Sadakat islami Forum

EĞİTİM, AİLE, KÜLTÜR-SANAT, SAĞLIK => HAYAT TECRÜBESİ => Konuyu başlatan: Tuğra - 01 Ekim 2010, 23:36:50

Başlık: Eksiklerine baka baka..
Gönderen: Tuğra - 01 Ekim 2010, 23:36:50
Sofradaki çorbayı görüp teşekkür etmek, alınan domatesi unutulan limondan önce görmek, iyi notu “kırık”tan önce fark etmek nasıl bir değişim getirebilir yaşamımıza?...

EKSİLERİNE BAKA BAKA EKSİLTTİĞİMİZYAŞAMLAR

Hep yapamadığımız soruları sordu annemiz. Netlerimiz değildi önemli olan, kaçırdıklarımızdı! Yapamadıklarımız, eksik bıraktıklarımız...

Sofraya oturduğunda babamız, olmayanı, eksik olanı görürdü nedense... Çorba olurdu, ekmek olurdu sofrada ama unutulan tuz hatırlanır ve eksikliği hatırlatılırdı evin hanımına...

Kapıdaki babamın elindeki filede, unutulmuş limonun olmadığını bir iki yoklamayla anlardı annem. Yine unutmuşsun, eksik bırakmışsın limonu derdi. Zavallı babam, terlemiş bir halde koyulurdu tekrar yola, aynen tuzu unutan annemin söylene söylene mutfağa gitmesi gibi...

Hep eksik olanı görmeye koşullanmışlığımız, insanları hep eksik olan yönleriyle yakalayıp eleştirmemizi doğuruyor çoğu zaman. Hep olmayanı gündeme alarak yaşama tutunmaya çalışıyoruz...

Oysa varlıkla uğraşmaktır asıl olan! Varlıkla uğraşırsanız, varlık çoğalır, bereketlenir. Yok olanla, eksik olanla uğraşırsanız, var olanı da göremezsiniz çoğu kere...

Aynen karnede “beş” olan Türkçenin görülmeyip “iki” olan matematiğin hep göze batması gibi.Bir ömür çalışıp bir kaç ay işsiz kaldığınızda beceriksiz ilan edilmeniz gibi...

İnsanları daha tanımadan onları eksi hanesine eklemek... Daha önceki önyargılarımızın şemsiyesi altında, yeni gördüğümüz insana güvenmeyi seçmeden önce, güvenmemeyi esas alarak ilişki kurmak, daha başlamadan birçok ilişkiyi de baltalar.

Sonra kendi yalnızlık dağlarımızda yalnız prensler/prensesler olarak yaşamaya mahkum ederiz kendimizi. Karşımıza çıkan insanın önce eksilerini gördüğümüz için eksiltiyoruz yaşamlarımızı.

O insandan öğrenebileceğimizi öğrenemiyoruz çoğu kere. Kendimizde olanı da karşımızdakine verme cesaretini kaybediyoruz sonrasında.

Sanıyoruz ki herkes bizim gibi. Herkes önce eksilerimizi görecek. Biz eksiler üzerinden gidiyoruz ya sanıyoruz ki bütün dünya, bütün insanlık da bizim gibi. İkinci kez örüyoruz duvarlarımızı...

Newton'a göre insanlar köprü kuracakları yerde, duvar ördükleri için yalnız kalırlar katılmamak mümkün mü? Hayatlarımız şahit oluyor bu sözün doğruluğuna...

Oysa aydınlıkla uğraşan aydınlığı karanlıkla uğraşan karanlığı çoğaltır yaşamında. Eksileri kriter yapan, artılara körleşir sonrasında.

Hayat sadece yapamadıklarımızı sürekli düşünerek yürümemizi istemez bizden. Çoğu kere yapabildiklerimize bakarak onlardan memnun olarak, onların verdiği enerjiyle yapamadıklarımızın üstesinden gelebilecek enerjiyi verir ve bu enerjiyle çoğalmamızı ister.

Oysa yapamadıklarımızı durmaksızın gözümüze sokmaya çalışanlar işte tam da bu noktada yanılırlar. Sanırlar ki eksilerimizi söylerlerse biz şımarmayız. Daha da hırslanırız. O zaman istedikleri olur. Oysa bu doğru değildir.

Eksiler eksiltirler; insanı, hayatı, umutları ve yaşamı... Bırakın eksi ve eksiler matematikte kalsın. Yaşamın içindeki bizler varlıkla ve şükürle uğraşalım, o zaman eksiler daha bir çabuk artıya dönüşecekler inanın.

Ne çok şey deniyoruz yaşamın içinde. Şimdi siz söyleyin bir defa da olsa yaşamda artıyla başlamayı deneyemez miyiz? İlk gördüğümüz, yeni tanıdığımız bir insanı eksiden değil de artıdan başlatmak...

Sofradaki çorbayı görüp teşekkür etmek, alınan domatesi unutulan limondan önce görmek, iyi notu “kırık”tan önce fark etmek nasıl bir değişim getirebilir yaşamımıza?... Denemeye değmez mi?

Samanyoluhaber -Sosyolog Nazlı Özburun
Başlık: Meşru Alanda Özgürlük
Gönderen: Tuğra - 01 Kasım 2010, 12:33:35
Meşru Alanda Özgürlük

İnsan yapısı gereği sınırlandırmalardan hoşlanmaz. Bu sınırlandırmalar kendisi gibi ölümlü bir varlık tarafından yapılıyorsa direnç geliştirir. Eğer sınırlama, sevgi adına yapılıyorsa ve tercih özgürlüğü elinden alınarak bir nevi psikolojik baskıyla yapılıyorsa durum daha da vahimleşir.

Eşlerin birbirlerini sınırlandırmalarının doğurduğu üzücü sonuçlardan birisi de yalanlardır. İş çıkışı arkadaşlarıyla buluşmak isteyen adam eşine “Toplantım var.” yalanını kolayca söyleyebilir. Bilardo oynamak isteyen bir başkası, iş yeri temizliği için geç kalacağını mazeret gösterebilir. Futbol oynamak için arkadaşına söz veren bir başkası, dernek toplantısına uğraması gerektiğini açıklamaya çalışabilir.

Ya da annesine uğramak isteyen genç kadın, eşi de annesinden haz etmiyorsa, bir zorunluluk uydurabilir. Alışverişe çıkmak isteyen, vitrinlere bakmak isteyen bir başkası, “İşim uzadı.” bahaneleriyle kendisine alan açmaya çalışıyor olabilir.

Amacım kadınlara ve erkeklere yalan uydurmalarını öğretmek ya da bu türden söylemlere karşı onları kuşkucu yapmak değil elbette. Bugün kendimiz için zorunluluklarımız dışında bir şey yapmak istediğimizde, yapmak istediğimiz şeyin bizim için ne kadar önemli olduğunu anlatabileceğimiz ve de anlaşılmayı umabileceğimiz ilişkiler yaşamıyoruz.

Hep bir suçluluk duygusu, hep bir kendini anlatma çabası, hep birilerinden bir şeyler çalıyormuşçasına kendimize zaman ayırma çabaları.Yalanlara sığınarak içimizdeki çocuğu tatmin etmeye çalışma…

Sınırlar aşılır ve işin sonunu kotaramayız korkularıyla, sevdiğimizi beyan ettiğimiz insanın hayatına “sevgimiz adına” sınırlar çekmek… Sınırlara uyulmadığında kavga çıkarmak, küsmek, tartışmak… Anlaşmayı başaramadığımız için, oturup konuşamadığımız için, korkularımızla yüzleşmek yerine, diğerinin yaşam alanını sınırlandırarak korkularımızdan kaçmaya çabalama...Kendimize dönmek yerine, diğerini değiştirerek rahatlamaya uğraşma..

Ayaküstü yalan yalan üstüne söyleniyor. Ailenin temel değişmezi olan güven, yerini güvensizliğe, paranoyaya bırakıyor. Diğerine kendine alan açmak türünden meşru istekleri adına yalan söyleyen insan, kendine karşı kızgınlık geliştiriyor bir süre sonra. Eşine karşı da sürekli bir sorgulanma korkusu.

“Hep beraber olmalıyız''. ''Biz evliyiz birbirimizin en iyi arkadaşı olmalıyız''. ''Biz birbirimizin zaman geçirdiği tek varlık olmalıyız.” gibi mitler beklenti eşiğini yükseltiyor. Diğer alanlara yer kalmıyor. O zaman da meşru alanlarda özgür bırakılmayan bireyler zamanla uzaklaşmaya, evlilikten ve ilişkiden soğumaya başlıyorlar.

İnsan, evi ve eşiyle ilgili sorumluluklarını yerine getirdikten sonra meşru alanlarda özgür bırakılırsa, ilişkilerdeki dinamizm ve alınan haz daha da artıyor. Aksi halde eşinin zamanının tamamını isteyen, hepsinden mahrum kalıyor. Belki yapışık ikizler gibi aynı evde kalmayı başarabiliyorlar ama sadece geçici bir süre için. Uzun süreye yayıldığında ise ruhsuz bir ilişkiye dönüştürüyorlar evliliklerini.

Bu durum elbette böyle bir talebi olan eşler için geçerli. Böyle bir talep yoksa, yani kişi için “ev-iş, iş-ev” gibi bir gerçeklik yeterliyse bunları konuşmaya gerek yok.Böyle bir talep sözkonusuysa geçerli bu söylediklerim.Eşim, işim ve kendime ayırdığım bir zaman da olsun üçgeninde yaşamak istenyenlere yönelik konuşuyorum.

Kendine zaman ayırma şekli ve süresi herkes için değişebilir. Bazıları iş çıkışı bir kitabevinde bir iki saat geçirmek isteyebilir. Bir başkası bir dernekte gönüllü çalışmak, bir diğeri annesinde oturmak ya da arkadaşlarıyla açık havada çay içmek, seminerleri takip etmek, film koleksiyonu yapmak, vitrin bakmak, yürüyüşe çıkmak, akraba ziyaretinde bulunmak… İnsan sayısınca yapılacak alternatif söz konusu. Bunu belirleyen etken, ihtiyaçlarımızın çeşitliliğidir.

Sorun bunları yapmak isteyişimizden çıkmıyor. Sorun, yapmak istediğimiz bu şeyleri eşimize anlatırken ya da anlatmayı denemeyip yalan söylerken çıkıyor. Sorun bunların varlığı değil; bu isteklerin, diğer isteklerin önüne konmasıyla ilgili. Hikmetsizce kendi isteklerimizin peşinden sürüklenişimizle ilgili. Sonra da faturayı önce karşımıza, sonra da kendimize kesiyoruz.

Evde yemeğe bekleyen eşi unutup bilardo salonunda çürüdüğümüzde kopuyor kıyamet. Evde kitap koyacak raf kalmadığında… Yemek bekleyen çocukları hazır gıdalarla geçiştirip, vitrin bakmaya doyamadığımızda yaşanıyor bütün sıkıntılar.

İşte “hayatımız” dediğimiz bu noktada herkese düşen bazı görevler var. Önce kabul edilmesi gereken şey meşru bir alanda sevdiğimiz insanı kendi seçimleriyle baş başa bırakmaktır.Ona nefes alabileceği, kendini kıstırılmış hissetmeyeceği bir meşru özgürlük alanı bırakmak kendimiz için istemenin de başlangıç noktasını oluşturacaktır.

Sonrasında bize düşen de “kendi özgürlük alanı” olarak belirlediğimiz alanda denge gözetmek. Sınırlara alerjimizi, sınırsızlığa dönüştürmemek... “Ben erkeğim, istediğimi yaparım!” masalına sığınmamak... “Ben de kadınım -çaktırmadan- gizli gizli yaparım.” diye kendimizi aldatmamak.

Günümüzü doğru bir yapılandırmayla, her şeye zaman kalacağına inananlardanım. Meşru alanlarımızda özgür kaldığımızda, insani gelişimimizi devam ettirebileceğimize inanıyorum. Diğerinin yaşamını kayıt altına alarak, tek başına eğlendiremediğimiz kendimizi, “Ninni söylesin.” diye diğerini başımızda bekletmeye çalışmakla ona yapışıp kalarak bir yere varılacağını sanmıyorum. En azından doğru bir yere…

Beraberce bir şeyler yapmak güzel ama diğerinin yaşam alanını işgal etmek güzel değil. işgalciler sevilmezler, işgalcilerden sadece korkulur.Diğerini işgal eden değil diğeriyle paylaşabilen olmanız dileklerimle...

Sosyolog Nazlı Özburun
Başlık: Ynt: Eksiklerine baka baka..
Gönderen: no_education - 01 Kasım 2010, 17:17:30
Gerçekten çok güzel yazılar.. Çok beğenerek okudum. Çıktısını alıp okul rehberlik panosuna da asacağım öğrencilerin okuması için..
Başlık: Evliliği bitirmenin yolları!
Gönderen: Tuğra - 03 Kasım 2010, 22:27:14

Bir zamanlar çocuğu kötü yetiştirmenin yolları isimli bir kitap okumuştum. Diğer kitapların tersine, iyi olanları değil; yaptığımız yanlışları anlatarak doğru olanı göstermeye çalışıyordu...

Biz bugün evlilik ve ilişkilerle uğraşırken, “Şunu yapmayın, bunu yapmayın!” diyerek, doğru olanı fark ettirmeye çalışıyoruz. Bu defa da kötü olanı göstermek üzerine neler söylenebilir diye düşündüğümde ortaya çıkanları paylaşıyorum sizinle…

Bir ilişkide en kötü olan, karşı tarafın sürekli eleştirilmesidir. Ne yapılsa yaranılmaz eleştirmen tarafa. Hep bir eksik vardır. Yaptığı beğenilmez, söylediği dinlenilmez. Kulp takılacak bir yan hep vardır ve kulp da zaten hazırda beklemektedir.

Sürekli eleştirilen eş, bir süre sonra kendine güvenini kaybeder. Değersiz olduğuna inanmaya başlar. Bu duygular içinde daha da fazla hata yapmaya ve karşı tarafın eleştiri oklarına hedef olmaya başlar. Bu evliliğe “Geçmiş olsun!” deme zamanıdır.

İkincisi, daha da tehlikelidir. İlişkide eşlerden birisi kendisini herdaim haklı bulur. Zeytinyağı gibi hep üstte kalandır. Yanlış yapmaz asla. Ortada bir yanlış varsa, bu onun yüzünden değildir. Her zaman kendine göre bir gerekçesi vardır.Kendisini savunmaya öyle bir kaptırır ki savunmasının tam bir saldırı olduğunu fark etmez.

Diğer taraf sessizliğe gömülür çoğu kez... Konuşamaz olur, dili tutulur. Dışarıda şen şakraktır, eve gelince dilsiz!... Nasıl olsa karşıdakinin savunmaları çok güçlüdür. Konuşsa da değişen bir şey olmayacaktır… Ve yine evliliğe “Geçmiş olsun!” deriz.

Üçüncüsü, ilişkide araya duvar örmedir. İletişim kesilir. Ses diğer tarafa gitmez olur. Araya giren onca şey, eşlerin birbirini anlamasını imkânsız kılar. Taraflardan birisi konuşmak istemez. Diğerinin de dinleme isteği yoktur zaten. Araya örülen görünmez duvarlar, ilgilerin de farklılaşmasıyla beraber, önce uzaklaşmayı, sonra da kopmayı doğurur. Duvar işe yaramış ve ilişki bitmiştir. Bu duvar Berlin duvarından daha acıklıdır!

Bazen taraflar önce duvar örerler, sonra da diğer tarafın duvarı aşıp gelmesini, “duvarın arkasında oturarak” gözyaşı dökerler. Diğer eşin, duvarı “Ferhat misali” delip geçeceğini umutsuzca beklerler. O sırada duvarın diğer tarafındaki eş çoktan uçup gitmiştir…Ceza olsun diye küsülmüş, aynı küskünlük diğer eşin kaçışının gerekçesi olmuştur...

Dördüncüsü, en zehirli olandır. Eşlerden birisi hor görmeye başlar diğerini. Kilosunu beğenmez, maaşını beğenmez, ailesini beğenmez, kaşının üstündeki gözünü beğenmez. Yaptığı yemeği, okuduğu kitabı, izlediği programı aşağılar…

Kendisi ve kendi seçimleri iyidir, güzeldir; eşinin seçimleri aşağıdır, kötüdür. Bu ilişkide hor görülen taraf, dişlerin sıksa da dikkatini başka şeylere verse de çoğunlukla önce yazar, sonra da acı bir intikam alır. Hor gören taraf, hak etmediğini düşündüğü hazin bir sonda, bir dizi hatırayla baş başa kalır…

İşte bütün bunlar, kötü bir ilişkinin altında yatan bazı temel faktörler. Eğer evliliğinizi bitirmek, yanınızdaki eşinizden kurtulmak istiyorsanız, hiç boşa zaman kaybetmeyin, bunları yapın sonuç garantilidir… Üç vakte kadar yalnız kalmanız kaçınılmazdır.

Hem bu söylediklerim yalnızca evlilikler için geçerli değil, bütün ilişkilerimiz için geçerlidir. Kimden kurtulmak istiyorsanız, bunlar sizi ondan kurtarır. Ama sonra kendinizden kendinizi nasıl kurtarırsınız, onu bilemem… Son söz olarak diyebilirim ki en iyi hayat, itham etmeden yaşanan hayattır!

samanyoluhaber - Nazlı Özburun
Başlık: Ynt: Eksiklerine baka baka..
Gönderen: Günbatımı - 05 Kasım 2010, 00:53:30
Gerçekten çok güzel yazılar.. Çok beğenerek okudum.
Başlık: Bağlı mısın, Bağımlı mı?
Gönderen: İsra - 09 Aralık 2010, 20:23:32
“Beni sakın bırakma, ben sensiz yaşayamam, sen olmazsan ölürüm, sensiz nefes bile alamam, sen olmazsan ben bir hiçim...” Bu sözler ilk bakışta insan kendisinin çok sevildiğini kendisinin çok önemli olduğunu hissettirse de sağlıklı bir birlikteliğin içinde olmaması gereken dışavurumlardır.

Bu türden sözler bağlılığın değil bağımlılığın göstergeleridir.
Bağlılık, bir kimseye ya da bir düşünceye sevgi ve saygı ile yakınlık duymak ve göstermek demektir. Bağımlılık ise, başka bir şeyin istemine, gücüne ya da yardımına bağlı olmak, özgür olmamaktır.

Bağlılık ve bağımlılığı birbirinden ayıran en belirgin çizgi, bireysel özgürlüğün varoluşu veya olmayışıdır. Neyin bağımlısıysanız onun kölesisinizdir aslında… Bağımlı olduğunun kölesisin!

Bu bir eşya, bir yaşam tarzı, bir nesne, bir madde ya da bir insan olabilir. Ama sonuç değişmez. Sen kölesindir; o da efendin!..

Önce bağlanırsın. Sonra sonsuza kadar onun yanında kalacağını zannedersin. O yanındayken, elinin altındayken kendini daha iyi hissedersin. Yanından ayrıldığında eksik kalırsın. Anlamını yitirdiğini düşünürsün. O yanındayken kendini daha fazla seversin. Yanında değilken, kendin kendine çekilmez gelir. Kendinle kalmayı unutturur sana bağımlı olduğun şey.

Eğer bağlı olduğun şey yanında veya elinin altında olmadığında kendini değersiz, çaresiz ve mutsuz yaşamı anlamsız hissediyorsan geçmiş olsun, artık sen bir bağımlısın!

Bağımlılığın yaşı yoktur. Kaç yaşında olursan ol, bağlandığın şeye bağımlı olma ihtimalin her zaman vardır.

Bağımlı ilişkilerde taraflar kendilerini -sürekli- birbirlerinin duygularını tatmin etmek zorunda hissederler. Bu çok yorucu bir duygudur. Sevdikleri insan bir başka şeye ilgi gösterdiğinde, bir başka şeyle meşgul olduğunda endişeye kapılırlar. Kendi başına kalamaz, kendilerini idare edemezler.

Bu nedenle bağımlılık geliştirdikleri kişi geldiğinde de kendisine bu duyguları yaşattığı insan için bu defa kızgınlık ve öfke duygularıyla dolarlar. Sürekli gelgitlerin olduğu bu duygularla bağımlı insanlar sürekli uğraşmak zorundadırlar.Bu çok yorucudur…

Olgun ve sağlıklı bir ilişki, ancak her iki tarafın gerçek bağımsız kişilikleri, birbirinden ayrı benlikleri olduğunu kabul etme temeli üzerine bina edilir. Gerçek sevgi, böyle ilişkilerde gelişir.İki taraf içinde tatminkar olur…

Bazen eşlerden birisi dışarıya çıkmak ister, diğeri evde kalıp kitap okumak… Şimdi ne yapılacaktır? Eşlerden birisi bağımlılık geliştirmişse, önce kendi istediğini yapmak zorunda bırakacaktır karşı tarafı. Bu mümkün olmadığında (istemeye istemeye) diğerini bırakamadığı, onsuz kendini “hiç” olarak hissettiği için onun istediğini yapacak ama mutlu olamayacaktır. İkisi de tatsız bir durumun içine düşeceklerdir sonrasında. Oysa zaman zaman ayrı ayrı faaliyetler yapmanın kimseye bir zararı yoktur.

Bireyselliğin ve birlikteliğin belli oranlarda ilişkiye yön vermesi en sağlıklı olandır. İnsan bazen ayrı olarak bazen de beraber olarak mutlu olabilir.

Yapışık ikizler gibi davranmak ilişkinin ömrünü kısaltır. Yaşamın getirdiğine paralel olarak, zaman zaman bireyselleşmek sevginin gücünü artırır. Bunun için de “bağlılıklarımız” ve “bağımlılıklarımız” üzerinde düşünerek, zaman kaybetmeden bağımlılıklarımızdan birer birer kurtulmayı denemeliyiz.Ne kadar bağımlılığımız varsa o kadar köleleştiğimizi unutmak lazım…

Annemizden bağımlılığı korumaya yönelik kalıplar öğrenmiş olabiliriz ama böyle gelmiş olmamız, böyle gideceğimiz anlamına gelmemeli.Hala doğduğumuz haliyle biyolojik göbek bağıyla bağlı olarak yaşamıyorsak görünmez olan psikolojik göbek bağlarından kurtulmanın da zamanı gelmiş olmalı. Zira çektiğimiz acıların büyük bir çoğunluğu bağımlılıklarımızdan kaynaklanıyor.

Fark etmek değişmektir. Niyet etmek yola düşmektir!

Nazlı Özburun
Başlık: Ynt: Bağlı mısın, Bağımlı mı?
Gönderen: cennet_nuru - 10 Aralık 2010, 12:27:09
Teşekkürler İsra...
Başlık: Başka Yerlerdeki Çimenler Daha Yeşil Değil
Gönderen: Tuğra - 12 Aralık 2010, 01:30:38
BAŞKA YERLERDEKİ ÇİMENLER, DAHA YEŞİL DEĞİLLER!

Ulaşamadığımızı, elde edemediğimizi gözümüzde büyütürüz. İnsan elinde olanın güzelliklerini (gözünü karşı tarafta olana diktiğinden) çoğu kez görmez.
Çocukken en sevdiğim şey patates kızartmasıydı. Annem kardeşlerimle kapışmayalım diye ayrı tabaklara ve eşit olarak koymaya özen gösterirdi... Yine de her zaman kapışırdık. Diğer tabakta olan -nedense- gözümüze daha güzel görünüyordu. Oradaki patatesler daha kızarmış ve daha çok geliyordu.

Değiş-tokuş ederken birbirimize giriyorduk sonunda...

Şimdi büyüdük… Fakat hala başka yerlerde olan çimenlerin daha yeşil olduğu zannıyla hareket ediyoruz...
Evimizin güzelliği elde edilinceye kadardı... Şimdi daha güzel olduğunu düşündüklerimizin rüyalarını görüyoruz.

Alıncaya kadar rüyalarımıza giren araba, şimdi her yola çıktığımızda üst modelleriyle kıyaslanarak alıyor kendine düşen payı...

Evlendiğimiz adam/kadın evlenene kadar güzeldi, şimdi dışarıdaki –başkasının olan- daha çekici, daha yakışıklı, daha alımlı görünüyor...

Bitirdiğimiz üniversite için alın teri dökmeye hevesli gençlere baktığımızda şaşırıp kalıyoruz. Çünkü biz artık o üniversiteyi de o bölümü de değerli bulmuyoruz...

Aylarca aradıktan her yere cv gönderip umutla cevap bekledikten ve sonunda kabul edilip çalışmaya başladıktan sonra, işimizin yeşilliği hemen soluveriyor...

Başkasının çocuğu daha zeki, daha başarılı, daha şişman, daha semiz görünüyor kendi çocuğumuza bakınca...

Küçük çocuklar hep başkasının elindeki oyuncağı, ellerindeki oyuncaktan daha kıymetli görürler ve isterler, almak için tepinirler, yere yatarlar, hâsılı ellerinden geleni yaparlar. bu arada ellerindeki oyuncağın hiç kıymeti yoktur.Az sonra istediklerine ulaştıklarında aynen diğerinin de kıymeti olmayacağı gibi.

Oynamayı bilmeyen, marifetin oyuncakta olduğunu zanneden çocuk bir türlü mutlu olmayacaktır sonunda.

Ne yazık ki hepimizin hali, tasvir etmeye çalıştığım gibi.Şımarık çocuklar gibiyiz. O nedenle bugünün insanı tatminsiz ve sıkıntılı...

Sahip olduğu ile ilgilenmeyen ilgilense de hakkının vererek ilgilenmeyen, hep daha başkasına, elde edince bir başkasına doğru koşturmaca içinde olan bir oyalanma içinde...

Çocuklar bizlerin birer aynası oldukları için yaptıklarından sorumlu değiller. Ama ya biz?.. Başka yerlerdeki çimenler için ayağımız altına aldığımız çimenlerin hakkını nasıl vereceğiz?

En yakınımızda ilgimize muhtaç sevdiklerimiz varken, en uzak dairedekilere -sırf egomuzu okşadığı için- zaman ayırıp ilgimizi israf edebiliyoruz.
Evimizde kahvaltı etmiyoruz, pastanedeki poğaçanın daha doyurucu olduğunu sanıyoruz. Huzur arıyoruz ama başka yerlerde...

Güzel bir ülkede yaşıyoruz ama beyin göçü her geçen gün artıyor. Batının daha tatminkar bir dünya sunduğunu sanıyoruz. Dört yanımız deniz ve mavi, ama bilmem ne adalarında tatil yapmanın bizi daha keyifli kılacağını sanıyoruz.

Boyu kısa olanlar uzun olmayı, uzun olanlar kısaltmayı; saçı düz olanlar perma yaptırmayı, kıvırcık olanlar düzleştirmeyi; zayıflar kilo almayı, şişmanlar kilo vermeyi ve herkes bir şekilde diğer tarafta olanın daha iyi olduğuna inanmayı kabul ederek bir illüzyonun peşinden koşuyorlar…

Kötü olan da tam olarak bu! Varlığa değil, yokluğa odaklanmak ve şımarıkça istemek. Verilenle değil verilmemiş olanla memnuniyetsizliğe giden yola sapmak.

Keyifli yaşama sürekli başka şeylere sahip olmayı isteyerek, sahip olamadıklarımızın peşinden sürüklenerek ulaşılamayacağı insanlık için bugün artık çok net bir bilgidir.

Gerçek keyifli yaşam, hayattan tatmin olmakla ilgilidir. Tatmin olmak da daha farklı olanın peşinde koşmak, daha çok olana sahip olmaya çalışmakla değil; var olanda derinleşmeyle mümkündür.

Anlamlı yaşama niyeti taşıma ve hayatın getirdiği akışı fark etmek, tatmin duygusunu arttır. Bugün “daha mutlu insanları neyin mutlu ettiğine” baktığımızda daha iyi görünmediklerini, daha fazla kazanmadıklarını, daha iyi olaylarla karşılaşmadıklarını görüyoruz.

Peki, neden daha mutlu görünüyorlar öyleyse? Bunun artık bir cevabı var: başka yerlerdeki çimenlerin daha yeşil olduğu zannına dayanarak yaşamıyorlar.Varlığın tümüyle hayır olduğuna inandıkları için memnun ve mutlular...

Nazlı Özburun
Başlık: Ynt: Eksiklerine baka baka..
Gönderen: ahdevefa - 12 Aralık 2010, 03:11:37
Emeginize saglik Tugra; harika paylasimlardi. Allah (c.c.) razi olsun.
Başlık: Sade Hayat
Gönderen: Tuğra - 06 Ocak 2011, 02:42:10
SADE HAYAT

Bunlara Gerçekten İhtiyacımız Var mı?

Hayatlarımız insan yönünden tenhalaşırken, eşya yönünden ne kadar da kalabalıklaştı. Teknolojinin hayatımızı kolaylaştırma masalı gün geçtikçe inandırıcılığını yitiriyor. Her şey düne göre daha kolay ve daha kısa sürede yapılabiliyor ama bugün bizim insana ayıracak daha az zamanımız var.

İşlerin azalmasıyla ortaya çıkacak boş zaman, nedense buharlaşıp uçuyor ve bazı işlere ayırdığımız zaman azaldıkça başka işler daha da artıyor. Hâsılı çıkarıyoruz, topluyoruz, çarpıyoruz ama sonuç değişmiyor: elde var sıfır…

Geçen bir broşür geçti elime içinde bir bebeğiniz olursa nelere ihtiyaç duyabileceğinize dair bilgiler ve ürünler tanıtılıyor, fiyat aralıklarıyla gösteriliyordu. Gözlerime inanamadım!

Bir bebeğiniz olmasının, bu denli bir kalabalığı ihtiyaç olarak algılatmaya çalışan bir kapitalist sistemin, bu kadar yakınıma kadar gelip dayanacağını düşünememiş olacağım ki sayfaları çevirdim. İnanmıyordum bu kadar mı olurdu? Evet, bu kadardı…

Neler yoktu ki, biberonların her türlüsü, meyve suyu için olanı, süt için olanı, su için olanı, yedek olanı, ayıcıklı olanı…

Buhar makinesi, ateş ölçer, ana kucağı, alt açma minderi, yürüteç, araba koltuğu, emzirme yastığı, bebek battaniyesi, biberon maması, kaşık maması, mama sandalyesi ve daha neler neler… Benim hatırlayabildiklerim bunlar.

Tabi bunun bir de yazı ve kışı var; pudrası, kremi, güneş kremi, şampuanı, sabunu bebe yağı…

Hatta emekleme dizliği, uyurken telsiz, yürürken oyun bahçesi falan derken tam bir sektör olmuş.Buraya gelin sizin en değerliniz bizim en değerlimizdir ve değeri de aldıklarınızladır mesajı içinde yutturulmaya çalışılıyordu.

Şaşırdım, kaldım! Bebeğin boyutlarını düşündüm: en fazla elli santim boyunda, üç-dört kilo ağırlığında… Minicik bir bebeğin daha dünyaya gelirken kapitalist sitemin içine dâhil edilmesi içler acısı.

Gerçek ihtiyaçlarla, gerçek olmayan ama ihtiyaç gibi gösterilenler karıştırılınca ortaya trajedik durumlar da çıkıyor. Gerçekten önemli olanla, önemli olmayan yer değiştiriyor. Bir grup, bebeği bencil ve narsist olarak her şeyi kullanmayı kendisinde hak olarak görmeleri empoze edilirken; diğer grupta kalanlar da bir kompleksin içine sürükleniyorlar.

Kaç eşin bu ürünlerden birisi için tartışmadıklarını söyleyebiliriz ki. Alabilenin yükünü arttırdığı, alamayanın ise kendisini ezik hissettiği bir sistemde, birisi de çıkıp “Durun gerçekten bunlara ihtiyacımız var mı?” diye sormuyor.

Sürü nereden giderse oradan gitmek, sorgulamadan bir şeyleri daima arzu eder durumda olmak, ağır bedeller ödetiyor sonunda.

Bir bebek için her şeyi önce sahteleştirin, sonra da doğal olduğunu iddia ettiğiniz yoğurtları, mamaları pazarlayın. İnsanlarda bunu yutsunlar!

Anne sütünü gereksiz görün; annenin kucağına bebeğini almasını (onu şımartma riskine karşı) önermeyin, yerine çeşit çeşit ana kucakları icat edin.

Bir bebeğin kendisinin on katı fazlalığında eşyalarıyla baş edebilmek bile, başlı başına bir iş. Bebeğin malzemelerini almakla, onları yerleştirmekle, korumakla, yeri geldiğinde seçerek kullanmakla harcanan zaman çok daha verimli kullanılabilir oysa.

Neyin gerçek ihtiyaç, neyin uydurulmuş ihtiyaç olduğunu ayırt edemezsek zamanımız gittikçe bereketsizleşecek. Zihnimiz ve kalbimiz, artan eşyalar arasında o denli yoruluyor ki kendimize dönmeye vaktimiz kalmıyor.

Bir bebek üzerinden yürüttüğüm bu sorgulama hayatımızdaki her şey için geçerli aslında. Bizim durumlarımız daha iyi değil! İhtiyacımız olmayan o kadar çok şeyi hayatımıza sokuyoruz ki onlarla uğraşmak ve onların hizmetlisi olmakla bir ömrü bitirip tüketiyoruz.

Bizler de bebek olduk, en fazla bir beşiğimiz, bir yalancı emziğimiz, beyaz patiskadan bezlerimiz oldu. Daha az şeyimiz vardı ama daha eksik yaşamadık!

Bu geçmişe özlem ve geçmişe geri dönme çağrısı değil elbette. Bu bir sadeleşme çağrısı yalnızca. Hayatlarımızı sadeleştirme çağrısı… En hassas olduğumuz konu üzerinden, bebeğimiz üzerinden… Onu bile dünyaya daha geldiği anda bu kadar eşyayla boğabiliyorsak, kendimize neler yaptığımızı görmemek için kör olmamız lazım. Kim bilir belki de körüz…

Kendimize ne yapıyoruz biz? İçimizdeki boşluğu sahte ihtiyaçlarımızla doldurmaya çalışarak kendimizi nelerle oyalıyoruz? Sonra da geçip zamanımızın olmadığından dem vuruyoruz.

Evlerimiz, dolaplarımız, mutfaklarımız, garajlarımız tıka basa dolu… Aldığımız onca şeye rağmen hayatlarımızda insan sıcağı ne yazık ki yok. İnsan sıcağı ne yazık ki satılan bir şey değil emek verilen bir şey. Satılsa eminim onu da depolardık.

Yeniden sade olanın dünyasına dönmek için, kalbimizdeki boşluğu maddenin karanlığıyla doldurmamak için, gerçek ihtiyaç olanla, ihtiyaçmış gibi dayatılmış olanı ayırt edebilmek için yeniden silkinmenin zamanıdır…

Nazlı Özburun
Başlık: Beni Olduğum Gibi Kabul Et!
Gönderen: Tuğra - 21 Ocak 2011, 01:27:17
Bütün insanların her daim arzuladıkları temel ihtiyaç bu olsa gerek. Küçük-büyük herkes iradesiyle seçtiği ve davranışlarında gerçekleştirdiği şeyin diğer insanlar tarafından onaylanmasını ve kabul görmesini istiyor.

Takdir edilme ihtiyacımız, koşulsuz şartız sevilme ihtiyacımız, ilgi görme isteğimiz… İlk başta akla gelenler.

Bu duygularımız; bebek, çocuk, genç, ihtiyar fark etmeden hepimizde var. Üstelik şiddetli bir şekilde var. Hatta birçok psikolojik sorun da bu ihtiyaçların tam olarak karşılanmamasından doğuyor çoğunlukla.

Tedavisi de genellikle bu ihtiyaçların giderilmesiyle sağlanıyor. İşte tam da bu noktada eğer bu ihtiyaçların giderilme adresi olarak yanlış yerler işaretleniyorsa ve duygular buralarda tatmin edilmeye çalışılıyorsa, ne yazık ki acı katlanarak artıyor.

Şöyle bir bakalım etrafımıza… İnsanlar her halleriyle ve tutumlarıyla, bütün kusur ve hatalarıyla kabul görmek istiyorlar.

Nereden mi biliyorum, kendime baktığımda gördüğüm bu. Eğer inanmıyorsanız şöyle bir kendinize bakın bakalım, ne göreceksiniz?
Kimse bir başka insan tarafından hatası görülsün, yüzüne karşı söylensin istemiyor. Hatta böyle yapanlardan genelde kaçıyor insanlar.

İnsan kendi cinsinden bir insana hesap vermek istemiyor. Aslına bakarsak herkesin hesabı yaratıcısıyla. Kimsenin kimseye hesap sorma hakkı yok. İnsan kendi vereceği hesabın kaygısıyla davransa belki de bu kadar çok hesap sorma derdi de olmayacak.

Eğer sokakta bir dilencinin diğer bir dilenciden, el açıp yalvar yakar para istediğini görsek şaşar kalırız. Ne kadar trajikomik bir durumdur değil mi? Zaten hiçbir şeyi olmayan bu nedenle dilenen birinden, diğerinden istemesi, belli beklentiler içine girmesi ne kadar acı. Sonra da istediğini veremediği halde ona kızması. “Hani olsa, dükkân senin!” diyecek ama yok! Çünkü kendisi de bir dilenci aslında…

Aslında hayatımız işte tam da böyle geçiyor. Kendisine bile faydası olamayacak olanlardan, kendinde de zaten olmayanlardan öylesine büyük şeyler istiyoruz ki… Onlar da bu gerilime fazla dayanamayıp yanımızdan kaçabilmenin hesaplarını yapmaya başlıyorlar.

Örneğin, yaşını almış bir anne, evladından öyle bir ilgi, sevgi ve her hatasıyla kabul edilme bekliyor ki, evladı ne kadarını yaparsa yapsın, yine de onun sonsuz isteme kapasitesine karşılık gelemiyor. Gelemez de zaten. İlişkiler geriliyor ve belki de şefkate daha fazla ihtiyacı olan bir zamanda yapayalnız bırakılabiliyor.

Ya da bir eşin diğerinden kendisini her haliyle kabul etmesini istediğini düşünelim. Kendi eksikleri görülsün ve söylensin istemiyor. İyi ama kendisi karşısındaki eşinin kusursuz davranmasını; tam da onun istediği gibi, istediği kadar, istediği şekilde sevmesini bekleyerek; bunları bulamadığında da reddederek, eleştirerek, onaylamayarak; kişiye verebileceğinden fazla beklenti yükleyerek, nasıl bir “çifte çıkmaz” oluşturuyor kendisi için?

“Yaratılanı severim, yaratandan ötürü.” diyen Yunus Emre, kabul edebilmenin ne anlama geldiğini ne de güzel anlatıvermiş bize. Her haliyle yaratılmış olanı kabul edebilmek; değiştirmeye çalışmadan, bozmadan, bulandırmadan akabilmek ilahı mesajın içine…

Ben ve benim gibi olan bütün faniler yaratılmıştır. Dolayısıyla yaratılmış olan her ne ise, yaratıcıdan dolayı anlamlıdır. Kendisine bakan yönüyle aciz, zayıf ve kusurlu olabilir ama benim bakacağım yer, yaratıcısını gösterme nazarıdır.

Böyle düşünebilirsek ancak insanları ve dahi kendimizi olduğumuz gibi kabul edebiliriz. Kusur ve eksiklerimizle...

Böyle görebilirsem eğer, diğerlerini değiştirmeye çalışmam. Bilirim ki yaratılmış olanda bir anlam mutlaka vardır ve Rabbimin benden istediği şey, yarattığını olduğu gibi kabul edebilmemdir.

O’nun takdir ve tercihini görerek, teslim olabilmemdir. Böyle yazarken kolay görünüyor ama hayatın içinde en çok takıldığımız yerler tam da buraları.

O zaman eşimi de anne ve babamı da evladımı da eğip bükmeye çalışmadan bütün kusurlarıyla kabul edebilirim. Çünkü benim Rabbim, beni hiçbir koşula bağlı olmadan kabul ediyor. Rızkımı veriyor, beni seviyor, koruyor, hikmeti ve hidayeti hediye ediyor. Bendeki kusurlara değil, bendeki potansiyele bakıyor. Benden asla umudunu kesmiyor.

İşte o zaman insanlardan özgürleşiyorum. “Beni kabul etsinler!” diye binlerce takla atmam gerekmiyor. İnsanların bana veremeyeceklerine gözümü dikmiyorum. Rabbimin bana verdiklerine bakıyorum.

İnsanların benimle kurdukları ilişkide kusurlarına odaklanmak yerine, onları suçlamak yerine, onlarda görünen güzellikle bakarak memnun oluyorum. “Neden bu da yok, neden böyle de yapmıyor!” demek yerine kabul ederek baktığımda, aydınlıkla karşılaşıyorum, aydınlanıyorum ve aydınlatıyorum. O zaman ışığıma diğerleri de katılmak istiyorlar.

İlişkilerimdeki kabul edemeyişten kaynaklanan elem gidiyor ve yerine lezzet geliyor. Şimdi ve burada, bu insanda, bu haller tecelli ediyor diye bakıp, memnun olmak nerede?

“Neden şöyle değil? Neden şu esma tecelli etmiyor” diye uğraşmak nerede? Birinde dünyam daralıyor ve ben boğuluyorum. Diğerinde dünyam, esma kadar genişliyor ve ben kabul noktasından ve kabul edilebilmenin himmetiyle dünyalar kadar genişliyorum…

Asıl kabul edeni bulduktan gayrı beni kabul etsin diye insanların egolarını memnun etmeye çalışmıyorum. Yunus’un dediği gibi diyerek bitirelim ve duasına yönelelim: “Ballar balını bulduktan sonra, kovanım yağmalanmış ne çıkar?”

Nazlı Özburun
Başlık: Eğilmeyi Reddedip Kırılmayı Seçenler
Gönderen: Tuğra - 22 Ocak 2011, 13:41:23
EĞİLMEYİ REDDEDİP KIRILMAYI SEÇENLER...

Bir gün yağmuru seyrediyordum. Bir yaz yağmuruydu ve aniden hızlı bir şekilde başladı. Bahçedeki bütün bitkilerin yana doğru eğildiklerini fark ettim. Önce yağmurdan kırıldıkların zannettim. Fakat kırılmamış, eğilmişlerdi. Yağmur bittiğinde yeniden doğruldular, daha diri ve güzel görünüyorlardı. Yağmur onları hem yıkamış hem de beslemişti.

Kırılacakları yağmurdan “eğilerek kurtulmayı” başarmışlardı. Aynen bunun gibi, hayat olayları içinde egolarımızı dik tutacağız diye direnmesek, gerektiğinde eğilsek, o zaman olayların getirdiği mesajları okuyarak daha anlamlı ilişkiler kurabileceğiz.

İnsanın insanla geçinmesi kırmadan kırılmadan beraberce yürüyebilmesi her zaman kolay olmaz. Hele bugünün insanı gururundan “burnu düşse almayacak” kadar müstağni bir duruş içinde.

Evlilikler de, ilişkiler de çoğu kere bu gurur yüzünden yara alıyor, bir daha da toparlanamıyor. İnsanlar, karşısındakileri anlamak için birazcık eğilmeyi göze alamıyorlar belki, ama sonrasında kırılmayı ve dağılmayı kendilerine reva görüyorlar.

İnsan olarak hiçbirimiz, bir diğerimize benzemiyoruz. Her insan biricik. Sevdiği şeyler farklı, sevmedikleri farklı...

Aynı salonda oturup aynı televizyonu izlerken, birinin istediği dizi, diğerinin haber bülteni ise hangisi eğilecek?

Pazar gününü birisi evde dinlenerek, diğeri market alışverişi için dışarı çıkarak geçirmek istiyorsa, ne olacak?

Çocuk büyütme konusunda birisi özgür bırakmayı, diğeri geleneksel yöntemleri uygulamayı istiyorsa, kimin isteği üzerine çocuk yetiştirilecek?

Kimse eğilmek istemiyor. Güçlü olanın kazandığı, kazanana kadar da diğerini acıttığı bir ilişkiler ağında boşanma oranlarının her geçen gün tırmandığını biliyoruz. Kırık kalplerin arttığına şahit oluyoruz. Kinlerin ve öfkelerin büyümesini seyrediyoruz.

Birbirine dayanmayan ve boşanmanın kendilerini hafifleteceğini umanlar, çok geçmeden hayatın zorlukları karşısında her geçen gün ağırlaşan yüklerin altına girmiyorlar mı?

Zor bir problemin çözüm yolunu bulmak yerine dediğim dedik diye direnmek sonrasında dağılmayı getiriyor.

Yemeği dört dörtlük olmadığı için, beyaz gömleği istediği kadar beyaz olmadığı, kuru fasulye-pilav annesinin pişirdiği gibi olmadığı için eşini hayatından bezdirenler… Sonrasında ucuz lokantalarda çorba içerken bulmuyorlar mı kendilerini? Gri gömleklerle “Bir-iki gün daha nasıl idare ederiz”in hesaplarını yapmayacaklar mı?

Romantizmden nasibi olmadığı için oduna benzeterek her gün değersizlik duygusu yükledikleri eşleri hayatlarından çıktığında, hayatın ağırlığı karşısında dramatik filmlere gözyaşı döker olmayacaklar mı?

Evlilik kadar, boşanmak da gerektiğinde ve kaçınılmaz olduğunda yapılacak en doğru şeydir. Ama burada söylemeye çalıştığım, kendi egolarımızdan kaynaklanan sorunlara çözüm bulmak yerine, karşımızdakini suçlayarak evliliği bitirmenin ne denli yanlış olduğu.

Gururumuzdan dolayı eğilmeyi seçmeyip uzlaşmadan kaçarak, sonrasında hayat karşısında kırılmanın hedefi olmak... Hem de kolektif bir kırılmanın… Çünkü görünürde iki kişi boşansa da arka planda bir sistem boydan boya ayrılır. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktır.

Hayat bazen eğilmeyi getiriyorsa, önümüze yapılacak en doğru davranış o an için eğilmektir. Diğerinin istediği meşru bir şeye evet demek, bize de çok şey öğreten bir duruma dönüşebilir çoğunlukla. Neden kendimizi böyle bir fırsattan da mahrum edelim ki?
 
Orta yolu bulmak, sanıldığı kadar zor değildir aslında.Bazen geri çekilmek gerekli ise geri çekilmek cesaretin ta kendisidir. Yeter ki samimiyetle iki kişilik bir mutluluğa yüreklerimizi açalım.

Zaman zaman gururumuza inat kırılmadık biraz eğildik diyebilenlerden olabilmek dileğiyle…

Nazlı Özburun
Başlık: Kaybetmeyi Göze Almayan Kazanamaz!
Gönderen: Tuğra - 11 Şubat 2011, 00:50:41
Elindeki tohumları toprağa bırakmayı ve onların çürümesini göze almadığın sürece, o tohumların büyüdüğünü de göremeyeceksin. Bir süreliğine elindekinden ayrılmayı göze alabilirsen daha fazlasını kazanmak için bir fırsat yakalamış da olacaksın. Ama hayır elimde olan garantidir. Garanti olmayanın peşinden gitmeye cesaretim yok diyorsan, onu bilemem.

Çocuklarımızın başına birşey gelmesin, onları koruyalım derken bizatihi çürümelerine neden oluyoruz. Dünyayı tehlikeli bir yer olarak tanımladığımızda ve çocukları korumak adına onların bütün işlerini biz yaptığımızda onların büyümelerine olgunlaşmalarına izin vermiyoruz. Geçici olarak çocuklarımızdan ayrılamadığımızda onlarıhayattın içine katamadığımızda denemeden kaybetmiş oluyoruz.

Oysa denememek baştan kaybetmektir. Denerseniz kaybetme olasılığınız yüzde ellidir. Denemediğinizdeyse zaten baştan kaybetmiş olursunuz.Bu şu demek değil elbette. Hikmetsizce herşeyi deneyip sonra ya tutarsa diye bekleyelim. Metaforumuzda tohumlarımızı attığımız yer toprak . Çimentonun içine atıp da beklemiyoruz. Tohumlarımızı toprağa vererek kaybetme riskini, kazanmaya tercih ediyoruz. Yanlış anlaşılmasın!


Bazen farklı yollar denemek insana risk almak gibi gelebilir. Hafta sonları piknik için ormana gitmeye niyet ettiğimizde ne zaman farklı bir yol denesek yolumuzu kaybetme riskini göze alarak, geriye dönme yorgunluğuna katlanarak o zaman ormanda yepyeni bir gizli köşe keşfetmişizdir. Denemeseydik göremeyeceğimiz pek çok güzelliği ufak bir risk alarak görme şansını yakalamışızdır.

Bazı şeyler denemeden asla bilinmez. Ama herşeyi de deneyerek öğreneceğim diyenin hayatta canının çok yanması olasıdır. Bu nedenle dengeli bir tutum içinde davranmak bizi daha keyifli bir hayatın içine taşıyacaktır.

Evlilik ilİşkilerinde de durum böyledir. Eşini kaybetmemek için sıkı sıkıya yapışan insanlar gendelde sevdiklerini kaybederler. Bazen ilişkiler çıkmaza girdiğinde gitmek isteyen ısrarla gitmek istediğini dilendirdiğinde karşı taraf yalvarıp yakarmaya onsuz asla yaşayamayacağını söylemeye başladığında ilşkide taraflar da çok fazla örselenir.

Sözünüzü samimiyetle söyleyin sevginizi bütün netliğiyle ifade edin sonra bekleyin. Tohumlarınızı atın ve bekleyin…Ya yeşerecekler yada…Bırakın gitmek isteyeni ,istediği yere gitsin. Kaybetmeyi göze alın. Eğer gitmekten vazgeçerse gerçekten kalacaktır. Siz göndermediğiniz için yanınızda kalmışsa ne yazık ki siz kaybeden olmuşsunuzdur.

Söyleyin kalmasını istediğinizi ama tercih hakkını elinden almayın. Bırakın kendisi seçsin kalmayı yada gitmeyi. Siz kararlı olduğunuzda, gitmeyi seçmesinin riskini aldığınızda kazanacaksınız sonunda. Yok eğer yine de gitmeyi seçerse, emin olun zaten ruhu çoktan gitmiş olduğu için gitmiştir çoğu kere. Yada hiç yanınızda olmamıştır belkide…

Alışkanlıklarımızdan vazgeçemiyoruz. Alışkanlıklarımızı kaybetmeyi göze alamıyoruz. alışkanlığımızı bırakmak kendimizden veya bir parçamızdan vazgeçmek gibi geliyor. Oysa yenilenmek için bazı alışkanlıklarımızı kaybetmeyi göze almalıyız. Yeni bir alışkanlığa geçmek için eski olanı bırakabildiğimizde yeni bir hayat formunada geçmiş oluyoruz. Sabahları erkenden uyanmak için, onbirlere kadar yatma alışkanlığından vazgeçmek güneşin doğuşuyla tanıştırıyor mesela bizi…

İlişkilerimizde de çoğu zaman alışkanlıklarımız çatışıyor aslında. Birimizin sevdiğini diğeri sevme diye diretiyor. Oysa alışkanlıklarımızın bildik sahilini terketmedikçe,kötü bir alışkanlığı kaybetmeyi göze almadıkça yeni bir keşfin güzelliğini de yakalayamamış oluyoruz. Kendi iddiamızdan vazdeçip denemeyi göze aldığımızdaysa yeni bir anlam kazanıyoruz. Ya kıyıda bir kaşık suda çırpınıp öleceğiz yada denize doğru açılma cesareti taşıyarak dengeli duruştan asla vazgeçmeden denizi keşfedeceğiz seçim sizin…

Nazlı Özburun
Başlık: Aydınlık İstiyorum Diyorsan Eğer
Gönderen: Tuğra - 13 Mart 2011, 01:46:08
AYDINLIK İSTİYORUM DİYORSAN EĞER...

Adamın birisi, bir gün bir kuyuya düşer. Kapkaranlık kuyuda ne yapacağını şaşıran adam, yardım istemek için var gücüyle bağırmaya başlar. Oralardan geçen ve sesi duyan bir başkası kuyuya yaklaşır ve adama yardım edebileceğini söyler. Bir ip bulur, aşağıya sarkıtır ve adamdan ipe sımsıkı sarılmasını ister. Kuyudaki karanlıktan rahatsız olan adam, yardım için gelen kişiye kızarak bağırır: “Ben ip istemiyorum. Aydınlık istiyorum!”

Yukarıdaki adam ipe sımsıkı sarılırsa aydınlığa çıkacağını söylemesine rağmen, daha önce kuyuya düşmediği için iple çıkılabileceğini bilmeyen kuyudaki adam, zihnine iple çıkabileceği fikrini bir türlü kabul ettiremez.

Israrla aydınlık istediğini söyler durur… Yukarıdaki adam da ısrarla ipe sarılması gerektiğini… Kuyudaki adam en sonunda vazgeçer ve kuyunun içinden kendi çabasıyla tünel kazmaya ve bir şekilde kendi gücüyle aydınlığa ulaşmaya karar verir. Sizce başarabilmiş midir? Sanmam…

Adam hala aydınlığı yanlış yerde aramaya devam ediyor… Nereden mi biliyorum? Hepimizin hayatından… Yaşadığımız sıkıntıları, boğulan ruhumuzu, sahte ışıklarla aydınlatmaya çalışmamızdan...

Hepimiz mutlu olmak istiyoruz ama mutluluğu kendi bildiğimiz yollardan bulmaya çalışıyoruz. Her seferinde gittiğimiz yoldan bulunamayacağını bize fısıldayanlara, “Hayır, hayır, ben onu değil, mutluluğu istiyorum!” diye diretiyoruz.

Mesela sabah güneş doğmadan önce uyanmanın, insan için çok iyi olduğunu bilmemize rağmen biz hala her fırsat bulduğumuzda geç vakitlere kadar uyuyorsak, aynı kuyudaki adam gibi davranmış olmuyor muyuz? Üstümüze güneş doğduktan sonra uyandığımızda şişmiş bir beyinle ve elektrik yüklü olarak güne başlamıyor muyuz?

Her şey gözümüze bir bir batıyor sonrasında. Her şeyin üstümüze üstümüze geldiğini hissediyoruz. Ama seçimlerimizi değiştiriyor muyuz? Dönüp doğru yola bakıyor muyuz? Yoksa uyanmak için üst üste çaylar kahveler mi deviriyoruz? Aynen ipe sarılmayıp tüneller kazmaya çalışan adam gibi… Ne dersiniz, bunlar size de tanıdık geliyor mu?

Sert olanın değil, yumuşak olanın daha etkili olduğunu bilmemize rağmen, aydınlık yaşamak adına yumuşak davranmayı tercih ediyor muyuz? Yoksa bunu bilmemize , kızgınlıkla davrandığımızda kalbimizin sıkışmasına rağmen, sonradan bin pişman olacağımız sözler sarf etmiyor muyuz? Yumuşak davranmakla mutlu olmak arasında ilişki kuruyor muyuz? Yoksa bize alakasız gibi mi geliyor? Oysa kutsal olan din de, hikmetli felsefeler de bunu önermiyor mu bize her daim?

Sahip olduğun varlığı paylaşmanın, varlığı arttırdığını hepimiz biliyoruz. Bir ağacı budarsanız seneye daha fazla gürleşmesi gibi, budamazsan meyvesinin azalması gibi... İnsanların dünyasında da sahip olunanın ihtiyacı olanla paylaşıldığında arttığını söyleyen evrensel bilgiye sımsıkı sarılıyor muyuz?

Yoksa aklımız bize “Biriktirirsen çoğalır. Hiç verince çoğalır mı?” diyerek tersini mi söylüyor? Biz mutluluğu ve aydınlığı nerede görüyoruz? Biriktirmekte mi, paylaşmakta mı?

Çoğu zaman gerçek, bizim tahmin ettiğimiz şeyin dışındadır. Zanlarımızla hareket ederek bağlantı kuramadığımız her noktada fıtratın doğrularına teslim olmak durumundayız. Bize yardım etmek isteyen bir sahibimiz olduğunu unutmadan… Aklımız, kalbimiz ve evrensel doğrular karşılaştığında doğru tercihin “O’nun bize söylediğini kabul etmek” olduğunu unutmadan…

Bize her zaman uzatılan bir ip var. Dünya kuyusunda karanlıkta yalnız bırakılmış değiliz. Sadece ipe tutunmak gibi küçük bir kısmı bizim irademize bırakılmış. Ama biz çoğu zaman onu da yapmayıp tüneller kazmaya başka başka mutluluk reçeteleri icat etmeye çalışıyoruz.Olmuyor tabii ki…

Hala kuyudaysak, bize uzatılmış ipleri göremediğimizden veya iplere ihtiyacımız yokmuş gibi davranıp, kendimize yalan söylediğimizdendir! Etrafınıza şöyle bir bakın… Sizi kuyudan çıkarmak için uzatılmış ne çok ip göreceksiniz…

Aydınlık istiyorsanız eğer, samimiyetle ipe sarılma zamanıdır.Yok böyle iyiyim. Kendi tünelimi kendim kazarım, aydınlığımı da kendim bulurum diyorsanız ne diyelim seçim sizin…

Nazlı Özburun
Başlık: Ynt: Eksiklerine baka baka..
Gönderen: mazlum - 13 Mart 2011, 02:23:17
Tşk ler .Tugra Güzel ve anlamlı bir alıntı yapmışın .Nazlı Özburun'dan .

Miftahul kulub da okumuştum , diyorki orda bir kısa kıssada , bir adama kırk yıl hizmet etsen,
Hatta her'gün Corbasını Kaşıkla agzına versen , ve bir gün yanlışlıkla hatayla , bir kaşık corbayı üzerine döksen , senden kötüsü olmaz buyuruyor .Belki pek alaka görünmüyor gibi üsteki yazıyla ama , İnsanın yaşamında ne yaptıgını bilmesi çok önemli ! yoksa ne ipi göre bilir , nede işığı bulup gercek hizmeti bula bilir .

yukardaki olay bana bunu hatırlattı .
Başlık: Ynt: Eksiklerine baka baka..
Gönderen: Günbatımı - 13 Mart 2011, 20:27:12
Teşekkürler...
Başlık: Korkularımızla İhtiyaçlarımız Arasında
Gönderen: Tuğra - 21 Haziran 2011, 01:16:20

KORKULARIMIZLA İHTİYAÇLARIMIZ ARASINDA
 
İnsan davranışlarını korkuları ve ihtiyaçları belirler…Kaybetmekten korktuğu için, sahip olduklarına kuvvetle sarılır insan. Ve sarıldıklarını kaybetmeyi göze alamaz, çünkü onlara ölesiye ihtiyacı vardır.
 
İşte tam bu noktada hayatı nasıl algıladığımız en temel meselemiz oluverir birden bire.

Eğer bu dünyaya bir rastlantı eseri gelmişsem, hayatı bir rastlantı eseri bulmuşsam ve kendi kendimin sahibi, koruyucusu, ihtiyaçlarımın gidericisi olarak yine kendimi belliyorsam işim zorlaşır. Her bilinmeze karşı kaygı ve korku geliştirmek, her şey karşısında titremek ve daima alarm durumunda olmaktan başka bir seçeneğim kalmaz.
 
Sonsuz ihtiyaçlarım vardır. Karşısında azıcık gücüm... Dünyayı yutsa doymayacak bir isteme listem var ama gücüm sınırlı. Elimi uzattığımda ulaşabildiklerimle, gönlümün istedikleri bir türlü karşılanmaz!

Dünyaya ve içindeki insanlara kızmaya başlarız sonra, “İhtiyaçlarımızı gidermiyorlar, istediklerimiz yapmıyorlar!” diye. Sonra da kendimize kızarız. İhtiyaçlarımızın sonsuzluğunu, iktidarımızın sonluluğunu gördükçe…
 
Ne ihtiyaçlardan kurtulabiliriz ne de istemekten. Arada sürünür gideriz biteviye, eğer dünya algımız değişmezse.
 
Bir de şöyle düşünelim: diyelim ki dünyaya birisi tarafından gönderildiğimizi düşünüyoruz. Bir sahibimiz var. Ve ihtiyaçlarımız yine sonsuz, fakat ihtiyaçlarımızı karşılamak zorunda olan biz değiliz. Bizi dünyaya gönderen varlık, ihtiyaçlarımızı da vereceğini taahhüt etmiş. Bizden sadece istememizi istiyor. Çünkü aslında güzel olan şey, “ihtiyaç hissetmek” ve sonrasında istemektir.

İstemek bir insandan olursa tatsız hatta onur kırıcı bir şey olsa da her şeye gücü yeten bir varlığa yönelmek amacı için kullanıldığında, aynı ihtiyaç bir anda anlam kazanır ve bir bağlanma amacına hizmet eder.
 
Bir önceki hayat algısında sonsuz ihtiyaçlarını karşılamak için perişan olan insan , bu dünya algısında ihtiyaçları adedince bağlanma yolu bulan bir varlığa dönüşür.
 
Herkes bilir ki hiçbir şeye ihtiyacı olmayan insan sıkılır. Tatminsizdir. Dünya ona boş ve anlamsız gelir. Bu insan giderek tembelleşir ve mutsuzlaşır.
 
O nedenle ihtiyaçların varlığı değildir kötü olan. Asıl kötü olan ve bizi bunaltan ihtiyaçlarımızı “kendi kendimize karşılamak zorunda olduğumuza dair” saplantılarımız ve karşılayamadığımızda yaşadığımız korkudur.
 
Hayatı doğru okuyabilsek her duygumuz bizi hayatın anlamına yaklaştıracak. Oysa bizim bütün çabamız, kendimizi garanti altına almaya çalışmak üzerine kurulu. Böylece korkularımızdan kurtulabileceğimizi sanıyoruz. Biriktirdikçe daha az şeye ihtiyaç duyacağımızı ve daha az üzüleceğimizi düşünüyoruz. Oysa biriktirdikçe, biriktirdiklerimizi kaybetme korkusu yüreğimizi her gün daha fazla kaplamaya başlıyor.

Zira yol yanlışsa eğer ne kadar hızlı gidersek gidelim ne kadar çabalarsak çabalayalım bizi istediğimiz şeye yaklaştırmıyor. Bilakis hızlandıkça istediklerimizden daha da uzaklaşıyoruz.

Bu yolun sonu yok! Vakit varken yolcu olduğumuzu ve bütün yol ihtiyacımızı bizi bu yola çıkaranın karşılayacağına emniyet ederek yola revan olmaya niyet etmeliyiz. Tek çözüm dünyaya ve varlığa bakış açımızı yeniden ayarlamakta gizli.

Biz de yüzünü güneşe dönen bitkiler gibi olmalıyız değil mi? Bize hayat verene doğru yönelmeliyiz. Yoksa öbür taraf karanlık, rutubetli, zahmetli, hasta edici hatta yok edici!

Nazlı Özburun
Başlık: Söz gümüşse de sükut her zaman altın değildir
Gönderen: Tuğra - 26 Temmuz 2011, 02:09:30

Söz gümüşse de sükut her zaman altın değildir
 
Susmak her zaman iyidir diye düşünüyorsanız kıyasıya yanılıyorsunuz. Konuşmanız gereken yerde susmuşsanız eğer bedeniniz başka bir dilden konuşmaya başlayacaktır çünkü.

Diliniz susmuştur ama bütün hücrelerinizle konuşmaya devam edersiniz. Hem de ne konuşma. Mimikler, jestler, gözler, sürekli konuşur.
Bugün bir çok psikolojik hastalığın altında söyleyemeyip içimize attığımız duygularımız var. Söylemekten korktuğumuz .

Eğer söylersek yanlış anlaşılacağını düşündüğümüz için bir başka bahara sakladığımız kelimeler birike birike boğazımızda bir düğüme dönüşür zamanla.
Konuşmak istemediğimiz için değil, nasıl konuşacağımızı bilemediğimiz, konuşursak gelecek tepkiden korktuğumuz için susarız.

Hayat nerede susup nerede konuşacağını iyi öğrenenlere tüm güzelliklerini verirken biz bir köşede kaderin bizi unuttuğunu kurarız. Oysa unutan kader değildir. Bizim yanlış kararlarımızdır.

Susmayı ahlaklılık, konuşmayı da edepsizlik olarak algılamış olmamızdır. Kendimize yaptığımızı, bütün insanlar birleşse bize yapamayacakları bir noktaya getiririz kendimizi.

Oysa yeri geldiğinde konuşmamak kadar yersiz susmaklarımız da aynı noktaya getirir. Hakikatin söylenmesi zamanında geri çekilmek, karşımızdakinin kendisini haksız yere haklı sanmasına zemin hazırlar.

Her yerde konuşmak her şeyi sırf dobra dobra konuşuyorum yanılgısı altında ortalara dökmek de bir başka sıkıntılı durumu oluşturur. Haklı haksız herkese dersini vermek mantığı altında konuşmak hangi durumda olursa olsun kendi haklılığımıza inanmak da bir başka kör noktadır.

İleri gideni kırmaktan, geride kalanı iğnelemekten oluşan söylemlere ise konuşmak diyemiyoruz zaten.

Söylemeye çalıştığım şey insanın bir konuda sözü varken susmaya çalışması. Şimdi susuyorsak ne zaman konuşacağız. Sırf yanlış yerde yanlış konuşmalar yüzünden dilimiz yandı diye bütün bir ömrü sükutla geçirmek için çaba sarfetmek israf olmaz mı?

Aslolan odur ki yerli yerinde konuşmak esastır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak demişler eskiler… Hiç yememek, hiç konuşmamak, hiç uyumamak değil…

Konuştuğumuzda canımızın yanıyor oluşu, konuştuğumuz için değil, doğru konuşmayı bilemediğimiz içindir belki de. Bunun çözümü ise susmak kendini susmaya zorlamak değildir. Nasıl konuşulacağını öğrenmektir çoğu kere.

Bu da zor bir şey değil aslında. Sadece hayvanlara dünyaya gelirken iç güdüler verilmemiş biz insanlara da vicdan denilen çok daha kapsamlı bir yetenek, ego denilen bir ölçü birimi ve pek çok başka yetenek verilmiş. Düşünün birazcık, size nasıl konuşulsun istiyorsanız, öyle konuşmayı deneyin. Bakın o zaman zor dedikleriniz nasıl da kolaylaşacak!

Arkanızdan atlılar geliyor gibi değil, anlasınlar diye de değil, sadece insanca, yumuşacık ve yavaş yavaş konuşun, yetecek . Özenle konuşun, öfkeyle değil. Ama illa ki konuşun illa ki konuşun… Karşınızdakinin sizdeki hakkıdır çünkü konuşmak. Susarsanız yol haritalarını alırsınız karşıdaki kişinin elinden. Sonra da yolu şaşırdığında yazık edersiniz sevdiğinize….

Nazlı Özburun
Başlık: Bir Kadın Bir Erkek İki Ayna
Gönderen: Tuğra - 04 Ağustos 2011, 14:12:10
BİR KADIN, BİR ERKEK: İKİ AYNA
 
Kadınlarla erkeklerin anlaşamadığı pek çok nokta olmasına rağmen, en temel problem alanı tarafların birbirlerine yükledikleri anlamın var olan gerçeklikle uyuşmamasından beslenir.

Kadını ve erkeği bir elmanın iki yarısı olarak görenler olduğu gibi, kadınla erkeği armutla elma kadar ayrı olarak görenler de olmuştur.

Kadına ve erkeğe nasıl baktığımız, yaşadığımız ilişkilerdeki sıkıntılarımızın nedenini oluşturur çoğu kere. Ve nasıl baktığımızı fark eder ve bakış açımızdaki yanlışları değiştirirsek davranışlarımız değişir. Nazarımız ve davranışlarımız değişirse kalbimiz de değişir.

Muhabbet, nefretin yerini alırken değiştirmeye çalışma ve kendine benzetme çabalarının yerini de olduğu gibi kabul etme ve karşımızdaki varlığı seyretme hali alır.

Bugün ikili ilişkilere, birbirini deli-divane gibi seven çiftlerin kısa bir süre sonra kanlı-bıçaklı olduklarını gördüğümde aklıma eski zamanların helvadan önce put yapan, sonra da karnı acıktığında yaptığı putu oturup yiyen insanları gelir.

Ne farkı vardır bugünün insanının onlardan? Bence yok. Çünkü önce vehimlerle süslenen aslında kendisinde olmayan birçok özelliği yüklediğimiz adam veya kadın, şapka düşüp de kel göründüğünde yaşanan kızgınlığın hedefine dönüşmüyorlar mı?

Önce kalbin en sevgilisi haline getirilen putlaştırılan sevgili, sonrasında kalbin nefret nesnesine dönüştürülüp, bütün aile beraber oturup yenmiyor mu?

Kadın da erkek de aynı insan malzemesinden yapılmış ama birbirinin eşi ve tamamlayıcısı olsun diye farklı özelliklerle donatılmış iki varlık aslında. Biz böyle bir bakış açısıyla bakamayıp, kendi yapamadığımız ama idealleştirdiğimiz davranış modellerini diğerinden beklemeye hatta onu zorlamaya başladığımızda ipler kopuyor. Deliliğe sarıyoruz sonrasında.

Kadına da erkeğe de birbirini anlasınlar diye ortak duygular da verilmiş, birbirlerini tamamlasınlar diye ortak olmayan duygular da verilmiş.

O zaman karşımızdakini anlamak için gösterdiğimiz çabaya odaklandığımız kadar, onu olduğu gibi kabul etmeye de odaklanmak durumundayız. Her zaman anlayamayız zira…

“Neden beni anlamıyor?” diye çığlık çığlığa bağırdığımızdan, kabul etme ve tanıma hakikatini unutmuş durumdayız.

Sükûnet bulmak için yapılan evlilikler de cinnet geçirme mahallerine dönüşüyor bir bir.

Karşı tarafın kalbiyle değil de nefsiyle karşı karşıya gelip rezonans kuruyorsak, kırdığımızın misli kadar kırılıyoruz.

Farklılıkların, alaya almak, kızmak ya da hor görmek için değil, varlığın çeşitliliğini fark etmek için var olduğunu gördüğümüzde büyüyeceğiz.

Sevgiyi şefkatle büyütemediğimizde, eleştirerek küçültüyoruz da küçültüyoruz. Sonra “Sevgi bitti”, “Sen yoluna, ben yoluma” şarkılarını hüzünle karışık söylerken buluyoruz kendimizi.

Sevdiğimiz kadından da adamdan da kendisinde olmayan bir şeyi istiyoruz; vermeyince, veremeyince kızıyoruz, kızıyoruz.

Hiç durup düşünmüyoruz “Neden?” diye. Belki düşünsek, bir an için olsa dursak ve “kendisinde olmayanı istediğimiz için” veremediğini bilsek, çekip gitmeyeceğiz bu kadar hızlı. Belki dua, belki merhamet dönüştürecek iki kişiyi birden.

Bir ayna eğer karşısında bir şey yoksa hiçbir şeyi göstermez! İki aynayı karşılıklı olarak koyarsanız sonsuzu gösterir…

Eğer kadın ve erkek de birbirlerini bir ayna olarak görse ve kırmayı, değiştirmeyi, olmadığı bir şeyi atfetmekle uğraşmayı bırakarak birbirinde gösterilene yönelse, her şey sonsuza gidecek.

Kalplerin bunca sıkışması, aynaların kör noktalarda sadece eksik olanı, karanlık olanı yansıtıyor olmasından yalnızca…

Kalp sonsuz olanı seyretmek istediğinden karşımızdaki adam ve kadını zanlarımızdan bağımsız olarak görmeyi denediğimizde sonsuza yönelmiş olacağız. Sonsuz olacağız beki de...
 
Nazlı Özburun
Başlık: Bir dalı bırakmadan diğerine tutunmak
Gönderen: Tuğra - 03 Ocak 2012, 15:26:40
Maymunlar bir dalı bırakmadan diğer dala tutunmazlar. Belgesel meraklıları bilirler, kendini güvene almadan dalı kolay kolay bırakmayan maymun, diğer dala tutunduktan sonra da bıraktığı daldan hızla uzaklaşır.

 Bugün boşanmanın muhatabı olan tarafın durumdan hiç haberi olmadan, kendine göre boşanma hayalleri kuran ve hayalle gerçeği karıştırıp, “boşanmış” zannıyla yeni ilişkilere yelken açan bir dizi insan canlısına rastlıyoruz.

 İçinden çıkamadığı bir ilişki örgüsünden kendi hayal dünyasında sıyrılan ve bu sıyrılmayla kendi illüzyonunu kuran, sonra da buna inanan ve dahi etrafta mutluluk aramakta olan, birçok kadının veya adamın canını acıtan insanlardan bahsediyorum…

 Bu durumun içinde bulunan yani kendi illüzyonuna inanıp yalanların arkasına sığınarak kendilerine eş arayan adamların sayısı kadınlardan biraz daha fazla.

 Hukuki olarak evli olan, hatta çoluk çocuğu olan bazı insan canlıları, ortalıkta “bekâr olduğunu, evlenmek istediğini” söyleyerek kendilerine eş ya da aşk arıyorlar.

 Bazen gerçeğin tamamı söylenmiyor bazen gerçek tamamen değiştiriliyor.

 Mutsuz olmanın getirdiği yalnızlık duygusuyla insanları kandırmayı kendilerine bir hak olarak gören bu canlılar, birçok insanın da mutsuzluğunun mimarları oluyorlar sonrasında.

 Dokundukları ruhları harabeye çeviriyorlar.

 Bazen masum olarak başladıkları bu yalan oyununda karmaşık bir ilişki ağının içinde kendini bulan taraflar, gerçeklerin bir bir ortaya çıkmasıyla ve durumdan haberdar olan eşin de ortaya çıkmasıyla zor anlar yaşanmaya başlıyor.

 Kendisini aldatılmış hisseden tek bir taraf olmuyor. Evli olduğunu unutup, mutsuzluğunun ve boşanma isteğinin arkasına saklanarak yeni ilişkiye başlayan taraf, hem eşini hem de sözde sevgilisini ve belki de en acısı kendisini kandırıyor. Her ne kadar fark ediyor olmasa da… Mutlu olma çığlığı atarken, mutsuzluğunu üçe beşe katlıyor insanlar.

 Kötü bir filmi -sırf sonunu merak ettiği için- ısrarla izleyen seyirci misali, kendi kendisini imha etmeyle sonuçlanacak olan ve hayatlarındaki insanları onlardan habersizce figüran yaptığı bu filme mecbur ediyorlar.

 Filmin kötü ve belki de acıklı biteceğini bile bile devam etmeler... Ve iki tarafı da bırakamama… Ya da seçim yapma sorumluluğunu almak istememe... İkisinden birinin kendisini bırakmasını ve kendisinin seçmek zorunda kalmamasını umarak, sürünmeye devam etme durumu…

 Sonrası malum, geniş aileyi arkasına alan taraf kazanıyor. Kazanmak denirse…

 Ama işin ilginç tarafı, aldatılanlar kendilerini aldatan insandan daha fazla birbirlerine kızıyorlar.

 Ortalığı karıştırıp bir şey yokmuş gibi kenara çekilen ve sorumluluğu almayan insan canlısı eşin kanatlarının altına yeniden sığınıyor. Ona zaten “bakıcı olmaya alışmış” bir durumda, “haylazlık eden evin oğlu” muamelesi yapıp, yeniden eve alıyor firari oğlunu ve kötüleniyor diğeri…

 Diğeri bir türlü anlam veremiyor bu arada olan-bitene… Mutsuzluğundan eşinden bunca yakınan adamın lal olmuş diline anlam veremiyor. Başlangıçta ne de çok şikâyet ediyordu oysa…

 İşte hikâye bu… Her gün oyuncuları farklı olsa da senaryonun pek değişmediği…

 O zaman yapılacak olan şey, mutluluk arayışıyla olur olmaz herkese inanmamak ve her insanı arkadaş olmanın ötesinde eş olmaya doğru taşırken, hakkında birazcık da olsa bilgi almak…

 Herkesin kötü ve istismarcı olduğunu söylemek istemiyorum elbette. Ama istismar gerçeği var ve bu gerçek göz ardı edilemeyecek kadar ortada. Kandırılmak istemiyorsak, tedbirli olmanın ve tanıştığımız kişiyi evin başköşesine almadan önce, girişte biraz bekletmenin zamanı geldi...

 Seçici-geçirgen olmayı öğrenmeli insanlar artık. Her mutsuzum diyen ve mutluluğunun faturasını eski ilişkisine ve eski eşine kesen insanlarla başlamak için iki kere düşünmek lazım, belki daha da fazla...

 Başlangıçta söz vardı eskiden; şimdilerde yalan var... Yeniden sözün olması ve sözde durulması için umut ve dikkatle…

 Nazlı Özburun / Aile Terapisti