verilen isimdir. Negatif semptomlar ise sosyal izolasyon ve bilişsel işlevlerdeki yıkıma dair semptomlara verilen addır.

- Bu belirtiler aileye neler düşündürtmeli, neler yaptırmalı?
Bir şizofrenin hezeyan ve halüsinasyonlarının gerçekliği onlar için su götürmez birer gerçektir. Dolayısıyla bunları tartışmak yersiz ve yararsızdır. Negatif semptomlar ise hastalığın yıkıcı etkisinin birer soncudurlar. Hastayı zorla sosyalleştirmeye çalışmak başarısızlıkla sonuçlanacaktır.

- Sıklık ve yaygınlık konusunda mevcut veriler neler söylüyor?
Hastalık toplumun her kesiminde ve dünyanın her ucunda eşit dağılmakta ve görülme sıklığı yüzde bir civarlarında olmaktadır.

- Kalıtım durumu etkin mi şizofreni de?
Şizofrenide kalıtımın yeri olduğuna dair güçlü ipuçları vardır. Bunlardan birisi eş yumurta ikizlerinde yapılan gözlemlerdir. Sıradan insanlarda % 1 olan olasılık, eş yumurta ikizlerinden birisi hasta ise diğeri için % 85 olabilmektedir. Ancak, hangi gen veya genlerin süreçte rol aldığı henüz bilinememektedir. Dolayısıyla çocuk doğmadan önce veya hastalık öncesinde risk tayini henüz mümkün değildir.

- Hastalık öncesine göre kişilikte ne gibi değişiklikler gözleniyor?
Kişilik aşırı narsisist bir şekil almaktadır. Şizofren kişi kendisinden başka hiçbir kişiye yatırım yapmamaktadır. Hatta tipik narsisistik kişilik bozukluğunda olduğu gibi başkalarını aşağılamak vb bulgular dahi yoktur. Zira başkalarına olan yatırım tümüyle kendine yönelmiştir.

- Şizofreni süregen bir hastalık mı?
Ne yazık ki büyük ölçüde evet… Sadece % 3 lük bir grup belirgin şekilde toparlanabilmekte, geriye kalan % 97 hastada kronik bir şeyir izlenmektedir.

- Aileler bu durumu nasıl karşılıyorlar?
Tabi ki büyük bir üzüntü içinde oluyorlar. Aslında ailenin genel kültür ve inançlarına göre tepkiler değişiyor. Sosyo kültürel düzey düştükçe konduramamak en sık rastlanan dışa vurum oluyor. Yükseldikçe daha gerçekçi bir yönelim saptanabiliyor. Burada inançta önemli rol oynuyor. İnancında bağnaz olanlar bunun bir günahın kefareti olduğunu düşünebiliyor, ama samimi olanlar kaderle ilişkilendirip olayı büyük bir olgunlukla karşılayabiliyor.

- Tedaviden beklenti hangi seviyede olmalı bu durumda?
Tedaviden beklenti pozitif semptomların kontrol altına alınması ve negatif semtomların azalması şeklinde olmalıdır.

- Bu hastalığa genetik dışında etki eden diğer faktörler nelerdir?
 Şizofreni de her psikiyatrik hastalık gibi biyopsikososyal bağlamda ele alınması gereken bir haldir. Günümüzdeki anlayışa göre, genetik faktör esastır. Diğer faktörler ise tetikleyicidir.

- Biyokimyasal açıdan şizofreniyi değerlendirir misiniz?
Beyin birçok kimyasal madde içermektedir. Şizofrenide bunların arasındaki denge bozulmaktadır. Özellikle dopamin adı verilen kimyasal madde deki değişimler sorumlu tutlmaktadır.

- Psikososyal etkenler nelerdir?
Şizofrenide sıklıkla hastalığın belirgin bir stresten sonra başladığını gözleriz. Askerlik gibi, hamilelik ve doğum gibi… Gerçi hiç bir strese mazruz kalmadan sinsice başlayan şizofreni olgularının sıklığı da göz ardı edilemez.

- Psikiyatri hastalığı için beyin hastalıklarıdır deniyor. Şizofreni hastalığında beyinde ters işleyen nedir?
Şizofreni gerçekten bir beyin hastalığıdır. Yukarıda temas ettiğim gibi moleküler düzeyde anormallikler olabilmektedir. Hatta bazı araştırmacılar anatomik ve histolojik patolojileri de varlığını iddia edebilmektedirler.

- Şizofrenin risk etkenleri nelerdir?

En büyük risk genetik yatkınlıktır. Uzun süreli duyusal izolasyonun da yani ses, görüntü vb duyusal uyaranlardan mahrumiyetin de şizofreni benzeri bir tabloya yol açabileceği söylenmektedir.

- Damgalanma en çok bu hastalıkta yaşanıyor? Neden böyle?
Damgalanma sosyal kurallara ve temayüllere, görüntülere aykırı her durum için geçerli sosyolojik bir fenomendir. Şiofrenlerin kurallara uyumsuzluğu, temayülleri hiçe sayması ve görüntüsünün absürdlüğü göz önüne alınırsa damgalanmaya en çok maruz kalan kesim olmaları anlaşılır bir hal olmaktadır.

- Şizofreni yaşayan kişide algı ne durumda?
Algılar genelde bozuktur. İşitsel, görsel, tensel ve kokuya ilişkin bir çok halüsinasyon olabilmektedir.

- Şizofrenide görülen hezeyanlar daha çok hangi yönde oluyor?
Her türlü hezeyana rastlayabiliyoruz ama en sık rastlananlar paranoid içerikli olabiliyor. Birileri tarafından takip edildiği, düşüncelerinin okunduğu, fikirlerinin yayınlandığı vb hezeyanlar sıklıkla ortaya çıkıyor.

- Alınganlık ve zarar görme duyguları daha mı baskın bu hastalıkta?
Evet.

- Birde sanırım çok dağınık olabiliyorlar. Uygunsuz giyinme görülebiliyor. Çorapsız ve ayakkabısız soğukta dolaşabiliyorlar. Buradaki mekanizma nedir?
Kendi iç dünyaları ile o kadar çok meşguldürler ki, ne giydiklerinin ne de başka bir dış ortama ilişkin kuralın farkında değildirler.

- Konuşmaları nasıl seyrediyor? Düzensizlik ve dalgalanma bir işaret sayılabilir mi?
Şizofrenik konuşma birçok özellik içerir. Genelde çağrışımlar dağınık, kopuk ve teğetseldir.

-Toplumda neden bu hastalara suç potansiyeli olarak bakılıyor? Bu yanlış bir algı değil mi hocam?
Kesinlikle yanlış bir algıdır. Yukarıda da ifade ettiğim gibi şizofrenik bir hastanın kimsenin “üç koyununda beş keçisinde” gözü yoktur ki suç işlesin. Bazan taşkınlıkları olabilir o da hezeyanlarının etkisiyle gerçekleşir. Söz konusu taşkınlıkların görülme oranı ise sıradan insanlardan fazla değildir.

- Sokaklarda rastladığımız ve çoğunlukla sevip sahip çıktığımız meczuplarla bir yakınlık kurulabilir mi?
Genel olarak evet.

- Metafizik düşünce ve felsefe gibi alanları aşırı merakları var deniyor? Bu nereden kaynaklanıyor?
Dağılmış düşüncelerine bir düzen verme, olaylar arasında spontan kurulamayan bağlantının zorlama bir şekilde kurulmaya çalışılması olabilir.

- Yaşamdan zevk alamama, duygulanımda eksiklik sık görülüyor mu?
Şizofrenide depresyon ilginç bir konudur. Genellikle pozitif semptomlar yatıştıktan sonra ortaya çıkar. İntihar eğilimini de beraberinde getirir. Ama onun dışında yaşamadan zevk alamamak şizofreni için karakteristik bir bulgu değildir.

- Ortak paylaşımların olumlu etkisi var mı? Örneğin bu alanda kurulan derneklerin yararı oluyor mu bu hastalara?
Hem de çok. Sevilesi insanlardır şizofrenler. Rahmetli büyük hoca Ayhan Songar şizofrenler için, kendisi ölüm döşeğindeyken ona oyuncak emzik getiren bir şizofren hastasının arkasından “her türlü insani duyguları var ama nasıl ifade edeceklerini bilemezler” demişti. Dolayısıyla şizofrenileri toplumla kaynaştırmaya çalışmak çağdaş bir tutum olsa gerekir.

- Evlilikleri nasıldır? Anne ve babalık görevlerini yapabilirler mi?
Eğer tedaviye uyum gösteriyorlarsa, ve yanıt veriyorlarsa neden olmasın..

- Hastalığın teşhisi sırasında hangi tetkik ve tekniklerden yararlanıyorsunuz?
Bir takım bedensel hastalıkların şizofreni benzeri bir tabloya yol açtığı bilinmektedir. Dolayısıyla ilk hastalık başladığında o nedenle detaylı incelemer gerekir. Sonraki dönemlerde ise kendi bedensel hastalıklarını ifade etmekte güçlük çektirkleri için aynı şey yapılmalıdır. Bu arada CEEG ve MR ayırıcı tanıda özel bir önem taşır. 

-Tedavisi nasıl yapılıyor?
Günümüzde şizofreni tedavisi için ciddi etkili ilaçlar vardır. Her hastaya uygun ilaç ve doz saptanması gerçekleştikten sonra sonuçlar gerçekten yüz güldürücüdür. Ayrıca, akut dönemde EKT’nin yerini de unutmamak gerekir.

-Bu konuda ne gibi yeni görüşler vardır?
Tedaviye ilişkin çabalar daha çok negatif semptomlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Pozitif semtomların yatışması hususunda ise ciddi yol kat edilmiştir.


haber7
Başlık: Çenenizden ses geliyor mu?
Gönderen: Tuğra - 27 Nisan 2009, 23:01:03
Çenenizden ses geliyor ve sabah baş ağrısıyla mı kalkıyorsunuz?

Uzmanlar çene ekleminde senelerce ağrı, ses, tıkırtı ve sabah baş ağrısı çeken pek çok kişinin, bu konuda hangi doktora başvuracağını bilemediğini söyledi.

Bu süreçte hastaların KBB uzmanları, çene cerrahları hatta nöroloji uzmanlarının kapısını çaldığını anlatan diş hekimi Çağdaş Kışlaoğlu, "Çene rahatsızlığı konusu, eklem uzmanı diş hekimlerinin branşıdır. Doğru teşhis sonrasında sorun, çeşitli tedavi yöntemleriyle çözülebiliyor." dedi.

Çene eklemi rahatsızlığı, çene eklemlerinin "tam açılmama", "hiç açılmama" yahut "çene açıldıkça yerinden çıkma" gibi fonksiyon bozukluklarını kapsayan bir rahatsızlık olarak tanımlanıyor. Kışlaoğlu, bu rahatsızlığın daha çok genç ve orta yaşlarda görüldüğüne dikkat çekiyor.

Rahatsızlığın kendini, baş, kulak, çene-yüz ağrıları, kulak çınlaması, çene ekleminden ses gelmesi, ağız açmada kısıtlılık, ağrı veya kaymalar şeklinde gösterdiğini ifade ediyor. Rahatsızlık kimi kez klinik belirti vermeden yıllarca devam ederken, bazı zamanlarda insanları çok büyük sıkıntıya sokuyor.

Çene eklemi rahatsızlığının oluşmasında birçok neden bulunuyor. Farkında olmadan çene ekleminize ve yüz kaslarınıza aşırı yüklenmeye sebep olabilecek şekilde dişleri sıkmak veya gıcırdatmak, fizyolojik olmayan bir diş kapanışına sahip olmak, daha önceleri çene yüz bölgesinde bir travmaya maruz kalmak bu rahatsızlığa neden olabiliyor.

ÇENE EKLEMİ İÇİN BASİT TEST

Aşağıdaki soruların üç veya daha fazlasına evet diyorsanız çene eklemi sorununuz olabilir

AĞZINIZI açtığınızda çene eklemlerinizden ses geliyor mu?

AĞZINIZI açıp kapamada, yemek yemede veya esnemede zorluk çekiyor musunuz?

BAZEN çenenizin kilitlendiğini hissediyor musunuz?

SABAHLARI uyandığınızda çene-yüz kaslarında ağrı hissediyor musunuz?

AĞZINIZI kapattığınızda dişleriniz birbirine temas ediyor mu?

EKSİK dişleriniz fazla mı?

ZAMAN zaman kapanışınızın değiştiğini hissediyor musunuz?

ÇİĞNEME sırasında zorluk çekiyor musunuz?

Zaman
Başlık: Gürültüden uzak durun!
Gönderen: Tuğra - 29 Nisan 2009, 10:38:05
Almanya'da gürültü, 6000 vaka ile meslek hastalıkları listesinde yerini aldı.

Çalıştıkları ortamda düzenli olarak gürültüye maruz kalanların bir süre sonra hastalandığı ortaya çıktı. Kısa adı TÜV olan Alman Teknik Denetim Kurumu doktorlarından Ulrike Roth, özellikle metal sanayinde çalışanların gürültüye maruz kaldıklarını söylüyor. Ancak Roth, sessiz olduğu düşünülen bürolarda da gürültünün hasta edici boyuta ulaşabildiğini belirtiyor.
Sınır 85 desibel

Uzmanlar gürültülü bir ortamda çalışan kişinin kaldırabileceği gürültü değerinin 85 desibel olduğuna dikkat çekiyor. Bu rakam sürekli olarak çalışan bir matkabın çıkardığı sese tekabül ediyor. Ancak 85 desibelin altında kalmasına rağmen, bazı gürültüler de insan sağlığına zarar verebiliyor.

Örneğin bir kaç kişinin çalıştığı bir büroda aynı aynda telefon görüşmesi yapılması, bilgisayarda yazı yazılması ya da telefonun çalması, gürültünün değerini bir anda 70 desibele kadar çıkarabiliyor. Uzmanlar bunun çalışanlarda stres, sinirlilik hali, konsantrasyon bozukluğu ve uykusuzluk gibi şikayetlere yol açtığına dikkat çekiyor.

Gürültüden kaçın!

Teknik Denetim Kurumu doktorlarından Ulrike Roth, çalışanlara gün içinde arada sırada gürültüden kaçma çağrısında bulunuyor. Örneğin çalışırken gün içinde sessizliğin hakim olduğu bir oda ya da ortamda birkaç dakika oturulmasının bile kişi rahatlatmaya yettiğini söylüyor. Roth'un bir başka öneri ise özellikle büroda, sessiz çalışan ya da daha az ses çıkaran elektrikli aletlerin kullanılması.

Yazıcılara ve fotokopi makinalarına dikkat

Büroda çalışanları en çok rahatsız eden, gürültüye yol açan aletlerin başında yazıcı ve fotokopi makinaları geliyor. Uzmanlar bu aletlerin mümkün olduğunca ayrı odalara yerleştirilmesini öneriyor. Eğer bunun için ayrı bir oda bulunmuyorsa önerileri yazıcı ya da fotokopi makinalarıyla çalışanların masaları arasına portatif duvarların yerleştirilmesi.

Bunun gürültüyü azaltmada işe yaradığını vurguluyorlar. Bilgisayar kasalarının da mutlaka masa altına yerleştirilmesi bir başka öneri.

Haber Aktüel
Başlık: Deri lekelenmelerinde lazerle sil baştan
Gönderen: Ay Işığı - 30 Nisan 2009, 00:06:53
İlerleyen yaş, güneş ışınları ve çeşitli sebeplerle oluşan deri lekelenmeleri çoğumuzun korkulu rüyasıdır. Ancak teknoloji bu soruna da çözüm sunuyor. Acıbadem Maslak Hastanesi Deri Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Emel Erkek deri lekelenmelerine karşı uygulanan en son yöntem olan ‘lazer tedavisi’ hakkında bilgi verdi.

Lekelenme daha çok yüz, boyun ve el üstlerinde oluşuyor

Deri lekelenmeleri ilerleyen yaş ve güneş ışınlarının yanı sıra hormonal, genetik faktörler, ilaç ve kozmetik kullanımı ve metabolik hastalıklar sebebiyle de oluşabilir. Lekelenme doğumsal olabileceği gibi, sonradan da edinilebilir. Derinin en üst tabakası veya deri altı tabaka ile ilişkili olabilen lekelenme, mekanizma olarak deride melanin pigmentinin artışına veya melanin-dışı pigment birikimine bağlı olarak ortaya çıkabilir. Daha çok koyu tenli kişilerde görülen deri lekelenmesi yüz, boyun V’si ve el üstleri gibi kronik olarak güneşe maruz kalan deri bölgelerinde belirgindir. 

Leke yüzeysel ya da yeni ise tedaviye yanıt şansı yüksektir!

Çoğu zaman kozmetik problemden ibaret olan deri lekelerinin bazıları kansere dönüşüm olasılığı barındırır. Güneş ışınlarının yalnızca lekelenme oluşumunda değil, oluşmuş leke bölgelerinin kararmasında ve leke üzerinde kanser oluşumunda da önemli rolü bulunmaktadır. Leke tedavisinde en temel prensip güneşten uygun şekilde korunmadır. Bu sağlandıktan sonra lekelenmenin tipine göre uygun tedavi seçenekleri gözden geçirilebilir. Genel olarak lekelenme ne kadar yüzeyselse ve ne kadar yeni ise, tedaviye yanıtı o derece olumlu olur. 

Lazer normal deriye zarar vermeden tedaviyi sağlıyor

Leke tedavisinde yeni geliştirilmiş bir teknik olan lazerde, özel dalga boyunda ışınlar kullanılarak pigment içeren hücrelerin harap edilmesi, melanin pigmentinin yıkılması veya derinin en üst tabakasının soyulması ile lekeler yok edilir. Lazer sistemleriyle yapılan uygulamalarda etraftaki normal deriye zarar vermeden lekelerin tedavisi mümkündür. Lazer hem yüzeysel, hem de derin lekelerin tedavisinde başarı ile kullanılmaktadır. Lazerle leke tedavisi en sık yüze yapılmakla birlikte boyun, el üstleri ve diğer vücut bölgelerine de uygulanabilmektedir. 

maksimum.com
Başlık: Depresyonun kökeninde tiroit sorunlarınız olabilir!
Gönderen: İsra - 30 Nisan 2009, 03:39:50
Tiroit bezinden kaynaklanan bazı rahatsızlıklar depresyon belirtisi olarak algılanabiliyor. Anadolu Sağlık Merkezi (ASM) Endokrinoloji Uzmanı Dr. Özay Tiryakioğlu, depresyon tedavisi öncesi tiroit araştırmasının yapılmasının önemli olduğunu söyledi.

Depresyon, kendini genelde hiçbir sebep yokken halsizlik, bitkinlik, çabuk yorulma, genel bir isteksizlik, mutsuzluk ve sürekli kötü şeyler olacakmış veya oluyormuş gibi bir duygu durumuyla hissettiriyor. Tiryakioğlu, tiroit hastalıklarının belirtilerinden bazılarının hareketlerde yavaşlama, bitkinlik, mutsuzluk, negatif düşünme şekli olduğunu ve bunların depresyonla da benzerlik taşıdığını ifade etti. Tiryakioğlu, tiroit bezinin ürettiği hormonlarla vücudumuzda isteğimiz dışında cereyan eden pek çok bedensel olayın hızını kontrol ettiğini belirtti. Kalbimizin atma hızı, vücut ısımızın ayarlanması, düşünme ve öğrenme hızımız, bağırsaklarımızın çalışma hızı, yediğimiz besinlerin enerji olarak yakılma ya da yağ olarak depolanma oranları bu etkilerin sadece belli başlılarından. Özay Tiryakioğlu, tiroit bezinin az çalıştığı yetmezlik tablosu olan 'hipotiroidi'de, depresyon (bazen ilaç ve hatta telkin tedavisine bile direnç gösterebilen), metabolizmada yavaşlamaya bağlı kolay kilo alma, zor kilo verme ve metabolik hastalıklara kolay yakalanma sorununun sıkça görüldüğünü aktardı. Tiroit araştırmasının çok önemli olduğunu dile getiren Dr. Özay Tiryakioğlu, belirtiler görüldüğünde doktora başvurulmasının önemli olduğuna dikkat çekti.

Tiroit hastalıklarının sebebi nedir?

Tiroidin nedenlerinin başında, bir çeşit tiroit bezi iltihabı olan hashimoto tiroidi hastalığı gelir. Ayrıca tiroidin büyümesi (guatr), ilerleyen yıllarda hormon üreten hücrelerin tahrip olmaya başlamasıyla sıklıkla yavaş gelişen bir tiroit tembelliği (hipotiroidi) gelişmesi ile özellenmektedir.

Tiroit rahatsızlıklarının tanısı gerçekten zor mudur?

Bugün tiroit hastalıklarının tanısı, gelişen teknoloji artan laboratuvar testi imkânları, görüntüleme yöntemlerindeki gelişmeler sayesinde çok daha kolaylaşmıştır. Hastaların endokrinoloji ya da iç hastalıkları uzmanlarına başvurması yeterlidir.

Tiroidi olanların yemekten kaçınması gereken gıdalar var mı?

Özellikle yaşadıkları bölgede içme sularında iyot eksik olan (Karadeniz Bölgesi gibi) ya da iyotun biyo-yararlanımını bozan gıdaları (karalahana) fazla tüketen yörelerde yaşayan insanlara en azından gelişme çağı tamamlanana kadar iyotlu tuz tüketmesi önerilebilir.

zaman
Başlık: Sinüzite Böyle Veda Edin
Gönderen: Tuğra - 30 Nisan 2009, 10:12:12
Sinüzit hastaları artık balon yöntemiyle ağrılarına veda edecek.
 
Medicana Hastanesi Kulak Burun Boğaz Bölümü’nden Doç. Dr. Nedim Arda, sinüzit hastalarını “balon sinoplasti” yöntemi ile tedavi ettiklerini belirterek, “Bu teknik, burun boşluklarının içinin balonla genişletilmesiyle yapılan bir tekniktir.

Bunun avantajı, hasta direk olarak iki gün sonra işine dönebiliyor ve hastaya çok daha rahat pansuman yapma imkanı sağlıyor. Bu yöntem maksimum yarım saat veya bir saat sürüyor” dedi.

Doç. Dr. Nedim Arda ANKA’ya yaptığı açıklamada, sinüzitin, sinüs denilen, kafa bölgesindeki boşlukların iltihabı anlamına geldiğini söyleyerek, “Herkes zaman zaman üst solunum yollarından hasta olur. Bu tip bir hastalık sonucu enfeksiyon gelişiyor ve enfeksiyonlarla mikro organizmalar ortaya çıkıyor.

Mikroorganizmalar da sinüs dediğimiz bu boşluklara yerleştiği zaman sinüzit ortalığa çıkıyor” dedi. Sinüzitin iki gruba ayrıldığını ifade eden Doç.Dr. Arda, “Hastalık akut ve kronik olmak üzere ayrılıyor. Akut sinüzit yüksek ateşle, burun tıkanıklığı, geniz akıntısı, halsizlik gibi belirtilerle başlayan bir hastalık.

Genellikle 4-5 gün içerisinde uygun verilen antibiyotiklerle iyileşme sağlanıyor” dedi. Doç. Dr. asıl sorun yaratanın kronik sinüzit olduğunu kaydederek, “En az altı hafta süren, altı haftadan sonra ilaçlara çok fazla cevap vermeyen bir hastalık. Kronik sinüzitte çok şiddetli bir ağrı ve yüksek ateş olmaz. Fakat sürekli devam eden bir ağrı söz konusu olur” diye konuştu.

-ÖNCE İLAÇ TEDAVİSİ SONRA AMELİYAT-

Tedavi yöntemi olarak öncelikle ilaç tedavisini tercih ettiklerini bildiren Doç. Dr. Arda, “Ameliyat yapmaksa kronik sinüzitin en belli başlı tedavi yöntemlerinden bir tanesi” dedi. Türkiye’de teknolojinin gelişmesiyle sinüzit tedavisinin en son basamağının ise “balon sinoplasti” olduğunu belirten Doç. Dr. Arda,şunları söyledi:

“Bu yöntem, burun boşluklarının içinin balonla genişletilmesiyle yapılan bir tekniktir. Sinüs dediğimiz boşlukların içerisini kaplayan mukoza dediğimiz dokular var. Bu mukoza burun içindeki akıntıların sinüslerin boşalma kanalları aracılığı ile normal şekilde dışarı atılmasını sağlar.

Ancak sinüslerin boşalma kanallarında tıkanma meydana geldiği zaman, salgılar dışarı atılamıyor ve sinüzit ortaya çıkıyor. İşin içine mikro organizmalar da girdiği zaman ateş ortaya çıkıyor.

Akut sinüzitte bu kanallar her hangi bir ilaçla açılarak sinüzit iyileştirilebilir. Ama kronik sinüzitte ilaçlarla bu kanalları açamıyoruz. Kanalları açabilmek için cerrahi müdahaleler yapıyoruz. Cerrahi müdahale ile bu kanalları boşaltıyoruz. Günümüz teknolojisinde kullandığımız en son yöntem balon sinoplasti.Bu yöntemle boşaltım kanallarının tekrar kapanmamasını sağlıyoruz. Orada iltihap ve apsenin birikmesine engel oluyoruz."

-HASTA İKİ GÜN SONRA İŞİNE DÖNEBİLİYOR-

Doç.Dr. Arda, son birkaç yıldır kullanıma giren yöntemin avantajlarına ilişkin olarak ise şunları söyledi:

“Hasta direk olarak iki gün sonra işine dönebiliyor. Hastaya çok daha rahat pansuman yapma imkanı sağlıyor. İnce bir çubuk yardımıyla genişletilmesi gereken bölgeye sönmüş bir balon sokularak, o bölgede basınçla şişirilerek daralmış olan bölge genişletiliyor. Daralmış olan bölgeyi içten dışa doğru baskı yaparak genişletiyor.

Bu yöntem maksimum yarım saat veya bir saat sürüyor. Balon tedavisi her yerde kullanılamıyor. Ana sinüslerin kanalını genişletmekte ve alın bölgesindeki sinüs kanallarını genişletmekte daha yaygın olarak kullanılıyor.”

Yöntemin çocuklarda çok fazla uygulanmadığını bildiren Doç. Dr. Arda, “Çocukluk çağındaki sinüzitler zaten ilaç tedavisine biraz daha çabuk cevap veriyor ve cerrahi müdahaleye gerek kalmıyor. Hastanın yaşı ilerlediği zaman müdahale biraz daha kolaylaşıyor.

Çocuklarda kemik gelişimini etkilemeyecek şekillerde cerrahi müdahale yapmaya da özen göstermek lazım” dedi.Balon sinoplasti yöntemiyle narkoza gerek kalmadan lokal anesteziyle uygulamanın rahatça gerçekleştirildiğini belirten Doç. Dr. Arda, tekniğin, narkoza engel tansiyon, şeker gibi rahatsızlıkları olan kişilerde de rahat bir şekilde uygulanabildiğini söyledi.

Aktif Haber
Başlık: bademcik iltihabı
Gönderen: söz verdik - 30 Nisan 2009, 14:42:07


bademcik iltihabı

bademciklerin iltihaplanmasına tıp dilinde tonsilit denir. bademcikler şiş, kırmızı ve yeşilimtrak beyaz renkte cerahatlı görünümdedir. Yutkunma sırasında ağrı yapar. Hastada kırıklık, baş ağrısı ve vücut ağrıları vardır. Hastalık birdenbire üşütme ve ateş ile başlar. Gereği gibi tedavi edilmezse orta kulak iltihabı, böbrek iltihabı, romatizma ve kalp hastalıklarına neden olabilir.

ateş
Vücut sıcaklığının yükselmesine ateş denir. Vücut sıcaklığı bedenin her yerinde aynı değildir. Örneğin; termometre ağıza konulduğunda görülen ısı, koltuk altına konulduğunda gösterdiği ısıdan 0,5 derece daha düşüktür. Diğer taraftan, vücut ısısı gün boyunca da 0,5 derece oynar. Sabahın erken saatlerinde ısı düşük, akşam saatlerinde yüksektir. Vücut ısısı 36,2 - 37,5 arasında ise normaldir. Ateşle birlikte; üşütme, titreme, baş ağrısı, bunalma, huzursuzluk, vücut kırgınlığı, iştahsızlık, kabızlık, sayıklama, havale veya koyu renkli idrar çıkarmada görülebilir. Ateşin nedeni, genellikle soğuk algınlığı, grip, bademcik iltihabı, boğaz ağrısı, bronşit, sinüzit, kulak iltihabı, bağırsak iltihabı veya böbrek hastalıklarından biri olabilir. Bu nedenle tedaviden önce nedeni tespit etmek gerekir.

kızıl
Kendine has bir deri döküntüsü ve boğaz ağrısı ile ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalıktır. Tıp dilinde scarlatina denir. Nedeni, bademciklere yerleşen bir çeşit mikroptur. Hastalık aniden ortaya çıkan baş ağrısı, titreme, boğaz yanması, bulantı, ve havale ile başlar. Ateş yükselir. Nabız hızlanır ve bademcikler de şişer. Bu belirtilerin ortaya çıkmasından çok kısa bir süre sonra, ağız çevresi hariç vücudun diğer yerlerinde kırmızı lekeler belirir. Dilin üstü de beyaz bir tabakayla kaplanır. Bu tabaka 3 gün sonra kalkar ve dil ağaç çileği görünümünü alır. Hastalık en fazla 6 hafta içinde geçer. Bulaşmayı önlemek amacıyla, hastanın odası ayrılır. Başkaları ile görüşmesi engellenir. Odası sık sık havalandırılır. Sulu ve sindirilmesi kolay yiyecekler verilir. İyi tedavi edilmezse böbrek iltihabına neden olabilir.

kulak ağrısı
Kulak ağrısı başka bir hastalığın belirtisidir. Kulak borusu zarı iltihabı, kulak nezlesi, ortakulak iltihabı, kulak yolundaki çıban, boyun bezeleri, yüz nevraljisi, bademcik iltihabı veya çene mafsalındaki hastalık, kulak ağrısına neden olabilir. Bu nedenle doktora başvurmak gerekir.

kulak iltihabı
Ortakulakta veya kulak arkası kemikte görülür. Vakit geçirilmeden doktora başvurmak gerekir. - Ortakulak İltihabı bademcik veya gırtlakta meydana gelen iltihaplar grip, kızamık, kuşpalazı, kızıl gibi hastalıklar ortakulağın iltihaplanmasına neden olabilir. Hastada, yüksek ateş ve kulak ağrısı görülür. Kulağa sıcak pansumanlar yapmak, ağrıları dindirir. - Kulak Arkasındaki Kemiğin İltihabı Nedeni, genellikle ortakulaktaki iltihabın, kulak arkasındaki kemiğe doğru yayılmış olmasıdır. Hastada ateş, kulak ağrısı, koyu kulak akıntısı, halsizlik görülür. İşitme azalır. Çaresi ameliyattır.

nefes kokusu
Tıp dilinde halitosis denilen nefes kokusunun nedenleri çeşitlidir. Genellikle aşağıdaki nedenlerden kaynaklanır: - Hazımsızlık, geğirme, kokulu yiyecekler, alkol ve bazı ilaçlar - Burun veya sinüz hastalıkarı - Çürük dişler, ağız yaraları veya bademcik iltihabı - Kusma veya uzun süreli perhizler Diğer taraftan şeker hastalığı, kansızlık ve ateşli hastalıklar sırasında da nefes kokusu hissedilir. Herşeyden önce, ağız temizliğine çok dikkat etmek gerekir. Çürük dişler tedavi ettirilmeli, yenilen ve içilen şeylerin kokusuz olmasına dikkat edilmelidir. Hergün temiz havada yürümek de faydalıdır. Kısa sürede geçmeyen nefes kokularında bir doktora başvurmak gerekir.

öksürük
Çoğunlukla, göğüs, boğaz veya karın boşluğunda meydana gelen bir rahatsızlığın belirtisi olarak ortaya çıkan öksürüktür 3 grupta toplanır. - Kuru öksürük Nezle, boğaz iltihabı, bademcik iltihabı, fazla sigara içmek, sindirim bozuklukları, gastrit, ishal, kabızlık, bağırsak solucanları, kalp hastalıkları ve ses tellerinin hastalanmasından kaynaklanan öksürükler balgamsızdır, yani kuru öksürüktür. - Nöbet şeklinde gelen öksürükBu çeşit öksürük, boğmaca veya ciğer şişmesi; gırtlak veya hava borusunun tahriş olması, veya astımdan kaynaklanır. Bu çeşit öksürükte pek az balgam görülür. - Balgamlı öksürük Bu çeşit öksürük, sık sık tekrarlar. Hastada hırıltı vardır. Balgam çıkarır ve nefesini dışarı vermekte zorluk çeker. Balgamlı öksürük; Bronşit, astım, sinüs iltihabı, müzmin sinüzit, kalp hastalıkları veya tüberküloz'un bir işareti olabilir. Öksürük, nasıl olursa olsun, ihmal edilmemesi ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır

şeker hastalığı
Vücudun şeker yakmasında ortaya çıkan bozukluğun neden olduğu bir hastalıktır. Tıp dilinde diabet denir. Pankreas, kandaki şeker miktarını kontrol eden ve adına insülin denilen bir madde salgılar. Pankreas bu görevini yerine getirmezse, kandaki fazla şeker, karaciğere depo edilir. Aç karnına alınan 100 gram kanda 80 miligram şeker vardır. Bu miktar yemekten 1-2 saat sonra 140 miligrama kadar yükselir. Kandaki şeker miktarı hastalığın durumuna göre aşağıdaki gibi tespit edilir. Şeker durumu Açken Yemekten 1-2 saat sonra Normal kimselerde 80 mg. 140 mg. Orta derecede 130 mg. 190 mg. Ağır derecede 160 mg. 215 mg. 2 çeşit şeker hastalığı vardır. - Şekersiz Diabet : Hipofiz bezinin arka tarafından salgılanan antidiüretik hormonun yetmezliği sonucu ortaya çıkan bu çeşit şeker hastalığına, tıp dilinde diabetes insipidus denir. - Şekerli Diabet :Pankreasın salgıladığı insülin yetmezliği sonucu ortaya çıkan bu çeşit şeker hastalığına, tıp dilinde diabetes mellitus denir. Şeker hastalığını doğuran nedenler dengesiz beslenme, şişmanlık veya sinir bozukluğudur. Bazı kimselerde de irsiyet önemli bir rol oynar. Hastalığın başlangıcında çok yemek ve su içmek ihtiyacı vardır. İdrar miktarı da artar. Kadınların idrar yapma yerlerinde kaşıntı vardır. Ayrıca devamlı yorgunluk hali görülür. İleri safhada devamlı baş ağrısı, el ve ayak titremeleri, iştahsızlık, aseton kokusuna benzer nefes kokusu, ter kokusu, adele krampları, hafıza zayıflığı, kısmi veya tam felç, iyileşmeyen yaralar ve uykuda sayıklama görülür. Şeker hastalığı tedavi edilmezse sonuç damar sertliği, kalp yetmezliği, göğüs anjini, görme zayıflığı, katarakt, karaciğer hastalıkları, siroz olabilir. İki çeşit şeker koması vardır. - Diabetik Koma :Daha ziyade şeker hastalarında görülür. Nedeni, insülin verme zamanını geçirmek, gerektiğinden az miktarda insülin vermek, bağırsak iltihabı, bademcik iltihabı, grip veya iyileşmeyen yaralardır. - Şeker Eksikliği Koması : Tıp dilinde hipoglisemi adı verilen bu çeşit koma, terleme, titreme, çırpınma huzursuzluk, şiddetli açlık, ve aşırı duygusallıkla başlar. Nedeni, fazla miktarda insülin vermek veya çok miktarda karbonhidratlı yiyeceklerle beslenmektir. Şeker hastaları haftada en az iki kere ılık banyo yapmalıdır ve sonra da vücutlarının her tarafını ılık bir havlu ile ovmalıdır. Kabız veya ishal olmamalıdırlar. Perhiz yapmalıdırlar. Erken yatıp erken kalkmalıdırlar. Ağız, boğaz ve diş sağlığına aşırı özen göstermelidirler. Masaj, beden hareketleri ve açık havada yürüyüşü ihmal etmemelidirler.
Başlık: Çin'den domuz gribi için aşı
Gönderen: Tuğra - 01 Mayıs 2009, 02:52:39
SARS ve kuş gribi salgınlarını yaşayan ve salgın hastalıklara karşı büyük tecrübesi olan Çin, domuz gribi virüsü için hızlı test yöntemi geliştirdi.

Çin Sağlık Bakanı Chen Zhu, Pekin'de Çin Devlet Konseyi Basın Ofisi'nce düzenlenen basın toplantısında Çin'in domuz gribi ile ilgili çalışmaları hakkında bilgi verdi. Virüsün Çin'e gelmemesi ve yayılmaması için etkili önlemler aldıklarını söyleyen Chen, insanlardaki domuz gribi virüsü H1N1 için hızlı test yöntemi geliştirdiklerini açıkladı.

Çinli bakan geliştirilen yeni yöntemle virüsün ne kadar bir zamanda tespit edilebileceği konusunda ise bilgi vermezken, yöntemin ülkedeki tüm ilgili birimlere yarın gönderileceğini anlattı.

Bakan Chen, halkın bu salgına karşı bilinçlendirme ile sağlık kuruluşlarının hastalık denetimini yoğunlaştırma çalışmalarının hızla devam ettiğini belirterek, virüsün Çin'e bulaşma olasılığının bulunduğunu ifade etti.

Chen, Dünya Sağlık Örgütü ve hastalığın görüldüğü yerlerdeki ülkelerin hükümetleriyle yakın iletişim ve işbirliği içinde olduklarını kaydederek, olası salgına karşı malzeme ve teknoloji hazırlıklarını sürdürdüklerini, Çin'e yetecek kadar aşı ve ilaç üretim kapasitesine sahip olduklarını dile getirdi.

Bu arada Çin, Meksika'ya 1 milyon doları nakit olmak üzere 5 milyon dolarlık tıbbi yardım malzemesi gönderdi. Air China ile gönderilen yardımın ardından virüsün uçakla Çin'e gelmemesi için uçağın Pekin'e varışta dezenfekte edileceği bildirildi.

Tıme Turk
Başlık: Sinsice yaklaşan hastalık!
Gönderen: devran - 01 Mayıs 2009, 15:20:24
Çok fazla belirti vermeden yayılan ve çoğu zaman yutma zorluğuyla kendini gösteren yemek borusu kanserlerine kimi zaman yaşam koşulları kimi zaman da çevresel faktörler neden oluyor. Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Nihat Yavuz,  yemek borusu kanserinin (özofagus kanseri), dünyada görülen tüm kanserler arasında altıncı sırada yer aldığını belirtiyor. Erken belirti vermemesi nedeniyle hastalar hekime geç başvurduğundan, hastaların çoğunda tanı konulduğunda hastalık ilerliyor, tedavi yani tam iyileşme şansı azalıyor. 

En Çok 50-70 Yaş Arasında Görülüyor

Erkeklerde daha sık görülen hastalık genellikle 50-70 yaş arasında görülür. Hastalığın görülme sıklığı coğrafi olarak da farklılıklar gösterir. Batı ülkelerinde 100.000’de 20 iken, Uzakdoğu ülkelerinde 100.000’de 100 oranında rastlanır. Bu oran Güney Afrika’da 100.00’de 160, Kazakistan’da 100.000’de 540’lara kadar çıkar. Ülkemizde ise oran tam olarak bilinmese de Doğu Anadolu bölgesinde daha sık görülür.

Alkol Ve Sigara Tüketimi Önemli Rol Oynuyor

Yemek borusu kanserine neden olan faktörler kanserin tipine göre farklılıklar gösterir. Squamoz hücreli kanser gelişiminde alkol ve tütün tüketimi en önemli rolü oynar. Buna tütsülenmiş et, tuzlanmış sebzelerle beslenme, sıcak sıvıların alınması, vitamin-mineral eksiklikleri ve birtakım hastalıklar (akalazya gibi) da rol oynarlar. Adenokanser gelişmesinde ise gastroözofageal reflü önemli bir rol oynamaktadır.

Yutma Güçlüğü En Önemli Belirtisi

Yemek borusu kanserlerinde hastaların yüzde 90’ında yutma güçlüğü ve kilo kaybı ilk belirtileri oluşturur. Yutma güçlüğü gittikçe ilerleyen bir özellikte olup hastalar önce katı gıdaları daha sonra yumuşak gıdaları ve en sonunda da suyu bile yutamadığını söyler. Bunlara ilaveten ağrılı yutma, yediklerinin ağzına geri gelmesi, göğüs arkasında ağrı, gıdaların aspirasyonuna bağlı akciğer enfeksiyonu gelişebilir. İlerlemiş olgularda ses kısıklığı, soluk borusu ile yemek borusu arasında fistül gelişimi görülebilir.

Pet Yayılmış Hastalığı Görmeyi Sağlıyor

Hastaların fizik muayenesinde kilo kaybına ait bulgular, ele gelen lenf bezleri saptanabilir. Tanıda kullanılan yöntemler sırasıyla radyoloji yani ilaçlı film ile yemek borusu ve mide filmlerinin çekilmesi, endoskopik biyopsi, bilgisayarlı tomografi yani göğüs ve karın bölgesinin tomografilerinin çekilmesi hem tanı hem de hastalığın evrelendirilmesi açısından önemlidir. Endoskopik ultrasonografi (endoskopi altında tümörün derinliğini saptayıp biyopsi almamıza olanak sağlar) en sık kullanılan tanı yöntemleridir. Bunların yanı sıra  MR (manyetik rezonans görüntüleme) ve PET (Pozitron Emisyon Tomografisi) nadir olarak kullanılan yöntemlerdir. Özellikle PET hastalığın yayılmış olması halinde önemlidir.

Tedavide, Cerrahi, Radtoterapi ve Kemoterapi Uygulanıyor

Yemek borusu kanseri tanısı konulup ve hastalığın evresi saptandıktan sonra tedavide nasıl bir yol izleneceği önemlidir. Cerrahi, radyoloji ve onkolojiden oluşan multidisipliner yaklaşımla hangi tedavinin uygulanacağına karar verilir. Yemek borusu kanserlerinde cerrahi tedavi (yemek borusunun çıkarılması), radyoterapi (ışın tedavisi), kemoterapi (ilaç tedavisi), lazer tedavisi ve palyatif işlemler (stent uygulanması) hastalara uygulanan tedavi seçeneklerini oluştururlar.
 
haberturk
Başlık: Epilepsi ve parkinsona çözüm yakın
Gönderen: Tuğra - 04 Mayıs 2009, 09:44:31
Güney Kaliforniya Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ted Berger, epilepsi ve parkinson hastalığının tedavisinin üç yıl içinde gerçekleştirileceği, Alzheimer hastalığına ise 10 yıl sonra ise kısmi çözüm geliştirileceğini bildirdi.

Arizona Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Metin Akay tarafından Antalya'da düzenlenen 4. Uluslararası Beyin Mühendisliği Konferansı başladı.

Beyinde fonksiyonunu kaybetmiş hafıza hücrelerinin yerine elektronik çip takılması yöntemiyle dünyada tanınan Prof. Dr. Berger, epilepsi, parkinson ve alzheimer gibi hastalıkların tedavisinde çok önemli çözümlerin mühendislik ve tıbbın birleşmesinden üretileceğini belirtti.

Prof. Dr. Berger," Parkinson ve epilepsi hastalığının nasıl geliştiğini, mekanizmasını çok iyi biliyoruz, ancak hastalığın sebepleri ve oluş nedenleri konusunda yeterince bilgimiz yok. Tedavilerde özellikle beyin uyarıları kanalıyla bir takım yan etkileri var. Onlarla ilgili yeni çözümler üretilmesi gerekir ve üretilecek" dedi.

Haber53
Başlık: Aşırı terlemenin sebebi 'stres' olabilir
Gönderen: Tuğra - 05 Mayıs 2009, 10:14:52
Sıcakların başlamasıyla birlikte aşırı terleyen kişiler için de zor günler başladı.

Aşırı terlemede stresin rolü büyük rolü olduğunu belirten uzmanlar, "Stres, avuç içi, koltuk altı, zaman zaman tüm vücutta terleme fazlalığına neden oluyor" uyarısında bulunuyor.

Bursa Özel Bahar Hastanesi'nden Dr. Yavuz Okur, vücutta ter salgılayan 2 tür salgı bezi sistemi olduğunu, ter bezlerinin farklı yerleşim ve farklı uyarılma özellikler gösterdiğini söyledi.

Terle başetmenin için ilk kuralın temizlik olduğunu anlatan Okur, stresin de aşırı terlemeye davetiye çıkardığını kaydetti.

Okur, "Alüminyum içeren antiseptiklerin lokal uygulanması da teri azaltır. El ve ayaklardaki aşırı terlemeye karşı iyontoforez denilen yöntem uygulanabilir. Bu el ve ayak terlemelerinde, elektrik akımının geçtiği su banyosu. botoks da alternatiflerden biri. Koltuk altına rahat uygulanır ve 5- 6 ay hastayı rahatlatır.

El ve ayakta da uygulanabilir ama ağrı verici olabilir. Sık yıkanma alışkanlığının edinilmesi, temizliğine dikkat edilmesi, antiseptik sabunlarla yıkanma, gerektiğinde antibakteriyel sabunların eklenmesi, sentetik giysilerden kaçınmak ve pamuklu giysilerin tercih edilmesi sorunu büyük ölçüde çözer.

Temizlenmeden sprey kullanmayı önermiyoruz. Kokuyu ağırlaştırabilir. Stresli olmak da terlemeyi körüklüyor.Stres altında ter bezleri daha fazla çalışır.Stresli olduğumuz zamanlarda sinir sisteminin sempatik sistem denen özel bir bölümü çalışır ve terlemeye neden olur. Ama insanların yüzde 1'inde bu sistem hiç bir stres olmadan aşırı çalışmaktadır. Bu kişilerde terleme el ayak tabanı koltuk altı ve yüzde görülebilir.

Bunun dışında tiroid bezinin aşırı çalışması böbrek üstü bezinden kaynaklanan bazı hastalıklar şişmanlık menapoz ağır psikiatrik hastalıklar ve bazı ilaçların kullanımı sonucu terleme gelişebilir." dedi.

Kötü ter kokusunun yenilen gıdalarla ilgili olup olmadığı yönündeki soruyu cevaplayan Dr. Okur, ter salgısının kokusuz olduğunu, ancak bazı nedenlerle kötü kokmaya başladığını kaydetti.

En kolay iyileştirilebilen rahatsızlığın yiyecek ve ilaçların etkisiyle ortaya çıkan ter kokusu olduğunu vurgulayan Okur, "Baharatlı, özellikle sarımsaklı yiyecekler, bazı ilaçlar ve vitaminler sadece terle değil, aynı zamanda solunumla da kötü koku yayılmasına neden olurlar. Deri yüzeyinde bulunan doğal bakteri topluluğu kötü hijyen koşullarında, aşırı terlemede istenmeyen kokuya yol açarlar.

Diğer bir ter kokusu nedeni ekrin ve apokrin terle birlikte, idrar ve hatta nefeste de belli olan, çürümüş veya bozulmuş balık kokusuyla seyreden, bir hastalığa bağlı olarak ortaya çıkar. Esas neden balık, yumurta, süt, ciğer gibi gıdaların bazı maddelerinin karaciğerde değişikliğe uğrayamaması ve değişmeden atılması. Kötü koku bu nedenle yayılır.

Dr. Okur, yaz aylarında terlemenin vücudun ısısını dengelemek amacı taşıdığını, bu dönemde hijyen koşullarının yeterli olması durumunda, aşırı ter ve bakteriyel ayrışmanın kötü kokunun oluşmasına neden olduğuna dikkat çekti.

(CİHAN)
Başlık: Uzmanlardan klima uyarısı
Gönderen: Tuğra - 06 Mayıs 2009, 09:36:52
Uzmanlar, yaz aylarında klimanın altında uyumanın birçok hastalığa davetiye çıkardığını söyledi.

Klimalı odalarla uyumanın birçok rahatsızlığa davetiye çıkardığını belirten uzmanlar, yatak odasında klima bulunduranlarda gribal ve viral enfeksiyonlar, kas ağrıları, kas tutulması ve zatürree gibi rahatsızlıklara yakalanabilecekleri uyarısında bulundu.

Klimanın dikkatli kullanılması gerektiğini kaydeden uzmanlar, "Klimanın en zararlı yanı havayı kontrolsüz olarak kurutuyor.

Bu da birçok rahatsızlığa sebep oluyor. Bir günde sıcak bir odada uyumadan kaynaklanan rahatsızlıkla özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan Şanlıurfa, Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır illerinde 3 kişi hastaneye başvururken, klimalı odalarda uyuyanların başvuruları ise 100'ü geçiyor. Ancak mutlaka klima gerekiyorsa çok dikkatli kullanılmalı. En düşük seviyeye ayarlanmalı ve uykuya dalınca mutlaka kapatılmalıdır" dedi.

Uzmanlar, iyi bir uykunun püf noktasının her gün aynı saatte uyanmak olduğunu kaydediyor. Uzmanların iyi bir uyku için önerdiği bazı püf noktalar şöyle:

"Gündüz vakti olabildiğince aydınlık ortamlarda bulunun. Sabah çalışmaya başlamadan önce biraz yürüyüş yapın. Günlük yürüyüş süresi ortalama 45 dakikadan kısa olmamasına özen gösterin. Aldığınız kafein içeren kahve, çay, çikolatayı kısıtlayın.

Günde 2 fincandan fazla kahve içmeyin. Uykuya dalmakta veya sürdürmekte sorununuz varsa kafeini tamamen hayatınızdan çıkarın.Uyku ile ilgili sorununuz varsa sigarayı tamamen bırakmaya çalışın. Alkollü içeceklerden tamamen uzaklaşın."

Tıme Turk
Başlık: Hamilelikte sırtınızın ağrımaması için...
Gönderen: devran - 06 Mayıs 2009, 10:25:27
Hamilelik süresince artan ağırlığınız zamanla sırt ağrılarınızın da artmasına neden olur bu ağrıları asgarileştirmek sizin elinizde

Healthday.com'da yer alan habere göre, Amerikan Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanları Koleji, sırtınızdaki ağrıyı önlemeye ya da hafifletmeye yardımcı öneriler sunuyor.

· Tamamen düz ya da yüksek topuklu ayakkabılar giymeyin, az topuklu ve rahat ayakkabıları tercih edin.

· Ağır eşyaları tek başınıza kaldırmayın.

· Uzun süre ayakta kalacaksanız, bir ayağınızı biraz daha yüksek bir yere koyarak destekleyin.

· Sıkı bir yatakta yatın ya da somya ile yatak arasına tahta yerleştirin.

· Yere eğilirken belden değil dizlerinizi kırarak eğilin.

· Sandalyeye oturduğunuzda sırtınızın alt kısmına yastık yerleştirin ya da arkası desteklenmiş sandalyeye oturun.

· Yan yatın ve bacaklarınızın arasına yastık yerleştirin.

· Sırtınızın alt kısmına yavaş hareketlerle masaj yapın ya da ısıtma yastığı veya buz torbası koyun



(Zaman)
Başlık: Türkiye'de Akıl Sağlığı SOS Veriyor
Gönderen: Tuğra - 07 Mayıs 2009, 09:19:22
OECD’nin “Bir Bakışta Toplum” raporunda üye ülkelerin “Akıl Sağlığı İndeksi” de yer aldı. Türkiye'nin durumu vahim...
 
OECD’nin “Bir Bakışta Toplum” raporunda üye ülkelerin “Akıl Sağlığı İndeksi” de yer aldı. Derlenebilen 21 ülkenin verilerinden oluşan indekste Türkiye’nin sonuncu çıkması kaygı oluşturdu.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) kapsamında orta düzeyde akıl sağlığı sorunlarının yüzde 48, ciddi sorunların ise yüzde 31 oranında tedavi gördüğü belirtilirken birçok ciddi vakanın ise tedavi edilmediğine dikkat çekildi.

GÖRECE ZAYIF

Raporda, “21 ülke arasındaki akıl sağlığı indeksi Türkiye’de akıl sağlığı durumunun göreceli olarak zayıf bulunduğunu Norveç’te ise olumlu düzeylerde bulunduğunu ortaya koymuştur” denildi.

Türkiye’nin bu alanda içinde bulunduğu olumsuz durum, rapora konulan bir tabloda da açıkça görüldü.

Akıl sağlığı açısından Polonya ve İtalya’nın da zayıflıkları bulunduğuna, Hollanda, İrlanda ve Almanya’nın göreceli iyi durumlarına dikkat çekilen raporda, “Akıl sağlığı indeksinin orta bölümlerinde ülkeler arasında büyük bir değişkenlik yoktur” denildi.

Akıl Sağlığı İndeksi’nde, 21 OECD ülkesi olumludan olumsuza doğru şöyle sıralandı: Norveç, Hollanda, İrlanda, Almanya, Danimarka, İsveç, Belçika, İspanya, Finlandiya, Lüksemburg, Macaristan, Fransa, Çek Cumhuriyeti, İngiltere, Slovak Cumhuriyeti, Yunanistan, Avusturya, Portekiz, Polonya, İtalya, Türkiye.

Aktif Haber
Başlık: Boyunuzu uzatmak ister misiniz?
Gönderen: Tuğra - 08 Mayıs 2009, 09:46:42
Boyunuzu 30-40 santimetre uzatmak mümkün.

Boy uzatma (kemik uzatma) ameliyatları, cüce olarak adlandırılan boyları normal kabul edilen değerlerin altında kalan kişilerin tedavilerinde uygulanıyor. Cüce hastaların boyları özel cihazlar ve teknikler yardımıyla her gün 1 mm uzatılarak, 150 santimetre civarında boya ulaşmaları sağlanabiliyor. Bu sonucu elde edebilmek için tedavinin 2-3 yaş civarında başlayabilmesi çok önemli.

Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Levent Eralp konu hakkında bilgi verdi.

Üç Hasta Grubunda Uygulanıyor

Cücelerde Uzatma:

“Cüceliği olan hastalarda amacımız estetik işlemden çok, kişinin kapı koluna erişmesi, otobüse binebilmesi, musluğa yetişebilmesi gibi gün içinde daha konforlu, kaliteli bir yaşam sürdürmesidir. Yani amacımız 160 santimetre boyundaki kişiyi 180 santimetre yapmak değildir. 'Akondroplazi' denilen hastalıktan mağdur olan hastalarımızı, 2-3 yaşında başlayıp birkaç ameliyat yaparak yaklaşık 150 santimetreye kadar uzatıyoruz.”

Kırıklar Kötü Kaynadıysa:

“Bir uzvun büyüme kıkırdağının, kaza ya da başka nedenler sonucunda harap olması, kırıkların kötü kaynaması halinde, yaptığımız ameliyatla bir bacak ya da kolu, diğeriyle eşit duruma getirebiliyoruz.”

Kozmetik Amaçlı Uzatma:

“Eğer hasta ihtiyaç için değil, daha iyi bir görüntüye kavuşmak için bu ameliyatı yaptırmak istiyorsa, belirli bir süre psikiyatri uzmanları hastayı değerlendirip uygun bulduktan sonra kozmetik uzatmayı uyguluyoruz. Çünkü yaptığımız ameliyatlar zorlu ameliyatlardır; burun estetiği yapar gibi kozmetik anlayışla hareket edemeyiz.”

Cücelerde Boy Uzatmaya 2-3 Yaşında Başlanmalı

Cücelerde “boy uzatma” ameliyatlarına 2-3 yaşında başlanması gerektiğini, çünkü üç ayrı bölgedeki altı kemiği uzatmaya çalıştıklarını anlatan Doç. Dr. Levent Eralp, ameliyatın teknik zorluklar içermesi nedeniyle erken başlanmasının önem taşıdığına dikkati çekti. Uyluk, kaval kemiklerinin yanı sıra kol kemiklerini de uzattıklarını belirten Doç. Dr. Eralp, şunları söyledi:

“Belli aralıklarla yapılan boy uzatma ameliyatları sonrasında 150 santimetreye kadar uzatmak mümkün oluyor. Her bir kemiği uzatabilmek için en az üç ameliyat yapıyoruz. Aynı anda birkaçı birden uzatılıyor, her iki tarafı da aynı anda uzatıyoruz. Birçok kemiği aynı anda uzattığımız için yürümeleri zor olabiliyor. Hastanede biraz daha fazla yatırıp fizik tedavi ile yürümelerini kolaylaştırmayı hedefliyoruz.” Uzatma cerrahisi hekim için de hasta için de zor bir süreç.

Kemiği Kendi Kendine Uzatan Çivi

Boy uzatma ameliyatlarında kullanılan teknoloji ve aletlerde de son yıllarda büyük gelişmeler oldu. İleri teknoloji sayesinde artık vücutta kemiğin içinde kalan ve kemiği uzaktan kumanda ile kendi kendine uzatan cihazlar üzerinde çalışılıyor. Bu tür cihazların kullanımı konusunda özel eğitimler almak gerekiyor. Doç. Dr. Levent Eralp söz konusu çiviyi kullanma eğitim ve yetkisine sahip olduğunu, bu çiviyi kullanarak üç hastayı ameliyat ettiklerini belirtiyor.

“Her gün bir milimetre uzatıyoruz”

Kemiklerde düzeltme ya da uzatmaya yönelik cerrahi işlemler yapılıyorsa, her gün bir milimetre uzatmak gerekiyor. Bu sürecin yavaş yavaş olması önem taşıyor. Dünyada 8-10 yeni yöntem bulunuyor. Söz konusu yöntemler cerrah tarafından uygun vakalarda kullanıldığında hastalar yarar görebiliyor.

“Bacakları kesmekten kurtarabiliyoruz”

Eksik ya da yanlış tedavi görmüş, kaza geçirmiş insanlar, şeker hastaları, uzun süre sigara içmek gibi etkenler sonucunda kemiklerde önemli hasarlar oluşuyor. Kaynamamış kırıklar ortaya çıkıyor. Bunların önemli bir kısmına bacağı kesmek gibi tedaviler önerildiğine değinen Doç. Dr. Levent Eralp, şunları söyledi:

“Biz ise günümüzde, dışardan kemik düzelten cihazlar, yüksek basınçlı oksijen tedavisi, plastik cerrahi uzmanlarının kullandığı serbest doku nakil yöntemleriyle uzuvları kurtarıyoruz. Bu hastaların önemli bir kısmı daha önce hatalı tedaviler görmüş kişiler.

Asıl sıkıntıyı, yanlış yapılan ameliyatları düzeltmek için yapılan ameliyatlar oluşturuyor. Kemiğin yapısı, kullanılacak cihazın kemiğe tutulumu ve iyileşme süresi açısından önemlidir. Kısa süre öncesine kadar bu tür hastaların uzuvlarının feda edilmesi önerilirken artık yaratıcı teknikler ve diğer branşların yardımı ile bu uzuvları tedavi edebiliyoruz.”

Kemik Düzelten Cihazlar

Kötü kaynayan kırıkların ya da doğuştan kemik eğriliklerinin tedavisinde de boy uzatmaya benzer cihaz ve teknikler uygulanabilir. Doç. Dr. Levent Eralp ameliyatta kemik eğriliklerinin düzeltilmesi halinde, kemiğin içine konulan çiviler, ya da kemiğin üzerindeki plak ve vidalarla sabitleme yapıldığını belirtti. Kemiğe dışardan menteşeli cihazlar uygulanır. Her gün bir mm ya da her gün bir derece gibi düzeltme yapılır.

Beraberinde uzatma da yapmak isteniliyorsa, bu cihazlar çok uygundur. Vücut kemiklerin arasını yeni kemik dokusu ile doldurur. Her bir santimetrelik uzatma için 1-1,5 aylık bir sürenin geçmesi gerekir.

Tedavide hastaların günlük yaşamında bir kısıtlamaya gerek yoktur. Yurtdışında hastalara havuza girmeleri bile söylenir; ancak ülkemizde hastalar evlerine hapsoluyor, işine, okuluna gidemiyor. Cihaz kemiği koruduğundan üzerine düşse bile sorun olmaz. En çok kemik kırıkları ve dolayısıyla eğrilikleri, uyluk ve kaval kemiğinde, kol kemiğinde ve el bileğinde oluyor.

Haber3
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: aydeniz - 08 Mayıs 2009, 11:12:14
tuğra kardeşim güzel bilgiler paylaşıyorsunuz size teşekkür ediyorum &)
Başlık: Artrit Ağrıları Beyindeki Duygu Merkezlerini Etkiliyor
Gönderen: Tuğra - 09 Mayıs 2009, 01:20:42

İngiltere’de yapılan bir çalışmayla, artrit ağrılarının beyindeki duygu ve korku bölgelerinde etkili olduğu belirlendi.

Arthritis & Rheumatism’in Nisan sayısında yer alan çalışma, artrit ağrıları için yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine yardımcı olabilir.

Yapılan analizlere, dizinde osteoartrit rahatsızlığı olan 12 kişi katıldı. Manchester Üniversitesi Romatizmal Hastalıklar Merkezi’ndeki araştırmacılar, beyin görüntüleme yöntemlerini kullanarak, osteoartrit ağrılarının beyinde neden olduğu aktivitelerin, ağrı olarak değil, sıcakla temas edildiğinde oluşan ağrı gibi algılandığını belirlediler.

Hem osteoartrit ağrıları hem de sıcakla temastan kaynaklanan ağrılar, iki paralel sisteme sahip, ağrı matriksi olarak bilinen beyin yapılarının birbirleriyle bağlantısını aktive ediyor.

Medial ağrı sistemi, korku ve stres dahil, ağrının neden olduğu duygusal yönlerin ortaya çıkmasında etkili oluyor. Lateral sistem ise, ağrının fiziksel yerini, şiddetini ve devam süresini belirliyor.

Osteoartrit ve sıcakla temasın neden olduğu ağrıların, beyindeki bu iki sistemi harekete geçirdiği, ancak osteoartrit ağrılarının medial ağrı sistemindeki aktiviteleri artırdığı belirtiliyor.

Araştırmacılar, bu verileri, deneysel ağrılara göre, osteoartrit ağrılarının duygusal etkilerinin daha fazla olduğunun ve korku ve stresle bağlantısının daha güçlü olduğunun göstergesi olarak düşünüyorlar.

Osteoartrit ağrılarının ayrıca, konsantrasyon üzerinde önemli bir rolü olan, beyindeki prefrontal korteks ve arka alt parietal korteksdeki aktiviteleri artırdığını belirtiliyor.

Araştırmacılar, bu durumun, hastaların artrit ağrılarıyla mücadele etmek için izledikleri stratejilere odaklanmalarının bir sonucu olabileceğine dikkat çekiyorlar.

Realage
Başlık: Kansere karşı acı kırmızı biber
Gönderen: Tuğra - 10 Mayıs 2009, 10:18:34
Profesörler araştırdı! Acı kırmızı biberde yoğun olarak bulunan 'kapsaisin' kanserin baş düşmanı.
Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tıbbi Biyokimya Klinik Şefi Prof. Dr. Necat Yılmaz, yaptığı açıklamada, genetik ve çevresel faktörlerin kalın bağırsak kanseri gelişimine olan etkisinin iyi bilindiğini belirtti.

(http://www.internethaber.com/images/news/25533.jpg)

Kanser cerrahisi, radyoterapi ve kemoterapi alanlarındaki gelişmelere rağmen tedavi oranlarında çok düzelme olmadığını, ancak yine de kansere karşı en iyi yolun tedavi olmayı sürdürmek olduğunu ifade eden Prof. Dr. Yılmaz, "Geçen yıllarda yaptığımız ve batılı bir çok araştırmacının yayınladıkları benzer çalışmalarımızı kamuoyu ile paylaştım. Bir kez daha halkımızın hatırlamasında yarar olduğunu düşündüğüm bir konu acı biberdeki kapsaisin maddesidir" dedi.

Son olarak Güney Koreli araştırmacıların Nisan 2009'da 'Cellular& Molecular Biology Letters' isimli dergide ve Anticancer Research dergisinin ocak sayısında yayımlanan çalışmada, karaciğer kanser hücresi üzerine kapsaisin etkisinin incelendiğini vurgulayan Prof. Dr.Yılmaz, "Kapsaisin biberin temel acı maddesi olup, birçok hücre tipinde, bir anti-tümör etkisi sergilemiştir. Ancak, kapsaisinin anti tümör etkisi tam açıklanmamıştır" dedi.

Ayrıca kırmızı biberin, kolesterol düşürücü, mide asidini düzenleyici ve mikrop öldürücü etkilere sahip olduğunu ifade eden Prof. Dr. Yılmaz, sanıldığının aksine kırmızı biberin zayıflatıcı etkisinin de bulunduğunu kaydetti.

İNternet Haber
Başlık: Bel fıtığı hastalarına müjde
Gönderen: Tuğra - 11 Mayıs 2009, 22:00:32
Mersin Üniversitesi (MEÜ) Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı tarafından yeni bir cerrahi yöntem uygulanmaya başlandı.

'Endoskopik Disk Cerrahisi' adı verilen yöntemle bel fıtıklarının tedavisi, kamera sistemi ile 0.5 santimetrelik bir kesiden lokal anestezi altında yapılabilecek.

MEÜ'den yapılan açıklamada, söz konusu yöntemle tedavi gören hastaların hastanede yatmasına gerek kalmadığını ve aynı zamanda da ameliyat sonrasında hastalarda sıklıkla görülen bel ağrısının ortadan kalkacağı dile getirildi. 'Endoskopik Disk Cerrahisi' yönteminin MEÜ bünyesinde faaliyet gösteren Araştırma ve Uygulama Hastanesi'nde de uygulandığı belirtildi.

Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Polikliniği'nde uygulanmaya başlanan bir diğer tedavi yönteminin de 'Extracorporeal Shock Wave Therapy (ESWT)' olduğu belirtildi. Vücut dışından şok dalgası tedavisi anlamına gelen bu yöntemin çalışma prensibinin de taş kırma metoduyla aynı şekilde işlediği vurgulandı.

Bu yöntemle birlikte sertleşmiş ve dejenere olan dokuya şok dalgası gönderilerek akut inflamasyon oluşturulduğu ve vücudun bu bölgeyi tekrar onarması için uyarı sağlandığı kaydedildi.

ESWT yöntemiyle özellikle kas ağrıları, sırt ağrıları, tendon hastalıkları, topuk ağrısı, baldır ağrısı, dirsek ağrısı, omuz ağrısı gibi hastalıkların kısa süre içinde ve etkin bir şekilde tedavi edilebileceğine dikkat çekilen açıklamada, şu görüşlere yer verildi:

"Bir seansı yaklaşık 10 dakika kadar süren tedavinin ciddi bir komplikasyon riski ise oldukça düşük. Bunun yanı sıra dirençli olgularda tedaviyi haftada bir olmak üzere üç seansa kadar uzatmak gerekebiliyor. Bazı durumlarda ağrı 1-2 gün süreyle artıp sonra tekrar azalabilmekle beraber genellikle çok uzun süredir var olmayan şikayetlerde, ilk seanstan hemen sonra rahatlama elde ediliyor."

Haber Aktüel
Başlık: Kansızlığa Dikkat
Gönderen: Tuğra - 14 Mayıs 2009, 22:40:19
Belirtileri nelerdir, nasıl tedavi edilir? Öğrenmek istediğiniz herşey...
 
Sağlıklı bir erkeğin damar yatağında 4,5 litre, kadının damar yatağında ise 4 litre kan dolaşıyor. Kanın görevi, dokulara gerekli olan oksijeni taşımak. Anemi, kişinin oksijen taşıma kapasitesinde azalma demektir. Aneminin pek çok nedenleri ve türleri var. Halkın en çok tanıdığı “demir eksikliği” sorunu aslında anemi ile nitelenen hastalıkların sadece bir tanesidir.

İç Hastalıkları ve Hematoloji Uzmanı Prof. Dr. Oğuz Önder, kan yapımında vücutta yeterli demir bulunmasının şart olduğunu belirterek 15-55 yaş grubundaki kadınlarda demir eksikliğinin sıkça görülmesinin nedenlerini şöyle özetliyor:

 15-55 yaş dönemindeki aylık regl
 Hamilelikler ve emzirme
 Düşükler, kürtajlar
 Ameliyatlar
 Başta mide-barsak kanalından olmak üzere uzun bir zamandan beri süregelen kan kayıpları

Tek Başına Soluk Cilt Kansızlık Belirtisi Değil

Cilt solukluğu genellikle kansızlığın muayene bulgularının başında geliyorsa da yanıltıcı olabiliyor. Prof. Dr. Oğuz Önder, soluk benizli olmanın kansızlığa dair bir ipucu olabileceğini, ancak avuç içleri, tırnak yatakları, göz içine bakılarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağını belirtiyor.

Halsizlik, yorgunluk, enerjisizlik, egzersiz kapasitesinde kısıtlanma, hareket edildiğinde nefes nefese kalma ve kalp çarpıntısı aneminin derinliğine bağlı olarak görülen belirtiler arasında yer alıyor.

Bir de anemiye sebep olan tıbbi durumların tabloya eklediği başka belirti ve bulgular var. Kemik iliğinin ciddi hastalığına bağlı anemilerde sık tekrarlayan bakteriyel enfeksiyonlar, kanama ve çürümeler, küçük kızarık lekeler, kan hücrelerinin yıkımının hızlandığı durumlarda sarılık, iltihap veya enfeksiyon türü bir hastalığa eşlik eden ateş, terlemeler, kilo ve iştah kaybı gibi.

Demir Eksikliği En Çok Kadınlarda

Kadınlarda demir eksikliğinin erkeklere kıyasla çok daha sık ortaya çıktığına değinen Dr. Oğuz Önder, kan yapımında demirin temel bir girdi olduğunu vurguladı. Ancak sanıldığının aksine üzüm ve pekmezin kan yapıcı özelliklerinin demir içeriklerin düşük olması ve bitkisel kökenli demirin kana daha az geçmesi nedeniyle sınırlı olduğunu söyledi. Et ve sakatatta daha yüksek oranda demir bulunduğunu belirten Dr. Önder, diyetimizdeki esas demir kaynağını daha kolay emilen hayvansal kökenli demirin oluşturduğunu belirtti.

“Gıdalarımızla yeterli miktarda demir alıyor olsak da ikinci bir koşul, bunun ince barsaktan emilimin de sorunsuz olması. Kişinin birim zamanda vücuduna kazandırabildiği demirden daha fazlasını yitirmiyor olması da üçüncü bir gereklilik. Yaşamlarının önemli bir kesidinde yukarıda değinilen onlara özgü nedenlerden ötürü kadınların demir bilançoları negatif olabiliyor” dedi.

Anemilere Nedenlerine Göre Tedavi

Uygun kapsamda bir laboratuvar incelemesiyle anemi varlığı ve nedeni saptanabiliyor. Ulaşılan tanıların pek çoğunun tedavisinin bulunduğunu anlatan Prof. Dr. Oğuz Önder, bazı örnekleri şöyle sıraladı:

Demir Eksikliği:

Bedenin demir eksikliğini giderecek, ağız yolu veya injeksiyonlar şeklinde ilaç tedavisi ve beslenme desteği veriyoruz. Demirden zengin gıdalarla beslenilmesi önem taşıyor. Vejetaryen ve tahıla dayalı beslenme biçimi sorunu yaygınlaştırabiliyor.

B12 Vitamini:

Demir eksikliği kadar olmasa da pratikte oldukça sık görülen B12 vitamini eksikliği de anemiye neden oluyor. Bu vitamin genellikle injeksiyonlar ile yerine konulduğunda anemi kolayca düzeltiliyor.

Tiroid Az Çalışıyorsa:

Anemi ortaya çıkıyor. Bu durumda hormon takviyesi yapılıyor ve kansızlık da diğer belirti ve bulgularla birlikte düzeliyor.

Diyaliz Hastalarında:

Kan yapımında gerekli olan “eritropoietin”, böbreklerde yapılıyor. Böbreklerin cerrahi olarak alınması veya çok daha sık olarak hastalık sonucu tahrip olması gibi nedenler anemiye yol açıyor. Diyalize girme durumuna yaklaşmış veya hayatını ancak düzenli dializ ile sürdürebilen hastalarda, ilaç olarak Eritropoietini injeksiyonlarla vererek anemi hafifletiliyor.

Kronik Hastalık Anemisi:

Hastanede yatmakta olan hasta nüfusunda batı ülkelerinde en sık görülen kansızlık nedeni “kronik hastalık anemisi” dir. Bu anemi türünün çok tatminkar tedavisi yok. Altta yatan hastalığı düzeltme yaklaşımı geçerli. Örneğin tüberkülozun, abselerin, kalp kapaklarına yerleşmiş müzmin enfeksiyonların başarıyla tedavi edilebilmesi durumunda kansızlık da kendi kendine düzeliyor.

Kan Yıkımı Ve Yapımının Hızlandığı:

Durumların bazılarında ilaç tedavileri ve gerektiğinde dalağın alınması ile süreç kontrol altına alınabiliyor. Doğuştan ve genetik olarak geçen anemiler de var. En sık karşılaşılanları Akdeniz anemisi ve orak hücreli anemi. Geçmişte bu hastalar için eldeki yegane tedavi sürekli ve düzenli kan transfüzyonları idi. Halen ağır kansızlıkla malul bazı hastaları kemik iliği veya kök hücre nakli ile normal bir yaşama döndürmek mümkün olabiliyor.

Kemik İliği Hastalığı:

Kemik iliğinde kan hücrelerini üreten kök hücrelerin hastalıkları, ya da kemik iliğine ait olmayan başka dokuların ve hücrelerin ilik alanını işgali sonucu oluşan anemiler de var. Burada kemik iliğinin asal öğeleri olmayıp orada biriken myelomu, lenfomayı, lenfoid lösemileri, metastatik solid tümör hücrelerini geriletmek anemiyi düzeltebiliyor. Kemik iliğindeki kök hücrelerin hastalıklarının tedavileri ise çoğu kez karmaşık, külfetli ve uzun soluklu. Kök hücre veya ilik naklini de içeren bu tedaviler değişik tanılarda belli oranlarda başarılı olabiliyor. Tedavisi mümkün olmayan durumlar ve hastalar da vardır.

Aktif Haber
Başlık: Tansiyonun nedeni virüs mü?
Gönderen: Tuğra - 17 Mayıs 2009, 11:58:42
Yüksek tansiyonun ana nedeni bir virüs mü ?

Dünya çapında 1 milyardan fazla kişiyi etkileyen yüksek tansiyonun ana nedeninin yaygın bir virüs olabileceği ve bu keşfin yüksek tansiyonun tedavisi konusunda yeni bir yaklaşımı sağlayabileceği belirtildi.

Boston’da bulunan Beth Israel Deaconess Hastanesi araştırmacılarının PLoS Pathogens dergisinin 15 Mayıs tarihli son sayısında yer alan ve fareler üzerinde yapılan araştırmalarına göre, yetişkinlerin çoğunda görülen herpes ailesinden sitomegalovirus ya da kısa adıyla CMV virüsünü taşıyan farelerde yüksek tansiyon ile damar sertliğinin gelişme olasılığının çok daha yüksek olduğu saptandı.

Söz konusu araştırmaya başkanlık eden Beth Israel Deaconess Hastanesi enfeksiyon hastalıkları bölümü araştırmacılarından ve Harvard Tıp Fakültesi öğretim görevlisi Clyde Crumpacker, bu keşfin önemine dikkati çekerek, böylece yüksek tansiyon ve damar hastalıkları konusunda topyekün yeni bir yaklaşım geliştirebileceğini söyledi.

Bu araştırmanın virüsün kan damarlarında inatçı bir enfeksiyona neden olduğunu gösteren ilk doğrudan kanıtı sunduğunu kaydeden Crumpacker, ayrıca yine bu araştırmanın hipertansiyon tedavisinde yeni bir yaklaşım getiren antiviral ilaçlar ve aşılar geliştirilmesi konusunda fikir verebileceğini ifade etti.

Crumpacker ve meslektaşları, araştırmaları sırasında laboratuvar farelerini gruplara ayırdı. Bir grup normal bir beslenmeye, diğer grup da yağlı bir beslenmeye tabi tutuldu. Bir süre sonra, her iki grupta da CMV virüsü taşıyan farelerin kan basıncının, bu virüsün bulunmadığı farelere göre daha yüksek olduğu görüldü.

Ayrıca yüksek kolesterol beslenmesine tabi tutulan CMV’li farelerin yüzde 30’unda damar sertliği işaretleri belirdi.

Araştırma ekibi, söz konusu farelerin böbrek hücreleri üzerindeki bir diğer çalışmalarında da yüksek kan basıncına yol açan renin enzimi düzeyinde yükselme olduğunu keşfetti. CMV ile enfekte olan kan damarı hücrelerinde aynı yüksek oranda enzimle karşılaşan araştırmacılar, CMV enfeksiyonunun kan damarlarındaki enflamasyon işaretlerini artırdığını saptadılar.

Kalp hastalıklarının nedenlerinde virüsün rolü konusunda daha fazla araştırma yapılması gerektiğine dikkati çekilirken, Crumpacker, bulguların yeni tedavi olasılıklarına işaret ettiğini söyledi.

Crumpacker, yüksek tansiyonun bazı vakalarının tedavi edilebileceğini, antiviral tedaviyle önlenebileceğini ya da CMV’ye karşı aşı geliştirilebileceğini kaydetti.

Haber3
Başlık: Mevsim geçişlerinde artan rahatsızlıklar
Gönderen: Lika - 17 Mayıs 2009, 23:49:39
Kronik solunum yolu hastalarıyla, tekrarlayan astımı olan kişilerde mevsim değişimlerinde hastalık belirtilerinin şiddetlendiği ifade edildi.

Bursa Prof. Dr. Türkan Akyol Göğüs Hastanesi Başhekimi Uzm. Dr. Burhanettin Alkan, "Bu tür rahatsızlıkları olan kişilerin mevsim geçiş dönemlerinde giyinmelerine ve beslenmelerine özen göstermeleri gerekir. Uzun süreli kronik hava yolu hastalığına veya müzmin kronik bir akciğer hastalığına sahip kişiler, terli terli dışarı çıkmamalı, soğuk su içmekten ve motosiklete binmekten kaçınmalıdırlar." dedi.

Tekrarlayan solunum yolu enfeksiyonlarında grip aşısı yaptırmanın yararlı olacağını kaydeden Dr. Alkan, mevsim geçiş hastalıkları olarak görülen solunum sıkıntısı, öksürük, balgam ve ateş gibi semptonların hastaları hastaneye yatma zorunluluğu duyulabilen bir konuma getirebildriğine dikkat çekti.

Nefes darlığı, öksürük, balgam artışı olduğunu hisseden kişilerin ateş olsun olmasın mutlaka bir doktora başvurmasını isteyen Alkan, "Semptonların artması halinde mutlaka bir hekime başvurulmalı. İhmali halinde gribal bir enfeksiyon gibi görülen durum akciğer iltihabına yol açarak ölüme bile neden olabilir. Gribin en büyük riski üst solunum yolundan yayılan bakteriyel enfeksiyonların zatürre ve bronşite neden olmasıdır. Bu nedenle grip hafife alınmamalı mutlaka bir hekime başvurulmalıdır. Kadınların psikolojik ve hormonal dengeleri erkeklere göre daha hassas olduğu için kadınların mevsim geçişlerinden daha fazla etkilendiğini biliyoruz. Bu aylarda hastalıklardan korunmak ve vücudun direncini artırmak için bol sıvı almaya özen gösterilmeli." diye konuştu.

timeturk
Başlık: Ağlamak Zayıflık Değildir
Gönderen: Tuğra - 19 Mayıs 2009, 13:51:04
Sağlığımızı, yaşam kalitemizi ve güzelliğimizi tehdit eden en büyük sorunların başında stres gelir. Ama doğamız o kadar mükemmel bir tasarımdır ki, her sorunun çaresi, her derdin dermanı içinde saklıdır.

Örneğin gülmek de ağlamak da sandığımızdan çok daha değerli ve sağlıklıdır. Tebessüm ya da kahkaha, içimizden dalga dalga yükselir, kendiliğinden dışarı taşar. Yüzümüzü aydınlatır, içimizi arındırır. Daha da önemlisi stresin vücudumuzda oluşturduğu tüm biyokimyasal tepkileri etkisiz hale getirir.

Engel olmayın

Ağlamak en az gülmek kadar önemli. Ağlamak yoğun duyguları takip eder. Bu genelde üzüntüdür ama bazen neşe ve kahkaha da olabilir. Nezle olduğumuzda, rüzgarda gözümüz yaşardığında ya da soğan doğradığımızda akan gözyaşları ile içimizi derin duygular kapladığında gözlerimizden süzülen gözyaşları farklıdır.

Bu tip gözyaşlarının hormonal ve kimyasal içerikleri değişiktir. Gözyaşını tahlil ettiğimizde içinde acı ve ağrıya karşı dayanıklılığımızı artıran bir çeşit endorfin hormonu, vücudumuzdaki stresin önde gelen belirtilerinden olan ACTH hormonu ve prolaktin hormonu olduğunu görüyoruz.

Bu tip gözyaşında yoğun bir şekilde manganez minerali de bulunur. Bu mineral iskelet sistemi ve üretkenliğin yanı sıra duygusal dalgalanmalarımızla da yakından ilişkilidir. Ağlarken biraz yoruluruz ama sonra kendimizi çok daha iyi hisseder, açılırız. Araştırmalar duygusal gözyaşlarının stresle yükselen bazı kimyasalları dışarı atmamıza yardımcı olduğunu gösteriyor.

Sağlığımızın sigortası

Kadınlar, erkeklerden yaklaşık 4 kat daha sık ağlar. Bunun nedeni büyük bir ihtimalle vücutlarında erkeklerden çok daha fazla (yüzde 60) prolaktin olmasıdır. Ağladıktan sonra prolaktin seviyeleri normale döner. Ruh sağlığı yerinde olan insanlar gerektiğinde ağlar ve başkaları ağladığında da anlayışla karşılar. Ağlayabilen insanlar strese bağlı hastalıklara karşı daha dirençli olur ve daha geç yaşlanır.

Ne yazık ki erkeklere daha çocukken ağlamanın zayıflık olduğu öğretilir. Derin duygular gerçekte gücü temsil eder. Derin sevgiler olmadıkça, derin acılar ve gözyaşları da olmaz. Sevginin tedavi gücüne hiçbir ilacın ya da yöntemin ulaşması mümkün değildir. Gençliğini uzun yıllar koruyabilen insanlara dikkat edin, gözleri sevgiyle doludur. Duygusal dengemiz her şeyden önemlidir.

Belirli araştırmalar estetik cerrahinin bizi en fazla 10 yaş gençleştirebileceğini belirtirken, duygusal denge ve pozitif düşüncenin biyolojik yaşımızı 15-20 yıl öncesine götürebileceğini kaydediyorlar.

Dr. Yasemin Fatih Amato
Başlık: Yastığınız kuş tüyüyse..
Gönderen: Tuğra - 20 Mayıs 2009, 23:36:00
Kuş tüyü yastık kullananlarda astım hastalığı şikayetleri artıyor

Trakya Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Erhan Tabakoğlu, kuş tüyü yastık kullananlarda astım hastalığı şikayetinin arttığını bildirdi.

Astım yastığını duydunuz mu?

Doç. Dr. Tabakoğlu, astım rahatsızlığı olanların kuş tüyü ya da samandan yapılmış yastık, döşek ve şilte kullanmaması gerektiğini söyledi. Astım şikayeti olan kişilerin, elyaf malzemeli özel astım yastığı ve yatak takımları kullanılabileceğini belirten Doç. Dr. Tabakoğlu, şöyle dedi:

"Eski yün battaniyeler yerine içi sentetik elyaf doldurulmuş yorganlar alınmalı. Perdeler, battaniyeler, yatak çarşafları düzenli olarak çok sıcak suda yıkanmalı ve güneşte kurutulmalı. Özellikle çocuk oyuncaklarının yıkanabilen tahta veya plastikten olmasına dikkat edilmeli." Astımlı birçok kişinin tüylü hayvanlara alerjik olduğunu ifade eden Doç. Dr. Tabakoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bu tür hayvanlar varsa dışarıda tutulmalıdır. Astımlı kişiler sigara içmemeli, güçlü kokuları evden uzak tutmalı, oda kokuları, kokulu mumlar, tütsüler, parfümlü sabun, şampuan veya losyonları kullanmaktan kaçınmalı. Tüylü koltuklar, minderler ve fazla yastıklar kaldırılmalıdır. Çünkü bunlar toz toplarlar."

Sabah
Başlık: Diyabete karşı yarım saat egzersiz!
Gönderen: Tuğra - 21 Mayıs 2009, 10:18:19
Uzmanlara göre, tip 2 şeker hastalığı teşhis edilmeden 10 yıl önce belirtilerini göstermeye başlıyor.

The Methodist Hastanesi'nden Dr. Dale J. Hamilton, "Diyabet kan damarlarına uzun bir süreçte yavaş yavaş hasar veriyor. Birçok insanın bu problemlerin ne kadar ciddi olduğu konusunda hiçbir fikri yok. Anladıklarında da çok geç oluyor" dedi.

Tip 2 şeker hastalığı, en yaygın olan ve hızlı ilerleyen şeklidir. Tansiyonu 13/8'in üzerinde olan; bel kalınlığı kadınlarda 90 cm, erkeklerde ise 100 cm'in üzerinde olanlar; iyi kolesterolü erkeklerde 40'ın, kadınlarda 50'nin altında olanlar; trigliserid seviyesi 200'ün üzerinde olanlar ve glukoz seviyesi 100'ün üzerinde olanlar tip 2 şeker hastalığı için daha fazla risk taşıyor.

Şeker hastalığından kurtulmak için haftada 5 kez, en az 30 dakika egzersiz yapılmalı, kilo verilmeli, trigliserid ve kötü kolesterol seviyesini indirmek amacıyla doktora başvurulmalı.

Tip 2 diyabet, insülin salgılamada bir yetersizlik ve hücrelerin bu hormona karşı duyarlılığının azalması sonucunda gelişiyor. Hastalık kalpte, böbreklerde, sinirlerde ve gözde hasara yol açabiliyor. Şeker hastalığı olan birçok hasta kalp ve kan damarlarıyla ilgili problemlerden (özellikle kalp krizi ve felç) dolayı hayatını kaybediyor.

Zaman
Başlık: Açıkta Satılan Ürünler Tehlikeli
Gönderen: Tuğra - 22 Mayıs 2009, 10:49:30
Yaz aylarında mikropların üreme ortamının genişlediği ve açıkta satılan ürünlerin tercih edilmemesi gerektiği bildirildi.

Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Klinik Bakteriyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Onur Ural, vatandaşların özellikle yaz aylarında yiyecek maddelerinde seçici olması gerektiğini ifade ederek, ''Gıda maddeleri de sıcaklıktan dolayı çabuk ısındığı için bu mikroplar hızlı şekilde üreyip yayılabiliyor'' dedi.

Prof. Dr. Ural, söz konusu mikropların bulunduğu yiyeceklerin tüketilmesi halinde de bazı rahatsızlıkların baş gösterebildiğini vurgulayarak, şunları kaydetti:

''Marul, maydanoz, ıspanak gibi yeşillikler, iyi yıkanmadığı takdirde amip, basilli dizanteri gelişebiliyor. Tatlı, et, tavuk gibi gıdalarda aynı risk söz konusu. Açıkta satılan gıdalarda sıcaklık nedeniyle mikroplar çabuk üreyerek gıda zehirlenmesi gibi rahatsızlıklara neden oluyor. Bu da karın ağrısı, ishal, bulantı ve kusma gibi şikayetlerle ortaya çıkıyor. Tatlı gıdalardan hastalıklarda belirtiler 6 saatte, et ve tavuk gibi ürünlerde 24-48 saat arasında ortaya çıkıyor. Yeşil gıdalardan bulaşan rahatsızlıkların belirtileri de genelde 1-3 gün içinde ortaya çıkıyor.''

-MİKROPLAR ÇOCUK VE YAŞLILARI DAHA ÇOK ETKİLİYOR-

Çocuk ve yaşlıların, su kaybına tahammülü olmadığı için bu rahatsızlıklardan daha fazla etkilendiğini anlatan Ural, çocuk ve yaşlıların çoğu zaman hastaneye kaldırıldığını, hastalığın iyileşme süresinin 3 günü bulabildiğini bildirdi.

Sıcak havalarda mikroplardan korunabilmek için hijyene önem verilmesi gerektiğini dile getiren Ural, ''Açıkta satılan gıdalar ve sıcakta uzun süre bekleyen ürünler alınmamalı. Sebze ve meyveler temiz su ile yıkanmalı, el temizliğine önem verilmeli. Et ve tavukta soğuk zincirde üretilen ürünler tercih edilmeli. Et ürünleri iyi pişirilmeli, açıkta satılanlara itibar edilmemeli'' diye konuştu

Ural, yaz aylarında sıvı kaybı fazla olacağı için bol miktarda su ve sıvı gıdaların tüketilmesi gerektiğini sözlerine ekledi.

AA
Başlık: Astım ve alerji belirtilerini azaltmak için evdeki havayı nasıl temizlersiniz?
Gönderen: İsra - 27 Mayıs 2009, 04:20:40
Uzmanlar, evin içindeki havanın temiz olmasının alerjisi ve astımı olan insanların tedavi sürecinde önemli olduğunu söylüyorlar.

Alerjisi ve astımı olanlar için faaliyet gösteren Allergy & Asthma Network Mothers of Asthmatics (AANMA) isimli kuruluş, alerjenleri ve tahriş edici maddeleri azaltarak, evinizin havasını temiz tutmanız için size 5 öneri sunuyor.

1. Sigara içme: Aile üyelerinden ve evinize gelen misafirlerinizden sigara içmemesini isteyin.

2. Küf-rutubet: Lavaboların altını, duşun ve banyo küvetinin çevresini, pencere eşikleri ile nemli olabilecek tüm alanları araştırın. Suyun kaynağını bulun, orayı tıkayın ve gözle görünen küfü temizleyin. Bodrumlarda nem alıcı cihazlar kullanın.

3. Odayı havalandırın: Havalanmış, yıkanmış perdeler, çarşaflar, yatak örtüleri kullanın ve odanın her yerinin tozlardan ve alerjenlerden arındırılmış olmasını sağlayın.

4. Filtreli elektrik süpürgesi kullanın: Eğer süpürgenizde filtre yoksa, en kısa sürede bir tane filtreli elektrik süpürgesi edinin. Bu süpürgeler, odanızın havasındaki toz zerreciklerini, alerjenleri hapsediyor.

5. Klimanızın toz filtrelerini değiştirin: Klimalarınızı kullanmaya başlamadan toz filtresini değiştirin. Çünkü bu filtreler sizin daha iyi nefes almanızı sağlar.

zaman
Başlık: Güzel koku için sağlığınızdan olmayın!
Gönderen: Tuğra - 30 Mayıs 2009, 00:00:58

Kapalı ortamların temiz kokmasını sağlamak amacıyla sık sık kullanılan oda kokularının içeriğine dikkat edilmesi, özellikle yakılarak güzel koku sağlayan tütsü kullanımından kaçınılması gerektiği bildirildi.

(http://www.timeturk.com/images/news/18882.jpg)

İzmir Ege Sağlık Hastanesi Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Uzmanı Doktor Gürkan Ertuğrul, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, oda kokuları kullanımının gittikçe yaygınlaşmasıyla birlikte karşılaşılan sağlık sorunlarının da arttığını söyledi.

''Mümkün olduğu kadar doğal yöntemlerin dışına çıkmamak en iyisi'' diyen Ertuğrul, bu kokuların özellikle astım hastalarına alerjen etkisinin bulunduğunu ifade etti.

Ertuğrul, oda spreyi, koku önleyici kimyasallar, kokulu mum, tütsü gibi çeşitleri bulunan bu kokuların tümünün içinde çeşitli katkı maddeleri bulunduğunu, bunları alırken ve kullanırken bu içeriklere dikkat edilmesi gerektiğini belirtti.

Koku veren maddeler içinde en fazla tütsüde ve kokulu mumlarda bulunan maddelerin sakıncalı olduğu uyarısında bulunan Ertuğrul, ''çünkü bunlar yakılarak kullanılıyor ve yaktığınız zaman da sağlık için zararlı etkileri ortaya çıkıyor.'' dedi.

Kullanılan ürünlerin kalitesine dikkat edilmesi gerektiğine işaret eden Ertuğrul, buharlaştırma yoluyla ortama koku salan ürünlerin daha güvenli olduğunu söyledi.

Ertuğrul, oda kokularının kansere yol açtığı şeklindeki iddiaların hatırlatılması üzerine, ''kanserojen olup olmadığını anlamak için etken maddelerine bakmak lazım. Mesela paradiklorobenzen içeriyorsa, bunlar kanserojen maddeler. Mesela naftalinde de bulunuyor bu madde'' dedi.

Torbalarda ya da keselerde kullanılan kurutulmuş çiçeklere uçucu gaz eklenmediği sürece sağlık için bir sakınca olmadığını vurgulayan Ertuğrul, özellikle sıkça yapıldığı gibi tuvalet kokularında kullanılan paradiklorobenzen içerikli maddeleri sıkmamak gerektiğini söyledi.

İçinde etken madde olarak kloroflorokarbon bulunan oda spreyleri ya da deodorantların çevre sağlığı açısından sorun yarattığının altını çizen Ertuğrul, ''yani sprey alırken de içindeki etken maddeleri iyi incelemek gerekiyor. Sonuçta bütün uçucu gazlar, alerjisi bulunan bireylerde sağlık için sorun yaratıyor, ama hep söylüyoruz, deodorant kullanırken sprey yerine mum ya da roller tarzı olanları tercih etmelisiniz'' diye konuştu.

Ertuğrul, gebeler, emziren anneler ve küçük çocukların bulunduğu yerlerde bu tür koku veren maddelerin kullanılmaması gerektiğini dile getirdi.

Sağlık açısından güvenilir olması nedeniyle doğal aromatiklerin kullanılmasını öneren Ertuğrul, ''ama doğal olmayanlar kullanılacaksa da maddeyi yakmamak, sadece buharlaştırma ya da doğal yöntemlerle ortama salmak gerekiyor. Bunları yakarken, aslında içindeki hidrokarbonları yaktığınız için sağlığa son derece zararlı'' dedi.

Dr. Ertuğrul, mekanın sık sık havalandırılıp temizliğe özen gösterilmesi durumunda ilave işlemlere çok fazla gerek olmadığını sözlerine ekledi.

Tıme Turk
Başlık: Terlemeye kalıcı çözüm
Gönderen: Tuğra - 30 Mayıs 2009, 11:59:51
ETS ameliyatı ile terlemeyi kalıcı olarak engellemek mümkün.

Avuç içi ve koltukaltı ter bezlerine terleme uyarısını götüren sempatik sinir dallarının, göğüs kafesi içine girilerek kesilmesiyle yapılan ETS ameliyatı, hem terlemeyi kalıcı olarak engelliyor hem de ameliyat süreci çok kısa olduğu için hastanede sadece 1 gün kalınıyor.

El ve ayak terlemesinin nedenleri nelerdir?

Vücudumuzun sürekli aynı ısıyı koruyabilmesi için ter bezlerine önemli görev düşmektedir. Terleme, derinin ıslak hale gelmesi sonucunda hem fazla suyun atılması hem yükselmiş vücut ısısının düşürülmesi için ortaya konmuş bir reflekstir.

Sinir sistemimizin başlattığı, ter bezlerinin meydana getirdiği, bizim kontrol edemediğimiz faydalı bir aktivitedir. Fakat terleme her noktaya aynı oranda dağılmadığı ve bölgesel olarak farklılık gösterdiği zaman, örneğin avuç içleri, koltukaltı ve ayaklar gibi, sosyal yaşamda uyum sorunlarına yol açmaktadır. Yoksa terleme zarar verici bir durum değildir.

El ve ayak terlemesi ne sıklıkta ve hangi yaş aralığında görülmektedir?

Toplumda görülme sıklığı, Güneydoğu Asya ülkelerinde daha fazla olmakla birlikte %1-2 civarındadır. Okul çağı itibarıyle başlamakta, çoğu zaman dönemsel bir farklılık olduğu zannedilmekte, fakat takiplerde hiç azalmadığı görülmektedir.

El ve ayak terlemesi olan hastalar ne yapmalıdır?

Öncelikle bir Endokrinoloji uzmanına muayene olmalı ve sistemik hastalıklar açısından araştırılmalıdır. Biliyoruz ki obezite, diyabet ve tiroid bezi hastalıklarının seyrinde aşırı terleme sıklıkla görülmektedir.

Tedavisinde hangi yöntemlere başvurulabilir?

Yapılan muayene ve tetkikler sonucunda altta yatan başka bir hastalık yoksa, Dermatoloji ve Göğüs Cerrahisi uzmanları ile görüşülmelidir. En basit olarak geçici ama kolay olan pudralı krem ve deodorantlardan başlanarak, en zahmetli fakat kesin olan ETS ameliyatına kadar birçok alternatifin olduğunu hastamıza anlatmamız gerekir. Hiç bir method “bu en iyisidir” denerek diğerleri bir köşeye atılmamalıdır. Örneğin İyontoforezi bilmeyen hastamıza direkt ameliyat olman gerekir denmemelidir.

Terlemeyi önlemek için yapılacak bir ameliyat var mıdır?

Kısaca “ETS - Endoskopik Torasik Sempatektomi” olarak tanımladığımız bir ameliyat uzun yıllardır başarıyla uygulanmaktadır. Avuç içi ve koltukaltı ter bezlerine “terleme” uyarısını götüren sempatik sinir dalları, göğüs kafesi içine kapalı (endoskopik) yöntemle girilerek devre dışı bırakılarak yapılır.

Günümüzde klipli, klipsiz gibi alt tiplere bile ayrılacak kadar farklı metotlar geliştirilmiştir. Her alt tip genel anestezi altında, cerrahın tercihine göre tek taraflı iki ayrı seans veya çift taraflı aynı seansta uygulanmaktadır.

Hedeflenen bölgedeki terlemeyi kalıcı ve tam olarak ortadan kaldırır. Sempatik sinirlerin devre dışı bırakılması felç gibi hareket bozukluklarına yol açmaz. Ayrıca bu aşırı terleyen bölgelerdeki ter bezlerinin vücuttan çıkarılması veya bölgesel Botox uygulaması gibi Dermatoloji/Plastik Cerrahi uzmanlarınca uygulanan yöntemlerde mevcuttur.

Cerrahi müdahaleden sonra yapılması gerekenler nelerdir?

ETS operasyonu sonrasında bir gece hastanede yatmak doğru olan yaklaşımdır. Ertesi gün ağrı, ateş ve solunum zorluğu gibi istenmeyen durumlar yoksa hastamız taburcu olmaktadır.

Bu ameliyatın yan etkileri veya istenmeyen sonuçları var mıdır?

Ameliyat sırasında açık cerrahi müdaheleye geçme olasılığı az da olsa vardır. Terleme şikayeti daha ameliyat sırasında ortadan kalkar fakat orta-uzun vadede sırt, göbek çevresi ve ayaklarda terleme artabilmektedir. Beşyüz hasta ve fazlasını kapsayan araştırma makaleleri incelendiğinde bu olasılığında %3-4 civarında olduğu, fakat hasta memnuniyeti açısından operasyon sonrasında yeniden doğdum diyecek kadar mutlu olanların oranıda %90 ları bulmaktadır. Göğüs cerrahisi uzmanlarından daha ayrıntılı bilgi alabilirsiniz.

Milliyet
Başlık: Doğal ağrı kesici kiraz
Gönderen: Tuğra - 31 Mayıs 2009, 13:06:21
Uzmanlara göre kiraz meyvesi ağrıların dindirilmesinde aspirinden daha fazla etkili.

Uzmanların verdiği bilgiye göre Kiraz meyvesi ağrıların dindirilmesinde aspirinden daha fazla etkili oluyor. Araştırmacılar bu etkiyi kirazda bulunan 'antosiyanin' isimli kimyasalın yaptığını bildirmektedir.

(http://www.haber3.com/images/news/272847.jpg)


Kirazda 12-25 miligram arasında antosiyanin bulunmakta ve bu maddenin ağrı kesici etkisinin aspirinden on kat daha fazla olduğu bildirilmekte.

GÜNDE 20 KİRAZ: Araştırıcılara göre, günde 20 kiraz yemek bir Aspirin almakla eşdeğer görülüyor. Ayrıca kirazda bulunan antosiyanin maddesi E ve C vitaminlerine benzer antioksidan etki yapmaktadır.

Kiraz ağrı kesici özelliğinin yanı sıra bir numaralı stres yok edici olarak tanımlanıyor...

*Yapısındaki bol fosforuyla sinirleri kuvvetlendirerek sakinlik sağlıyor.

*A vitamini kaynağı karoten içeren kiraz, aynı zamanda gözlerin dostu.

*Kirazın bir diğer özelliği ise kadınların menopoz dönemlerinde dertlerine derman olması.

*İdrar söktürücü özelliğiyle böbreklerin dostu olan kiraz vücudu zehirli maddelerden temizliyor.

*Kiraz ürik asit ve ürat tuzlarının vücuttan atılmasını sağladığı için romatizma ve gut hastalıklarıyla eklem kireçlenmesi ve damar sertliğinin tedavisinde de kullanılıyor.

*Kirazın içinde bulunan kinik asit ise böbreklerin taş ve kum yapmasını önlüyor... Dahası kum ve taş dökmeye yardımcı oluyor.

*Kirazın sadece böbrekler değil aynı zamanda safra kesesi taşının dökülmesine de yardımcı olduğu biliniyor.

*Kiraz en önemli özelliklerinden biri de vücuttaki fazla suyun atılmasını sağlaması... Dolayısıyla da dolaylı olarak zayıflamaya yardımcı oluyor.

*Kirazın ayrıca peklik giderici özelliği bulunuyor. Özellikle bayat yemeklerle pastırma, sucuk gibi gıdaların zararlarını önlüyor.

*Kiraz kandaki zararlı maddelerin vücuttan atılmasını ve kanın temizlenmesine de büyük katkıda bulunuyor...

*Kirazın özellikle ergenlik dönemindekiler için mucize niteliğinde bir yararı var... Kanı temizleyen kiraz yüzde oluşan sivilcelerin giderilmesini sağlıyor.

*Kiraz suyunun yüz ve boyun kısımlarına sürülmesi de deride kırışıklıkları önleyip gideriyor...

*Karaciğerin dostu olan kiraz, hastalıklar, fazla ilaç tüketimi ve zehirlenmeler sonucu zorlanan karaciğerin yükünü hafifleterek iyileşmesine yardım ediyor.

*Kiraz tüketimi ile karaciğer zamanla normale dönüyor ve safra salgısı artıyor. Böylece sindirim gücünü artırıyor.

*Kirazda bulunan 'levüloz' adlı şeker kolay sindirilebildiği için şeker hastaları hiçbir tehlike oluşmadan kiraz yiyebiliyor.

*Ayrıca içerdiği madensel madde ve vitaminler nedeniyle hastalıklara karşı dayanıklılığı artırıyor.

*Kirazın ağaç kabukları yüksek ateşe ve pekliğe iyi geliyor...

*Kirazın yaprakları, müshil olarak kullanılıyor...

*Kirazın çiçekleriyse göğsü yumuşatıcı olarak faydalı...

*Kirazın çekirdekleri ısıtıldıktan sonra bir beze sarılarak karın bölgesinde ağrıların giderilmesi için kullanılıyor.

* Kirazın sapları, idrar söktürücü olduğu gibi bronşite karşı kullanılıyor.

Bronşite karşı birebir olarak nitelenen kirazın saplarından özel bir şurup hazırlayabilirsiniz...

NASIL HAZIRLANIR? :Gölgede iyice kurutulan sapla şurup veya demleme hazırlanabilir. Saplar gerekirse kıyılarak bir gün süreyle su içinde ıslanmaya ve yumuşamaya bırakılıyor. Bir litre su içine bir küçük avuç sap konularak hazırlanacak demlemeden günde 3-4 fincan içiliyor. Bu demleme günde iki kez el ve ayak banyosu şeklinde de kullanılabiliyor. Ya da hazırlanan kiraz sapı demlemesi taze veya kurutulmuş kiraz üzerine boşaltılarak yarım saat bekletildikten sonra süzülerek aynı dozda içilebiliyor.

*Sapları ayrık ve mısır püskülü ile kaynatılarak demlendiğinde ayak ve karın şişliği;

*Arpa ile kaynatılarak elde edilen demlemeyse idrar söktürücü olarak kullanılıyor.

*Dövülmüş çekirdeğinin kaynatılmış suyu idrar zoru sorununa yardımcı oluyor.

Uzmanlar, kiraz alırken temiz, parlak ve hasarsız olmasına dikkat edilmesini istiyor.

Tavsiyeler şöyle;

*Kirazın rengi koyu olanlar her zaman daha tatlıdır.

*Saklarken kirazın saplarını çıkarmazsanız ömrü daha uzun olur.

*Yıkamadan plastik bir kaba koyup buzdolabında saklayın ve daima yemeden önce yıkayın.

*Buzdolabından çıkarıp oda sıcaklığında 1-2 saat bekletirseniz tadı daha lezzetli olacaktır. Taze kirazların 2-4 gün içinde tüketilmesi gerekir.

*Kirazı ayrıca derin dondurucuda saklayabilirsiniz.Bunun için kirazın çekirdeklerini çıkarmanız gerekir.

Haber3

Başlık: Doktorlar diş fırçanızı kuru tutun diyor
Gönderen: Tuğra - 01 Haziran 2009, 10:50:12
Kayseri Diş Hekimleri Odası Başkanı Umut Kural, hastaların domuz gribine karşı diğer grip türlerinde de olduğu gibi kişisel ağız diş sağlığı görgülerine dikkat etmeleri gerektiğine dikkat çekti.
Son günlerde dünya gündemini meşgul eden ve ülkeleri ciddi tedbirler almaya mecbur bırakan domuz gribine karşı diş hekimleri de alarma geçti.

Salgınların ağız sağlığıyla doğrudan ilgili olduğunu belirten Kayseri Diş Hekimleri Odası Başkanı Umut Kural, bu süreç içinde tüm diş hekimlerinin hastalarına verdikleri oral hijyen eğitimine azami ölçülerde dikkat etmesi gerektiğini ve bu konuyla alakalı tüm diş hekimlerinin uyarıldığını bildirdi.

Kural, "Aile içerisinde her bireyin ayrı diş fırçası olmalı, diş fırçalarının kullanıldıktan sonra su ile iyice durulanması gerekiyor. Diş fırçalarının dik olarak kurumaya bırakılması önemli. Diş fırçasının kurumasına engel olacak fırça kılıflarının mümkün olduğunca kullanılmaması gerekiyor." diye konuştu.

Fırça kılları nemli kaldığı zaman, bakterilerin rahatça üreyeceği bir ortam oluştuğunu kaydeden Kural, "Aynı kap içerisinde birden fazla diş fırçası var ise fırçaların birbirlerine değmemesi için gerekli önlemler alınmalıdır. Ayrıca diş fırçalarını dezenfekte etmeye kalkmak, bulaşık makinesi, mikrodalga veya ultraviyole cihazları kullanmak tamamen gereksizdir.

Bu işlemler, diş fırçasına zarar verebilir. Eğer mümkün ise gün içerinde 2 adet değişik fırça kullanmak fırçaların kuruması için yeterli süreyi sağlar. Diş macununu fırça üzerine koyarken macun tüpünün fırçaya değmemesini sağlamakta önemli bir tedbirdir." şeklinde konuştu
 
Cihan
Başlık: Akdeniz tarzı beslenme korumuyor!
Gönderen: Tuğra - 03 Haziran 2009, 07:51:58

Meyve ve sebze ağırlıklı beslenmenin kansere karşı etkili olduğu bilinir. Oysa son yapılan bir araştırma ortaya koydu ki bu tarz beslenmenin göğüs kanserine hiçbir etkisi yok.

(http://foto.turk.net/tnnsaglik/boxes/pics/meyveler.jpg)

Hollanda'da Utrecht üniversitesi bilim adamları tarafından 8 Avrupa ülkesinde 300 bin kadın üzerinde yapılan araştırmada, meyve ve sebze ağırlıklı beslenmenin göğüs kanseri riskini azalttığına dair bir bulguya rastlanmadı.

Sonuçları Amerikan tıp dergisi JAMA'da araştırmaya ilişkin bilgi veren Carla van Gils, meyve ve sebze ağırlıklı beslenen kadınlarda da göğüs kanseri görüldüğünü belirtti.

sağlık.turk.net
Başlık: Domates Hapı
Gönderen: Tuğra - 03 Haziran 2009, 20:05:25
Bilim adamları, domatesten üretilen hapın insanın hayatını kurtarabileceğini iddia ediyor

İNGİLİZ bilim adamları, domatesten üretilen bir kalp hapının her yıl binlerce insanın hayatını kurtarabileceğini iddia ediyor. Dünyaca ünlü Cambridge Üniversitesi’nden birçok uzmanın görev aldığı Cambridge Theranostic isimli biyoteknoloji firması tarafından dün basına tanıtılan Ateronon isimli ilaç, 8 haftada kolesterol sorununu ortadan kaldırıyor. Ayrıca tıkanan damarları açarak kalp hastalıkları ve felç riskinin de önüne geçiyor.

(http://www.haberkusagi.com/images/pictures/news/Eczane-hap-extra.jpg)

Domatese kırmızı rengini veren “lypocene” isimli antioksidan kolesterolü düşürme etkisine sahip ve özellike domatesin kabuğunda yoğun olarak bulunuyor. Bu özelliği fark eden bilim adamları, lypocene maddesini ve soya fasulyesinden alınan protein lerle bir araya getirerek “Ateronon” isimli hap haline getirdi.

Tamamen doğal olarak üretilen Ateronon hapının kolesterolü düşürmek için kullanılan statin ilaçlarından bile daha etkili olabileceği öne sürülüyor. Dün Londra’daki İngiliz Kardiyovasküler Birliği konferansında basına tanıtılan ilaç üzerinde 150 gönüllü ile yapılan testlere göre hap, kandaki zararlı yağları vücuttan atıyor.

 Cambridge Üniversitesi Profesörü Peter Kirkpatrick “İlaç dünya çapında insanların ortalama ömrünü uzatmaya yardımcı olabilir. Bu büyük bir potansiyel” diye konuştu. İlaç, gerekli testlerin tamamlanmasından sonra İngiltere’de sağlıklı beslenme için takviye olarak reçetesiz satışa sunulacak.

REÇETESİZ SATILACAK

Domates kabuğu ve soya fasülyesi proteininden geliştirilen ilaç test sürecinden sonra reçetesiz satılacak.

Haberkuşağı

Not;

Tamamen doğal nasıl oluyor acaba bozulmaması için ne kullanıyorlar peki?  e45))

Başlık: Obeziteyi tarihe gömecek ilaç
Gönderen: Tuğra - 04 Haziran 2009, 11:07:21
İngiliz bilim insanlarının obezite hastaları için yaptığı çalışma tıp dünyasında devrim yaratacak cinsten.

Harvard Medical School'dan uzmanlar kilolu olan ve hareket etme isteği olmayan, enerjisi düşük insanları aktifleştirecek bir hap geliştirdi.

METABOLİZMA HIZI ARTIYOR

Doktor Christian Bjorbaek, "Yapılan testlerde obezite hastası olan ve fazla hareket etmeyen farelere ilacı verdi. İlacı yutan fareler normalde yaptıkları aktivitelerin iki katını yapmaya başladı" dedi. Hormonları düzene sokan ve metabolizma hızını artıran ilaç sayesinde beyne sinyal gidiyor ve kişi hareket etme ihtiyacı hissediyor.

OBEZ HASTALARI AZALACAK

Doktor Christian Bjorbaek, ilacın piyasaya sürülmesiyle birlikte kalp, kolesterol, obezite gibi hastalıkların da azalacağı öngörüsünde bulundu.

Tıme Turk
Başlık: Yorgunluk İçin Havuç ve İncir Kürü
Gönderen: Tuğra - 05 Haziran 2009, 09:01:49
Günümüzde hızla bitkisel ürünlere yönelik talep artıyor. Ancak insan her gün başka bilgiyle karşılaşınca bir yerde kafası karışıyor.

(http://www.donusumkonagi.net/dkcmp08/makale/News1660.jpg)

Özellikle zayıflama haplarına baktığımızda çeşitten geçilmiyor. Bu yüzden konunun uzmanı Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu'nun 40 yılı aşkın araştırmalarının sonucunda elde ettiği (evde kendi basına rahatlıkla hazırlayabileceğin) bu bilgilere kulak vermende fayda var.

Havuç ve İncir Kürü

Kullanılacak olan malzemeler, iki adet büyük havuç ve 20 adet kuru incirdir. Her ikisinin de ayrı kaplarda hazırlanması şarttır. Yarım litre klorsuz suyu tencerede kaynat. Su kaynadıktan sonra içerisine iki adet taze ve gevrek olan iri havucu dört-bes cm uzunluğunda doğrayıp ilave et.

Ağzı kapalı olarak 20 dakika kısık ateşte kaynat. Farklı bir kapta yarım litre klorsuz su kaynat. Su kaynadıktan sonra içerisine 20 adet kuru inciri bıçakla bir kez kesip ilave et. Ağzı kapalı olarak 15 dakika kısık ateşte kaynat.

İki ayrı kapta hazırlanan incir ve havuç haşlama sularını, çok fazla ılımadan karıştır. Tencerenin dibinde kalan incirlere kasıkla bastırarak içeriğindeki suyu da al. İncir-havuc haşlama suyunu temiz bir şişeye doldur ve buzdolabında koruma altına al.

20 gün boyunca, her gün sabah kahvaltısından 10-15 dakika önce aç karnına bir bardak iç. 20 günlük kürü tek bir defada hazırlama. Saklama şişesi boşaldıkça taze hazırla.. Yirmi gün tamamlandıktan sonra bir hafta ara ver. Bir hafta aradan sonra aynı kürü 20 gün olarak tekrarla.

Not: Kuru inciri kaynatmadan önce, dışındaki beyaz pudra sekerini soğuk su altında yıka.

village
 
Başlık: Çalışırken ortaya çıkan ağrılara dikkat!
Gönderen: Tuğra - 06 Haziran 2009, 08:39:08
Çalışırken kaslarınız yorulduğunda dayanabileceğiniz ağrı oluşur ve bu şekilde çalışabilirsiniz. Ancak, bu durumlarda ağrının şiddetine dikkat etmelisiniz. Eğer ağrı devamlı şiddetlenirse sakatlanmalar olabilir.

Foxnews'te yer alan habere göre, görmezden gelmemeniz gereken 8 vücut ağrısı şöyle;

1. Ani baş veya boyun ağrısı:

Başınızda aniden bir ağrı hissederseniz, hemen durun ve duruş biçiminize bakın. Görmezden gelemeyeceğiniz bu ağrı, kan damarının basınçtan dolayı aşırı yüklenmesinden olabilir. Eğer çömelerek yerden ağır bir şey kaldıracaksanız, ileri bakın omuzlarınızı ve boynunuzu gevşek bırakmaya dikkat edin. Eğer yapmazsanız, vücudunuzun bu bölgesinde ciddi incinmelere neden olabilir.

2. Korkunç bir kasık ağrısı:

Ağır bir şey kaldırmaya çalışırken , kasık bölgesinde bir ağrı hissedebilirsin. Bu basit bir kas krampından kas gerilimine kadar her şey olabilir. Tekrar kaldırmaya çalıştığınızda aynı acı oluşuyorsa iç kasların gerildiğinin göstergesidir. Geçmesi için en fazla 1 hafta bekleyin, ağırlık kaldırma programınızı tekrar gözden geçirin.

3. Keskin sırt ağrısı:

Sırtınızdaki ağrı keskin ve direkt ise derhal durun. Keskin ağrı genellikle bir şeylerin yanlış gittiğinin iyi bir işaretidir. Bu disk kaymasından sinir sıkışmasına kadar değişik durumlarda meydana gelir.

4. Koşarken ayak bileği ağrısı:

Birçok koşucu kendini sporuna adıyor ve koşu boyunca vücudunun bazı noktalarında ağrılar oluşur. Koşucuların yaptığı gibi, vücudunuzu zorladığınızda bazı ağrı ve sızılara yol açarsınız. Koşarken ayak bileğiniz ağrıdığında, bu ayak bileğinizin burkulması ya da gergin, yorgun bağ olabilir. Eğer bununla ilgilenmezseniz, haftalarca spor yapamazsınız.

5. Açlığın aşırı seviyeleri:

Birçok erkek için, ideal vücuda sahip olma yaşamda yüksek önceliktir. Eğer diyette oldukça kararlı olursanız ve kendinizi yeme konusunda birkaç ay sınırlandırırsanız, bu vücudunuzu dinlemek için iyi bir yoldur. Etkili bir diyetten sonra vücudunuzun hormonal dengesi yer değiştirebilir ve siz de şiddetli açlık deneyimi kazanırsınız.

6. Bayılma hissi:

Egzersiz yaptıktan sonra eğilip kalktığınızda bu durum sıklıkla olabilir. Bazı insanlarda bayılma hissi beklenen bir durum olurken, siz yine de kan basıncı seviyenizi kontrol ettirin. Tuz tüketiminize dikkat edin. Ancak buna rağmen bayılma hissi sıklıkla tekrarlıyorsa, profesyonel yardım alın, bir doktora gidin.

7. Baldır ağrısı:

Baldır ağrıları, diğer koşu yaralanmalarının yaygın olanıdır. Eğer baldır ağrılarından şikayetiniz varsa, daha fazla iyileşme sürecine ihtiyacınız var demektir. Ağrınız daha azsa, ne kadar sürdüğüne ve tam olarak bacağınızın neresinin ağrıdığına dikkat edin. 2 hafta ve daha uzun sürüyorsa, spor hekimine gösterin.

8. Sürekli yorgunluk:

Sürekli yorgunluk durumunda, daha fazla uyursunuz, diyetinize uymak istemezsiniz, birkaç gün işten izin alırsınız, kendizini daha iyi hissettirecek şeyler yaparsınız, ancak hiçbir şey işe yaramaz. Bu aşırı antrenmanlılık anlamına gelir. Birçok erkek acıya ve yorgunluğa alışkındır. Kendinizi yaşamın diğer yönleri için daha az motive olmuş hissediyorsanız, antrenmanlardan vazgeçin.

Tıme Turk
Başlık: Damar Sertliğine Bir Kaşıklık Çare
Gönderen: Tuğra - 08 Haziran 2009, 00:01:26
Prof. Dr. Bingür Sönmez, keten tohumu, çörek otu,nar çekirdeği,üzüm çekirdeği,ceviz ve fındık yağından günde bir kaşık tüketilmesinin, damar sertliğinin gelişmesini önlediğini bildirdi.
 
Prof. Dr. Sönmez, AA muhabirine yaptığı açıklamada, aralarında üzüm çekirdeği, nar çekirdeği, kabak çekirdeği, keten tohumu gibi soğuk pres yağların, ülkenin hemen her yerinden kolayca temin edebildiğini söyledi.

Antioksidan maddeler ihtiva eden, soğuk pres yöntemiyle elde edilen bu yağların makul fiyatlarda satılmaya başladığını belirten Prof. Dr. Sönmez, şunları kaydetti:

''Bu yağlar, koroner damarların iç yüzeyindeki parlak kaygan zemini hazırlayan endoteli koruyan antioksidan maddeler ihtiva etmektedir. Keten tohumu, çörek otu, nar çekirdeği, üzüm çekirdeği, ceviz ve fındık yağından günde bir kaşık tüketilmesi, damar sertliğinin gelişmesini önlüyor. Antioksidan maddeler ihtiva eden bu maddeler, kişiyi, güneşin zararlı oksidan etkilerinden koruyor. Çünkü bu bitkiler, antioksidan maddeleri kendilerini güneşin zararlı etkilerinden korumak için üretiyor. Bu nedenle bu yağları tüketenler de doğal olarak güneşin zararlı oksidan etkilerinden korunmuş oluyor.''

Prof. Dr. Sönmez, marketlerde satılan, bir ilaç titizliğiyle hazırlanmış olan bu yağların zarif şişeler içinde, rahatsız edici koku ve tatlarından arındırılmış olarak sunulduğunu vurguladı.

-NASIL KULLANILMALI-

Bu yağların salata üzerine, çorba üzerine dökülerek veya sabah kahvaltısında nane, kekik, kırmızı biber gibi lezzet ve kokusunu güzelleştirici ilavelerle tüketilebileceğini bildiren Prof. Dr. Sönmez, ''Önerilen günlük tüketim miktarı, 1 çorba kaşığıdır'' diye konuştu.

Aktif Haber
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Lika - 08 Haziran 2009, 07:02:33
Çörek otunu sabah aç karına bir çay kaşığı bal ile yemeyi tavsiye ederdi arkadaş. Sonra bir başka arkadaştan çörek otunu dövülüp, yenmesini asıl şifa kaynağı olduğunu öğrendik:) Teşekkürler Tuğra:)

Nar ekişisi de tavsiye edilen,şifa kaynağı lezzetlerden, aklınızda olsun e58))
Başlık: Kemik erimesine karşı kayısı suyu
Gönderen: Lika - 08 Haziran 2009, 07:13:58
Kayısı, başta A vitamini olmak üzere B3 vitami ile demir, magnezyum, potasyum ve fosfor ihtiva eder.

Kayısıda bol miktarda bulunan betakaroten, kanserin, özellikle akciğer kanserinin, kalp hastalıklarının ve kataraktın önlenmesine yardımcıdır. İçerdiği kalsiyum ve magnezyum sayesinde kemik erimesinin önlenmesine faydalıdır. Kayısı, doğal lif açısından çok zengin bir meyvedir. Lifli bir meyve olduğundan bağırsakları korur ve pekliğe iyi gelir. Kansızlığı önler, kan yapımına yardımcı olur, cildi ve saçı canlı tutma özelliği vardır.

Zaman
Başlık: Reflüden sonsuza kadar kurtulun!
Gönderen: Tuğra - 09 Haziran 2009, 10:26:49
Özellikle erişkinlerin korkulu rüyası reflü, artık kabus olmaktan çıktı.

Reflü, uygulanan farklı yöntemlerle, kısa sürede tedavi edilirken Genel Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Levent Eminoğlu tarafından Türkiye’de ilk kez uygulayan bir yöntem tedavide yeni bir çığır.

Günümüzde pek çok kişinin yakındığı hastalıklardan biri olan reflü tedavisinde seçenekler gittikçe artıyor. Müdahale süresini ve iyileşme dönemini kısaltan tedavi yöntemlerinin yanı sıra, olası başka hastalıkları önleyen tedavi seçenekleri giderek önem kazanmaya başlıyor. Bunlardan biri de endoskopik reflü tedavisi en yeni tedavi yöntemi olan plicator!

Bu yöntemi ile, müdahale süresi ve iyileşme dönemi kısalırken, kanser oluşumu da önlenebiliyor. Yöntemi Türkiye’de ilk kez uygulayan Genel Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Levent Eminoğlu, reflü ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi.

MİDE REFLÜSÜ NEDİR?

Halk arasında “Mide Reflüsü” olarak bilinen “Gastroözofageal Reflü” hastalığı, mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçmasıdır. Reflü, asitli mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun asitten kendini koruma özelliğinin yok olmasından kaynaklanır. Erişkinlerin yaklaşık %20'sinde reflü görülmektedir.

Reflünün uzun dönemde en korkulan komplikasyonu yemek borusu kanseri riskidir. Batı toplumlarında son 30 yılda en hızlı artış gösteren kanser türü olan yemek borusu kanseri, çoğu kez reflünün yol açtığı hücresel değişim tarafından tetiklenmektedir.

RÜFLÜDEN SONSUZA KADAR KURTULUN

Plicator nedir?

Plicator aslında uzun süredir kronik reflünün kalıcı sağıltımında altın standart olan laparoskopik cerrahide yapılan onarımı daha az girişimsel bir yöntem olan endoskopi yolu ile taklit etmek esasına dayanıyor.

2007 yılında 5 yıllık sonuçları açıklanan ve 5 yıl sonunda antireflü etkinliğini koruduğu ortaya kondu.Endoskopik olarak yapılan kontrol sonrasında Plicator cihazı ile girilerek mide kapak mekanizmasında ki yapısal bozukluk mide içinden konulan bir yada iki dikiş ile onarılıyor.

İşlem nasıl uygulanıyor?

Plicator işlemi sırasında genel anestezi gerekmiyor.Bilinçli sedasyon denilen hastanın işlem sırasında bir şey hissetmediği ve hatırlamadığı, sonrasında 20 dakikalık dinlenme ile uyandığı bir yöntem kullanılıyor.Hasta işlen sonrasında 2-3 saat dinlendiriliyor.sonrasında evine gönderilen hasta 24 saat boyunca sıvı diyet uyguluyor .sonraki 48 saat püre kıvamında yiyecekler alıyor ve sonrasında kademeli olarak normal gıdaya geçiliyor.

İşlemden bir gün sonra hasta olağan günlük yaşamına dönebiliyor.İşlem sonrasında birkaç gün içinde kendiliğinden geçmek üzere boğaz ağrısı (% 21) karında şişkinlik (%11) göğüste ağrı (%9) omuz ağrısı (%5) bulantı (%3) görülebiliyor.Bu etkilerin olmaması için ilaç önlemleri düzenleniyor.

Kimlere yapılabilir?

Plicator işlemi
1) Uzun süredir reflüsü olan, ilaç ile rahatlayan ancak yakınmaları tekrar eden, uzun süre ilaca bağımlı olmak istemeyen
2) Mide fıtığı en fazla 3 cm olan
3) İleri evre (evre 3-4 ) yemek borusu hasarı gelişmemiş olan
4) Barrett ösofagus denilen hücresel değişim olmamış olan
5) 18 yaşından büyük hastalarda uygundur.

Başarısı nedir?

Plicator uygulamasının 5 yıllık sonuçları işlemin etkinliğini beş yıl sonunda da koruduğunu ve yaklaşık % 70 başarı sağladığını ve koruduğunu göteriyor.Amerikan ilaç ve gıda dairesinin(FDA) 2 dikiş konulmasına izin vermesinin ardından bu başarını % 80 düzeyinde olması bekleniyor.

Geri döşümsüz müdür?

Plicator yöntemi yine endoskopik olarak geri döndürülebilir bir yöntemdir. Ayrıca, ilerleyen dönemlerde gereksinim olması durumunda önceden Plicator işlemi yapılmış olan hastalara Laparoskopik Nissen operasyonu güvenle uygulanabilir.

Haber3
Başlık: Sıcaklar bastırdı, yaz hastalıklarına dikkat
Gönderen: Tuğra - 10 Haziran 2009, 08:59:22
Tatil planlarının yapılmaya başlandığı şu günlerde, uzmanlar aşırı sıcak havalarda özellikle çocuklar konusunda ailelerin dikkatli olması gerektiği belirtildi.

Hastalıklara karşı çocukların dirençlerinin daha düşük olduğunu söyleyen Medical Park Bursa Hastanesi Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. Hüseyin Tatar, güneş ışınlarının direk etkisi ile oluşan güneş çarpması ve yanıkların burun kanamaları, sıcakla artan terleme ve bunu karşılayamayan ter bezleri nedeni ile oluşan isilik, mantar gibi rahatsızlıklara yol açtığını bildirdi.

Dr. Tatar, cilt rahatsızlıkları, bisiklet, kaykay paten kullanılarak yapılan aktiviteler sonucu düşme, çarpma ile oluşan travmalar, aşırı ve bazen de temiz olmayan su tüketimi ile mide asidini aşabilen mikroorganizmaların yol açtığı mide barsak hastalıklarının da başgöstereceğini söyledi.

Güneş ışınlarının yaz ishalleri, ağaçlık, açık alanlarda piknik, gezinti yapılırken sık karşılaşılan arı, böcek, yılan ve akrep sokmaları havuzda yüzme sonucu oluşan göz ve deri enfeksiyonları gibi rahatsızlara da sebep olduğunu anlatan Dr. Hüseyin Tatar, "Güneş yanığı eğer sadece deride kızarıklık ve ağrı hissi ile kendisini gösteriyorsa bu birinci derece bir yanıktır ve 24-48 saat kadar süren ağrı, deride gerilme, yanma hissi devam edecektir. Deriyi nemli tutacak kremler ve ağrıyı kesecek şuruplar tedavide kullanılabilir.

Deride kabarma ve içi su dolu kesecikler varsa artık 2. derece yanık söz konusudur. Bu durumda bir doktora başvurulması ve özel yanık pansumanlarının yapılması gerekecektir." dedi.

Yaz aylarında sıcakların artmasıyla birlikte çocuklarda en sık güneş yanıklarının görüldüğünü söyleyen Tatar, ultraviyole ışınlarının, özellikle 1 yaşın altındaki bebeklerin cildini olumsuz etkilediğini belirtti.

Güneş ışınlarının ultraviyole etkisinin insan derisinde yıllar içinde birikerek cilt kanserleri ve cilt hastalıklarına yol açabileceğine değinen Dr. Tatar, güneşten koruyucu kremlerin sadece güneşin en dik geldiği 10.00-15.00 saatleri arası deniz kenarında değil, bebekler açık havada gezdirilirken bile sürülmesi gerektiğinin de altını çizdi.

Güneş çarpması ve yanığına karşı özellikle bol sıvı tüketilmesi ve güneş koruyucu kremlerin kullanılmasını isteyen Dr. Tatar, sarışın, renkli gözlü ve beyaz tenli çocukların güneş ışınlarından daha fazla etkilendikleri için aileleri bu konuda daha dikkatli olmaya çağırdı.

Güneş yanıklarından başka güneş çarpmalarının da sık görülen hastalıklar arasında yer aldığını söyleyen Dr. Hüseyin Tatar, güneşte 2-3 saat boyunca oyun oynayan çocukların acil servise bulantı, kusma ve yüksek ateşle başvurabileceğini söyledi.

Tatar, "Bu gibi durumlarda Çocukların ilk olarak ateşini düşürülmeli, eğer ağır bir güneş çarpması varsa, çocuğun bilinci yerinde değilse hastaneye yatırıp, kanındaki elektrolitlerine (sodyum ve potasyum gibi) bakılıp, serum takılması gerekebilir.

Terlemeyle kaybettiği kanındaki eksikleri yerine koymaya çalışılmalıdır. Hafif güneş çarpmalarında aile evinde de müdahale edebilir. Çocuk hemen ılık suya sokulabilir." dedi.

Güneş yanıklarını önlemek için koruyucu kremlerin en az 30 faktör koruyuculukta olması gerektiğine değinen Dr. Hüseyin Tatar bu tarz ürünlerin içinde katkı maddesi bulunmamasına, kimyasal özellikte değil de fiziksel bariyer oluşturacak özellikte olmasına dikkat edilmesi gerektiğini belirterek kimyasal bariyer etkisi olan koruyucuların, bebeklerin ciltlerine zarar verebileceğini söyledi.

(CİHAN)
Başlık: Homeopati: Benzerin benzerini iyileştirmesi
Gönderen: Tuğra - 12 Haziran 2009, 11:30:01
Saman nezlesinden irritabl barsak sendromuna birçok hastalıkta son zamanlarda homeopatik tedaviler gündeme geldiler. İşte bu konuda tüm bilmek istedikleriniz:

Homeopati nedir?

Homeopati doğanın tedavi yasasına göre geliştirilmiş bir alternatif tedavi şeklidir. Bu tedavi şekline aynı zamanda "benzerin benzerini iyileştirmesi" adı verilmiştir. Sağlıklı kişilerde hastalık belirtileri oluşturabilecek ufak dozlarda maddeler hasta kişilerdeki aynı belirtileri tedavi etmek için kullanılırlar. Uygulama şekli 2500’e yakın doğal maddenin değişik solüsyonlarının farklı aralıklarda hastaya verilmesi şeklindedir.

Teorisi ve tarihi gelişmesi

Benzerin benzerini iyileştirmesi teorisi eski yunan uygarlığına kadar dayanır. 19. yüzyılın başlarında alman bilimadamı Dr. Samuel Hahneman tarafından gözden geçirilmiş ve o zamanlar uygulanmakta olan vahşi sayılabilecek tıbbi uygulamaların karşısına daha insancıl ve etkin bir şekilde tedavi ile çıkmıştır.

Homeopatide hastalığın oluşma nedeni beden ile zihin etkilenişimin hastalanması ile tüm organizmanın rahatsızlanmasıdır. Organlar hastalık nedeni değildirler. İç seviyenin ya da yaşam gücünün rahatsızlığı hastalık nedenidir. Onun için homeopatide hasta olan organa ilaç vermek yerine kişinin o hastalığına neden olan şeye ilaç verilir.

Ne için kullanılır?

Gribal şikayetler, gaz, menstrüasyon öncesi ağrılar, çocuklarda olan soğuk algınlığı, ateş, öksürük, bronşit, astım ve daha birçok hastalık için homeopati kullanılmaktadır. Homeopati ameliyata karşı değildir ama modern tıbbın bazen ameliyat önerdiği vakalarda uygulanabilir. Örneğin; ses telleri bezeleri, basur, kronik kulak akıntısı, böbrek ve safra taşları, siğil.

Nasıl etkili olur?

Homeopati teorisine göre doğal maddelerden hazırlanır ve bedenin kendini iyileştirme gücünü hareketlendirir. Homeopati sisteminde ilaçların dinamik iyileştirme gücü işe yarar. Tam etki mekanizması ise kesin olarak bilinmemektedir.

Kullanılan bazı maddeler o kadar dilue edilirler ki son şeklinde orjinal maddeye eser oranlarda bile rastlanamayabilir. Bu sebepten birçok bilim insanı homeopatik tedavi maddelerinin hiçbir etkisi olmadığını ve iyileşmenin ‘plasebo etkisi’ sebebiyle olduğunu savunmaktadır.

Süreç

Homeopatinin ilk muayenesi ayrıntılı bir sorgulamayı içerir ve bir-iki saat sürer. Terapist hastadan aldığı bilgilere göre kişinin yapısal tipine karar verir ve kullanılacak ilacı seçer. Bu ilaçlar ufak tablet, hap, granül ya da sıvı formda olabilir.

Homeopatik ilaçlar yemeklerden yarım saat önce alınır. Kahve, çay, naneli yiyecekler hatta naneli diş macunları homeopatik ilaçların etkilerini değiştirebileceklerinden dolayı kullanılmazlar.

Homeopatik ilaçlar genellikle kısa süreler için kullanılırlar ve iyileşme başlamadan önce kendinizi biraz daha kötü hissetmenize sebep olurlar. Bu ‘iyileşme krizi’ vücudun kendini yeniden ayarlamasının bir belirtisi olarak kabul edilir.

Kullanılan ilacın doğru ve uygun dozda olup olmadığının anlaşılması için bir kaç kontrol muayenesi gerekebilir. Bir kaç gün içerisinde tedavinin faydalarının görülmesi gerekir. Tedaviye eşlik edecek diyet ve hayat tarzı değişiklikleri de önerilebilir.

sağlık.turk.net
Başlık: Kanserin ilerlemesini durdurmanın yolu
Gönderen: Lika - 13 Haziran 2009, 03:19:17
(http://resim.samanyoluhaber.com//haber/1/5/4/3/7/154376.jpg)

Bilimadamları, beyinde kanserin yayılmasını durdurmanın potansiyel yolunu bulduklarını iddia ediyorlar.

BBC'de yer alan haberde, İngiliz araştırma ekibi, kendilerini çoğaltmak için ihtiyaçları olan besinleri elde etmek amacıyla beynin kan damarlarını ele geçiren kanser hücreleri keşfetti. Burada hücrelerin damarlara yapışmasına izin veren ve kanser hücrelerinin yüzeyindeki "integrin" isimli protein anahtar rol oynuyor.

İntegrini durduran ilaçların kanserin de yayılmasını durdurabileceği kaydeden araştırmacılar, gerçekte beyin metastazlarının merkezi sinir sisteminin en yaygın kötü huylu tümörler olduğunu ve kanser bir kez beyne yayıldığında en iyi tedavi de uygulansa ortalama yaşam süresinin 9 ay olduğunu belirttiler.

Araştırmacılar, vakaların yüzde 95'ten fazlasında, metastik kanser hücrelerinin sinir hücreleri üzerinde değil, beyindeki kan damarlarının duvarlarında gelişmeye başladığını gördüklerini söylediler. İnsanlar ve fareler üzerinde çeşitli kanser hücrelerini inceleyen araştırmacılar, integrini kaldırınca kanser hücrelerinin kan damarlarına bağlanmadığını ve büyümeye başlamadığını keşfettiler.

ZAMAN
Başlık: Hafızayı güçlendiren 4 gıda
Gönderen: İsra - 14 Haziran 2009, 05:57:04
Birçok insan kas yapmak ya da kilo vermek için beslenmesine zaman zaman dikkat ederken, hangi yiyeceklerin hafızasını güçlendireceğine bakmaz.

Hafızayı güçlendiren bu yiyeceklerin yanında, yemeğin miktarı da hafızanın güçlenmesinde büyük rol oynuyor. Çok az yemek açlıktan dolayı aklınızın başka yerde olmasına neden olurken çok fazla yemek ise uykunuzu getiriyor.

Uzmanlara göre, hafızayı güçlendiren yiyecekleri bir arada yemek ve uygun yemek porsiyonlarını tüketmek size maksimum sonuç verecek. Foxnews'te yer alan habere göre, hafızanızı güçlendirmenize yardımcı olacak 4 önemli yiyecek:

Somon balığı: İyi bir Omega 3 yağ asiti kaynağı olan somon balığı, aynı zamanda protein deposudur. Omega 3 yağ asitleri beyin fonksiyonları ve gelişimi için gerekli olduğu kaydediliyor. Yapılan çalışmalar da, balık yağında bulunan DHA isimli yağ asitinin hafızanın performansının gelişimi ve tamiri için faydalı olduğunu gösterdi.

Keten tohumu, ceviz, somon balığı, soya fasulyesi, karides, pisi balığı ve kış kabağı gibi diğer bazı yiyecekler yüksek oranda omega 3 yağ asitleri içeriyor.

Ayçiçeği tohumu: Sağlıklı yağlar içeren yer fıstığı beslenmenizde olması gereken besinlerden biri, ancak birçok insan tohumların da bu kategoride olduğunu unuttuğunu açıklayan uzmanlar, ayçiçeği tohumlarının E vitamini bakımından zengin olduğu için sadece 30 gramının günlük ihtiyacınızın yüzde 30'unu karşıladığını söylüyorlar. Ayrıca, E vitamininin yaşa bağlı olarak hafızanın zayıflamasını azaltmaya yardımcı olduğu belirtildi.

Diğer E vitamini kaynağı yiyecekler ise şunlar: Buğday yağı, kuru badem, aspir yağı, fındık, yer fıstığı ezmesi, ıspanak, brokoli, kivi ve mango.

Yaban mersini: Tüm mersin meyveleri sağlığa yararlı olduğu gibi, yaban mersininin de hafızayı güçlendirme etkisi bulunuyor. İçeriğindeki fotokimyasal, yaşa bağlı hafıza zayıflığını geri çevirmede önemlidir. Buna ilave olarak, yaban mersinlerinin, glisemik indeks skalasında alt derecede yer alması mersinleri kan şekeri seviyesini kontrol etmeye çalışanlar için de iyi bir meyve seçeneği haline getiriyor.

Yağsız et: Makul porsiyonlarda yenmesi halinde yağsız et, içerdiği demirden dolayı hafızanızı geliştirmede faydalıdır. Et tüketiminin az olması durumunda demir eksikliği beyin fonksiyonlarına olumsuz bir etki yapar, öğrenme yeteneğini zayıflatır, hatta Alzheimer hastalığının gelişme riskini artırır.

zaman
Başlık: Fazla Kiloların Sorumlusu Plastik
Gönderen: Ay Işığı - 14 Haziran 2009, 16:06:55
Modern çağın baş edilemez sorunlarından biri olan şişmanlığa bir sebep daha bulundu.
 
'Bisfenol A'.

Özellikle plastik, naylon, polyester ve PVC üretiminde kullanılan madde, hormon sistemine zarar veriyor. Metabolik bozukluklara yol açarak şişmanlığa sebep oluyor.

Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tıbbi Biyokimya Klinik Şefi Prof. Dr. Necat Yılmaz, son yıllarda yapılan araştırmaların bisfenol A gibi kimyasalların yalnızca üremeyi değil, vücut gelişimini ve davranışları da etkilediğini belirtti. Yılmaz'ın verdiği bilgilere göre ABD Cincinnati Üniversitesi araştırmacılarının yaptığı çalışma, bisfenol A'nın insanda şişmanlığa yol açan metabolik bozuklukların nedeni olabileceğini gösterdi. 2009 yılı Mayıs ayında Mol Cell Endocrinol dergisinde yayımlanan araştırmada bu maddenin çağımızın salgını olan 'metabolik sendromun' sebebi olabileceği iddia edildi. Bu konudaki başka kanıtlar da yine aynı üniversiteden geldi. Bu yıl yayımlanan diğer çalışmalar da bisfenol A'nın meme ve prostat kanserinin tedavisini engellediğini teyit etti.

Nesiller için büyük tehditler oluşturan kimyasal maddelerle temasın en aza indirilmesi gerektiği uyarısında bulunan Prof. Dr. Yılmaz, şunları kaydetti: "Toplum sağlığı için doğaya dönmemiz gerekli. Eşyalarımız arasında sentetik ürün bulundurmaktan kaçınmalıyız. Gelişmiş toplumlara göre daha avantajlıyız. Ülkemizin bize verdiği doğal nimetlerden temiz ve güzel olanlarını kullanalım. İnsanlarımızın bu konuda daha bilinçli hareket etmelerini sağlamalıyız. Örneğin sentetik eşyalar yerine doğal yün, ahşap ve taş ürünleri tercih etmeliyiz."

Aktif Haber
Başlık: Topuksuz ayakkabılar ayak sağlığını bozuyor
Gönderen: İsra - 15 Haziran 2009, 04:54:34
Havaların ısınmasıyla birlikte günlük kullanımdaki ayakkabı tercihleri de değişiyor. Yaz aylarında şıklığı ve rahat olduğu düşünülerek sıfır topuk ayakkabılar tercih ediliyor. Uzmanlar, topuksuz ayakkabıların ayak sağlığını ciddi bir şekilde bozduğunu söylüyor.

Özellikle gelişimin devam ettiği küçük yaşlarda, hamilelik döneminde ve aşırı kilolu insanların topuksuz ayakkabı giymesinin düztabanlık ve varis gibi ayak rahatsızlıklarına sebep olabileceği belirtiliyor.

Kayseri Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji El Cerrahisi Mikrocerrahi Uzmanı Prof. Dr. Ali Baktır, topuksuz ayakkabı giyenlerde ileriki yaşlarda ciddi sağlık problemleri görüldüğünü dile getirdi. Bayanların bir dönem vazgeçemediği 7-8 santime kadar varan uzun topuklu fantezi ayakkabıların yerini babet türü sıfır topuklu ayakkabılara bıraktığına değinen Prof. Dr. Baktır, çok uzun ve sıfır topuklu ayakkabıların insanların ayak sağlığını bozarak yaşam kalitesini olumsuz etkilediğini bildirdi.

Bayanlarda ideal topuk yükselikliğinin 4 santim, erkeklerde ise 2-3 santim olarak açıklayan Prof. Dr. Baktır, şunları söyledi: "İnsan fizyolojisine en uygun ayakkabı topuklu olandır. Çünkü vücudun tüm yükü ayaklar üzerine biner. Ayaklar; topuk, birinci tarak kemiği ve beşinci tarak kemiğinin başları olmak üzere üç nokta prensibiyle bu yükü taşır. Düztaban olan insanlarda bu kavis olmadığı için yük tamamen ayağı yere yapıştırır. Bu durum çabuk yorulmaya, ağrıların bacağa vurması ve varis gibi rahatsızlıklara sebep olur."

Gençlerin yanı sıra hamile ve kilolu bayanların sıfır topuk ayakkabıları çok fazla tercih ettiklerine dikkat çeken Prof. Dr. Baktır, hamile bayanların düztaban ve sonrasında varis olma riskinin çok daha yüksek olduğu uyarısında bulundu. Prof. Dr. Baktır, şu bilgileri verdi:

 "Hamileliğin son döneminde salgılanan hormonla vücut yapısıyla birlikte ayaklardaki eklemler arası bağlar da esner. Bu dönemde topuksuz ayakkabı giyilmesi düztabanlığa yol açar. Düztabanlığın ileriki aşaması da varistir. Birçok insan varis ve ayak ağrılarından kurtulmak için doktor doktor gezmek zorunda kalıyor. Ancak bu ağrılara kendi elimizle zemin hazırladığımızın farkında bile değiliz."

zaman
Başlık: Gıda mühendisleri tüketmenizi tavsiye ediyor
Gönderen: Lika - 19 Haziran 2009, 01:18:24
Gıda mühendisleri, 'hafif tatlılar' grubunda yer alan dondurmanın yoğurt, süt ve peynir kadar besleyici olduğunu belirtiyor.
 

Çocukların kemik gelişimi, yetişkinlerin günlük kalori ihtiyacını karşılamak için dondurmanın yılın 12 ayı tüketilmesi gerektiğini belirten Gıda Yüksek Mühendisi Abdullah Badem, saf nar, portakal, limon, mandarin, elma, armut, muz, badem, ceviz, kivi, böğürtlen ve keçiboynuzu (harnup) karışımıyla yapılan dondurmanın gün boyu vücut direncini sağlam tutacağını ifade etti.

Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yıllık kişi başı dondurma tüketiminin 12,8 kilogram olduğunu bildiren Abdullah Badem, Türkiye'de ise son 4 yıldır bunun 900 gramı geçmediğini söyledi.

Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü bitirme ve yüksek lisansını 'Meyve Karışımlı Dondurma Yapımı ve Çocuklarda Kemik Gelişimine Katkıları' üzerine yaptığını hatırlatan Badem, AB ve İskandinav ülkeleri Danimarka, Norveç, İsveç, İzlanda ve Finlandiya'da Türkiye'de olduğu gibi yılın 6 ayı değil, 12 ay dondurmanın tüketildiğini kaydetti. Badem, "Ülkemizde maalesef dondurma tüketimi çok düşük. AB ülkelerinin tüketiminin yüzde 10'u kadar yok. Keçiboynuzu karışımlı dondurma çocuklarda kemik gelişimini güçlendiriyor. Kışın dondurmaya doğal usare (öz sulu) portakal, mandalina, greyfurt, mandarin, kivi, muz, limon ve keçi boynuzu katılırsa vücudun direnci kuvvetli olur ve çocuklar kolay kolay hastalanmaz. Finlandiya'nın yıllık kişi başı dondurma tüketimi 14,6, Norveç 13,8, Almanya 13.5, Hollanda 13,2, Belçika 13, Portekiz 12,5, Avusturya 12, İsviçre 11,5 ve Danimarka 11 kilogram. Yazın vücutta sıvı kaybına en iyi takviye dondurma ve bol bol su tüketme." diye konuştu.

Gıda Yüksek Mühendisi Harun Uran da dondurma tüketiminin 6 aydan 12 aya çıkartılması için toplumsal bilinç gerektiğini kaydetti. Uran, dondurmada A, C, D vitaminleri ile kalsiyum ve fosfor bulunduğunu ifade etti.

Diş Hekimi Ömer Yılmaz ise toplumda dondurma yiyen çocukların dişlerinin erken çürüdüğü düşüncesinin yanlış olduğunu söyledi. Dondurmanın çocukların kemik ve diş sağlığı için yararlı olduğunu belirten Yılmaz, anne ve babaların çocuklarının dondurma yedikten sonra dişlerini yumuşak bezle silmesi tavsiyesinde bulundu.




(CİHAN)
Başlık: Geceleri ışıkta uyumak kansere yol açıyor
Gönderen: Nev Bahar - 22 Haziran 2009, 00:02:43
Karanlıkta uyumak beynin melatonin hormonu salgılamasını sağlayarak kişiyi kanserden koruyor. Işıkta bu hormon salgılanmadığı için kanser hücreleri daha çabuk gelişiyor. Uzmanlar, "Gece lambası da olsa ışıktan kaçının." uyarısında bulunuyor.

Bulguyu destekleyen Dünya Sağlık Örgütü, gece çalışmayı 'muhtemel kanserojen etkisi bulunanlar' listesine dahil etti. Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi ise gece aydınlatmalarının zararlarını anlatmak için hazırladığı raporda melatonin hormonunun önemini vurguluyor.

Raporun önümüzdeki günlerde bütün belediyelere gönderileceğini açıklayan Kanserle Savaş Daire Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer, "Belediyelere, sağlığımız için 'gereksiz aydınlatmayla karanlığımızı kısmayın' çağrısında bulunacağız." dedi. Konuyu görüşmek üzere önümüzdeki hafta Ulusal Kanser Danışma Kurulu toplanacak. Buradan çıkan sonuç bildirgesinde yeterli aydınlanma dışındaki ışığın gece insan sağlığına zararlı olduğu mesajı verilecek. Şehirlerdeki bilinçsiz gece aydınlatmaları ve bunun insan sağlığı üzerindeki etkilerine yer verilecek. Belediyelerden şehir merkezlerini ayrı, yerleşim yerlerini ayrı aydınlatmaları istenecek. Sokak lambalarının sadece aşağıya ışık vermesi, evlere yansıtılmaması gerektiği aktarılacak. Rapor Enerji Bakanlığı'na da gönderilecek.

Melatonin hormonu saat 23.00 ile 05.00 arasında tam olarak salgılanıyor. Bu saatler arasında karanlıkta uyunduğunda hormon, hücreleri yeniliyor. Bağışık sistemini düzenliyor. Vücudun biyolojik saatini koruyor, ritmini ayarlıyor. Üreme sistemini geliştiriyor. En önemlisi kanserli hücrelere karşı koruma sağlıyor. Görme engellilerin kansere daha az yakalanması bu durumu destekliyor. Bu sebeple çocukların gece kesinlikle ışıkta uyutulmaması gerekiyor.

Sağlığınız için bunlara dikkat edin

Gece mutlaka karanlık ortamda uyuyun.

Gece lambası kullanmayın. Zaruriyse solgun kırmızı ışık olanları tercih edin.

Erken yatarak hücreleri yenileyen melatonin hormonunun tam salgılanmasını sağlayın.

Televizyon karşısında uyumayın.

Akşam çalışmalarınızı mümkünse gündüze kaydırın.

Vişne, lahana, badem gibi melatoninden zengin besinler tüketin.

Çağlar Avcı
Başlık: Çocuğunuz toprak yediğinde ne yapmalı?
Gönderen: İsra - 25 Haziran 2009, 05:21:31

Çocuğunuzu elinde bir avuç toprak keyifle yeren görseniz neler hissedersiniz? Günümüzde birçok anne bu sorundan mustarip. Toprak yemenin tek nedeni ise kansızlık.

Pekçok nedene bağlı olarak gelişen kansızlıkta çocukların bu eksikliği gidermek için bilinçsizce başvurduklarını yollardan biri de toprak yemek. Dr. Semih Songür, çocuklarda kansızlığın bir çok sebebinin bulunmasına rağmen en sık görülen nedenin demir eksikliği olduğunu söyledi.

Demir eksikliğine yol açan nedenlerin ise yeterli ve dengeli beslenememe yüzünden yetersiz demir alımı olduğunu kaydeden Songür, “Hızlı büyüme sebebiyle demir ihtiyacı artar. Eğer yeterli derecede demir içeren gıdalar tüketilmezse kansızlık ortaya çıkar. Kansızlığın bir başka sebebi ise kan kaybı va parazitlerdir.” dedi.

BELİRTİLERİ

Kansızlığın bir çok belirtisi olduğunu dile getiren Songür bunları şöyle sıraladı: “Hafif solukluk dışında bir belirti vermeyebilir. Ancak kan analizleri sonucu kansızlık saptanabilir.

Kansızlık belirgin ise solukluk, halsizlik, huzursuzluk, iştahsızlık, çabuk yorulma, oturma, emekleme ve yürümekte gecikme, öğrenmede güçlük, davranış bozuklukları, ateşli hastalıklara yatkınlık, huysuzluk belirtileri görübelir. Bunun yanında toprak yeme gibi bariz belirtiler de ortaya çıkabilir.”

KANSIZLIĞI ÖNLEME YOLLARI

Dr. Semih Songür, kansızlığın önüne geçmek için bebeğin ilk 6 ay anne sütü ile beslenmesinin çok önemli olduğunun altını çizerek, “İlk iki üç aydan sonra doktor kontrolünde ek demir içeren damla verilebilir. Gelişme çağındaki çocuklar ise dengeli beslenmelidir. Demir içeriği zengin süt, kırmızı et, yumurta, balık, kuru fasülye, kuru kayısı, incir, ceviz, fındık gibi gıdalar bol bol tüketilmelidir.

İnek sütü tüketimi günlük yarım litreyi geçmemelidir. Katkısız portakal suyu, limonata gibi C vitamini içeren besinler de demir emilinimi artırır. Çocuklar zaten bu yaz günlerinde limonata ve meyve sularını severek tüketir. Buna karşın çay ve kahve gibi içecekler de demir emilinimi azaltır. Bu sebeple çocuklara çay ve kahve verilmemelidir” dedi.

Bugün




Başlık: Göz tansiyonu kör edebilir
Gönderen: İsra - 26 Haziran 2009, 05:12:00
Malatya İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Turgut Özal Tıp Merkezi Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Selim Doğanay, göz tansiyonu (glokom) konusunda yaptığı açıklamada vatandaşları uyardı.

Prof. Dr. Selim Doğanay, "Göz tansiyon yüksekliği, görme sinirinin tahribine yol açan sinsi bir hastalıktır. Dünya genelinde körlüğe yol açan en önemli ilk üç hastalık arasında gösterilmekte olup, körlük oluştuktan sonra tedavisi mümkün olamamaktadır. Bu nedenle glokom hastalığının erken teşhis edilmesi göz sağlığı açısından hayatidir. Her yıl özellikle ailesinde göz tansiyonu hikayesi olan kişiler, düzenli göz muayenesi olmalıdır.

Dünya genelinde üç milyon kişi göz tansiyonu nedeni ile görememektedir. Yaklaşık 100 milyon kişinin artmış göz içi basıncı vardır ve yıllık ortalama 2,4 milyon kişi glokom teşhisi almaktadır" dedi.

Prof. Dr. Doğanay, göz tansiyonu belirtilerini, "Zaman zaman bulanık görme, sabahları belirginleşen baş ağrıları, geceleri ışıkların etrafında ışıklı halkalar görülmesi, göz etrafında ağrı, bulantı-kusma" şeklinde sıraladı.

Doğanay, göz tansiyon riskini arttıran faktörleri de şöyle sıraladı:

"35 yaşın üzerinde olma, ailede göz tansiyon yüksekliği öyküsünün olması (genetik yatkınlık), şeker hastalığı, şiddetli kansızlık, yüksek veya düşük vücut tansiyonu, yüksek miyopi, yüksek hipermetropi, migren, uzun süreli kortizon tedavisi, geçirilmiş göz yaralanması. Bu özelliklere sahip kişilerde, göz tansiyonu hastalığının ortaya çıkma riski normalden daha yüksek olduğu için, bu kişilerin görme sinirindeki hasarın erken tespiti amacıyla düzenli olarak göz muayenelerini yaptırmaları gereklidir."

Timetürk
Başlık: Neden ağlarız?
Gönderen: İsra - 28 Haziran 2009, 06:31:25
İnsanlar duygularını, üzüntülerini, sevinçlerini, korkularını bazen dışarıya ağlayarak yansıtırlar.

Ağlamanın nedenlerini araştıran bilim adamları insanların neden ağladığı sorusunu şöyle yanıtlıyorlar:

3 farklı tür gözyaşı üretiyoruz.

Temel gözyaşı göz küresini yağlıyor ve onu kayganlaştırır. Bu gözyaşları bir günde sürekli olarak yaklaşık 300 mililitre üretiliyor.

Refleks gözyaşları fiziksel veya kimyasal uyarana karşı tepki olarak üretiliyor ve tahriş eden nesneleri gözyaşlarıyla uzaklaştırıyor.

Üçüncü tür gözyaşı ise duygularımızın yoğunluğuna bağlı olarak oluşuyor. Bu gözyaşı bezlerine nörotransmiter gönderen beyinde bulunan kraniyal siniri harekete geçiriyor. Bu aynı zamanda gözyaşının akışını artırmak için hazır bulunan yüzdeki kan basıncını artırıyor.

Duygusal gözyaşları yüksek seviyede manganez ve prolaktin (normalde insanlarda süt üretmek için mamal bezleri harekete geçiren) hormonu içeriyor. Ağlamak bizi içimizdeki endişelerden uzaklaştırır. Ağladıktan sonra ferahlar, içimizdeki kargaşayı akışına bırakır ve dikkatimizi zihinden uzaklaştırıp fiziksel olana odaklarız.

populergazete.com
Başlık: Bir damla kanla bile hastalık bulaşabilir
Gönderen: İsra - 29 Haziran 2009, 03:25:16
Gün içerisinde kişide meydana gelebilecek küçük bir kanama sebebiyle toplumun ortak kullandığı alandaki eşyalara bulaşan kan lekesi, dönüşü olmayan bulaşıcı hastalıklara sebep olabiliyor. Uzmanlar, kendisinde bulaşıcı hiçbir hastalığın olmadığını iddia edenlerin bile bu tür kanamalarda etrafa kan lekesi bulaştırmaması gerektiğini söylüyor.

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı ve Viral Hepatitle Savaşım Derneği (VHSD) Bölge Temsilcisi Prof. Dr. Yusuf Özbal, önemsenmeyen küçük bir kanama ve etrafa bulaştırılan kan lekesinin büyük tehlike oluşturduğunu açıkladı. Prof. Dr. Yusuf Özbal, bulaşıcı sarılık mikrobunun, başta kan ve kan ürünleri ile cinsel ilişki olmak üzere tükürük, vajinal salgı, ter, gözyaşı gibi vücut sıvılarıyla da bulaştığına işaret etti.

Bulaşıcı sarılığın tıbbın son 30 yıldır üzerinde en çok çalıştığı konuların başında geldiğini anlatan Özbal, dünyada yaklaşık 2 milyar kişinin bulaşıcı sarılık mikrobunu almış olduğunu söyledi. Özbal, bu hastalıktan her yıl 1-2 milyon insanın hayatını kaybettiğini belirterek, bulaşıcı sarılık mikrobunun, kolay bulaşan ve çok dayanıklı bir virüs olduğunu bildirdi. Prof. Dr. Özbal, öksürürken ağzın kapatılması, hapşırma ve tıksırmada elin ağza kapatılması ve mutlaka yıkanması gerektiğini belirtti.

zaman
Başlık: Alerjide böcek sokmalarına dikkat
Gönderen: Nev Bahar - 02 Temmuz 2009, 02:19:06
Havaların ısınmasıyla birlikte böceklerin doğada daha fazla görünmeye başladığı, bu nedenle özellikle alerjik kişilerin böcek sokmalarına karşı dikkatli olması gerektiği bildirildi.

Uludağ Üniversitesi (UÜ) Tıp Fakültesi bünyesindeki “Uludağ Zehir Danışma Merkezi”nin sorumlusu Prof. Dr. Gürayten Özyurt, yaptığı açıklamada, havaların ısınmasıyla ortaya çıkan böceklerin zaman zaman insanları sokabildiklerini belirterek, böcek sokmalarının çoğu kez verdiği kaşıntı dışında zararsız olduğunu söyledi. Böcek sokmalarının alerjisi olan kişilerde bazı önemli sorunlara neden olabildiğine ifade eden Özyurt, bu tür vakalarda ortaya çıkan reaksiyonların kişiden kişiye farklılıklar gösterdiğine, özellikle arı sokmalarının insanlarda önemli sağlık problemleri yaratabildiğine dikkati çekti.

EŞEK ARISI ÖLÜME NEDEN OLABİLİR

Prof. Dr. Özyurt, özellikle halk arasında “eşek arısı” olarak bilinen yaban arısının sokması durumunda alerjik kişilerde “anafilaksi” denilen şuur kaybı, tansiyon düşüklüğü ve karakterize ciddi alerjik reaksiyon görülebileceğini, hemen tedavi edilmediği durumlarda anafilaksinin kalp durması ve ölüme neden olabildiğini vurguladı. Bu durumla karşılaşıldığında, zaman geçirilmeden bir sağlık kuruluşuna gidilmesi gerektiğine işaret eden Özyurt, “özellikle alerjik kişiler yaz aylarında böcek sokmalarına karşı daha dikkatli olmalıdır” dedi.

SU VE SABUN EN ETKiLiSi

Özyurt, arıların dışında birçok böcek ve canlı türünün de insanları sokabildiğini dile getirerek, şöyle konuştu: “Böcek sokmalarında, ısırılan bölgede kızarıklık, şişme, ağrı ve kaşıntı gibi belirtiler ortaya çıkar. Bölgenin su ve sabunla yıkanması en basit ve etkili tedavidir. Buz uygulaması da şişliği ve ağrıyı azaltabilir. Ayrıca antihistaminik kremler kullanılabilir. Ciddi bir durumda mutlaka doktora gidilmelidir. Halk arasında böcek sokmalarından sonra o bölgeye çamur gibi çeşitli maddeler sürülüyor. Bu son derece yanlıştır ve mikrobik olayların artmasına neden olur.”

Başlık: Boynunuz neden ağrıyor
Gönderen: İsra - 04 Temmuz 2009, 06:12:34
Ağırlık olarak kafamızı yüklenen boynumuz, günlük yaşamımızın getirdiği duygusal streslere, uygun olmayan tutuş biçimlerine, aşırı kiloya ve kazalar gibi etkenlere açık hassas bir bölgemizdir.

Boyun ağrısının birçok nedeni olabilir. Boyun ağrısı ağrı kesici, esnetme egzersizleri ile sıcak ve soğuk tedavi uygulanmasıyla tedavi edilebilse de önemli olan boyun ağrısının arkasında yatan nedeni bilmektir.

Amerikan Ulusal Sağlık Kütüphanesi, boyun ağrısını tetikleyen durumların listesini hazırladı:

- Boyun kaslarınızı germe.

- Uzun süreli oturma.

- Kitap okurken, çalışırken ya da televizyon izleme gibi aktivitelerle meşgul olurken boynunuzun kötü duruşu.

- Uygunsuz yerleştirilmiş bilgisayar ekranını izlemek için boynu germek.

- Alıştığınız şekilde uyumamak.

- Spor yaparken boyun kaslarınızı incitmek.

- Eklem iltihabı, fıtığa dönüşmüş disk, nadiren de menenjit gibi sağlık sorunları boyun ağrısına neden oluyor.

Zaman
Başlık: Ağız kanserinde erken teşhis önemli
Gönderen: Nev Bahar - 08 Temmuz 2009, 07:24:45
Alpaslan, ağız kanserinin geç teşhis edilmesi durumunda, hastaların yüzde 80'inin ilk 5 yıl içinde hayatını kaybetti  .

Alpaslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ağız kanserlerinin de en az diğer kanser türleri kadar tehlikeli olduğunu söyledi.

Haziran ayında Paris'te düzenlenen ''Ağız Kanserinin Önlenmesi, Erken Teşhisi ve Diş Hekimlerinin Sorumluluğu'' başlıklı konferansta, Türkiye'yi temsil eden Alpaslan, ağız kanserlerinin tüm kanserler içerisinde dünyada 12. sırada olduğunu anlattı.

Alpaslan, ağız kanserlerinin toplumda çok iyi bilinmediğini, bu nedenle farkındalığın artırılması, diş hekimlerinin rutin muayenelerde mutlaka ağız kanseri bulgularına da bakması gerektiğini ifade ederek, bu konuda hem hekimlerin hem de hastaların yeteri kadar duyarlı olmadığını savundu.

Ağız kanserlerinin, diş hekimliği eğitimlerinde müfredatta olan bir konu olmasına rağmen, eğitim dönemi sonrasında çok fazla dikkat edilmediği yönünde eleştiride bulunan Alpaslan, ''Maalesef pek çok diş hekimi, hastalarına ağız kanseri muayenesi yapmıyor, bunu rutin kontrollerde takip edilmesi gereken bir durum gibi algılamıyor'' dedi.

Alpaslan, bu durumun sadece Türkiye'ye özgü olmadığını, tüm dünyada göz ardı edildiğini ifade etti.

Ağız kanserinin çok bilinmediği için bulguların göz ardı edildiği ve hekime gelinmediği için tanı ve tedaviye geç kalındığını dile getiren Alpaslan, ''2008'de yapılan bir araştırmaya göre, Türk toplumunun yüzde 70'i ağızda kanser gelişebileceğini hiç bilmiyor. Ağız kanseri hakkında bilgi sahibi olanların oranı sadece yüzde 5. Katılımcıların yüzde 25'i de bu konuda bir kulak dolgunluğu olduğunu ancak ayrıntılı bir şey bilmediklerini belirtiyor'' diye konuştu.

-AĞIZ İÇİNDE GÖRÜLEN YARALARA DİKKAT-

Alpaslan, ağız kanserinin dil, dudak, ağız tabanı, yanaklarda, diş etinde ve boğazda görülebildiğini vurgulayarak, ''Bu bölgelerde 14 gün boyunca iyileşmeyen yaralar en önemli göstergesidir'' dedi.

Bulguların yara ya da kitle şeklinde olabildiğini anlatan Alpaslan, şunları kaydetti:

''Bu bulgular, gözle görülebilen, kolay fark edilebilen bulgulardır. Bu bölgelerde kızarıklık, şişlik olabilir, ağızda beyaz plaklar ya da kırmızı lekeler şeklinde lezyonlar görülebilir. Bunlar, zaman içinde kansere dönüşme eğilimindedir. Ağız içinde kanama, kötü koku, dişlerde sallanma, yutma zorluğu, ağrı gibi belirtiler mutlaka önemsenmelidir. Bunlar, ağız kanserinin habercisi olabilir.

Bu nedenle, ağız temizliği yapılırken, bu tür belirtilere dikkat edilmeli. Her gün fark edilen bulgularda değişiklik olup olmadığı kontrol edilmeli, mutlaka vakit kaybetmeden diş hekimine başvurulmalı ve gerekli görüldüğünde o bölgeden bir parça alınarak biyopsi yaptırılmalı.''

Alpaslan, belirtilerin başlangıçta ağrıya neden olmadığı için önemsenmediğini ve bu nedenle de hekime geç gidildiğini ifade ederek, ''Ağız kanseri geç teşhis edildiğinde hastaların yüzde 80'i ilk 5 yıl içinde hayatını kaybediyor. Yani 5 yıllık sağ kalım oranı, yüzde 20'ye kadar düşüyor'' diye konuştu.

-''YILDA BİR KAZ AĞIZ KANSERİ MUAYENESİ YAPTIRILMALI''-

Alkol ve sigara tüketiminin çok önemli risk faktörü olduğunu anlatan Alpaslan, ağız hijyenine özen göstermeyen kişilerde de bulguların diğer kişilerden daha geç fark edildiğini söyledi.

Kanserin her geçen gün gençlerde de görülme sıklığının arttığını, bu nedenle tüm yaş gruplarının temkinli olmasını gerektiğini ifade eden Alpaslan, kişilerin yılda bir kez mutlaka ağız muayenesi yaptırması gerektiğini bildirdi.

Yeşim Sert Karaaslan
AA
Başlık: Yaşam kalitesi sağlıklı beslenmeye bağlı
Gönderen: Nev Bahar - 09 Temmuz 2009, 06:54:30
Türkiye'de üretilen tarımsal ürünlerin besin ögelerinin ileri laboratuvar analiz teknikleriyle belirleneceği proje sayesinde elde edilecek verilerin, ulusal sağlıklı ve dengeli beslenme programının oluşturulmasında kullanılabileceği bildirildi.

TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi (MAM) Gıda Enstitüsünden Uzman Araştırmacı Gül Löker, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü ve Sağlık Bakanlığı Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı ile yürüttükleri ''Ulusal Gıda Kompozisyonunun Belirlenmesi ve Yaygın Sürekli Paylaşım Sisteminin Oluşturulması Projesi''yle Türkiye'de üretilen tarımsal ürünlerin protein, yağ, karbonhidrat, vitaminler, mineraller, amino asitler, yağ asitleri gibi besin ögeleri bileşimlerinin ileri laboratuvar analizleri ile belirlenmesine yönelik veri üretme, kullanma, yönetmeyi içeren, sürekliliği bulunan özgün, ulusal bir sistemin oluşturulmasının hedeflendiğini belirtti.

Toplumun yaşam kalitesini artırmak amacıyla sağlık ve beslenme durumunun belirlenmesi, buna bağlı ulusal beslenme programlarının oluşturulmasının vazgeçilmez bir gereksinim olduğunu ifade eden Löker, sağlıklı ve dengeli beslenmenin doğru gıdaların doğru miktarlarda alınmasıyla mümkün olabileceğini vurguladı.

Gıdaların bileşimlerinin, üretim koşulları, coğrafik özellikler, hasat, taşıma, depolama, işleme, tüketim koşulları gibi çeşitli faktörden etkilendiğine dikkati çeken Löker, Kamu Araştırmaları Grubu (KAMAG) tarafından desteklenen projeyle söz konusu konuların değerlendirilerek veri tabanı oluşturulacağını dile getirdi.

Klinik ve biyokimyasal bulgularla destekli bilimsel araştırmaların, beslenme düzeyi ile toplumsal gelişme arasındaki doğrusal ilişkileri ortaya koyduğuna işaret eden Löker, şunları söyledi:

''Beslenme ile bedensel gelişimin yanı sıra zihinsel gelişim ve başarı arasında da önemli korelasyonların bulunduğu vurgulanmaktadır. Sağlıklı ve aktif bir yaşam için bireylerin gereksinimlerini karşılayacak düzeylerde besin ögelerini düzenli olarak almaları gerekir. Bu gereklilik bireye ve çevre koşullarına bağlı olarak değişir. Besin ögeleri gereksinimleri karşılanamadığı durumlarda yetersiz beslenme söz konusu olmakta, buna bağlı olarak toplumun sağlığı, performansı olumsuz yönde etkilenebilmektedir.

Sağlıklı yaşam için elzem olan vitaminler ve mineraller vücutta çok düşük miktarlarda bulunan, ancak hayati işlevler gören besin ögeleridir. Bu besin ögelerinin herhangi birinin vücuda alınamadığı durumlarda o besin ögesinin yardımcı olduğu kimyasal tepkime yürümemekte, büyüme ve vücut çalışmalarında aksamalar meydana gelebilmektedir. Gıdalarda değişik düzeylerde bulunan, normal büyüme ve yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli vitaminlerin temel kaynakları sebze, meyvelerdir. Taze sebze ve meyvelerin temini her koşulda mümkün olmadığı gibi hazırlama, pişirme ve saklama süreçlerinde uygulanan işlemler de vitaminlerin kaybına neden olabilmektedir.''

Bireyin sağlıklı olarak yaşamını sürdürmesi için gerekli minerallerin, kemik ve diş sağlığı, bağışıklık sisteminin güçlenmesi, vücut sıvılarının elektrolit dengesi ve asit baz dengesini sağladığını bildiren Löker, hayvansal kaynaklı gıdalarla vücuda alınan minerallerin emiliminin yüksek, bitkisel kaynaklı besinlerle alınan minerallerin ise emiliminin düşük olduğunu, ancak dengeli, bilimsel olarak düzenlenmiş beslenme programları ile gereksinimlerin karşılanmasının mümkün olabildiğini kaydetti.

-ULUSAL BESLENME PROGRAMI ŞART-

Gıda kompozisyon veritabanlarının gıdaların besin ögeleri bileşimlerini detaylı olarak veren dokümanlar olduğunu, bu dokümanlar sayesinde belirli ekolojik bölgelerdeki bitkisel ve hayvansal esaslı tarımsal ürünlerin bileşimlerinin ileri laboratuvar analiz teknikleri ile sistematik olarak belirlendiğini ve kullanıma sunulduğunu anlatan Löker, şöyle devam etti:

''Toplumun yaşam kalitesini artırmak amacıyla sağlık ve beslenme durumunun belirlenmesi, buna bağlı ulusal beslenme programlarının oluşturulması sağlıklı ve üretken toplumlar için vazgeçilmez bir gereksinimdir. Üretilen bilgilerden tüketici başta olmak üzere Ar-Ge, tarım, gıda, beslenme, sağlık, üretim, toplu tüketim, çevre ile ithalat, ihracat gibi pek çok sektör doğrudan faydalanır. İlgili sektörlerde ulusal politika ve planlar oluşturulur. Çalışma pek çok farklı disiplindeki araştırmacıyı bir araya getirir. Dünyada gelişmiş pek çok ülkenin gıda kompozisyon dokümanları yazılı veya elektronik ortamda bulunmaktadır.''

-GELENEKSEL ÜRÜNLER İÇİN TESCİL-

Gül Löker, proje kapsamında, Türkiye'ye özgü pekmez, pestil, cezerye, lokum, baklava gibi bazı geleneksel gıdaların da yapım teknikleri ve bileşimlerinin belirleneceğini, bu ürünler için tescil alınması yönünde çalışmalar yapılacağını bildirdi.

Löker, şunları kaydetti:

''Böylece geleneksel ürünlerimizin uluslararası platformda layık olduğu yeri bulması ve kültürel korunumuna katkıda bulunulacak. Uzman ekipler tarafından yapılacak çalışmada ürünler, mevcut ulusal ve uluslararası mevzuatlar, sanayiye aktarımdaki kolaylıklar, uluslararası pazardaki rekabet gibi çeşitli faktörler göz önünde bulundurularak belirlenecek. Böylece KOBİ'lerin uluslararası pazardaki rekabet gücünün artırılması yönünde destek verilebilecek, ayrıca yeni araştırma projeleri için de alt yapı oluşturulabilecek.

Projeden elde edilecek veriler 'Ulusal Sağlıklı ve Dengeli Beslenme Programımızın' oluşturulmasında doğrudan kullanılabilecek. İleri laboratuvar analiz teknikleri kullanılarak veri üretme, veri kullanma ve yönetmeyi içeren sistem çerçevesinde proje ortağı laboratuvarlarda analiz yöntem birlikteliği sağlanacak. Kurulacak kalite indeksi kapsamında bugüne değin ülkemizde üretilen, tüketilen gıdalarla ilgili yapılmış gıda kompozisyon konulu yayınlanabilir araştırma sonuçları da değerlendirilerek arşiv veri tabanı oluşturulacak.

-TÜKETİCİ ÜRÜNLERLE İLGİLİ DOĞRU BİLGİYE ULAŞACAK-

''Ulusal gıda kompozisyon veri tabanı''nın da ulusal ve uluslararası kullanıma ücretsiz olarak açılacağını bildiren Löker, ''Proje kapsamında 'temeli atılmış veri tabanının projesi' tamamlanmadıktan sonra da sürdürülebilirliği, 'sektör marka üyeliği' kapsamında gerçekleştirilecek. Planlanan uygulamaya göre, gıda firmaları ürün bazında portala üye olabilecekler, elde edilen üyelik bedelleri kurulmuş sistemin sürekliliğinin sağlanmasında kullanılacak. Sektör marka üyeliğiyle veri tabanında yer alan ürünlerin sektörde otokontrolün sağlanması, tüketicinin ürünlerle ilgili doğru bilgiye ulaşması yönünde yarar sağlayacağı düşünülmektedir. Veri tabanının uluslararası linklerle kullanıcılara açık olması sektör markalarımızın uluslararası pazarda rekabet gücünün artmasına ve ülkemizin uluslararası gıda pazarındaki payının artmasına destek olabilecek'' diye konuştu.

Araştırma sonuçlarının tüketici başta olmak üzere Ar-Ge, tarım, gıda, beslenme, sağlık, üretim, toplu tüketim ile ithalat, ihracat gibi pek çok sektörün kullanımına sunulacağı ve konuyla ilgili bilimsel çalışmalara ışık tutacak, ulusal Ar-Ge alt yapısının güçlenmesinde önemli bir rol oynayacağına işaret eden Löker, 2012'de bitirilecek projeyle ilgili şunları kaydetti:

''Ulusal kalkınma planlarında esas alınacak özgün araştırma sonuçları uluslararası düzeyde yapılmakta olan pek çok tarım, gıda, beslenme, sağlık araştırmasında Türkiye'yi temsil edeceği, sadece ulusal değil başta komşu ve yoğun olarak ihracat yaptığımız ülkeler ile yakın gelecekte üyesi olmayı planladığımız AB ülkeleri için de faydalı olacağı düşünülmektedir.''

Murat Kaban
AA
Başlık: Ağzınızda yara mı çıkıyor?
Gönderen: Ay Işığı - 09 Temmuz 2009, 13:45:49
Dil, dudak, ağız tabanı, yanak, diş eti ve boğazlardaki yaraları lütfen önemseyin!

Gazi Üniversitesi (GÜ) Diş Hekimliği Fakültesi Ağız, Diş, Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cansu Alpaslan, ağız kanserlerinin de en az diğer kanser türleri kadar tehlikeli olduğunu söyledi.

Haziran ayında Paris'te düzenlenen ''Ağız Kanserinin Önlenmesi, Erken Teşhisi ve Diş Hekimlerinin Sorumluluğu'' başlıklı konferansta, Türkiye'yi temsil eden Alpaslan, ağız kanserlerinin tüm kanserler içerisinde dünyada 12. sırada olduğunu anlattı.

Alpaslan, ağız kanserlerinin toplumda çok iyi bilinmediğini, bu nedenle farkındalığın artırılması, diş hekimlerinin rutin muayenelerde mutlaka ağız kanseri bulgularına da bakması gerektiğini ifade ederek, bu konuda hem hekimlerin hem de hastaların yeteri kadar duyarlı olmadığını savundu.

DİŞ HEKİMLERİNİN RUTİN KONTROL YAPMASI LAZIM

Ağız kanserlerinin, diş hekimliği eğitimlerinde müfredatta olan bir konu olmasına rağmen, eğitim dönemi sonrasında çok fazla dikkat edilmediği yönünde eleştiride bulunan Alpaslan, ''Maalesef pek çok diş hekimi, hastalarına ağız kanseri muayenesi yapmıyor, bunu rutin kontrollerde takip edilmesi gereken bir durum gibi algılamıyor'' dedi.

Alpaslan, bu durumun sadece Türkiye'ye özgü olmadığını, tüm dünyada göz ardı edildiğini ifade etti. Ağız kanserinin çok bilinmediği için bulguların göz ardı edildiği ve hekime gelinmediği için tanı ve tedaviye geç kalındığını dile getiren Alpaslan, ''2008'de yapılan bir araştırmaya göre, Türk toplumunun yüzde 70'i ağızda kanser gelişebileceğini hiç bilmiyor. Ağız kanseri hakkında bilgi sahibi olanların oranı sadece yüzde 5. Katılımcıların yüzde 25'i de bu konuda bir kulak dolgunluğu olduğunu ancak ayrıntılı bir şey bilmediklerini belirtiyor'' diye konuştu.

AĞIZ İÇİNDE GÖRÜLEN YARALARA DİKKAT

Alpaslan, ağız kanserinin dil, dudak, ağız tabanı, yanaklarda, diş etinde ve boğazda görülebildiğini vurgulayarak, ''Bu bölgelerde 14 gün boyunca iyileşmeyen yaralar en önemli göstergesidir'' dedi. Bulguların yara ya da kitle şeklinde olabildiğini anlatan Alpaslan, şunları kaydetti:

''Bu bulgular, gözle görülebilen, kolay fark edilebilen bulgulardır. Bu bölgelerde kızarıklık, şişlik olabilir, ağızda beyaz plaklar ya da kırmızı lekeler şeklinde lezyonlar görülebilir. Bunlar, zaman içinde kansere dönüşme eğilimindedir. Ağız içinde kanama, kötü koku, dişlerde sallanma, yutma zorluğu, ağrı gibi belirtiler mutlaka önemsenmelidir. Bunlar, ağız kanserinin habercisi olabilir.

Bu nedenle, ağız temizliği yapılırken, bu tür belirtilere dikkat edilmeli. Her gün fark edilen bulgularda değişiklik olup olmadığı kontrol edilmeli, mutlaka vakit kaybetmeden diş hekimine başvurulmalı ve gerekli görüldüğünde o bölgeden bir parça alınarak biyopsi yaptırılmalı.''

Alpaslan, belirtilerin başlangıçta ağrıya neden olmadığı için önemsenmediğini ve bu nedenle de hekime geç gidildiğini ifade ederek, ''Ağız kanseri geç teşhis edildiğinde hastaların yüzde 80'i ilk 5 yıl içinde hayatını kaybediyor. Yani 5 yıllık sağ kalım oranı, yüzde 20'ye kadar düşüyor'' diye konuştu.

YILDA BİR KAZ AĞIZ KANSERİ MUAYENESİ YAPTIRILMALI

Alkol ve sigara tüketiminin çok önemli risk faktörü olduğunu anlatan Alpaslan, ağız hijyenine özen göstermeyen kişilerde de bulguların diğer kişilerden daha geç fark edildiğini söyledi. Kanserin her geçen gün gençlerde de görülme sıklığının arttığını, bu nedenle tüm yaş gruplarının temkinli olmasını gerektiğini ifade eden Alpaslan, kişilerin yılda bir kez mutlaka ağız muayenesi yaptırması gerektiğini bildirdi.

Haber Aktüel
Başlık: Aşırı bilgisayar kullanımı 9 bin farklı rahatsızlığa sebep oluyor
Gönderen: Lika - 11 Temmuz 2009, 08:37:11
ABD'li bilim adamlarına göre bilgisayar başında geçirilen uzun ve sağlıksız saatler, 9 binden fazla rahatsızlığa sebep oluyor. Ohio eyaletindeki Nationwide Çocuk Hastanesi doktorlarından Lara B. McKenzie, başlıca rahatsızlığın sırt ağrısı ile bileklerde karıncalanma, uyuşma gibi belirtilerle kendini gösteren 'karpal tüneli sendromu' olduğunu söyledi.

Son 13 yılda ABD'de, yaşları 1 ile 83 arasında değişen 75 bin kişi, benzer sorunlar sebebiyle tedavi gördü. Özellikle çocukların risk altında olduğuna dikkat çeken McKenzie, küçüklerin büyük koltuklara oturmamaları ve elektrikli aksamdan uzak tutulması gerektiğini aktardı.

ZAMAN
Başlık: Terlemekten korkmayın
Gönderen: Lika - 15 Temmuz 2009, 07:55:18
Vücudumuzda her santimetrekarede yaklaşık 100 adet olacak şekilde 2,5 milyon ter bezi yerleştirilmiştir.

Terleme, vücut sıcaklığının istenilen aralıkta kalması ve rahatlığının sağlanabilmesi için yapılan bir dengeleme faaliyetidir. Vücudun son derece sağlıklı bir tepkisidir. Sıcak bir yere girildiğinde ısı dengesini sağlamak için vücudun bazı mekanizmaları devreye sokulur ve termostat gibi çalıştırılan sistemle vücut sıcaklığımız dengelenir.

Normalde kokusuz olan ter, yağ bezlerinin salgısı ve cildimizde tabii olarak bulunan bakterilerin çeşitli şekillerde bir araya gelmesiyle kokulu hale gelir. İnsanlar genellikle kokusu sebebiyle terden şikâyet eder. Hatta terlemeyi engellemeye çalışırlar. Oysaki terlemeyi engellemek için koltuk altına uygulanan kozmetik ürünler, ter bezleri açıklıklarının kapanmasına sebep olur. Bu da vücudumuzdan uzaklaştırılması gereken zararlı maddelerin içerde kalmasına ve vücudun zarar görmesine yol açar.

Ter kokularından kurtulmanın en sağlıklı yolu, sık sık yıkanmaktır. Ayrıca arka arkaya terleme durumlarında yıkanılmadığı durumlarında yıkanılmadığı zaman, ter ile dışarı atılan toksik maddeler, vücut tarafından tekrar geri emilir.Terlemek, bir savunma mekanizması olduğundan teri engellemeye çalışmak, bilhassa yaz aylarında güneş çarpması riskini arttırır.

zaman
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: setre - 15 Temmuz 2009, 13:23:50
Ter hasta etmiyorda terliyken açık olan camların yaptığı cereyan ve klimaların soğuğu vücudun dengesini sarsıyor diye düşünüyorum, bunuda dışarıda ve toplu ortamlarda engellemek mümkün değil sanırım.  e58))

Başlık: Gözünüzü seviyorsanız televizyonu karanlıkta izlemeyin
Gönderen: İsra - 16 Temmuz 2009, 03:13:27
Günlük hayatımızın parçası ışığın fazlasının gözlerimize uzun vadede zararlara neden olabileceği pek bilinmemektedir. Evimiz ya da ofisimizi aydınlatmalar ile güzelleştirmek için çalışırken acaba sağlığımızdan ödün veriyor olabilir miyiz?

Dünyagöz Hastanesi doktorlarından Op. Dr. Haluk Talu, "Işığın gözünüze direkt olarak gelmesinden kaçınmalısınız." diyor. Özellikle gelişim çağındaki çocuklarımızın çalışma ortamlarının aydınlatılması büyük önem taşıyor. Talu, gün ışığında olduğu gibi tüm renkleri doğru haliyle gösteren lambaların tercih edilmesini öneriyor. Çocukların göz sağlıklarını korumak için, çalışma masalarının aydınlık olmasına ve ışığın gözlerine yansımamasına dikkat edilmesi gerekiyor.

Op. Dr. Haluk Talu, Sadece televizyon ışığında oturarak televizyon izlenmemesi gerektiğini belirterek şunları söylüyor: "Göz sağlığımız için televizyonların izlenmesi sırasındaki aydınlık çok önemli. Televizyonun karanlıkta izlenmemesi gerekir. Çünkü TV ekranı çok ışıklı, çevre karanlık olduğu zaman göz yorulur. Özellikle ışığın dengelenmesi açısından televizyonun bulunduğu bölümün aydınlatmasının iyi olması gereklidir."

zaman
Başlık: Felçliler için yeni tedavi umudu
Gönderen: Lika - 19 Temmuz 2009, 20:40:31
(http://medya.zaman.com.tr/2009/07/18/felc.jpg)

Bir mühendis tarafından icat edilen sert eksoskeleton, felçten sonra iyileşme sürecini hızlandırmaya yardım ediyor. Turbo güce sahip olan robot sağlıklı bir insan kolunun hareketlerinin yüzde 95'ini taklit edebiliyor.

Popular Science dergisinde yer alan haberde, çok sert ve kaba görünen bu sağlam robot kollar, hareket kabiliyetini kaybeden felçli hastalar için nazik bir alıştırma imkanı sağlıyor. Eksoskeleton, hasarlı bölgelerdeki gevşekliği toparlamak ve kaslar üzerindeki kontrolü hızlı bir şekilde eski haline getirmek amacıyla beynin sağlıklı bölgelerini eğitmek için tasarlandı. Kullanıcı kollara kayışla tutturuluyor ve beyin hücreleri arasındaki yeni bağlantıları harekete geçirmek için egzersizleri tekrar ediyor.

Robotun fiziksel terapistin yapamayacağı hareketleri yaptığını söyleyen California Üniversitesi'nden robotu icat eden bilgisayar mühendisi Jacob Rosen,"Sanal gerçeklik gözlükleri egzersiz hareketlerini daha cazip hale getirmek için günlük işlerin, görevlerin sahnesini gösterirken, sensörler de hastanın performansını değerlendiriyor ve terapiste hastanın hareket sınırını, kas gücünc ve beyin aktiviteleri hakkında biligi veriyor" diye konuştu. Mühendis Rosen, halen bu tedavi şekliyle San Francisco'da California Üniversitesi'nde 5 hastayı tedavi ediyor.
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Kabristan - 20 Temmuz 2009, 00:41:05
Son birkaç yıldır Türkiye'de hastane mikrobundan ölenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Bu tür ölümler Türkiye'nin büyük hastanelerinde bile sıradan hale geliyor!

Eski bakanlardan Veysel Atasoy, Prof. Dr. Üstün Korugan, ressam Serpil Akyıl, Sanayi Bakanı Ali Çoşkun'un yeğeni Pelin Coşkun geçtiğimiz yıllarda hastane mikrobu sebebiyle hayatını kaybedenlerden sadece birkaçı. Doğum, ameliyat ya da kanser tedavisi için hastaneye giden birçok insan, burada kaptığı mikrop yüzünden aylarca yoğun bakımda kalıyor ya da hayatını kaybediyor.

İç hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Murat Akova, hastane mikrobunun her yerde bulunan mikroplardan birisi olduğunu söylüyor. Tek farkı diğerlerine göre antibiyotiklere daha dirençli olması. Zira hastaneler yoğun antibiyotiklerin kullanıldığı yerler. Antibiyotiklere duyarlı olan mikroplar ölüyor, aralarında dirençli olanlar seçime uğruyor.

Bu sebeple hastane içinde bulanan mikroplar oldukça dirençli. Dolayısıyla da tedavileri çok zor, çoğunlukla da imkânsız. Hastane mikroplarının hastalar arasında yayılmasının sebebi ise personelin temizliğe dikkat etmemesi. Çünkü bir hastada bulunan mikrop diğer hastaya onun bakımını üstlenen personelin eli sayesinde yayılıyor.

Hâlbuki sağlık personelinin her hastadan sonra ellerini antiseptik solüsyonlarla arındırması gerekiyor. Bu durum sadece hastaların değil personelin de sağlığını tehdit ediyor. Geçtiğimiz haftalarda birkaç hemşire Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığına yakalanan hastalardan kaptıkları mikrop sebebiyle hayatını kaybetmişti.

Peki, hastane mikrobu nedir? Nasıl bulaşır? Çaresi var mıdır?

Yine hastaların sayısının fazla olması, birbirlerine çok yakın yatırılması ve kalabalık ziyaretçi grupları da mikropların yayılmasına sebep oluyor. Kaldı ki geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden bebeklerde de bu durum görülmüştü. Personelin sayısı az fakat bakacakları hasta sayısı çok ve bu yoğunlukta herkese yetişmek için dikkatsiz davranabiliyorlar. Hastane mikrobuna karşı temizliğe dikkat edilmesi gerektiği kadar hastane personelinin sayısının da artırılması ve yoğunluğunun azaltılması gerekiyor.

Akova, hastane mikrobunun ağır hastalarda ve bebeklerde daha yoğunlukla görülmesinin sebebini vücutlarının direncinin az olması olarak gösteriyor. O sebeple bu tür hastaların daha özellikli odalarda ve özel bakıma alınması gerekiyor. Özellikle erken doğan çocuklar vücut gelişimini tam sağlayamadığı için mikroplara karşı dirençleri az oluyor. Güçlü bir mikrop bebeklerin hayatını tehdit edebiliyor. Yenidoğan bebeklerin bakımı özel olarak eğitilmiş personel tarafından yapılmalı. Fakat ne yazık ki Türkiye’de çok fazlasıyla hemşire ve yenidoğan uzmanı eksiği var.

Hastane mikrobuna karşı bunlara dikkat edin

Günlük yaşamınızda gerekmediği sürece antibiyotik tüketmeyin. Çünkü gereksiz antibiyotik tüketimi hastane enfeksiyonuna yatkınlığı artırıyor.

Gittiğiniz hastanede enfeksiyon kontrol komitesinin bulunup bulunmadığını sorun.

Muayene olmadan önce doktorun, hemşirenin ve sağlık personelinin ellerini temizleyip temizlemediğine dikkat edin.

Şunu unutmayın en iyi hastanede bile hastane mikrobunun görülme olasılığı yüzde 3 ile 10 arasında değişiyor. Bu sebeple personelin temizliğine özen gösterin.

Erken doğum riski varsa yenidoğan ünitesi bulunan hastaneleri tercih edin.

Kapasitesinin üzerinde çalışan ve yoğun hastaneler yerine daha az hastası bulunan hastaneye gidin.

Hastanelere gittiğiniz zaman ellerinizi antiseptik solüsyonla temizleyin. Ya da birkaç dk. sabunlayın.

Hastalarla mümkün olduğu kadar temasa geçmeyin. Hastaya mikrop bulaştırabileceğiniz gibi ondan da size mikrop bulaşabilir.

(Zaman cumartesi)

Kardeşlerim çok yakın zaman da benimde teyzem bu yüzden vefat etti... Tabiiki taktir yüce mevlanındır...Bizimde dikkatimizi çeken bir şey olmuştu ama sonradan hatırlamıştık  eldiven kullanmayan bir hemşire vardı acil serviste ...
Başlık: Anestezi hakkında hastaların en çok merak ettiği 4 soru
Gönderen: Lika - 20 Temmuz 2009, 08:02:28
Ameliyat öncesinde pek çok hastanın en çok merak ettiği konu anestezi işlemidir. Anestezinin nasıl uygulanacağı, hangi ilaçların kullanılacağı, ameliyat sonrasında nelerin yaşanacağı hastaların zihinlerini kurcalayan soruların başında yer alır.

Bazı önemli ameliyatlarda cerrahtan çok anestezi uzmanının maharetinin ön plana çıkması, anestezi uygulamasını her zaman merak edilir kılmıştır. Kadıköy Şifa Tıp Merkezi Ataşehir'den Anestezi ve Reanimasyon Uzmanı Dr. Haluk Karpat, anestezi ile ilgili en çok merak edilen 4 soruyu cevapladı.

Anestezı nedır ve Lokal anestezİ nedİr?

Kelime anlamı ile anestezi "duyarsızlık, hissizlik" demektir. Lokal anestezide ise belirli bir bölgede, bilinç kaybı olmaksızın, duyunun kalkması söz konusudur.

Genel anestezı nedır?

Genel anestezi, hayati fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan, geçici bilinç kaybı ve reflekslerde azalma olarak tanımlanır. Genel anestezinin başarı ile kullanıldığı ilk ameliyat 16 Ekim 1846'da yapılmıştır. Eter, azot protoksit ve kloroform, sırasıyla kullanılmaya başlanmış, günümüzde çok daha modern ve nontoksik (zehirli olmayan) maddeler kullanılmaktadır.

Amelıyat öncesı hazirliklar nasil yapilmali?

Hastaya, anestezi yöntemi hakkında bilgi verilir, korku ve endişesi giderilir. Hastada ameliyat öncesi dönemde pek çok nedenden dolayı (iş gücü, zaman kaybı, belirsizlikler vb.) gerilim olabilir. Anksiyete/gerilim, anestezistin uygun konuşması ve ilaçlarla birlikte giderilir.

Amelıyattan sonra neler yaşanir?

Operasyon bitiminde hasta, anestezistin gözetiminde, şuuru tam açılana dek uyanma odasında bekletilir. Ağrısının durumu kontrol edilir. Gerekirse ek ağrı kesici uygulanır. Günümüzde kullanılan konforlu anestezik maddeler ve son teknoloji anestezi makineleri sayesinde hastalar operasyondan sonra günlük yaşantılarına daha kısa sürede dönebilmektedirler.
 
MUSTAFA AYDIN İSTANBUL
 ZAMAN
Başlık: Uyuşukluk hissine dikkat!
Gönderen: Devri Âlem - 20 Temmuz 2009, 14:28:15
(http://www.timeturk.com/images/news/180720091352506646009_2.jpg)

Uyuşukluk hissi ve uykusuzluk çekiyorsanız, magnezum eksikliğiniz olabilir.

Vücudumuzdaki 300 den fazla biyokimyasal reaksiyonda rolü vardır. Kas ve sinir fonksiyonlarının yürütülmesi, kemik güçlülüğünün sağlanması, kalp ritminin düzeninin sağlanmasında rolü büyüktür.

Enerji metabolizması ve protein sentezinde de yer almaktadır. Kemik ve dişlerin gelişimini ve sağlıklı kalmalarını, sinir iletişimlerini ve enerji oluşumunu sağlar. Kalsiyum emilimi sağlar, B1 ve B6 vitamini metabolizması için gereklidir.

Eksiklik belirtileri: Sinirlilik, uyumsuzluk, iştah kaybı, depresyon, kas krampları ve kasılmaları, kalp ritminde bozulmalar, solukluk, uyuşukluk

Tedavide kullanım alanları: Muayyen günlerin sancıları ve  öncesi gerginliği, Ayrıca hamilelikte görülen bacak kramplarında da etkili olduğu bilinmektedir. Diyabetik hastalarda alkolizm ve epilepsi tedavisinde kullanılmaktadır.

Besin Kaynakları: Doğada yaygın olarak bulunur; deniz suyu, kaynak suları ve tüm yeşil bitkiler magnezyum taşır. Ispanak gibi yeşil sebzeler içerdikleri klorofilin yapısında magnezyum olduğu için iyi birer magnezyum kaynağıdır. Ayrıca kuru yemişler, tohumlar ve tüm hububatlar magnezyum içerirler. Ayrıca muz, avokado, kakao, dil balığı gibi yiyeceklerde magnezyumun önemli kaynaklarındandır.

En iyi alım şekli: Kalsiyum ile birlikte alınması önerilmektedir. Bunun dışında magnezyum oral yolla da alınabilir. Acil durumlarda veya ciddi magnezyum eksikliğinde damar içi magnezyum verilmesi tercih edilir.

Kaynak: Türknet
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Buğulu Ay - 20 Temmuz 2009, 16:35:10
Eksiklik belirtileri: Sinirlilik, uyumsuzluk, iştah kaybı, depresyon, kas krampları ve kasılmaları, kalp ritminde bozulmalar, solukluk, uyuşukluk

Bu belirtilerin hepsi var bende bu sabahta uyuyamadım hem yorucu bir gün hem dört saat uyku ve hala yıkılmadım ayaktayım.:(
Başlık: Yosunlu termal su, vücudu toksin ve zararlı bakterilerden temizliyor
Gönderen: Lika - 21 Temmuz 2009, 13:56:02
Yosunlu termal su tedavisinin, insan vücudundaki toksin ve zararlı bakterileri temizlediği belirtildi. Termal su ile doğal yosun tedavisi aynı anda uygulandığında, yosun metabolizmayı düzenleyerek vücuttaki toksinleri ve zararlı bakterileri atmaya yardımcı oluyor ve dokuları gençleştiriyor.

Tedavi sayesinde vücuttaki siğil hücreleri yok oluyor ve deri hücreleri yenileniyor. Sıcak yosunlu suyun, terleterek zayıflatma özelliği yanı sıra kolestrol, lipit, trigilserit gibi yağ yapıcı maddelerin de parçalayıcı etkisi bulunuyor.

Yurt dışında birçok enstitüde kullanılan yosun tedavisi, Kütahya'nın Emet ilçesindeki Emet Termal Otel'de de sunuluyor. Kütahya ilinin ilk ve tek 5 yıldızlı oteli olan Emet Termal Otel'in havuzunda insanların ayağının altından kaynayan yosunlu doğal su, tamamen doğal haliyle, katkısız 39 derece sıcaklığıyla yosun havuzunda yeryüzüne çıkarak şifa oluyor.

Kaplıca suyunun özelliğinin, içerdiği minerallerden kaynaklandığını bildiren Emet Termal Otel Akupunktur ve Sağlık Uzmanı Dr. Hakan Eraltan, yosunlu termal suyun vücudu zaralı toksin ve bakterilerden temizlediğini söyledi. Emet Termal Otel'in havuzunda yosunla termal tedavi hizmeti sunduklarını dile getiren Dr. Eraltan, Emet Termal Otel'i diğer termal otellerden ayıran özelliğin havuzundan doğal yosunun çıkması olduğunu söyledi.

Havuzun tabanının tamamen doğal olduğunu ve suyun çakıl görünümlü tabandan direk olarak çıktığını aktaran Eraltan, "Rahatsızlığı olan konuklarımız hiç değişime ve karışıma uğramamış, 39 derece çıkan su ile direk temas ediyorlar. 24 saatte yosun üreten doğal yosun havuzları Türkiye'nin hiç yerinde bulamazsınız. Burada kaplıca suyunun bekletilmemesi ve karışama uğramaması çok önemli. Eğer suyu işleme tabi tutarsanız kaplıca suyu olma özelliğini kaybeder. O yüzden burada organik termal özelliği bizim için çok önemli." dedi.

Yosunlu termal su tedavisinin cilt hastalıkları, içme kürleri ile mide ülseri, gastrite iyi geldiğini aktaran Eraltan, özellikle kalsiyum ve magnezyum oranı çok yüksek olduğu için kemik erimesine iyi geldiğini kaydetti. Eraltan, yosunlu suyun damar yapısını güçlendirdiği için yüksek tansiyon ve yüksek kolestrol gibi kalp damar hastalıklarına çok ciddi anlamda iyi geldiğini belirtti. Suda virüs ve antibakteriyal özellik olduğu için vücudun herhangi bir yerinde çıkan siğilleri çok hızlı bir şekilde tedavi ettiğini ifade eden Dr. Eraltan, her türlü rahatsızlığı olanları yosunlu termal su ile tedavi olmaları tavsiyesinde bulunuyor.

Emet Termal Otel sahibi İsmail Özcan ise otelin 10 Temmuz 2008'de hizmete açıldığını ve bir yıllık zaman zarfından 23 bin misafiri otelde konuk ettiklerini söyledi. Emet Termal Otel'i diğer termal otellerden ayıran özelliğin, yosunlu termal su ile hizmet vermeleri ve otelin odalarına kadar termal su vermeleri olduğunu dile getiren Özcan, "Suyumuz 37 ile 42 derece sıcaklıkta çıkıyor. Türkiye'de hiçbir yerde olmayan yosun havuzumuz mevcut. Yosunlu havuzumuz şifa dağıtıyor. Türkiye'nin dört bir yanından yosunlu havuzda şifa bulmak için binlerce insan geliyor. 97 bin metrekare alan üzerine kurulmuş çam ormanlarıyla kaplı müthiş bir tesisimiz var. İnsanlar tam anlamıyla tatillerini yaparken sağlıklarına kavuşuyorlar. Sağlıkla hayata kavuşmak için her şey mevcut. Çevre alanının geniş olması insanların burada rahat ve huzurlu bir tatil yapmalarına imkan veriyor. Burası bir sağlık tesisi. Sağlık tesisi olduğu için bu duyarlılıkla hareket ediyoruz." diye konuştu.

Engelli vatandaşlara yönelik bir Avrupa Birliği (AB) projelerinin de olduğunu aktaran Özcan, Avrupa'dan gelen engelli misafirlere de önümüzdeki günlerde hizmet sunacaklarını söyledi.

(CİHAN)
Başlık: Sağlık Bakanlığı'ndan vatandaşa kenesavar
Gönderen: Lika - 25 Temmuz 2009, 15:07:52
(http://www.timeturk.com/images/news/250720091026464932810_2.jpg)

Sağlık Bakanlığı, kene vakalarının en fazla görüldüğü 15 ildeki bin 200 köye kene çıkaran cihaz dağıtacak.

Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Dr. Mehmet Ali Torunoğlu, ‘kenesavar’ cihazı ücretsiz olarak dağıtacaklarını bildirdi.

İçerisinde propan gazı bulunan tüp şeklindeki cihaz, keneyi dondurarak hareketsiz hale getiriyor. Daha sonra cihazın ucundaki kıskaç yardımı ile kene risksiz biçimde, dokunulmadan ve kan sıçrama ihtimali olmadan çıkartılıyor. 15 Temmuz itibariyle Türkiye’de 888 kene vakası görüldü. Bu vakalardan 41’i hayatını kaybetti. Geçen yılın 15 Temmuz gününe kadar ise 943 vaka ve 47 ölüm gerçekleşmişti.

Kaynak: Star
Başlık: Kalp hastalarına müjde
Gönderen: Lika - 26 Temmuz 2009, 15:30:50
Boston Çocuk Hastanesi’nde görevli araştırmacılar, kalp sinir sistemini yenileyici NRG1 faktörünün kalp krizinden sonra hasarlı kalbe enjekte edilmesiyle, hasarlı kalp dokularını yenileyebildiğini ortaya çıkardılar.

Cell dergisinde yayınlanan ve fareler üzerinde yapılan araştırmada, kalp krizinden sonra hasarlı kalp dokularına enjekte edilen NRG1 faktörünün, kardiyak fonksiyonunu tekrar eski durumuna getirdiği görüldü. Kalp krizi geçiren farelere 12 hafta boyunca her gün NRG1 faktörü enjekte edien araştırmacılar, 12 haftanın sonunda kalbin yine eskisi gibi pompalamaya başladığı tespit ettiler. Hasara uğramış kalp dokuları genelde yenilenmiyor. NRG1 büyüme faktörünün uygulanmasıyla, kalp dokularının yenilenmesi konusunda kardiyak kök hücrelerine ihtiyaç kalmıyor. Araştırmacılar daha önce, kardiyak kök hücreleriyle kalp dokularının yenilenebileceği üzerinde çalışıyorlardı.

Bir sonraki araştırmada ise, daha büyük memeliler ve insanlar üzerinde araştırmaların yapılacağı ve aynı etkinin insanlarda da görülüp görülmeyeceği belirlenecek.

timeturk
Başlık: Hapları çiğnemeden ve 1 bardak suyla için
Gönderen: İsra - 27 Temmuz 2009, 05:03:49
Yutulması gereken bazı hapların çiğnenerek alınması, içindeki etken maddenin vücuda hızlı yayılması sebebiyle zehirlenmelere yol açabiliyor.

Uzmanlar, ilaçları susuz almanın çok yanlış bir davranış olduğunu belirterek, susuz kullanılan hapların, mide içine veya yemek borusuna yapışabildiğine dikkat çekiyor. Hap şeklindeki ilaçların üzeri koruyucu bir madde ile kaplı oluyor. Bazılarının da koruyucusu olmadığı için çabuk eriyebiliyor.

İlaçların her birinin farklı kullanım şekli var. Bazı ilaçların dilaltı olarak, bazılarının çiğnenerek, bazılarının da parçalanmadan yutulması gerekiyor. Bazıları da suda eritilerek içilmeli. Ancak birçok hasta buna dikkat etmiyor. Uzmanlar, parçalanmaması gereken hapların çiğnenerek alınmasının hastaya fayda yerine zarar verebileceğini vurgulayarak, tablet halinde olan yani üzeri koruyucu ile kaplı olan ilaçların kesinlikle kırılmaması ve çiğnenmemesini tavsiye ediyor.

Birçok kişi, hapları susuz alarak, bunu bir övünme konusu yapabiliyor. Ancak, hapı susuz almak çok yanlış bir davranış. Çünkü bu şekilde susuz kullanılan haplar mide içine veya yemek borusuna yapışabiliyor. Bu da yine farklı yan etkilere sebep oluyor veya hap ulaşması gereken yere zamanında ulaşamadığı için hiçbir fayda sağlamıyor. Bu nedenle her türlü hapın mutlaka 1 bardak dolusu su ile yutulması gerekiyor.
Başlık: Vejeteryan beslenme sağlıklı mı?
Gönderen: Lika - 27 Temmuz 2009, 22:06:24
Anadolu Sağlık Merkezi’nden Beslenme ve Diyet Uzmanı Aytaç Ak, vejeteryan beslenmenin sağlıklı olup olmadığı konusunda merak edilen soruları yanıtladı.

Lakto-Ovo vejetaryenler: Hayvan eti tavuk ,balık,kırmızı et yemezler ancak yumurta ve süt ürünlerini tüketirler. Vejeteryanların %80-90’ı bu grubu oluştururlar.

Lakto vejetaryenler: Hayvan eti yemedikleri gibi yumurta, süt, yoğurt da tüketmezler.

Veganlar: Katı vejeteryan bu olan grup et, süt, yumurta tüketmedikleri gibi hayvansal hiçbir besin maddesini tüketmezler. Bal, dondurma, yoğurt, muhallebi gibi hayvansal ürünlerden yapılan besin maddeleri bu tür vejeteryanların yasakları arasındadır.
Bu üç ana grubun dışında, ovo-vejetaryen (süt tüketmeyip, yumurta yiyen), pesketaryen (hayvan eti olarak sadece balık tüketen) veya semi-vejetaryen (kırmızı et değil de beyazı tüketen) gibi değişik gruplar da bulunmaktadır.

Vejeteryan beslenme sağlıklı mıdır?

Vejeteryan beslenmeyi tek başına iyi veya kötü olarak nitelemek doğru değildir. Avantajlarını, riskli durumlarını iyi analiz etmek, eksikliği olması muhtemel besin maddelerini iyi bilmek gerekir. Vejeteryan beslenenlerin yaşam sürelerinin daha uzun olduğunu gösteren birçok araştırma bulunmaktadır. Sık görülen hastalıklar için vejeteryanlığı değerlendirirsek;

Kanser hastalığı açısından değerlendirildiğinde; vejeteryan beslenenlerin daha az kanser olduğuna dair araştırmalar mevcuttur. Et içindeki homosistein, pişirme şekilleri ile okside olan yağ asitleri birçok kansere sebep oksidan madde et tüketimi ile alınmış olur. Hayvanlara verilen hormonlar, antibiyotikler, kimyasal besin bileşikleri hayvanların otlaklardan aldığı kimyasallar, etin kanserojen yükünü anlamlı derecede artırır. Ayrıca salam, sosis, sucuk gibi nitrat koyularak yapılan besinler kanserojen besinlerdir.

Vejeteryanlar hem bu oksidan maddeleri almadıkları gibi anti oksidan E vitamini, C vitamini, karotenoidler, biyoflavonoidler alımları oldukça yüksektir. Bu maddeler kanseri engelleyen besin maddeleridir.

En sık ölüme neden olan kalp damar hastalıkları yönünden de vejeteryan beslenmek avantajlıdır. Kalp damar hastalığının en önemli risk kan değeri olan LDL kolesterolün (kötü kolesterol) vejeteryanlarda oldukça düşük olduğu önemli araştırmalarda gösterilmiştir. Vejeteryan diyetindeki hayvansal doymuş yağ oranının az alımı, homosistein alınmaması, posa, antioksidanların yüksek tüketilmesi bunun en önemli nedenlerindendir.

Ayrıca vejeteryan olanlarda daha az şişmanlık, diş çürümesi görüldüğünü söyleyen araştırmalar da mevcuttur.

Vejeteryanlığın sakıncaları var mı?

Evet var. Öncelikle değerlendirilmesi gereken bu hastalıklarda et tüketiminin katkısı olduğu ama bu katkının etin doğal içeriğinden çok hayvanların büyütülmesi, etin işlenmesi ve pişirilmesine kadar geçen süreçte gerçekleştirilen uygulamalardır.

İyi planlanmamış bir vejeteryan diyetinde et ve süt önemli derecede bulunan Fe, riboflamin, B12, protein, kalsiyum, çinko gibi besin öğeleri eksikliği görülebilir. Bu da bazı risk grupları için tehlikelidir.

Bu risk grubuna kimler girer?

Bu risk grubuna hamileler, bebekler ve çocuklar girer.

Vejetaryan hamileler için bir beslenme planı önerir misiniz?

Sabah: 2 dilim orta yağlı beyaz peynir, 1 haşlanmış yumurta, 2 tatlı kaşığı pekmez, 4-5 zeytin, ekmek, domates ve salatalık.

Kuşluk: Yarım çay bardağı kuru üzüm.

Öğle: 1 tabak kurubaklagil, 1 tabak pilav ya da makarna, salata, (2 dilim beyaz peynir, zeytinyağlı, 1 tabak sebze yemeği, 1 dilim kepekli ekmek.

İkindi: 1 muz ya da 1 su bardağı çilek, 1 kase yoğurt ya da 5 ceviz.

Akşam: 1 kase çorba, 1 tabak sebze yemeği, salata ( 2 dilim kaşar peynir), ekmek.

Gece: 20-25 kiraz veya yarım çay bardağı kuru üzüm veya 20 fındık, 1 kase yoğurt

Vejeteryan birisi kendinde bu besin öğelerinin eksikliğinin olup olmadığını nasıl anlar ?

Vejeteryansanız öncelikle kan sayımı (hemogram) ile kanınızı bir kez değerlendirtmelisiniz. Bu değerlendirmede demir eksikliği ve B12 bağlı anemi görülecektir. B12 vitamini sadece ette bulunur ve eksikliği unutkanlığa ve sinir sistemi hastalıklarına neden olur. Bu nedenle bir vejetaryan idrarındaki metil-malonik aside baktırarak kendisinde böyle bir eksiklik bulunup bulunmadığını kontrol ettirmelidir.

Vegan tarzı vejeteryanlar ise bu analize gerek duymadan B12 vitamin suplamentleri başlamalıdır.

Eğer halsizlik, yorgunluk, saç kaybı, deri döküntüleri, tırnak kırıkları, sık sık hastalanma, dudak–cilt lezyonları var ise ve vejeteryansanız bir uzmana danışmanız önerilir.

timeturk
Başlık: Kansere karşı yarım saat yoğun egzersiz
Gönderen: Lika - 28 Temmuz 2009, 17:14:44
Günde yarım saat etkin bir şekilde spor yapmanın kanser riskini yarı yarıya azaltabileceği bildirildi.

Finlandiyalı uzmanların, daha önce kanser geçirmemiş 42-61 yaş arasındaki 2,560 erkek üzerinde yaptığı araştırmada, bu kişilere ne sıklıkla egzersiz yaptıkları soruldu ve egzersizin seviyesini belirlemek için fiziksel testler uygulandı.

Daily Mail'de yayımlanan habere göre, ortalama 17 yıl boyunca izlenen deneklerin yaptıkları egzersizin yoğunluğu metabolik birimle (MET) ölçüldü.

Yürümenin ortalama yoğunluğu 4.2 MET, koşunun 10.1 MET, yüzmenin 5.4 MET, bahçe işleri yapmanın 4.3, işe bisikletle gitmenin 5.1 MET, kayağın 9.6 MET, kürek çekmenin 5.4 MET, top oyunlarının 6.7 MET, jimnastik  ve ağırlık kaldırmanın 5 MET olarak ölçüldü.

British Journal of Sports Medicine dergisinde yayımlanan araştırmada, günde en az 30 dakika süreyle 5.2 MET spor yapan bir kişinin, daha az spor yapanlara oranla kansere yakalanma riskinin yarı yarıya az olduğu belirlendi.

Araştırmanın, sonucu etkiliyebilecek olan yaş, alkol tüketimi, sigara, vücut kütle endeksi ve kalori miktarı gibi faktörler göz önüne alınarak yapıldığı belirtildi.

Araştırmayı kaleme alan Finlandiya'daki Kuopio ve Oulu üniversitelerinin bilim adamları, kansere yakalanma ve kanserden ölüm riskini azaltmanın en iyi yolunun yüksek yoğunluklu egzersiz olduğunu kaydetti.

timeturk
Başlık: Cilt kanserinde 'aşı tedavisi' Türkiye'de
Gönderen: Lika - 29 Temmuz 2009, 20:08:59
(http://www.timeturk.com/images/news/290720091138316787454_2.jpg)

Uluslararası katılımlı klinik araştırma kapsamında, Türkiye'de 4 ildeki merkezlerde uygulanmak üzere, ameliyata uygun olmayan, ciltte metastaz oluşmuş malin melanom (cilt kanseri) hastalarına aşı tedavisi başlatılıyor.

Ankara Üniversitesi (AÜ) Tıp Fakültesi Cebeci Hastaneleri Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Demirkazık, AA muhabirine yaptığı açıklamada, cilt kanserlerinin ''malin melanom'' ve ''melanom'' olmak üzerek iki grupta incelendiğini, yaygın metastaz yapabilen, ciltteki benlerden kaynaklanan malin melanomun çok tehlikeli olduğunu söyledi.

Melanom veya melanom dışı cilt kanserlerinin erken evrelerinde tedavinin cerrahi olduğunu, cerrahi müdahale mümkün olmadığında ya da cerrahiden sonra radyoterapi uygulanabildiğini ifade eden Demirkazık, kemoterapi ve benzeri ilaç tedavilerinin ise hastalığın yaygın olması veya nüks etmesi durumlarında söz konusu olduğunu anlattı.

-''TÜMÖRLERİ YÜZDE 20-25 ORANINDA GERİLETİYOR''-

Demirkazık, yurt dışında bu yöntemlerin dışında ''aşı'' tedavisinin de en az 20 yıldır yapıldığını söyledi.

Tedavinin ya hazır ya da kişiye özgü geliştirilen aşı şeklinde 2 türlü uygulanabildiğini anlatan Demirkazık, ''Aşı tedavisi, araştırma amacıyla yapılan bilimsel çalışmalardır ve nüks olmuş melanom başta olmak üzere bazı kanser türlerinde Türkiye'de de seyrek olarak uygulanabilmektedir'' dedi.

Hazır aşıların, ticari amaçlı üretilmediği için piyasada bulunamayacağını, ancak hastanelerde bilimsel araştırma amaçlı olarak hastalarda kullanıldığını ifade eden Demirkazık, şunları kaydetti:

''Kişiye özgü üretilen aşılar, hastanın kendisinden üretiliyor. Bu aşı için, öncelikle tümörün metastaz yaptığı bölgeden biyopsi alınıyor ve kan örneği ile birlikte laboratuvarda inceleniyor. Kanın içerisindeki bağışıklık hücreleri ile tümör hücresi, özel bir ortamda bir araya getirilerek, bağışıklık hücrelerinin tümörü tanıması sağlanıyor. Ardından tümörü tanımış bağışıklık hücreleri, tümörden arındırılarak hastaya geri veriliyor.''

Uygulama ile bağışıklık hücrelerinin, tümörü düşman olarak algılayıp, vücudu tümörden temizlemesinin amaçlandığını belirten Demirkazık, ''Dünyada yapılan denemelerde, aşı uygulamasının hastanın vücudundaki tümörleri yüzde 20-25 oranında gerilettiği hatta bazılarında tamamen kaybettiği belirlendi'' dedi.

-''HASTA İSTEDİĞİ ZAMAN AYRILABİLİR''-

Demirkazık, şu anda Türkiye'de kişiye özgü aşı geliştirmeye yönelik klinik bir araştırma olmadığını, ancak cilt kanseri tedavisinde hazır aşı uygulamasının Ağustos ayı içinde başlatılacağını söyledi. Demirkazık, ''Ciltte nüks olmuş melanomlu hastalarda, kemoterapi tedavisi ile hazır aşı uygulamasını karşılaştıran klinik araştırma yapılacak'' diye konuştu.

Projede, ABD ve çok sayıda Avrupa ülkesinin yer aldığını anlatan Demirkazık, klinik araştırmaların Türkiye'de İzmir, İstanbul, Ankara ve Antalya'da 4 merkezde yapılacağını belirtti. Demirkazık, uygulamaya ilişkin şu bilgileri verdi:

''Hastalara uygulanacak standart tedavi kemoterapidir. Bu araştırmada da kemoterapiyle aşı tedavisi karşılaştırılacak. Araştırma kapsamında, hastalardan birine standart tedavi olan kemoterapi, 2 hastaya ise sadece aşı uygulanacak. Hastalar, bu iki tedaviden sadece birini alabilecek.

Hastanın hangi tedaviyi alacağını hekimler önceden bilmeyecek. Bu, internet aracılığıyla hasta kayıtlarının ve bilgilerinin yapıldığı, uluslararası telefon bağlantısıyla hiç kimsenin müdahalede bulunamadığı sistem sayesinde otomatik belirlenecek. Kişileri, yurt dışındaki çalışma merkezi ayarlayacak ve bize hangi tedavinin kime uygulanacağını bildirecek.''

Hastalarının tümünün, uygulamanın klinik bir çalışma olduğunu bilerek projede yer alacağını vurgulayan Demirkazık, şöyle devam etti:

''Araştırma için etik kurullar ve Sağlık Bakanlığından gerekli izinler alındı. Uygulama öncesinde hastalara, klinik çalışmaya yönelik tüm detaylar hakkında sözlü bilgi verilecek, ardından yazılı olarak klinik araştırmanın tüm detaylarının yer aldığı sözleşme imzalatılacak. Sonra, hastanın bilgileri uluslararası çalışma merkezine gönderilecek ve alınan cevaba göre hasta tedaviye kabul edilecek. Hasta istediği zaman araştırmadan çekilebilecek ve standart tedaviye geçebilecek.''

Demirkazık, ''araştırmanın projenin uygulanacağı hastanelerdeki ciltte nüks olmuş melanomu (cilt kanseri) bulunan ve hiç bir ilaç tedavisi almamış hastaları kapsayacağını'' ifade etti. Üniversite olarak Ankara'daki diğer merkezlere de haber verdiklerini belirten Demirkazık, araştırmaya katılacak hastalar için herhangi bir yaş sınırının olmadığını kaydetti. Demirkazık, ''Tek şart, melanom cilde metastaz yapmış olmalı'' dedi.

Uygulamanın nasıl olacağı hakkında da bilgi veren Demirkazık, ''Aşı, doğrudan tümörün içine enjeksiyonla sıkılacak ve etkileri gözlemlenecek. Aşı ile tümörlü dokudaki değişiklikler kayıt altına alınacak. Tümörün gelişimini gerileyip geriletmediğine bakılacak. Çalışma süresi 1 yıl kadar devam edecek'' diye konuştu.

Demirkazık, bu süreçte hasta bakımı ve takibin çok önemli olduğu için sınırlı sayıda hastanın kabul edilebileceğini ifade ederek, bu sayının kendi merkezleri için 10'u geçmeyeceğini söyledi.

-''BU İLAÇLAR, PARA İLE SATIN ALINAMAZ''-

Klinik çalışmaların Türkiye'de çok iyi anlaşılmadığı için çok az kişinin araştırmalarda yer aldığını belirten Demirkazık, Türkiye'de bugüne kadar uluslararası çok merkezli yeni ilaç kullanılan kanser araştırmalarına yaklaşık bin kişinin katıldığını söyledi.

Demirkazık, bu tür klinik çalışmaların hastalar için de bir fırsat ifade ederek, ''Bunlar piyasada para ile alınamayacak ilaçlardır. Hasta, tek bir kuruş ödemeden böyle bir imkandan yararlanabilmektedir. Çünkü, araştırma ilaçları henüz dünyada hiç bir ülkede ruhsatlı olmadığı için dışarıdan temin edilemez'' dedi.

aa
Başlık: Çocuklarda süt tüketimi ömrü uzatıyor
Gönderen: Lika - 30 Temmuz 2009, 02:27:32
İngiltere'deki Bristol Üniversitesi ile Avustralya'da bulunan Queensland Tıbbi Araştırma Enstitüsünden bilim adamları, 1930'larda 4 bin 374 İngiliz çocuğu üzerinde yapılan bir araştırmanın izini sürdüler.

Çocuklukta fazla miktarda süt ürünü tüketiminin yaşamı uzatabileceği bildirildi.

Bilim adamları, çocukken yüksek miktarda süt ürünleri tüketen ve kalsiyum alanların, felçten ve diğer ölüm nedenlerinden korunduğunu belirledi.

Sonuçları Heart dergisinde yayımlanan araştırmada, ailelerin beslenme düzenleri incelendi ve ağırlıklı olarak süt olmak üzere hem süt ürünlerinin, hem de kalsiyumun fazla miktarda tüketilmesinin ölüm oranını dörtte bir oranında azalttığı gözlemlendi.

Okul çağındaki çocuklara daha çok süt verilmesi yönündeki uygulamayı destekler nitelikte olan bu araştırma ayrıca, çocukken günde en az 400 miligram kalsiyum alımının, felç geçirip ölme olasılığını yüzde 60 oranına kadar azaltabileceğini ortaya koydu.

Günde 200 mililitre süt, bir kase yoğurt ve küçük bir parça peynirin, çoğu insanın günlük kalsiyum ihtiyacını karşıladığı biliniyor.


(AA)
Başlık: Temizlik malzemeleri lösemiyi tetikliyor
Gönderen: Lika - 31 Temmuz 2009, 09:21:08
(http://image.haber7.com/haber/haber7/photos/502820090125034643175.jpg)


Amerikalı bilim adamları, evlerde temizlik amaçlı kullanılan kimyasal ürünler ile oda spreylerinin çocuklarda lösemi görülmesinin nedenlerinden biri olabileceğini bildirdi.

İtalyan La Stampa gazetesinin haberine göre, Georgetown Üniversitesindeki Lombardi Kapsamlı Kanser Merkezinde görev yapan bir grup bilim adamı, daha çok 3 ila 7 yaşlarındaki çocuklarda görülen akut lenfoblastik lösemi (ALL) ile evlerde temizlik için kullanılan kimyasal ürünlerin arasında bağlantı olabileceğini ortaya koydu.

Bilim adamları, araştırmada, ALL hastası 41 çocuk ve anneleri ile 41 sağlıklı çocuk ve annelerinin idrar örneklerini inceledi. Araştırmanın sonucunda hasta çocuklarda ve annelerinde, evde kullanılan birçok kimyasal üründe mevcut olan toksin maddelerin yüksek seviyede bulunduğu tespit edildi.

"Therapeutic Drug Monitoring" dergisinde yayımlanan araştırmada, bazı sağlıklı deneklerin tahlillerinde de rastlanılan bu maddelerin, ALL hastalarında ise daha yüksek miktarda bulunduğu vurgulandı.

Araştırma ekibinin başındaki Doktor Offie Soldin, hastalık ile "ev zehirleri" arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koyan verilere rağmen bunun sadece bir varsayım olduğunun altını çizdi. Soldin, bu ikisi arasında nasıl ve neden bir ilişki bulunduğunu ve özellikle de toksin maddeler içeren ürünlerin evlerdeki yüzde 85'lik yüksek kullanım oranına rağmen neden tüm bu çocuklarda hastalığın görülmediğinin açığa kavuşturulması gerektiğini söyledi.



(AA)
Başlık: Açlık krizlerine psikolojik nedenler!!!!
Gönderen: Devri Âlem - 01 Ağustos 2009, 09:54:56
Öğle yemeğinden sonra pek fazla zaman geçmedi ama mideniz bir şeyler yemeniz için karşı konulmaz sesler çıkarıyor. Ağzınıza bir-iki lokma atmadan rahat edemiyorsunuz. En garibi de, böyle zamanlarda sürekli aynı şeyi yemek istiyorsunuz. Bu çikolata da olabilir, kızarmış patates de. Belki de patlamış mısırsız yapamıyorsunuz. Uzmanlar bunun psikolojik bir bozukluktan kaynaklanan bir besin takıntısı olduğunu söylüyorlar. Yine uzmanlara göre, beslenmek sadece karın doyurmanın değil ruhun bir bölümünü doyurmanın da yolu. Eğer kişinin ruhsal bir sorunu varsa, o boşluğu bir yiyecekle doldurmaya çalışıyor. Yani atıştırmak istediğiniz besinden aslında ne tür bir probleminiz olduğu anlaşılıyor. Onları keşfederek bu problemlerden kurtulmak elinizde.

Mayonez
Yorgunluk ve teselli ihtiyacı duyanlar, atıştırırken genellikle mayonezli sandviçleri tercih ediyor. Siz de sandviçinizi mutlaka mayonezle tatlandırarak yemek istiyorsanız, moralinizin biraz bozuk olduğunu ve sıkıntınızı paylaşacak bir dosta ihtiyaç duyduğunuzu söyleyebiliriz. Bu gibi durumlarda en etkili çözüm, sizi üzen şeyin ne olduğunu düşünüp ona göre hareket etmeniz olacaktır.

Salata
Sağlıklı bir beslenme yolu gibi görünebilir ama bu aralar aşırıya kaçıyorsa dostlarınızın yardımına ihtiyacınız var demektir. Gün boyunca sık sık büyük porsiyonlar halinde salata yemeye başladıysanız dostlarınızın ilgisine ve fikirlerine ihtiyacınız olabilir. Neden dostlarınızdan birini aramayı denemiyorsunuz?

Patlamış mısır
Televizyonun karşısına geçip kocaman patlamış mısır kasesini de kucağınıza yerleştirdiniz mi sizden mutlusu yok... Bilin ki üzerinizde büyük bir baskı var. Öncelikle bu baskıya neyin neden olduğunu düşünün, daha sonra baskı yaratan unsurları ortadan kaldırmaya çalışın.

Peynir-ekmek
En çok başvurulan atıştırmalıklardan biri de peynir-ekmek ikilisi. Canınız sürekli, bolca krem peynir sürülmüş ekmek istiyorsa, bu sıralar kötümserliğiniz üzerinizde olmalı. Uzmanlara göre, olaylara ne- gatif yaklaşmaya başlayan ve sürekli her şeyin kötü yönünü görenler peynir tüketme ihtiyacı duyuyor. Sizin de peynir tüketiminiz bu aralar arttıysa kendinizi biraz daha iyimser olmaya zorlayın ve olayların pozitif yönlerini düşünmeye çalışın.

Çikolata
Her an çikolataya saldırmaya hazır biriyseniz... Kendine güven konusunda eksikliğiniz olabileceğini hiç düşündünüz mü? Çikolata düşkünlerinin çoğu, kararsızlıktan yakınıyor. Bazıları da sosyal ortamlarda rahat edemiyor ve insanlardan uzaklaşmaya çalışıyor. Siz de bu gibi duygulara yabancı değilseniz, önce ilişkilerinizi sonra da kararlarınızı gözden geçirin.

Kızarmış patates
Şu sıralar hayatınızdan pek memnun değilseniz, sürekli patates kızartması yeme ihtiyacı duyabilirsiniz. Sinirleriniz biraz gergin olabilir. Bunun için öncelikle, hayatınıza yeniden anlam kazandıracak bir uğraş bulmaya çalışın.

Dondurma
Bir-iki top dondurma sizi tatmin etmiyor, bir solukta bütün dondurma kasesini bitirdikten sonra bile dondurma isteğiniz geçmiyor... Cinsel hayatınızda bazı sorunlar yaşıyor olabilirsiniz. Tekrar mutluluğu yakalamak için öncelikle eşinizle konuşmaya çalışın. Sorunun kaynağını anlamak için bir uzmandan yardım almaktan da çekinmeyin.

Bisküvi
Sütle bisküvi atıştırmayı sevenlerdenseniz, kafanız biraz karışık olabilir. Yanlış seçimler yapmış ve yanlış kararlar vermiş olmaktan korktuğunuz için farkında olmadan vücudunuz tepkisini böyle gösteriyor. Kararlarınızı tekrar gözden geçirin ve mümkünse değiştirin.

Hamurişi
Canınız sürekli börek, makarna ve lazanya türü yiyecekler istiyorsa, kendinizi son günlerde dayanıksız ve güçsüz hissediyor olabilirsiniz. Bir an önce bu yüksek kalorili yiyecekleri tüketmeyi bırakıp taze sebze ve meyveye yönelin. Gücünüzü toplamak için vitamin takviyesine de ihtiyacınız olduğunu unutmayın.

Pizza
Ev işlerinden sıkıldınız ve canınız pizza çekiyor. Uzmanlar bunu, kişinin bilinçaltındaki sıkıntı ve bağımsızlık ihtiyacına bağlıyorlar. Ev işlerinin dışında kendinize eğlenceli bir uğraş bulup hoş vakit geçirirseniz, sıkıntınızdan ve atıştırmaktan kurtulabilirsiniz.

Zeytin
Sorumluluklarınızın arttığı ve dolayısıyla da çok yorulduğunuz bir dönemdeyseniz, bu psikolojik olarak sizi zeytin yemeye itiyor olabilir. Bu durumdan kurtulmanız için zamanınızı iyi programlamanız, günün hangi saatini hangi işe ayırdığınızı iyi belirlemeniz gerek. Bunun için önce sakin olun ve telaşa kapılmayın, kendinizi sürekli "Her işimi zamanında bitireceğim" diye telkin edin.

Yoğurt
Normal zamanlarda fazla yoğurt yememenize rağmen bu günlerde elinizden yoğurt kasesini düşürmez olduysanız, hayatınızda biraz romantizme ihtiyacınız var. Bir an için hayatınızın en romantik gününü düşünün ve kendinizi o anda ne kadar mutlu hissettiğinizi hatırlayın. Kalıcı bir çözüm değil belki ama kısa süreli de olsa işe yarayacaktır.

Salam
Şu sıralar sizin için en cazip yiyecek salamlı sandviç mi? O halde bu günlerde çok yorulmuş olmasınız. Enerji ihtiyacınızı yağlı gıdalar, şarküteri ürünleri tüketerek gidermek yerine temiz havada biraz yürüyüş yapmanız, düzenli uyumanız daha faydalı olur. İşlerinizi zamanında yapamayacağınızdan korkmayı bırakın ve kendinize güvenin.

Karamela
Şekerleme ve bonbonları birbiri ardına yutuyorsanız, bilinçaltınızda bir intikam duygusu yer alıyor. Öncelikle sizi böylesine kızdıran insanla yüzleşmeniz faydalı olabilir. Onu karşınıza alıp hislerinizi anlatın! Hiçbir şey yapamıyorsanız bağışlayıcı olun, daha huzurlu bir yaşamınız olacaktır.

kaynak:timeturk
Başlık: 320 bin kişinin gözü her an kör olabilir
Gönderen: Lika - 02 Ağustos 2009, 18:09:45
Göz uzmanı Prof. Dr. Can Üstündağ, göz içi basıncının yüksekliğine bağlı olarak ortaya çıkan ‘glokom’un teavi edilmediği takdirde görme kaybına yol açabileceğini belirtti.

“Türkiye’de yaklaşık 400 bin glokom hastası var. Ancak bunlardan sadece 80 bininin tedavi için sağlık kuruluşlarına başvurduklarını tahmin ediyoruz” dedi. Glokomun nasıl tedavi edileceği konusunda ise Üstündağ şunları söyledi: “Tedavi yaşam boyu sürer. Hayat boyu ilaç kullanmak gerekir. Araştırmalar şunu gösteriyor; yaş ne kadar genç ise ameliyatın başarısı o kadar düşük. İkinci iyi bilinen durum; hasta ne kadar uzun süreli ilaç kullanmışsa ameliyatın başarısı o kadar düşük. Glokom hastasında tedaviyi planlarken hastanın ortalama ömür beklentisini dikkate almak gerekiyor.”

timeturk
Başlık: Zayıflık uyku apnesini zayıflatabilir
Gönderen: Lika - 07 Ağustos 2009, 04:52:33
Uykuda nefes durmalarından (apne) kaynaklanan obstrüktif uyku apnesi hastalığı riskinin, düşük kalorili beslenmeyle ve sporla azaltılabileceği bildirildi.

Finlandiya'da bilim adamları, aşırı kilolu 72 hastanın bir bölümüne düşük kalorili beslenmeyi ve sporu kapsayan bir program uyguladı. Hastaların diğer bölümüyse doktor ya da hemşirelerle görüşerek, hayat tarzlarına ilişkin önerileri dinledi.

İlk gruptakilere 3 ay boyunca günde 600-800 kalorili rejim uygulanırken, daha sonra bu hastaların meyve, sebze, beyaz et, az yağlı kırmızı et tüketimi ile spor faaliyetleri ve beslenme uzmanıyla görüşmeleri artırıldı.

Bir yıl süren araştırma sonunda, programı izleyen hastalar ortalama 10,7 kg zayıfladı, diğer gruptakilerse 2,4 kg verdi.

İlk gruptakilerin nefes durmaları 3 ayın başında neredeyse yarı yarıya azaldı (10 saatte 5,3 nefes durması), bir yılın sonunda ise hafif obstrüktif uyku apnesi hastalığı riski yüzde 76'ya düştü. Diğer gruptakilerde düzelmenin az olduğu görüldü.

Fransız "Le Point" dergisinde yayımlanan makalede bilim adamları, bu az masraflı ve basit çözümün, genel olarak sağlığın düzelmesini, gece kişinin ve dolayısıyla eşinin daha iyi uyunmasını sağlayabildiğine dikkati çekti.

Araştırmaya imza atanlardan, Kuopio Üniversitesinden Henri Tuomilehto, "bu hastalığa karşı kilo verilmesinin doktorların tavsiyelerinden biri olduğunu, ancak ilk kez bir araştırmayla, zayıflamanın hastalığın tedavisindeki payının ortaya konulduğunu" vurguladı.

Apnenin en önemli belirtisi, gece uykusu süresince ani solunum duraklamaları, çok gürültülü horlamalar ve iç çekmeler. Gece uykunun bozulması yüzünden hastalar, gün boyunca kendini yorgun ve halsiz hissediyor.


AA
Başlık: Sosyal stres şişmanlatıyor
Gönderen: Lika - 08 Ağustos 2009, 06:58:26
Vücudun karın boşluğunda daha fazla yağ depolamasını sağlayarak kalp hastalığına neden olan sosyal stres, ayrıca damar sertliği oluşumunu da hızlandırıyor.

Obesity dergisinde yayınlanan çalışmada, dişi maymunlar yağ ve kolesterol içeren Batılı diyetiyle beslendi. Maymunlar gruplar halinde barındırıldı, böylece maymunlar doğal olarak kendi aralarında baskın olandan ikincil olana doğru resmi olmayan bir hiyerarşi oluşturdular.

Araştırmacılar, stres altındaki ikincil maymunların iç organlarında ya da karın boşluğunda daha fazla yağ oluştuğunu tespit ettiler. İç organlardaki yağ, başlıca ölüm nedenlerinden biri olan kalp hastalığına neden olan koroner damar sertliğini artırıyor.

Aşırı kilolu insanlarda yağların karın bölgesinde yerleştiğini ve bu yağların vücudun diğer bölgelerindeki yağlardan daha farklı olduğunu söyleyen araştırmacılar, bu yağların çok fazla olması durumunda sağlık üzerinde daha fazla zararlı etki yapacağını belirttiler.

Araştırmacılar, kadınların ve dişi maymunların kalp hastalığına karşı doğal bir korumaya sahip olduğunu buldular. Kadınlarda erkeklerden ortalama 10 yıl sonra kalp hastalığı geliştiğini kaydettiler. Ancak bu korumanın stres ve iç organlarda biriken yağlar arttığında kaybolduğunu tespit eden araştırmacılar, yüksek oranda sosyal stres ve daha fazla iç yağa sahip maymunlarda bu koruyucu hormonlardan daha az üretildiğini buldular.

Zaman Online
Başlık: Arı İğnesi Kansere Çare Oluyor
Gönderen: Tuğra - 12 Ağustos 2009, 01:01:45
Arıların zehirli iğnelerinin çağın problemi kanser hastalığına çözüm olacağı bildirildi.

(http://s.aktifhaber.com/images/news/105197.jpg)
 
Arı kümeleri zehirli iğnelerini, kurbanına batırarak birçok ölümcül olaya sebep oluyor. Bilim adamları bu süreçten etkilenerek, bu olayın kanser tümörlerini tedavi etmek için alternatif bir tıp olarak kullanabiliceğini düşünüyor.

Bilim adamları arılardan esinlenerek ‘mikroskobik arı’ yarattılar. Bu arılar kanserli bölgeye iğnelerini saplayarak, sağlıklı bölgeye zarar vermeden iyileşmeyi sağlayabiliyor. Bu arılar insan saçından binlerce kez küçük olduğundan gözle görülmesi olanaksız. Ayrıca insan kanının içinde dolaşarak hastalıklı bölgeye ilaç tedavisi yapıyor. Bu tedaviyi ise ‘melittin’ hormonu sağlayarak yapıyor.

Araştırmacı Prof. Samuel Wickline göre, miksokobik arılar hücrelerin üzerinde uçarak, o bölgeye melettin hormonunu verebiliyor. Bu tedavinin prostat, deri kanseri ve bağırsak kanserinde kullanabiliceği düşünülüyor.

Öncelikle hayvanlar üzerinde denenmesi gereken yöntemin bu sebeple uygulanması için birkaç yıl geçmesi gerekiyor.

Aktif Haber
Başlık: 'Tamiflu, çocuklara verilmemeli'
Gönderen: Lika - 12 Ağustos 2009, 07:30:37
İngiltere'deki John Radcliffe Hastanesinden Dr. Carl Henegan ve ekibinin yaptığı araştırma sonucunda, İngiltere Sağlık Kurumuna, H1N1 domuz gribi virüsü salgınına karşı uyguladığı politikayı acilen gözden geçirmesi çağrısında bulunuldu.

Henegan, yapılan araştırmada Tamiflu'nun çocuklardaki olumsuz etkilerinin, hastalık belirtilerinin görülme süresini bir buçuk gün azaltan olumlu etkilerinin önüne geçtiğini vurguladı. Bilim adamı, Tamiflu'nun bazı çocuklarda kusmaya neden olabileceğine, bunun da su kaybı ve bazı komplikasyonlara yol açabileceğine dikkati çekti.

Araştırma, bazı bilim adamlarının önlem olarak Tamiflu verilen çocuklarda mide bulantısı ve kabus görme gibi yan etkilere yol açtığını açıklamasından yaklaşık bir hafta sonra yayımlandı.

İngiltere Sağlık Kurumu (Health Protection Agency), arkadaşlarından biri domuz gribine yakalandıktan sonra Tamiflu verilen 248 öğrencinin yarısından fazlasında mide bulantısı, uykusuzluk ve kabus görme gibi yan etkilere rastlandığını belirlemişti.

İsviçre'nin Roche ilaç şirketinin sözcüsü ise Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre mevsimsel grip ya da domuz gribine yakalanan hastaların yarısında bulantı ya da sindirim bozuklukları görüldüğünü belirtti.


Tamiflu ile tedavi edilen çocuklar üzerinde yapılan klinik araştırmalarda da bulantı gibi yan etkilere rastlandığını belirten sözcü, bunların kabul edilebilir oranda olduğunu ve bu belirtilere ilaç tedavisinin kesilmesini gerektirecek kadar sık rastlanmadığını söyledi.

Sözcü, Tamiflu'nun, bir yaşından itibaren çocuklara, kilosuna göre 30-45 mg, 18 yaşından itibaren yetişkinlere 75 mg verilebildiğini belirtti.

Araştırma, British Medical Journal dergisinin internet sitesinde yayımlandı.

AA
Başlık: Bademcik Ve Apandisit Yararlı
Gönderen: Ay Işığı - 13 Ağustos 2009, 21:13:18
Apandist, dalak, bademcik gibi organların aslında hayati önem taşıdığı ortaya çıktı.

Uzun süredir hiçbir işe yaramadığı düşünülen apandisit, dalak, bademcik gibi organların yakın zamanda yapılan bir araştırmayla aslında hayati önem taşıdığı ortaya çıktı.

Araştırmacılar bu 'kullanışsız parçaların' yeri geldiğinde sıkı çalıştığını buldu. New York Mount Sinai Tıp Okulu Morfoloji ve Anatomi bölüm başkanı Jeffrrey Laitman, tarihin, tıp biliminin onları henüz anlayamadığı için kullanış olarak adlandırdığı ve bunun doğru olmadığını söyledi.

Yapılan araştırmaya göre dalak, enfeksiyonları tespit ediyor ve yaşlı olan ya da hasar gören kırmızı kan hücrelerini filtreliyor. Ancak, dalak önemsiz olarak algılanıyor ve bir insan bunsuz yaşayabileceği düşünülüyor.

Aslında dalak, kalp krizinden sonra %40 ve %50 arasında monosit üretiminin merkezi. Kalp krizi geçirdikten sonra kalbin düzgün bir şekilde iyileşmesi için monositlere ihtiyacı var.

Bir diğer ünlü kullanışsız organ olan apandisit de aslında oldukça önemli bir işleve sahip. Kullanışsız olmaktan öte Apandisit, hazmetmemize yardım eden işe yarayan bakterilerin toplanma yeri.

 

Kaynak: aktifhaber
Başlık: Bulaşıcı Hastalıkların Kontrolu
Gönderen: Tuğra - 15 Ağustos 2009, 02:10:59
Bulaşıcı hastalıkların epidemiyolojisi ve kontrol önlemlerinin özelliklerini öğretmek.

1- Bulaşıcı hastalıkların toplum sağlığı yönünden önemini ortaya koymak

2- Enfeksiyon zincirini oluşturan kısımları ve bunların özelliklerini kavratmak

3- Bulaşıcı hastalıklarda primer ve sekonder korunmayı tanımlayarak hastalıklardan korunma ve kontrol yöntemlerini açıklamak
      
Bulaşıcı hastalıklar toplumun salgınlara yol açabilen, toplumda karışıklara yol açabilen, ekonomik zararlar verebilen, ölüm ve sakatlıklar ile kayıplara neden olan hastalıklardır.

Bulaşıcı hastalıkların kontrolu, eliminasyonu ve eradikasyonu halk sağlığı çalışmalarının hedeflerini oluşturmaktadır. Bu nedenle kaynak, bulaşma yolu ve duyarlı kişiden oluşan enfeksiyon zincirine ait etkili müdahale yöntemleri uygulanmaya çalışılmaktadır.

Böylece birincil ve ikincil korunma uygulamaları ile toplumda bulaşıcı hastalıklara karşı yürütülen mücadelede etkili olunabilmektedir.

Kaynak
Doç. Dr. Levent AKIN / Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Başlık: Bu Sinyaller Hastalık Belirtisi Olabilir
Gönderen: Tuğra - 17 Ağustos 2009, 02:17:43
Hayatımızdaki pek çok şeye gereğinden fazla önem verirken sağlığımızı genelde ihmal ederiz. Aslında tüm yapmamız gereken vücudumuzun sinyallerini ciddiye almaktır.

Dikkat edilmesi gereken çok önemli vücut sinyalleri şöyle sıralanabilir:

- Kontrol dışı istekler;

Susuzluk veya açlık hissi sizin kontrolünüz dışıdır ve genelde stresle ilgili olduğu düşünülebilir, nedense şeker hastalığı hiç akla gelmez.

- Halsizlik ve yorgunluk hissi;

Halsizlik ve yorgunluk hissediyorsanız kan şekerinizi kontrol ettirmelisiniz.

- Hızlı kilo kaybı;

Son günlerde 4-7 kilo arasında nedensiz kilo kaybınız olduysa, tiroit sorununuz olabilir, dikkat etmelisiniz!

- Vücudun herhangi bir yerinde şişlik;

On-onbeş gün içinde geçmeyen şişlikler ciddiye almanız gereken bir sorunun başlangıcı olabilir.

- Bir sorun olduğunu hissediyorsanız;

Bazı insanlar için hastalık hastası diyebiliriz, siz de onlardan değilseniz ve vücudunuz sinyal veriyor kendinizi de iyi hissetmiyorsanız, doktorunuzla görüşmeniz gerekiyor demektir, sağlık özellikle ihmale gelmez.

Son zamanlardaki suyun zayıflamadaki etkisi konuşuluyor, oysa ki su zayıflatmaz sadece tokluk hissi verir.

Suyun etkileri şöyle sıralanabilir:

Vücutta yağ kaybı olurken, atık maddelerin atılmasını su sağlar. Gerekli miktarda su tüketimi, kilo kaybı ile oluşan cilt sarkmalarını ve kabızlığı önler. Diyette sıcak su tüketilmesi de doğru değildir, sıcak su yağları eritmez ancak midede daha uzun süre kalarak şişkinliğe sebep olur ve açlık hissini bastırır.

genelsağlıkbilgileri
Başlık: Kaşıntının sebepleri ne dersiniz?
Gönderen: Ay Işığı - 21 Ağustos 2009, 13:11:01
 
Bilim adamları, kaşıntıdan sorumlu sinir hücrelerini buldu. Bilim adamlarının bu keşiflerinin cilt hastalıkları için daha etkili tedavi yöntemlerinin bulunmasına yardımcı olması bekleniyor. Science dergisinde yayımlanan araştırmanın sonuçlarına göre, fareler üzerinde yapılan deneyler, bu hayvanların yalnızca kaşınma hissini ileten sinir hücreleri olduğunu gösterdi.


St Louis'deki Washington Üniversitesi ve Çin'in Pekin Üniversitesi'nden araştırmacılar, çalışmaları çerçevesinde kaşıntı sinir hücrelerini öldürerek, kaşınmayan fareler oluşturdular.


Araştırmayı yürüten ekibin başkanı Washington Üniversitesi'nden Zhou-Feng Çen yaptığı açıklamada, bu buluşlarının tedavi yöntemleri açısından çok önemli etkilerinin olacağını kaydetti. Belirli sinir hücrelerinin, acı değil kaşıntı hissi için önemli olduğunu gösterdiklerini anlatan Çen, bu hücrelerin, gelecekte kaşıntı tedavisinde kullanılabilecek çok sayıda reseptör veya molekül içerebileceğini belirtti.


Araştırmacılar "GRPR" adı verilen ilk kaşıntı genini de 2007'de tanımlamıştı. Bu gen omurilikte bulunuyor.

Realage
Başlık: Bilim dünyası şokta!
Gönderen: Tuğra - 21 Ağustos 2009, 17:57:36
Harvard üniversitesi uzmanları tarafından yapılan bir araştırmaya göre, C ve E vitaminleri, Beta Karoten gibi güçlü antioksidanlar kanserin yayılmasına neden oluyor.

(http://www.timeturk.com/images/news/210820091446383491691_2.jpg)

Dünyanın en saygın sağlık dergilerinden Nature'de yayınlanan makalede bu vitaminlerin kanser hücrelerini oluşturan erbb2 geniyle aynı rolü üstlendiği ve kanser hücreleri için besin rolü üstlenerek hastalığın oluşumunu hızlandırdığı savunuldu.

Ancak uzmanlar bu vitaminlerin meyve ve sebzeler gibi doğal yollardan alımında ciddi bir risk oluşmadığını vitamin haplarıyla alındığı zaman tehlike oluşturduğuna dikkat çekti.

Harvard Üniversitesi'nden Joan Brugge'nin başkanlığını yaptığı araştırmanın sonuçlarının yayınlandığı makalede bu yöndeki çalışmaların 1990'larda başladığı belirtildi. Buna göre deneylerde ilk olarak sigara içen insanlara beta karoten hapları verildi. Ancak bunun kanser oranını artırdığı görüldü. Daha sonra C ve E vitaminlerinde de benzer etkiler tespit edildi. Makalede ayrıca iki yıl önce Glasgow Üniversitsi tarafından yapılan ve C vitamini ile yağ hücrelerinin birleşmesinin kanseri hızlandırdığı yolundaki araştırma da hatırlatıldı.

Kaynak: Bugün
Başlık: Hastalıklara karşı patlamış mısır
Gönderen: Tuğra - 22 Ağustos 2009, 10:44:24

Patlamış mısırın içinde meyve ve sebzelerde bol miktarda olan antioksidan madde bulundu

(http://www.haber3.com/images/news/hastaliklara-karsi-patlamis-misir-291223.jpg)

ABD'de yapılan araştırmada, patlamış mısırın içinde meyve ve sebzelerde bol miktarda bulunan "polyphenol" antioksidan maddesine rastlandı.Bu madde kalp hastalıkları, kanser ve diğer hastalıklarla mücadeleye, vücudun direncini artırması açısından yardımcı olmasıyla biliniyor.

Araştırmayı yapan Pennsylvania'daki Scranton Üniversitesi'nden Dr. Vinson, patlamış mısırın içinde yüksek seviyelerde polyphenola rastlamalarına çok şaşırdıklarını, bunun nedeninin de büyük olasılıkla bu yiyeceğin işlem görmemiş olmasından kaynaklandığını ifade etti

haber3
Başlık: Genetiği değiştirilmiş organizmalar sağlıksız
Gönderen: Tuğra - 22 Ağustos 2009, 22:26:32

Yeşiller Partisi Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyesi Ayşe Akdeniz, biyogüvenlik yasası çıkarılması gerektiğini genetiği değiştirilmiş tohumların sağlık açısından sorun olduğunu söyledi.

(http://www.timeturk.com/images/news/220820091629222651525_2.jpg)

Yeşiller Partisi'ne üye bir grup, Feriköy Ekolojik Halk Pazarı'nda genetiği değiştirilmiş ürünlere ilişkin basın açıklaması yaptı.

Grup adına açıklama yapan Akdeniz, genetiğiyle oynanarak yapısı değiştirilmiş organizmaların (GDO) doğal bir süreçle değil, laboratuvar ortamında elde edilen tohumlarla üretildiğine işaret ederek, bu yolla çiftçilerin uluslararası tohum şirketlerine bağımlı kılındığını savundu.

Bu gıdaların tüketiminin insan sağlığına yönelik öngörülemez tehlikeleri barındırdığını aktaran Akdeniz, 'Gerçek şu ki ne yediğimizi bilmiyoruz. Çünkü ülkemizde GDO'lu ürünleri etiketleme mecburiyeti bulunmaması sonucu bunları tespit etme ve kaçınma lüksümüz yok' dedi.

Akdeniz, şunları kaydetti:

'Hükümetin 10 yılı aşkın süredir sürüncemede bıraktığı biyogüvenlik yasa tasarısını GDO'lara izin verecek şekilde düzenlediğine dair şüphelerimiz, yasa taslağının kamuoyuyla henüz paylaşılmaması nedeniyle artıyor. Bir kez daha söylüyoruz, biyogüvenlik yasası, bu ülkenin insanının menfaatleri temel alınarak oluşturulmalıdır. Bu da yasanın mutlak şekilde GDO'ların ülkeye girişi ve ülkede ekiminin nasıl önleneceğinin belirlenmesi esaslarına dayalı olmalıdır.'

Akdeniz, biyogüvenlik yasasının halk ve çevre sağlığını gözetecek şekilde çıkarılması için toplumun tüm kesimlerini duyarlı olmaya çağırdı.

KAYNAK (AA)
Başlık: Dikkat: Bu ilaçta ölüm riski var!
Gönderen: Tuğra - 24 Ağustos 2009, 12:31:37
Yoğun olarak kullanılan ilaçta büyük tehlike

(http://www.iyilikguzellik.com/images/haber/1037.jpg)

ABD Gıda ve İlaç Dairesi’ne (FDA) danışmanlık yapan sağlık kurulu, Türkiye dahil birçok ülkede yoğun olarak kullanılan asetaminofen (parasetamol) içerikli ağrı kesici ve ateş düşürücü ilaçlar için alarm verdi. Konu ile ilgili bir oturum düzenleyen uzmanlar, bu tip ilaçların aşırı dozda kullanımının karaciğere çok ciddi boyutta zarar verdiğine ve zaman zaman ölümlere neden olduğuna dikkat çekti.
Yarı yarıya düşürün

Kurul, bu ilaçların kullanımının azaltılması için bir kerede alınabilecek ilaç dozunu 1000 mg’dan 650 mg’a, günlük toplam dozu ise 4 bin mg’dan 2 bin 600 mg’a düşürdü. Ayrıca FDA tarafından 500 mg ve üzeri tabletlerin artık reçetesiz satılmaması yönünde karar alınması da önerildi.

Raporda yüksek dozda kullanımının tehlikeli olan ilaçlar arasında Tylenol da gösterildi. Johnson & Johnson’s şirketi tarafından üretilen Tylenol, Türkiye’de Tylol adıyla satılan ağrı kesiciyle aynı içeriğe sahip. Tylol’ın bir tableti 500 mg parasetamol içeriyor. Soğuk algınlıklarına karşı bol miktarda kullanılan Tylol Hot adlı ilaç da aynı miktarda parasetamol içeriyor.

Uzmanları bu ilaçların dozu aşmadan kullanıldığında tehlikeli olmadığının da altını çizdi. Raporda ABD’de her yıl 100 milyondan fazla kişinin bu ilacı kullandığına dikkat çekilirken, yılda 100 kişinin bu ilaçların yüksek dozda kullanımı nedeniyle yaşamını kaybettiği belirtildi. İlacın aşırı dozda alınmasının neden olduğu karaciğer sorunları ile hastaneye başvuran hastaların sayısı yılda 1600’ü buluyor.

gidaclub


Başlık: İlaçlar yanlış kullanılıyor
Gönderen: Tuğra - 26 Ağustos 2009, 11:02:56

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu için verilen ilaçların kötüye kullanımı çok tehlikleli

Amerikalı uzmanlar, ABD'de Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) için verilen ilaçların kötüye kullanımında büyük artış görüldüğünü bildirdi.

Uzmanlar, "kafayı bulmak" veya zihni açmak için DEHB ilaçlarını kullanan çocukların, bu ilaçların bilinçsiz kullanımının, aralarında ajitasyon, hızlı kalp çarpıntısı, tansiyonun aşırı derecede yükselmesinin de bulunduğu, ciddi, bazen hayati tehlikesi bulunan semptomlara yol açabileceğinin farkında olmadıklarının altını çizdi.

Cincinnati Çocuk Hastanesi Tıp Merkezi'nden araştırmacılar tarafından yapılan ve Pediatrics dergisinin Ağustos sayısında yayımlanan bilimsel çalışma, ABD'de son 8 yılda bu ilaçların kötüye kullanımında yüzde 76 oranında artış görüldüğünü ve bununla ilgili olarak 4 ölüm vakasına rastlandığını ortaya koydu.

Yaptıkları bilimsel çalışmada, Amerikan Zehir Kontrol Merkezleri Birliği'nin 1998-2005 yılları arasında açıkladığı verileri değerlendiren araştırmacılar, genelde, ergenlik çağındakilerin yüzde 42'sinde orta ve şiddetli yan etkiler görüldüğüne işaret etti. Araştırmacılar, bu çocukların çoğunun durumunun hastanelerin acil servislerinde tedavi altına alınmasını gerektirecek kadar ciddi olduğunu vurguladı.

Bilimsel araştırmayı kaleme alan, Cincinnati Çocuk Hastanesi Tıp Merkezi'nin Uyuşturucu ve Zehir Enformasyon Merkezi tıp direktörü Dr. Randall Bond, pek çok vakada zehir kontrol merkezlerinin haberdar edilmemesi nedeniyle, ilaçları amaç dışı kullanan ve ortaya çıkan kötü yan etkilerinden rahatsız olan ergenlik çağındakilerin gerçek sayısının, araştırmada açıklanan rakamların çok üstünde olmasının kuvvetle muhtemel olduğuna dikkat çekti.

ABD'nin New York kentinde bulunan, Uyuşturucusuz Amerika için Ortaklık adlı kuruluşun başkanı Steve Pasierb, söz konusu bilimsel çalışmanın kamuoyuna duyurulmasının ardından yaptığı açıklamada, durumun ciddiyetine işaret ederken, yaşanan rahatlığı "İnsanlar 'bu ilaç Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi tarafından onaylanmış, ne kadar tehlikeli olabilir ki?' diyorlar" ifadesiyle özetledi.

DEHB ilaçlarının kötüye kullanımında 1998-2005 yılları arasında görülen artışın, ergenlik çağındakilerin içinde bulunduğu toplam uyuşturucu madde kullanımında görülen artışı geride bıraktığına dikkat çeken Pasierb, bunun ABD'deki DEHB tedavisi çerçevesinde 10-19 yaşlarındakiler için yazılan ilaçların yüzde 86 oranında artarak 4 milyondan yaklaşık 8 milyona çıkmasıyla paralellik gösterdiğini vurguladı.

haber3
Başlık: TV çocuklarda tansiyonu yükseltiyor!
Gönderen: Tuğra - 27 Ağustos 2009, 12:08:51

 3-8 yaş arası 100 çocuk üzerinde yapılan araştırma, ekran önünde fazla zaman geçirmenin çocuklarda yüksek tansiyon riskini önemli derecede artırabileceğini gösterdi.

Fazla televizyon izlemenin, çocuklarda yüksek tansiyona neden olabileceği bildirildi.

ABD'nin Michigan Üniversitesi'nden bilim adamlarının 3-8 yaşındaki 100 kadar çocuk üzerinde yaptığı araştırma, ekran önünde fazla zaman geçirmenin çocuklarda yüksek tansiyon riskini önemli derecede artırabileceğini gösterdi.

Archives of Pediatrics and Adolescent Medicine dergisinin bu ayki sayısında yayımlanan araştırmada Dr Joey Eisenmann ve ekibi, bir hafta 111 kız ve erkek çocuğun gün içindeki hareketlerini hareket algılayıcı küçük aygıtlarla gözledi. Ayrıca bilim adamları, ebeveynlerden çocukların televizyon veya bilgisayar karşısında ne kadar vakit geçirdiklerini ve okuma gibi fazla fiziksel hareket gerektirmeyecek işlere ne kadar zaman ayırdıklarını öğrendi.

Çocukların günde, ortalama bir buçuk saati televizyon ya da bilgisayar karşısında olmak üzere 5 saat 'oturarak' vakit geçirdiği belirlendi.

Araştırmacılar, televizyon karşısında en fazla vakit geçiren çocukların tansiyonunun, günde yarım saatten az televizyon izleyen çocuklara göre, kiloları ne olursa olsun, 5-7 birim fazla olduğunu gördü.

Dr Eisenmann, hareketsizlik ile aşırı kilo, aşırı kilo ile yüksek tansiyon arasında bağlantı olduğunun daha önce saptandığını, ancak ilk kez hareketsiz yaşam ve kilodan bağımsız olarak yüksek tansiyon arasında doğrudan bağlantı belirlendiğini vurguladı.

Tansiyonun yükselmesine ekran karşısında fazla kalmaya bağlı uyku bozukluklarının neden olabileceğini belirten bilim adamları, bu durumun televizyonun metabolizmayı oturarak yapılan başka işlerdekinden daha az harekete geçirmesinden de kaynaklanıyor olabileceğine dikkati çektiler.

Televizyon ile yüksek tansiyon arasındaki ilişkinin tam olarak aydınlatılmasını beklerken, bilim adamları, 2 yaşından küçük çocukların televizyon karşısına 'bırakılmaması' önerisinde bulundu.

ntvmsnbc
Başlık: Kırık kemiklere evde tedavi
Gönderen: Tuğra - 28 Ağustos 2009, 12:33:07

TSK'dan emekli olan Astsubay Sadettin Çöleri, manyetik alan cihazını evler için geliştirdi.Emekli olduktan sonra tıbbi cihaz imalatına başlayan Sadettin Çöleri, yaptığı açıklamada, kaynamayan kemik kırıkları için Manyetik Alan Tedavisi Cihazı'nı geliştirdiğini ve bu cihazın hastanelerde yaygın şekilde kullanılmaya başlandığını bildirdi.

Hastanelerde kullanılan cihazın evde de kullanılabilmesi amacıyla, çalışmalarına devam ettiğini anlatan Çöleri, sonunda cihazı evde de kullanılabilir hale getirdiğini kaydetti.

Çalışmalarını Süleyman Demirel Üniversitesi kampüsündeki Teknokent'te sürdüren Çöleri, tedavisi mümkün olmayan, kaynaşmayan kırıklar üzerinde çalıştığını kaydetti. Çöleri şu bilgileri verdi:

KIRIK OLAN PARÇA TESPİT EDİLİYOR

''Travmaya uğramış kemik kırıklıklarında pioze elektrik boşalması neticesinde bazı kemiklerde hücre ölümleri, hücredeki sodyum ve potasyum artı-eksi değerlerinin yer değiştirdiğini gördüm.

Bu tezden hareketle ölü hücrelere verdiğimiz manyetik alanla sodyum ve potasyumu eski değerlerine geçiren, hücrenin tekrar canlanmasını sağlayan bir tedavi sistemi geliştirdim. Bazı kırıklar, ameliyat yapılmasına, çivi, plak ve diğer tespit operasyonları gerçekleşmesine rağmen kaynamıyor.

Bu sistemde vücutta kırık olan parça tespit ediliyor. İki yastık dediğimiz aletle kırık bölgeye manyetik alan uygulaması yapılıyor.

Manyetik alan tedavisini, vücudun kendi kendini tedavi etme gücünün hiçbir yan etki oluşturmadan, hiçbir rahatsızlık vermeden kimyasal olmayan bir yolla uyarısı olarak tanımlayabiliriz. Bu yöntem, bugüne kadar çeşitli hastalarda uygulandı ve yüzde 90'lara varan bir başarıya ulaşıldı. Şimdi de bu cihazı evde kullanılabilecek hale getirdim.''

Aynı uygulamayı sadece kırık kemiklerde değil, kemik iltihabında da uyguladıklarını belirten Çöleri, kemik iliğinde kan damarı ve verilen antibiyotiklerin pek etkili olmadığını savundu. Çöleri, manyetik alan ile baskı verilerek oradaki mikrobik organizmaları yok ederek, iltihaplı durumu ortadan kaldırabildiklerini ifade etti.

Cihazı, kırık kemiklerin daha çabuk iyileşmesi amacıyla yaptığını ifade eden Çöleri, ''iyileşme süresi günde 8 saatlik tedavi ile 1,5 ila 3 ay arasında değişiyor. Artık bu tedavi, bu cihazla evde uygulanabiliyor'' diye konuştu.

Çöleri, ürettiği cihazı Isparta, İstanbul, Ankara ve Elazığ'da birer hastanın kullanmaya başladığını belirtti. Cihazın patent hakkını almak için KOSGEB bünyesinde çalışma yürüttüğünü ifade eden Çöleri, rapor tamamlandıktan sonra Türk Patent Enstitüsü'ne başvuruda bulunacağını söyledi.

Çalışmalarını geçen yıldan bu yana Süleyman Demirel Üniversitesi bünyesinde kurulan KOSGEB Teknokent'te yürüttüğünü söyleyen Çöleri, şu sıralarda kemik erimesine yönelik bir cihaz geliştirme metodu üzerinde çalıştığını sözlerine ekledi.

EVDE TEDAVİ SİSTEMİNE İMKAN SAĞLIYOR

Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Cerrahi Tıp Bilimleri Bölümü Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Yorgancıgil, AA muhabirine yaptığı açıklamada, cihazın işleyişi hakkında Sadettin Çöleri'den bilgi aldığını ve böyle bir sistemin uygulanabilir olduğunu belirtti.

Manyetik alan tedavisinin daha önce hastanelerde kullanıldığını ve Çöleri'nin bu konuda da çalışma yaptığını dile getiren Yorgancıgil, bu cihazın evde tedavi sağlama imkanının sağlayabilme hastalar için son derece yararlı olduğunu vurguladı. Yorgancıgil, ''manyetik alan tedavisi ile kemik kırıklıklarının iyileştirilmesi mümkündür.

Tıp dünyasında bu uygulama kullanılmaktadır. Ancak hastanelerde teknoloji daha fazla ileri. Sadettin Çöleri ise evde iyileştirme cihazını geliştirdi. Cihazı inceledik, oldukça uygun bir yöntem'' diye konuştu.

havervakti.com
Başlık: Gazlı içecekler alkol kadar zararlı
Gönderen: Tuğra - 31 Ağustos 2009, 11:41:33

Yeni yapılan bir araştırmaya göre günlük içilen, gazlı içecekler ve şekerli içecekler, uzun vadede alkol kadar karaciğere zarar veriyor.

Uzmanlar, gazlı ve şekerli içeceklerin, meyve şekerleri ile tatlandırılmış meyve sularının ve enerji içeceklerinin, karaciğere alkol kadar zarar verdiğini tespit ettiklerini bildirdi.

(http://www.timeturk.com/images/news/310820090232105115568_2.jpg)

Uzmanlar şu anda şeker yerine kullanılan, yüksek früktoz içeren mısır şurubu ve değişik kimyasal maddelerle tatlandırılan, içeceklerin içinde bulunan früktozun karaciğer tarafından yakıldığını, bundan dolayı da bu içecekleri içen kişilerde, alkoliklerinkilere benzer karaciğer sorunlarının yaşandığını belirtti.

İsveç’in Linköping Universitehastanesi karaciğer hastalıkları uzmanı Stergios Kechagias, İsveç’te benzer bir çalışma gerçekleştirdiklerini ifade etti. İçeceklerde bulunan früktozun karaciğer yağlanmasına neden olduğunu bununda siroz ve kansere yol açtığını söyleyen İsveçli Doktor: ‘’ Bu içecekleri içenlerin içmeyenlere göre, siroz hastalığına yakalanma riskinin yüzde 10 daha fazla’’ dedi.

GAZLI İÇECEKLERİN DİĞER ZARARLARI

Gazlı içecek; karbondioksit ile gazlandırılmış olan meyveli, aromalı, kola, tonik gibi içeceklerdir. Bu ürünler satüre edilmiş karbondioksit gazın yanı sıra boya maddeleri, sodyum benzoat, kinin (sülfat tozu), kafein, alkol, sakkaroz, glikoz, früktoz, glikoz şurubu, früktoz şurubu veya invert şeker şurubu ve bunlarla birlikte yalnız başına tatlandırıcılar, aromalar (taklit ettiği ürünün kokusunu veren kimyasallar), laktik asit, uçucu asitler ve diğer katkı maddelerini barındırır.

Birçok konvansiyonel üründe olduğu gibi katkı maddelerinin cirit attığı bu ürünler de obezite, diyabet, diş çürümesi, kemik sorunları, beslenme bozuklukları, kalp hastalığı, gıda bağımlılığı ve nörolojik sorunlar yaşatır.

Kalsiyum kaybı ve buna bağlı sorunlar ise özellikle asit-baz dengesini sağlayan vücudumuzun yüksek asit ortamına verdiği doğal bir tepkidir. Bunun sonucunda en çok dişler ve kemikler hasar almaktadır ki, diş problemleri zaten tek başına birçok metabolik sorunun (dolaşım ve sindirim) kaynağıdır.

Kaynak: Habername
Başlık: Şeker Sevgisi Hastalık Nedeni
Gönderen: Tuğra - 01 Eylül 2009, 13:09:10

Bazı kronik hastalıkların nedeni yanlış beslenme alışkanlıkları. Yılda ortalama 30 kilogram şeker tüketen Türk insanı, risk altında.

(http://www.habervakti.com/img/ufGhov73.jpg)

Aşırı şeker tüketimi, yanlış beslenme alışkanlıklarının başında geliyor.
 
Türkiye'de kişi başına yılda 30 kilogram şeker tüketiliyor. Bu miktar yarım çuvaldan fazla şeker anlamına geliyor. Dünyada kişi başına yıllık şeker tüketimi ise 19 kilogramı buluyor.
 
Aşırı şeker tüketimi şişmanlığa neden oluyor, şeker hastalığı gibi metabolik hastalıklara davetiye çıkarıyor.
 
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Füsun Saygılı, şeker emilimiyle kan şekeri hızla yükseldiğinde kandaki insülin değerinin birden arttığını, bunun da kan şekerinde düşmeye neden olduğunu belirtiyor.
 
Sağlık için şekeri mümkün olabildiğince azaltmak gerekiyor.
 
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Canan Değirmenci, "Sebzeler, meyveler, ekmek, pilav, makarna, çorba gibi grup kurubaklagillerden alınan kompleks, karbonhidrat daha yavaş sindirildiğinden kan şekerinde fazla oynama yapmaz. Bu yüzden enerji gereksinimimizi daha dengeli sağlayan besinlerdir" diyor.
 
Uzmanlar, tatlıdan vazgeçemiyorum diyenlere sütlü tatlıları öneriyor.
 
Gıdalara şeker yerine pekmez ilavesi de beslenme uzmanlarının tavsiyeleri arasında yer alıyor

Habervakti.com
Başlık: Stresin faydaları da varmış!
Gönderen: Tuğra - 02 Eylül 2009, 11:43:24

Çok sayıda hastalığın ortaya çıkmasında önemli rol oynayan stresin, faydaları da bulundu

Women’s Healt dergisinin haberine göre, Amerikalı araştırmacılar, stresin insan sağlığına faydalarının da olduğunu keşfettiler.

Massachusstts üniversitesinde görev yapan Edward Calabrese, çağın en büyük hastalığı olarak nitelendirilen stresin, kontrollü ve pozitif olduğu taktirde sağlığa iyi geldiğini ortaya çıkaran bir araştırmayı açıkladı.

Fareler üzerinde yapılan araştırmada stresin cildin bağışıklık sistemini güçlendirerek enfeksiyonlarla mücadeleyi güçlendirdiği ve küçük yaraların daha hızlı iyileşmesinin sağladığı kaydedildi.

Deneyde kullandıkları fareleri iki gruba ayırdıklarını söyleyen uzmanlar, ilk gruptaki kobayların pozitif ve dengeli bir strese tabi tutulduğunu, ikinci gruptakilerin ise rahat bırakıldığını belirtti. Daha sonra, bağışıklık sisteminin antikor üretimiyle tepki verdiği antijenleri kobayların derilerine temas ettiren bilim adamları, bağışıklık sisteminin verdiği tepkiyi belirlemek için, hangi bağışıklık sistemi hücrelerin ve proteinlerin ne kadar üretildiğine baktılar. Araştırma sonucunda, strese tabi tutulan kemirgenlerin bağışıklık sisteminin, diğer kobaylara göre 2 ila 4 kat daha güçlü tepki verdiği ortaya çıktı.

Ayrıca, pozitif stres verilen farelerin, diğerlerine göre daha genç kaldıkları ve hareketli oldukları, enfeksiyonlarla daha kolay baş etmesinin sağlandığı anlaşıldı.

Bağışıklık sisteminin antijenlere ilk verdiği tepkide “hafıza hücrelerinin üretildiğini tahmin ettiklerini söyleyen uzmanlar, bu hücrelerin belirli antijenleri “akıllarında tuttuğunu” ve tekrar temas halinde bağışıklık sisteminin vereceği tepkiyi hızlandırdığını ifade ettiler.

Kaynak: Habername-Atila Altuntaş/Stockholm
Başlık: Güneş ışınları zekayı açıyor
Gönderen: Ay Işığı - 08 Eylül 2009, 22:07:42
İtalyan La Stampa gazetesinde yer alan habere göre, Alabama Üniversitesinden bir grup bilim adamı, beyin kanaması olasılıklarına ilişkin 14 bin 474 hastanın katılımıyla daha önce yapılan bir araştırmanın sonuçlarını, NASA’nın meteorolojik verileriyle karşılaştırarak, depresyon, idrak gücü ve güneş ışınları arasındaki ilişkiyi araştırdı.

"Environmental Health" dergisinde yayımlanan araştırmanın ekibinin başı Shia Kent, depresyondaki kişilerin yeterince güneş ışığı almadığı durumlarda daha ciddi idrak sorunları yaşayabildiğini söyledi.

Bu durumun her mevsim için geçerli olduğunu belirten Kent, araştırma sonuçlarının güneşin insanın sadece ruh hali üzerinde değil, idrak fonksiyonları üzerinde de etkili olduğunu ortaya koyduğunu kaydetti.

Araştırmacılara göre, serotonin ve melatonin hormonlarının seviyesini düzenleyen güneş ışınları, beyindeki kan akışını da etkiliyor. Araştırmacılar, bu durumun da insanın idrak gücü üzerinde etkili olabileceğini belirtiyor.

(AA)
Başlık: Bakterilerin şifresi çözüldü
Gönderen: Tuğra - 11 Eylül 2009, 12:23:38

(http://www.habername.com/images/news/26407.jpg)

Bakterilerin antibiyotiklere direnç kazanmalarının sırrı çözüldü ve böylece sürekli yeni antibiyotik keşfedilmesi zorunluluğunun ortadan kalkmasının da yolu açıldı

New York Üniversitesi araştırmacılarının buluşu sayesinde, bakterilerin direnç kazanmaları nedeniyle yeni tip antibiyotik üretme arayışına girilmesine gerek kalmayacak, var olanlar daha da güçlendirilebilecek ve daha az dozlarda kullanılmaları mümkün olabilecek.

Ünlü bilim dergisi Science'da yayımlanan çalışmaya göre bakterilerin, antibiyotiklere karşı direncinin bloke edilmesi sayesinde, tehlikeli enfeksiyonlara karşı daha etkili mücadele edilmesinin de yolu açılacak.

Bilimciler, bakterilerin, nitrik oksit ürünü belirli enzimler üreterek antibiyotiklere direnç kazandığını ortaya çıkardı. Bu enzimleri engelleyen ilaçlar kullanılması, antibiyotikleri daha etkili hale getirecek. Hatta, çok tehlikeli olan ve süper bakteri olarak da adlandırılan, Methicillin adlı antibiyotiğe dirençli "Staphylococcus aureus (MRSA)" gibi ölümcül bakterilerle daha etkili mücadele edilebilecek.

Çalışmaya katılan bilimcilerden Evgeny Nudler, "Artık yeni antibiyotikler keşfetmemiz gerekmeyecek. Bunun yerine, zaten iyi olan antibiyotiklerin aktivitesini arttırabileceğiz, daha az dozlarda, daha etkili hale getirebileceğiz" dedi.

Haber Name
Başlık: Doğal olmayan trans yağlar kalp krizini artırıyor
Gönderen: İsra - 22 Eylül 2009, 04:09:37
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Yorulmaz, doğal olmayan trans yağların kötü kolesterolü artırıp, pıhtılaşmayı ve buna bağlı olarak kalp krizi riskini artırdığını söyledi.

Prof. Dr. Yorulmaz, trans yağların sürülebilir kahvaltılık yağlarda, margarinlerde, katı ve kızartma yağlarında, hazır hayvansal gıdalarda, bunlara bağlı olarak, kızartılmış gıdalarda, fırıncılık ve pastacılık ürünlerinde, tart, pasta, bisküvi, pizza hamuru, kek, çikolata, gofret, cips, salata sosları, hamur işi, kraker, hazır köfte, tatlılar, katı yağlar ve birçok fırınlanmış yiyeceklerde bulunabildiğini söyledi. Yorulmaz, gıda satın alırken etiketlerin mutlaka okunması gerektiğini ifade etti. Yorulmaz, şu önerilerde bulundu:

 "Etiket bilgisi olmayan ya da etiketinde 'hidrojenize yağ', 'hidrojene nebati yağ' ya da 'hidrojene bitkisel yağ' içerdiği belirtilen gıdalar satın alınmamalıdır. Dışarıda yemek zorunda kalındığında, kalitesinden ve temizliğinden emin olunan yerler tercih edilmeli ve mümkün olduğunca kızartmalardan kaçınılmalıdır." Doğal olmayan trans yağların çok yüksek sıcaklıklarda ısıtma, kızartma veya defalarca kullanılma sonucu ya da sıvı bitkisel yağları katı yağ haline getirebilmek için hidrojen eklenme işlemi sonucu ortaya çıktığını ifade eden Yorulmaz, "Çalışmalar, doğal trans yağların sürekli ve fazla miktarda alınmadıkça bir zararı olmadığını, tersine vücut için yararlı olduğunu göstermektedir. Günümüzde insanlar fazla miktarda doymuş yağ ve trans yağ tüketmektedir." dedi.

Doğal yağ neden zararlı değil

[No Paragraph Style][Basic Paragraph]Metin_BütünProf. Dr. Faruk Yorulmaz, doğal trans yağlarla doğal olmayan trans yağların farkını şöyle açıkladı: "Doğal olmayan trans yağlar" insan vücudu için yabancı olmaları nedeniyle sağlıksızdırlar. Doğal olmayan trans yağlar, kötü kolesterolü artırır, iyi kolesterolü azaltır, pıhtılaşmayı ve buna bağlı olarak kalp krizi riskini artırır. Aynı zamanda bağışıklık sistemini zayıflatır, şeker hastaları için çok sakıncalıdır. Karaciğerin çalışmasını bozar, üreme sistemini etkiler. Anne sütüne geçerek kalitesini düşürür ve hücrelere zarar verir. Çalışmalar, yüksek miktarda ve sürekli trans yağ tüketiminin erken ölümlere yol açtığını göstermektedir.''

aa
Başlık: Dikkat ! Makyaj sizi zehirlemesin !!
Gönderen: Ay Işığı - 30 Eylül 2009, 19:46:37
Amerika'da makyaj malzemelerinde civa kullanımı yasaklandı. Ancak göz bölgesinde kullanılan makyaj malzemelerinde sınırlı miktarda civa kullanımına izin verildi. Makyaj malzemelerinde kullanılan civa, cilt tarafından emiliyor ve vücutta birikiyor. Bu da bedende alerjik reaksiyonlara neden olabiliyor.

Kaşıntı bunun belirtilerinden biri. Civa hamile kadınların bebeklerinin beyin gelişimlerini de olumsuz etkiliyor. Bu arada Amerikan Çevre Çalışma Grubu'na göre makyaj malzemeleri yapımında kullanılan kimyasallar üzerinde yeterince araştırma yapılmıyor.

Çevre Çalışma Grubu'nun uyarısı ise şöyle: "İnsanlar günlük bakımlarında ve makyaj malzemelerinde ne tür kimyasallar kullanıldığı konusunda daha duyarlı olmamalılar. Kozmetikte kullanılan kimyasalların neredeyse yüzde doksanında yeterince araştırma yapılmıyor. Bu da büyük bir tehlike."
 
 
kadincakararinca.com
Başlık: Yapay hamam böceği kalbi hastalara umut
Gönderen: Ay Işığı - 08 Ekim 2009, 21:26:36
Hamam böceğinin anatomisinden esinlenerek temeli atılan ve 2 bin 400 dolara mal olan yapay kalp, kalp nakli bekleyen hastalara umut oluyor.

The Times'ta yer alan habere göre, sağlıklı, karşılanabilir maliyette ve güvenli sentetik kalbin gelişimi, organ naklinin az sayıda olması ve yükselen kalp hastalığı seviyesi açısından çok önemli bir yer tutuyor. Şu an Amerika'da bulunan 2 tip yapay kalbin çok pahalı ve tanesinin 50 bin dolar olduğunu söyleyen uzmanlar, ikisinde de problemler olabildiğini ve hastaların enfeksiyonlara, felç riskine karşı savunmasız olduklarını da sözlerine eklediler.

Yapay kalbin geliştirildiği Hindistan Teknoloji Enstitüsü'nden araştırmacılar, en kritik problemlerin yapay kalpleri gerçek bir şeymiş gibi görmeye çalıştıklarında oluştuğuna inanıyorlar.

İnsan kalbinin 4 odacığı var, fakat sadece sol karıncık kanı vücudun etrafında dolaşmasını sağlayan basınçı oluşturmaktan sorumlu. Araştırmacıların geliştirdiği, prostetik kalp ise 5 odacık vasıtasıyla basıncı aşama aşama üretiyor. Bu modelin hamam böceği anatomisiyle aynı olduğunu belirten araştırmacılar, titanyum ve plastikten yapılan ve 1960'lı yılların başından beri vücut dışından şarj edilen pillerle çalışan prototip kalp üzerinde çalışıyorlar.

Hamam böceğinin kalbinde 13 odacık bulunuyor, basınç bir dizi basamak halinde üretiliyor. Eğer birinde hata olursa, hayvan yaşamaya devam ediyor.

Kaynak: Zaman

Başlık: Endoskopi Artık Kameralı Haplar İle Yapılacak
Gönderen: Tuğra - 11 Ekim 2009, 11:19:51
Bilindiği gibi sindirim sistemi hastalıklarını teşhis etmede endoskopi yöntemi çok sık olarak yapılmaktadır. Ne var ki bu yöntem hastalar için oldukça sıkıntılıdır. İşte bu noktada teknoloji imdadımıza yetişti ve kameralı haplar devreye girdi.

Sindirim sistemindeki hastalıkları tespit etmek ve teşhis koymak amacıyla yapılan endoskopi ve kolonoskopinin yerini artık üç santim boyutundaki kameralı kapsüller alacak. Art arda fotoğraf çekme yeteneğine sahip söz konusu kapsüller, Türkiye’de kullanılmaya başlandı bile.

Kameralı kapsüllerin eski yöntem ile kıyaslandığında pek çok avantajı olduğunu belirten Gastroenterolog Dr. N. Memişoğlu, “Bu teknikle eskiden içini çok zor gördüğümüz ve kapalı kutu olarak nitelendirdiğimiz incebağırsağı tümden görebilmek bu yöntem sayesinde artık olanaklı” şeklinde konuştu.

Üst sindirim sistemi, incebağırsak ve kalınbağırsak için 3 ayrı kapsül mevcut. Üst sindirim sistemi olan mide ve on iki parmak bağırsağı için 1 kameralı kapsül içiliyor. Beş metrelik incebağırsağın tümünü görebilmek için de yine aynı kapsülden içiliyor.

Bu kapsülün ilkinden farkıysa sekiz saat pil süresi olması. Böylelikle bir tane kamerası olan hap ince bağırsağın içinde kolaylıkla girip resimler çekebiliyor. Kalınbağırsak için olan haptaysa 2 kamera mevcut. Bu kameralar yutulduktan 3 dak. sonra kendini kapatıyor.

Bir saat kırk beş dakika sonra ince bağırsağın sonlarına ulaştığında yeniden açılıyor. Kişi hapı yuttuktan sonra beline riseptör ismi verilen bir alet takıyor. Bunun sayesinde kapsüldeki bilgiler burada depolanıyor ve daha sonra pc’ye aktarılıyor. Doktorlar da art arda çekilmiş bütün fotoğrafları izleyip tanıyı koyabiliyor

genelsaglikbilgileri
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Buğulu Ay - 11 Ekim 2009, 21:42:46
oo bakın bu çok iyi olmuş bende endoskopi yaptırmıştım çok zor bişey ıyy. bu haplar çok iyi olmuş paylaşım için teşekkürler tuğra..
Başlık: Kanser tedavisi sırasında yeşil çaya dikkat edin
Gönderen: İsra - 14 Ekim 2009, 04:05:09
(http://medya.zaman.com.tr/2009/10/14/yesilcay.jpg)

Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde bilim adamlarının yaptıkları araştırma sonucunda yeşil çayın kanser tedavisini olumsuz etkilediği ortaya çıktı.

Özellikle kemoterapiye giren hastalarda kullanılmaması gerektiği vurgulandı. Türk Hematoloji Derneği'nin Antalya'da düzenlediği 35. Hematoloji Kongresi'nde bu araştırma sonuçlarını açıklayan Derneğin Genel Sekreteri Doç. Dr. Mutlu Arat, araştırmayla yeşil çayın kanser tedavisi alan kişiler tarafından yardımcı tedavi yöntemi olarak tüketilmemesi gerektiğinin belirlendiğini kaydetti.

Bazı yeşil çay bileşenlerinin tümör hücrelerinin ölümünü engellediğini belirten Arat, kanser hastalarının, bitkisel ve diğer alternatif tıp ürünlerini doktorlarına danışmadan kullanmamaları gerektiğini vurguladı. "Hastalarımızdan ricamız bize bu kullanacakları ürünleri mutlaka sorsun. Türkiye'de dünyanın bazı ülkelerinde olduğu gibi gerçek manada bitkisel ve alternatif tedavi uzmanı bulunmuyor. Bu da hastaların tedavilerini olumsuz etkiliyor. Bu şekilde bilinçsiz tedavi kemoterapiyi sonuçsuz bırakabilir." şeklinde konuştu.
Başlık: Ellerin santimetre karesinde 6 bin bakteri yaşıyor
Gönderen: İsra - 19 Ekim 2009, 04:22:47
Grip başta olmak üzere birçok hastalık eller aracılığıyla bulaşıyor. Erişkin bir insan elinin santimetrekaresinde 6 bin bakteri bulunabileceğini belirten Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Tayar'a göre bulaşıcı hastalıklardan korunmanın en etkili yolu el yıkamadan geçiyor.

Tayar, "Eller, yemek yemeden, işe başlamadan önce, tuvaleti kullandıktan, yemek yedikten, saçları taradıktan sonra muhakkak yıkanmalı." tavsiyesinde bulunuyor.

zaman
Başlık: Şeker hastaları ayaklarına çok iyi bakmalı
Gönderen: İsra - 26 Ekim 2009, 03:34:58
Şeker (diyabet) hastalarının ayak yaralanmalarına karşı dikkatli olmasını isteyen uzmanlar, hastaların özel çorap giymesini tavsiye ediyor. Şeker hastalarının, günlük olarak parmak aralarını yıkaması, tırnak bakımını düzenli bir şekilde yapması gerekiyor.

Acıbadem Kayseri Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Sinan Karaoğlu, şeker hastalarında ayak sorunlarının bazen ayağın bir kısmı hatta bacağın kaybı ile sonuçlanabildiğini söyledi.

Prof. Dr. Karaoğlu, ayakların, parmak aralarının ve tırnakların her gün dikkatle kontrol edilmesi gerektiğini, görülemeyen bölgeler için küçük bir ayna kullanılabileceğini belirtti. Ayaklarda nasır, çatlak, kesik, çürük, sıyrık, şişme ve kızarıklık gibi enfeksiyon belirtileri olup olmadığına bakılması gerektiğini ifade eden Karaoğlu, "Ayağınızda hassas ya da enfeksiyonlu bir bölge fark ederseniz, en kısa sürede doktora danışın. Ayaklar her gün nazikçe yıkanmalı. Ilık su ve sabun ya da doktorunuzun önereceği bir temizleyici kullanılabilir." dedi.

Sinan Karaoğlu, egzersizin, kan dolaşımını artırıp, ayakların daha sağlıklı kalmasına yardımcı olduğunu belirterek, şunları söyledi: "Egzersiz yaparken, yaralanma riski göz önünde bulundurulmalı. Ayaklar ya da bacaklar yorulduğunda, egzersize devam etmeden önce, bir müddet oturulmalı ve ayaklar yukarıda tutulmalı. Ayaklara sağlıklı olarak kan gelemiyorsa açılan yaraların enfeksiyona dönüşmesi ihtimal dahilindedir."
Başlık: Evdeki hayvanlar saman nezlesi nedeni
Gönderen: Tuğra - 26 Ekim 2009, 09:53:06

Saman nezlesi olarak bilinen Seasonal Alerjik Rinit’in en belirgin formu, mevsimsel olarak, genellikle sonbahar ve ilkbaharda bazı polenlere yanıt olarak gelişir.

(http://www.progarchives.com/forum/uploads/avatars/20060814_091110_kedi1.jpg)

Seasonal alerjik rinit (SAR Saman nezlesi), çocuk ve erişkinlerin yüzde 10-15′ini etkileyen sık görülen bir durumdur.

Tipik olarak burun tıkanıklığı, burun akıntısı, hapşırık ve burun kaşıntısı belirtileri vardır. Kaşıntı, kızarıklık ve sulanma gibi göz belirtileri (alerjik konjunktivit) sıklıkla mevsimsel alerjik rinite eşlik eder.

Perennial alerjik rinit (PAR) denilen bir ikinci tip ise ev tozı akarı ve hayvan deritüy döküntüleri gibi ev içi alerjenlerinden bir veya daha fazlasına yanıt olarak tüm yıl boyunca görülür.

Mevsimsel tipe göre daha az dramatik olmasına rağmen, bu durum sıklıkla süregen şiddetli burun tıkanıklığına yol açar.

Her iki alerjik rinit formu da, sıklıkla, burun ve sinüslerin ikincil enfeksiyonlarıyla daha karmaşık hale gelir.

sağlık ve güzellik
Başlık: İç kanamaları onaran bir antikor keşfedildi
Gönderen: Tuğra - 28 Ekim 2009, 01:25:11
Kurşun yarası ve trafik kazası gibi durumlarda, kişide oluşan iç kanamayı en aza indirebilen bir antikorun keşfedildiği bildirildi.  

(http://www.veteknoloji.com/resimler/haberler/20091026020742_antikor.jpg)
 
ABD'deki Oklahoma Tıp Merkezi Vakfında (OMRF) görevli bilim adamlarının yaptığı araştırmada, iç kanamanın büyük bölümünden "histon" adında bir proteinin sorumlu olduğu ve söz konusu antikorun histonun bu kabiliyetini engellediği görüldü.

Nature Medicine dergisinde yayımlanan araştırmada, antikorun, hastalıkların tedavisi ve ciddi yaralanmalarda yeni tedavi yöntemlerine ışık tutabileceği belirtildi.

Araştırma çerçevesinde, farelerde sepsis (yaygın enfeksiyon) oluştuğunda, kanlarında histonun yüksek seviyelerde seyrettiği ve aynı durumun primatlarla insanlar da gözlendiği bildirildi.

Histon, normalde DNA dizilerinin etrafında toplanan bir hücrenin çekirdeğinde yer alıyor. Hücre, yaralanma ya da hastalık nedeniyle zarar gördüğünde, serbest kalan histon kan sistemine girerek, damarlara zarar vermeye başlıyor. Bilim adamları, bunun hayati tehlike arz eden, kontrol altına alınamayan iç kanama ve dokulardaki sıvı birikiminin nedeni olduğuna inanıyor.

veteknoloji.com
Başlık: Zihin yorgunluğunuzu atmak için
Gönderen: enfa - 30 Ekim 2009, 23:28:34
Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Güzelipek, çay ve kahvenin, sigara içenlerde beyin felci riskini azalttığını söyledi.

Uzm. Dr. Mehmet Güzelipek, çayda bulunan 'Alfa tokoferol' isimli antioksidan bir maddenin özellikle atar damar sertleşmesi oluşmasını engelleyerek tıkayıcı tip beyin felçlerinin riskini yüzde 21 azalttığını belirtti. Güzelipek, "26 bin 500 erkek üzerinde yapılan bir çalışmada bilim adamları, günlük çay ve kahve tüketiminin hem damar tıkanması hem de beyin kanaması şeklindeki beyin felçlerini, özellikle, sigara içen erkeklerde azalttığını tespit ettiler. Şaşırtıcı gibi görünen bu sonuç ülkemiz için de
oldukça önemlidir" dedi.

Kahve ve çayın oldukça kuvvetli bir antioksidan olan fenolik bileşenler içerdiğini anlatan Dr. Mehmet Güzelipek, şunları söyledi:
"Beyin kanaması veya beyin damar tıkanması sonucu oluşan felçlerin en önemli nedenlerinden birisi, damar sertliği sonucu damar yapısının, elastikiyetinin bozulması nedeniyle pıhtı plakları oluşması ve bu pıhtıların beyindeki ana atardamarı tıkaması veya damar cidarlarının yırtılması sonucu beyin kanamasıdır. Çayda bulunan alfa tokoferol isimli antioksidan bir madde özellikle aterosklerotik (atar damar sertleşmesi) plakların oluşmasını engelleyerek tıkayıcı tip beyin felçlerinin riskini yüzde 21
azaltıyor. Günlük 2 fincan kahve tüketimi ise içerdiği fenolik bileşenler yardımıyla yemek sonrası ani kan şekeri yükselmelerini önleyerek insülin duyarlılığını artırıyor. Bu da damar cidarında iltihaplanma nedeniyle oluşan aterosklerotik plakların oluşmasını engelleyerek özellikle beyin kanamalarını yüzde 23 azaltıyor."

Fatsa Çınar Tıp Merkezi Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Güzelipek, Türkiye'nin çay ve kahve tüketimi açısından oldukça şanslı olduğunu ifade ederek, çay ve kahvenin faydalarını şöyle sıraladı:
"Günlük 4-5 bardak, klorsuz içme suyuyla 15 dakika demlenmiş siyah veya yeşil çay tüketimi, ayrıca 2 fincan Türk kahvesi tüketimi beyin sağlığımız için oldukça faydalıdır. Şekersiz olarak tüketirsek, üstelik sigaradan uzak durursak faydalarının daha da artacağı açıktır. Ayrıca kahve ve çayın hafıza, dikkat ve zihin yorgunluğu üzerinde de oldukça yararlı etkileri vardır. Bu sonuçların kadınlarda da benzer şekilde olacağı tahmin edilmektedir. Sonuç olarak, günlük kararınca tüketilen çay ve kahve beyin
sağlığımız için oldukça faydalıdır."

Habertürk
Başlık: Kış aylarında bol bol tüketin
Gönderen: Tuğra - 12 Kasım 2009, 13:05:18

Kalp sağlığınızı korumak ve kanser hücrelerini durdurmak için mutlaka tüketin...

(http://www.haber3.com/images/news/kis-aylarinda-bol-bol-tuketin-312711.jpg)

Nar ekşisinin faydalarının saymakla bitmeyeceğini söyleyen Dr. Murat Buran, "Nar ekşisinin özellikle kış aylarında bol bol tüketilmesi gerekir. Adeta antibiyotik olan nar suyu, özellikle bağışıklık sistemini güçlendirerek vücudu pek çok hastalıktan koruyor. İçerdiği bazı maddelerle kolesterol ve şekeri de dengeleyen nar ekşisi, kalp sağlığını koruduğu gibi, kanser hücrelerinin de gelişmesini engelliyor " diye konuştu.

Haber3
Başlık: Hangi pamuk sağlıklı?
Gönderen: Tuğra - 14 Kasım 2009, 08:27:49
Pamuk üretilirken hangi zehirlere maruz kalıyor? En sağlıklı pamuk hangi pamuk? İşte cevapları...

(http://www.iyilikguzellik.com/images/haber/1303.jpg)

Pamuk üretimi dünyadaki tarım üretiminin %3 ünü temsil eder, ancak üretim esnasında  büyük miktarda kimyasal pestisid ( böcek ilacı) kullanılmakta.

Bu açıdan pamuk, birim alan başına diğer bütün ekinlere kıyasla üretiminde en fazla kimyasal ilaç kullanılandır ve dünya böcek ilacı üretiminin %16' sı pamuk üretimi için kullanılmakta.

Bu kimyasallar pamuğun verimli büyümesine engel olan böcekleri hedefler ancak, bu esnada toprak tarafından emilmekte,  yüzey sularını ve havayı kirletmektedirler. Kimyasal gübre kullanılan topraklar suyu daha az tutarak, su kaybına neden olmaktadır.

Pamuk üretiminde kullanılan kimyasasalların pek çoğu sinir sistemimize zarar veren kansorejen maddelerdir. Pestisidler, pamuğun liflerine yerleşir, yıkama ile kaybolmaz ve cildimiz tarafından kolayca emilime uğrar. Bütün bunlara rağmen, pamuk kumaş üretiminde en çok tercih edilen ham maddedir.

Organik Pamuk genetik olarak modifiye edilmemiş bitkilerden böcek ilacı, kimyasal gübre gibi toksik maddeler kullanılmadan üretilen pamuktur.

Organik tarım ürünleri, uzun vadede astım ve kanser gibi rahatsızlıklara neden olan ve toprağı, havayı, suyu ve besinlerimizi kirleten sentetik böcek ilaçlarına maruz kalmamıza engel olarak bizi ve ekosistemizi korur.

Organik pamuk kullanmayı tercih etmek, kendinizin, çocuğunuzun sağlığının ve üzerinde yaşadığımız gezegenin geleceği  hakkında düşünmek demektir. Yıllardır süregelen zirai uygulamalar, tehlikeli böcek ilaçları ve gübrelerin kullanılması, genetiği değiştirilmiş mahsullerin yetiştirilmesi organik tarım yöntemlerinin uygulanması ile geri çevrilebilinir.

Organik üretim mantığını benimsemiş üreticiler ile iş yaparak, doğaya karşı gelmek yerine, doğa ile iş birliği yapıyoruz. Organik ürünler yiyeceklerimizin, tekstil ürünlerinin ve kozmetiklerin içinde gereksiz katkı maddelerinin kullanılmaması anlamına gelir.

ntvmsnbc
Başlık: Antibiyotik Gribe İyi Gelmiyor
Gönderen: Tuğra - 24 Kasım 2009, 06:52:16

Avrupa Grip Gözlem Komitesi ve Avrupa Hastalıktan Korunma ve Kontrol Merkezi'nin 'A-H1' adlı yeni bir tür grip virüsünün salgın haline geldiğini açıklamasıyla birlikte, grip virüsü tekrar mercek altına alındı.

Gribin, influenza virüsünün yol açtığı bir solunum yolu hastalığı olduğunun bilindiği gibi antibiyotiklerin bu konuda herhangi bir faydası olmadığını belirten Vehbi Koç Vakfı (VKV) Amerikan Hastanesi Check - up uzmanı Dr. Hayri Aydın, bütün üst solunum yolu şikayetlerinin de grip olmadığını söyledi.

Genel olarak gripte ateş, burun akıntısı, boğaz ağrısı, kas ve eklem ağrıları, öksürük, halsizlik gibi şikayetlerin görüldüğünü ifade eden Dr. Aydın, 'Bunların diğer solunum yolu virüslerinin de ürettiği şikayetler olduğu düşünülecek olunursa ayırım yapmak çok kolay değil.

Ancak gripte genellikle bu belirtiler biraz daha ağır seyreder. İnfluenza virüsüne karşı yeni antiviraller geliştirilmiştir.

Bunlar özellikle ilk 24-48 saat içinde alındığı zaman etkinlikleri olan, hastalığın daha hafif ve daha kısa sürmesini sağlayan ilaçlardır.

Grip olduğunu düşünen insanların bir an önce bir doktor ile görüşmesi ve bu konuda önerilerini alması uygun olacaktır' dedi.

Aydın, bol bol C vitamini içeren meyveleri tercih etmenin grip önleme konusunda yapabilecekler arasında yer aldığını belirterek, 'Grip virüsü, hastalıklı insanların virüsü olduğu vücut salgılarına dokunmuş olan elleri ile başka yerlere dokunmaları ve daha sonra burayla temas eden sağlıklı insanların ellerini ağız ve burunlarına götürmeleri ile vücuda girer.

Gripten korunmak için özellikle elleri sık sık yıkamalı. Eğer yıkamak mümkün olmuyor ise alkol bazlı dezenfektan, temizleyici maddeler ile temizlemeli. Hastalığı olanların topluluklara karışmaması, özellikle çocukların okula gönderilmemesi önemli olacaktır' diye konuştu.

Real Age- Ozan Vural
Başlık: İşte ateş düşürücü bitkiler
Gönderen: Tuğra - 26 Kasım 2009, 01:57:21

Ateş yükselmesinde size yardımcı olacak bazı bitkiler...

Vücut ısısının 37.5 dereceden yukarı çıkmasına ateş yükselmesi denir. Ateşin yükselmesi ile birlikte; üşüme, titreme, baş ağrısı, iştahsızlık ve vücut kırgınlığı görülür.

Bazı bitkiler ateş düşürmek için çok faydalıdır. İşte ateş düşürücü pratik bitkisel formüller :

1-Kaynatılan ıhlamurdan bir bardak alınarak içine 1 çay kaşığı dolusu nane konulur.10 dakika demlendirilen karışımdan içilirse ateş düşer.

2-Maydanoz, kantoron, pelin yaprağı, okaliptus yaprağı ile kuru erik hoşafı yapılarak içilmelidir.

3-Bir bardak kaynar suya 5 gram ufalanmış ebegümeci konulur.10 dakika demlendirilir ve günde 3 bardak içilir.

4- Bir bardak kaynar suya 10 gram civanperçemi konularak 10 dakika demlendirilir ve günde 2-3 bardak içilir.

Haber3
Başlık: Grip geçirenlerin direnci artıyor
Gönderen: Tuğra - 26 Kasım 2009, 13:53:25

Grip geçiren insanların direnci, aşı olanlara göre daha fazla...

Hollandalı araştırmacıların son bulgularına göre, grip geçiren insanlar, özellikle de çocuklar, bu hastalığa karşı vücut direncini aşı olanlara göre daha fazla artırıyor.

Alman "Frankfurter Allgemeine Zeitung" gazetesinin internet sayfasında yer alan habere göre, Rotterdam Üniversitesi Erasmus Tıp Merkezinden virolog Rogier Bodewes, gribe karşı aşı yaptırmamanın daha faydalı olabileceği görüşünü dile getirdi.

Araştırma sonuçlarını "The Lancet Infectious Diseases" adlı tıp dergisinde yayımlayan Bodewes, gribin atlatılmasından sonra vücudun bağışıklık sisteminin çok daha fazla geliştiğini, bunun özellikle çocuklarda gelecekleri için faydalı olabileceğini belirterek, bu nedenle sağlıklı çocuklara aşı yapılmasının ne kadar doğru olacağının düşünülmesi gerektiğini ifade etti.

Hollandalı araştırmacılar, bir grup fare üzerinde yaptıkları araştırmada, bazı farelere mevsimsel grip aşısı verdikten sonra tüm farelere belirli bir dozda kuş gribi virüsü aşıladı. Mevsimsel grip aşısı yapılan farelerin, bu aşının uygulanmadığı farelere göre daha fazla sayıda öldüğü belirlendi.

Haber3
Başlık: Her 10 reçeteden biri yanlış!
Gönderen: Tuğra - 04 Aralık 2009, 20:14:52

Hastanelerde doktorların yazdığı her 10 reçeteden birinin hastalara zarar verebilecek yanlışlar içerdiği ortaya çıktı.

Daily Telegraph'taki habere göre, Genel Tıp Konseyi'nin sponsorluğundaki araştırmaya göre, hatalar gerekli ilacı yazmayı unutmak, yanlış doz vermek, hastanın alerjilerini dikkate almamak, okunaksız yazmak gibi hataları kapsıyor.

Araştırma çerçevesinde İngiltere'deki 19 hastanede yazılmış 124 bin 260 reçete eczacılar tarafından incelendi ve 11 bin 77 hata tespit edildi.

Eczacıların tespit edemedikleri hataların sayısının bilinmediği, bu nedenle saptanan hataların "asgari" olduğu belirtildi. Hatalarıyla ilgili doktorlarla yapılan görüşmelerde, bazı doktorlar hatalarını kabul ederek bunları eczacıların düzeltmesini beklediklerini söylediler.

HER 20 HASTADAN BİRİ RİSK ALTINDA

Araştırmada, hatalı reçetelerin yaklaşık yüzde ikisinde ölümcül hatalar bulunduğu tespit edildi. Her 20 hatadan birinin ciddi olduğu, çünkü bunlarda dozun ya çok düşük ya da zehirleyici etkisi olacak kadar yüksek yazıldığı, reçetelerin yarısından fazlasında ise gerekli ilaç verilmeden hastanın gönderildiği belirlendi.

Manchester Üniversitesi'nden bir ekibin yaptığı araştırmada, sonuç olarak yanlış yazılan reçeteler yüzünden hastalara ciddi zarar gelmediği, bunun sebebinin de muhtemelen eczacıların ilaçlar verilmeden önce reçeteleri kontrol etmeleri olduğu belirtildi.

Genel Tıp Konseyi başkanı ve Notthingham Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Peter Rubin, yeni mezun doktorların reçetelerinin yüzde 8,4'ünde hata yaptıklarını, ikinci meslek yıllarındaki doktorlarınsa her 10 reçeteden birinde hata yaptıklarını söyledi.

Haber Aktüel
Başlık: Gargaradaki büyük tehlike
Gönderen: Tuğra - 06 Aralık 2009, 19:01:33

İçeriğinde alkol bulunan gargaralar ağız kanseri riskini artırabiliyor.

İngiliz bilim adamları, içeriğinde alkol bulunan ve ağız çalkalamak için kullanılan gargaraların ağız kanseri riskini artırabildiğini ortaya koydu.

Newcastle Üniversitesi uzmanlarının araştırmalarına göre bu gargaralarda bulunan yüzde 26 oranındaki alkol ağızda yanma, kuruluk ve acıya neden olarak ağız kanseri tehlikesini yükseltebiliyor. Vatan'ın haberine göre; Gargaralarda kullanılan alkol bakterileri yok etmeye yardımcı olmuyor.

Mentol ve benzer bakteri öldürücülerin daha aktif bir hale geçmesi için tercih edilebiliyor. Ancak alkoldeki “etanol” maddesi kanser hücrelerinin gelişimini tetikliyor. Ve özellikle sigara ve gargarayı bir arada kullananlarda risk daha da artabiliyor.

Patlama yapan ağız kanseri vakalarının da bu gargaralardan kaynaklanabileceği tahmin ediliyor. Uzmanlar, “İçeriğinde alkol olmayan gargaraları tercih edin” diyor

Haber3
Başlık: Sakız çiğnemek reflüye iyi geliyor
Gönderen: İsra - 07 Aralık 2009, 04:04:11
Biz doktorlar hastalara yasak koymaya bayılırız. Mide şikayetiniz mi var?... Sakın acılı yemeyin... Beliniz mi ağrıyor?.. Hemen sporu bırakın.. Dizinizde sorun mu var? Sakın koşmayın...

Reflü hastalığında; mide asidi, çeşitli nedenlerle yukarı kaçarak yemek borusu ve boğazı tahriş eder. Hastalarda, göğüs ortasında yanma, boğazda gıcık, kuru öksürük gibi şikayetler ortaya çıkar. Archives of İnternal Medicine dergisinde yayınlanan bir çalışma, Reflü hastalığında diyet yapmanın hiçbir yararı olmadığını gösterdi. Yani reflünüz varsa sarımsak, soğan, acılı yemeklerden uzak durmanıza gerek yok. Eğer midenizde sorun yoksa Reflü için  ne yediğiniz değil, yemeğinizi ne zaman yediğiniz daha önemli. Yani dik pozisyondan yatay pozisyona geçmeden önce yediklerinizin hazım olmasını, midenizin boşalmasını beklemeniz gerekiyor. Yatağa gitmeden en az üç saat önce yemeğinizi bitirmiş olmalısınız. Yemekten sonra televizyon karşısında abur cubur atıştırmaya devam edip sonra da hemen yatarsanız işiniz zor...

Reflü tanısı alan hastalar için birkaç tavsiyem daha var:

(1) Akşam yemeğinden sonra yarım saatlik kısa bir yürüyüş yapın. Yürüyenlerde mide asidi yemekten sonra koltuğa yığılıp kalanlara göre %17 daha az oluyor.

(2) Sakız çiğnemenin reflüye iyi geldiği bulundu. Ancak nane sakızı olmayacak. (Nane yemek borusu kapağını gevşeterek reflüyü artırabiliyor.) 

(3) yatarken yarım bardak ılık süt içmenizde fayda var...

Dr.Murat Kınıkoğlu
Başlık: Ağız kokusunu giderme yolları
Gönderen: Lika - 09 Aralık 2009, 02:12:48
 Ağız kokusu en az bir kez de olsa hepimizin başına gelmiştir. Fakat, böyle bir durumla karşılaşınca yaşam kalitenizi bozmak ya da sosyal etkinliklerinizi kısıtlamak zorunda değilsiniz

Ehow adlı internet sitesinde yer alan habere göre, ağız kokusunun tedavisi için neler yapabileceğiniz aşağıda açıklanıyor.

1. Nane ve sakız çiğneyerek ya da nefesinizi tazeleyen spreyler kullanarak, kronik ağız kokusundan geçici olarak kurtulabilirsiniz. Ancak, bunlar kesin tedavi değildir. Nefesinizin kokmasını tamamen durdurmanın yollarını ararken, problemi maskelemek kısa süre için olabilir.

2. Burun tıkanıklığından dolayı ağzınızdan nefes alıp vermeniz ağzınızın kötü kokmasına neden olabilir. Çünkü, kuru bir ağız kokar. Düzenli su içimi ağzınızın yağlanmasına yardımcı olur ve tükürük akışını canlı tutar. Dişlerinize, ağzınıza yapışıp kalan yemek kalıntılarını yıkamak da kötü ağız kokusunun giderilmesine yardımcı olur.

3. Kronik ağız kokusu, yetersiz ağız hijyeni tarafından da oluşabilir. Dişlerinizi etkili bir biçimde fırçaladığınızı düşünebilirsiniz, ancak dilinizi fırçalıyor ya da temizliyor musunuz? Keskin kokulu yiyecekler ya da kahve gibi içeceklerden sonra dil, mikropları ve bakterileri üstteki astarda muhafaza eder. Böylece, kötü kokan ağzın bir tedavisi, dişlerin yanında düzenli olarak dilin de fırçalanmasıdır.

4. Bazı hastalıklar da ağız kokusuna neden olabilir. Sinüs (burun) problemlerinden bahsetmiştik, fakat şeker hastalığı da bazen hoş olmayan ağız kokusuna yol açabiliyor. Bu durumda, ağız kokusunun tedavisinden çok asıl hastalığı tedavi etmek gerekiyor.

5. Kilo vermek için yapılan diyet de ağız kokusunun bir başka nedenidir. Özellikle de, kilo verme yöntemi olarak düşük karbonhidrat diyetini seçerseniz, en baştan kaybedersiniz. Düşük karbonhidratlı diyetlerde vücut enerji kaynağı olarak keton cismi denen maddeleri üretiyor ve kullanıyor. Ancak bunlardan bir tanesi nefes ile dışarı atılıyor ve bu madde nefeste kötü kokuya neden olabiliyor. Bunu önlemek için daha fazla karbonhidrat yemekten başka yol yoktur.

Zaman Online
Başlık: Zihin yorgunluğuna dikkat !
Gönderen: Tuğra - 14 Aralık 2009, 10:52:06

Yürüyüşünüzü, olması gereken süreden daha kısa sürede mi bitirmek istiyorsunuz?

Bir araştırmaya göre; kondisyon bisikletine binmeden önce bir grup kişiye 90 dakika boyunca zihin testi uygulanmış. Testi çözenler, kondüsyon bisikletinden daha erken inmiş.

Bir başka deyişle, zihinleri yorgun olan kişiler vücutlarının da yorgun olduğunu hisseder ve egzersizden daha çabuk pes eder. Buradaki 'neden' sorusunun cevabı pek net değildir ama bunun duygusal nedenlerden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Bu gerçek; zor bir günden sonra spor yapmamanız anlamına gelmez. Aslına bakarsanız böyle günler spor yapmaya en çok ihtiyacınız olan günlerdir. Sürekli "Dur artık lütfen" diye bağıran iç sesinizi susturup, egzersiz yapmaya ve böylece genç kalmaya devam edin.

Sabah / Prof. Dr. Mehmet Öz
Başlık: Yüksek ısı farkları hücreleri zayıflatıyor
Gönderen: Tuğra - 15 Aralık 2009, 17:19:38

Bazı bölgelerde evin içi ile dışarısı arasındaki neredeyse 50 dereceye varan ısı farklılıklarının solunum yollarındaki hücreleri adeta şok ettiği bildirildi.
Isı farkı nedeniyle şoka giren hücrelerin fonksiyonlarını yitirmesi sonucu; gribal enfeksiyon, sinüzit, faranjit, zatürree gibi solunum yolu hastalıklarının ortaya çıktığı belirtildi.

Erzurum Göğüs Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Dr. Ayhan Yiğit, solunum yolu hastalıklarında artış yaşandığını belirtti

Burundan nefes alın

Konu ile ilgili uzun süredir çalışmalar yürüten Dr. Yiğit, şunları söyledi:

“Evinden dışarı çıkan bir kişi, aniden 20 derece ile eksi 30 derece arasındaki 50 derecelik ısı farkına maruz kalıyor. Bu fark, kişi nefes aldığında, solunum yollarındaki hücreleri adeta şok ediyor. Hücreler; nemlendirme, ısıtma, zararlı mikroorganizmaları süzme gibi fonksiyonlarını yitiriyor.

Normalde hastalıklara neden olmayan mikroorganizmalar bile, gücünü yitirmiş bu hücrelere yerleşerek, solunum yolu hastalıklarına neden oluyor. Solunum yolu hücrelerini, aşırı ısı farkından koruyabilmek için burundan nefes alınmasının yararı olur.

Ağızdan alınan nefes direkt olarak hücrelerle temas ediyor ve hücreleri daha fazla ısı farkına maruz bırakıyor. Ancak burundan nefes alındığı takdirde, hava, solunum yoluna gelinceye kadar bir miktar ısınır. Ayrıca, bu tür durumlarda atkı kullanması da soğuk havanın şiddetini azaltır.”

sağlıkvegüzellik
Başlık: Kışın astıma dikkat !
Gönderen: Tuğra - 18 Aralık 2009, 10:41:39

Havaların soğumaya başlamasıyla bazı kronik hastalıklar kendini daha çok hissettirmeye başladı.

Medical Park Hastaneler Grubu Göztepe Medical Park Hastane Kompleksi Göğüs Hastalıkları Bölüm Direktörü Prof. Dr. Yalçın Karakoca, temel olarak astımın iki önemli çeşidinin bulunduğunu, bunların “Alerjik astım” ve “Alerjik olmayan astım” olduğunu söyledi.

Alerjik astımda hastanın duyarlı olduğu bir ya da daha fazla alerjenin (ev akarları, evcil hayvanlar, polenler, küfler) mevcut olduğunu ve bu duyarlılığın, alerjik deri testleri ya da kanda “spesifik IgE” ölçümü ile saptanabildiğini anlatan Prof. Dr. Karakoca, alerjik astımın, genellikle ilk belirtilerini çocukluk döneminde verebildiği gibi herhangi bir yaşta da ortaya çıkabildiğini belirtti.

Alerjik olmayan astımda ise hastanın duyarlı olduğu belirli bir alerjen olmadığını, genellikle seyrinin daha kronik ve sinsi gittiğini de anlatan Prof. Dr. Karakoca, bu nedenle tanının daha geç konulabildiğini ve krizlerin daha ağır ve tedaviye dirençli olduğunu kaydetti.

Prof. Dr. Karakoca, astımın kronik bir hastalık olduğuna vurgu yaparak, belirtilerinin hava yollarında daralma olduğu dönemlerde ataklar halinde ortaya çıktığını ve tedaviyle ya da kendiliğinden bu belirtilerin düzelebildiğini, bu düzelmenin de hastalarda yanılgıya neden olabildiğini, bu nedenle tedavilerini kesebildiklerini anlattı.

Astım hastalarında alerjenler, viral enfeksiyonlar (nezle, grip, farenjit), soğuk hava, kirli hava, sigara dumanı, ilaçlar (aspirin, ağrı kesici ve romatizma ilaçları), gıda katkı maddeleri, boya, cila, vernik, parfüm kokuları, stres gibi faktörlerin astım atakları nedeni olabildiğini de ifade eden Prof. Dr. Karakoca, şunları söyledi:

“Havaların soğumaya başlamasıyla bazı kronik hastalıklarda kendini daha çok hissettirmeye başlar. Özellikle kış aylarında hava kirliliğinin artması, bazı astım hastalarında astım nöbetlerinin geçirilmesine neden olabilir. Kış ayları astımı tetikliyor. Sobaların ve kaloriferlerin yakıldığı, yünlü kazakların sıkça giyildiği kış mevsiminde astım hastalarının özellikle dikkat etmeleri gerekiyor.”

Astımın genetik bir hastalık olduğuna işaret eden Prof. Dr. Karakoca, anne ya da babasında astım olan bir kişide astım ortaya çıkma olasılığının, ailesinde astım bulunmayanlara göre daha fazla olduğunu, genel popülasyonda astım yüzde 8-10 oranında görülürken, anne ya da babadan birisi astımlı ise doğacak bebekte astım görülme olasılığının yüzde 20-30'a, anne ve babanın her ikisi de astımlı ise oranın yüzde 60-70'lere çıktığını dile getirdi.

Astımlı hastalarda en sık görülen alerjinin ev tozu akarı alerjisi olduğunu da belirten Prof. Dr. Karakoca, ev tozu akarları ile mücadelede ortamdaki nem miktarının azaltılmaya çalışılması, yatak çarşaflarının her hafta en az 60 derecede yıkanması, yatak, yorgan ve yastıkların özel kılıflarla kaplanması olduğunu anlattı.

Astımı kontrol altına alan birçok ilacın bulunduğunu dile getiren Prof. Dr. Karakoca, astım tedavisinde çok ender kullanılan diğer seçeneğin ise aşı tedavisi olduğunu kaydetti.

BAZI BASİT ÖNLEMLER

Prof. Dr. Yalçın Karakoca, astım hastalarının alabilecekleri basit önlemleri de şöyle sıraladı:

“Astım atağına neden olabilecek eşyaları ev ortamından uzaklaştırın. Tüylü hayvanlarınızı evin dışında tutun. Sigara içmeyin ve içilen ortamdan uzak durun. Tüylü hayvanlarınız yataklarınıza, koltuklarınıza çıkmasına izin vermeyin. Çok uzun tüylü halı ve kilimlerinizi kaldırın. Yatak takımlarınızı toz geçirmeyen nevresim takımları ile kaplayın. Çarşaf ve nevresim takımlarını sık sık çok sıcak suda yıkayın ve mümkün olduğunca dışarda kurutun. İçerdeki havayı temiz ve canlı tutabilmek için sıkı sık odanızı havalandırın. Yemek pişirirken pencerelerinizi açık tutun. Dışardaki hava egzoz gazı, araba, fabrika dumanı veya çiçek ve ağaç polenleri ile kirlenmiş ise pencerelerinizi kapalı tutun. Yünlü kazaklar, atkı ve berelerden uzak durun

ladyturk
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Fatihan - 18 Aralık 2009, 10:42:58

Kalp sağlığınızı korumak ve kanser hücrelerini durdurmak için mutlaka tüketin...

(http://www.haber3.com/images/news/kis-aylarinda-bol-bol-tuketin-312711.jpg)

Nar ekşisinin faydalarının saymakla bitmeyeceğini söyleyen Dr. Murat Buran, "Nar ekşisinin özellikle kış aylarında bol bol tüketilmesi gerekir. Adeta antibiyotik olan nar suyu, özellikle bağışıklık sistemini güçlendirerek vücudu pek çok hastalıktan koruyor. İçerdiği bazı maddelerle kolesterol ve şekeri de dengeleyen nar ekşisi, kalp sağlığını koruduğu gibi, kanser hücrelerinin de gelişmesini engelliyor " diye konuştu.

Haber3

Nar suyu mu? Nar ekşisi mi?
Başlık: Nar ekşisi
Gönderen: Tuğra - 18 Aralık 2009, 10:50:49
Her ikiside olabilir,Nar ekşisini salatalarda leziz oluyor ekşi tat sevenlere daha uygun,suyu her zaman daha rahat içilebilir.

NAR EKŞİSİ

“Aslında nar ekşisi yapmak çok basit ama biraz uğraştırıcı. Uğraştıran şey ise narın tanelerini ayıklamak.

Arzu ettiğiniz miktarda narı ayıklayın. Tadını değiştirmemesi için zarını ve uçlarını iyice temizleyin. Sonrasında ise patates püresi yaptığımız ezici ile narları ezip, suyunu çıkarın ve sırlı toprak bir kaba* süzgeç vasıtasıyla süzdürün. Orta ateşte, reçel suyu kıvamına gelene kadar kaynatın. Porselen bir tabağa damlattığınızda akmadan kalıyorsa olmuş demektir. Bu aşamadan sonra bir süre güneşte bekletilir ve rengi koyulaştırılır.

*Domates, limon, nar gibi asitli yiyeceklerin pişirilmesi aşamasında reactive kapların kullanılmaması gerekiyor. Demir ve aluminyum kaplar bu kategoriye giriyor ve içlerinde pişen yiyeceklerin tadını bozuyorlar. O yüzden bu tür asitli yiyeceklerinon-reactive gruba giren çelik, cam ve sırlı toprak kaplarda pişirmekte yarar var.”

gıdaraporu
Başlık: Yanlış vitamin yarardan çok zarar veriyor
Gönderen: enfa - 20 Aralık 2009, 02:13:53
Soğuk havalar ve domuz gribi salgını doğal beslenmeye, vücut dengemizi koruma ihtiyacına ve vitaminlere olan talebi artırdı. Oysa eczanelerden satın alınıp gelişigüzel kullanılan ya da internet sitelerinden sipariş edilen vitaminler yarardan çok zarar getirebiliyor. Vitaminlerin kesinlikle doktor kontrolünde ve dozunda tüketilmesi gerektiğini söyleyen Memorial Ataşehir Tıp Merkezi Dahiliye Bölümü’nden Prof. Dr. Birsel Kavaklı, vitamin kullanımında dikkat edilmesi gereken noktalara değindi.

SAĞLIĞIN ANAHTARI: VİTA-AMİNE
Vitaminler, birçok fizyolojik olayda anahtar rol üstlenen moleküllerdir. Vitaminler insan vücudu tarafından sentezlenemedikleri için besinlerden sağlanması gerekmektedir. Vitaminlerin isimleri latincede hayat anlamına gelen ‘vita' ve nitrojen içeren anlamına gelen ‘amine' kelimelerinin kombinasyonundan türetilmiştir. Aslında günümüzde bilinen bütün vitaminler nitrojen içermez fakat ilk bulunan vitaminler içerdiği için isim bu şekilde kalmıştır. Sağlıklı bireylerde gıdalara ek olarak vitamin almaya gerek yoktur. Ancak vitamin ihtiyacını artıracak durumlar veya eksikliğinin saptandığı olgularda vitamin verilmesi gerekir.

BİLİNÇSİZ VİTAMİN KULLANIMININ SAKINCALARI
Bilinçsiz vitamin kullanımı karaciğer bozukluğundan böbrek rahatsızlıklarına kadar pek çok hastalığa neden olabilir. Vitaminin doktor kontrolünde kullanılması gerekir. Kişinin kafasına göre ya da eş dost tavsiyesi ile vitamin alması kesinlikle yalnıştır. Mutlaka doktor önerisiyle alınmalıdır. Bilinçsizce tüketilen A vitamini karaciğer bozukluğuna, fazla C vitamini böbrek taşına ve mide rahatsızlıklarına, D vitamini intoksikasyona sebep olabilir.

ÇOÇUĞA D, SİGARA İÇENE C, VEJETARYENE B12
Büyüme ve gelişme çağında, hamilelikte, ileri yaşlarda, kronik hastalığı olanlarda, alkolizmde eksikliği saptanan vitaminler kullanılmalıdır. Gerekli olan vitamin miktarı genellikle tavsiye edilen günlük miktar RDA olarak tanımlanmaktadır. Bu değerler ürünlerin etiket bilgilerinde yer almaktadır. Ama yine de ihtiyaç duyulan miktar kişiden kişiye farklılık gösterebilmektedir. Örneğin belirli hastalıklarda kişiye daha yüksek oranda vitamin tavsiye edilir; ayrıca ilaçlar vitaminlerin aktivitelerini engelleyebilmektedir. Belirli grupların özel vitaminlere daha fazla ihtiyacı vardır. Örneğin çocuklar (D vitamini), hamile bayanlar (folik asit), yaşlılar (D vitamini), sigara içenler (C vitamini), çok alkol tüketenler (B1 vitamini) veya vejeteryanlar (B12 vitamini) belirli vitaminlere daha fazla ihtiyaç duyarlar.

ANTİBİYOTİK TEDAVİSİNDE VİTAMİN
Gerekmedikçe vitamin kullanmak vücuda yarar yerine zarar getirecektir. Vitaminlerin bilinçli ve doğru kullanılması şarttır. Örneğin antibiyotik tedavisinde bağırsaktaki yararlı bakteriler de etkilenir. Buna bağlı olarak pamukçuk gibi mantar hastalıkları, ishal, hazımsızlık ve gaz şikayetleri ortaya çıkar. Bu nedenle antibiyotik tedavisinde özellikle B kompleks vitamini almak yararlıdır.

SAĞLIĞIN ABC’SİNİ GELİŞİGÜZEL KULLANMAYIN
A, D, E, K ve C vitaminlerine ait zarar ve yan etkiler iyi bilinmektedir. A vitamini vücutta birikip karaciğer toksisitesine yol açar. A vitamini toksisitesi, onu bağlayan proteinlerin yok olması ve bu yüzden A vitamininin hücrelere hücum etmesiyle belirir. Bu genellikle vitaminlerin diyetten alınması durumunda ortaya çıkmaz; fakat kişinin takviye kullanması durumunda belirebilir. Belirtileri mide bulantısı, kusma, karın ağrısı, ishal ve kilo kaybıdır. Kas ve sinir sistemi de iştahsızlık, sinirlilik, yorgunluk, uykusuzluk, bitkinlik, baş ağrısı ve kaslarda zayıflık belirtileri göstererek etkilenir.

 vitamini uzun etkilidir ve birikir. D vitamininin fazlası kandaki kalsiyumun yüksek konsantrasyonda olmasına neden olur. Kalsiyum böbrek taşı oluşturabilir. Kandaki yüksek kalsiyum seviyesi ayrıca kan damarlarının sertleşmesine neden olur ki; özellikle bu da kalp ve akciğer arterleri için tehlikelidir ve ölümcül olabilir. D vitamini toksisitesinin ek belirtileri ise; iştahsızlık, baş ağrısı, zayıflık, halsizlik, aşırı susuzluk, sinirliliktir.

E vitamini ile zehirlenme çok fazla miktarda alınırsa olur; fakat A ve D vitaminlerinde olduğu gibi kolay olmaz. Belirtileri baş ağrısı, zayıflık, baş dönmesi, halsizlik ve görme bozukluklarıdır.

K vitamini zehirlenmesi sadece K vitamini için suda çözünen kaynakları tüketen insanlarda meydana gelir. Belirtileri ise kırmızı hücrelerin hemolizi, sarılık ve beyinde hasarlanmadır.

Tiaminin (B1)anormal bir şekilde çok alımı sinir sistemini etkiler. Güçsüzlük, baş ağrısı, alınganlık ve uyku bozukluğuna yol açar. Ayrıca taşikardi yapabilir.

Yüksek miktardaki niasin (B3) sinir sisteminde, kandaki glukoz ve yağda uyuşturucu etkisi yaratabilir. Kusma, dilin şişmesi, bayılma gibi belirtiler meydana gelebilir. Ilaveten, karaciğerin fonksiyonunu etkileyebilir ve düşük kan basıncına neden olabilir.

B6 vitamininin uzun süreli yüksek dozda alımı, kimi zaman geri dönüşümü olmayan sinir hasarlarına neden olur. Ayaklarda uyuşmayla başlar, sonra ellerde his kaybolabilir ve ağız uyuşabilir. Daha başka toksik semptomlar ise yürümede zorluk, bitkinlik ve baş ağrısıdır. Alımı azaltıldığı zaman bu semptomlar azalır; fakat her zaman tamamen kaybolmaz.

Folat’ın toksisite belirtileri ishal, uyku bozukluğu ve alınganlıktır. B12 vitaminiyle olan yakın ilişkisinden dolayı, folatın yüksek miktarı B12 vitamini eksikliğini kapatır. C vitamini toksisitesi kusma, karın krampları uyku bozukluklarıdır. Böbrek taşına da yol açabilir.

VİTAMİN KULLANIMI KANSERİ TETİKLER Mİ?
ABD'de yapılan bir bilimsel araştırmada aşırı vitamin kullanımınıyla ilerlemiş prostat kanseri arasında bağlantı olabileceği bildirildi. Araştırma kapsamında 300 bin erkeğin sağlık durumlarına ve beslenme alışkanlıklarına bakıldı. Bunlardan üçte birinin, her gün çeşitli vitaminler aldıkları ve yüzde 5'inin aşırı vitamin tükettiği belirlendi. Araştırmanın başlamasından itibaren geçen 5 yıl içinde, 10 bin 241 erkeğe prostat kanseri teşhisi konuldu. Journal of the National Cancer Institute dergisinde yayınlanan araştırmada, aşırı miktarda vitamin kullananlarda öldürücü prostat kanserine yakalanma riskinin hiç kullanmayanlara oranla iki kat fazla olduğu sonucuna varıldı. Bununla birlikte araştırmacılar, vitamin kullanımıyla prostat kanserinin ilk safhası arasında ilişki bulamadılar. Araştırmacılar, yüksek dozda vitaminin tümör ortaya çıkana kadar etkisinin fazla olmadığı; ancak tümör oluştuktan sonra muhtemelen hızla büyümesine yol açtığı tahmiminde bulundular. Daha az kapsamlı benzer araştırmalarda da aynı sonuca varılmasına karşın, aşırı miktarda vitamin kullanımıyla prostat kanseri arasında kesin bir ilişki bulunduğunu kanıtlamak için başka araştırmalara ihtiyaç olduğu da vurgulandı.

SOĞUK ALGINLIĞANA KARŞI C VİTAMİNİ KULLANIRKEN...
C vitamininin fazlası böbrekler yoluyla dısarı atılır. Ana metabolitlerinden birisi oksalattır. Bu nedenle yüksek dozda uzun süre vitamin C alımında oksalat taşları oluşabildiği bildirilmiştir. Ayrıca C vitamininin mide asidini artırdığı ve midenin saldırgan faktörlerinden biri olduğu da bilinmektedir. Demir emilimini artırır. Anemik hastalarda demirle birlikte C vitamini alınması önerilir; ancak demir birikimi olan hemokromatoz durumlarında ve hemolitik anemilerde C vitamini önerilmez. Vitamin C nitratlardan “nitrosamin” oluşumunu engeller. Bu nedenle nitrit, nitrat katkısı yapılmış besinlerden sindirim sisteminde nitrozamin oluşumunu engellemek için C vitamininden zengin bir besin alınması önerilir.

Böylece mide ve özefagus kanserlerine karşı koruyucu olduğu belirtilmektedir. Uzun yıllardan beri C vitamininin soğuk algınlığından koruyucu etkisi üzerinde durulmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalar sonucunda C vitamininin profilaktik etkisi tesbit edilmemiştir. Ancak soğuk algınlığı geçiren kişilerde hastalık süresini kısaltığı ve semptomların ciddiyetini azaltığı bildirilmektedir. Sigara içiminin C vitamininin kandaki düzeyini düşürücü etkisi olduğundan, sigara içenlerin normallere göre 2 kat daha çok C vitamini almaları gerekmektedir. Vitamin C yetersizliğinde skorbüt ortaya çıkar. Vitamin C’ nin günlük alınması gerekli miktar yetişkinler için günde 50-75 mg’ dır.

(ntvmsnbc)
Başlık: Kuruyan dudaklar hastalık habercisi olabilir
Gönderen: İsra - 28 Aralık 2009, 03:19:59
Çoğu zaman dudaklarınız, susuzluktan, fazla rüzgar ve güneşe maruz kalmaktan dolayı nemini kaybeder ve kurur. Bazen de kuru dudaklar ciddi bir hastalığın belirtisi olabiliyor. Bir sağlık problemi varsa, kuru ve çatlamış dudakların birçok belirtiden biri olduğu ifade edilen howstuffworks isimli sitede yer alan habere göre, kuru ve çatlak dudakların arkasında yatan hastalıklar ve dikkat etmeniz gereken belirtiler şöyle:

Kuruyan dudaklarınıza ateş, kırmızı gözler ve dil, şişmiş lenf düğümleri ile ellerinizde ve ayaklarınızda şiş ve kırmızı bir ten rengi varsa, bu belirtiler Kawasaki hastalığının (mukokütanöz lenf nodüllü sendrom) erken dönemdeki belirtileri olabilir. Bu hastalık 2 ile 5 yaş arasındaki küçük çocuklarda çok yaygın olarak görülüyor. Ancak doktorlar, bunun nedeni tam olarak bilmiyorlar. Tam iyileşme görülen çocuklarda bile bu hastalık nedeniyle kalp problemleri oluşabiliyor.

Kuru ve çatlamış dudaklar, B vitamini eksikliğinden kaynaklanabiliyor. Örneğin, tipik bir belirti olmamasına rağmen, çatlayan dudaklar ise folik asit eksikliğinin habercisidir. Aynı zamanda riboflavin (B2) vitamini eksikliği belirtisi de olabiliyor. Yaşlı ya da alkol bağımlılarında bu durum risk oluşturuyor. Riboflavin eksikliği, tipik olarak dengeli, sağlıklı beslenme ya da vitamin takviyesiyle tedavi edilebiliyor.

Sadece tıbbi profesyoneller, kuru dudakların altında yatan bir sağlık sorunu olup olmadığını saptayabilir. İyileşmeyen dudak kuruluğu ve ilave belirtiler olursa doktorunuza gidin. Ciddi hastalıkların erken teşhisi iyileşme sürecinde büyük bir artı sağlıyor.
Başlık: Dezenfektanlar hastane mikroplarını güçlendiriyor
Gönderen: Ay Işığı - 02 Ocak 2010, 18:48:36
Artan dezenfektan kullanımı, hastane mikroplarının antibiyotiklere karşı da direnç kazanmasına yol açıyor.
 
Journal Microbiology dergisinde yayınlanan araştırmaya göre, dezenfektanlar (mikrop öldürücü kimyasal madde), yüzeydeki bakterilerin yayılmasını önlemek amacıyla bakterileri öldürmede kullanılıyor. Bakteriler hayatta kalırsa ve hastalara bulaşırsa, antibiyotikler de bunları tedavi etmek için kullanılıyor.

İrlanda National Üniversitesi'nde görevli araştırma grubu, dezenfektan kullanımının artmasıyla bakterilerin hayatta kalmaya uyum sağladığını ve hatta en yaygın kullanılan ciprofloxacin grubu antibiyotiklere karşı direnç kazandığını buldular.

Uyum sağlayan bakteri antimikrobiyal ajanlara karşı daha etkili bir yetenek geliştiriyor. Bakterinin DNA'sında bozukluk olduğunu gören araştırmacılar, bakterinin özellikle ciprofloxacin grubu antibiyotiklere karşı direnç kazanmasına izin verdiğini ifade ettiler.

 
Zaman Online
Başlık: Tahtadan kemik!
Gönderen: Tuğra - 13 Ocak 2010, 13:29:09

İtalyan araştırmacılar çeşitli kimyasal işlemlerle tahta parçasını 10 günde kemiğe dönüştürdü. Koyunların bacaklarına nakledilen 'yapay kemik' gelişmeye başladı!

(http://www.timeturk.com/images/news/100120101444449499374_2.jpg)

İtalyan araştırmacılar 'tahta parçasından' kemik üretti. Bu yeni ve doğal yöntemle bir kaç yıl içinde 'insan kemiği' üretmenin mümkün olacağını söyleyen araştırmacılar tahta parçasının çeşitli kimyasallarla girdiği reaksiyon sonucu yaklaşık 10 gün içerisinde insandaki kemik dokusuna dönüşebildiğini açıkladı!

BBC'nin haberine göre araştırmacılar ısı yardımıyla tahtanın içindeki su ve proteinleri alarak, kalsiyum karbonat haline gelmesini sağladı ve ortaya kimyasal olarak kemikten ayırt edilemeyen bir madde çıktı. Elde edilen 'kemik'teki delik ve kanalların titanyum kemiklerde bulunmadığı ve bu protezin vücutla daha kolay bütünleşeceğini söyleyen araştırmacılar, araştırma sonucunun umut verici olduğunu dile getiriyor. Bolonya yakınlarındaki Faenza'da bulunan Istec Biyoseramik Laboratuvarı'nda elde edilen kemiğinin üretiminde daha hafif ve delikli olması sebebiyle bambu benzeri, 'rattan' adlı malzeme kullanıldı.

Projeyi yürüten ekibin başında bulunan Dr. Anna Tampieri, üretilen kemiğin şimdiden hayvanlarda kullanılmaya başlandığını ve olumlu sonuç aldıklarını ifade ediyor. "Laboratuvarda ürettiğimiz kemikleri koyunlara naklettik ve başarılı sonuçlar aldık" diyen Tampieri bu buluşun kemik dokusunun yenilenme yeteneğini kaybettiği hastalarda kullanılabileceğini, kanser tedavisinde de başarı sağlayacağını umuyor.

Üretilen kemiklerin en az doğal insan kemiği kadar sağlam ve uzun ömürlü olduğunu vurgulayan Tampieri, bu kemiklerin insan vücudunun ağırlığını kaldıracak dayanıklılığa ve hareket kalibiyetini maksimumda tutacak esnekliğe de sahip olduğunu vurguluyor. Üretilen kemiğin bugüne kadar üretilmiş suni kemikler içerisinde insan kemiğine en yakını olduğunu vurgulayan proje lideri, uygun 'tahta cinsini' bulmak için yüzlerce araştırma yapıldığını ve sonunda insan kemiğine en yakın maddenin 'rattan' olduğunda karar kıldıklarını söylüyor.

Bolonya Üniversitesi Hastanesi'nden ortopedi cerrahı Dr. Maurillo Marcacci'yse üretilen suni kemiği koyunların bacaklarına monte ettikten sonra birkaç ay süreyle kemiğin gelişimini gözlemlemiş. Marcacci, "X-ray cihazıyla yaptığımız incelemelerde kemiğin sağlıklı bir şekilde geliştiğini gördük. Sonucun koyunlarda başarılı olması bizi umutlandırdı" diyor.

Bir kaç ay içinde tahtadan yapılan kemiğin doğal kemikle birleştiğini ve 'eskisi gibi' bütün bir parça haline geldiğini gözlemleyen ekip şimdi yapay kemiği insan vücudunda denemeye hazırlanıyor. Avrupa Birliği tarafından desteklenen proje ucuz, kolay ve doğal olduğu için geliştirilmeye müsait ve 'umut verici' olarak nitelendiriliyor.

(Radikal)
Başlık: Şeker Hastalarına En İdeal Diyet
Gönderen: Tuğra - 21 Ocak 2010, 19:26:50

Şeker hastasıysanız ve kilo vermeniz gerekiyorsa işte size en ideal diyet...

Şeker hastasıysanız, doktorunuz biraz kilo vermeye ihtiyacınız olduğunu söyleyecektir. Son dönemde yapılan araştırmalara göre kilo vermenin en iyi yolunu tespit edildi: Akdeniz tarzı beslenme.

Reader's Digest dergisinde yer alan haberde, yapılan çalışmada, şeker hastası 215 aşırı kilolu insan ya klasik, az yağlı diyet ya da Akdeniz tarzı beslenmeyi (zeytinyağı, sebze, tam tahıllar, balık ve kümes hayvanları) uyguladığı belirtiliyor. 4 yıl sonra, her iki grup da hemen hemen aynı kiloyu verdiler. Ancak, Akdeniz diyeti yapanların sadece yüzde 44'ünün şeker hastalığı ilaçlarına ihtiyacı olurken, az yağlı diyet uygulayanların ise yüzde 70'i ilaç kullanıyordu.

Harvard Tıp Okulu'ndan Doç. Dr. Dariush Mozaffarian , Akdeniz diyetinin sağlıklı gıdalarla dolu olduğunu ve yağı azaltılmış yiyeceklere dayanmadığını söylüyor. İşte kan şekerinize yardımcı olacak ve Akdeniz tarzı beslenmede bulunan gıdalar:

Bunları az tüketin: Sığır eti, kuzu eti, tereyağı, margarin, yağı azaltmış kurabiyeler, yumurta, yağsız yoğurt, az yağlı Amerikan, Cheddar veya İsviçre peyniri, fırında közlenmiş patates, ekmek ve pirinç.

Bunlardan daha fazla tüketin: Balık, kümes hayvanları, fasulye, sızma zeytin yağı, soya ve kanola gibi diğer bitkisel yağlar, taze meyve, bütün yumurta, kaymaklı yoğurt, Parmesan ya da keçi peyniri, şifalı otlarla kavrulmuş ya da sotelenmiş ve üzerine zeytinyağı gezdirilmiş sebzeler.

Aktif Haber
Başlık: Kan testi ile şizofreni tespit edilebilecek
Gönderen: İsra - 23 Ocak 2010, 03:48:28
En ciddi ruhsal hastalık olan şizofreni teşhisinde kullanılacak olan kan testinin bu yıl sonuna kadar kullanıma hazır olacağı belirtildi.

Chemical and Engineering News isimli dergide yayınlanan rapora göre, şizofreninin sadece beyni kuşatmadığını söyleyen araştırmacılar, aynı zamanda vücudun diğer parçalarında görülen belirli proteinlerin seviyelerini de anormalleştirdiğini belirtti.

Makale, İngiltere'de bir grup bilimadamı tarafından yapılan araştırmaya dikkat çekiyorlar. Şizofreni hastalarının beynindeki kimyasalların yüzde 40'ında görülen değişiklikliğin vücudun diğer bölümlerinde de oluştuğu açıklandı. Bilimadamları, şimdi hastalığın gerçek zamanlı durumunu elde etmek için hastaların kanında, cildinde, immün hücrelerindeki bioişaretler üzerinde çalışıyorlar.

Daha önce yapılan birçok araştırmanın, ölen hastalardan alınan beyin dokuları üzerinde yapıldığı da kaydediliyor. Bilimadamları, zaten kanda birkaç şizofreni bioişareti tespit ettiler. Şu anda 2010 yılında şizofreninin teşhis edilmesinde kullanılacak bir kan testini piyasaya çıkarmak için bir firmayla çalışıyorlar.

Halüsinasyonlar ve hayali düşünceleri içeren semptomlarla kendini gösteren bozukluk dünya çapında milyonlarca insanı etkiliyor.
Başlık: Yalnız hissetmek insanı hasta edebilir !
Gönderen: Tuğra - 28 Ocak 2010, 02:18:09
Yalnızlık uyarıcı bir işaret, acı çekmek gibi; müdahale edilmezse geçmeyecek ve daha da kötüleyecek bir sancı...

Doktorlar kardiyovasküler problemlerin, viral enfeksiyonların ve yüksek moralin yalnızlıkla ilişkili olabileceğini uzun zamandır biliyor; bilmedikleri bu duygunun nasıl olup da hastalıklara sebep olduğu. Genome Biology’de yayınlanan bir makaleye göre, yalnızlık vücutlarımızın çekirdeğini, genlerimizi etkiliyor.

Araştırmacılar yalnız olan ve olmayan bireylerin genlerinin kişisel sağlıkları ve moleküler süreçlerinde kendilerini nasıl ifade etiklerini inceledi ve gen ifadelerinin kronik yalnızlarda faklı olduğunu ve bağışıklık sistemini etkilediğini buldu. “Şimdi sosyal deneyim ve  fiziksel sağlık arasındaki ilişkiyi anlamak için bir moleküler sistemimiz var” diyor çalışmaların başındaki isim, UCLA’dan Steve Cole.

Araştırmaya göre, yalnızlık glukoneojenez (proteinlerden glikoz ve glikojen yapımı sağlayan ve insülin etkisini antagonize eden steroid yapısındaki hormonların ortak adı)  alıcılarını duyarsızlaştırıyor, bağışıklık sistemi kontrolünü ve stresle ilişkili bir hormon olan kortizolün enfeksiyon giderici etkilerini kesiyor. Bastırılmış kortizol, yalnızlığın bilinen etkileriyle uyum sağlıyor ve tedavi için potansiyel bir hedef temin ediyor.

Araştırmayı yürütenlerden birisi ve Chicago Üniversitesi’nde Psikoloji Uzmanı John Cacioppo’a göre, yalnızlık  uyarıcı bir işaret, fiziksel acı gibi. “Bağlantısızlığın sebep olduğu kötü hissetme sürecinin bu ilk aşaması insan olmanın bir sonucu” diyor, “ diğer insanları önemsememiz ve bağ, iletişimimiz koptuğunda onlarla yeniden bağlanmayı istememizi sağlıyor.”

ladyturk
Başlık: Yazın mantar kışın sedef hastalığı artıyor
Gönderen: Tuğra - 29 Ocak 2010, 13:13:12

Erciyes Üniversitesi (ERÜ) Tıp Fakültesi Dermatoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ekrem Aktaş, kış aylarında sedef hastalığının alevlendiğini, mantar hastalıklarının ise azaldığını söyledi.Aktaş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, mevsim değişikliklerinde ciltte kuruluklar görülebileceğini, bu kuruluğun kaşıntı yapabileceğini söyledi.

Kış aylarında güneş ışınlarının azalmasına bağlı olarak bazı hastalıklarda alevlenme görüldüğünü hatırlatan Prof. Dr. Aktaş, şöyle konuştu:

''Örneğin, sedef hastalığı kış aylarında artar. Çünkü, güneş sedef hastalığına çok faydalıdır, tedavi edici özelliği vardır. Özellikle açık bölgelerdeki yaralar, lezyonlar güneşte kaybolur. Kışın güneşin ışınsal etkisi ortadan kalktığı için sedef hastalığı alevlenir ama mantar hastalıkları da azalmaya başlar. Çünkü, mantar hastalıkları da aşırı sıcak ve terden oluşur. Sonbaharda, kışa doğru da mantar hastalıkları azalır.''

Aktaş, güneş ışınlarının saç dökülmesinde pozitif yönde etkili olduğuna dikkati çekerek, bazı saç dökülmelerinde güneş tedavisi uyguladıklarını anlattı.

Şapkanın terleme yaptığı için saç kıllarının ömrünü kısaltabileceğini dile getiren Aktaş, ''Sedef hastalığı ve saç dökülmesinin tedavisinde puva tedavisi kullanıyoruz. Özellikle kışın sedef hastalığını suni güneş ışığı ile tedavi ediyoruz, hastalara ultraviyole A ve B ışınları veriyoruz'' dedi.

ERÜ öğretim üyesi Aktaş, ultraviyole A ve B ışınlarının solaryumdan farklı dalga boyunda olduğunu ifade ederek, solaryumun daha çok estetik amaçla kullanıldığını sözlerine ekledi

Haber Aktüel
Başlık: Ayakkabı Koşma Şeklini Değiştiriyor
Gönderen: Tuğra - 31 Ocak 2010, 20:55:38
ABD'nin prestijli Harvard Üniversitesinde yapılan ve ağır çekim görüntülerin kullanıldığı araştırmada, çıplak ayak koşan deneyimli atletlerin, yere koşu ayakkabısı giyenlerden çok daha farklı bastıkları görüldü.

Çıplak ayakla koşu yapanların yere, topuklarından ziyade ayaklarının ön veya orta kısmıyla bastıklarının ortaya çıktığı araştırmada, konforlu ve darbe emici koşu ayakkabısı giyenlerin yere çoğunlukla önce topuklarıyla temas ettikleri belirlendi.

Bulgularını Nature dergisinde yayımlayan araştırmacılar, çıplak ayak koşanların yere ilk olarak ayaklarının ön kısmını basarak çarpma ve darbeyi daha yumuşattıklarının altını çizerek, çıplak ayak koşucuların, hava yastıklı darbe emici koşu ayakkabısı giyenlerden daha az sakatlanma riski olabileceğini kaydettiler.

Yüksek hızlı kameralar ve üç boyut teknolojisinin kullanıldığı araştırmanın başında yer alan Daniel Lieberman, "Koşu sırasında ilk topukla yere temas etmek, birisinin topuğunuza çekiçle vücut ağırlığınızın üç katı kadar vurması gibidir" dedi.

Koşucunun ayaklarının korunması ve desteklenmesi için en iyi yolun ne olduğu sorusuna yeni bir yaklaşım getiren verilerin sonuçlarına göre, koşu ayakkabısı üreticilerinin harekete geçmesi bekleniyor

Ozan Vural- Real Age
Başlık: Uzun süreli internet depresyon sebebi
Gönderen: Tuğra - 03 Şubat 2010, 23:47:49

Birleşik Krallık'ta yapılan bir araştırmaya göre, aşırı internet kullanımı ve depresyon arasında kuvvetli bir ilişki bulunuyor.

Leeds Üniversitesinde 1319 kişi üzerinde yapılan ve Psychopathology dergisinde yayımlanan araştırmaya katılanlardan yüzde 1,2'si "internet bağımlısı" olduğunu açıklarken, bunların büyük kısmının depresyon rahatsızlığı bulunuyor.

Araştırmayı yapan ekip, birinin diğerine neden olduğunu söyleyemeyeceklerini ve internet kullanıcılarının çoğunun akıl sağlığı sorunu bulunmadığına işaret ettiler.

Deneklere ne kadar ve hangi amaçla internet kullandıkları sorulan araştırmada ayrıca, depresyon rahatsızlıkları bulunup bulunmadığını anlamak üzere sorular yöneltildi.

Başaraştırmacı Dr Catriona Morrison, internetin modern yaşamda önemli rol oynadığını, ancak yararları kadar zararları da bulunduğunu belirterek, "Birçoğumuz fatura ödemek, alışveriş yapmak ve e-posta göndermek için interneti kullanırken, online olduklarında ne kadar zaman harcadıklarını ve günlük faaliyetlerine başka unsurların da karıştığı noktayı fark etmekte güçlük çeken küçük bir grup var" diye konuştu.

Araştırmalarının aşırı internet kullanımının depresyonla bağlantılı olduğunu gösterdiğini, ancak hangisinin diğerini tetiklediğini bilmediklerini söyleyen Morrison, "Ama açık olan, küçük bir grup insan için aşırı internet kullanımı, depresif eğilimler için bir uyarı işareti olabilir" dedi.

Haber Aktüel
Başlık: İnternet üzerinden satışlara dikkat!
Gönderen: Ay Işığı - 04 Şubat 2010, 15:27:22
Tüketici Hakları Merkezi TÜ-MER Gıda Komitesi Başkanı Veteriner Hekim Muhammet EFE; “ internet üzerinden reklâmı yapılarak satışa sunulan takviye edici gıdalarla ilgili gerekli tedbir alınmadığı takdirde ölümle sonuçlanan tüketici şikâyetleri ile karşı karşıya kalabiliriz” dedi.

21. Yüzyılın vazgeçilmez teknolojik gelişmesi internet her alanda olduğu gibi alışveriş yapmak isteyen tüketicilerinde cazibe merkezi haline gelmiştir. Her türlü satışın yapıldığı bu sanal ortamda gıda ve sağlık ürünleri ile ilgili yapılan satışlarla ilgili ciddi tüketici sorunları yaşandığı derneğimize ulaşan şikâyetlerden anlaşılmaktadır. Artık herhangi bir internet sayfasını açtığınızda bu ve benzeri ürünlerle ilgili reklâm ve tanıtımlara rastlamak doğal hale gelmiştir.

Özellikle internet üzerinden “takviye edici gıda” olarak satışa sunulan ürünlerle ilgili TÜMER’e ulaşan şikâyetlerin sayısında ve içeriğinde ciddi artışların yaşanması, ilgili makamların uyarılmasını da gündeme getirmektedir.

Bir ya da birden fazla besin öğeleri; vitamin, mineral, protein, bitki, botanik, bitkisel kaynaklı maddeler, amino asitler ve benzeri bileşenler ile bunların konsantresi ve/veya ekstraktlarından oluşan ve günlük alım dozu belirlenmiş ürünler Takviye Edici Gıdalar olarak adlandırılmaktadır.

Son günlerde başta internet olmak üzere televizyon vb. iletişim kanallarında reklâmlarına sıkça rastlanılan bu ürünler genel olarak Tüketici Koruması Hakkındaki Kanuna göre “Mesafeli Satış” yöntemiyle tüketiciye sunulmaktadır.
Reklâmı ve satışı yapılan bu ve benzeri ürünlerle ilgili Derneğimiz Gıda Komitesi tarafından yapılan araştırmada aşağıdaki çarpıcı sonuçlara ulaşılmıştır.

1)    Satışa sunulan takviye edici gıda ürünlerinin denetim ve kontrolleri bir muammadır.

2)    İzin ve tescili olmayan gıdalar satışa sunulmaktadır. Örneğin; denetim ile sibutramin, hormon vb. ihtiva ettiği için bileşiminde insan sağlığını tehlikeye soktuğu gerekçesiyle ihtiyati tedbir kararı alınan bazı gıdaların satışa sunulduğu gözlemlenmiştir.

3)    Söz konusu ürünlerin etiket bilgileri ya da ürünün tanıtımı amacıyla hazırlanan reklâm, yayın ve ilanları,  Türk Gıda Kodeksi-Gıda Maddelerinin Genel Etiketleme ve Beslenme Yönünden Etiketleme Tebliği’ne aykırılıklar içermektedir.

4)    Etiket ve tanıtıcı reklâmlarında tüketici haklarını ihlal edici ve rekabeti olumsuz etkileyecek ifadeler yer almaktadır.

5)    Bazı satışa sunulan ürünlerde Tarım Bakanlığı onaylı olduğuna dair yalan beyanlar bulunulmaktadır.

6)    Bu ve benzeri bazı ürünlerde, başka firmalara ait olan üretim izni numaralarının kullanıldığı, piyasada isim yapan belli ürünlerin taklitlerinin satışa sunulduğu ve en önemlisi Türkçe etiket bilgileri bulunmayan, yurda nasıl girdiği tespit edilemeyen ürünlerin tüketiciye pazarlandığı tespit edilmiştir.

7)    Ürünlerin tanıtım reklâmlarında gerçeği yansıtmayan hikâyeler ve anlatımlar kullanılmaktadır.

8)    Bu tür ürünlerin özellikle internette yapılan reklâmlarının müstehcen içerikli olduğu ve gelişigüzel yapıldığı için aile bireylerine ve kurumuna telafisi mümkün olmayan zararlara yol açabileceği anlaşılmaktadır.

9)    Gerekli izinleri olan veya olmayan ayrıca kaçak yollarla da Türkiye’ye giren söz konusu ürünlerin, tanıtımı amacıyla hazırlanan reklâm, yayın ve ilanlar tüketiciyi yanıltarak yanlış yönlendirmektedir.

Öte yandan; mübadeleye konu olan bu ürünlerin tüketimi insan sağlığını tehdit etmektedir. Yanlış tanıtım ve reklâmlar ile yönlendirilen tüketicilerin, ürünü oluşabilecek yan etkileri göz ardı ederek kontrolsüz miktarlarda kullanıldığında fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklara maruz kaldığı gözlemlenmiştir.

Sanal ortamda satışa sunulan bu tür ürünleri satan firmaların gerçek adreslerine ulaşmakta ayrı bir sorundur. Dolayısıyla muhatap bulmak bazen imkânsız hale gelmektedir.

Söz konusu ürünler birçok yönü ile başta Tarım Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı olmak üzere Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nı, yine internet suçları yönü ile de İçişleri Bakanlığı ve RTÜK’ü çok yakından ilgilendirmektedir. Gerekli yasal tedbirler alınmadığı takdirde ölümle sonuçlanan tüketici şikâyetleri ile karşı karşıya kalınabileceği unutulmamalıdır.

Kaynak: TÜMER

Başlık: Kaç kez hastalanıyoruz ?
Gönderen: Tuğra - 15 Şubat 2010, 01:28:13

Bir insan ömrü boyunca kaç kez hastalanıyor ? İşte bunun yanıtı..

Bir kişinin ömrü boyunca 6284 kez ufak tefek rahatsızlıklar geçirdiği bildirildi. Daily Mail'in internet sitesindeki habere göre, Birleşik Krallık'ta yapılan bir araştırma, bir insanın yılda yaklaşık 80 kez, baş ağrısı, kramp girmesi, sırt ağrısı ve soğuk algınlığı gibi hafif rahatsızlıklar geçirdiğini ortaya koydu.

Buna göre, yılda 21 gün ağrı kesici ilaçlar kullanıyoruz. Ortalama 78,5 yaşına kadar yaşadığımız varsayılırsa, ağrı kesici ilaç kullandığımız gün sayısı 1649 oluyor.

3000 yetişkin üzerinde yapılan araştırmaya göre, en yaygın diğer bir şikayet sık sık giren kramplar. Kramplar bir kişiyi yılda 19 gün etkiliyor ki bu da bir ömürde 1492'yi buluyor.

Yılda en az 16 kez baş ağrısı çekiliyor ve bu yaşam boyunca 1256 baş ağrısına tekabül ediyor. Araştırmaya göre ortalama bir Britanyalı yılda 14 kez, bir ömürde 1099 kez sırt ağrısı çekiyor.

Araştırmayı yaptıran şirketin yetkilisi, araştırmanın, bu rahatsızlıkların önemsizmiş gibi görünmesine karşın, toplamda ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterdiğini belirterek, bu rakamlara ciddi hastalıkların dahil olmadığını hatırlattı.

Ömrümüzde en çok mustarip olduğumuz diğer hafif rahatsızlıklarsa kas çekilmesi, boyun tutulması, mide ve karın ağrıları veya bozuklukları, burun kanamaları ve bilek burkulması.

Vatan
Başlık: Aman dikkat ! Kalp düşmanı çıktı !
Gönderen: İsra - 17 Şubat 2010, 08:08:06
Yüksek kafein içeren espresso kalp düşmanı çıktı. Keyif için içilen espresso sandığınız gibi masum olmayabilir.

Yeni bir araştırmaya göre içeriğindeki kafein miktarı nedeniyle espressonun sadece bir fincanı bile kardiyovasküler sisteme zarar veriyor. Bir fincanda espressoda 130 miligram, filtre kahvede ise 120 mg bulunuyor. Palermo Üniversitesi’ndeki İtalyan araştırmacıların 20 yetişkin üzerinde yaptığı araştırmada bir fincan espresso içenler kafeinsiz espresso içenlerle karşılaştırıldı. Bu araştırmada bir saat içinde kalbe giden kanların akışında yavaşlama görüldü.
Başlık: Bu yiyecekler böbrekte taş yapıyor
Gönderen: İsra - 20 Şubat 2010, 09:40:04
Prof. Dr. Yalçın İlker: “Aşırı protein alımı, tuzlu gıdalar, çikolata, yapraklı bitkiler, aşırı çay ve kahve tüketimi böbrek taşı riski oluşturabiliyor.”

Anadolu Sağlık Merkezi Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Yalçın İlker, “Aşırı protein alımı, tuzlu gıdalar, çikolata, yapraklı bitkiler, aşırı çay ve kahve tüketimi böbrek taşı riski oluşturabiliyor” dedi ve ekledi:

“Böbrek taşına yol açan en önemli faktörlerden birinin gıda tüketimi olduğu biliniyor. Oluşan taşın cinsine göre aşırı protein alımı, tuzlu gıdalar, çikolata, yapraklı bitkiler, aşırı çay ve kahve tüketimi risk faktörü oluşturabiliyor. En önemli etkenlerden biri de az su tüketilmesi. Taş hastası olsun olmasın herkesin günde en az 10-12 bardak su içmesi gerekiyor.

Oluşmuş taşı ilaç tedavisiyle küçültme, yok etme şansı pek mümkün değil. Sadece ürik asit taşında ağızdan alınabilen ilaçlar başarılı sonuç veriyor. Önemli olan taş hastalarında yüzde 50 olan tekrarlama olasılığını azaltmaktır. Bu açıdan ufak bir taş parçasından yapılabilen taş analizi ve risk faktörlerini ortaya koyabilen detaylı kan ve idrar analizleri büyük önem taşır.
Başlık: Şifa diye bilinen küflü peynir tehlike saçıyor!
Gönderen: Tuğra - 23 Şubat 2010, 21:11:40

(http://www.haberaktuel.com/images/news/74175.jpg)

Türkiye'de küflü peynirlerin hijyenik ortamlarda üretilmediği, kanser olmak üzere birçok tehlike taşıdığı belirtildi.

KONYA Selçuk Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Tıbbi Laboratuvar Bölümü öğretim üyesi Yrd.Doç.Dr. Birol Özkalp, “Yağsız tulum peyniri bez tulumlar içerisinde mahzen veya merdiven altında olgunlaştırılarak, hatta küflü çivi de batırılarak küflü peynir üretiliyor. Türkiye'de yapılan küflü peynir, bilimden uzak, hijyenik olmayan ortamlarda yapılıyor. Normalde sterilize edilmiş ortamlarda yapılması gerekiyor. Bu işlem Avrupa'da böyle işliyor” diye konuştu.

Türkiye'de küflü peynirin özel üretim yeri olmadığından, birçok zararlı bakterinin bulunduğu ortamlarda yapıldığını belirten Yrd.Doç.Dr. Özkalp, bu nedenle de tüketildiği zaman başta kanser, birçok hastalığa neden olabileceğini söyledi. Yrd.Doç.Dr. Birol Özkalp, “Bu ürün özellikle insanlara kansorojen ve hemorojik birçok etkide bulunabilmektedir. Bunun yanında tüketen kişilere penisilin alerjisi ile üst solunum yolu enfeksiyonları bulaşabilir” dedi.

Yrd.Doç.Dr. Özkalp, küflü peynir yapım yerlerinin bir an evvel denetim altına alınması gerektiğini ifade etti. Yrd.Doç.Dr. Birol Özkalp, “Ülkemizde küflü peynir yapımı yasaklanmamalı. Avrupa'da bu peynirin yapımı doğru ve hijyenik olduğu için tüketilmesi de yasak değil. Bizde yapım yerlerini şartlara uygun hale getirip, bu peynir türünü tamamıyla hijyenik ortamlarda ve bilimden yararlanarak üretmeliyiz” diye konuştu.

Haber Aktüel
Başlık: Yalancı bahar sizi aldatmasın!
Gönderen: Tuğra - 24 Şubat 2010, 20:38:16

Hava sıcaklıklarının değişmesi vücut direncini bozuyor.

Karlı ve soğuk günlerin ardından sıcaklıkların ülke genelinde arttığı bir geçiş dönemine girildiğini söyleyen Kulak Burun Boğaz Uzmanı Op. Dr. Muhammet Özlü, "Hava sıcaklıklarının değişkenlik göstermesi vücut direncini olumsuz etkiler.

O bakımdan havadaki güneşe aldanmayın ve yalancı bahara kanmayın" dedi.Yurt genelinde hava sıcaklıklarının sürekli değiştiğini söyleyen Doruk Sağlık Grubu Kulak Burun Boğaz Uzmanı Op. Dr. Muhammet Özlü, insanların vücut direncinin bu değişkenliklere hemen adapte olamadığı için dikkatli olunması gerektiği ifade etti.

Vücudun iklim şartlarındaki bu değişimlere günlük dalgalanmalarla hemen adapte olmasının mümkün olmadığını kaydeden Dr. Özlü, "Hava sıcaklıklarının değişkenlik göstermesi vücut direncini olumsuz etkileyecektir. Bu dönemde özellikle viral enfeksiyonlara karşı hassasiyet ve yatkınlık söz konusu olabilir. O bakımdan havadaki güneşe aldanmayın, yalancı bahara kanmayın ve dikkatli olun" şeklinde konuştu.

ALERJİK HASTALIĞI OLANLAR DİKKAT

Bahar ayları yaklaşırken alerjik rahatsızlıklarda da bir artış beklendiğini ifade eden Doruk Sağlık Grubu Kulak Burun Boğaz Uzmanı Op. Dr. Muhammet Özlü, bilinen alerjik rahatsızlığı olup bu alerjisi mevsimsel özellik taşıyanların gerekli tedbirleri almaları gerektiğini bildirdi.

Halk arasında "saman nezlesi" denilen alerjik riniti olan hastaların, burun içindeki reaksiyonlar nedeniyle yaklaşan bahar aylarında sinüzit gibi rahatsızlıklara daha meyilli olduklarını ifade eden Dr. Özlü, alerjik rinitle birlikte astımı olanların da solunum sistemlerinde rahatsızlıklar yaşayabileceklerini söyledi.

haber aktüel
Başlık: Biyonik ayak, hastalara umut olacak
Gönderen: Ay Işığı - 26 Şubat 2010, 23:21:54
Teknoloji sadece cep telefonu ve bilgisayar gibi son kullanıcıya hitap eden cihazlar geliştirmiyor. Aynı zaman engellilerin hayatını değiştirecek yapay organlar da şu anda yapım aşamasında.

Modern teknoloji insanlığı binlerce yıldır rahatsız eden hastalıklara ve engellere de çözüm olacak. Geçtiğimiz yıl farklı üniversitelerde yapılan araştırmalar sayesinde engelli insanlara umut ışığı olacak ürünler geliştirilmişti.

Biyonik olarak parmak, el ve kolu taklit eden bu cihazlar, neredeyse gerçek organlarımız kadar hassas işler yapabiliyor. Michigan Üniversitesinde geliştirilen biyonik ayak ise, bu konuda sıkıntı çeken insanların hayatını değiştirecek.

Gerçek ayağa çok yakın tepkiler veriyor

Bu mekanik organın en büyük özelliği ise, gerçek ayak bileği kadar hassas ve hareketli olabilmesi. Proje üzerinde çalışan uzmanlar, bu tarz yapay organların büyük bir eksikliklere sahip olduğunu ancak, kendilerinin bu dezavantajları yarı yarıya azatlıklarını açıkladı.

Şu anda geliştirme aşamasında olan biyonik ayak önümüzdeki yıllarda sağlık sektörüne hizmet verecek.

Kaynak: Milliyet
Başlık: Uçuk bulaşıcı bir hastalık!
Gönderen: İsra - 27 Şubat 2010, 03:23:00
Uçuk genellikle dudak, ağız ve burun delikleri çevresinde çıkan herpes simplex adı verilen virüsün sebep olduğu hastalık.

Uçuk çıkacak bölgede 0-24 saat önceden zonklama, karıncalanma, kaşınma, yanma, sızlama hissediliyor. Uçuk bulaşıcı bir hastalıktır, böyle olduğu için de uçuğu olan bir kişinin kullandığı havlu, bardak, çatal, kaşık vb. eşyalarla ve uçuklu kişinin öpmesi sonucu bulaşabiliyor. Eğer uçuğa dokunulursa yüzün diğer bölümlerine, göze ve vücudun diğer bölgelerine de bulaşabileceğinden, dikkat etmek gerekiyor. Uçuğa neden olan herpes simplex virüsü vücuda girip ilk enfeksiyonunu yaptıktan sonra o bölgeye yakın sinir düğümüne yerleşiyor ve uçuk oluşmasını tetikleyen faktörler devreye girene, yani vücudun zayıf düştüğü ana kadar orada kalıyor. Stres, uçuğun tekrarlamasındaki en büyük etkenlerden biridir.

zaman
Başlık: Çok fazla kafein vücudu nasıl etkiler?
Gönderen: İsra - 27 Mart 2010, 01:53:16
İşyerinde ya da evde uzun bir gece sizi bekliyorsa, uyanık kalmak için kaç fincan kahve içtiğimizi hatırlamayız. Ancak kahve bizi ne kadar süre ayakta tutabilir, etkisi geçince kendimizi nasıl hissederiz? Bunu hiç düşündünüz mü?

Kafein güçlü bir merkezi sinir sistemi uyarıcısıdır. Çok fazla kafein alındıktan sonra vücutta serotonin seviyesi düşebilir, çökme hissi yaşarsınız. Bu da bunalıma, depresyona ve konsantrasyon düşüklüğüne neden olur.

Kafein aynı zamanda karaciğere glikojen salgılayan, kan şekeri seviyesini artıran ve size daha fazla enerji veren adrenal bezlerinden salgılanan adrenalini harekete geçirir. Pankreas da insülin salgılar ve kan şekeri seviyeniz yükselir.

Seviyeler tekrar düştüğünde, kendinizi uyuşmuş ve çökmüş hissedersiniz. Aşırı kafein kullanımı adrenallere ve pankreasa zarar verebilir ve çöküntü duygusu daha ciddi boyutlara ulaşabilir. Kafein, dünyanın en yaygın olarak kullanılan psikoaktif uyuşturucusudur.

populergazete.com
Başlık: Suyun iyileştirme gücü
Gönderen: Tuğra - 05 Nisan 2010, 20:07:07
(http://www.iyilikguzellik.com/images/haber/1452.jpg)
 
Hidroterapi, bilinen en eski tedavi yöntemlerinden biri ve suyun tedavi amaçlı kullanımı tüm dünyada giderek yaygınlaşıyor.

Antistres hormonlarının üretimini artıran, bağışıklık sistemini güçlendiren, kan dolaşımını hızlandıran su, migren, hemoroit ve varise ilaç oluyor. Üstelik suyla tedavi şekilleri bir değil, iki değil. Yıkama, basınçlı su, su sesi (Osmanlılar da su sesinden faydalanarak, psikolojik rahatsızlıkları tedavi ediyorlardı), buhar banyosu…

Yüz yıkamak bile tedavi

Suyla tedavi altı başlık altında toplanabilir:

1 – Hidroterapi: Her birimiz aslında farkında olmadan hidroterapi uyguluyoruz. Örneğin korktuğumuzda su içmek, yanık üzerine buz koymak, yüzmek, yüz yıkamak, duş almak, banyo yapmak, hepsi birer klasik hidroterapi metodu.

2 – Oturma banyoları: Hemoroit ve varis tedavisinde kullanılıyor. Rahim kasılmalarından kaynaklı sancıları hafifletiyor.

3 – Basınçlı suyla yapılan bir tür masaj özellikle romatizmaya iyi geliyor.

4 – Sıcak kompresler ve soğuk sargılar: Sıcak kompresler ağrıları azaltıyor. Soğuk sargılar ise ateşi düşürmeye yaradıkları gibi, burkulma ve incinmelere de uygulanıyor.

5 – Buharla tedavi: Üst solunum yolu enfeksiyonların da, bazen kaslarda ağrı olması durumunda sauna ve hamama girilmesi öneriliyor.

6 – İçerdikleri mineraller ve elementlerle tedavi edici özelliğe sahip olan kaplıcaları unutmamak gerekiyor. Türkiye, sahip olduğu kaplıcalar sayesinde bu alanda bir cennet sayılabilir.

iyilikgüzellik
Başlık: Tansiyonu 1 saatte düşürüyor
Gönderen: Tuğra - 09 Nisan 2010, 13:35:47

Bir bardak içtikten sonra yüksek tansiyondan eser kalmıyor...

Tansiyonu 1 saatte düşüren doğal ilaç

Nefroloji ve Hipertansiyon Uzmanı Prof. Dr. Süleyman Türk, günlük bir bardak kırmızı pancar suyu içenlerde yüksek olan tansiyonun bir saat sonra düştüğünün belirlendiğini ifade etti.

Yapılan bir araştırmada günde bir bardak kırmızı pancar suyunun 24 saat boyunca tansiyonu düzenlediğinin belirlendiğini aktaran Türk, "Araştırmada bir bardak kırmızı pancar suyunu içen gönüllülerin yüksek olan tansiyonunun bir saat sonra düştüğü tespit edilmiştir.

Kırmızı pancar suyunun kan basıncını düşürücü etkisinin 3-4 saat içinde zirveye çıktığı ve 24 saat boyunca devam ettiği gözlenmiştir. Hipertansiyon yaşam kalitesini olumsuz etkileyen felç, kalp krizi ve böbrek yetmezliğine yol açan ana nedenlerden biri olarak yaşamımızı tehdit etmektedir" dedi.

bugün
Başlık: Kenelerden korunmanın doğal yolu
Gönderen: Tuğra - 21 Nisan 2010, 01:20:43

Amasya'da Orman Bölge Müdürlüğü ekipleri tarafından, keneyle mücadele için kırmızı karıncalar ormana bırakıldı.

Amasya'nın Taşova İlçesi Boraboy Mevkii'ndeki ormanlık alanlara bırakılan toplam 500 bin kırmızı orman karıncası açılan çukurlara yerleştirildi. Orman Bölge Müdürlüğü Orman Zararlıları Mücadele Şube Müdürü Sefer Cengiz küresel ısınmanın, dünyadaki biyolojik dengeyi olumsuz etkilediğine dikkat çekerek, “Bu dengeyi sağlamak için gerekli oksijeni üreten tek kaynak olan ormanlarımızın korunması ve geliştirilmesi hayatı önem taşımaktadır.

Çeşitli zararlı böcekler çoğalmakta ve ormanlarımızın tahribine sebep olmaktadır. Böcek tahribatları çoğu zaman yangınlardan daha fazla zarar verebilmektedir” diye konuştu.

Sefer Cengiz, amaçlarının zararlı böcek popülasyonunu en aza indirmek, orman ve ağaçlandırma sahalarında sağlıklı orman ürünü çeşitleri oluşturmak olduğunu kaydederek, “Hedefimiz biyolojik dengeyi sağlayabilmektir. Biyolojik mücadelede, insan, hayvan, bitki ve faydalı organizmalarda herhangi bir zarara yol açmamaktadır. Bugün burada başlattığımız mücadele Orman Bölge Müdürlüğümüze bağlı olan Samsun, Sinop, Çorum ve Sivas’taki ormanlarımızda da devam edecektir” dedi.

Karıncaların yuvalarının seksen metre etrafındaki her türlü ergin böcek, tırtıl, yumurta, pupa ve çeşitli bitki ve bitlerini yediğini söyleyen Sefer Cengiz, “Kırmızı orman karıncası etobur bir canlıdır. Püskürttüğü formik asitle önce avını etkisiz hale getirir sonra parçalayıp yer. Karıncaların keneler ile beslendikleri de bilinir” dedi.

Radikal
Başlık: Sıcak hava baş ağrısı yapıyor
Gönderen: Tuğra - 03 Haziran 2010, 01:37:31

"Hava sıcakken kafam kazan gibi kaynıyor”, diyenlerdenseniz, bu haberi mutlaka okuyun!

Memorial Şişli Hastanesi Nöroloji Bölümü’nden Uz. Dr. Abdullah Özkardeş, hava sıcaklıklarının migren ve baş ağrısı ataklarına etkisi hakkında şu bilgileri verdi:
 
Migren hava durumundan direkt olarak etkilenir

“Hava sıcaklıklarının her geçen gün artması ile birlikte çevrenizdeki pek çok kişinin baş ağrısından şikayet ettiğini gözlemlemişsinizdir. Özellikle havanın çok sıcak ve bunaltıcı olduğu günlerde bu yakınmalar ile acil servislere başvuranların sayısı da oldukça fazladır.

Halk arasında ağrıyan eklemlerin, yağmurun gelişine işaret ettiğine inanılır. Aile büyüklerimizi dizlerini ovuşturup bir yandan da “dizlerim ağrıyor kesin yağmur yağacak” derken görebiliriz ki; bu durum aslında tıbbi bir gerçeğe de işaret eder.

Hava durumu, pek çok tıbbi durumu etkileyebilir, yakınmaları kötüleştirebilir ve hatta bazı hastalarda ölüm riskini artırabilir. Hava değişikliklerinin etkilediği 5 adet tıbbi durum net olarak bilinmektedir: Artrit, astım, şeker hastalığı, kalp hastalığı ve migren.

Almanya’da yapılan bilimsel bir çalışmada, yıllarca hava durumu ve tıbbi durumlar arasındaki ilişkiyi incelenmiş ve 7 günlük periyotlarla hava sıcaklığı, nem, barometrik basınç ve rüzgar hızı ile tıbbi durumların ilişkisini gösteren haritalar oluşturulmuştur. Hava ve sağlığı ilişkilendiren benzer programlar İngiltere’de de mevcuttur.
 
Sıcaklıktaki 5 derecelik yükseliş baş ağrısını yüzde 7.5 oranında artırıyor
 
Pek çok insan, hava sıcaklığının yakınmalarını artırabileceğinin farkında değildir. Baş ağrıları, daha yüksek hava ısısı ve daha düşük hava basıncı ile başlayabilir. 7 bin 504 hasta üzerinde 7 yıl süren bilimsel bir çalışmada, hava sıcaklığında 5°C artış, baş ağrısı oluşumunu, takip eden 24 saat içerisinde yüzde 7.5 artırmaktadır. Basınç düşüşü ve baş ağrısı arasındaki ilişki daha düşüktür, basınç düşünce hastalar 2-3 gün sonra baş ağrısı çekebilirler.

Bu çalışmalar, acil servislere başvuran hastalar üzerinde yapılmış, evde baş ağrısı çekip hastaneye gitmeyen hastalar ihmal edilmiştir. Ayrıca baş ağrısı öncesinde hastanın fiziksel durumu, stresi ve aldığı gıda ve içecekler gibi, ağrıyı başlatabilecek diğer faktörler de göz önüne alınmamıştır.
 
Sonuç olarak, yüksek hava sıcaklığı, şiddetli baş ağrısı oluşturabilmektedir. Hava basıncında düşüklük ise daha az bir risk taşımaktadır.
 
Ani sıcaklık artışına karşı önleminizi alın
 
Önlem olarak, öncelikle hasta sıcaklık artışının ağrıya neden olup olmadığına dikkat etmelidir. Eğer sıcaklık ağrıya neden oluyorsa, ani sıcaklık artışlarına karşı önlem almak, klimatize ortamlarda bulunmak uygun olur. Kıyafet seçimi ve yeterli sıvı alımı dikkat edilmesi gereken diğer konulardır.”

internethaber
Başlık: Apandisit Belirtileri Nelerdir?
Gönderen: Tuğra - 08 Haziran 2010, 11:05:57
Karın ağrısı apandisitin en önemli belirtisidir. Göbek çevresi ve mide bölgesinde, şiddetli, uzun süreli ve kramplaşmaya müsait bir biçimdedir. 1-12 saat arasında devam ettikten sonra sağ alt bölgeye yerleşen ağrı devam eder. Bazı hastalarda üst bölgelerde görülmeden sağ alt bölümde de görülebilir.

Apendiks isimli dokunun iltihaplanması ile oluşan sorun ve beraberinde neden olduğu ağrı apandisitin durumuna göre farklılık gösterebilir. Sırta vuran, kasığa yayılan ağrılar oluşabilir.

İştah yokluğu neredeyse tüm apandisit vakalarında görülür. Hatta iştahsızlık olmadığı durumlarda teşhisin doğru yapılıp yapılmadığı bile değerlendirilmektedir. Hastaların beşte dördünde kusma vardır. En az bir ya da iki kez kusma gözlenmektedir. Karın ağrısı başlamadan önce kabızlık şikayeti de görülür. Bazı hastalar ve özellikle çocuklarda ise ishal görülmektedir. Bu nedenle bağırsak hareketleri apandisit tanısında güvenilir bir kaynak olmadığından gözardı edilir.

Belirtilerin görülmesinde ise ilk olarak iştahsızlık, karın ağrısı ve kusma sırası vardır. Kusma en erken belirti ise tanıda bir hata olabileceği genellikle doktorlar tarafından vurgulanan bir gerçektir.

saglikal.com
Başlık: Gereksiz antibiyotik hasta ediyor
Gönderen: Tuğra - 16 Haziran 2010, 11:23:30

(http://img.internethaber.com/news/114756.jpg)

Gereksiz alınan antibiyotikler vücudumuzda nelere yol açıyor? Ne gibi önlemler almak lazım...
 
Yeditepe Üniversitesi Hastanesi  Çocuk  Gastroenteroloji, Hepatoloji ve Beslenme Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Mahir Gülcan, şu bilgileri verdi…

“Ciddi yan etkileri olabilir”

 “Çocuklarda görülen antibiyotiklere bağlı ishal, antibiyotiklerin yan  etkisi  olarak ortaya çıkıyor. Bu duruma sıklıkla clostridium difficile isimli mikrop neden oluyor.  Özellikle çocuklarda antibiyotik tedavisinin bu yan etkisını azaltmak adına ek olarak antibiyotiklerle beraber probiyotik içeren  ilaçların  kullanılması gerekebilir. İshalin yanı sıra daha ciddi yan etkileri olan, hem ince bağırsaklarda hem de kalın bağırsaklarda iltihap ve özellikle kalın barsaklarda yaralar ve buna bağlı kanamalarla kendini gösteren kolit rahatsızlığının da görülebilir.

“İyi bakterileri de öldürüyor”

Herhangi bir nedenle kullanılan antibiyotikler hedeflenen mikropların yanı sıra bağırsaklardaki iyi huylu mikropları da öldürüyor ve bağırsak florasının bozulmasına neden oluyor.  Bu süreçte barsak floramızı oluşturan bu  iyi  huylu mikropların yerini kötü huylu mikroplar alarak ishal ve barsak yaralarına sebep oluyor.  Özellikle çocuklarda görülen bu rahatsızlık risk grubu içinde hastanede yatan hastalar ve 0–2 yaş aralığındaki süt çocuğu grubunda bulunuyor.

Belirtileri neler?

Bu hastalığın belirtileri; yüksek ateş, karış ağrısı, ishal ve bazen de barsakdan kan gelmesi şeklindedir. Hastalığın teşhis edilmesinde dışkı tahlili ve gerektiğinde kolonoskopi yöntemi kullanılmaktadır.

Nasıl korunabiliriz?

Gereksiz antibiyotik kullanımından sakınmalıyız. Mümkün olduğunca az antibiyotik kullanmaya özen göstermeliyiz. Antibiyotikler, mutlaka doktor kontrolünde kullanılmalıdır.”

bizimsaglik.com
Başlık: Hapşırmak insanı öldürebilir mi ?!!
Gönderen: Ay Işığı - 24 Haziran 2010, 09:50:42
VKV Amerikan Hastanesi Nöroşirürji Bölümü’nden Dr. Mehdi Sasani, hapşırırken ağzın kapalı tutulması sonucu beyne giden fazla basıncın beyin kanaması ve buna bağlı anevrizma, hipertansif hastalıklar, vaskülit gibi hastalıkların da ortaya çıkabileceğini belirtiyor.

Beyin kanaması sırasında kafa içi basınç arttığında kanama meydana gelerek ölüme sebep olabiliyor. VKV Amerikan Hastanesi uzmanları hapşırma ve hapşırma sonrası ortaya çıkabilecek rahatsızlıklarla ilgili şunları söyledi:

Hangi durumlarda hapşırma sonucu beyinde kanama gerçekleşebilir?
Kişi eğer burnunu tıkamış ve hapşırmışsa kafa içinde, dolayısıyla damar içinde basınç artar ve kanama olur. Benzer bir durum ıkındığımızda da oluşabilir. Belli sebepler sonrası ıkınınca başımız ağrıyabilir aynen hapşırma eyleminde olduğu gibi beyin damarları şişerek kendimizi rahatsız hissederiz. Aynı zamanda damarlarımızın çeperi zayıfsa da çatlama ve kanama ortaya çıkabilir.

Hapşırmaya bağlı basınç sonrası kanamaya neden olabilecek rahatsızlıklar nelerdir?
1 - Arter venöz
2 - Anevrizma. Anevrizma 40 yaş üzerinde görülür. Damarın çeperi inceldiği için her an basınç artar ve kanama olur.
3- Hipertansif hastalıklar
4- Metabolik nedenler
5- Vaskülit

Hapşırma sırasında ağzımızı kapatırsak başka ne gibi rahatsızlıklar ortaya çıkabilir?
Kişinin hapşırma sonrasında basınçtan göz damarları şişerek çatlayabiliyor ve buna bağlı göz sorunları ortaya çıkabiliyor. Ayrıca karın içi (Aort) anevrizma ve yüksek tansiyon gibi rahatsızlıklar da ortaya çıkabiliyor.

Neden hapşırırız?
Hapşırık, burnu rahatsız eden bir faktör sonucu gelişen bir reflekstir. Akciğerlerdeki havanın ani şekilde burun boşluğundan dışarı atılması ile olur bunun sonucu burun boşluğu içerisindeki rahatsız edici faktör vücuttdan dışarı atılır ve böylece hapşırma eylemi meydana gelir.

Beyin kanaması sonucu ne oluyor beyin sıkışıyor beyin Kapalı bir kutudur beyin içindeki basınç artınca beyin bir yere kaçyaa çalışıo ama kaçamıo beyin aniden kanadığı için beyni bıçak gibi kendisini ortadan ikiye kesiyor ordan ortaya çıkıyorbeyin kendisini dışarı atmaya çalışıyor.Kafa içi basınç artınca kanama oluyor. Kanama hematom o ölüme sebep olmuş.

Hapşırma sonucu nasıl beyinde kanama olur?
Eğer burnu tıkamış ve hapşırmışsa kafa içi basınç artar yani damar içinde basınç artar kanama olur. Mesela ıkınınca baş ağrır Ikınınca beyin ve damarlar şişer ve damarda hastalık varsa ve damarın çeperi zayıfsa çatlama ve kanama olur.

kadincakararinca
Başlık: Tırnaktaki sağlık alametleri
Gönderen: Tuğra - 08 Temmuz 2010, 10:06:40
 
Tırnaklardaki renk ve şekil değişiklikleri sağlığınızla ilgili önemli ipuçları veriyor.

Tırnaklardaki renk ve şekil değişikliğinin dikkate alınması gerektiğini söyleyen  Dermatoloji Uzmanı Dr. Buket Pençe, "Tırnak görüntünüz sağlığınız hakkında bilgi veriyor" dedi. 

Parmak uçlarını koruyan tırnakların yarı saydam oldukları için normalde pembe görülmeleri gerektiğini söyleyen Dermatoloji Uzmanı Dr. Buket Pençe, tırnakların renk ve şekillerindeki değişikliklerin pek çok hastalığın habercisi olabileceğine dikkat çekti. El tırnakları 5-6 ayda ayak tırnaklarının ise 10-12 ayda dipten uca kadar uzayabildiklerini anlatan Dr. Pençe, "Tırnakların mantar gibi kendi hastalıkları olduğu gibi sedef, ekzema gibi bazı deri hastalıklarında etkilenip bozulabilirler" dedi.

GÜNEŞ TIRNAKLARA DA ZARAR VERİYOR

Tırnağını uzatan kişillerde kendiliğinden tırnakta boşalmanın görülebileceğini aktaran Dr. Pençe, "Tırnakta boşalma tırnağın yatağından ayrılmasıdır. Sedef hastalığı, parmak uçlarındaki ekzema, bazı ilaçlar, dolaşım bozukluklukları, doğumsal deri bozuklukları, tiroid hastalıkları, aşırı terlemelerde görülen bu bozukluğu çeşitli travmalar, takma tırnaklar, fazla güneşte kalmak da başlatabilir veya şiddetlendirebilir" dedi.

NEDEN KIRILIYOR?

Tırnak kırılmalarının nedenleri arasında dolaşım bozukluğu ve demir eksikliğinin gösterilebileceğini dile getiren Dr. Pençe, "Ayrıca tırnakların uzun süre suda kalması, sabun, deterjan ve kimyasal maddelere aşırı maruziyet de tırnak kırılmalarına neden olur" ifadesini kullandı. Dr. Pençe, Bazı kan hastalıklarında , AIDS hastalığında ve bazı pankreas hastalıklarında ise tırnaklarda tabakalanma görülebileceğine dikkat çekti. 

İÇ ORGANLARIN DA ETKİSİ VAR

Deri dışındaki bazı organların hastalıkları da tırnaklarda çeşitli değişikliklere neden olabileceğini kaydeden  Dr. Pençe, "Tırnaklarda boşalma olarak isimlendirilen onikolizis, tırnaklarından kırılması, tabakalanma, sarı tırnak sendromu, enine çukur çizgiler ise iç organ hastalıklarında en sık görülen tırnak değişiklikleridir" diye konuştu.

ÇİZGİLERİN ANLAMI

Tırnağın oluşumundaki geçici duraklama nedeniyle kızıl, kızamık, kabakulak, zatürre, grip, tifüz, yılancık, sarılık gibi enfeksiyonlarda tırnaklarda enine çizgiler oluşabileceğin söyleyen  Dr. Pençe, "Bu bozukluklar sadece birkaç tırnakta ise tırnağı sık sık geriye itmek, zorlayıcı manikür, kola turnike uygulaması,ortopedik sorun gibi lokal nedenlerle oluşur" şeklinde konuştu. Dr. Pençe, tırnaklardaki küçük kanama çizgilerinin ise  kalp içindeki zarın enfeksiyonu, mide ülseri, hipertansiyon, sedef gibi deri hastalıkları, diyaliz hastalarında ve küçük travmalardan sonra görülebileceğini belirtti.


TIRNAKTAKİ RENKLERE DİKKAT!

Tırnakta genelde beyaz, sarı ve yeşilimsi renklerin görüldüğünü belirten Dr. Pençe, her rengin farklı bir anlamı olduğunu dile getirdi. Beyaz lekelerin tüberküloz, nefrit, lenfoma, donuk yaralanması, kanser metastazları, tifo, siroz, cüzam, ülseratif kolit, tırnak yeme, kanser ilacı kullanımı, sert manikür nedeniyle görüleceğini söyleyen Dr. Pençe, şöyle devam etti: " Sarı tırnak sendromu sonucunda tırnaklarsa sarı veya yeşilimsi bir renk oluşur. Parmak uçlarında, yüzde, topuklarda şişme oluşur. Ayrıca bu sendromda akciğer ve plevra (akciğer zarı) hastalıkları da bulunur. Bu üç belirti en sık immün sistem yetmezliklerinde, bazı ilaçların kullanımında (penisilamin), sinir sistemi hastalıklarında, meme, akciğer, mesane kanseri ve lenfomada görülür" dedi.

BUGÜN
Başlık: Yaz beslenmesinde 10 esas‏
Gönderen: enfa - 22 Temmuz 2010, 21:14:57
Yaz ayları bir hayli sıcak geçmekle kalmıyor ve aşırı nem nefes almayı dahi güçleştiriyor. Yorgunluk, iştahsızlık ve yemek yeme saatleri şaşabiliyor. Yaz aylarında beslenirken nelere dikkat etmeliyiz. İşte sizler için 10 esas...

 

1. Araba yerine yürüyüş, asansör yerine merdiven
 
Haftada 3 gün yapılan tempolu yürüyüşler, yüzme, gevşeme egzersizleri sizi yaz yorgunluğuna karşı koruyacaktır. Eğer "vaktim yok" diyorsanız en azından aktif hayat tarzı için yürüyerek gidebileceğiz yerlere arabayı kullanmama, asansör yerine merdivenleri tercih etme gibi küçük aktivitelerle de tarzınızı değiştirebilirisiniz. Yapılan tempolu yürüyüşler, yüzme, gevşeme egzersizleri sizi yaz yorgunluğuna karşı koruyacaktır.


2. Açık büfelere dikkat edin

Besin tüketiminde her zaman porsiyon miktarına dikkat etmeliyiz. Ancak yaz aylarında özellikle tatillerde maalesef açık büfeden dolayı fazla besin tüketimine eğilim oluyor. Bu durumda ilk önce hazırlanan yemekleri gözden geçirin, seçtiğiniz yemeklerden az az almaya çalışın, tabağınızı doldururken salatalardan başlayın, özellikle bol yeşillik ve sebze ile doldurduğunuz tabağınızda yemek için küçük bir bölüm ayırın.


3. Meyve tatlılarını tercih edin

Enerjisi yüksek kızartılmış ve hamur tatlıları yerine sütlü tatlılar, meyve tatlıları, tercih etmek doğru seçimlerdir. Ancak sütlü tatlılar, meyve tatlıları, dondurma gibi tatlıları tüketirken de her besinde olduğu gibi porsiyon miktarlarına dikkat ediniz.


4. Gıda zehirlenmelerinden korunmak için hijyene önem verin

Özellikle yaz aylarında artan hastalıklardan biri besin zehirlenmeleridir. Çoğunlukla hafif seyirli ve kısa süreli hastalıklar olmalarına rağmen, zehirlenmeye yol açan besinle ve kişiyle ilgili bazı faktörler hastalığın zaman zaman daha ağır seyretmesine hatta ölümcül olmasına yol açabilmektedir. Özellikle yaz aylarında dışarıda ve açıkta satılan yiyeceklerin, tüketiminden kaçınmaya, çabuk bozulan potansiyel riskli besinleri (et, yumurta, süt, balık vb.) açıkta bekletmemeye ve besinlerin satın alınması, hazırlanması ve pişirilmesi, saklama aşamalarında hijyene dikkat ediniz.


5. Posalı besinlerin tüketimini artırın

Yeterli posa tüketimi bağırsakların düzenli çalışmasına yardımcı, kansere karşı koruyucu, acıkmayı geciktirmesi gibi müsbet tesi vardır. Dolayısıyla öğünlerinizde mutlaka sebze yemeği ve salata, gün içerisinde 4-5 porsiyon meyve tüketmeye çalışarak yaz aylarında vücut direncini artırmaya ve vücudun yeterli miktarda vitamin ve mineral alınmasını sağlamış olursunuz.


6. Krema, mayonez ve kızartmalara veda edin

Yaz aylarında krema, mayonez, yağlı sos, katı yağ gibi yağlı besinlerin ve yağda kızartmaların tüketiminden kaçınılmalı; yemeklerde bitkisel sıvı yağların kullanımı, yemekleri pişirirken kızartma ve kavurma yerine haşlama, ızgara ve fırın gibi sağlıklı pişirme yolları denenmelidir. Fındık, ceviz, badem gibi yağlı besinleri günlük tükettiğiniz yağ miktarını azaltarak kullanabilirsiniz. 1 tatlı kaşığı yağ yerine 10 adet fındık/badem veya 2 adet ceviz tüketebilirsiniz.


7. Besinleri yavaş ve iyi çiğneyerek tüketin

 Doygunluk hissi, yemek yendikten 15-20 dakika sonra hissedilmeye başlanır. Bu sebeple yavaş yavaş yemek yemeye ehemmiyet verin. Yemek esnasında lokmalar arasında yemeğinize sık sık ara verin.


8. Günlük beslenmenizde "4 yapraklı yonca" modelini tatbik edin

Yeterli ve dengeli beslenme için günlük beslenmenize 4 yapraklı yonca modeli uygulayın. 4 yapraklı yoncanızı 4 ana besin grubundan oluşturun. Her yaprak 1 besin grubu olmalıdır. Bu gruplar; süt ve ürünleri grubu (süt, yoğurt, ayran, cacık), et-kuru baklagiller-yumurta-peynir, ekmek-tahıl grubu(ekmek, makarna, pilav, çorba…), meyve-sebze grubudur.


9. Günde 3 ara öğün yaparak atıştırmaların önüne geçin

Sağlığın korunması için hayatın her döneminde düzenli beslenme çok mühimdir. Bu yüzden besinlerinizi günde 3 ana öğün (kahvaltı, öğle ve akşam) ve 3 ara öğün (kuşluk, ikindi ve gece) şeklinde tüketmeye çalışın. Öğün atlamamak, hem kan şekerinizin düzende kalmasına, hem de gereksiz atıştırmalarınızın önüne geçecektir. Atlanan öğün, kişinin kan şekeri değerlerinde düzensizliğe ve çabuk acıkmasına sebep olur.


10. Susamasanız da günde 10-12 bardak su için

Vücuttan atılması gereken sıvı normal şartlarda idrar, dışkı ve solunumla atılır. Yaz aylarında sıcaklıkla beraber artan sıvı ve mineral kaybının önlenmesi için yeterli sıvı alımı çok mühimdir. Bu sebeple, her gün en az 2-2.5 litre (10-12 su bardağı) su içilmelidir. Ayrıca egzersiz yapıldığında daha fazla su tüketmeye dikkat etmek lazımdır. Sıvı alımının karşılanmasında su haricinde süt, ayran, soda, limonata, soğuk bitki çayları, şekersiz taze içecekler de faydalıdır.
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: Lika - 22 Temmuz 2010, 23:32:47
Hepsi birbirinden önemli, kıymetli bilgiler. Teşekkürler.
Başlık: Buzlu çay böbrek taşı yapıyor!
Gönderen: Tuğra - 25 Temmuz 2010, 00:53:59

Bilim adamları batı ülkelerde oldukça yaygın bir şekilde tüketilen son yıllarda ülkemizde de özellikle sıcak mevsimlerde popüler olan buzlu çayın böbrek taşına yol açtığını belirtti.Loyola Üniversitesi Üroloji Bölümü tarafından yapılan araştırmaya göre, buzlu çayda yüksek yoğunlukta oksalat bulunuyor ve bu kimyasal böbrek taşı oluşumuna yol açıyor.

Sıcak çayda da oksalat olduğunu ancak bunun böbrek taşı oluşturacak kadar çok içilmesinin zor olduğunu söyleyen araştırmacılar, erkeklerin ve orta yaştaki kadınların daha fazla risk altında olduğunu açıkladılar.

Hararetinizi alması için limon dilimleriyle süslenmiş bir bardak sudan daha iyisi olamayacağını belirten uzmanlar, limonda bulunan sitratın ise böbrek taşı oluşumunu engellediğini ifade ettiler. Ayrıca, taş oluşumunu destekleyen ıspanak, çikolata, kabuklu cevizler, tuz, et ve revent isimli bitkiden mümkün olduğu kadar uzak durulması gerektiği kaydedildi.

POPULERGAZETE
Başlık: Şeker hastalığını 10 yıl daha erken tespit edebileceksiniz
Gönderen: İsra - 20 Eylül 2010, 07:00:05
Mevcut teşhis yönteminden 10 yıl daha erken şeker hastalığı riskini belirleyebilen bir kan testi geliştirildi.

Birmingham'da İngiliz Bilim Festivali'nde kamuoyuna sunulan testin tip 2 şeker hastalığı olacak insanların yaklaşık yarısını belirleyebildiği belirtildi. Kandaki genetik moleküllerin seviyesini tespit ederek çalışan kan testinin çok yakında piyasaya çıkacağı belirtildi.

Journal Circulation Research" isimli tıp dergisinde yayınlanan çalışmada, microRNA (MiR) isimli benzer bir molekül testi ise kalp ve damar hastalığı oluşma riski bulunan kişileri saptıyor. MiR testinin geleneksel yöntemlerle birlikte kullanmayı umduklarını söyleyen araştırmacılar, testin hastaya maliyetinin yaklaşık 2 pound (yaklaşık 5 Türk Lirası) olduğunu açıkladılar.
Başlık: Kemik erimesine neden oluyor
Gönderen: Tuğra - 21 Ekim 2010, 00:40:31

İki yıldır devam eden araştırma çarpıcı sonuçlar ortaya çıkardı.

Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Anabilim Dalı'nda, Trabzon'da yaşayan 11-18 yaş grupları arasında çocuklarda D vitamini eksikliğinin açtığı rahatsızlıklar araştırılıyor.

İki yıldır devam eden araştırmada Trabzon il merkezi ve ilçelerinde toplam 620 öğrenci üzerinde inceleme yapıldı. Araştırma için alınan kan örnekleri KTÜ Tıp Fakültesinde değerlendiriliyor. Fakültede değerlendirme sonucunda tedavi olmasına gerek duyulan öğrencilere fakültede ücretsiz tedavi hizmeti veriliyor.

Araştırmayı yapan Dr. Beril Dilber ve Dr. Sevim Türkday, "Bölgemizde güneş ışığı yıl düzeyinde yetersiz. 11-18 yaş grubunun loş ışık alan internet kafelerde veya evlerindeki bilgisayar ortamında zaman geçirmeleri dengesiz ve yetersiz beslenme, spor yapmama gibi nedenler kemik gelişimini engellemekte ve zaman içinde de kemik erimesine neden olmaktadır. Amacımız gençlerin bilinçlendirilmesi erken teşhis ve gereken tedaviyi uygulamak. Vakfıkebir Lisesi'nde yaptığımız çalışmalarda desteğini ve duyarlılığını gördüğümüz Okul Müdürü Mustafa Balaban'a idarecilere, okul rehberlik servisine teşekkür ederiz." açıklamasını yaptı.

iyilikgüzellik
Başlık: Böbrek taşını önemsiz görmeyin
Gönderen: Tuğra - 26 Ekim 2010, 02:25:36

İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilimdalı öğretim üyesi Prof. Dr. Semih Sargın, böbrek taşının ağrı ya da kanama olmadan da kişilerde bulunabileceğini belirterek, bu durumun böbreklerde geri dönülmez sonuçlara yol açabileceği uyarısında bulundu

Prof. Dr. Sargın, yaptığı yazılı açıklamada, idrar yolları (böbrek, idrar yolları ve mesane) içindeki taşların kendisini idrarda kanama ve şiddetli ağrı ile belli ettiğini söyledi. Bu belirtilerin olmadığı kişilerde de taş hastalığının bulunabileceğine işaret eden Sargın, şu bilgileri verdi:

''Ağrının geçmesi taşın düştüğünü düşündürmemelidir. Taşlar her zaman ağrı veya kanamaya neden olmazlar, nadiren sessizce idrar yollarını tıkayıp uzun süre rahatsızlık vermeden durabilirler. Tıkanmış olan kanallar üst sistemin şişmesine, iltihaplanmasına, böbreğin idrar yapamayacak hale gelmesine, apseleşmesine sebep olabilir. Bu durum, böbreğin alınmasına neden olabileceği gibi, hayatı tehdit edebilecek kadar ağır sonuçlara yol açabilir. Taş hastalığı 20-50 yaş arasında sık görülür. Erkekte daha fazla sıklıkla rastlanır.''

Böbrek taşı hastalığı olmayanların 3 yılda bir kontrol yaptırmalarının yeterli olacağına işaret eden Sargın, ''Bu hastalığı geçirenler veya tedavi olanlar için nüks oranı yüzde 10–50 arasındadır. Bu nedenle tamamen taşsız kalınmış olsa bile yılda bir doktor kontrolüne gidilmelidir. Böbrek taşlarının ilaçlarla eritilmesi, ancak daha nadir görülen, sistin ve ürik asit gibi taşlarda çok kısıtlı oranlarda,eczaneilaçları ile söz konusu edilebilir. Medikal tedaviler, tekrar taş oluşumunun önlenmesi veya geciktirilmesi yönünde uygulanmaktadır. Asıl tedavi, ürologun uygun gördüğü vücut dışından taş kırma, kapalı veya açık taş ameliyatları ile mümkün olmaktadır.'' 


iyilikgüzellik
Başlık: Doğal yöntemlerle ağrınızı dindirin!
Gönderen: Tuğra - 28 Ekim 2010, 02:32:54
İşte milyonlarca insanın kullandığı ağrınızı hafifletmeye yardımcı bazı doğal ilaçlar:

Foxnews'te yer alan habere göre, yeni bir şey denemeden önce mutlaka her zaman doktorunuza sormanız gerektiği belirtiliyor. Dünya Sağlık Örgütü dünya nüfusunun yüzde 65'inden fazlasının doğal ilaçlara bel bağladığını tahmin ediyor.

İşte milyonlarca insanın kullandığı ağrınızı hafifletmeye yardımcı bazı doğal ilaçlar:

1. Su için: Çok basit görünen bu uygulama sayesinde susuzluğu başlamadan durdurmak baş ağrısı, kramp ve yorgunluk gibi birçok hastalığı engelliyor.

2. Kafein: Birçok reçetesiz ilacın içeriğinde bulunan kafein bir fincan kahve sayesinde ağrınızı doğal yollardan kesebilir.

3. Balık yağı: Balık yağının iltihabı azalttığı ve şakaklarınızdaki kan damarlarını daraltarak ağrıyı kestiği belirtiliyor. Bu, migrenden şikayetçi olan inanlar için iyi bir haber.

4. Zencefil yiyin: Mide bulantısının tedavisi reçetesiz ilaçlarla bile çok zordur. Özellikle ilaç kullanması yasak olan hamile kadınlara mide bulantılarını iyileştirmeleri için zencefil öneriliyor.

5. Söğüt kabuğu: Söğüt kabuğunun aspirinin doğal şekli olduğunu söyleyen uzmanlar, kabuğun içinde Aspirin'in aktif maddesi olan salocin bulunuyor. Eklem iltihabı tedavisinde Aspirin kadar etkili olan söğüt kabuğu mide rahatsızlığına, mide kanamasına ya da ülsere yol açmıyor.

6. Şerbetçi otu: Özellikle eklem ağrısı olanların kullanması gereken şerbetçi otunun iltihabı yok edici etkisi vardır. Ayrıca sinirleri yatıştırır ve uyku verir.

iyilikgüzellik
Başlık: İşlenmiş etler kalbe zararlı
Gönderen: Tuğra - 13 Kasım 2010, 21:59:52
İşlenmiş etlerden salam, sucuk ve sosis gibi ürünlerin kalbe zararlı olduğu ortaya çıktı.

(http://www.dunyabulteni.net/resim/250x190/2010/11/12/sucuk-salam3333.jpg)

Salam, sucuk, sosis, pastırma gibi işlenmiş etleri seviyorsanız, bu habere dikkat edin. Ette bulunan sodyum nitratın kalp hastalığına yol açtığını biliyor muydunuz?

Zaman Online'ın derlediği habere göre, salam, sosis gibi bazı işlenmiş etlerde koruyucu olarak kullanılan sodyum nitrat, kalp hastalığı riskini artırabiliyor. Bu etlerde bulunan tuz ve doymuş yağdan başka, sodyum nitrat kalbinize zarar verebilir.

Sodyum nitrat kan damarlarınızı sertleştirip daraltarak zarar verebilir ve kalp hastalığına yol açabilir. Nitratlar aynı zamanda vücudunuzun şekeri kullanış şeklini etkileyebiliyor ve sizi şeker hastalığına karşı daha hassas hale getiriyor.

Sık sık et tüketiyorsanız, en iyisi işlenmiş et tüketimini sınırlandırın ve yağsız, taze etler ile tavuk, hindi gibi kümes hayvanlarının etini tercih edin. Yağsız biftek ve tavuk eti iyi seçimlerdir, ancak bu gıdaları tüketirken de günlük porsiyonlarınızın 200 gramdan fazla olmamasına dikkat edin.

Dünya Bülteni / Haber Merkezi
Başlık: Hiperaktif sorunların sırrı gıda boyası mı?
Gönderen: Hâsıl-ı Kelam - 04 Ocak 2011, 16:25:32
ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), Mart ayında gıda boyalarının kullanımını yasaklamayı planlıyor.


FDA’nın gıda boyalarının yasaklanması için üzerinde durduğu gerekçe ise, bu boyaların çocuklarda hiperaktivite ve başka psikolojik sorunlara neden olduğuna dair araştırmaların bulunması. İngiliz bilim adamları tarafından yapılan ve 2007’de The Lancet bilim dergisinde yayımlanan bir araştırma gıda boyalarının hiperaktiviteyi tetiklediği yönünde bulguları gözler önüne serdi.

ABD’de ise 1970’ten bu yana çok sayıda psikolog hiperaktif çocukları diyetlerinden gıda boyası kullanılmış ürünleri çıkararak tedavi etmeyi deniyor. Ancak bazı ABD’li uzmanlar da zararsız olduğunu iddia ettikleri gıda boyası ile hiperaktivite arasında hala net bir ilişki bulunmadığını söyleyerek FDA’nın kararına tepki gösteriyorlar.

 
Vatan
Başlık: Kıyafetlerinize Yerleşen Mikropları Öldürün
Gönderen: Tuğra - 07 Ağustos 2011, 13:10:43
Kıyafetlerinize Yerleşen Mikropları Öldürün


Çamaşırların birçok hastalığa neden olabilen antibiyotiğe dirençli bakterilerden temizlenmesi için, sadece deterjan ya da değişik temizleme maddelerinin kullanılmasının yeterli olmadığı, aynı zamanda çamaşırların yüksek ısıda yıkanması gerektiği bildirildi.
 
İsveç'te yayımlanan Svenska Dagbladet gazetesinin haberine göre, İsveç Uppsala Üniversitesi Hastanesinden Mikrobiyolog Aosa Melhus'un da katıldığı araştırmanın sonuçları, çeşitli nedenlerle kıyafet, havlu, çarşaf gibi çamaşırları dirençli bakterilerden temizlemek için sabunun yeterli olmadığını gösterdi.
 
Dr. Melhus, beyazlığın çamaşırın temiz olduğu anlamına gelmediğini, laboratuvar ortamında yaptıkları deneylerde birçok bakterinin 42 derecede bile haftalarca canlı kaldığını gözlemlediklerini belirtti.
 
İdeal çamaşır yıkama sıcaklığının en az 60 derece olduğunu kaydeden Melhus, çamaşırların yıkandıktan sonra 10 dakika da kurutma makinesinde yüksek ısıda kurutulmasını tavsiye etti.
 
 
hastane.com.
Başlık: Mantara karşı çözüm mü bulundu?
Gönderen: Tuğra - 11 Ağustos 2011, 22:50:30
ABD'li bilim adamları yeni bir şey keşfetti...

Maya mantarının, birçok mantar hastalığına karşı koruma sağlayabileceği belirlendi.
 
ABD'de bilim adamları ''saccharomyces'' türü mantarı (ekmek mayası), farelere enjekte etti.

Yüksek miktarda ''aspergillus'' türü mantar verilen farelerin, bu mantar türünün neden olduğu, solunumla ilgili ölümcül bir hastalık olan ''asperjilloz''a direnç gösterdiği belirtildi.
 
Maya mantarının bu hastalığa karşı koruma sağladığını bildiren bilim adamları, Mikrobiyoloji Tıp Dergisi'nde yayımlanan makalede, koruma sağlayan bileşenin maya mantarının hücre duvarında bulunduğunu vurguladı.
 
Bu ''aşının'' candida, cryptococcus ve coccidioides türü mantarların yol açtığı hastalıklarda da etkili olduğuna dikkat çekildi.

veteknoloji.com
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: mazhar - 01 Kasım 2011, 09:14:19
Yıkanmak


-(En az) Her yedi günde bir gusül edip başını ve bedenini yıkamak her müslümanın boynuna borçtur. (müslim.)
Başlık: Kanserde aspirin umudu
Gönderen: tk1978 - 20 Nisan 2012, 14:20:33
Dünyanın en eski ilaçlarından olan aspirinin yan etkilerini araştıran bilim adamları, ilacın kanser karşısındaki şaşırtıcı etkisi hakkında ipuçlarına ulaştı.
İskoçya, Kanada ve Avustralya'daki bilim adamları gerçekleştirdiği ortak araştırmada salisiklatın hücre gelişiminde ve metabolizmada düzenleyici rol oynayan AMPK enzimini etkilediğini ortaya çıkardı.

Aspirinin etkin maddesine çok benzeyen salisiklatın bu özelliği, aspirinin ağrı kesici ve ateş düşürücü etkilerinin yanı sıra kanser gibi pek çok hastalığın önlenmesinde de yararlı olabileceğini gösterdi.

İskoçya'daki Dundee Üniversitesi’nde görev yapan Grahame Hardie isimli bilim insanı, salisiklatın yan etkilerini incelerken, insandan alınan böbrek hücrelerine verilen salisiklatın hücre gelişiminde ve metabolizmada düzenleyici rol oynayan AMPK enzimini etkilediğini fark etti.

Hardie, Eski Mısır'daki elyazmalarında iyileştirici rolünden söz edilen ve bugün değiştirilmiş formuyla "aspirin" olarak hastalara verilen salisiklatın kanser karşısındaki etkisinin henüz net olarak tespit edilemediğini belirtti. Hardie'nın çalışması ile diğer iki ülkede gerçekleştirilen araştırmalar yeni ipuçları sağlasa da bu konuda daha çok çalışma yapılması gerekiyor.

Bilim adamlarının elde ettiği yeni ipuçlarının, daha etkili kanser ilaçlarının üretiminde yol gösterici olabileceği tahmin ediliyor.

Başlık: Genç Vücut Nasıl Çöker
Gönderen: Tuğra - 27 Eylül 2012, 17:38:15
Genç Vücut Nasıl Çöker

Genç vücut, kuvvetli olduğu için, yemekleri hazmederek, fazlalıkları dışarı atabilir. Ancak çok yemekle zorlanma devam ettiği sürece, bu kuvvet tükenir. Fazlalıkların giderek daha az atılmasıyla vücutta depolar oluşmaya başlar.

Depolar oluşunca buradaki atıklar kan ile birlikte dolaşmaya başlar. Böylece kan ağırlaşır, dolaşımı yavaşlar.

Ağırlaşan kan, bu atıkları damarlarda biriktirmeye ve zamanla damarları tıkamaya başlar. Daralmış ve tıkanmış damarlardaki kan, organları yeterli derecede besleyemeyecek kadar azalır.

Beslenemeyen organlar beyne “Açız!” uyarısı gönderirler; beyin de bu çağrıya cevap olarak iştahı çoğaltır.

Bu da insanı daha çok yemeğe zorlar. Yedikçe kandaki fazlalıklar ve damarlardaki tıkanıklıklar çoğalır.

Kan daha da koyulaşır, dolayısıyla organların açlık hissi daha çok artar. Bu kısır döngü devam ederken insanlarda konsantrasyon, hafıza, düşünme, anlama ve öğrenme kabiliyetleri azalmaya, hastalıklar bir bir kendini göstermeye başlar.

(Gerçek Tıp)

Başlık: Midenizi balıkla dinlendirin
Gönderen: mazhar - 11 Ağustos 2013, 23:42:58
(http://www.kadinvekadin.net/resimler/diger/midenizi_balikla_dinlendirin_1.jpg)
Atatürk Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhammet Atamanalp, ramazanda kırmızı etin çok fazla tüketildiğini, bu nedenle yorulan bedenlerin bayram sonrası balık yenilerek dinlendirilmesi gerektiğini kaydetti.
Prof. Dr. Atamanalp, özellikle Doğu Anadolu bölgesinde kırmızı et tüketiminin çok fazla olduğunu, ramazan ayında tüketimin çok daha arttığını ifade etti. Prof. Dr. Atamanalp, "Bölgemizde yoğun olan kırmızı et tüketimi ramazanda daha da arttı. Balık yeme oranı ise çok azaldı. Ramazandan çıkan vatandaşlar balık tüketimini artırarak bedenlerini dinlendirebilirler.
Fakültemizin alabalık tesislerinde her gün taze balık satışı yapılıyor. Balık etinin içerdiği zengin omega 3 yağ asitleri özelllikle insan vücudunun ihtiyaç duyduğu tüm vitaminleri içeriyor. Balığı her yönde ve her yaşta önerebiliriz.
Mutlaka diyetlerde yer alması gereken özelliklere sahip. Bebeklerde kas gelişimi, çocuklarda zihinsel gelişim, yaşlılarda özellikle son yıllarda yapılan çalışmalarda alzheimerı önlediği ortaya konmuştur. Depresyona dahi iyi gelen balık her daim yoğun şekilde tüketilmelidir" diye konuştu.
Basın
Başlık: Ynt: Sağlık Bilgileri
Gönderen: altinkizi - 15 Kasım 2017, 22:38:41
boyun fıtığı (http://www.boyunduzlesmesi.com/boyun-duzlesmesi-egzersizleri) için bu hareketleri tavsiye ederim arkadaşlar