İnönü yaşasaydı bazı ilahiyatçılara liyakat nişanı verirdi

Başlatan Mücteba, 30 Temmuz 2013, 12:00:18

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

İnönü yaşasaydı bazı ilahiyatçılara liyakat nişanı verirdi

Makalemize tırnak içinde başlık olarak aldığımız, "İnönü yaşasaydı bazı ilahiyatçılara liyakat nişanı verirdi" cümlesi bize ait değil.


Bu sözün sahibi olan zat, "Bazı ilahiyatçılar" diye başlayarak, ilâhiyatçıların tamamını değil bazılarını tenkit ediyor ve İnönü'nün vereceği liyakata onların lâyık olduklarını söylüyor.

Zaman zaman bendenize de "Ali Bey, sen bu ilahiyatçılardan ne istiyorsun?" diyenler oluyor. Ben de, "Benim bütün ilahiyatçılardan bir alıp veremediğim yok ve olamaz. Ben onlardan belli olanları ve bazılarını tenkit ediyorum " diyorum. Onlar da, "Tamam işte! O bazı ilâhiyatçılardan ne istiyorsun?" diyorlar. Ben de kendilerine şöyle cevap veriyorum:

"O bazı ilâhiyatçılar bizim dinimizden ne istiyorlar?
Bendeniz bir ilâhiyat profesörü, doçenti veya doktoru değilim. Yarım bir ilâhiyat diplomam var ama ben onu ilâhiyat ders kitaplarından bir şeyler öğrenmek için değil, o kitapları kaleme alan ilâhiyat hocalarının neler yazdıklarını öğrenmek ve onları daha yakından tanımak için aldım.

O kitaplardan hiçbir şey öğrenmedim de değil, öğrendim. "Bazı ilahiyatçılar"ı kendi kitaplarından okuyarak, inanç ve ibâdetlerle ilgili ne çamlar devirdiklerini görmüş, onları daha yakından tanımış ve öğrenmiş oldum.

Bu vesileyle öğrendim ki, ilâhiyat talebelerine okutulan bazı ders kitapları, sanki İslam itikadını öğretmek için değil de tenkit için hazırlanmış veya hazırlatılmış.

Bu sözümü havada bırakacak değilim. Delil olarak tabii ki bazı misaller arz edeceğim.
Önce Rabbimiz hakkındaki şu itikadımızı hatırlayalım:

Müslümanlar olarak inanırız ki, Allah adâlet sahibidir. Dünyada da adâletle muâmele ediyor âhirette de adâletle muâmele edecek. Hazreti Allah hakkında hiçbir zaman –hâşâ- adâletsizlik düşünülemez.

Şimdi bu değişmez gerçeği aklımızda tutarak bir kitaptaki şu cümleleri beraber okuyalım:
"Âhiret âleminde adalet, tek Allah'a inanıp, O'nun âhiret gününün tek sahibi olduğunu kabul etmiş olanlar için geçerli olacaktır. Kâfirler, tek Allah'a ve O'nun âhiret gününün sahibi olduğuna inanmadıklarından, ilâhî adalet onlar için söz konusu olmayacaktır."

Gördüğünüz gibi, kitabın yazarı insanların sadece cennete konulmalarını adâlet olarak görüyor. Kâfirlerin cehenneme atılacak olmalarını ise adâletsizlik olarak anlatıyor.

Hâşâ! Ne münasebet!

Kâfirlerin cehenneme atılmaları adâletsizlik değil aksine tam bir adâlettir. İnananlar da inanmayanlar da cennete konulacak olsaydı esas o zaman adâletsizlik olurdu ki Allah böyle bir adâletsizlikten münezzehtir. Allah celle celâlühû, âhîrette de asla adâletsizlik yapmayacak ve inananları lâyık oldukları yer olan cennete, inanmayanları da lâyık oldukları yer olan cehenneme atarak adâletini gösterecektir.

Ama o da ne!

Yukarıdaki cümlelerin sahibi olan zat, aynı kitapta o cümlelerin bulunduğu yerden hemen 2 sahife sonra yukarıdaki söylediğinin tam tersini yazıyor:
"Âhiret günü hâkim, kâinatın gerçek sahibi olan Yüce Allah'tır. Artık tam bir adâlet söz konusu olup, hiç kimseye zulüm yapılmayacaktır."
Haa şöyle diyeceğiz ama yukarıdaki sözler neyin nesi?

AYNI TABAKTA HEM BAL HEM ZEHİR OLSA...

Aynı şahıs, yukarıdaki cümlesinde inanmayanlar için âhîrette adâlet olmayacağını söylüyordu, burada tam bir adâlet olacağını söylüyor.
İyi ya işte, önceki yanlışlarını sonraki cümleleriyle düzeltmiş diyebilecek miyiz?
Diyemeyiz. Çünkü bu iki cümlenin ikisi de 2 sahife arayla aynı kitapta.

Aynı tabakta hem zehir hem bal sunulmaz. Sunulursa, zehir bala galip gelir ve yiyen ölür.
Aynen bunun gibi, bu satırların yazıldığı kitabı okuyup "Allah'ın âhirette inanmayanlara adâletle muâmele etmeyeceğine, yani -hâşâ- adâletsiz davranacağına" inanan gençlerimiz de maalesef imanlarını kaybetmekle karşı karşıyadırlar. Çünkü Allah celle celâlühû Âdil-i Mutlak'tır, mutlak adâlet sahibidir. Buna inanmayıp Allah'ın adâletsizlik yapacağına inananlar ise imanlarını kaybederler.
Birbirine uymayan bu iki cümleyi içinde taşıyan ve birincisinde "Allah'ın âhirette kâfirlere adâletle muâmele etmeyeceğini" söyleyen bu kitap neyin nesidir?

Basılıp, kıyıda köşede satılmaya çalışılan bir kitap mıdır acaba?

Hayır!

Bu satırların yazıldığı kitap, okullarını bitirip mezun olunca Müslümanlara namaz kıldıracak olan, va'z edecek olan ve onlara dinlerini öğretecek olan ilâhiyat talebelerinin ders kitabıdır:
Bu ders kitabı, İlahiyat Önlisans talebeleri için hazırlanan İslam Dini Esasları isimli kitaptır. Yukarıda yazılanlar, bu kitabın 79. ve 81. sahifelerinde yer almaktadır. Baskı tarihi: Eylül 2002
Bu cümleleri kaleme alan, eski Diyanet İşleri Başkanı ve bir devre Diyanet'ten sorumlu Devlet Bakanı olan

Değerli okuyucu!

Bu kabul edilemez itikâdî hata, inananların mânen mahvolmalarına yeter. Kaldı ki kitaptaki tek hata bu değil. Daha bir hayli var. Biz sadece bir misal verip geçiyoruz...

Böyle hatalı şeyler yazmakta Sayın Yazıcıoğlu yalnız değil. Onun hissesine kitabın "İman Esasları" konusu düşmüş, O, hatalarını orada sergilemiş. Hissesine "İbadet Esasları" konusu düşen diğer bir zat da kendi hatalarını kendine ait yerde sergilemiş.
Bir misal de ondan verelim. O zat da abdesti anlatırken şöyle demiş:
"Parmağında yüzük bulunan kimse suyun yüzüğün altına girmesini sağlamalıdır. Günümüzde ojenin durumu hakkında farklı görüşler vardır. Bazı ilim adamlarımız zarar vermeyeceği kanaatındadırlar." (Aynı kitap, sa. 118)

Sayın profesörün bazı ilim adamlarımız dediği, Yaşar Nuri Öztürk ve hempaları galiba...

SAYIN PROFESÖRE SORUYORUZ...

Şimdi, ilmi kendisine rehber edinmeksizin, böyle yanlış şeyler yazan bu profesöre sormayalım mı:
Sayın Profesör!

"Parmağında yüzük bulunan kimse, suyun yüzüğün altına girmesini sağlamalıdır" demenizin sebebi açık. Çünkü yüzüğün altı kuru kalırsa abdest olmaz. Bunu siz de biliyorsunuz.

Parmağında yüzük olan kimsenin, yüzüğün altını ıslatması icap ediyor da parmağında oje olan kadının, ojenin altını ıslatması icap etmiyor mu?
İcap etmeyeceği ihtimali nereden çıkıyor?
Ojenin, altına suyu geçirmediğini bilmiyor musunuz? Tabii ki onu da biliyorsunuz. Öyleyse ojeli parmakla abdest alan bir kadının abdestinin câiz olmayacağı açık değil mi?

Peki ne demeye, "Günümüzde ojenin durumu hakkında farklı görüşler vardır. Bazı ilim adamlarımız zarar vermeyeceği kanaatındadırlar" diyorsunuz?
Kendinizi bu konuda cevap vermekten âciz gördüğünüz için mi meseleyi başkalarına havale ediyorsunuz?

Bu cümlenizde, "Bazı ilim adamlarımız zarar vermeyeceği kanaatındadırlar" diyerek kanattan bahsediyorsunuz.

Fıkıhta kanaat olur mu? Tabii ki olmaz!..
Fıkıhta ya ictihad olur veya taklid.
"Bazı ilim adamlarımız" dediğiniz o kimseler müctehid mi mukallid mi? Onu söyleyin de biz de ona göre cevap verelim.
Abdest organlarında ıslanmayan kuru yer kaldığı zaman abdestin olmayacağı kesin.
Siz veya "bazı ilim adamlarınız" dediğiniz kişiler bunu reddederek, "Abdest organlarının bazı yerleri kuru kalsa da abdest tamamdır" diye bir ictihadda bulunabiliyorsanız, buyurun onu söyleyin. Çekinmeyin.

Yoksa kendiniz böyle bir ictihatta bulunmaya cür'et ediyor da konuşmaya cür'et edemediğiniz için mi, "Bazı ilim adamlarımız" diye topu başkalarına atıyorsunuz?

Değerli okuyucu!

Bir türlü, "Ojenin altına su geçmez. Onun için tırnaklarda oje varken alınan abdest câiz olmaz" diyemeyen ilâhiyat profesörü, Sayın Cemal Sofuoğlu'dur...

BUNLARIN HATALARI NİÇİN BİTMİYOR?..

Değerli okuyucu!

Bu bazı mâlum ilâhiyatçıların hata ve yanlışları niçin yazmakla bitmiyor biliyor musunuz?
Yine bir ilâhiyat profesörünün yani aynı câmiadan insaflı birinin söylediğine göre, bu okulların evveliyâtında her şeyden önce ilimsizlik var, câhillik var, dinî bilgilerden bîbehre olmak var.
Zaten yanlış ve hata da ilimsizlikten, bilgisizlikten ve bunun neticesi olan haddini bilmezlikten gelir ya.
Öyle ya canım! Câhillikten, hatadan başka ne doğar ki!...

Ancak, bu son söylediğim yani hatanın câhillikten ileri gelmesi genel bir kaidedir. Benim kanaatım odur ki, bahse konu "Bazı ilâhiyatçılar"ın yaptıkları hatalar yetmezliğinden değil, bile bile lades cinsindendir.
Çünkü, bir adam herhangi bir şekilde ilâhiyat profesörü olmuşsa, lâyıkıyla ilmi yerinde bir profesör olmasa bile, "Allah'ın âhirette adâletle muâmele edeceğini" de bilir "Ojeli tırnakla alınan abdestin câiz olmayacağını" da...

Gerçi kızmaya da hakları yok ya, "Bazı ilahiyatçılar" kızacak olsalar da anlatmak istediklerimi anlatacağım. Anlatmak istediklerim de zaten kendileri gibi bir ilâhiyatçıdan.
Kızamazlar ya, kızacaklarsa ona kızsınlar.

Değerli okuyucu!

Yukarıdaki yanlışların bilgisizlikten ileri gelmediği kanaatında olduğumu söylemiştim. Ama basbayağı bilgisiz olanlar da yok değil. Hatta bu bilgisizlik meğer ilâhiyatlarda yeni değil bayağı eski imiş. Ne demek istediğimi anlatayım:

Sayın Süleyman Uludağ bir ilâhiyat profesörüdür. Bu Sayın Profesörümüzün, 13/11/2011 tarihli Yeni Şafak Gazetesi'nde, Emeti Saruhan'a verdiği bir röportajı yayınlandı. Bahse konu röportajda Sayın Süleyman Uludağ şöyle diyor:

"2 sene İmam-Hatipte okudum. Sonra vakıf yurduna geçtim. 5 sene parasız okudum."
Emeti Saruhan soruyor:
Aradığınız eğitimi buldunuz mu?

Sayın Uludağ cevap veriyor:
"Bulduğumu söylemem çok zor.

(Daha önce kendi kendine okuduğu kitaplardan edindiği dinî bilgileri kastederek devam ediyor):
Ben epey din bilgisine sahiptim. Kültür derslerine giren hocalarımız Eğitim Enstitü'lerinden gelmişti. Meslek dersleri öğretmenleri de yoktu, eski hocalar derse girerdi. 1953'te Ankara İlâhiyat'tan mezun olup gelen hocalar da Kur'an-ı Kerim'i okumayı bile bilmezdi."

İBRETLİK Mİ, FELÂKET Mİ FECÂAT MI?..

Ne kadar ibretlik değil mi değerli okuyucu?
Düşünebiliyor musuz? İmam-Hatip okullarına ders hocası olarak tayin edilen ilâhiyat fakültesi mezunları, sadece dinî ilimleri bilmiyor değil, Kur'an okumasını bile bilmiyor.

Hani insanın aklına gelmiyor değil. Televizyon kanallarına çıkıp yanlış yamalak şeyler söyleyen yaşını başını almış ilâhiyatçılar, yoksa 1953'te mezun olan o Ankara İlâhiyat mezunu hocaların talebeleri mi?

Değerli okuyucu!

Yukarıdaki koyu harflerle yazılı olan altı çizili yerleri bir defa daha okur musunuz lütfen...
Demek ki neymiş?

Kur'an-ı Kerim'i okumasını bile bilmeyen hocalara İmam-Hatip okullarında hocalık yaptırılmış.
Bunu kim söylüyor?

Bunu bizzat yaşamış olan ve bugün bir ilâhiyat profesörü olan Sayın Süleyman Uludağ söylüyor.
Evet... Demek ki bu memlekette bir zaman Kur'an okumasını bilmeyen İlâhiyat fakültesi mezunları varmış.

Demek ki Kur'an okumasını bile bilmeyen bu hocalar(!) İmam-Hatiplerde ders vermişler.
Ne dersi vermişler?

Dinî dersler...

Hani "Yarım doktor candan yarım hoca dinden eder" derler ya, bunlara ne demeli?
Bunlara yarım hoca desek değil, çeyrek hoca desek o da değil. Kur'an okumasını bile bilmeyenlere çeyrek değil onda bir hoca bile denmez...
Acaba bunlara ne demeli?..

Onlar neyse ne, onlar ilmen zaten dipte de, Hazreti Allah'ın âhirette adâletsiz karar vereceğini söyleyen/yazan ilâhiyat profesörüne de demeli?
Böyle bir zatın Diyanet İşleri Başkanlığı yapmasına ne demeli?

Daha da yükseltilip Diyanet İşleri Başkanı'nın âmiri yapılmasına yani Diyanet'ten sorumlu Bakan yapılmasına ne demeli?

Ya, "altına su geçirmeyen ojenin abdeste engel olduğunu" bile söyleyemeyen, isminin önünde ilâhiyat profesörlüğü gibi bir ünvan bulunmasına rağmen, bu gayet basit mesele hakkında bile topu başkalarına atan zata ne demeli?

ŞİMDİ BUNLARI BEN SÖYLESEM...

Değerli okuyucu!

"Bazı ilâhiyatçılar"ı tenkit etmekte yalnız olmadığımı, Sayın Uludağ'ın yukarıdaki sözlerini aktararak izah etmeye çalıştım. Kaldı ki bu hususta Sayın Uludağ da tek kişi değil. "Bazı ilâhiyatçılar"ı, o bazılara benzemeyen başka ilâhiyatçılar da tenkit ediyorlar.
Meselâ onları tenkit edenlerden birisi, sözünü makalemize başlık olarak aldığımız Tasavvuf Profesörü Sayın Mahmut Erol Kılıç...

Sayın Kılıç, 26 Eylül-2 Ekim 2011 tarihli Aksiyon Dergisi'nde, Ayşe Adlı'ya verdiği röportajda neler söylüyor neler...

"İlâhiyat fakültesi hocasıyım. Benimle selamlaşmayan, iman tazelemeye davet eden bazı hocalarım var" diyor.

İlâhiyat fakültelerinin çalışmaları hakkında sorulan bir soruya şu cevabı veriyor:

"Genleriyle oynanmamış ilâhiyat formasyonunda olsalardı, elbette çözümü onlardan beklerdik. Bugünkü ilâhiyat formasyonunda doğru ilim tasnifi olmadığı için doğru sonuç elde edilemiyor."
Şimdi, Ali Eren olarak çıkıp da bu sözü ben söylesem, "Bugünkü ilâhiyat formasyonunda doğru ilim tasnifi yok. Bu durumda da doğru sonuç elde edilemez" desem, itiraz ederler. Ama akıl için yol birdir. Kim söylerse söylesin, doğru ve dürüst konuşulacaksa söylenecek olan aynıdır. Ha ben söylemişim ha başkası. Ama bu sözleri ben değil bir ilâhiyatçı söylüyor...

Ama merak etmeyin değerli okuyucular, onlar zaten yapacaklarını yapıyorlarmış. Sayın Kılıç'a selam vermiyorlarmış.

Sayın Kılıç, röportajda başka bir soruya verdiği cevapta da şöyle diyor:

"Franz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri kitabında Hegel'in köle-efendi diyalektiğinden hareketle der ki, "Uzun süre sömürülenler, ezilenler bu hayata alışır, sömüren kişiye bağlanırlar." Yüzyılın başında yaşadığımız travmalar Türkiye Müslümanları tarafından kabullenilmiş gibi gözüküyor. Bize pozitivist bir teoloji sunmak istemişlerdi. İstisnaları bir kenara bırakıp ilâhiyatçılara baktığımızda bunun başarıldığını görüyoruz. İstenilen projeyi devam ettiriyorlar. İSMET İNÖNÜ YAŞASAYDI BAZILARINA ÜSTÜN LİYAKAT NİŞANI VERİRDİ MUHTEMELEN."

BİR İSABETLİ TESBİT DAHA...

Sayın Mehmet Erol Kılıç, daha başka isabetli tespitlerde de bulunuyor. Bunlardan biri, Zeytinburnu sınırları içinde bulunan Yenikapı Mevlevîhanesi hakkındaki tespiti.
Yenikapı Mevlevîhanesi restore edildi. Şimdi, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü'nün başında bulunan Prof. Bekir Karlığa'nın hizmetinde.

Prof. Karlığa kullanımında?
Hiçbir İslam âliminin öyle bir sözü olmadığı halde, 18 Nisan 2004 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde yer alan röportajında, "İslam bilginleri Hıristiyanların, Yahudilerin, Zerdüştilerin, hatta Budist gibi herhangi bir şekilde bir tanrıya inananların cennete gireceklerini kabul ederler" diyerek İslam âlimlerine iftira atan kişidir.

Bilerek mi bilmeyerek mi yaptığını bilemediğimiz, Medeniyetler İttifakı yani İslam medeniyeti ile batı medeniyetini birleştirmek gayreti içinde olan kişidir.
Başka bir tabirle, ateşle barutu birleştirmek gibi beyhûde bir hayalin gerçekleşeceği iddiasında bulunan bir ilâhiyatçıdır.

Oysa, bir yaratıcı inancına -yani tevhide- dayanan İslam ile üç ilah inancına -yani teslise- dayanan Hıristiyanlığın, bir noktada buluşması nasıl mümkün değilse, medeniyetlerin buluşması da mümkün değildir.

Ama Sayın Karlığa bu söylediğime de karşı. O, Hıristiyanlarla biz Müslümanların bir noktada buluşabileceğimiz davasının davacısı.
Bu buluşma nasıl olacaksa?

Yoksa şöyle mi?

Hıristiyanlar üç ilah inancını terk edip üçü ikiye indirirler, biz de –hâşâ- bire bir daha katıp ikiye çıkarırız, böylece ikide birleşilmiş olur(!).
Bunu mu istiyorlar yoksa?
O zaman bunun adı din mi olur?
Olmasa da, "Biz yaptık oldu" mu diyecekler?

***

Evet, yukarıda da söylediğimiz gibi, Yenikapı Mevlevîhânesi şu anda Bekir Karlığa'nın kullanımında. Sayın Mehmet Erol Kılıç, Yenikapı Mevlevîhanesi'nin şimdiki vaziyeti hakkında şöyle diyor:

"Yenikapı Mevlevîhânesi güzel restore edildi. Ama adam nerede?

Mevlevîhâne'de öğretilen ilimle dalga geçen kimseler, şimdi oralarda medeniyetleri bir araya getirmeye çalışıyor.

Olmayacağını göreceksiniz."

Sayın Kılıç haklı. Biz de aynı kanaatta olduğumuzu yukarıda yazdık. Olmayacağını, bu işle uğraşanlar da görecekler, ama ba'de harâbi'l Basra...




Ali EREN |29.07.2013 09:31 | www.haberkita.com

ihvan

 ilahiyatçılar,Malesef genelde İTİKADİ anlamda yanlış bilgilerle donatılıyor.okullarımızda din derslerine  giren ilahıyatçılardan malesef Ehl-i sünnet yok denenecek kadar az.hele liselerde Kuran-ı kerim derslerinin ehliyetsiz liyakasız kişilerce öğretilmesi bir facia..abdestsizde Kuran öğrene bilirsiniz,okuyabilirsiniz,telkinleri malesef var.hürmet malesef hiç yok.çünki o bilgi hocasında yok .malesef.