Gönderen Konu: "İstanbul'a Gider İken.."  (Okunma sayısı 3327 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı duaekseni

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 209
"İstanbul'a Gider İken.."
« : 24 Haziran 2008, 01:08:02 »

İstanbul’a Gider İken…

 

    Bir minibüse, “cümbür-cemaat” doluşup, on dört kişilik bir grupla İstanbul’a gitmek üzere sabah namazından sonra BİSMİLLAH deyip yola koyuluyoruz.

    Amacımız;Eyüp’te bir sabah namazı,Yûşâ Tepesi’nde piknik,Piyer Loti’de soluklandığımız esnada, muhteşem o manzarayı göz ve gönül makinelerimizle fotoğraflayıp ,İstanbul’dan üniversite okumak için gelenlerin aileleriyle hasret gidermesi niyet ve temennisiydi.

    O haftaki “kavram” çalışmamızı da yolculuk boyunca minibüste işlemeyi kararlaştırdık.

    Anlayacağınız, maksadımız hem ziyaret,hem ticaret.

    İki gece üç gündüzlük seyahatimizin konaklama sorununu İstanbul’da ikamet eden kızların ve benim bir akrabamın evinde kendimizi “zoraki konuk” ettirmeyle çözüme kavuşturmuştuk.

    Yol boyunca, Kur’an’da Musa (as) kıssasının geçtiği ayetleri bir arada değerlendirip, alınacak mesajlar üzerine hararetli tartışmalar yaşandı.Araya bazen Musa’nın “Azrail’e yumruk atıp,gözünü çıkarması (!)”, şefaate ilişkin meşhur hadiste yer alan ahirette kendisine şefaat için gelenleri “ben bir katilim.Bir Kıpti’yi öldürdüm.Benim şefaat yetkim yok.Siz en iyisimi kardeşim Muhammed’e gidin” söylemleride karışsa verimli bir sohbet olduğu kanaatindeyim.

    İlk durağımız,Yûşâ Tepesiydi.Beykoz ilçesi sınırları içinde kalan Anadolu Kavağı yakınlarında,İstanbul’un denize en yakın yeri ve en yüksek tepesi (200m), boğaza ve Karadeniz’e hakim çok görkemli,muhteşem yer.

   Girişte yiyecek,hediyelik eşya türü ürünlerin satıldığı ufak bir stant mevcut.

    Kur’an-ı Mübin’de  Kehf Suresi 60-82. ayetler arasında anlatılan,  genellikle insanlar arasında Musa (as)-Salih Kul kıssasının geçtiği yer olarak inanılan Yûşâ Tepesindeyiz.

    Musa’nın  akrabası ve ölümünden sonra irşad görevini devam ettirdiği , kadim tefsirlerde yer alan, çoğunluğu israiliyat kaynaklı bilgilerde adı Yûşâ olarak kaydedilen ,genç yardımcısı olan ZAT’ın mezarına atfen ,17 m lik etrafı çevrilmiş bir yer.Bu kadar büyük “mezar” yapılmasının nedeni; birincisi  kesin nereye gömüldüğü bilinemediğinden tamamının çevrildiği.İkincisi; Peygamber olduğundan ululamak adına büyük tutulduğu.Üçüncüsü ise gerçekten boyunun 17 metre olduğuna inanılması. Çoğunluğu bayanlardan oluşan, sanki tavaf edercesine elleri açık,dua edip dönen insanlar var burada.”Tavafını” bitiren birine yaklaşıp bunun sebebini soruyorum?

- 7 kez “mezarın” etrafında dönüp bir Elham (Fatiha) ve üç  Gûlhû (İhlas) okudum.Sonrada Yûşâ Peygamberin hürmetine dilek diledim.cevabını alıyorum.

    Aynı mekanda, ilk 3. Osman’ın Sadrazamı Çelebizade Mehmet Said Paşa tarafından yaptırılan Cami deprem ve yangınlarla tahrip olunca, 1803 yılında Sultan Abdülaziz tarafından tekrar yaptırılmış.Caminin yanından dolanıp yürüyorum.Boğaza hakim muhteşem manzara karşısında etrafın kalabalığından fiilen olmasa da,yürekten secdeye kapanıyorum.

    Allahûekber!..

    Oturduğum bankta,Rabbimin Kehf Suresinde anlattığı Musa-Salih Kul kıssasını düşünüyorum.

-Eşyanın görünen ve görünmeyen iki boyutuna dikkatlerimizin çekilmesi,

-Hikmet ve Bilgi arasındaki derinlik farkı,iki ayrı bakış açısının aynı olaydan çıkarsamalarındaki farklılık,

-Hakikatin, eşyanın görünen yüzünde değil onun arka planında yatan bir boyutunun daha olduğu vurgusu,

-Hiç kimsenin (Peygamber Musa bile olsa)tüm boyutları ile her şeyi biliyorum zannına kapılmaması,bilmediği boyutunun da olabileceğini hiç aklından çıkarmaması gerektiğini,

-Bizim hayır bildiklerimizin şer,şer bildiklerimizin hayır olabileceği vurgusunu,

-Allah’ın kainata yönelik planlarının arkasında çok çeşitli hikmetler yattığını ,

-Bu hikmetleri tam olarak sadece Allah’ın bilebileceği,bizlerin bilemeyeceğinden haddimizi bilmemiz gerektiği ihtar ve imâsını….

   Bir ünlemeyle ; gözlerimin daldığı , Rabbimin sadece bir ayeti olan Karadeniz’den ve gönlümün daldığı vahiy ummanından bir yudum olan Kehf Suresinin derinliklerinden ayrılıyorum.

-Sofra hazırrr !

….

    Akşamüzeri kalacağımız evlere dağılıyoruz.Ben epeydir görmediğim, yalnız yaşayan akrabamda iki kızla beraber misafirim.

    Ortalıkta çalımla salınan, ev sahibesinin peşinden hiç ayrılmayan, uzun bembeyaz saçları olan, bir köpekte bizimle beraber.Tüyleri diyemedim zira hiçte köpek muamelesine tabi değil.Sanki evin kız çocuğu! Dolayısıyla, elbette o bizim gibi misafir değil, ev sahibi.Terier cinsiymiş.400._ YTL’ye satın alınarak bu eve gelmiş,söz sahibi olmuş. Adı;Prenses Lili. Ama lafta değil, harbiden Prenses ha! Aylık gideri 6-7._ YTL civarındaymış.(60-70milyon lira) Asgari ücretle geçinen 6 kişilik bir ailenin fertlerine düşen aylık harcamadan fazla bir gideri var.(en son sanırım 406._ ytl idi asgari ücret)

   Üzerinde kollarından (!) giydirilmiş,bacaklarını açıkta bırakan (yani göbeği açık, modaya oda uymuş) çingene pembesi bir kazağı var.Annesi 5 milyon TL ‘ye almış.Başında ve kuyruğunda aynı renkten fiyongu, tek kulağında da inanmayacaksınız ama küpesi bile var.

    Annesi sözüm garipsenmesin, akrabam çağırırken “Gel kızım, Gel Prensesim” diye sesleniyor.Hanım eşinden ayrılırken mahkemede oğlunun velayetinin babasına verilmesini talep etmişti. Gerekçesi; çalışıyorum, zamanım yok onunla ilgilenmeye. İstanbul gibi yerde hem maddi yönden ve hemde  yetiştirmek,terbiye etme sorumluluğunu almak çok zor benim açımdan demişti.

    Hey gidi Pernses Lili! Şimdi annenin (!) senin üzerine titrediğine bakma.Bir zamanlarda senin yerine o yavrucağı okşuyordu biliyor musun? 

   Kuaförün,doktorun (veterinerin),kılık-kıyafetin,market alışverişinle(maması-vitamini) tam bir hanımefendisin (!) bunu kabul ediyorum.

 - Eee, sen neler yapıyorsun bakalım?Bir an duraksadıktan sonra cevap veriyorum.

 -Hiçbir şey.Senin yaptıklarının yanında lafı bile olmaz.Üstelikte Lili Hanım’ın onca sorumluluğunu yüklenmişken.Yalnız şunu hatırlatmama müsaade et.

   Rabbim “mallarınız,canlarınız ve evlatlarınız imtihan sorularınız” diyor.Yani nerden kazanıp,nerde harcadığınızdan,ömrünüzü hangi yolda tükettiğinizden,evlatlarınızı hangi şeriat üzere büyüttüğünüzden sınava çekileceksiniz buyuruyor.Karnemizdeki notlarda bunları içerecek.

   Sınavdan kaçan yada hiç sınava bile girmeyen kişinin karnesi olurmu?

   Allah korusun “o dehşet günde” merhamet etmemiz gereken ama haddi aşmadan, Allah’ın emanetleri olan çocuklarımız yerine konan hayvanların sevgisi,kollanıp-korunması bizi kurtarıp, geçer not almamız sonucuna götürürmü?

   Ne diyeceğiz? Rabbim, Sen emanet çocuk verdin ama bana bakımı ,sorumluluğu ağır geldi, beğenmedim,onun yerine imtihan sorumu değiştirdim, bak bu köpeği insana layık bir yaşamla koruyup, eğittim .

   Sonra ,yarın oğlun evlenip nasipse torunların olduğunda ,babalarının çocukluk anılarını değilde, Prenses Lili Halalarının (!) yaramazlıklarını, ne zor büyüttüğünü mü anlatacaksın? Hakkını helal et.Ben doğru bildiklerimi,Rabbimin öğrettiklerini sana aktarmakla mükellefim. Çantamdaki cep boy Kur’an mealini hediye ediyorum.Benim içinde dua  ricasında bulunarak.

.....

    Ertesi gün sabah namazında Eyüp Sultan Camisine gidiyoruz.Bir an kendimi Medine’de Nebi Mescidi’ndeymiş gibi hissediyorum. Çocuklu hanımlar,pantolon üzeri badili başında tülden başörtülü genç kızlar,çarşaflı,pardösülü hanımlar.Duygulanıyorum,içim doluyor.

   Rabbim! Seherin bu vaktinde her ne kılık-kıyafetle olursa olsun, koşarak Senin rızan için geliyor bunca kardeşim.Hepimize şuur,Senin razı olacağın bir yaşam ve İslam üzere bir ölüm nasip et.

   Eyüp Semtinde,Haliç kenarında Külliyesi içinde Eyüp Sultan Cami ininde yer aldığı bir mekandayız. 1459 yılında ilk Fatih Sultan Mehmet yaptırmış.1766 daki depremde hasar gördüğünden Sultan 3.Selim tarafından 1798 de yıkılarak tekrar yaptırılmış. Tahta çıkan sultanlar burada merasimle kılıç kuşanarak Halife unvanını alırlarmış.

    Yine burada da bildik,iç buran görüntüler.Külliye içindeki parmaklıkları,duvarları kutsayarak gözyaşları içinde öpüp-okşayanlar.    Emeviler’in 668 yılındaki İstanbul kuşatması esnasında şehit olmuş,sahabenin büyüklerinden olan Hz.Eyüp El –Ensari’nin (r.a) kabrine çeviriyorum gözümü. Büyük bir izdiham.Ev maketi yapanlar,makara çözenler,beşik kuranlar,kilit açanlar,derdine deva olsun diye yüzünü gözünü sürenler.

    İnsanın kanını donduran ,içini sızlatan, gözüyle beraber yüreğini ağlatan görüntüler.

    Bu kardeşlerimizin içinde acaba kaç kişi Hz.Eyüp(ra) ‘nın hasta ve çok yaşlı olmasına rağmen kendisini bineğine bağlatarak İstanbul’un fethi için yapılan sefere katıldığını biliyor?Rasulullah (sav) ‘ın müjdesine mazhar olabilmek için “Daha içerlere,surlardan içerlere taşıyın beni ,orada şehid olayım”dediğini?

    Sevgili’nin (sav) Medine’ye hicretlerinde onun evinde kalarak şereflendirdiğini.

    Bu kutlu sahabinin Medine’den ensardan olmasına rağmen İstanbul’da ne aradığını ,amacının ne olduğunu ,mezarının orada olmasındaki hikmet ve sebebi kaç kişi merak ediyor?

….

    Şimdiki durağımız Pierre (Piyer) Loti Tepesi. Asıl adı Julien Viaud olan Fransız yazar ve bir deniz subayıdır Piyer Loti.1876 da İstanbul’a gelir.Aşık olduğu Aziyade isimli bir Osmanlı Hanım adına “Aziyade” isimli kitabını da yazar.Sık sık bu tepeye gelip, hatıralarını yad ettiğine nispetle bu isimle anılır.10 yıl kadar sonra İstanbul’a tekrar geldiğinde sevdiği hanımın öldüğünü öğrenince yıkılır.

   Eyüp Semtinde; Halicin en önemli seyir tepesindeyiz.Altın Boynuz (Golden Horn) diye anılan Haliç’in tüm ihtişamını önümüze seren manzaraya dalıp gidiyorum.

   Bu tepeye ,dünyadaki ünleri ahirette işlerine yararmı bilinmez bir çok ünlünün yattığı kabristanın parke döşeli dar ,dik  yokuşlu yolunu tırmanarak ulaşıyoruz.Haliçte sonradan oluşan adacıklar dikkatimi çekiyor.Bu adalarda tavşanların yaşadığını ve çeşitli yabani kuşların uğrak yeri olduğunu öğreniyoruz.

    Evde hazırladığımız ekmek arası yolluğumuzu ,sipariş verip pahalılığından” içmeye kıyamadığımız”, iki hürplük çaylarımızla yemeye başlıyoruz.Tevekkeli dememişler “İstanbul un taşı,toprağı altın” diye.Anlaşılan çaylarıda altın olmalı ki bu kadar pahalı!

   Geriden doğru orta yaşlı,zayıf,esmer bir bey hışımla geliyor.Aksanlı bir dille;

  -Çabuk bu masaları boşaltın.Hemde en güzel manzarayı kapmışsınız!

  -Neden boşaltalım?Daha önce burası rezerve mi edilmişti?

  -Bir otobüs dolusu Fransız turist geldi.Onlar için masaları birleştireceğim.Yada şöyle duvar dibine gelin siz.

  -Neden biz gelelim? Onlar otursun duvar dibine.Sonradan gelen onlar.

  -Hem hepinizinde başı örtülü.Şimdi ne düşünürler Türkiye hakkında kim bilir?

    Birden tepemin tasının attığını hissediyorum.İçimde kazanlar kaynamasına rağmen,gayet sakin bir sesle;

  -Biz ne zaman istersek o zaman ayrılacağız buradan.Başımızı da imaj kaygısıyla örtmedik.Hem bak ilerde oturan şoförümüz ve onun başı açık.

  -Patron söyledi ne yapayım,ben emir kuluyum.Kalkmazsanız polis çağırırız.

   Gülmemek için kendimi zor tutuyorum.

  -Buranın sahibi patronun değil.Buraların asıl Sahip’inin,  Patron’unun  sözü geçer. O’da bu güzellikleri örtülü-örtüsüz,Türk-Fransız,inançlı-inançsız tüm kulları için yaratmış.Eğer O tapusunu senin patronuna verdiyse göster terk edelim.Veya O terk et benim mekanımı derse giderim.Aksi halde canımın istediği kadar buradayım.

   -Şimdi görürsün sen ! deyip uzaklaşıyor.

    Yol arkadaşlarıma bakıyorum.Ürkmüş,şaşkın bir haldeler.

  -Termostaki çayıda çıkarın.Kafanıza takmayın olanları.Manzaranın,güzelliğin tadını çıkarın. Deyip gülümsüyorum.Kararsız, hareketsiz bakıyorlar yüzüme.Sakinleşmediklerini görünce,

   -En azından polis gelip kulağımızdan dışarı atıncaya kadar .Bu tesisi bu güne kadar kimler kiraladı,sonrada (beklide ölüp) bırakıp gittiler.Şimdilik kiracısı ve az önceki deynekçiside asıl mülk sahibine bırakıp gidecekler.

    Bir müddet daha oturuyor,fotoğraflar çekiyoruz.Polis veya tesisin sahibi gelen giden olmuyor.Pılımızı-pırtımızı toplayıp ayrılıyoruz o güzelim mekandan.

    İki buçuk günlük,acısıyla tatlısıyla bir seyahat sona eriyor.Hayat akıyor,”Kürkçü dükkanına”, kaldığımız yerden devam etmek üzere tekrar dönüyoruz.

 

    Nerde kalmıştık?

 

    Selam ve muhabbed ola..

    (duaekseni)