Taklit, gerçeği gibi olmaz!

Başlatan İsra, 26 Ocak 2010, 04:30:37

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

İsra

Yarın, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun 711. yıl dönümü. (Kuruluş; 27.1.1299). Osmanlıdan boşalan cağrafyada bugün otuza yakın devlet yaşamaktadır. Bu topraklarda bir çırpıda sayılamayacak kadar, çeşitli dil ve dinde millet yaşıyordu. Bu beraberlik altı asırdan fazla sürmüştü.

Canlılarda olduğu gibi devletlerin de belli bir ömrü vardır. Ömrünü tamamlayan tarih sahnesinden ayrılır. Ayrılanların bazıları hemen unutulur bazıları ise unutulmaz; hatta ona hasret her gün daha da artarak devam eder. İşte Osmanlı Devleti böyleydi. Yıkılışının üzerinden neredeyse bir asır geçmesine rağmen unutulmadı, gündemden hiç düşmedi...

GAYE İNSANLIĞA HİZMET

İdaresi altında bulunan milletler bugün bile hâlâ Osmanlı’dan sitayişle bahsetmektedirler. Yıllardır araştırmacılar bu işin sırrını çözmek için uğraşmaktadırlar. Bazı devletler de, çeşitli projelerle (Büyük Orta Doğu Projesi gibi) Osmanlı’yı taklit etmeye çalışmaktadırlar. Tabii ki taklit hiçbir zaman gerçeği gibi olmaz. En önemlisi niyet farkı. Taklitçilerin niyetleri malum. Osmanlı’nın ise; idaresi altındaki insanları sömürme, onların tabii gelirlerine el koyma gibi bir gayesi yoktu. Tek gayesi vardı o da; insanlığa hizmet.

İdaresine aldığı milletler de bunu bilirlerdi. Osmanlı’dan kendilerine, inançlarına bir zarar gelmeyeceğinden emin idiler. Osmanlı’da tam bir din ve vicdan hürriyeti vardı. Hiçbir din mensubu zorla Müslüman yapılmazdı. Kendi takdirlerine bırakılırdı.

Osmanlı sadece örnek bir hayat sunardı. Osmanlı, himayesindeki yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştı. Aksine tam bir inanç hürriyeti hakimdi. Çünkü, İslamiyetin, “Dine girmede zorlama yoktur” prensibine Osmanlılar sadık kalıyorlardı. Kimse Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi.

Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı.
Ömrü Osmanlı tarihini incelemekle geçmiş bir ilim adamı böyle söylerse; tarih kitaplarının dışında tarih bilgisi olmayan zavallıların ileri geri konuşanlarının ne kadar büyük bir hezeyan içinde olduklarını gösterir. Osmanlı İmparatorluğunun bu kadar uzun süre hayatta kalmasını yabancı ilim adamları şuna bağlıyorlar:

“Roma İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküşü” adlı kitabıyla tanınan ünlü tarihçi Gibbons şöyle diyor: “Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların, yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dînî, hürriyet ilkesini siyâsetinin temel taşı olarak kabul eden ilk millet olduğu îtiraz kabul etmez bir durumdur. Hıristiyan dünyâsındaki, ardı arkası kesilmeyen Yahûdi katliamları ve engizisyona rağmen, Osmanlıların idâresi altındaki Hıristiyanlar ve diğer dinlerdeki milletler korkusuz bir şekilde ahenk ve uyum içerisinde yaşıyorlardı...”

TANITIMDA MODEL ÖNEMLİ!

Osmanlıda devletin hizmetinde örnek aileler vardı. Bunlar, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergahlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hâl ile, söz ile, yaşayışları ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Osmanlı yeni bir yer fethettiğinde bunları oraya yerleştirirdi. Bunlar model ailelerdi. Zamanla diğer din mensupları bunların güzel ahlâkına özenir kendiliğinden Müslüman olurlardı. Balkanlar bu şekilde Müslümanlaşmıştı. Bunun içindir ki, “lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entaktır” demişlerdir. Yani; hâl ve hareket ile yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir.

Osmanlı’nın başarısı İslama sımsıkı sarılmalarının neticesidir. Osmanlı’nın başarısını başka yerde arayan yanlış adreste olduğunu bilmelidir!

Mehmet Oruç

İsra

Bugün, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun 711. yıl dönümü. Dün, Osmanlının küçük bir beylik iken üç kıtaya hükmeden bir imparatorluk hâline gelmesinin sebepleri üzerinde durmuştuk. Bu sebeplerden biri de her şeyden önce Osmanlı hanedan mensuplarının, ihlaslı, samimi olmaları, şahsi şöhret peşinde olmamalarıdır. Gösterişe değil tevazuya önem vermeleridir.

Kendilerine tabi bir devlet hâline getirdikleri Bizans sarayları yanında, kaldıkları yerler sıradan bir köşk mesabesinde idi. İçerisinde yaşanılan hayat da, güçlerine göre sade ve çok basitti.

Gösterişten, şaşaadan uzak kaldıkları gibi, yerli halka, biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Onlara çok hoşgörülü davrandılar. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de zaten budur.

“DİNDEN TAVİZ VERMEZDİ!”

Osmanlının saf ve temiz olmalarını yabancılar bile dile getirmektedir. Mesela, yabancı bir tarihçi Gibbons bu hususta şunları yazmaktadır: “Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halife Osman’ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dini gayreti ile heyecanlı olmak ve dini, hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Fakat, ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse bir şey diyemez.

Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osman-oğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı.

Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, hep akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk, bir medeniyet kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişler. Karadeniz’in güneyinden Avrupa’ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır.

Osman Gazi’nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle te’siri çok daha geniş ve şümullü idi. Çünkü O, sükunet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu hâlde O’na bunların üstünde bir mevki vermemiz icap eder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!.. 600 küsur sene hüküm sürebilmiştir?”

Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vasıtasıyla İslamı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede hoşgörülü davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir.

Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dinin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslamı benimsemişler ve Türk-İslam kültür dairesi içerisine girmişlerdir.

“ZULMETTİK, YIKILDIK!..”

Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, “kimsenin canına dokunulmayacağına” dair anlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terk etmeyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur’un vezirine, şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gazi’ye verdiği cevap ilginçtir: “Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Biz kendi halkımıza bile zulüm yapıyorduk. Babanızın idaresine geçen köylülerimiz zulümden kurtuldukları için memnun kalıp, size seve seve itaat ettiler. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik...”

Osmanlı hiçbir zaman, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefada kusur göstermemiştir.

Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezata müsaade etmeyen, dünya tarihinde milletlerarası, en kudretli ve cihanşümul bir siyasi teşkilattı...

Mehmet Oruç