Her seher el ayak henüz uykudayken , şehrin telaşına az bir zaman kalmışken başımı pencereden uzatır, apartmanların çatıları üzerinden görünen havaî İstanbul’a bir göz atarım.
İstanbul o gökyüzünden ibarettir. Hergün başka renklerde, başka tonlarda, hergün ayrı rüzgâr, ayrı bir koku. Bir günü diğerine benzemeyen farklılıklar kenti. Fakat İstanbul’un üzerinden geçen bulutların, bu şehre neler kattığını, neler bıraktığını anlamak İstanbul sabahlarının en vazgeçilmez neşesi.
Şehirlerin mevsimlere göre ışığı da değişir. Yaz İstanbul’uyla kış İstanbul’u birbirinden yalnız iklim farkıyle değil, görünüm ve peyzaj olarak da başkadır. İlkbahar’ı gerçi pek kısadır fakat o kısa aralıktaki şehir aydınlığının veya Ekim, Kasım günlerindeki İstanbul aydınlığının tahlili henüz yapılmamıştır. Mevsimler bir yana, bu şehirde günün değişik saatleri her hangi bir cihetin, manzaranın seyri dahi insana farklı renkler, farklı efsunlar sunar. İstanbul peyzajını sürekli incelemeye vakit ve takat yetiren biri meselâ hava şartları ne olursa olsun, Avrupa yakasından durup baktığında Topkapı Sarayı ve Sarayburnu’nu daima açık seçik bir aydınlık içinde bulacaktır. Havanın yağışlı, kapalı olduğu zamanlarda bütün İstanbul’u örten kurşuni ağır tavan bu bölgede asla aynı karartıyı vermez.
Akşam saatlerinin kasveti bu kıyıya ulaşamaz. Sebebi, her halde sarayın ardında onu gölgeleyip kapatacak başka bir yükseltinin olmayışı olsa gerek. Belki de bunun ötesinde bir başka hikmetle aydınlanıp durmaktadır, bizler farkında değiliz. Aynı silinemez ışıklı ferahlığı, Saraçhanebaşı’nda da duymak mümkündür. Marmara Denizi’ne doğru ufka bir sonsuzluk duygusu veren şey, gün ışığının herhangi bir engele takılmaksızın denizle alabildiğine doğrudan buluşmasıdır. İstanbul’un soğuk, rutubetli ve rüzgarlı kış demlerinde bu cihet, bütün kurşunîliğiyle Sarayburnu-Yenikapı-Ataköy sahillerini tutsa da aynı sonsuzluk duygusu, açık havalardakini bastıracak ölçüde barizdir, değişmez.
Bulutlara bakarak neşelenen birini daha önce tanımadım. Ama tanımış olsaydım İstanbul semalarının binbir hayat serüvenini, evlerden uğurlanan evlatlar ardından yükselmiş duaların ılık nefeslerini, uykularından daha yeni yeni uyanmaya başlayan insanların küçüklü büyüklü endişelerinin, rahatsızlıklarının üstüne pamuk dağlarından bir yorgan gibi incitmeden dolanışlarını söze gerek duymadan konuşur, şehirlerüstü lisanın renkleriyle yurdun, dünyanın ahvalini anlayabilirdik.
İstanbul semalarını diğer kentlerinkinden ayıran en belirgin husus tereddüt etmeksizin söylersek, bulutlarıdır. Her şehri aydınlatan gün, burada başka bir tazeliğe, hiç durmadan yenilenen bir renk cümbüşüne dönüyor. Bulut katmanlarına vuran ışık, semadan iniyor inmesine ama şehrin kendinden, tarihi yapılarından , doğal yükseltilerin kubbemsi yumuşaklığından ışığı öylesine hafif bir biçimde kırıyor, öylesine tatlı yansımalarla tepeden tepeye dalgalandırıyor ki bu şehrin semalarına tekrar dönerken, hiçbir yerde göremeyeceğimiz, sadece İstanbul’a has bir sabah pembeliğini Çamlıca yakasından Topkapı’ya kadar her sabah değişen tonlarıyle uzanabildiği her yana inceden inceye resmediyor. Bulutlara gelince, onlar sabah aydınlığının bu ilk pembelenmesini kendi meşreplerince gövdelerinde eritip yine kendi renklerinde başka başka pembelere döndürüyor ve ikinci bir yansıma olarak tekrar şehrin üstüne gönderiyorlar. Gün ışığı o saatlerde şehri en munis kızıllığıyle karıştırıp sabahın habercisi olarak evlere, binalara, caddelere bırakıyor, tıpkı hergün yepyeni haberlerle kapımıza gelen günlük gazeteler gibi.
İstanbul’un semalarından dökülen sabah ışıkları her semt, her yaka için ayrı bir seyir güzelliği verir. Günbatımı saatlerinde kızıl havaya bürünen Üsküdar, Moda, Adalar, yine aynı saatlerde Avrupa’nın uzak, silik ve küllenerek geceye hazırlanan yakası içine gittikçe çekilir. Bulutların nakışladığı kızıl cibinlik İstanbul’u dört bir yanından sarar her Allahın günü.Her sabah ve her akşam.
Birbirlerine sokulmuş yığınla bulut, İstanbul semalarından geçerken bu şehre bahşedilmiş gün ışığının fazlalığından, bolluğundan şaşkına dönerler ve bazen parça parça birbirlerinden ayrılarak gidecekleri istikametleri şaşırır, havada öylece asılı kalırlar. Kendilerini sürükleyen rüzgâra itaatle, elimahkum, bu kızıllıktan hepsi nasibini alır. Dünyanın kimbilir hangi ülkelerinin buharından, dumanından, kimbilir hangi toplulukların âhından, niyazından toplanmış gelmişlerse, bütün mevcudiyetleri bu nurlu ışıkta yıkanır, morötesi dalgaların kızıl havasında paklanır, belki de mevlâya öylece pîrüpak ulaşırlar.
Işıkla bulutun İstanbul’a nasıl oyunlar oynadığını bize Marmara Denizi anlatır. Ve asıl o vakit bu şehri diğer megakentlerden ayıran hususiyetini anlamak mümkün olur.
Gün içinde değişen saatlere göre değişir ışığı şehrin. Bu değişimle beraber Marmara’nın rengi değişir. Yurtdışına çıkmış, başka denizleri görme imkanı bulmuşların pekala teslim edecekleri bir hakikat vardır: Marmara’nın rengi tamamen kendine hastır, ve asla şöyle şöyle bir mavidir denemez. Çünkü kıtaların, denizlerin birbirleriyle buluştuğu düğüm noktası İstanbuldur ve ne üzerinde havası durgundur, ne içinden geçen denizi durağan. Sürekli bir akış, sürekli sürükleniş, sürekli bir devinim.
Vasfı böyle olunca içinden geçen denize renk biçmek de imkansızdır. Mavi, ama hangi mavidir Marmara? Mavi midir? Maviliğinde kaç rengi barındırmakta, kaç denizin okyanusun canlısını gezdirmekte, derinliklerinde kaç medeniyetin âsârını, tarihini, hayallerini, ümitlerini canlı tutmaktadır. Doğu’nun firuzesini Batı’nın soluk mavisine, uzak bozkırların turkuvazını kuzeyli çakır aydınlıklara katıştırarak adı henüz konmamış yepyeni bir mavi olur, karşımıza çıkar.
Işıkla bulutun beraberce Marmara’ya döktüğü renk armonisinin sihrini her İstanbullu kendi içinden okur. Kiminin bakışları vapurun camından morarmış sulara dalar kaybolur, kimi oynak dalgalarında kendi heyecanını bulur. Aynı vapurda karşıya geçmeyi bekleyenlerden her biri için ayrı bir İstanbul vardır o sularda. Memleketine dönmeğe karar vermiş inşaat işçisinin o suların ışığında bulduğu, yaşlı konsolosun bulduğundan daha az mı şairanedir? Zar zor bir burs bularak öğrenimini kurtarmanın heyecanıyle dolup taşan üniversitelinin gözünde bu şehir daha mı az şairanedir? İşinden evine dönenlere göre, herhalde gün boyu çıkamadıkları ofislerinden evlerine kadar yaşayabilecekleri yegâne şiiriyettir.
İstanbul’un en güzel ışığında en güzel vakti akşam saatlerinin daha yeni indiği demlerde saklıdır. Gün henüz kızıl yüzüne nikabı çekmemiştir, vapurların ışıkları yanmış, şehrin elektrik şebekeleri açılmak üzeredir. Lâmba direkleri, Galata’nın heveskar, aceleci aydınlatmaları akşamı karşılarken parlak kurdeleli saçlarını ister istemez Marmara’nın sularına bırakırlar ve dalgalanan yüzeyde bir başka İstanbul yüzmeğe başlar. İşte hülyalara bürünmüş hayal İstanbul.
Muhterem Yüceyılmaz
sanatalemi.net