Sadakat islami Forum

EDEBİYAT KÖŞESİ => SERBEST KÜRSÜ => Konuyu başlatan: Tuğra - 29 Kasım 2009, 02:46:54

Başlık: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: Tuğra - 29 Kasım 2009, 02:46:54
“Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

Büyüklerin “artık sen de adam ol, silkelen, tut, yakala, zapt et” mesajlı bu şairane iğneleme fena dokunur insana... “Yahu onun babası koskoca padişahtı, bizimki 657’ye tabi memur” kıvırması da, Viyana kapılarına tekrar dayanıp “çıkışa geeel!” tarzı cinnet naraları atmak da insanı rahatlatmaz...
Fetih geni

Türk evladııı, uykuda rahatlar! O sebeptendir ki deli yatar. Ancak maalesef ‘deli uyurlar’ hep dışlanır. Hem yataktan hem toplumdan... İtiraz ediyorum hâkim bey! Bu, bir özür değil bilakis genlerimizin bize bahşettiği bir hediye! Niye?.. Gel hele bi soluklan yiğenim anlatayım. Şimdi, siz hiç uyurken etrafı sandalye ve köşe yastıklarıyla çevrelenmiş bir ecnebi çocuğu gördünüz mü?

Göremezsiniz, çünkü onlar çamura sevdalı malak gibi uyurlar. Oysaki bizim bebeler, uykuda bile genlerindeki ‘akıncı şevkiyle’ yerleşik düzene inatla kafa tutar ve göçer. E haliyle, kütdenek yere düşmemesi için fetih alanını genişleten o tesisat şart!

Sıkılır Türk evladı. Kendinizden pay biçin, hiç tam uykuya dalacakken “ufff, biraz da şu şekil yatayım” demediniz mi? Asırlar boyu göç etmiş, fetih kupalarını saksı gibi dizmiş ataların evladı, öyle beton çivisi gibi dümdüz uyuyamaz! Kol bir yerde bacak bir yerde, yatılan zeminin her santimetrekaresine sefer düzenler.

Uyurken tek hareketle yüz seksen derece dönebilen tek ırkız biz! Onun için duvarın ne tarafta olduğunu unutmamak gerek. Dengesiz ve hızlı dönüşlerde kafayı duvara sürtme sıkça yaşanan kazalardan. Abartıp kıvılcım çıkartanlar bile olabiliyor.

“E, insaf Selami! Ayaklarının yastık kılıfının içinde ne işi var?”
 
Akıncı, beklenmedik zamanlarda sefere çıkar! Fısır tısır uyurken genler gürler; “bre oğul kalk hadi uyku zamanı değüldür! Devir fethetme devrüdür!” Allah, ondan sonra artık ne yorgan kalır ne yastık, çarşaf zaten kayıp aranıyor...

Deli uyurlar yorganı çekip yanındakini ayazda bırakabilir, komodine kafa atabilir, yastığın bilumum fırfır benzeri gereksiz atraksiyonlarını yolup atabilir, yanındakini tekmeleyip “padişahım çok yaşa!” deyu bağırabilir, taş düşebülü, ayı çıkabülüü...

Deli uyurlar, benzeri hareketleri uyku esnasında şuursuzca yapmaktadırlar. Dolayısıyla, “Büyüğe kalkan el, kol, bacak taş olur” korkutmaları yersiz ve gereksizdir. Tamam mı anne?..

Ni­nem diyor ki:
Davetsiz gelen döşeksiz oturur...


Halime <gürbüz
Başlık: Armut
Gönderen: Tuğra - 30 Kasım 2009, 22:23:03

Seksenlerde çocuk olmak keyifliydi. Ve fakat travmatikti. Bu yazı, geçmişi yad etmekten ziyade 80’lerde yaşananların yıllar sonra bir travma sebebi olduğunun farkına varılması ve şimdilerde erken 30’larını sürdürmekte olan bir jenerasyonun neden bu kadar saçma sapan bir düşünce ve hareket tarzına sahip olduğunun anlaşılması adınadır...

Travma-1:

Eve alınan ilk televizyon; 80’lerin çocukları eve televizyon alınan günü hayal meyal hatırlar. O gün, bütün hayatımızın değiştiği ve geleceğimizin belki de bambaşka bir biçimde şekillendiği gündür. Evde artık yeni bir varlık yaşamaktadır; saat 12’de karşısına geçip selam durduğumuz ve ailece İstiklal Marşı söylediğimiz bir yaratık...

Sonuç:

Eve alınan her pahalı ürünün yüce niteliğe sahip olduğunun sanılması. Özel köşe hazırlanması. Bir süre melül melül seyredilmesi. Zarar verici hareketlerden kaçınılması, zarar verenlerin dövülmesi. Üstüne dantel örtü hazırlanması ve serilmesi.

Travma -2.

Perma, kelebek toka, vatka; vatkalı ceketin iç açılar toplamını hesap ededurduğumuz tüm dünyanın zevksizlik etrafında dönüp durduğu zaman dilimi; estetik karşıtı bir dönem...

Sonuç:

Rengârenk kelebek tokaların hafızanızda kol kola dans ettiği, kabus dolu bir geçmiş. Ve o geçmiş asla yakanızı bırakmaz. Her an bir yarasakol tarafından esir alınacağınız korkusuyla hoyratça savrulursunuz ordan oraya.

Travma- 3.

Travmatik çocuk kitapları; okumayı yeni söken çocuğa kaşağı, kibritçi kız, Ant, Kemalettin Tuğcu hikayelerinin okutulması sebebiyle sabinin manyaklaşması şeklinde tezahür etmiştir.

Sonuç:

Ebeveyn ve kardeşlerin ölümünden histerik biçimde korkmak. Ölümlerini göz önüne getirerek ağlayabilmek. Diğer bütün korkuların da giderek keskinleşmesi ve obsesyona doğru kendinden emin adımlar.

Travma -4.

Yerli Malları Haftası’nda meyve olmak; zamane çocuklarına şaka gibi gelebilir. Bilakis, biz elma, şeftali, muz, kestane ve hatta karpuz olmuş bir nesiliz. Bu meyveleri içselleştirmiş, bu meyveler için şapka yapmış ve başına takmış, yine bu meyveler için maniler şiirler ezberlemiş ve hatta bu becerilerimizi bir ton yetişkinin önünde sergilemek zorunda kalmış bir nesiliz. Armut olduğumuz için alkış toplamış bir nesil...

Sonuç:

Olunan meyveye karşı anlamsız bir antipati beslemek. Anamur muzunun iyi, diğer muzların kötü olduğuna inanmak. Yerli Malları Haftası kutlamayan genç nesillere gıcık olmak... Armut olduğumuz için alkışlanmayı üzerimizden atamamak...
 
Halime Gürbüz
Başlık: Tatlı rüyalar, gerçek kâbuslar
Gönderen: Tuğra - 04 Aralık 2009, 00:52:51

Kimi kadınlar vardır ki, tatlı bir rüyaya çevirirler hayatınızı. İçinde çeşit çeşit hayaller dolu bir sırt çantasıyla çalarlar kapınızı. Yapacak başka bir şey bulamayıp pazarlamacı olan zavallı birisi zannedersiniz ilk görüşte.

Kendinden bir şeyleri size bırakıp karşılığında kazanç elde etmeye çalışıyor zannedersiniz.

Çünkü tüm hayatınızı karşılıklı alışverişlerle geçirmeye, her şey için bir bedel ödemeye alışmışsınızdır. O size farklı hayaller bıraktıkça hesabı düşünmeye başlar, çekinir hale gelirsiniz.

Tüm bu birikenleri nasıl ödeyeceğiniz düşüncesiyle agresifleşir, beklentileri olabileceğini göz ardı edersiniz.

Beklentiler evet, o ayakta durmak değil girip hayatınızda biraz oturmak ister muhtemelen. Belediye otobüsü bekler gibi tetikte ve rahatsız değil, kendi yazlığının bahçesindeki çardakta oturur gibi, huzurla, düşünce ve endişeden uzak oturmak ister...

Sırtındaki torbadan çıkardığı hayallerini size teslim edince en azından birkaç tanesinin gerçekleşmesini umar, bekler ve belki hak eder...

Lakin anlamazsınız ya da anlayamazsınız... Beklemezsiniz çünkü. İnsanlardan beklenebilecek bir şey değildir sizin için; içten olmak, gerçek olmak, sıcak olmak, hayalleri sadece istediği için sırtında taşıyıp kapıyı çalmak...
 
Kısa sürecektir gerçeği fark ediş anı. Çünkü gerçek, o giderken çarpar suratınıza. Hayallerini kapınızın arkasına bırakıp giderken... İçinde yıllarca biriktirip paketlere doldurduğu tüm hayallerini usulca bırakıp çeker gider büyük bir sevgiyi hak etmeye.

Siz ise, tüccar gibi davrandığınızla, pazarlamacı gibi baktığınızla kalırsınız ortada. Yaptıklarınız nedeniyle ömür boyu sürecek acının habercisi bir çuval hayalle yalnız kalırsınız.

Birkaç çıkış görürsünüz o anda; ya bu çuval dolusu yükü sırtlanıp kapı kapı, sokak sokak, şehir şehir dolaşıp o kadını bulmak... ya oturup yıllarca geri dönmesini beklemek umutsuzca...ya da çıkıp onun yaptığını yapmak; insanlara hayallerinizi anlatmak, paylaşmaya çalışmak, benzer bir tepki ile karşılaştığınızda ise çuvalı bırakıp kaybolmak, yitmek...

Kimi kadınlar bir rüyaya çevirirler hayatınızı. Zaman mefhumundan uzak kısadır kalışları. Gittiklerindeyse; hayat başlar kapkara kâbuslar doğurmaya. Teselli ise; kâbus da bir rüyadır sonuçta...

Ni­nem diyor ki:

Göle su gelene kadar kurbağanın gözü bozarır.

Halime Gürbüz
Başlık: Âdâb-ı muâşeret
Gönderen: Tuğra - 07 Aralık 2009, 00:59:53
Efendim, her kim cemiyet içinde yer etmek arzusunda ise, “telefon” telaffuz edilen asrı zaman keşfinin âdâb-ı muâşeretini bilmesi, uygulaması ve bittabi emsal teşkil edecek tele-hasbihaller yapması zaruridir! Şart! İş bu fikriyatın cazibesinden mütevellit, biz de bu okurlarımız için “hatmetmekte” olduğunuz bu tefrikayı kaleme almayı münasip gördük...

Telefon çaldığı vakit, dü lü lü lüüü (ağzımla icra ediyorum) şahsiyet-i cinnet-ül manyak gibi höykürmeyiniz. ‘Kimsiiğn, neeeağ, ne var?’ ile açmayınız. Ümüğü “hıhım” suretiyle temizleyip “alo” yahut “buyurun efendim” deyiniz.

Velev ki, arayan siz iseniz evvela zatınızı takdim edip hal hatır sorunuz. “Falancayı versene, tanımadın mı len? Mıstafaaa, sen misiiin?” muadili lakırdılar etmeyiniz.

Numaraları tane tane, kudretle tuşlamak ve son rakama daha uzunca bir müddette basmak evladır. Ninelerimizden öyle gördük... Bu, kusurlu aramalara, şahsınızın telefon sapığı zannına mani olacaktır. (Hususiyetle seyyar telefonlarda) Aksi halde, “Hayatımcım, nerde kaldın canım yaauvv?” sualinize “Oo gardaş, bura gırşehir” cevabı muhtemeldir.

Beriki cenah sizi görmüyor olsa dahi, muhabbet esnasında duvardaki fosil-ü sivrisinek tırnakla kazınmaz, göbeği kaşımak yakışık almaz. Telefon kordonuyla tesbih çekebilir, zülüflerinizle oynayabilir, tavanı seyre dalabilirsiniz.

Çiçek, kalp, daire, kare muadili mutat motifler çiziktirmek âdetten olmakla beraber, asabiyet halinde motiflerin koyulaşması, kapatmayı müteakip telefonun duvara patlatılması usuldendir...

Refikasıyla, yavuklusuyla hoşbeş eden er kişiye yandan musallat olmak, “yalan söylüyor yengeaa he he” minvalinde tıynet-ül musibetlik yapmak sıklıkla vuku bulan bir münasebetsizliktir.

Telefon nihayetinde bir muhabere aracıdır, “daha nasıl randıman alırım?” deyu beyhude zihin yormayınız! Havadisi aldıktan, meramınızı anlattıktan sonra, sıhhat huzur temennili veda kelamlarını takiben artık telefonu kapatınız.

“Hadi çok kontör girdi”, “su yakmıyor bu” demeye katiyen tevessül etmeyiniz!..

Bahis konusu kaidelere riayet etmek cemiyetin sıhhat ve intizamına binaen elzemdir. Riayet etmeyenler için, “tiz urun kellelerini!” deeermişim, bütün hanedanı gerermişim...

Ninem diyor ki:

Hakkın sillesinin sedası yok. Bir vurursa devası yok...

Halime Gürbüz
 
Başlık: Fiskos
Gönderen: Tuğra - 11 Aralık 2009, 02:07:54

Gazetede vardı; Şili’de yapılan bir araştırmaya göre kadınlar, kendilerine verilen bir sırrı en fazla 47 saat 15 dakika tutabiliyorlarmış. Yalan! Aleni yalan. O kadar uzun sürmez!

- yine tutamadın değil mi?

- evet yine kaçırdım... : (

Ne zannediyordunuz milleti, işkencelere direnen ser verip sır vermeyen yiğit mi? Sır nedir? Kendimiz tutamayıp, tutması için başkasına verdiğimiz şey değil mi? Siz saklayamazken o da bir başkasına verdi diye kınayamazsınız ki...

Şimdi bir kere “Aramızda kalsın”la başlayan her cümle merak dalgası, her “hadi anlat”tan sonrası da şişkinlik yapar!.. Yine aramızda kalıyor ama ara açılıyor birazcık. Bir düğünde bir hamamda bir de meydanda söylenmesine ramak kalacak kadar...

Atalarımızın ‘söyleme sırrını dostuna, o da söyler dostuna’ diye dinlenmesi gereken süper bir sözü var. “... sonra saman doldururlar postuna” diye de devam eder ama oralara girmeyelim şimdilik... Neyse... Üç merhaba, dört canım, beş cicim’den sonra insanları dost belleyip anlatırsanız, o da gider ‘iyi niyetle’ dostuna anlatır...

Bir bakarsın ki; normalde yemek tarifi bile vermeyeceğiniz insanlar en mahrem meselelerinizi masaya yatırmış tartışıyorlar.
‘Derdini anlatmaya derman bulamaz’ düsturunu benimseyerek kaygısızca paylaştığınız sır, nihayetinde ikincinin içinde patlayacak, laf bohçalanıp üçüncüye iletilecektir.

Çoook nadir kişiler emanet edilen sırları biriktirir. Şüpheci bir yaklaşımla derim ki; kim bilir belki de bu, sırf “Konuşursam yer yerinden oynar” diyebilmek içindir.

Sırrı saçacak kişi daha on metreden belli olur. Dikkat edin bakın, paylaşmayı dedikoduya dönüştüren hatunlarda SAS komandosu ciğeri gelişilmiştir. Cümleleri o kadar aralıksız ve seridir ki, insanın “bi nefes al be kadın!” diyesi gelir.

İlaveten bunlarda aşırı “dedi” tüketimi gözlenir. Girdikleri diyalogları anlatmak için sürekli ve gereksiz yere “dedi” kullanırlar.

Örnek “ben dedi, evlenince dedi, kaynanamla oturmam dedi. Ayrı ev açtıracakmış. Düğün bi olsun dedi, bak gör dedi, neler olacak dedi...” Bakınız, altı det kullanıldı ve inanılmaz bir dedi israfı yapıldı... Hem ahlaki hem edebi açıdan kınıyoruz ve tekraren uyarıyoruz;

iki kişinin bildiği sır değildir! Hatta kimi durumlarda üç kişinin bildiği ‘suç duyurusu’ olabilir. “Kimseye söyleme!” denmesi gereken ise bizzat ‘kendimiz’dir.

Unutmayın ki; dedikodu yapmak için, illa panceresinden sarkacağınız bir ev, meraklı bir komşu yahut mahalle tiplemesi gerekmemekte. Sır, bazıları için hayatta var olma, bazıları için yok olma sebebidir.Zira kendinize saklamadığınız sürece, sır yoktur...

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Fiskos
Gönderen: setre - 12 Aralık 2009, 00:25:46
Alıntı
Bir bakarsın ki; normalde yemek tarifi bile vermeyeceğiniz insanlar en mahrem meselelerinizi masaya yatırmış tartışıyorlar.
‘Derdini anlatmaya derman bulamaz’ düsturunu benimseyerek kaygısızca paylaştığınız sır, nihayetinde ikincinin içinde patlayacak, laf bohçalanıp üçüncüye iletilecektir.

İnsanların hakkında ileri geri konuşması için sır vermeye bile gerek kalmıyor artık öyyle bir dünya olmuş ki.... Ne buyurmuş efendimiz s.a.v;

Çok konuşanın hatası çok olur
Hatası çok olanın yalanı çok olur
Yalanı çok olanın günahıda çok
Günahı çok olan kimseyede ateş yakışır
Başlık: Durup dururken
Gönderen: Tuğra - 21 Aralık 2009, 12:31:32

Son dönemin moda kalıbı ‘hayata karşı duruşu’ nasıl olursa olsun, ‘arızalı beyler’ ayakta duruşundan bellidir.

İtalik duruş: Kafa hafif yana eğik. “Hayatın ağırlığı üzerimde abi” der gibi... tek kaş yukarı, alın kırışık, bakışlar içli... Hem kırılgan hem de atılgan oluşun simgesi hani yani... Birazdan ceketinin düğmesini (olan ya da hayali) tek eliyle kapatacakmış gibi durur tek eli. Hani sanki “abi bir emrin var mı?” dermişçesine... Sıkıştığı noktada “Çok acılar çektim ben” tribi yapar... Merhametten maraz doğar. Dengesiz bir özgüven gelir. ‘Çook büyüdük ama bir o kadar da hasmımız oldu’ havalarında dolanması an meselesidir!

Artizz duruşu: Ibızıttın Ocakbaşı restoranının duvarında asılı Zeki Müren posteri gibi; işaret parmağı çenenin altında zarifçe salınıyor bööyle, saçlar harika... Özel günlerde fırfırlı gömleği favorisidir, böylesi duruşa sahip kişi zaten üzeri kalınca çizilesidir.

Entel duruşu: Gözler buğulu ufka bakar vaziyette, hayatı sorgulayan, arayan duruştur. Derin anlamlar içerir... Elde tuğla boyutlu kitap ağızda sakız misali ikircikli laflar demagoji sularında kulaç atar. Kültür fışkıran bu bünye, sıkıyı gördü mü kaçar. “Faturaları ödemedin mi, ne olacak bu çocuğun hali, ev sahibi evden çıkın dedi” gibi durumlarda “bu ataerkil toplumun baskıcı olguları, dayatmanın katakullilerdir!” tarzı kıvırmalar... Biz buna; ‘hiç dayak yememiş entel’ duruşu diyoruz. Vee çaktık mı dağıtıyoruz! Öyle sonu ‘-ist’ ve ‘-ji’ ile biten kelimeleri ezberlemekle olmuyor!

Bir de hakikaten entelektüelleri vardır ki, bu da kat kat bilgi üzerine psikolojik arıza demektir. Bunlardan da uzak durmak gerek neme lazım...

Yengeç duruşu: Yengeç gibi yampiri; bir omuzun diğerine göre daha aşağıda olduğu karizmatik duruş. Böyle durunca şarj mı oluyorlar bilinmez. Gözler fıldır fıldır, kulaklar tetikte, bacaklardan biri dizden kırılmış diğerinden biraz daha önde. (Elde anahtarlık, ipod, cep telefonu opsiyoneldir.) İtinayla hır gür çıkarılır sloganlı ‘bana mı dedin?!’ duruşu... Yürüyüşü de vardır bunun, pişik olmuş gibi. Evlerden ırak!

Müteahhit duruşu: Ellerin arkada birleşmesi ve göbeğin dışarıya iyice çıkarılmasıyla oluşur. Şantiyede “buralar da komple benim” havalarında gezinen müteahhit gibidir. Karşıdakine sürekli “bak otoritem tam!” mesajı verir. Egosu yüksektir, eleştiriye gelemez, bununla hayat geçmez!..

>> Ni­nem diyor ki: Akçe akıl öğretir, esvap yürüyüş...

Halime Gürbüz
Başlık: Çizmeli kedi
Gönderen: Tuğra - 28 Ocak 2010, 02:39:40

“Moda denilen şey o kadar çirkindir ki, onu her altı ayda bir değiştirirler.” Oscar Wilde

Şu sıralar şık bayanlar arasında pek moda olan plastik çizmeleri gördünüz mü? Hani balıkçıların, avcıların giydiklerinden, dize kadar plastik. Çöpçüde var... belediye işçisinde var... köylüde ise yıllar yılı var...

Marc Jacobs ve Burberry’nin tasarımcılarının müthiş keşfi bu çizmeler. Adamlar lastiği, (köy yerinde plastik çizme denmez buna, direk ‘lastik’ denir) boyamış, beneklemiş satıyor...

Böylesi bir ‘anasının eşeğini boyayıp babasına iki katına satma’ vakası Kayseri’de bile yaşanmadı!..

Daha dün giy desen “Ayy igreeançleer” diyecek, köylünün amelenin ayağında gördüğünde pis pis bakagelen steril temiz semiz toplum insancıkları bu lastikleri canhıraş ayağına geçiriyor. Ey moda, ey moda sen nelere kadirsin!.. Bunların düzünü Kulaksızların Mehmet Emmi dama girerken, tezek kürürken giyiyor, desenlisini sosyetikler havalı diye...

Kadında ayakkabı zevktir, zarafettir anacım, giymeyin abidik gubidik! Hayır bir de dünyanın parasını ödüyorlar. Üç yüz elli tl ye kadar çıkıyor fiyatları. Kapış kapış... Havalar da bin beş yüz... Usulca birinin yanına yanaşıp sapık ve sabit bakışlarla “hişş, bak bi, o foseptik temizleyici çizmesine onca parayı ne döktün şaşkın!” diyesim var... Kardeeş, nalburdan al nalburdan. Orda çok daha ucuz. Hem para üstü çıkmazsa beş altı tane inşaat çivisi alır, batıra dele özgün desenler yaparsın çizmene!..

Şaşırıyorum, anlamlandırmaya çalışıyorum ama olmuyor... Şeheeerli bağyanların köylümüze “ben de sizden biriyim; ben de tütün dizer, buğday biçer, karık açar, bağ bostan sularım” mesajı mı ki? İşçi sınıfı ve burjuvanın kaynaşması mı ki?

Hayır, bu olsa olsa, moda adı altındaki saçmalıklar zincirinin son halkası... Tıpkı kıyafetin üstüne atleti ters giydirdikleri, kombinezonu elbise diye yutturdukları, “saçlarda karamel rengi ve ara tonları” sloganıyla kadınları tepesi paslı vida şeklinde dolaştırdıkları gibi...

Şahtınız şahbaz oldunuz desenli lastik çizmelerinizle. İnşAllah bir gün çöpçülerin yanından geçerken kaytarıyorsunuz zannederler de, yersiniz süpürgeyi! Ne kadar sinir olsam da giyiyorlar arkadaşım, ne yapayım, hepsini toptan yakamam ya! Ama sırf gıcıklık olsun diye içlerine kurt düşürebilirim...

İşteee son komplo teorim; moda, bir kısım yumuşak modacıların “kadınları çirkinleştirelim de beyler bize kalsın” düşüncesiyle tasarladığı, hatunların da ‘modaymış’ çığlıklarıyla akıllarını mağaza girişinde bırakıp şebeğe döndüğü akımlar bütünüdür...

Ni­nem diyor ki:

El ağzına bakan sel ağzına yuva yapar...

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Çizmeli kedi
Gönderen: İsra - 28 Ocak 2010, 04:47:29
yazarında dediği gibi moda diye insanları kandırıp üstüne de para alıyorlar. Allah akıl fikir versin :)

bir de  dolce gabbana ürünlerini alanlara kızıyorum sahipleri Allah'ın lanet ettiği kavmin kişiliğine sahip.uyardığımız zaman da güzel ve kaliteli modeller çıkarıyorlar diyorlar. İnsanların bilinçlenmeye çok ihtiyacı var.
Başlık: Otobüs taksi cip biip
Gönderen: Tuğra - 13 Şubat 2010, 01:04:42

Döner, pilaki, cacık ve hatta baklavadan sonra İzzet Altınmeşe’nin benini bile sahiplenmeye kalkan Yunanlılara karşı çıtımız çıkmıyor ama bu konuda suskun kalamayacağım! Tarihte ‘mors alfabesi’ni bulan kişi Samuel Mors olarak geçiyor olsa da filhakika hakikat başka.

Kornayla iletişim kurarak mevzuyu çoktaan ve daha evvelden kavramış yurdum şoförleridir bu alfabenin esas sahibi! İtiraz edilmeli, telif haklarımız geri alınmalıdır. Şaka değil, melodileri veriyorum lütfen not alınız; dıt dıt... ve;

Kısacık bir ‘dıt’: Tek dokunuşluk “pıhk” sesli korna, birini bir yere bıraktıktan sonra kendi yoluna giderken veya misafirlik dönüşü yolcu edilme esnasında kullanılır. Neşeli bir veda sinyalidir, “Hadi eyvAllah” demektir... Araç dışındakilerin el sallaması üzerine gururla ikiye atılır. Trafikte ise ‘teşekkürler’ anlamındadır.

Tek vuruş korna: Dat; geç kardeş... dadat; sağol birader.
Dit didi diit dıt dıdı dııt: Melodik bir ifade çıkıyorsa kutlama kornasıdır. Şampiyonuz!.. bizim takım maç kazandı, çok mutluyum... oğlan biiizim kız biiiizim... demektedir. Konvoy uzunluğu, besteler farklılık gösterebilir.

Üç vuruşlu dıt dıt dıt korna: Apartman, dükkân vb. önünde park halindeki araçtan öttürülüyorsa “aşağıda bekliyorum, inin hadi”dir. İnip zile basmaya üşenmektir. Öttürücü, amacına ulaşıncaya kadar dat-lamaya, düt-lemeye devam eder.

Havalı korna: Darili darili... Durağa yaklaşan minibüs çalıyorsa diğerine “kapama oğlum durağı!” demektedir. Şehirler arası otobüsler arasında geleneksel selamlaşma biçimidir. Aynı tonda cevap gelir. Cam kenarı yolcularında “acaba biz de diğer otobüs yolcularıyla göz temasında bulunup selamlaşmalı mıyız ki?” gibisinden gerginliklere sebeptir.

Çeşitli süre ve vuruşlu korna: Dit!-dididit; yola baksana çıkarken!.. biiiiiiip bip biip; ayol bayanım bi yol verin... diiiiit; hadii yeşil yandı!.. tam dibinden yayaya “dat”; geç kardeşim geç, on adımlık mesafede bir “dıt”; boş taksiyim anlamı taşır.

Uzun süreli korna: Sövmektir! Kornanın çalınma süresiyle doğru orantılı olarak ağırlığı artan küfürlerdir. El kornada beş saniyeden fazla tutulmuşsa, korna çalınan kişiye ve yakın çevresine baya “oturaklı” laflar gitmiş demektir. Hele ki diğer aracın dibinde abanılarak çalınan korna; “Silkeler boğar tretuvara atarım” mealindedir. Çok ayıplıyoruz...

>> Ni­nem diyor ki:
Eşekten doğan katır ne hal bilir ne hatır...

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: aydeniz - 13 Şubat 2010, 02:31:25
hoş bir yazı,teşekkürler

Başlık: Cehalet baki
Gönderen: Tuğra - 24 Şubat 2010, 20:59:49

Umursamayanlar ve pasaklılar buzdolabının içecek rafına elma, yumurta gözüne tereyağı, meyve sebze çekmecesine altılı soda yerleştirebilir. Ancak buzdolabı yerleştirmek sanattır. Hatta zeka oyunu ya da puzzle olarak da görülebilir.

Buzdolaplarını, yiyeceklerin oturduğu ve günümüz şartlarında maksimum yedi kata kadar çıkma izni olan (daha gelişmiş modeller kaçak inşaat sınıfına tabi) apartmanlar olarak düşünürsek;

Sebzeler, apartmanın kapıcısı konumundadır. Her zaman zemin katta oturur. Bunların daha üst katlardan mekan edinme gibi bir lüksü yoktur. Kalabalık nüfusludur.

Orta katlara yayılmış tencere yemekleri, orta halli memur ailesi konumundadırlar. Birkaç günlük dinlenmelerine katlanılabilir, benzer tadı verir. fazlasında ise küf olur, bakteri olur neyse ne biyologlar söylesin.

Yumurtalar her daim balkondadır, odalara girmeyi pek sevmezler. Apartmanın gürültü çıkaran elemanlarıdır.Aktivitelerinde tribün tarzı toplanırlar.

Kahvaltılıklar üst kattadır. Kapıcı çocuğu domates ile yakın arkadaşları zeytin ve peynir, kat farkından ötürü apartmanda bir araya gelemese de, dışarıda ayrılmaz üçlülerdir. Orta katta sosyetik takılan poşetli ekmeğe pek yüz vermezler ama halk çocuğu ekmek ile araları süperdir.

Dondurulmuşlar çatı katında oturur.Yazın sıcağında serin serin yatarken ses çıkarmazlar; kışınsa dışarı çıkmak, dizginlerini kopararak çözülmek isterler. Asi tiplerdir.

Mülteciler buldukları yere sığınırlar. Sıklıkla yumurta rafında saklanan yarım limonlar, biraz daha kullanılabilsin diye psikolojik baskı yapılan kalem piller, kolonya ilaçlar... Ha bir de fön makinesi. Bu da nerden çıktı demeyin, yazının ana sebebidir efendim.

Üç gün önce İstanbul’da bir hanım, buzdolabı çok buz yaptığı için servisi aramış. Tamircinin de tavsiyesi üzerine sen kalk buzları fön makinesiyle çözmeye çalış. Allahtan Zil çalar, çalışır fön makinesini buzdolabı içinde bırakıp kapıyı açmaya gider. Ve buzdolabı patlar! Tamam biz de çok yaramazdık...

Birkaç kez perde tutuşturduk, birkaç kedi köpek üzerinde acımasız deneylerimiz oldu... Ama bunları yaparken yaşımız dört sekiz aralığındaydı. Haberdeki vukuatı gerçekleştiren kişi yirmi sekiz yaşında. Olayın şokuyla “Çocuğumun öğretmeni bile buzluğu fön makinesiyle çözdüğünü anlattı. Buzdolabının içine ısıtıcı koyan dahi var.” diye konuşmuş. Bize susmak düşer...

Ni­nem diyor ki: Cahil ile sohbet etmek güçtür bilene, çünkü cahil ne gelirse söyler diline

Halime Gürbüz
Başlık: Etki tepki
Gönderen: Tuğra - 02 Mart 2010, 20:02:08

Refleks, kişinin özgür iradesinin dışında oluşan, dışarıdaki herhangi bir uyarıcıya verilen ani tepkidir. Omurilik tarafından yönetilir. Yediğiniz tokattan sonraki üç saniye içinde karşı tarafa kontratak yaparak patlattığınız şamarın bilimsel tarifidir.

Doğuştan gelen ve sonradan kazanılan olmak üzere, iki tiptir. Öksürme, göz kırpma ilkine, limon görünce ağzın sulanması ikincisine örnektir. Üçüncü tip ise yurdum insanına has, bir nedensellik içermeyen otomatikleşmiş eylemlerdir...

Hıhhımm:

Mühim bir laf etmeden önce, kurdele kesim arifesinde, nutuk başlangıcında yapılan boğaz temizleme refleksidir. Kronik farenjit mi var bizde milletçe bilemiyorum ama her mühim laf demeden önce yapılır.

Beş dakika:

Sabah okula yahut işe gitmesi için uyandırılan kişinin, “5 dakika daha yaaa...” diye uykulu cevap vermesi refleksidir. Her on kişiden yedisinde görülmektedir. Ancak o ‘5 dakika’ her daim daha uzun sürer, her daim geç kalınır.

Tık, tık, tık:

Kötü bir olay anının düşünülmesi, konuşulması durumunda kulağını çekip ‘muumuckkss’ sesini çıkarmak ve ardından sert bir yüzeye kapı çalar gibi ‘tık tık tık’ vurmak... Hatta vuracak tahta bi zemin aramak; daha da fenası ‘tahta bir şey bulamadım gel kafana vurayım’ cinsinden saçma eylemlere yönelmek.

Ayna ayna:

Özellikle bayanlarda yansıma oluşturan her nesneyi ayna olarak kullanma refleksidir. Mağaza vitrinlerini, araba cam ve aynalarını,restorandaki bıçağı, hiç olmadı karşıdan gelen insancığın güneş gözlüğündeki yansımasını dahi acaba bu ‘nano saniye içerisinde nasıl görünüyorum?’ düşüncesiyle kullanmaktır.

ÖSYM refleksleri:

Konuşurken bile cümledeki anlatım bozukluğunu bulma, soru sorulunca şıkları istemek, bahsi geçen üniversitenin puanını söyleme gibi... Kalem cambazı haline gelip kalemlerle her türlü numarayı yapabilmek olmazsa olmazımız pek tabiî ki...

Hay ben... :

Yürürken sendeleyince ortaya çıkan reflekstir. Tökezlemeye yol açan şeye dönüp bakma refleksidir. Vücut dilinde “hay ben...” isimli bakışa tekabül eden reflekstir. Ben bilmem ki tökezledikten sonra kişi dönüp arkasına bakmasın, onunla yüzleşmesin, insanın doğa karşısındaki çaresizliğini bir kez daha kabul etmesin...

“Hayır” anlamında “cık” sesi çıkarmak... “kim oo?” sorusuna “beeen” diye cevap vermek... överken, yererken, korku anında, beklenmedik durumlarda, parmağını sıkıştırdığında refleks olarak küfür etmek...

Polis çevirdiğinde “sen benim kim olduğumu biliyor musun” demek... Daha sarı ışık yanarken öndeki arabaya ‘geç geç’ kornası çalmak... Ama bence en enteresanı; kazara birinin ayağına bastığınızda, bilinçsizce ağzını açması! Deneyin bak, ben her denediğimde öyle tepki veriyorlar...


Ni­nem diyor ki:

Boş küp çok inler...

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: aydeniz - 03 Mart 2010, 10:03:10
 &) bir tanede ben ilave edeyim,düşünce veya düşen birine gülmek :hihi
Başlık: Gazete
Gönderen: Tuğra - 07 Mart 2010, 02:07:14

Nakışlılar, dantelliler çeyizlerde bekleyedursun en sık kullanılan masa örtüsü gazete kâğıdıdır... Şantiyede kalıp peynir ve domates eşliğinde, öğrenci evinde, piknikte, ötede, beride, her yerde seriliverir. Pratiktir; kir tutmaz, etraf batmaz.

Okuma aşkını kabartır;

üzerine haşır huşur karpuz suları akıtılırken gözler istem dışı gazeteye ilişir. Yazılara engel olan kırıntılar kenara çekilir, sofra partneri soğanı çatadanak okuma zevkinizin ortasına yerleştirir, usulca kaldırılıp devam edilir, altında makale varsa ekmeğin mevkisi değiştirilir.

Taa ki noktalama işaretleri de dâhil sayfadaki tüm haberler, reklâmlar, ilanlar okunana dek... Görüldüğü üzere gazete kâğıdı fonksiyoneldir.

Pratiktir;

cam ayna silerken çok iyi sonuç verir. Külahındaki can eriğiyle, kestaneyle baharın kışın habercisidir...

Kızartmanın fazla yağını alır, raflara serilir, pilav demlenir...

En ele gelir çaydanlık-tencere altı nihalesidir... Taşınırken tabak çanak sarılabilir.

Köşesinden bir tutam yırtıp dürersin, al sana korniş stoperi...

Ekonomiktir;

evsizin battaniyesidir. Üzerine abanılarak okunan taze bir gazeteyle, kolda beleş dövmeniz olabilir. Gazete izi olduğu anlaşılmadığı sürece, karizma katar bünyeye... Oyuncaklar, uçurtmalar yaparsın kendine.

Çocukken hemen ilk su birikintisinde, büyüyünce de zihinde, kâğıttan kayıklar yüzdürülebilinir...

Kamuflajdır;

ortasından delik açılıp etraf röntgenlenir, dedektifçilik oynanır. “Zaten telefonlarım da dinleniyor” paranoyasına sahip bünyelerce sakıncalı içerikli kitapları kaplamada kullanılır, bakkal çıkışı görünmesi istenmeyenler sardırılır...

Sağlıklıdır;

yaşa taşa basmaktan korur... Parkta kırda kuyrukta yastık, nevresim minder niyetinedir... Sıcaklarda yelpazedir... Rulo yapılır, haşere öldürmekte kullanılır... Bigudi yokluğunda saçlar sarılır. Sayfayı katla katla sar, saç tellerini kırmaz, uyurken de acıtmaz, mis gibi...

Çoğunlukla önemsenmeyen bu neşriyat-ı umumiye ile pek çok şey yapılmaktadır. Okumak hariç... Yetmiş milyonun bizi izlediği memlekette ancak beş milyon adet satılan şey, satıldığı halde alınmayan şey ‘gazete’.

“Tiz abone oluna!” buyurur, olmayan olmasın ama “Bak, sonra yakalarsam daha fena döverim!” diye belirtirim. Böyle de hoşgörülüyüm...

Ni­nem diyor ki:

Okumayı sevmeyene dokuz hoca az.

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: aydeniz - 07 Mart 2010, 18:04:46
tebrikler gazeteye,çünkü çok vefalılar,sizede teşekkürler güzel paylaşımlar için..
Başlık: Kadınca kararınca!
Gönderen: Tuğra - 09 Mart 2010, 12:42:45

Dünya Kadınlar Günü’nde tüm hemcinslerime selam eder, bilmecemi sorarım; “Ben giderim o gider, yanımda dır dır eder.” Cevap; ‘kadın’ değil kedi. Kedidir o kedi... Çünkü kadınlar ve kediler fena halde birbirlerine benzerler.

-Kediler de kadınlar da bir şey istedikleri zaman çok sevimli olurlar. Ses tonları daha bir masum, daha bir uslu uslu tınlar.
-Ses tellerine kuvvet; hiç susmazlar. Susmayacaklarını bildiğinizden ne istiyorlarsa, alırsınız, yaparsınız, verirsiniz. Miyavlamıyorsa bile bulgur çekerler çünkü, ‘dırdır sonsuzluktur’ ilkesine bağlıdırlar.

-Bir kabahat işlediklerinde ya şişe vaziyeti alıp masum masum bakarlar ya da pısıp olay mahallinden uzaklaşırlar.
-İlgiyi üzerlerine çekmek için stratejik noktalarda; televizyonun önünde, klavyede gezinir, “Aha da ortası budur” diyerek kitabın, gazetenin üzerine yatar, kulakları geriye ittirerek ‘Son dediğini anlayamadım’ ifadesi takınırlar.

-Saatlerce başını okşasan da, az bir elini çekince pençe atarlar.
-Arada bir evi terk ederler, ama yine de eve dönerler. İstisnalar kaideyi bozmaz.
-Koklarlar... Ayak, el, kafa... Ciğer, parfüm, yoksa yoksa başka bir kedi mi?..

-Görünmeyen birtakım yaratıklarla savaşır, kendi gölgelerine saldırır, gölgeyi yakalayacağım diye oraya buraya sıçrarlar.
-Anlaşılmaz bir şekilde agresifleşebilirler. Bir şeye asapları bozulmuş olabilir... Durduk yere de olabilir... Size ne?!
-Durup durup iç çekerler, sağa sola ters ters bakarlar, kuyruklarını sertçe sağa sola vururlar.

-Hafifçe kızdırmak keyifli olabilir ama doz iyi ayarlanmazsa suratınızda bir “j “ harfi çiziktirirler!
-Kontrol kendilerindeymiş gibi davranılmasını severler.
-Onları görür görmez ele almak gibi bir gaflete düşülmesi halinde, pisiler bu faullü hareket karşısında şirin patilerini pençeye terfi ettirirler.

-Saftırlar; ilgilerini çekecek bir şeyle (yumak/sevgi yumağı) çok kolay oynatılırlar.
- Kapı kapalıyken içeri girmeye çalışır, girince dakikasında çıkmaya çabalarlar...
-Zamanla bir bakarsınız siz kendinizi onun sahibi zannederken, o sizin sahibiniz olmuştur.

-Yıllardır yakalamaya çalıştıkları şeyin kendi kuyrukları olduğunu fark edince, şişe vaziyetinde oturur, az bir düşünür, sonra da kıvrılıp yatar içlerine kapanırlar...
-Bir anları ötekine uymaz.
-Abuk sabuk yerlere, abuk sabuk bir şeyler saklarlar.

-Mevcut kurallara uymaktansa kendi kurallarını oluştururlar.
-Neye ne tepki vereceklerini kestiremezsiniz. Gizemli davranırlar.
-Yaşlandıkça camdan bakmayı severler.

-Gözünü dikmenin gücünü bilirler.
-Kadınlar da kediler de siz konuşurken gözlerinize dinliyormuş gibi bakarlar ama o sırada akıllarından ne geçtiğini asla kestiremezsiniz...

> Ni­nem diyor ki: Avcı kedi mırlamaz

Halime Gürbüz
Başlık: Dikkat Patlar
Gönderen: Tuğra - 31 Mart 2010, 13:49:45

Tehlikenin farkında mısınız? provokasyonlarını bilirsiniz; “Ülke Malezya oluyor.. tehlikenin farkında mısınız?!!” falan falan filan... Onlar bir yana her gün milyarlarca geri zekalı gezegenimizin oksijenini tüketiyor; tehlikenin farkında mısınız?.. her yıl altı ton Adana kebap hunhar ellerce telef ediliyor;

tehlikenin farkında mısınız?..yahu, siz tehlikenin farkında mısınız? ‘mühimmat fışkıracak toprağı sıksan mühimmat’ demiş şair. Mühimmatın kralı mutfakta. Mutfağınızdaki bombanın farkında mısınız? Hem de ev tipi bomba; ne? Düdüklü tencere... Emin olun tüpten beter patlar!

Malzemeler; silme dolu düdüklü, har ateş. Malzemeler kaynatılır, ‘fısıttı fısıttıı’ sesi duyulur ama ibik kaldırılmaz, tıslasa da pıslasa da altı kapatılmaz ve...büyük patlama!! Deney sonucu elde edilenler; bir adet şoka girmiş abla...

Darmaduman bir mutfak hatta daire, apartman, mahalle... Soyut mercimek desenli duvalar...

‘Çok pis patlıyormuş’ efsaneleri, cismi, ismi ve heybetiyle ürküten bu mutfak eşyası, sadece benim değil bir çoğumuzun korkulu rüyası. Benim kuşağım, ki seksenlerde çocuk olmuş kuşak, “annesi evde yokken düdüklü tencerenin kapağını açan çocuğun yüzü yandı!! Mısır haşlayacaktı, kendini haşladı! Basıncını boşaltmayı unuttu, mahalleyi havaya uçurdu!” türünden haberlere çokça rast geldi.

Annem, mutfak işlerine bulaşmamak için bulduğum bahane olduğunu iddia etse de ben gerçekten korkuyorum bu aletten. Tencere dediğin efendi uslu, kendi halinde olur.

Ama bunun o kendinden emin uzun ve tombalak görüntüsü hep bir kalleşlik peşindeymiş gibi bir his uyandırıyor... Bende bu fobi, taa eskilere dayanıyor doktor.

Küçüktüm, küçücüktüm.. Fırkh.. Annem, “buharı çıkmaya başlayınca supabını kapat” emri vermişti. Hatta “tam on dakika sonra ocağı söndür, aman yavrum unutma, ev patlar bak, hah al kitabını burada çalış” diye de tembihlemişti.

O zamanlar da unutkandım... Düdüklü zıplaya zıplaya mutfağı iki turladı, sonra da patladı... O günden beri tavandan pırasa yağdırabilen bu alete platonik fobim var benim...

Evdeki savaş malzemeleri bununla sınırlı değil azizim. Kazsak neler çıkacak kimbilir. Bir filminde Ninjalara karşı savaşan Cüneyt Arkın ne demişti; “bir Ninjanın elinde kibrit çöpü bile ölümcül bir silaha dönüşebilir.” demişti.

İçine deodorant konmuş mikrodalga fırınla saatli bomba, bozuk para doldurulmuş çorapla gürz, kezzapla kimyasal, bozuk sütle biyolojik silah üretebilirsiniz. Hele hele kredi kartıyla neler neler..

Uzman bir elde uziye dönüşür. Sair yapılabilecekleri yazmayacağım, bu sizi tembelleştiriyor... Velhasıl, mühim fışkıracak toprağı sıksan mühimmat’ demiş şair...

Ni­nem diyor ki:

Bıldırcının beyliği, arpa biçilene kadardır.

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: aydeniz - 31 Mart 2010, 20:59:05
Alıntı
Düdüklü tencere... Emin olun tüpten beter patlar!

Malzemeler; silme dolu düdüklü, har ateş. Malzemeler kaynatılır, �ısıttı fısıttıı�sesi duyulur ama ibik kaldırılmaz, tıslasa da pıslasa da altı kapatılmaz ve...büyük patlama!! Deney sonucu elde edilenler; bir adet şoka girmiş abla...

Darmaduman bir mutfak hatta daire, apartman, mahalle... Soyut mercimek desenli duvalar...
acı tecrübelerime deyanaraktan, tadını iyi bilirim a25))
Başlık: Yerin kulağı vardır
Gönderen: Tuğra - 12 Nisan 2010, 12:42:13
Bir dönem şüpheli paket paranoyası vardı hepimizde. Nerde sahipsiz poşet koli görsek “hepimiz öleeceez!” çığlıklarıyla kaçışırdık. Bomba imha ekipleri patlatırdı, bazen tarhana saçılırdı, bazen fanila. Şimdilerde yerini ‘telefonumu dinliyorlar mı ki?’ aldı! İncir yerken kurt paranoyası yapmak bile yanında hafif kaldı.

Elektrik, su faturaları dışında devletle bir ilişkisi olmayanlar bile ‘’yav telefonum dinleniyor galiba hışırtı var’’ diye tedirgin. Hatta işi abartanlar “ya var ya, şu an beni kim dinliyorsa ben onun!” diye sayıp sövüp konuşmaya öyle devam ediyor.

Dün bir arkadaşı aradım “senin şu fındıklı kekin tarifini versene” diye, “o tarif çok gizli, buradan vermem doğru olmaz, daha güvenli bir ortamda!” falan dedi! Benim kedi bile kuyruğuna jammer olmadı frekans karıştırıcı takmaya niyetli.

Bu ne yahu?

“Dostum da düşmanım da dinleyip, izleyebilir. Kimseden saklı ve gizlimiz yok” diyebiliyorsan, dinlesinler sana ne? Yarası olan gocunsun. Hele de siyasetçiler, dürüst olduğunu iddia edenler! Kiramen katibinden korkmuyorlar, telekulak’tan korktukları kadar.

Kanundan, adaletten, milletten gizli neyi olabilir ki kanun adamlarının, devlet hükümet adamlarının? Kaçakçı, çeteci, rüşvetçi olsalar anlayacağım niye itiraz ettiklerini...

Ayrıca biz buna yabancı değiliz ki. Halkımızda telefon, kapı, duvar dinlemek alışkanlıktır. Hiç yan, arka masadaki konuşmaları dinlemek için yana kaykılmış oturan görmediniz mi? Veya siz yapmadınız mı? Komşuda çıt çıksa bardağı kaptığınız gibi dinlemeye koyulmadınız mı?

Bırakın dinlesinler. Edirnekapı Camii imamı olmasak da az buçuk biliyoruz; bu dünyadaki her hareketimiz kayıt altına alınıyor. Yaradana karşı alnın aksa yaratılandan ne korkuyorsun?

Zaten komplo teorisi dinlemekten bıkmıştık bir de başımıza bu çıktı. Millet ‘beni kim dinliyor, neden dinliyor, beni kim dürttü’ diye kendini yiyiyor. Herkes ikinci sınıf Amerikan korku film afişlerindeki gibi; “içimizden biri katil ama hangisi?” diye sorar bakışlara! Telaşa mahal yok.

Telefonunuzun dinlendiğini anlamak için; leğene yarıya kadar su doldurun. İçine yüz gram ısırgan elli de Fülfül çiftebülbül otu katın. Güneş tam tepedeyken bir ayağınızı suya daldırın, diğerini bayıra nazır kaldırın.

Cep telefonunuzla da dokuzu tuşlayın. Hah, bunları yapın sizi dinleyenleri bulacaksınız. Tarkan’ı dinleyenleri, yüreğinin sesini dinleyenleri dahi duyacaksınız... Hatta Şirinleri bilemm göreceksiniz arkadaşım şaşırmayın!

Ni­nem diyor ki: Korkunun ecele faydası yok.

Halime Gürbüz
Başlık: Çok yaşayın;)
Gönderen: Tuğra - 05 Mayıs 2010, 01:10:26

Eh bahar artık başladı sayılır. Ben ve benim gibi alerjik bünyeler de hapşırmaya...

Yazıldığı gibi hapşıranlar:

Makamıyla, gürültüsüyle insanlık için ideal düzeyde hapşıranlardır. Hapşu... Bu kadar!

Ölçü birimi;

desibeldir. Hapşırığının kaçma-yakalama sınırında her âdemoğlu gibi gergin olurlar. Dudakları aşağıya sarkıtır, kafayı geri atar, ‘hiiuuf, hiuvvv‘ gibisinden çıkarırlar.

Ejderin torunu:

Hapşırırken şimşekler çaktıran, geçici işitme kaybına yol açan bünyelerdir.

Ölçü birimi;

yerel iklim değişikliğidir. Öncülerle başlar; “hıaaa hıııııııııııaaaaa hıııaaaaaaaaaaaa.” Dil dışarı meyleder, ağlak velet ifadesiyle ‘huuuuuuaaaaaapsuuuugg!’ Hepimize geçmiş olsun... Sular kesik olduğunda güvenlik güçlerince, göstericileri dağıtmakta kullanılmışlardır. Hapşırırken infilak etme riski taşır.

65 model Mustang:

Evet aynen onun gibi bir gürültüdür; brovvşuuuuu! Yaşlılarında, ‘tuurk’ efekt eklentisi görülür . Bunlar elmayı da hatır hutur yer.

Ölçü birimi;

en yakın mesafedekinin “oha”sıdır. Hapşırığın geri tepmesi halinde iki metre arkaya fırlayanlar olmuştur. İsviçreli bilim adamlarıyla Norveçli balıkçılar da buna şaşırmıştır.

İçli köfte:

 ‘....hıpş!’ der kalır öyle... Acırım, ne bileyim yürek burkulur bunlara. Hisli insanlar, için için hapşırırlar. ‘Çok yaşa’ diyen olmasa da gücenirler. Freud bu konuyu pas geçmiş, ben bi koşu psikanaliz yapayım demek için ciddi bir takibe ihtiyaç vardır. Tabii aklınızdan zorunuz varsa...

Psişik:

Bir önceki tipin amcaoğludur. Nedendir bilinmez, ağız kapalı hapşırma inadındadırlar. Tüm tazyik burundan ‘prrışşt’ efektiyle tahliye olur. Hatta bazıları, daha daha daha çok hapşırmak adına, gündüz güneşe dik dik, gece araba farlarına bön bön bakarlar.

Bu, National Geographic’e konu olabilecek, “vee insanlaaar” anonsuyla sunulabilinecek bir doğa olayı değildir de nedir ya Rabbim!..

Baharın polenler eşliğinde karşılandığı şu günlerde ‘hapşırma’ özgürlüğünüzü kısıtlamayın. Ne demiş yukarı Japonyalı düşünür

Haap Chi;

içinde durup kanser olacağına dışarıda dursun konser olsun!

Ha, bir de ‘çok yaşayın.’;)

Ni­nem diyor ki:
Az yaşa, uz yaşa, akıbet gelecek başa...

Halime Gürbüz
Başlık: Ne güzel
Gönderen: Tuğra - 07 Mayıs 2010, 00:47:30

2010 güzellik yarışması finalleri geçenlerde yapıldı. Finale Ankaralı güzeller damgasını vurdu falan, onu anladık da... Facebook’ta bile güzellik yarışması düzenlenmesi ve yurdum güzellerinin yoğun ilgi göstermesi beni benden aldı...
 
Efendim, güzellik yarışmaları mitolojide bile varmış. Mitoloji bu ya, o zamanlar noter olmadığından güzeller, güzelliklerini ‘Noter tarafından’ tasdik ettiremiyorlarmış.. E haliyle bu da kimlik bunalımına sebep oluyormuş.

Bir gün İda Dağı mevkiinde toplaşan bu mağdur kadınlar; Hera, Afrodit ve Atena aralarında yarışma düzenlemişler. Jüri olan çoban da “Goyunlar gaçıyor yav, sizinle mi uğraşacam” demiş.” Aha, Afrodit’i seçtim, gidin gari!” diye bağırmııış...

Önce reklamlar; “Her genç kızın hayali, olmaktır Türkiye Güzeli. Haydi, filan adrese gönderin bir vesikalık, bir de boydan cıbıl resminizi” Ve ardından, yarışma canlı yayınlanır. Bunları izlemeyi ulvi görev edinenler ekran başında çöreklenir. Bir kâinat güzellik yarışması olsun, bir mis törrki yarışması olsun, umumiyetle bu yarışmaları altılı ganyan kuponu dolduracakmış gibi izlemeye eğilimli hakimdir. “7 numara birinci olur, arkasına 4 numara gelir, o İzmirli 12 numara da üçüncü olur.”

Finale yakın, (heyecan olsun diye sona saklanır) kızlarımız bir de bikiniyle salınır. “Noluuur, beni beğeniiin” gülüşü ağızlarda hazırdır. Sonra arkalarını dönerler.

Ve zekâ testine geçilir. 5 no’lu yarışmacımız Ahu, eğer bir gergedan olsaydın ne yapmak isterdin?” Türkiyem çöl olmasın diye hep maydanoz ekerdim.”

2 no’lu yarışmacı Cansu, şu toplama işleminin sonucu nedir? Yirmi iki artı iki” ...cevap; “ekikiki”

6 no’lu Mecnune, sorusunu bile beklemeden zafer işareti yapar, kameralara “Peacee” diyerek sıcacık gülümser, “Barış olsun, her günümüz makyaj dolsun, çocuklar aç kalmasın, suşhi yaygınlaştırılsın” der ve birinciliği garantiler!

İlk önce yarışmanın sponsoru Kalfa Bacı Mayi Sabun Güzeli açıklanır. Tacını devredene kadar bitlenmemesi tembihlenir. Ardından, “Sempati ve Dostluk Güzeli” yani, kamp boyunca arkadaşları için “Ayol her yeri estetik bunların” “Marilyn Monroe gelse yanımda amale kalır!” gibi kibirli lafları ‘içinden söyleyen’ seçilir.

3’üncü, 2’nci vee Türkiye Güzeli.. 6 numara; Mecnune! Alkış, kıyamet... “Beni abiyeli, mayolu gördünüz, bir de ağlarken görün” dercesine hıçkırıklara boğulur.

1925 yılında ilk güzel seçilen Kolejli Enise’ye rahmet, festivallerin karpuz-çilek-bostan güzellerine akıl fikir, facebook’takiler şifa, Mecnune Türkiye güzellerine de ülkeyi temsilden muafiyet diliyorum..

Ni­nem diyor ki:

Üzümün iyisi dane, hanımın iyisi nene olur.

Halime Gürbüz
Başlık: İyisin maşAllah!
Gönderen: Tuğra - 29 Mayıs 2010, 09:30:18

Yaz geliyor, herkes zayıflama derdinde. Çarşaf çarşaf sihirli reçeteler yayınlanıyor, millet ölümüne diyet yapıyor. Otuz kupona yağ aldırma, çekme, toparlama ameliyatı veremesek de yardımcı olalım istedik. Yemedik içmedik, gittik sorduk; ne zaman diyete başlamalı? Ünlü diyetisyen Zarife Tüysıklet de tehlike sinyallerini sizler için sıraladı.

-İki günde bir fermuar patlatıyorsanız. “Ay zaten pantolon/etek eskiydi, yeni yıkandığından daralmıştı, şöyle gerineyim derken yırtıldı gibi” bahanelere sarılıyorsanız...
-Çorap giyerken yorulduğunuzu hissediyor, ayakkabı bağlarken ‘tısss’lıyorsanız...
-Kafa aşağı doğru çevrildiğinde, ayak parmakları ile gözler arasında duran bir göbeğin var olduğunu fark ediyorsanız...
-Oturduğun plastik sandalyeyle birlikte ayağa kalkabiliyorsanız...

-Çeneyle göğüsler arasındaki kot farkı ortadan kalktıysa...
-Uzun süre sizi görmemiş biri, karşılaştığınızda ‘’senin dişin mi şiş?’’ diye sorduysa...
-Her daim etli butlu çocuk seven yaşlılar ‘’maşAllah, nasıl güzel olmuşsun, kan gelmiş yüzüne” diyorsa...

-Kendi ekseniniz etrafında dönmeniz beş saniyeden fazla sürüyorsa...
-Çevrenizdekiler “ama senin yüzün güzel” demeye başladıysa...
-Sürekli olarak kullandığınız klavyede bir tuşa bastığınızda iki farklı karakter çıkıyorsa...

-Eskiden belin etrafında fır fır dönen etek, bir milimetre bile kıpırdamıyorsa...
-Gerek kıyafetlerin içine sığmak, gerek içine sığacak bir kıyafet bulmak için ekstra enerji harcanıyorsa...
-Göbeği kül tablası, kumanda vb. için sehpa olarak kullanabiliyorsanız...

-Her türlü finansal harcamayı ‘Urfa kebap kuru’na dönüştürüyorsanız...
-Sizden daha zayıf tanıdıklarınıza “ne bu böyle bir deri bir kemik kalmışsın” deyip, zorla önünüzdeki bol yağlı yemekten yedirme çabaları içine giriyorsanız...
-Eski bir kıyafete girmeye çalışırken can vereceğinizi zannediyorsanız...

-”Göbek değil o Türk kası, kaslara zarar gelmesin diye üzerlerini yağ kaplattım, benim kemiklerim iri” gibisinden çırpınışlar sergiliyorsanız...
-Vücudunuzun sığabileceği bir yerden geçerken kollarınızla bacaklarınız geçip kalçanız takılı kalıyorsa... evet... Standart kilonuzdan sapmışsınızdır!
Elinizdekini derhal bırakın ve diyete başlayın...

Ni­nem diyor ki:

Obur, mezarını dişleriyle kazar...

Halime Gürbüz
Başlık: Bakkal Gazi, Marketos’a karşı!
Gönderen: Tuğra - 04 Temmuz 2010, 12:56:52
 
Amerika’da ‘gurme dükkanı’ sayılıp el üstünde tutulan ve fakat maalesef ülkemizde ayakta kalabilme savaşı veren tüm bakkallara...
Tüketim topraklarında amansız bir savaş yaşanmaktadır.

Marketos, süpermarket diyarının kötü kralıdır. Kalesinden bet kahkahalar atarak gıda piyasasını istila etmekte, bakkalları tek tek yok edip, geçtiği yerleri yakıp yıkmaktadır.

“Bakkal Gazi”, Küçük Esnafya’lı yiğit bir akıncıdır. At üstünde çitlemek için çekirdek almaya bakkala geldiğinde ise...dumanlar hâlâ tütmektedir! Dişlerinin arasından “Marketosss!” diye hırsla mırıldanır. Bakkal Gazi, talan olmuş dükkancığa, asılı filesinden savrulmuş toplara, saçılmış para üstü mahiyetindeki sakız ve gripinlere acı dolu gözlerle bakar... Ve intikam yemini eder!

Atının terkisine atlar, dooğru Marketos’un kalesine. Dınnırıııı nııııım! Dığıdık dıgıdık... Zekice bir stratejiyle, tebdili kıyafet yapıp Çengelköy hıyarı olarak kaleye, ay, markete sızar. Bir iki demir eğer büker, tek okla beş şövalye haklar.

Marketos’un kızı Prenses Kasiyer, bu yağız delikanlının kekremsi acı kuvvetine kayıtsız kalamaz, direkt abayı yakar. Bakkal Gazi ise, hatuna “Düşman beldenin yaman güzeli” falan gibisinden şiirimsi laflar ederken yakalanır ve zindana atılır.

Prenses Kasiyer, zindanın anahtarını yürütüp şövalye kılığına girer (ten rengi süper ince çoraplı şövalye) ve Bakkal Gazi’yi işkencede pert olmadan kurtarır. Sonrası malum; Bakkal Gazi kılıcını şakırdatır, atıyla surlara dalar, geri döner bir daha dalar, serçe parmağıyla ok atar, tükürüğüyle mancınık vee hepsini haklar.

Bakkal Gazi, soluklanırken prensese döner ve; “Gün gelecek bakkallar, nostalji icabı baş tacımız olup romanlarda, hikâyelerde hoş birer emektar olarak kalacaklar...

Ne parmaklarının ucunda yükselip tezgaha avucundakileri boşaltan çocuklar, ne onların “bakkal amca bu paraya ne olur?” soruları, ne leblebi tozları, ne de bakkal defteri kalacak. “Ver ordan 250 gram peynir, yaz hesaba, aybaşı öderim” rahatlığı da, pijamayla bi koşu ekmek alma konforu da kalmayacak...

Terliyken sıcak gazoz açan, hatta kapaklarını bizim için biriktiren, babaya selam söyleyen, bayramlarda çikolata arada da nasihat ikram eden bakkallar tek tek kapanacak. Kasada bilmem kim amca veya bilmem ne teyzenin oturmadığı alışveriş merkezlerinde ruhsuz “dıt dıt” sesleriyle barkodlar okunacak. Hatta belki bir gün insanlar da barkodlanacak...” der.

Neyse... Bakkal Gazi intikamını almıştır, prensesi de. Bakkala dönerler. Prenses Kasiyer ismini Çırak olarak değiştirir, evlenirler, mutlu mesut hayatla yaşlanıp, Bağ-Kur’dan tekaüt olurlar...

> Ni­nem diyor ki: Tavşanı tazı tutar, çalımı avcı satar.

Halime Gürbüz
Başlık: Gelin olmuş gidiyorsun
Gönderen: Tuğra - 18 Eylül 2010, 01:24:07

Eskiden evlerin gelini mutfak tüpleriydi. Metalik gri ya da mavi olan özgün halleri, annelerin şirin, temiz imalathanelerine
uymadığından, tüpler tülden, yünden kılıflarla bezenerek gelin gibi süslenirdi.

Çok evi köyü mahalleyi patlatan bu potansiyel bombanın evdeki varlığına bir tepki, bilinç altı korkulara bir kandırmaca mıydı bilinmez ama mutfağa girer girmez hepsi fırfırlı, janjanlı gelinliklerine bürünürlerdi...

Doğalgazın evlere girmesiyle gerileyen bu akım, yerini su damacanasını süslemeye bıraktı.

Süsleyecek bir şey bulamayan hanımların yeni hobisi; damacana elbisesi! Eni konu bir pazar oluştu.

Özel dikim gelinlikler mi istersin? kıllı yünlerden peluş tulumlar mı istersin?
Dantellisi, nakışlısı, her zevke göre süslü yüzlercesi mevcut.

Yalnız, damacanasının psikolojisi biraz olsun düşünülüyorsa (malum tombulcana)

seçimin enine çizgiliden yapılmaması gerekir! “Damacana elbisesi ne yaaa??” demeyin.

Beterin beteri; aynı derecede abuğu ve daha korkuncu; ‘bebek şeklinde poşet torbası!’ var. Aman diyeyim...
Neyse efem, damacananın ‘hem mutfağa yakışmasını!’ hedefleyen bu

‘Türk ev teyzesi’ buluşu aslında mantıklı ve de sağlıklı! Malum su damacanaları, cüsseleri ve kafalarındaki o acayip sesler çıkaran

tulumbaları sayesinde Google Earth’den bile kolayca görünebilirler.

Tipsizler! Ayrıcana polivinil klorür kaplara kılıf, hava ve gün ışığıyla birleştiğinde kısa sürede yosun tutma özelliğine sahip olan suyun, ağzımızda yeşil yeşil yosunumsu tatlar bırakmasını önler. Aynı amaç için daha sade şeyler de kullanılabilir; eski baba pijamasının tek bacağı kesip geçirilebilir. O da olur... da... mutfağın ortasında pek hoş duracağını sanmıyorum.

Aslında, oklavaya bile kılıf ören bir kültürde damacana elbisesi normaldir.

Hanımlar, evlerine sonradan giren damacanayı çiçek gibi mutfağına yakıştıramıyor, tabii içleri rahat etmiyor. O öyle çıplak kaldıkça da içlerine dert oluyor. Her evde mutfak dolaplarına dantel koyan, ankastre beyaz eşyaların üzerine bir şey serememekten muzdarip, cep telefonlarına enteresan kılıflar örmüş, kullanılmadı diye az biraz da küsmüş, “şu senin bilgisayara da bir örtü uydursaydık” diye içi giden anneler var...

Benimkini, geçen yaz vantilatörün üzerine dantel örttüğünde kendi haline bıraktık. Ninem ise, seri paspas-patik üretimine ara verdi, bu aralar saksıya hırka örüyor harıl harıl.Yemin olsun bak...

Ez cümle; renkli, yetenekli ve eğlenceli Türk hanımları, teşvik edilmelidir! Buuu, yaratıcığın dört duvar arasına hapsolmuş halidir. En umursamazı bile reçel kavanozlarını, şokella bardaklarını öyle bir giydirip sıraya sokar ki, Cemil İpekçi defilesi sanırsın. Sanat çevrelerince desteklenmelidir! İmkanı yok gariplerin, yoksa onlar da bilirdi Queen Elizabeth’e elbise dizayn edip giydirmeyi...

Ni­nem diyor ki:

Akarsuya inanma, el oğluna dayanma

Halime Gürbüz
Başlık: Ev işi
Gönderen: Tuğra - 18 Eylül 2010, 19:08:16

Geçen haftalarda yayınlanan bir araştırmaya göre; kadınlar yılda yedi bin dokuz yüz yirmi dakika dırdır yapıyormuş. Bu da beş buçuk güne denk geliyor. ( peh, abartıldığı kadar çok değilmiş!) En çok dırdır yapılan konu ise; kocaların ev işlerine yardım etmemesi imiş...

Kadınların yüzde seksen yedisi, erkeğe iş yaptırmak için dırdırın şart olduğunu düşünüyor, erkeklerin yüzde yetmişi de ‘dırdırdan sonra’ istenilen işi yapıyormuş...

Hani dırdırın dozu artırılsa ya da hayaller gerçek olsa ve bütün ev işlerini erkekler yapsaydı ne olurdu?

- Ütü yapmakla vakit kaybetmezler, ‘Buruştur ve çık’ modası çıkarırlardı.
- Aynı bezle musluğu, yeri, paspastaki karpuz suyunu, sehpayı, mutfak tezgahını silerler ve bunda hiçbir sakınca görmezlerdi!

- Çamaşır makinesine stop lambaları, durulama tuşuna sis lambası, devirini yükseltmek için ekstra motor ve dahi çelik kapak takarlardı.
- Dolma sararlardı... Ama Trakyalı olanlar dolmaları tencereye “üç, bej, iki”, olmayanlar “dört, dört, iki” taktiğine göre dizerlerdi.

- Kurabiyeler öyle kalpli malpli, haa bir de katiyen yuvarlak olmazdı... Koparılmış herhangi bir Mercedes amblemi kurabiye kalıbı olarak kullanılırdı.
- Yemeklerin adı da değişirdi. Polat Kebabı, Hakem bayıldı, Alex dudağı tatlısı, Borsa böreği...
- Maydanoz, dereotu, kıvırcık gibi bayım bayım malzemeler bir yiğidin mutfağında yer almazdı.

- Toz almaları kolay olurdu. Sehpaya yaklaşıp “Dağılın laynn!” narası yüzeyde hiç pamukçuk bırakmazdı.
- Elektrik süpürgesine spor Anadol muamelesi yaparlar; süpürgenin yanına, arkasına “Toz imparator’, ‘Büyüyünce halı yıkama makinesi olacağım’, “Madem ki tozsun, bil ki yoksun” çıkartmaları yapıştırırlardı.

İnsan bu. Sürekli değişim içinde olduğumuzdan ve bulunduğumuz ortamın şeklini aldığımızdan belki zamanla onlar da değişirlerdi. Komşuya beş çayına kek götürür, hatta bir gün parmak arası terlik bile giyerlerdi. Hiç birimizin hoşuna gitmezdi değil mi? Tabii ki hayat müşterek, yardımlaşmak kaçınılmaz. Ama bırakalım herkes tabiatının uyum sağlayabileceği işlerde yoğunlaşsın, ha?

Ni­nem diyor ki:

Aşını, eşini, işini bil

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: BT 857 - 18 Eylül 2010, 20:38:03
 :)
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: aydeniz - 19 Eylül 2010, 11:53:36
teşekkürler tuğra, halime hanımında ninesine bayılıyorum fg20))
Başlık: Kokona
Gönderen: Tuğra - 22 Eylül 2010, 00:02:08
 :)

-------------------------------------------------------------

Kokona
 
Kuaför koltuğunda keleş saçlarına ‘havalı’ bir model yaptıran kokona, yanındakine dönüp beni göstererek; “Ecnebi galiba, hiç tepki vermiyor!” dedi. Yarım saattir sabırla bu kokonayı dinliyorum. Kenarı taşlı gözlüğü, arkeolojik araştırmalara elverişli suratı, kırmızı ruju, yağlarını özgür bırakan dekolte kıyafeti ve salak saçma takı koleksiyonuyla tam bir kokona!

Bir şey partisi kadın kolları başkanıymış, sayın ‘Bilmemkim’le arası pek iyiymiş, kadınlarımızın medenileşmesi için çok çabalıyorlarmış... Kadınlarımız çok cahilmiş... Ayakta basma etek, kafada yemeni; “Olmuyormuş yani!” Glu gulu, glu glu... Ay, uykum geldi!

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, akça pakça ninelerin torunlarına anlattıkları masallar taaa uzaya kadar çıkmış. Hasetün gezegenindekiler bunu çok kıskanmış ve, “Ooolum, elin dünyalısının haminnesi ne güzel masallar anlatıyor, bizde Falım sakızı içinden çıkan maniler bile yok!” demiş. Kıskançlıktan çatlayan uzaylılar, bu durumu engellemek için Kapıkule sınır kapısına bir uzay gemisi dolusu kokona getirip salıvermiş!

Kokonalar; granit suratlı, tıkız hindilere benzermiş. Uzaylı oldukları anlaşılmasın diye beşer kiloluk yağlı boyalarla makyaj yaparlar, tüylü şapkalar takarlar, cehaletlerini çok bilmişlikle sıvarlar, ikinci bahara şiddetle inanırlarmış...

Hasetün gezegenindekiler kokonalara; dondurulmuş yiyecekler pişirmelerini, tarhana çorbasını ayıp saymalarını, ballı somon kanepecikleri hazırlayıp konken oynamalarını emretmiş! Ve tabii; yazlık çay bahçelerinde ve çalıştıkları büyük şirketlerde tiz kahkahalar atmalarını da...

Kokonalar dünyalı kocaları, çocukları ve hiçbir erkek tarafından benimsenmediklerinden, ait olma içgüdülerini tatmin için dernek ya da parti işleriyle uğraşmaya başlamışlar: Pörsümeyle Savaşanlar Derneği, Muşmulalar da Leopar Giyer Vakfı, Botoks ve Gerdirme Dostları Partisi...

Tanınmamak için sık sık estetik ameliyat yaptırmış, Hasetün gezegeninden, “Yahu n’apıyorsunuz? Suratınız resmen birşeye benzedi!” şeklinde ihtarlar alsalar da kulak asmamışlar, geceleri ise gizliden gizliye saçlarını bigudilere sarmışlaaar.

Görev icabı, kendileri gibi uzaylı olan köpeklerine (Fifi, Kontes vb.) salonun ortasına tuvalet yapmamayı ve çocuk sevgisiyle hayvan sevgisini trampa ettirmeyi öğretmeye çalışmışlar.

Kimileri koket davranışlar sergilemiş, genç olanları atılgan-aktif kadın ayağına kadın cinsinin nezih imajını zedelemiş; bu imajı da dünyalı adamlara maalesef benimsetmiş, kimileri de masum masallar anlatan ninelerden daha yüksek sesle ‘ideal kadın martavalları’ okumuşlar.

Taaa ki kokonalar... (Masalı siz bitirin karnım aç...) Gökten üç elma düşmüş. Biri benim başıma iftarda, biri sahurda o da bana, diğeri de sizin kafanıza. Daha çook elma varmış da, yazıda yer kalmamış...

Ni­nem diyor ki:

Densiz deve kuyruğu, ‘deh’ demeden sallanır.

Halime Gürbüz
Başlık: Refleksoloji
Gönderen: Tuğra - 25 Eylül 2010, 01:40:26
 
Refleks, kişinin özgür iradesinin dışında oluşan, dışarıdaki herhangi bir uyarıcıya verilen ani tepkidir. Omurilik tarafından yönetilir. Bir başka deyişle refleks; yediğiniz tokattan sonraki üç saniye içinde karşı tarafa kontratak yaparak patlattığınız şamarın bilimsel adıdır... Doğuştan gelen ve sonradan kazanılan olmak üzere, iki tiptir. Öksürme, göz kırpma ilkine, limon görünce ağzın sulanması ikincisine örnektir. Üçüncü tip ise yurdum insanına has, bir nedensellik içermeyen belirli durumlarda tamamen refleks olarak gerçekleştirilen eylemler...

Hıhhımm; mühim bir laf etmeden önce, kurdele kesim arifesinde, nutuk başlangıcında yapılan boğaz temizleme refleksidir. Bizde milletçe kronik farenjit mi var bilemiyorum ama her mühim laf demeden önce yapılır.

Beş dakika; annesi, ev arkadaşı, abisi veya herhangi birisi tarafından okula-işe gitmesi için uyandırılan kişinin, “5 dakika daha yaaa...” diye uykulu cevap vermesi olayıdır. Her on kişiden yedisinde görülmektedir. Ancak o ‘5 dakika’ her daim daha uzun sürer, her daim geç kalınır.
 
Muuccuks; kötü bir olayın düşünülmesi, konuşulması durumunda kulağını çekip ‘mumuckks’ sesini çıkarmak ve ardından sert bir zemine çalar gibi ‘tık tık’ vurmak...hatta tahta zemin aramak; daha da fenası ‘tahta bir şey bulamadım gel kafana vurayım’ cinsinden saçmalamak...

Ayna ayna; özellikle bayanlarda yansıma oluşturan her nesneyi ayna olarak kullanma refleksi. Mağaza vitrinlerini, araba cam ve aynalarını, restorandaki bıçağı, hiç olmadı karşıdan gelen insancığın güneş gözlüğündeki yansımasını dahi acaba bu ‘nano saniye içerisinde nasıl görünüyorum?’ düşüncesiyle kullanmaktır.

Hay ben; tökezlemeye yol açan şeye dönüp bakma refleksidir. Vücut dilinin “hay ben...” isimli bakışına tekabül etmektedir... Ben bilmem ki tökezledikten sonra kişi dönüp arkasına bakmasın, onunla yüzleşmesin, insanın doğa karşısındaki çaresizliğini bir kez daha kabul etmesin...
Çamur atma refleksi; İş dünyasının, mahalledeki kocakarıların, özellikle de siyasetin altın kuralıdır.

Tedavi yoluna gidilmezse zamanla tike dönüşür.

‘Hayır’ anlamında ‘cık’ sesi çıkarmak... “kim ooo ?” sorusunu “beeen” diye cevaplamak... överken, yererken, korku anında, beklenmedik olaylarda, parmak sıkıştırdığında refleks olarak küfür savurmak... yeşil ışık yanar yanmaz öndeki arabaya ‘geç geç’ kornası çalmak... Polis çevirdiğinde “sen benim kim olduğumu biliyor musun” demek...

Ama bence en enteresanı; birinin kazara ayağına bastığınızda, bilinçsizce ağzını açması! Deneyin bak, ben her denediğimde öyle tepki veriyorlar...

Ni­nem diyor ki:

Zamanında gerek tımar, öldü eşek, kaldı semer...

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: aydeniz - 26 Eylül 2010, 00:09:14
Alıntı
Hay ben; tökezlemeye yol açan şeye dönüp bakma refleksidir. Vücut dilinin “hay ben...” isimli bakışına tekabül etmektedir... Ben bilmem ki tökezledikten sonra kişi dönüp arkasına bakmasın, onunla yüzleşmesin, insanın doğa karşısındaki çaresizliğini bir kez daha kabul etmesin...
  :hihi
Başlık: Uyurkonuşur
Gönderen: Tuğra - 28 Eylül 2010, 01:51:39

B.U.O (Ben Uydurdum Oldu) İstatistik Enstitüsü verilerine göre insanların sadece yüzde kırkı ‘mışıl mışıl’ uyuyor. Ya geri kalanı? Bıdır Bıdır! Evet, konuşuyorlar, hem de uyurken...

Uykusunda konuşanlar iki tiptir; çenesini tutamayanlar ve söyleyecek sözü olanlar... Bir de uykusunda bir şey anlatıp sonra gülenler vardır ki (çok geçmiş olsun) bizden değildir kendileri... Neyse ne diyorduk, çileli bir yolculuktur ‘uyur konuşurluk.

Karekökünün içine girip çıkamamaktan beterdir. Rüyadaki diyaloğu sayıklamakla başlayıp, tükürükler saçarak konferans vermeye, aniden yataktan doğrulup “Mareşal Makowwskiii! Emrinizdeyim!” narası atmaya, vücut dili de eklenmişse yanındakinin ödünü patlatmaya kadar varabilir.

Sabahları itinayla dalga geçilmenize sebeptir. “Konuşursam Türkiye sarsılır” havalarına giremezsiniz. Karizma çizilmiştir, “uykuda bile konuşuyorsun kızım yeter! aaa!” benzeri azarlar işitilir... Paranoyak yapar insanı. Her sabah ‘acep dün gece gizli sırlarımı aşikâr ettim mi?’ korkusuyla uyanılır. “Ne dedimdi, ne anlattım ki?” sorularınıza genelde “anlaşılmıyordu” cevabı alınır.

Bazen de insan kendi sesine kendi uyanır. Gözler hafifçe aralanır...yakınlarda birileri var mı taranır... Herhangi birinin duymuş olacağından şüpheleniliyorsa ‘hâlâ uyuyorum’ pozunda durum kurtarılmaya çalışılır...

Fizik sınavı öncesinde proton ızgaralarının ateşlenmesini emredenler, rüyasında Ediz Hun’u gördüğünü iddia etse de “fefafeş! fefafeşş!” deyu yeri göğü inletenler “hih hih daha önce hiç penguen sevmemiştim, hımıff... zzz...” şeklinde sevinenler olsa da konuşulanlar genelde mantıksız, tutarsız ve anlamsızdır! Tek çare; izole uyuma alanları bulmaktır...

Bir salaklık edip milletin yanında “dur şurada azıcık kestireyim” derseniz vay halinize. Hele hele de uykunuzda sorulan sorulara cevaben bülbül gibi şakıyanlardansanız...

Nerede kaldı özel hayatın dokunulmazlığı kardeşim? diye haykırıyor ve toparlıyorum; efem, uyur konuşurluk çok düşünüp pek konuşmayan, hayatı en ince detayına kadar gözlemleyip kendi içinde yorumlayan, içine kapanık, zihni karışık kişilerde ve kronik uykusuzluk, stres hallerinde görülüyor... muş... Özetle; ayık zamanlar gelmez kâfi, uykuda devam eder teati...
Çok yaşa bilinçaltım...

Ni­nem diyor ki:

Uyku kırk kantar! Uyudukça artar

Halime Gürbüz
Başlık: Temsonsa
Gönderen: Tuğra - 12 Ekim 2010, 01:38:23
 
Doktorlar uyarıyor; TemSonSa send-romuna dikkat! TemSonSa, bayanlarda özellikle de annelerde görülen ‘temizlik sonrası saldırganlaşma’ sendromu.
“Bas maa! oraları daha yeni sildim # @*!” çığlıklarıyla nöbetler halindedir.

Bu, taa temizlik sırasında başlayan bir agresifliktir. Perdeler inmiş, vitrin boşaltılmış, koltuklar ters çevrilip istiflenmiş, halılar zaaaten kaldırılmış, mutfakta ne varsa çamaşır suyuna yatırılmış... Eyvah eyvah! Temizlik başlamadan evden kaçamadıysanız, muhtelif defalar ayaklarınızı kaldırmanız, “çekil ayağımın altından!” anlamında elektrik süpürgesiyle ayaktan vurulmanız (tırnağa falan gelirse pis acıtır), oda değiştirmeniz gerekecektir...

Yaşı, boyu kazık kadar olsa da çocuklar Türk filmlerindeki Sezercik gibidir. Sahip çıkan birileri bulunmaz, duvar köşesine sığınırlar... Hele de kız evlatlar (buradan tüm kader ortaklarıma selam ederim) stres topu muamelesi görür.

Yağdırılan talimatlar, “böyle mi öğrettim ben?” edalı kontrol turları, temizlenen yüzeyi bizzat şahsen tekrar silme ovalama, “el adamı iki günde kapı önüne koyar!” lafları ve ardından tam olarak anlaşılamayan bir dizi sitem-bıdı bıdıyla işine devam...

Temizlik sonunda anne, tükenip durulacağına, kılıcını göğe doğrultan He-man misali enerji dolar. Yırtar dağları, enginlere sığmaz taşar! Gözlerde kızıl bir parıltıyla gelen tehditkâr talimatlar; “terliğin niye ortada, ya giy ya götür içeri!” Hızını alamazsa terliğe uzanabilir, eve çekirdek alımını bir sonraki emre kadar durdurabilir, “bulaşık çıkartmayın” çığlığıyla yeme içmeyi yasaklayabilir, “bak o çorapların tüy bırakıyor halılarda!” benzeri keşifler yapabilir.

Akşama kadar diş fırçasıyla lamba kafası ovalayan, doğum lekesini bile telleyen, süpürgeyi “gez göz arpacık” mantığında kullanan anneye yorgunluktan sızana dek tatlılıkla yaklaşmak, örtüleri kırıştırmamak, paçaları dereden geçecek gibi katlayıp ayak uçlarında yürümek gerekir...

Aslında kötü niyetli değildirler. “Temiz tutmak, temizlik yapma sayısını azaltır” düsturunu benimsemiştirler. Bir mağaraya kapanıp yıllarca yıkanmadan bitli pasaklı yaşama hayali kurabilirsiniz, ama bilin ki; siz de bir gün onun yeni sürümü olacaksınız!..
 
Halime Gürbüz
Başlık: Sıpagetti
Gönderen: Tuğra - 21 Ekim 2010, 00:40:22
 
Mardin Belediyesine çöp toplamada kullanılmak üzere İtalya’dan on beş eşek getiriliyormuş! Gelişlerinin şerefine yerli eşekler Dalida’dan “I found my love in Portfino” makamında anırsa da kimileri rahatsız! İncir yerken kurt paranoyası yapan, Ortadoğu’ya dair tüm teorilerinin altında imzası bulunan ünlü komplo teorisyeni Şevki Kimdürttübeni ise oldukça tepkili;

“Biz batının medeniyetini alın dedikçe bunlar gidip nelerini nelerini alıyorlar. Pek tabiî ki dünya kültür mirasına aday bir şehre Avrupa görmüş personel yakışır. da” Bizim eşeklerin köküne kıran mı girdi? Hepsi sucuk olmuş olamaz! Cık.. Iııh.. Var bunda bir bit yeniği.

Eşekler bir haftalık bir eğitimin ardından kadroya alınıp çöp işlerinde kullanılacakmış. Ne eğitimi verilecekse?.. Don Sıpa Anırıyorre! Zılgıt çekmeyi öğrenemeyeceklerine göre emelleri; bu eşekleri İtalyanca anırtarak halkımızda “çöpü çıkardık mı?” paniğine sebep olmak! Komplo yahu, öd patlatma hedefli komplo!

Belki kaçak petrol taşıyan yerli eşeklerle iletişecekler, belki de masum halkımızı tepikleyecekler, ne bileyim? İtalyanların ‘her eşek için bir de tercüman gerek’ mazeretiyle yerel yönetimde kadrolaşma hevesi de olabilir. Hımm! Eşekler Sicilya’dan gelecek, Sicilya da mafyasıyla, uyuşturucusuyla meşhur. Multi-fonksiyonel eşek detektörü talep ediyorum!!

Bunların karnına böğrüne iyice bakmak gerekiyor. Hem bakalım İtalyan eşeklerinin kuyrukları sadece sinek kovalamaya mı yarıyor? Anten olabilir mi? Ahah, belki de çip yerleştirilmiştir! Topunun kuyruğu kulağı iyice bir kontrol edilmeli.

Yahu bu var ya bu, saman balyasından çıkan korkunç bir plan! Bu, İtalya’nın içişlerimize karışabilmek amacıyla tezgahladığı bir oyun! Yok “bizden aldığınızın eşeklere emniyet semeri takmadınız”, yok “eşeklerimize şiddet uyguluyormuşsunuz” diye tutturacak, “İtalya olarak sizi kınıyoruz, ilk AB toplantısında konuyu gündeme getireceğiz “benzeri abuk sabuk beyanatlar verecekler. Nota bile verebilirler ki ben onlardan önce buradan kalııın bir “do” vereyim, içimde kalmasın”

Bu İtalyan eşeklerinin masumiyeti kanıtlansın, kuyruklarından mamul üç numara yağlıboya fırçasıyla sokakları süpürmesem! Olay, en iyimser tahminle “Yurtdışına gittim, herkes beni İtalyan sandı” “beni İtalyana benzetirler ehe ehö” geyiğiyle nedensizce ve densizce övünen yurdum gençlerine taa oralardan bir nazire olabilir diye düşünülse de! Memlekette o kadar ‘eşek’ varken ithal edilmesi, ayrıca düşündürücü.”

Halime Gürbüz
Başlık: Entel dantel
Gönderen: Tuğra - 07 Kasım 2010, 01:25:51
Entel dantel 
 
Sıradan bir günde, bir entelin başına gelebilecek sıradan kazalar:
- Bilgi zehirlenmesine uğramak...
- Boyundaki fuların fazla sıkması sonucu boğulmak...
- Top sakal şekil yapacağım derken usturayı kaydırmak...

- Televizyonda tartışma programına katılıp, tüm birikimine rağmen lafı ağzına tıkılıp türkücüye eşlik temek zorunda kalmak...
- Kültür mantarı zannedilip yenilmek...
- Soyut sanat simgesi, nü heykel, irisinden pastoral bir tablo düşmesiyle kafayı kırmak...

- Bütün parayı festival biletlerine, yatırıp yolsuz kalmak, akabinde tefeciye borçlanıp, topuğa dışavurumsal bir kurşun sıkılmak...
- Ganyan bayii kuyruğunda beklerken beraber şiir dinletisine gittiği arkadaşlarına yakalanmak...
- ‘Kedi-mum-hint tipi tütsü’ triosundan kibar uyuzu olup hatır hatır kaşınmak...

- Arabasının arkasına yazdırdığı “irdeleme beni irdelerim seni” ibaresi yüzünden, kamyoncular tarafından müsait bir yerde tartaklanmak...
- Caz cd’lerinin korsan olduğunun ortaya çıkmasıyla karizmanın ağır yaralanması ve acile kaldırılmak...
- Pastel renklerle döşediği minimalist evinde, entel dostlarına kavramsal sanatın öyküsünü anlatırken, köyden dayıoğlunun elinde bir torba çökelekle çıkagelmesi...

- Masa başında dünyayı kurtarıp kendini kaybetmek...
- Opera çıkışında kokoreççide görülmek...
- Tuğla kalınlığındaki kitabın arasına parmağını sıkıştırmak...

- Kitap fuarında kitap çalarken enselenmek, “mirim dayanamıyorum, kültürel olaylar beni çekiyor” şeklinde beyanatlarda bulunmak...
- Esnaf lokantasında garsona ‘yaşanmışlıkların tortusunu’ ısmarlamışken, uzamsal boyutta bir tekme yemek...
- Altyazılı film, dizi seyretmekten gözleri beş derece miyop yapmak...

- Mona Lisa’ya bıyık çizecek kadar sanattan uzak insanlarla birlikte olunca panikatağın azması, kalp krizi geçirmek...
- Pipoyu yutmak...
- Yoga yaparken düğümlenmek ve çözülememek...

> Ni­nem diyor ki:

Bezir bardağına zambak yakışmaz...

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: aydeniz - 07 Kasım 2010, 11:16:07
Alıntı
- Pastel renklerle döşediği minimalist evinde, entel dostlarına kavramsal sanatın öyküsünü anlatırken, köyden dayıoğlunun elinde bir torba çökelekle çıkagelmesi...
:D
Başlık: Koltuk sevdası
Gönderen: Tuğra - 28 Kasım 2010, 01:49:49
Koltuk sevdası
 
Güzide toplu taşıma araçlarımızdan şehir içi otobüslerinde, yaklaşık kırk koltuk bulunur. Körüklülerde daha fazla, saymadım, bilmiyorum... Yolcu taşıma kapasitesi şoförün insafıyla ters orantılı olup, İstanbul’da otobüsün tepesi hariç iki yüz elli kişi civarındadır. Ayakta yolcu kapasitesi bir kenara biz oturanlara bir bakalım:

- En ön şoför arkasında oturan tipler: Garanticidirler. Herhangi bir kaza durumunda şoförün kendi tarafını koruyacağını düşünürler.

- Ön kapıya yakın oturan insan tipi: Meraklı tip... Otobüse binenleri, öndeki trafiği izlemek için oturmuştur oraya. Hele bir de halk otobüsüyse, biletçiyle şoförün muhabbetlerine katılmak için fırsat kollar.

- En arka sol koltuğa oturan insan tipi: İnsanları pek sevmeyen, yalnızlar rıhtımının müdavimi.

- En arka koltuğa oturan tipler: Genelde yer vermek istemeyen genç erkeklerdir.

- En arka koltuğun iki önünde oturanlar: Keyifçidir. Çünkü oralardaki koltukların altındaki alet sıcak hava üfler. Kalorifer demsem değil, klima hiç değil, nedir o hakikaten? Ayaklarını ısıtır...

- Orta kapıya yakın oturan insan tipi: Aceleci tip. Otobüs istediği durağa gelince hemen iniverecektir. Zaman kaybına tahammülü yoktur.

- Orta kapıya yakın oturan insan tipi: Genellikle yaşlılardır. Romatizma, kemik erimesi vb. nedenlerle yavaş hareket edebilen amcamız veya teyzemiz hemen inmek için buraya oturur. Düşüncelidir...

- Boş olduğu halde cam kenarına değil de ortaya oturuyorsa arkadaş güneşin yönünü tayin etme becerisine sahip değildir.

- Boş koltuk olduğu halde oturmayanlar: Bunlarda kurt vardır, rahatsızdırlar.

- Otobüse binince sol taraftaki koltuklara oturan insan tipi: Sosyaldir, analizcidir. Kaldırımdan yürüyenlere kuş bakışı bakmak, incelemek ister.

Otobüse binince sağ taraftaki koltuklara oturan insan tipi: Trafiği kontrol etmek, araçları incelemek, plakalardan çağrışım oyunu oynamak ister. Araştırmacıdır ya da hayal kuracaktır rahat bırakın...

- Körükte gidenler, genellikle kararsız bir kişiliğe sahiptirler

- Tekerlek üstüne denk gelen koltuğu tercih edenler; tekerlek üstündeki çıkıntı sebebiyle kısmen daha yüksektir. Gözlem kulesi gibi bir yer olduğundan gözlemci tipler tarafından tercih edilir. Yahut benim gibi minyon olup etrafı daha iyi görmek isteyenler içindir.

Vakit geçsin diye bu ve benzeri tespitler yapar. Bunalmıştır... Bir gün, evet bir gün şöyle sıkışmadan, rahat rahat, sessiz sakin yolculuk yapayım diye otobüsteki koltuk sayısı kadar akbil basmak istemektedir. “Kapattım otobüsü” diyecektir. Göreceksiniz bak...

Ni­nem diyor ki:

El adama arpa ekiverir, gider de sarpa ekiverir...

Halime Gürbüz
Başlık: Burçlar 2011
Gönderen: Aslıhal - 03 Ocak 2011, 23:56:35
 
KOÇ: Yeteneklidir, ip atlarken gazoz içebilir. Hobilerinin başında kremalı bisküviyi ayırıp kremasını yalamak, ambalaj naylonu pıtlatmak gelir. Sevgili Koç, 2011’de Mars ile Satürn arasındaki husumet nedeniyle oldukça karışık günler sizi bekliyor, yılın kalanını düdük makarnası olarak geçirebilirsiniz.
İKİZLER: Çift karakterlidir. Bir bilgeyi çıldırtacak kadar sakin, kendini saçından tutup kaldırabilecek kadar sinirli olabilir. Uğurlu notası fa, anlaşamadığı burçlar; anne tarafından Japon olan Yengeçlerdir. Sevgili İkizler, Mars’ın Dünya’ya yaklaşması ve dünyanın bu durumdan huylanması, bu yıl sizi de olumsuz etkileyecek. Şemsi paşa pasajında sesiniz büzüşebilir!
BOĞA: “Nefis olmuş” demek için hem sesli olarak “nefisss” demek, hem de ellerini yumurta şeklinde sallamak en karakteristik özelliğidir. Uğurlu deseni puantiye, uğurlu eşyası dübeldir. Bu yıl kahve falı bakarken fincanı Çamlıca’ya doğru çevirmek menfaatinizedir!
ASLAN: Aslandır, kaplandır, albenilidir, ancak az biraz narsisttir. Uyumadan önce “iyi geceler sayın kendim” der. O derece yani! 2011’de istenmeyen tüylerden kurtulacak, bir ilkbahar sabahı uyanmış gibi ferah olacaksınız.
BAŞAK: Titiz, temiz, sistemli insanlardır. Tuvalet kâğıdını işaretli yerinden koparanlar genellikle Başak’tır. Bu yıl kotları ve botları otuzla yıkayın, yıkar yıkamaz çıkarın, yere yatırıp suni teneffüs yapın, öyle kurutmaya bırakın.
TERAZİ: “Is ıs ıs ıs” diye güler, dengelidir. Ya sever, ya sevmez. Bitti! Uçlarda yaşar; ya kabızdır, ya cırcır!.. Sevgili Terazi, 2011’in ilk yarısında aradığınız aşkı bulabilirsiniz! İkinci yarıya ise dikkat, fotoğraflarda gözleriniz kırmızı çıkabilir!
AKREP: Sevgili Akrep, bu kadar şüpheci olmanız çevrenizi zor durumda bırakıyor. Gazeteyi ilk önce bayiye okutmak, kısmen makul bir vehim sayılabilir, amma... “Ya kapıcı bugün ekmek getirmese? Bakkala yollarlar beni!” diye korkmak, kiraz yerken kurt paranoyası yapmak? Oeeh, yaz kızım; hasta bu!
YAY: Hobileri; kanaviçe işlemek, çöp kamyonu arkasına asılmaktır. Uğurlu bitkisi şalgam, uğurlu çorapları pamuklulardır. Sevgili Yay, bu yıl biraz daha gerçekçi olun. Tarlaya don lastiği ekip, eşofman çıkmasını beklemeniz yersiz!
OĞLAK: “Ha? Ne?” gibi fazla yer tutmayan soru kelimeleriyle konuşur. Hobileri; şuursuzca dans etmek, galeta susamı kemirmektir. Bu sene kafanıza göre takılın. Güneş’in ailevi durumları size olumlu etki yapacak, iyi para kaldırabilirsiniz..
KOVA: “Babaaa bak, bozuk radyomuzdan canavar robot yaptım” diyen çocukların büyümüş halidir. Sevgili Kova, senin kafa çok çalışıyor, dikkat et yanmasın! Geçen seneden ve kendimden biliyorum...
BALIK: Unutkan ama temkinlidir. Karşıdan karşıya geçerken önce sağa, sonra sola, en sonunda da garanti olsun diye yukarıya bakar. Balıklar, bu yıl çok şanslı olacak, Gayri safi milli hafızaları artacak.

Ni­nem diyor ki: Ata, ite, bite güven olmaz.

 
Halime Gürbüz
Başlık: Son perde
Gönderen: Tuğra - 21 Ocak 2011, 01:56:03
Son perde
 
Tül takmaktan nefret ederdi. Öyle ki; evde tül perde yıkanacağında şehir dışına yatılı misafir giderdi. O gün annesi; “e yavrum, ben çıkamam ki o tepelere!” dedi. “Merdiven girmez şu köşeye. Sen koltuğun sırtına bas, ben otururum devrilmez” diye de güvence verdi.

Heyhat!.. Anne, düdüklü tencere ötünce fırladı! Bizimki elinde tül, korniş, kol, bacak yere doğru havalandı. Anneyse; “ay ay gitti kristallerim” feryadıyla kimi kurtaracağını çoktan açıklamıştı.

Gözlerini açtığında hastanedeydi. Başında üç psikolog, beş nörolog ve dişinin arasındakini cıksslayan bir hademe dikiliyordu. Teki sordu; Günlerdir baygındınız. Sürekli “bu son perde” diye sayıkladınız. Nasıl bu hale geldiniz?

- İşkenceyle! Tül perde asma işkencesiyle. Annenin yıkama fikrine kapıldığı, perdelere bakıp suratında ‘... acaba?’ mimiği oluştuğu anda başlar bu işkence. Sen gençsin der, romatizma der, eklem yerlerim der kendini pencere pervazında bulursun.

Merdiven her zaman bulunmuyor biliyor musun. Sandalye ucuydu, pervazdı, duvardı derken her nevi cambazlığı hopura köpüre yapıyorsun. Her çıkışımda tansiyonum düşer gibi olur, başım döner, ayy çok ayrı bir kafası var.

- Hımm... Devam edelim.

- Al eline perdeyi, çık tepelere. O minik plastik zımbırtıları, perde düğmesi mi ne, kornişe tek tek geçir. On düdükte bir dinlen. Bu arada baş yukarıda, gözler ise hafif kısık. Çünkü göze kireç, boya, örümcek, böcek düşebilir! Asa asa gün sonunda sağ ayak parmağınla sol kulak arkasını kaşıyabilecek elastikiyete erişilir.

Kollar betonlaşır, derman kesilir, parmak uçları hissizleşir, tecrübe ile sabittir. Islanınca daha da ağırlaşan perde, (hele de şu yirmişer kiloluk saray perdelerindense) ‘sıra atlarsam hepsini sökmem gerekecek’ stresi, parmakların sudan buruşması... Asma işlemi bittikten sonra da deliler gibi o en sona takılan vidalı düğmenin aranması. Her seferinde kendiliğinden imha olmaları ve bulunamamaları. Niye ya? Neden yaa?!!

- Sakin olun! Hemşire çabuk 10 cc Zokkinyum Hominyum!

- Hınn... hınnnn... Doktorrr, perde asarken hiyerarşik sırayı bozma! Güneşlik, tül ve kalın perde. Sakın ha sakın korniş atlama! Yoksa; tak, in bak, sök çıkar, as bir daha!

- Peki... Daha önce de travma geçirmiş miydiniz?

- Evet! Fırkh... Bir keresinde salonun sonsuuuz perdelerini astım, bitirdim, yere indim. Ortada bir yerlerdeki halkayı yanlış raya taktığım tespit edildi. “Bu da böyle oluversin” diye yalvaran gözlerle baktım, fırkh... karşılığında “aaa! sök bidaaa tak çabuk!” cevabını almıştım.

Bir titreme sarmıştı bacaklarımı, kollarda seğirme falan, gerisini hatırlamıyorum. Hayt! Kadın ve aileden sorumlu bakana sesleniyorum; yasalar değişsin! Tül perde takma vazifesi kanunen erkeklere verilsin. Hatta ve hatta bu görev yasal olarak babadan oğula geçsin. Lütfen..

> Ni­nem diyor ki: Baktın kar havası eve gel kör olası

Halime Gürbüz
Başlık: Çıngır mıngır
Gönderen: Tuğra - 07 Şubat 2011, 22:44:25
Çıngır mıngır 
 
Hırsızların son numarası; “Aile Hekimliği uygulaması için geldik” diyerek kapıyı açtırmak! Haberiniz olsun... Bir dönem Toplum Destekli Polis Birimi bir süredir ‘Kim o?’ uygulamasını yürütmüştü hani.

Amaç, herkesin kapısına bacasına sahip çıkması için halkı eğitmekti. Zili çalıp kendini sucu, tüpçü olarak tanıtan polislere yüz daireden kırk beşi ‘bir şey sormadan’ kapıyı açmış... Zillere basıp basıp kaçıyorlar diye suçlanan mahallenin çocukları boşuna pataklanmış olsa da öğrendik ki; insanların yarısı, pat diye kapılarını açıyor!

Kapı çalıyor, “kim o?” deniyor, “ben” cevabı üzerine, zzztt kapı açılıyor. Hiç; “Sen kimsin? Neden açacakmışım?” diyen olmuyor. Öyle her “ben” diyene kapı açılır mı be şaşkın? diye tartaklamak keyifli olabilse de, sosyologları göreve çağırmanın tam vaktidir.

“Kim o?”; bilgi amaçlı olmaktan çok “ses taraması yapan güvenlik protokolü” anlamında bir soru. Çünkü mantıklı bir cevap beklenmiyor.. “benim” demek bile yeterli kapı açtırmak için. Anarşist mi, terörist mi, gaspçı mı hiç soran yok! Hoş, kapıdakinin de “Benim, hırsız, kapıyı zorladım açamadım abla” diyecek hâli yok ya.

Neyse yine de tedbirli olmak gerekli. Orada kapının üzerinde bir delik var, gözetleme deliği, bir zahmet oradan bakın. Boyunuz yetmiyorsa tabure çekin benim gibi, görüntülü diyafon taktırın, ekstra sorular sorun, olmadı camdan bakın.

“Kim o?” sorusuna “beeen” diyenler; isim söyleme gerekliliği duymayan, sesinden kim olduğunu çıkarma mecburiyetimiz varmış gibi bünyeyi zorlayan garip insanlar... Sen kimsin kardeşim? Samimiyetten mi destek alıyorlar? Kapıda ses analiz programı, osiloskop, periskop falan mı var zannediyorlar? Anlamadım ki!.. Ben kim? Sen kim? Hem neden açılıyor o kapı?

“Kim o?” sorusuna “aaaaçç” cevabı verenler; “aaaaç” komutu kendine güven barındırır, “benim işte be!!” anlamı taşır. Ses tonundan çoktaaan tanınmış olması gerektiğini düşünenler, eli kolu dolu gelenler, yaramaz veletler, tuvaleti gelmişler, alacaklılar ve sinirli halde eve dönen babalar tarafından kullanılır.

“Kim ooo” sorusuna, “benim komser Cemil”, “yıllar önce hisleriyle oynadığın kenar mahalle genci Ferit” gibisinden cevaplar verenler de var, “Gel ne olursan ol yine de gel” zihniyetiyle olup hiçbir şey sormaksızın kapıyı açanlar da... Ne diyelim Herkesin aklı mahalle mahalle, siz tedbiri elden bırakmayın yine de...

Ni­nem diyor ki:

Kırk hırsız bir çıplağı soyamaz

Halime Gürbüz
Başlık: Şaşı bak şaşır
Gönderen: Tuğra - 08 Mart 2011, 03:20:17
Şaşı bak şaşır 
 
Gözlerim bozuk, çocukluğundan beri. Ama havam bozulur diye gözlük takmıyorum. “Gözlerin ilerler” demişlerdi de umursamamıştım. Taa ki geçen sabah uyuyan kedimi pofuduk terlik sanıp giymeye çalışına kadar...

Göz doktoruna gittim. Merhaba, merhaba... Oturttu beni dürbünlü bir cihazın önüne. Alnını daya, çeneni daya, dürbünün içindeki çiftlik evine bak, “pısst!” göze hava. Göz tansiyonunu ölçtük. İyi güzel, aferin. Hadi, şimdi harf okumaya.

İkinci Dünya Savaşında pilotların taktığı metal çerçevelerden yüze geçiriliyor. Lensler teker teker takılıp duvardaki harf panosu okutuluyor. İlk satır zaten dana ebatlı, hemencecik; U, P, F. “Alta geç.” Gözler kısılır; D, U, F, Feee.... sessizlik... “Bir de bu camla bak” Resmen sözlüde kıvranan öğrenci psikolojisi! Öff, sallasan olmaz, ter boşalır. Doktordan sabırsız tavırlar.

Bana da en budaklıları rastlar. İri kıyım bir adam, asık suratla soruyor; “Bunu görüyon mu?!. “Görmüyorum! Var mı diyeceğin? Ver elime bir keman da sal sokaklara.

Aaa! Ne bağırıyorsun? Aslında var ya, önceden gidip panoyu ta dibinden okuyacaksın, “Okuyabildiğiniz en küçük yazıyı söyleyin” dediklerinde de yapıştıracaksın; “Düz Ofset -454 20 00- Y.Bosna-İstanbul” İki çay mı söyler yoksa bir kutu müshil yazıp havale mi eder bilmem...

Miyop, kısaca uzağı görememektir. ‘Görüp de selam vermiyor, ay iyice havalandı bu’ suizanlarına sebebiyet verir. Tahtayı, tabelaları, alt yazıları seçememe, yaklaşan otobüsün numarasını okuyana kadar gitmesi ve binememenin yanı sıra aynada kendinizi, sairde etrafı olduğundan güzel ve pürüzsüz görme, yanlış minibüse binip yeni muhitler keşfetme yaşanır.

Hipermetrop; yakını net görememektir. Üç yüz metreden gelen kızın on üzerinden kaç puan edeceğini belirleyebilmek ama burnunun ucunu görememek denebilir. Göz tembelliği ise; terbiyesiz göz tekinin “nasıl olsa öteki görüyor, ben ne diye bakınacakmışım” diyerek tembellik yapmasıdır.

Astigmat, Çin işkencesidir saç beyazlatır. Görüntünün retina’da tek noktada toplanamaması, dağılması ve dolayısıyla üç boyutlu görüntünün bozulmasıdır. Hayata flu bakmanın bilimsel adı yani. Kazalar, yanlış anlamalar olasıdır. Ürgüp Anatolian Bazaar’ı, ‘ürküp abdest bozar’ olarak okuyup şoka girmişliğim vardır...

Neticede, göz bozukluğum ilerlemişti. Doktor, reçeteyi uzatırken “Zaten bu numaraların bittiği yerde dürbün başlıyor” dercesine acı acı gülümsedi. Gözlüğümü aldım, taktım; daha net, canlı ve janjanlı görüyorum, yazıyorum. Çıkarınca bak; yzmmyirum. Neyse, gönül gözümüz bozulmasın diyor, tüm gözlüklülere selam ediyorum efem...

Ni­nem diyor ki: Kurtlu baklanın kör alıcısı olur.

Halime Gürbüz
Başlık: Üşeniyorum öyleyse, yarın.
Gönderen: Tuğra - 15 Nisan 2011, 02:25:37
Üşeniyorum öyleyse, yarın.
 
Tembele kapıyı ört demişler, “yel gelir örter” demiş. En hafifletilmiş haliyle ‘üşengeç’ milletiz biz! İki metre ötedeki kumandayı almamak için tüm gün aynı kanalı izleyenimiz de var, meyve soymaya üşendiği için “vitamini kabuğunda” diyenimiz de...

Bu sebeptendir ki;

toplu çay keyfi strateji savaşına döner. Kalabalık ortamlarda biri çayını tazelemek için ayağa kalktığında, herkes yarım dolu bardağını fondip yapar. Sizi gidi fırsatçılar. Kurban, ki bu ya misafirperver bir ev sahibi ya da çayını tazelemek için kalkmışken başına iş alan sade vatandaştır, arkasına döndüğünde bardakların tamamının ‘boş’ olduğunu görür!

Burada filmi biraz geri sardığımızda; ortamdakilerin dili damağı haşlamak pahasına çaylarını kafaya diktiğini görebiliriz. Çayını başkasına doldurtma sevdalısı bu zeki çevik ve ahlaklı şahısları pataklamadan önce (doz ayarı bakımından) türü belirlemeliyiz...

İnce fikirliler;

Yaptığı, çay doldurucuya yeniden zahmet vermemek veya misafirlikte ev sahibini tekrar tekrar yerinden kaldırmamak adına çayı hızlandırmaktır. Elleri ayakları birbirine girer, yarım kalmış sıcak çayı eziyet çekerek küçük yudumlarla kısa sürede bitirmeye çalışır. Saf ve iyi niyetli olsa da, acil durumlarda sağlıklı düşünmemektedir. Çayı bir anda mideye indirip yemek borusunu dağlayacağına kalkıp kendi alsa daha iyidir. Yine de dövmeyelim, kenara ayıralım...

Fırsattan istifadeciler;

Kendine çay koymaya erinen üşengeçler ordusudur. Kurban ayağa kalktığında telaşla ellerindeki çayların seviyesini kontrol ederler. Eğer yarıdan az ise “hüüüppp” ve hemen uzat bardağını ayaktakine... Yangından mal mı kaçırıyorsun kardeşim?.. Çoğunluğu ejderha kökenli ve damakları teneke kaplı olduğundan haşlak çayı bile fondip yapabilirler. Arada çay kaşığını yutma, boğaza kakalama, bademciğe yandan vurdurma gibi kazalar yaşayabilseler de, oh olsun.

- Abi sıcaktı o!
- ... Rööhhearr! Olsun, olsun tazele bakam sen...

Not: Evet evet, dövelim.

‘Hazır ayaktayken’ciler;

 Lojistik olarak sıkıntılı mekânlarda (balkon, piknik, çayır çimen) servis maliyetini minimize etmek isteyen ebeveyn yahut büyüklerdir genellikle. “Hazır ayaktayken bana da doldur...” demeden önce dikerler çayı kafaya. Hareket esnasında ise kaşlar kaldırılabildiği kadar kaldırılır havaya. Gönül ister ki, “kalk da kendin al” cevabı kıtlama olarak servis edilsin. Lakin saygıda kusur etmeyelim, “hazır ayaktayken” lafını duyar duymaz “aha oturdum” diyerek ayakta durma eylemini bitirmek en akıllıca yaklaşımdır diyelim...

Ni­nem diyor ki:

Üşengece bulut yük olur.

Halime Gürbüz
Başlık: Gerilim hattı
Gönderen: Tuğra - 15 Nisan 2011, 02:30:43
Gerilim hattı 
 
Açılmayan Şam fıstığı, uyumaya çalışırken beyinde zonklayan saat tik takları, musluktan damlayan su sesi. Bu ve benzeri minik detaylar insanı sinir ediyor değil mi? Küçük, önemsiz gibi görünen şeyler kimi zaman kişiyi nefret edecek derecede rahatsız edebilir, çileden çıkarabilir hatta akıl sağlığı üzerinde kolbastı oynayabilir.

-Kolye, saat, bileklik benzeri aksesuarların koldaki ensedeki tüyleri çekiştirip yolması...
-Göz kırpan florasan lamba!
-Tokanın saçtan ısrarla çıkmak istememesi, dakikalarca uğraşmak ve tokayı, saç yumağı haline gelmiş bir şekilde saçtan ayırmak...
-Sivri sineğin topuktan ısırması!

-Havuç, salatalık, turp rendelerken elde kalan en son küçük parça! Atsan atılmaz, zorlasan rendelenmez, en iyisi yemek...
-Masada otururken birilerinin parmaklarıyla masada ritim tutması, çakmakla, kül tablasıyla, sigara paketiyle oynaması.
-Yanında oturan kişinin sürekli olarak ayağını sallaması.

-Sivilce, siyah nokta, beyaz nokta, siğil ve benzeri deri vakaları...
-Çay bardağının çay tabağına yapışması, ağza götürürken kopup düşmesi ve bu durumun oluşturduğu gereksiz panik ortamı...
-Kaldırımda yürürken kafaya damlayan iri klima suyu damlası.

-Anne kızlık soyadı istenen her şey...
-Sıvı sabunun, sonlarına doğru ‘vırcck vırcck’ efektiyle küçük miktarlarda çıkması.
-İştahla yanaştığın gazetenin senden önce başkaları tarafından okunup öylece, dağınık bırakılması...
-Fişi elektrik prizinden çekerken, prizin duvardan çıkması...

-Omletin içine düşmüş yumurta kabuğunun, salataya düşmüş limon çekirdeğinin yanlışlıkla ısırılması.
-Damacanadan su doldururken pompaya az fazla basınca suyun bardaktan, sürahiden taşması...
-Çekirdek yerken kabuğunun damağa saplanması.

-Elleriniz köpüklüyken burnunuzun, kaşınızın, kulağınızın dayanılmaz şekilde kaşınmaya başlaması.
-Kesilen tırnağın halıya uçması, el yordamıyla yapılan arama kurtarma çalışması...

-Kağıt kenarının eli kesmesi ve çok acıtması!
-Mont, ceket, pardösü giyilirken kazak kolunun içeride akordeon gibi toplanması, iki saat insanı uğraştırması...
-Sabrettikçe, alttan aldıkça, anlayış gösterdikçe tepene çıkılması!..

Ni­nem diyor ki:

Sinek de küçüktür ama mide bulandırır.

Halime Gürbüz
Başlık: Kime bakmıştın?
Gönderen: Tuğra - 03 Mayıs 2011, 01:16:44
Kime bakmıştın?

Asansör fobisi olmasa da birçok insanda asansör gerginliği mevcut. Çünkü, kişisel alanın ayaklar altına alındığı yer asansör. Tanımadığın, bilmediğin insanlarla daracık hatta klostrofobik mekanda dip dibe yolculuk yapmak insanı geriyor.

Hani filmlerdeki gibi arka arkaya sıralı dizilse insanlar o kadar gerginlik olmayacak. Ama nerdeee? Bizim insanımız, o daracık yerde ‘noooluur nooolmaz’ edasıyla birbirini kollamak için göz teması kuracak şekilde, sırtını arkasını bir yere dayayarak konuşlanır. İşte ‘nereye bakacağım’ gerginliği de o anda başlıyor...

Asansöre bindik, boş şükür, hani kişisel alanı koruyacağız falan ya asansörün en dip noktasına konumlandık, kat düğmesine bastıııık. Fling, flong... Çıngır mıngır... Vuuup... Fling, flong... Çıngır mıngır... Katlarda başkaları da bindi, doldu. Ee? Ne yapacağız şimdi?

Yer dar, ortam gergin, bir yabancılaşma, bir garip sessizlik... “hım.. hım” “öhhö” “............” “ıhım.. ıhım” E haliyle tabi, asansördeki yabancılara; “ince uçlu nokya şarjı olan var mı?” diye sormak “ hay maşAllah iyi göbek yapmışsın dayı?” diye geyik açmak mümkün değil.

Demezler mi adama “ne bu samimiyet!” Derler efendim... O sebeptendir ki, susalım etrafa bakınalım.

Sorunsuz bir asansör yolculuğu yapmak ve sıkılmamak için milletin ayakkabılarına, pantolon ütü izlerine, gömlek yakalarına, burun deliklerine, ense tıraşına, saç kalitesine, kazak, atkı modellerine bakılabilir.

Ayna olması halinde bir narsis edasıyla saç, baş, cilt problemleri, sivilceler ve bilumum gözenekler incelenebilir. “Oy, saçımda birkaç tel daha beyazlamış. Yaşlanıyorum, oof of! Hımm, simetrik sivilceler, enteresan... Kaçıncı kattayız? Daha var.

Bedri Baykam’a da ayıp ettiler. Bedri Baykam’la Osman Hamdi, onunla da Salvador Dali arasında sanatsal bir köprü kurmak mümkün müdür? Aynaya sinek pislemiş, ıyyk, hay Allahım yaa, pıfff...”

Bir başka asansör sakiniyle göz göze gelindiğinde kafayı eğip ciddi bir ifadeyle tırnakları incelemek adettendir. “Ne bakıyon gı?” demek, “Kime bakmıştın aslanım” diye dayılanmak, Amerikan filmlerine özenerek asansörün tepesine çıkıp bağlantı halatlarını kesmek abestir.

Mevki sahibi önemli şahsiyet imajı için, eldeki evraklara veya cep telefonuna bakmak tercih edilebilir. Şüpheli görünen bir adam asansöre bindiğinde ise, inene kadar bilinen tüm dövüş taktikleri ve dualar akıldan geçirilmelidir.

Ezcümle, asansörde bakılacak yer kat göstergesidir arkadaşlar. Lütfen bunu çevrenizdeki herkese söyleyin, yayılsın bu. Seyredelim sessizce, içimizden sayalım; “5...4...3...yAllah!”

> Ni­nem diyor ki: Yol bilen kervana katılmaz.

Halime Gürbüz
Başlık: Çin İşi
Gönderen: Tuğra - 03 Haziran 2011, 15:23:44

Çin işi...

> Tarihin en çılgın projesi Çin Seddi üzerine çeşitlemeler.

Başbakan, çılgın proje Kanal İstanbul’u açıkladı. İstanbul’un batısına yapılacak bir kanalla Karadeniz ve Marmara birbirine bağlanacak. Kimileri şaştı, kimileri beğendi, kimileri de çamur attı... Ben mi? Ben, beklemeyi tercih ediyor ve kendi çılgın projelerimi üretiyorum; bizim evden holding binasına kaydırak döşemek...

“Balkanlar’dan gelen soğuk hava dalgası”ndan kurtulmak için Balkan sınırına dev pimapen taktırmak... Peluş hayvanlar için hayvanat bahçesi inşa etmek... Ve veya projenin coşkusuyla sayın başbakana “Hey, Tayyip sen kocaman bir çılgınsın’ deyip sarılmak !. Lakin tarihteki belki de en çılgın proje, Çin Seddi.

Bu dev eser, korkunun insanoğluna neler yaptırabileceğinin en güzel örneği. Efendim, vakti zamanında Türkler bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen akınlar yapaa yapaaa Çinlileri canından bezdirmiş. Can tatlı, Türkler hırslı ve kaslı; altı Çin imparatoru birleşmiş bu dev duvarı yaptırmış. Çin Seddi’nin yüksekliği dokuz metre, uzunluğu ise; iki bin dört yüz kilometre. Vay vay vay... Sabırlı insanlar vesselam bu Çinliler. Peki Çin Seddi bittiğinde ne dediler?

- Oy belim, belim, belim...
-Korktuğumuz çok belli oluyor mudur acaba?

- Oğlum koş bir bardak su getir bana. Ne ter aktı beeh.
- Yavv, bizim hanım karşıda kaldı!!!
- Usta eğri mi olmuş bu sanki?

- Keşke daha derli toplu bir şey yapsaydık. Fotoğraf makinesine sığmaz bu...
- Yıkalım ya biz bunu, şimdi slogan filan yazmasınlar.
- Çin imparatorunun karısı: Duvardan duvara halı lazım şimdi.

-İmparatorum, Türkler hayırlı olsuna gelmişler, “çay içip çıkıcaz” diyorlar.
- Abi Türkler geldi. “Ne yaa, hâlâ mı kurtulamadık?” Yok abi birisi “bizim halaoğlunun arsası var Silivri yolunda, gelin siznen kooperatif kuralım” diyor.
Peki ya Türklerin Çin Seddine ilk tepkisi ne olmuş?
-Kaç torba çimento gitti acaba?

-Biz sizle şakalaşıyorduk, sevdiğimizden yapıyorduk. Araya duvar koyup ortamı niye geriyorsunuz ki?
- Aynısından bizim amcaoğlu yaptırdı geçen bahçesine, siz kazıklanmışsınız.
- Çıkışa gelin huleyn, çıkışta bekliyorum sizi!

- Birader, taşa oturma soğuk çeker! Cıkksss...
- Sorun değil öbür taraftan dolaşırız, nasılsa dünya yuvarlak.
- Ruhsatı falan yoktur bunun, kesin belediyeye avanta yedirmişler abi.. Şikayet ediceksin aslında...

-Eminönü’nde bunu yirmi milyona yaparlar...
- Bu duvar yıkılır söyliiiim.
- Alper Tunga was here!

> Ninem diyor ki; Yalnız taş duvar olmaz.

Halime Gürbüz
Başlık: Masallar biter
Gönderen: Tuğra - 04 Ağustos 2011, 14:19:59
Masallar biter

“Veee sonsuza dek mutlu yaşadılar” diye biten masallarımız vardı dinlediğimiz... Öylesine keyifle, öylesine kocaman bir tebessümle dinlenirdi ki bu masallar, en kötü anında bile sonunda düzeleceğini bilerek eksik etmezdik tebessümü yüzümüzden.
 
Halının üzerine yüzükoyun uzanır, ayaklarımızı çapraz yapıp oynatırdık aşağı yukarı, bir de elimiz çenemizde kalırdı hep... Gözlerimizde mutlu sonu bekleyen ışıltı, kulaklarımızı yüreğimiz kadar açıp dinlerdik... Her kötü hikâyenin sonu mutlu bitecekti, emindik! Hep öyle anlatılmamış mıydı bize? Masallardaki gibi gördük büyüyene kadar hayatı...

Tebessümümüz eksilmedi gözlerimizden. Düşüp kanattığımız dizlerimiz olsa da ara sıra bilirdik ki; annemiz gelip öpecek ve tüm acılarımızı unutturacaktı bize... Hep böyle olmamış mıydı? En kötü anımızda yanımızda sevgi dolu bir el uzanmamış mıydı?.. Masallarda yaşadık bazen, Kül kedisi olduk... O bal kabağının bir gün 12’ye vuracağı hiç gelmedi aklımıza... Sonu mutlu bitiyordu ya.
 
“Veee sonsuza dek mutlu yaşadılar” dedi hayat bize... Ta ki, hayatın içine kayan bir yıldız hızıyla düşene kadar. Sendeledik sonra, yeni tay tay yapan bebek misali... Gerçi o sendelemelerde hep sıcak bir kucak vardı bizi karşılayan. Ya şimdi?.. Dengeni korumaya çalışıp dikelmek gerekiyor güç almadan, ya da salmadan kendini o sıcak kollara...
 
Zaman bize gösterdi ki; sonu mutlu bitmiyormuş meğer her şeyin... Hatta mutlu başlayan masallarımız bile acı ile sonlanabiliyormuş... Bu daha da acıtıyormuş insanı. Masal yaşamaya başlamışken kendini kâbus içinde bulmak da varmış... Aklımıza o prensin geldiği anlardan çok, Kül kedisine elma veren cadı daha çok takılır olur.

Açarsınız kalkanlarınızı daha bir fazla... Kalkanlarınızı açtıkça da, sonu mutlu biten masalları yaşama ihtimalin azalır... Hiçbir elmayı alamaz olursunuz kimselerden, hep o hain gülüş gelir takılır kulaklarınıza; çekersiniz elinizi...
 
“Veee sonsuza dek mutlu yaşadılar” diye anlatılacak sarhoşluklarınız üzerine kendi masallarınızı anlatmaya başlarsınız hiçbir ele sarılmadan sımsıkı... O masalın diğer kahramanı olmasa da yanınızda siz anlatırsınız yine, dinlemek isteyenlere...

Sonuna gelince masalın, sorarlar; “Eeee? Sonra sonra?!” Hafif bir tebessüm edersiniz, çocukluktan kalma yürekten akıp yüze yerleşen tebessümle. Hani kanatlıdır ya yüreğin o zamanlar... Sonra, kaldırırsınız başınızı güneşe doğru ve dersiniz ki; “Gökten üç elma düşmüş...”
 
> Hep böyle olmamış mıydı? En kötü anımızda yanımızda sevgi dolu bir el uzanmamış mıydı? O bal kabağının bir gün 12’ye vuracağı hiç gelmedi aklımıza...
 
Ninem diyor ki;

Olsa ile bulsayı ekmişler, hiç bitmiş...

Halime Gürmüz
Başlık: Lego
Gönderen: Tuğra - 17 Ağustos 2011, 02:40:58
Lego

Ev halkında genel eğilim; ‘Ben yedim Allah arttırsın, sofrayı kuran kaldırsın’ yönünde olduğundan, bulaşıklarla kalakalıyorsun sofrada! Acı ve sancılı bir durum, hele de iftar sonrası mayışıklığında. “Bulaşıkları makine yıkıyor ayol ne var onda?” dense de kazın ayağı bambaşka! Bulaşık makinesini yerleştirmek başlı başına bir mesele. Öyle kabı kacağı, sıyırmadan, sapını açısına bakmadan langırt diye makineye koymak değil bu iş! Modern hayatın uzmanlık alanlarından biri.

Bulaşıkların kirlilik derecelerine göre raf konumları, bardak tabak dengesinin korunması, tencere ve tavaların optimum yerleştirme düzeni, yükleme kapasitesinin maksimum kullanılması. Resmen sanat!.. Şahsen ben elde yıkamada üstün yeteneğe haizim; üst üste kapadığım bulaşıklardan oluşan kuleler inşaat mühendislerini bile kıskandırsa da... makinede zorlanıyorum.

Bardakları lank lank üst sepete savurmak kolay, ama kase yerleştirin de göreyim! Diyagonal koymaya kalksan, makinenin topolojik yapısı müsaade etmiyor. Yamuk koysan, yıkama sonunda kasenin çukurunda illa pis su doluyor.

Eskiden kız görmeye geldiklerinde bulaşık yıkayışına bakılırmış. Şimdiyse makinenin kapağı açılıp kontrol ediliyor. Bakalım çatal kaşıklarla kepçeleri ayrı hücreye yerleştirmeyi akıl etmiş mi?

Çay tabaklarını yüzükoyun yatırıp istiap haddini heder etmiş mi? Bakalım kekliği düz ovada avlamayı biliyor muu... Yanii; kepçeleri bardakların üstüne serpiştirir, kaseleri alt kata, tabakları üst kata yuvalar ve bakmadan fırlattığın çay kaşıklarının makinenin tabanında boğulmaya mahkum edersen evde kalıyorsuun.
 
İsviçreli bilim adamları, hayatlarının bir evresinde tetris oynamış olanların makine yerleştirmede daha yetenekli olduğunu kanıtlamış. Arkaya tatlı tabaklarıyla küçük cam tava, en öne uzun bardaklar ve cezveler. Bilhassa kristal mamuller üst sepete serbest nizam yerleştirilecek. Alt bölmede en dışa düz tabaklar, sonrasında çukurlar.

Kaşık sepetini sakince yerleştirilmeli ki, tırnağının altına çatal saplanmasın. (ya da ben beceriksizim bilmiyorum) Ha, tencere kapakları da içeri bakacak! Ay ne bitmez derdimiz varmış...
 
Yok tavanın sapı, yok tencerenin eğimi derken insanı aldığı mühendislik eğitimine sövdürüyor, kendine güvenini yerle bir ediyor. Hele de anne azarlayınca!.. Fırkh... Hayır anlamıyorum, ben “dizdim, bunlar da sığmadı” diyorum, annem gelip; “çıkar, çıkar ya allasen! ben yaparım, arkanı toplamak daha çok vaktimi alıyor” diye diye bir diziyor... Üstüne üç tencere iki tava sığdırıp boş alan bırakıyor!
 
Değen çarpan bir şey var mı diye makinenin pervanesini şööyyle bir döndürürken, “bu işe harcadığımız toplam zamanı başka şeylere yönlendirseydik, yarısı kadar stratejiyi kendi hayatımızla ilgili kurabilseydik bulaşıklar değil biz parlayabilirdik” diyor... Konuyu da makinenin kapağını da kapatıyorum...
 
Ni­nem diyor ki:

Hanımın dolaşığı, akşamdan sabaha kor bulaşığı.
Başlık: Türk kası
Gönderen: Tuğra - 14 Eylül 2011, 00:07:00
Türk kası

Erkekler yaya yayıla kilo alırken, beş yüz gram fazlalığı bile dankadanak yüzüne vurulan kadınların sendikası ‘Şişmanladın SEN’ bu adaletsizliğe karşı durarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu.
 
“Sn. AİHM Yetkilileri?!. Basında dana gibi puntolarla ‘36 bedenseniz artık ince değilsiniz’ haberleri çıktıkça depresyonun pençesine düşen kadınlar, ‘fazla varsayılan’ kiloları yüzünden serumla beslenecek hale gelmişlerdir. İki üç kilo fazlalığı olanlar bile, rögar kapağı hırsızlığı yapmışçasına suçlanmaktayken erkekler üzerinde bu baskının zerresi yoktur. Keyifle göbek bağlamaktadırlar!..” diye başlayan dava dilekçesine AİHM’den gelen cevap şöyleydi:
 
“Sayın Davacı! Evrensel Erkek Hakları Bildirisi’nde de yer aldığı şekliyle, o göbek değil ‘Türk Kası’dır... Yukarıdan bakınca ayaklarını görebilen er kişi göbekli sayılmaz. O da göbek değildir. Lütvvven!! tatlı bir kavis o!., dışavurumdur bile diyebiliriz, dedik bile...
 
Karar aşamasında ‘göbeğin etimolojik tarihi, erkek uygarlığındaki yeri ve önemi’ derinlemesine araştırılmıştır. Orhun Yazıtlarında dahi ‘Alper Tunga doydu mu, dobik göbek saldı mı, ye koçum yarasın, imdi işkembe yırtulur’ yazmaktadır...
 
Bir erkek kilo alınca bunalıma girmez. Hemen diyete başlamaz, ağlamaz. Fiziğiyle hiçbir şekilde kavgaya girmez, yer içer, keyfine bakar...’Dayıoğlunu da baklavadan kaybettiydik, parmakları hâlâ şerbetliydi’ demekten sakınmaz. Eritmeye kıyamaz, hatta göbeğiyle duygusal bağ kurar. Ayrıca göbek erkeği zengin gösterir. Kaynak: Nostalji-peşin satan, veresiye satan posteri.

Bu aplike organ kişiden bağımsız hareket edebilir. Direksiyon çevirirken göbek atıyor izlenimi verebilir, kumanda-tabak-küllük sehpası olarak kullanılabilir, köşeyi ondan önce dönebilir, hatta geceleri kendi kendine buzdolabına gidebilir. Tüm bunları yüzüne vurmak, ‘abi o göbek Çernobil’den sonra mı çıktı?’ ‘Organ bağışı yapmayı düşünmüyor musun? Puhaha’ gibisinden sorular ve Google Earth Koordinatları’nı sormak insanlık ayıbıdır...
 
Sonuç itibariyle davanız ve ‘hakikaten yav, aldı başını gidiyor’ diyebilmek için kendi mutfaktan çıkarken göbeğinin salona varmış olması şartını arayan erkekler adına yaptığınız Etiyopya’ya iltica talebiniz reddedilmiştir...”
 
> Ni­nem diyor ki: Ağa diyeyim sana, yağın bulaşsın bana...

Halime Gürbüz
Başlık: Ateşsiz silahlar
Gönderen: Tuğra - 16 Ekim 2011, 02:32:38

Ateşsiz silahlar

Sıradan bir anne, sıradan bir yaramazlık yapan oğluna terlik fırlatmaktaydı... Aynı anda ama farklı bir yerde; “Bizi resmen tehdit ediyorlar!” diye gürledi amiral, elindeki içe hilal yapmış terliği masaya vurarak...

Kılkapyon gezegeni bir süredir yabancı cisimlerin istilasındaydı. Acil durum toplantısıydı ve galaksinin tüm savunma ekibi oradaydı. “Bu silah atmosferik güç alanını delip geçiyor, savunma teknolojimize “Zııt Erenköy” dedirtiyor, ışın kılıcıyla kesilmiyor! Ve siz hâlâ bu cismin ne olduğunu bulamadınız!”
 
Gergin bir bekleyiş hakimdi ki köprüden nara yükseldi: “Kaptan! Sinyaller bu silahın; Dünya yüzeyi, 26/45 Türkiye’den fırlatıldığını bildiriyor.” Derhal Dünyaya bir araştırma ekibi yollandı, bir ay sonra rapor hazırdı;
 
Adı: Ateşlemesiz silahlardan Anne terliği. (Terlik: Dünyalı annelerin taşa ve yaşa basmamak için kullandığı ayak korungacı) Bu hafif topuklu, düşük maliyetli ve ortopedik, satışı-alışı yasal, ekonomik ve işlevsel silahlar; ev içi savunma sanayiinde “Kabahat güdümlü çocuk savar” olarak bilinmekte..
 
Kalibre: 35-41 numara.
Şarjör kapasitesi: Tek atımlık, iki atımlık (terliğin öteki teki), anne ikmal yapabileceği noktalara yakınsa (ayakkabılık gibi) çok atımlık.
 
Ateşleme hızı: Annenin sinir katsayısı ve iç basınçla doğru orantılı. Ör; “Fahricaaan in koltuğun tepesinden, üzülüyorum bak annecim...” Dünyalı çocuk pis pis sırıtır, anne sinirlenir. Kıvrak bir ayak bileği hareketiyle ayaktan ele geçirilen terlik, taaa salonun öteki ucuna uçup haylazın kafa ya da popoda ‘paaat’layabilir.
 
Menzil: Veledin ebatlarına, iç ve dış mekana göre değişken. Anne 360 derece dönebildiğinden, elindeki terlik de o kadar dönebilir. O şirin terliklerin fiyonk, toka, pul, nakış kısımlarında ısı sensörleri mevcuttur. Sinirli bir annenin elinde, çocuğu vurana kadar havadan kovalayan ‘inter galaktik’ bir füzeye dönüşebilir!

Yani yerde dolma saran anne, mutfak kapısından “geliyorum ben orayaa!” diye bağıran anne, camdan “Çabbıııkk eve” diye seslenen anne; uzun menzilde saliselik atışla terliğini ‘iki kaşın arasına’ çakabilir...
 
Tahrip gücü: Hedef genellikle sırt ve belden, veledin nereden geldiğini anlamaya fırsat bulamayacak kadar meşgul olduğu durumlarda ise (çekmece kurcalama, burun karıştırma, kibritle oynama vb.) genellikle kafadan isabet alır.
 
Ergenlik çağı bunalımları ve sonrasında tahribat yüksektir. Salonu terk esnasında anneye sokuşturulan laf, terliğe itici güç kazandırır!.. Falsolu atışla beyincikten, koşarak kaçılsa da koridorun köşesinden sektirerek belden vurulabilinir. Ölümcül olmasa da; hedefin yakıt deposuna isabet etmesi, aç parantez; mide, onu yere indirir! Balistik incelemelerde beş kardeşin ayak versiyonu tespit edilir. Darbe güçlü ise, ayak numarası da...
 
Sonuç: Gezegeninize ulaşan bu silahların sizinle bir alakası olmayıp, kaşınan velet/fırlatılan terlik enflasyonu durumu açıklamaktadır. Gelecekte bu anneler, tıpkı eskilerinin de yaptığı gibi, afişlerde geleceğe umutla bakan politikacı duruşuyla “ben çocuğuma fiske bile vurmadım” diyeceklerdir...
 
Ni­nem diyor ki: Destursuz bağa giren sayısız sopa yer

Halime Gürbüz
Başlık: Çer çöp
Gönderen: Tuğra - 03 Ocak 2012, 15:53:19

Çer çöp

Teknoloji ilerledikçe kibrit eski değerini de işlevselliğini de kaybediyor. Kibritçi kız bile “ben bu ticari kafayı değiştirmeliyim” deyip su satmaya başlamış. Simitti, mendildi derken en son etik metik dinlemeyip çakmak işine girmiş diye duydum... Oysa ki bizim zamanımızda kibrit, sadece basit bir tutuşturucunun ötesindeydi.
 
Kibrit, çocukluğumuzun yasaklı listesinde tepede dururdu. ‘Perdeyi tutuşturan çocuk’ hikâyelerinin yardımcı oyuncusuydu. Sırf diğer çocukların yanında itibar kaybına uğramamak için kibrit kutusu ile ilgili birçok oyunu öğrenmek zorunda kalmışızdır.

Kısa çöpü çekenin başına nahoş hallerin geldiği piyangolar, boş kibrit kutularını birbirine ekleyerek yapılan trenler, maket gemiler, on kibrit çöpünden müstakil ev, ‘sadece tek kibrit çöpünü oynatarak bu kareden üç üçgen yap bakalım’ temalı bilmeceler vardı.

Ha bir de, kibrit kutusu üzerindeki o efsanevi ‘vasati kırk çöp’ yazısı. Çoğumuz vasati kelimesini anlamını bilmeksizin kelime hazinesine katmış, anlamını öğrendiğindeyse psikopata bağlayıp kutudaki kibritleri tek tek sayma hırsına kapılmıştır... Neyse, kibritle duygusal bağ kurmadan anıları bir kenara bırakıp analizlere bakalım.
 
Efem, kibrit çöpleri insanlar gibidir. Dikkat ediniz her zaman ‘en üstteki’ kibrit çöpleri ilk önce yanar. Bazı kibrit çöpleri vardır bir amaç için yanarlar; kimi bir sigara yakar, kimi bir ocak, kimi boş yere yanıp tükenir hiçbir işe yaramadan. Kimi ise bir ormanı, bir evi ocağı yakar kül eder kendisiyle birlikte...
 
Kibrit kutusunu açıp baktığımızda hepsi aynı gibi gözükse de birbirinden farklı kibrit çöpleri vardır. Bazıları yanamayacak kadar incedir; yakarken kırılacak zannedersiniz ama en iyi onlar yanar. Bazıları ise epeyce kalındır; zannedersiniz ki yanınca yeri göğü yakacak ama yakınca bir bakarsınız ‘fıs’ diye bir ses çıkarır kendisini bile yakamaz...
 
Kimileri eğri büğrüdür ama yine de bir kibrit çöpünden bekleneni eksiksiz yerine getirir.
 
Kimi insanlar vardır bir lambanın fitilini yakarlar, kendileri yanıp bitse de ışığı kalır... Bazı kibrit çöpleri de ‘aykırı insanları’ ifade eder; tüm kibrit çöpleri aynı yöne bakarken onlar tam tersine bakar kutuda. Kutu açıldığındaysa ilk önce onlar göze çarpar ve herkesten önce yanarlar...
 
Bazı kibrit çöplerinin ucunda kimyasal maddesi yoktur. Ne yaparsa yapsınlar yanamazlar; öylesine yaşar giderler... Bazı kibrit çöpleri ise birbirine yapışmıştır; kafadar insanlar gibi.

Aynı yola baş koyanlar misali biri yanınca diğeri de yanar... Ama en tehlikelileri, kendiyle birlikte kutuyu da yakan kibrit çöpleridir. İçinde bulundukları toplumu çökertirler...
 

Ni­nem diyor ki:

Doğru söyleyenin bir ayağı üzengide gerek...

Halime Gürbüz
Başlık: Özlemek...
Gönderen: İsra - 20 Şubat 2012, 06:42:45
insan bazen çocukluğunu özlüyor...

Gözünü açar açmaz umut solumayı, hayatın içinde bir şeylere heyecanla, coşkuyla, hiçbir şeye aldırmaksızın kendini kaptırmayı özlüyor mesela. Katıla katıla gülmeyi, elini duvara sürterek yürümeyi...

Ödev, sınav, final, iş, aş, aşk, acı, hırs, rekabet’in olmadığı, en büyük bombanın sınıftaki Ali’nin Ayşe’yi seviyor olduğu, kaçtığın tek şeyin ebe olan arkadaşın olduğu zamanları özlüyor...

Annenin ördüğü kazağın kolunu üzerinde ölçmesini, kitap arasında saklanan düzleştirilmiş çokomel kâğıtlarını, simli bileziklerini, yaşını çarpı iki şeklinde ifade etmeyi, “öpeyim de geçsin”lerin iyileştirici etkisini, büyüyünce ne olacağını düşünmeyi, hayata dair hayalleri bozup bozup tekrar kurabilmeyi...

Basit yaşamayı özlüyor insan... Acıktım o halde yemek yiyeyim, susadım su içeyim, oynayasım var dışarı çıkayım, uykum geldi uyuyayım... Anı yaşıyor olmanın hafifliğini özlüyor; uydura kaydıra avaz avaz şarkı söylemeyi, sorumluluklardan bihaber omuzları ona buna indirip kaldırarak isyan etmeyi...

Gece yatağa girdiğin pijamayla sokağa çıkabilmeyi, oyun arasında camiden kana kana su içmeyi... Kanmayı, kandırılmayı...

Keşkesiz şeyleri özlüyor insan... O kendi küçük dünyanda her şeyi yapabilecek cesaretinin olmasını, dizlerdeki kabukları yolmayı... hata yapabilmeyi, çarçabuk affedilmeyi... Kocaman ‘Aferin’leri, “bana ne?”leri , “banane, banane!”leri özlüyor...

Hesapsız başlayan çıkarsız dostlukları, henüz kurulmuş arkadaşlıklardaki samimiyeti, sorgulamadan güvenmeyi ve de küsebilmeyi... Gözleri kısıp “bir daha hiçç konuşmayacağım!” demişken, hatta gelecek on yıl küs kalmayı kurmuşken iki dakika sonra beraber bakkala gitmeyi, irdelemeden boş vermeyi özlüyor insan.

Salıncakla gökyüzüne erişme isteğini, yüzünü kapatmadan ağlamayı, üzüntüleri gözyaşları ile birlikte annenin kucağına bırakılabilmeyi, babanın omzunda baş yana eğik salya akıtarak huzurla sızmayı özlüyor insan...

Çok şey beklediği için değil ama yeniden ışığı ve güneşi getireceği için uyumayı, kaygısızca uykuya dalmayı... Omuzlarındaki tek ağırlığın babanın tek parmağıyla taşıyabildiği okul çantası olmasını... Bildiğin gibi, bildiğin kadar yaşamayı özlüyor.

Aslında insan kendini özlüyor. Kocaman olduğunu sandığın zamanlarda aslında henüz hayalleri kırılmamış, kalbinde oyuklar açılmamış, hâlâ çuval çuval umutları olan gencecik, körpecik ‘kendini’ özlüyor insan...

Ni­nem diyor ki: Tatlı söz can azığı, tatsız söz baş kazığı.

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: celalli - 03 Mayıs 2012, 22:12:15
mümin kendisi için istediklerini  kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olamaz.......
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: celalli - 03 Mayıs 2012, 22:14:11
zafere giden yolda çekileçek çile kutsaldır....
Başlık: Doyasıya yaşa...
Gönderen: İsra - 02 Eylül 2012, 06:16:31
Artık daha fazla dayanamayıp gözyaşlarını tutamadığında; gözlerini kapat. Gözyaşlarının yeşil, yemyeşil bir yapraktan süzülen yağmur damlaları olduklarını düşün. Her yağmur yağdığında olan, her yapraktan süzülen binlerce yağmur damlasından biri olduğunu...

Şelaleden akan suyun sesini dinle. Hayat işte bu! Hayat işte böyle hızlı, köpük köpük, saçıla dağıla kendi armonisiyle ama hoş bir melodiyle akıyor..
Duymak istemediklerin çoğaldığında; ulu çamların tepelerine bak...

Tepelerindeki hışırtıları duy sadece. Rüzgârla birbirlerine yaklaşıp yaklaşıp uzaklaştıklarında çıkarttıkları sesleri dinle. Yeşil, taze ve yüksekteki sohbetlere katıl!

Bunalıp uzaklaşmak istediğinde; ufka bak... Renklerin ahenginin bile renk ayrımı yapamadığı ufka bak. Salla kollarını, yürü, koş, renksizliğin tadını çıkar. Renksizlikte kaybol... Sonra dön, tam oradan geriye bak! Ne kadar uzaktasın... Renksizsin... Özgürsün.. Ve ufuksun!..

Şartlanmalardan sıkıldığında; küçük bir çocuğun gözlerine bak. ‘Çocuklar masumdur, sevgi doludur’ gibi şartlanmalardan da kurtularak bak.
Gözlerindeki samimiyeti... sebepsiz sevinci... boncuk boncuk ümidi sen de gör.

Şartsız, sorgusuz hissetmek böyle bir şey! Hisset...

Her şey canını sıktığında, üstüne üstlük bir de ayakkabılar sıktıysa; ayakkabılarını çıkart, yere bas ama sağlam bas! Yürü... Can sıkıntısı, karmaşa ve tüm yaşananlarla yürü. Hatta bir ara gözlerini kapat, yüreğinin gözleriyle yürü... Ayakkabıların olmasa da yürü.. Ama sağlam basarak yürü...

Sistemsizlikten merkezini kaybettiğinde; kaldır kollarını dön. Dön, dön, kendi etrafında dön... Aynı yerde dönüp dursan da sıkma canını.. Üzerinde durduğun gezegen zaten bir sistemle, bir merkezin etrafında dönüyor. Olsun varsın; bir süreliğine de her şey senin etrafında dönsün...

Rotanı şaşırdığında; kavak pamukçuklarına bak. Oradan oraya uçuşan, kendini rüzgara bırakmış, rotasız pamukçuklara... Bir çoğu rotasını bulup kavak oluyorlar birkaç bahar sonra!..

Söylemeye çalışıp çalışıp yutkunduğunda; o burna git. Kollarını aç, bırak rüzgarı dokunsun yüzüne, yanağına, saçlarına! İşlesin bir kere de içine. Ve haykır alabildiğine.. Haykır sesin yettiğince...

Gülümse... Var olduğun için teşekkür et!..

Üşümüşsündür.. Kavuştur kollarını, sar kendini. Sıkıca, sımsıkıca..

Hayatı yaşa!.. Doyasıya...

>>> Ninem diyor ki...
El ağzıyla yol ağzı tutulmaz.

Halime Gürbüz
Başlık: Öğrenmenin sonu yok
Gönderen: Tuğra - 22 Eylül 2012, 16:14:52

Öğrenmenin sonu yok...

“Öğrenmenin de maliyeti vardır. Önceden öğrenenler indirimli fiyattan öğrenir; otoriteden öğrenenler özgürlük bedeliyle öğrenir; deneyerek öğrenenler etiket fiyatından öğrenir; hayattan öğrenenler gecikme zammıyla öğrenir; hayattan da öğrenemeyenler boşa gitmiş hayatlarıyla öğrenirler” demiş Arthur Miller.
 
Peki ya eşyalar?.. Eşya deyip geçmeyin, onlardan da çok şey öğrenebiliyor insan...
 
Ayakkabıdan öğrenilen; Üstündeki yük ne kadar ağırsa, o kadar çabuk ve çok yıpranırsın!
 
Anahtar’dan öğrenilen; Bir araç, bütün amaçlara hizmet etmez...

Pergel’den öğrenilen; Hayata sabit bir noktadan bakarsan, dön dolaş yine aynı sonuca varırsın.
 
Kalemtıraş’tan öğrenilen; Sivrildikçe bitersin!

Tahterevalli’den vura vura öğrenilen; Ne kadar yükseğe çıkarsan, yere o kadar sert çarparsın.
 
Gardıropta içine girilemeyen yarım düzine kıyafetten öğrenilen; o son dilim(ler)i yemeyecektin.
 
Bisiklet’ten öğrenilen; Bazıları, ancak birileri tepesine binince dengesini bulur.
 
Aynadan öğrenilen; Arkasında vâkıf olduğun bir sır yoksa ayna bile cam parçasıdır yalnızca.
 
Perde’den öğrenilen; Görmemek için üzerini örttüğün şeyler orada durmaya devam eder...
 
Tükenmez kalem’den öğrenilen; Bazı hatalar geri alınmaz. Hatta üzerini ne kadar karalarsan, o kadar göze batar.
 
Bilgisayar’dan öğrenilen; Kimi zaman uğraşıp durmak yerine, reset atıp sıfırdan başlamak daha iyidir.
 
Ekmek’ten öğrenilen; Yanarak katılaşırsın!..

Uzaktan kumanda’dan öğrenilen; Sürekli değişim can sıkıntını gidermeye yetmez. Bir şeyler anlamsız gelmeye başladığında kapatıp gidebilmelisin...
 
Sessiz bir oda’dan öğrenilen; Huzur için odanın değil, kafanın içinin sessiz olması gerekiyormuş.
 
Silgi’den öğrenilen; Hatalarını silmeye çalıştıkça azalıyorsun...

Madde’den öğrenilen; Yapaysan, plastik gibi, neredeyse sonsuza dek kalabilirsin bu sistemde. Doğalsan, tahta gibi, çürüyüp yok olmaya mecbursun bu kurulu düzende...
 
>>> Ninem diyor ki...

Topalla gezen aksama öğrenir...
 
Halime Gürbüz
Başlık: Karizma talanı...
Gönderen: Tuğra - 07 Nisan 2013, 14:18:13
Annelerin gözünde hiçbir zaman büyümüyoruz. Yaş kaç olursa olsun. Biz hep risk altındayız, onlarsa hep aşırı korumacılar!

Tembih üzerine tembih. Kapıyı "kim o?" demeden açma... terli terli su içme... çiğnemeden yutma... terliksiz yere basma... taşa oturma... Boyunca olduğunuzda da, boyunca çocuğunuz olduğunda da... Bu, bu ne yahu? Atlama düşersin, koşma yorulursun... "Olimpiyatlarda neden bu haldeyiz?" sorusunun cevabı işte bu!
 
Kabul, uçan kuştan sakınıyor, Balkanlar'dan gelen soğuk hava dalgasına, Ümraniye sapığına, kurda kuşa, ona buna şuna karşı evlatlarını korumak için çırpınıyorlar. Ama bazen kaş yapayım derken göz de çıkarıyorlar.

 Einstein'ın çocukken balkondan sarktığını, annesinin de "dur oğlum, başın gıçından ağır gelir düşersin!" tembihiyle sarsıldığını, sırf kavrayamadığı bu fizik karmaşasını çözmek için fizikçi olduğunu biliyor muydunuz? Yaa, yaa... Efendim, araştırmalar gösteriyor ki; bu nevi travmalara genellikle evladı uğurlayan anneler sebep oluyor. Başı çekenler ise otogarda tam kalkmak üzereyken otobüse binenler...
 
Aşağıdan el sallamayla yetinen baba gibi değildir anneler. İlla da son dakikayı beklerler ki gerginlik olsun, şoför sinirlensin, evlat da gerilsin... Oysa evlat herkesi öpmüş, hayır duasını almış, koltuğuna yaslanmış ve hatta belki de ortamda sivrilmeyi amaçlamıştır.

Anne biner, meraklı bakışları yarıp koridorda ilerler "aman çocuğum molada uyuyakalma, inince ara, kontörün yoktur al bu da para, heh ona göre... terli dolaşma, paranı ayrı ceplere koy geçen seferki gibi çaldırma, sütünü de iç, bak sorucam telefonda" vs...
 
İstatistiklere göre evlat yüzde doksan oranında "öf tamam anne ya!" diye tepki göstermekte, diğer yolcular illa bir dönüp bakmakta, tembihlenen delikanlıysa kızlar kikirdemektedir. Bünye, yer yarılsın da içine girsin, millete "menopozda biliyor musun, sert çıkmak istemedim" diye izah etsin, "Allahım ne olur baştan başlasın hayat, daha rahat toparlarım" duası kabul edilsin ister. Fakat hiçbir şey dağılan karizmayı tekrar eski güzel günlerine geri döndürmeyecektir!..
 
Tıpkı dün şahit olduğum gibi. Yurt dışına doktora yapmaya gidiyor evladın teki. Kazık kadar olmuş, saçları kısmen dökmüş ama olsun "işte Avrupa'nın konuştuğu Türk bilim adamı" olma hayallerinde...

Annesi pasaport kontrolüne doğru bağırıyor; "evladım dikkat et, yabancılarla konuşma!" Off, dağıldı bütün karizma! Heh heh...

Hiç kınamaya gelmez, başınıza gelmesi an meselesi. Benimki de sesleniyor; "Uçakta kemerin hep bağlı dursun emi yavrum, tuvalete falan kalkma!" 'Of, anneeğ? naapıyon yaaa?' hareketimi uzaktan 'itiraz' olarak anlayan kendisi son darbeyi indiriyor; "e, ben sana evden çıkarken yap dedim!"
 
Ni­nem diyor ki: Anasının bastığı civciv ölmez.

Halime Gürbüz
Başlık: Başbayan
Gönderen: Tuğra - 07 Nisan 2013, 14:26:20
Vekil sıra altlarında tığ ve yumaklar, rakip partinin kafasına örülen çoraplar, sinirden tansiyonu oynayanlar, kürsüde bağırırken ‘ağustos böceği’ misali çatlayanlar, sonu gelmeyen beyanatlar, “Kimse beni sevmiyor” diye meclisi fesh etmeye kalkanlar, muhalefeti cırmıklayanlar, yumruk yerine meclis semalarında uçuşan terlik, toka ve yolunmuş saçlar... İşte tamamı bayanlardan oluşan bir meclis olursa olacaklar...
 ***
- Meclis sil baştan dekore edilip, kürsüden çaprazlama sarkıtılan dantelle, radikal feminen ve bir o kadar da dantellektüel bir hava eserdi.

 - Meclisteki östorojen patlaması sebebiyle kanun görüşmelerine sık sık ara verilirdi.
 - Hükümet, Cumhurbaşkanının herhangi bir yasayı veto etmesine tepkisini “Sen beni sevmiyoosuun” diye ağlayarak gösterirdi.
 - Salt çoğunlukla belirlenen pembe dizi, Meclis TV’de kapalı devre yayın yapardı.
 - Yaz akşamlarının vazgeçilmezi; “Aneeeağğ” diye bağıran görünmez çocuklardan meclis bahçesinde bir dolu olurdu.
 - Partilerin meclisteki sandalye sayıları, vekillerin “Canım öööle istedi!” beyanatlarıyla an itibariyle değişirdi.
 - İndirim var diye gerekli gereksiz; tıkanmaz tip dalgıç pompa, protez tırnak, şablonsuz otomatik cam, yağmur suyu hattı vb. ithal edilerek hazine çökertilirdi.

 ***
- İktidardaki hanımlara sesleniyorum, uyuyor musunuz? Bakın ‘ay em ef’e, kız bu kredi notumuzu yine düşürmüş!
 - Kör yanından çıksın inşAllah! (pat, pat, pat.. sıralara vurulur!)
- Pardon sayın Gelinbaşı, bölüyorum ama rujunuz çok hoş; markası? Bir de sürenizi aştınız cicim.
 - İktidar ve muhalefet ortak bir duruş içinde olmalıdır. Osmanım’a da zam yaptım bu arada...
 - Sayın vekillerim Silsür Kozmetik sponsorluğunda oturumu açıyorum. Gündem:

Gülbelde Milletvekili’nin diğer vekilleri cimciklemek suretiyle dokunulmazlık yasasına muhalefetten yüce divana sevki. Fitnesstan sorumlu bakanın basen bölgesinden aldığı kiloların görüşülmesi.

Meclis araştırma komisyonunun, ana muhalefet partisinin hükümete büyü yaptırdığı iddialarına ilişkin raporunun incelenmesi. Temiz siyaset uyarınca vekillerin kolonyalı mendille silinmesine ilişkin kanunun yürürlüğe konulması...
 ***
Gazete manşetleri:

- Hava Muhalefet Partisi’nin enflasyonu düşüremediği yönündeki iddialarına Maliye Bakanı’ndan sert cevap: “Şuursuzca yapılmış bir muhalefet, Allah canımı alsa da kurtulsam!”
 
- Savaş kapıda! Hükümet çeşitli ülkelere sert birer protesto notası verdi. Gerekçenin açıklanmasını isteyen elçiliklere Dışişleri Sözcüsü’nün cevabı; “Daha neye sinirlendiğimi anlayamıyorsa, ona bir şey sööliyecek değilim” oldu.
 
- Erken seçim yolda! Hükümetin iç, dış, yan ve üst politikalarını eleştiren Gülgazoz; “Kek kalıbı dibi sıyırır gibi siyaset yapılıyor. Sıkışınca, ateşte yemeğim var deyip kaçıyorlar. Kozumuzu sandık başında paylaşacağız!” dedi.
 

>> Ninem diyor ki...
Kadınlar hem nâr, hem nurdur.

Halime Gürbüz
Başlık: "Kimseye söyleme!"
Gönderen: Tuğra - 29 Nisan 2013, 17:44:41
Şili'de yapılan bir araştırmaya göre kadınlar, kendilerine verilen bir sırrı en fazla 47 saat 15 dakika tutabiliyorlarmış. Yalan! Aleni yalan. O kadar uzun sürmez!
 - Tutamadın yine değil mi?
- Evet yine kaçırdım... : (

Ne zannediyordunuz milleti, işkencelere direnen ser verip sır vermeyen yiğit mi? Sır nedir? Kendimiz tutamayıp, tutması için başkasına verdiğimiz şey değil mi? Siz saklayamazken o da bir başkasına verdi diye kınayamazsınız ki...
 
Şimdi bir kere "Aramızda kalsın"la başlayan her cümle merak dalgası, her "hadi anlat"tan sonrası da şişkinlik yapar!.. Yine aramızda kalıyor ama ara açılıyor birazcık. Bir düğünde bir hamamda bir de meydanda söylenmesine ramak kalacak kadar...
 
Atalarımızın 'söyleme sırrını dostuna, o da söyler dostuna' diye dinlenmesi gereken süper bir sözü var. "... sonra saman doldururlar postuna" diye de devam eder ama oralara girmeyelim şimdilik...

Neyse... 'Üç merhaba, dört canım, beş cicim'den sonra insanları dost belleyip anlatırsanız, o da gider 'iyi niyetle' dostuna anlatır... Bir bakarsın ki; normalde yemek tarifi bile vermeyeceğiniz insanlar en mahrem meselelerinizi masaya yatırmış tartışıyorlar.
 
'Derdini anlatmaya derman bulamaz' düsturunu benimseyerek kaygısızca paylaştığınız sır, nihayetinde ikincinin içinde patlayacak, laf bohçalanıp üçüncüye iletilecektir. Çoook nadir kişiler emanet edilen sırları biriktirir. Şüpheci bir yaklaşımla derim ki; kim bilir belki de bu, sırf "Konuşursam yer yerinden oynar" diyebilmek içindir.
 
Sırrı saçacak kişi daha on metreden belli olur. Dikkat edin bakın, paylaşmayı dedikoduya dönüştüren hatunlarda SAS komandosu ciğeri gelişmiştir. Cümleleri o kadar aralıksız ve seridir ki, insanın "bi nefes al be kadın!" diyesi gelir. İlaveten bunlarda aşırı "dedi" tüketimi gözlenir... Girdikleri diyalogları anlatmak için sürekli ve gereksiz yere "dedi" kullanırlar.

Örnek; "ben dedi, evlenince dedi, kaynanamla oturmam dedi. Ayrı ev açtıracakmış. Düğün bi olsun dedi, bak gör dedi, neler olacak dedi..." Bakınız, altı adet kullanıldı ve inanılmaz bir 'dedi' israfı yapıldı... Hem ahlaki hem edebi açıdan kınıyoruz ve tekraren uyarıyoruz; iki kişinin bildiği sır değildir! Hatta kimi durumlarda üç kişinin bildiği 'suç duyurusu' olabilir... "Kimseye söyleme!" denmesi gereken ise bizzat 'kendimiz'dir.
 
Unutmayın ki; dedikodu yapmak için, illa panceresinden sarkacağınız bir ev, meraklı bir komşu yahut mahalle karısı tiplemesi gerekmemekte. Sır, bazıları için hayatta var olma, bazıları için yok olma sebebidir. Zira kendinize saklamadığınız sürece, sır yoktur...
 
>> Ninem diyor ki...
Laf ağızdan çıkınca, dillere destan olur...

Halime Gürbüz
Başlık: Bir Dost Gerek
Gönderen: Tuğra - 29 Nisan 2013, 17:47:05
Bir dost aranıyor
Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş,
Her şeyi istemiş,
Şimdi artık ne istediğini bilen...

Bir dost aranıyor
Her borca girmiş, her borcu ödemiş,
Sonra yeterince para edinmiş,
Ama paradan gözleri kamaşmamış...

Bir dost aranıyor
Veremeyeceklerinin farkına varmış,
Geçmişi geleceğinden fazlalaşmış,
Ama ancak şimdi yaşamaya başlamış...

Bir dost aranıyor
Kendini en kötüye hazırlamış.
Zamanın neleri iyileştirmeyeceğini öğrenmiş
Çok cenazeler kaldırmış...

Bir dost aranıyor
Gerçeklerle yüzleşebilen,
Yalan söylememe cesaretini edinmiş,
Hislerinden kaçmamayı öğrenmiş...

Kederi de neşe gibi karşılayan
Kendini artık ciddiye almayan,
Sükûnetle seven..
Ve dostu için elinden geleni yapabilen
Bir can dost aranıyor...

Ninem diyor ki; Yalnız taş duvar olmaz.

Halime Gürbüz
Başlık: Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
Gönderen: sadakatayfun - 02 Ekim 2018, 13:35:12
Elinize sağlık. Bu yazıları kim yazıyor?