-İnsan hem aciz, nazlı ve hassas bir varlıktır. Her şey, hatta herkes onu incitir.
-Hem de yaratılış gereği, aciz olduğu ve ihtiyaçları çok olduğu için, diğer insanlarla beraber bir sosyal hayat içinde yaşamak zorundadır. Başkalarının yardım ve desteğine muhtaçtır.
Bir Açmaz
Burada bir açmaza giriyoruz işte. Hem başka insanlara muhtacız, onlarsız olamıyoruz. Bir dağın başına çekilip tek başına yaşamamız mümkün değil. Ne ekmeğimizi yapabiliriz, ne de elbisemizi dikebiliriz tek başımıza. Mecburen topluluk içinde yaşamak zorundayız. Ama böyle olunca da, yan yana yaşadığımız o insanlar bizi kırabiliyor, üzebiliyor. İster istemez sürtüşmeler yaşıyoruz.
Bir düşünürsek, 6 milyar insan var bu dünyada. 6 milyar farklı insan. Hepsinin huyu-suyu farklı. Konuşması, sevmesi, kızması, tartışması farklı. Böyle olunca da ister istemez kiminin huyu kimine batıyor, kiminin tavrı kimini kırıyor. İşte bunca farklılıklar içinde (ve bunca kalabalıkta) tabii ki birileri bizi (istemeden ve fark etmeden de olsa) kıracak veya üzecek. Bundan kaçınmak imkânsız. Sanki kalabalık bir caddede dört bir yana koşuşturan insanlar arasında gibiyiz. Mutlaka birileri ayağımıza basıyor veya omuzumuza çarpıyor ya da yolumuzu kesiyor ve sonuçta sürekli gerilim yaşıyoruz.
İtiraz: “İnsanlar genellikle bizi istemeden kırarlar” diyorsunuz yani. Oysa birçok insan kasıtlı olarak üzüyor karşısındakini?
Açıklama: İnsanların aklını okuma yeteneğiniz olmadığına göre, bunu kendinizden biliyor olmayasınız?
Neyse, bu konuya geleceğiz. “Titanik” filmini seyrettiyseniz hatırlarsınız, gemi batarken denize düşen insanların can havliyle neler yaptıklarını. Kimisi kimisinin üstüne abanarak nefes almaya çalışıyordu, kimisi de filikalara binmiş olanların bacağından tutarak çekiyordu; tabii filikadakiler de onları denize itiyordu, sandal fazla yükten batmasın diye. Tam bir can pazarı. Ama belki hiçbiri, bu davranışının diğer kişiye zarar verdiğini düşünemiyordu bile. Zira “can havli” ile hayata tutunmaya çalışıyorlardı sadece. “Acaba onu mu kırdım, buna mı zarar verdim?” diye düşünecek halleri yoktu yani.
İşte çoğu insan da böyledir. Hayat denizindeki dalgalarla mücadele edip kendini kurtarmaya çalışır esas olarak. Ve o esnada kime nasıl zarar verdiğini bile fark etmez genellikle. Ya da kasıtlı olarak zarar verse dahi, bu da o “can havliyle kendini kurtarma gayreti”nin bir uzantısıdır aslında.
Meselâ aşağılık kompleksi olan ve “insanlar tarafından hor görüleceği” tedirginliğini yaşayan bir kişi, karşısındakinin bir tavrını “kendisini aşağılama” olarak algılayabilir ve kendi kırılan gururunu kurtarabilmek için, ondan plânlı olarak intikam almaya çalışabilir. Burada bile esas tema, o kişiye zarar vermek değil, kendi gururunu tamir etme gayretidir yani. Ve bu durumdaki kişiye bile, kızmaktan çok acımak lazımdır aslında. Ve onu anlamaya çalışmak.
Bir misafirliğe gitmiştim. Ev sahibi dahil birçok kişiyle yeni tanıştık; epey de sohbet ettik. Ben fıkra da anlattım tabii. Topal bir adam ile ilgili bir fıkra. Sonra garip biçimde, ev sahibi bana kötü kötü baktı sürekli, arada iğneledi, laf çarptı filan. Garipsedim. Evden çıkınca kardeşim “Abi, sen onun sakat olduğunu anlamadın galiba” dedi. Meğer bacağının biri doğuştan kısa imiş ve gizlemek için de elinden geleni yapıyormuş. Bayağı da iyi gizlemiş ki, hiç fark etmemiştim. Ama ben öylesine denk gelip de, o topal fıkrasını anlatınca fena halde alınmış. Sakatlığını fark ettiğimi, onunla alay ettiğimi düşünmüş muhtemelen ve o yüzden de anlattığım tavırları sergilemiş.
Şu olay gibileri, hayatımız boyunca o kadar çok karşımıza çıkar ki. Kimseyi incitmeden ve kimseden incinmeden yaşamak, neredeyse imkansızdır; ne kadar iyi niyetli olursanız olun.
VE SONUÇ: SÜRTÜŞMELER
Bir psikiyatrist olarak en fazla üzerinde konuşmak zorunda kaldığım konudur insan ilişkileri ve sürtüşmeler. Çoğu insanın aleminde (maalesef) hayatın gayesi, ölümün anlamı ve insanın yaratılış amacı gibi temel konulardan bile daha fazla yer işgal eder.
Kayınvalidesinden yakınan gelinler, babası ile sürtüşen delikanlılar, işyerindeki arkadaşları ile geçinemeyen adamlar, kocasından şikayet eden bayanlar, vs vs.. Başvuran hemen çoğu insanın, ağzını açtığında ilk yakındığı, bir başka insan olmaktadır. Bir aralar böyle kişilere “topu topu bir insanın, sizin bütün hayatınızı bu denli alt-üst etmesine izin vermemelisiniz” derdim ama, sonra fark ettim ki, “o da topu topu bir insan”; etiyle, kemiğiyle, acizliği ve kırılganlığı ile. Ve hayat maalesef çoğu insan için böyle sürekli bir mücadele ve didişme içinde geçiyor. Hele nüfus arttıkça, iletişim yoğunlaştıkça, koşturmaca arttıkça “caddedeki çarpışmalar” da artıyor giderek.
Peki bunun çıkış yolu nedir?
ÇÖZÜM ALTERNATİFLERİ
Görünüşe bakılırsa 3 çözüm ihtimali var:
1-Ya çevremizdeki tüm insanları despotça “hizaya getireceğiz” ki bu imkânsız. Çünkü insan aciz bir varlıktır ve hemen hiçbir şeye sözü geçmez. Biz de dünyanın merkezi değiliz tabii.
2-Veya küsüp bir kenara çekileceğiz ki bu da imkânsız. Çünkü (yine) insan aciz bir varlıktır ve başkalarına muhtaçtır, yalnız yaşayamaz.
3-Ya da o insanları anlamaya çalışacağız ve onlarla ortak noktalarımızı bularak gerginlik ve sürtüşme yaşamaktan kurtulacağız.
İtiraz: Neden ben insanları anlamaya çalışayım ki? Onlar niye beni anlamaya çalışmıyor hiç?
Cevap: Başkalarının sizi anlamaya çalışmadığını nereden biliyorsunuz? Zihinlerini mi okudunuz? Yoksa bunu da kendinizden biliyor olmayasınız? Üstelik başka insanları anlamak, esas kendimiz için gereklidir ve asıl bize fayda verir, onlara değil. Yani o yaşadığımız sürekli gerginlikten kurtulmamıza yarar. Siz bir insana kırıldığınız veya kızdığınız zaman hissettiklerinizden, zevk alır mısınız? Ben kendimden de bilirim ki, hiç de hoş bir duygu değildir. Yani bunu kendiniz için yapmalısınız, başkaları için değil.
Zaten insanları anlamayan, insanlara güvenmez. İnsanlara güvenmeyen, içine kapanır. İçine kapanan, insanlardan kopar. İnsanlardan kopan, insanları (daha da) anlamaz. İnsanları anlamayan insanlara (daha da) güvenmez. Ve bu bir fasit daire şeklinde sürüp gider... Oysa kendini anlayan, insanları anlar, insanları anlayan onları sever, insanları seven de onlar tarafından da sevilir.
İnatla itiraz: Etrafımdakiler bana yanlış yapmazlarsa ben düzelirim. Ötesini istemiyorum.
Cevap: Sorunlarını başkalarına fatura etmek, mutsuzlukları için çevresindekileri suçlamak, görünürde kolaydır ama aslında çözüm üretmeyen ve karamsar bir tarzdır. Yani “başkaları değişmezse ben düzelmem” demektir bu. Oysa biz bir tek kişiyi değiştirebiliriz. Kendimizi yani. O zaman oturup sizinle saatlerce o kişilerin dedikodusunu yapalım isterseniz. Sizin ne kadar iyi bir insan olduğunuzu, onların ise kötü niyetli birer hain olduklarını söyleyelim. Bu belki hoşunuza gider, ama söyler misiniz, size ne fayda verir ve neyi değiştirir?
Ve olaya dini yönden bakarsak, aslında bizim görevimiz, her durumda kendi hatalarımızı bulmaktır; nefsimizi hep temize çıkarmak ve avukat gibi savunmak değil. Ve dikkat edin, Kur’an’da kendisini savunup başkalarını suçlayanlar genellikle cehennemliklerdir ve bu suçlamaların da onlara hiçbir fayda vermeyeceği yazılıdır.