Gönderen Konu: İzahlı Menar  (Okunma sayısı 20656 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı thenaksi

  • okur
  • *
  • İleti: 96
İzahlı Menar
« : 07 Mart 2011, 17:26:07 »

arkadaşlar burada tamamı mevcut değil okuturken istifade edebiliriz dua buyurursanız tamamlayınca devamını ekleriz inşaAllah.

MENAR
Usulu fıkhın mevzu: ahkâm ı ispat haysiyetinden edile-i şerıyyedir. Deliller dört kısımdır
   Kitap
   Sünnet
   İcma-ı ümmet
   Kıyas-ı fukaha
KİTAP: (Kur’an-ı kerim)
   Peygamberimiz aleyhisselam üzerine inzal olunan ve ondan tevatüren nakl olunan nazımdır.
   “Münzel” kaydı ile manası, tarafı ilahiden, lafzı rasülüllah efendimizden olan hadisi kudsiler, lafzı ve manası Rasülullah efendimizden olan hadisi şerifler tarifden çıkar. Kuranı kerimin lafzı ve manası münzel olduğu için kuranı kerime “vahy-i metlüv” denir. (sünnete vahy-i gayri metlüv denir.)
   “tevatüren” kaydı ile meşhur ve ehad tariki ile rivayet olunanlar tarifden çıkar. Haber-i mütevatir: kizb üzerine ittifakları düşünülmeyen kavmin haberine denir ki : karn-ı evvel ricali olan sahabeden, karn-i sani ricali olan tabiine ve karn-i salis ricali olan tebe-i tabiine aynı suretle intikal etmiş bulunmalıdır. Haberi meşhurda ise karn-ı evvelde tevatür yoktur. Tevatür karn-ı sani ve salisde görülür. Haber-i ehad (veya vahid) e gelince mütevatir ve meşhur mertebesine ulaşamayan haberlerdir. Kuranı kerim bize haber-i mütevatir ile vasıl olmuştur.
KUR’AN-I KERİM’İN CEM’ I
(Kitap Haline Getirilmesi)
Peygamber efendimiz kendisine Cebrail aleyhisselam geldiğinde onu dinliyor, vahiy bittiğinde onu kendi öğrettiği şekliyle Cebrail aleyhisselama okuyor, sonra yanında bulunan sahabe-i kirama tebliğ ediyor ve onlardan bunu ezberlemelerini istiyordu. Onlarda onu hemen ezberleyip onu titizlikle koruyorlardı. Peygamber efendimiz bununla yetinmiyor Allahın kitabının kayda geçmesi ve muhafazası konusunda fevkalade ihtimam göstererek, vahyin nüzulü vaktinde birkaç vahiy kâtibi çağırarak gelen vahyi yazmalarını istiyordu. Cebrail aleyhisselam kuranı kerimin sırasına göre ezberlenmesi için, indirilen surenin yerini peygamber efendimize açıklıyordu. Peygamber efendimizde katipleri uyarıyor, hangi surede yer alacağını onlara gösteriyordu. Vahiy katipleri sahabenin ileri gelenleriydi. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Zeyd bin sabit, Abdullah bin mesud ve übeyye bin ka’b (rıdvanüllahi Teala aleyhim ecmain hazaratı)bunlardandır. Bu kâtipler gelen vahyi o zaman yazı malzemesi olarak kullanılan, kâğıt şekline gelmiş hurma dalları, kürek ve eğe kemikleri, düz ve ince taşlar ve diğer deri veya kâğıt parçaları idi. Sonra bu yazılanlar peygamberimizin evine konuyor ve emin bir yerde muhafaza ediliyordu. Ramazan ayında Cebrail aleyhisselam her gece peygamber efendimize gelir. O da kendisine o zamana kadar indirilmiş olan kuranı kerim ayetlerini arz ederdi.”arz” metodu önce Cebrail aleyhisselamın okuması sonra onun okuduklarını peygamberimizin okuması şeklinde cereyan ediyordu. Rasülüllahın hayatının son senesinde kuranı kerim tamamlandıktan sonra iki defa Cebrail aleyhisselama arz edildi. Ve peygamberimiz kuranı kerimin son şeklini aldığı bu arza göre onu birde sahabe-i kirama okudu. Sahabe-i kiramın birçoğu bu tertibe göre ezberledi.  zeyd bin sabit, übeyye bin ka’b, Abdullah bin mesud bunlar Arassında bulunuyordu. İşte rasülülüllah efendimiz hayattayken kuranı kerim bu şekli almıştı. Şu kadar var ki vefatı sırasında tek bir Mushaf halinde değildi. Cem işi Hz. Ebu Bekir in halifeliği zamanında gerçekleşti.  Şöyle ki yemame harbi adında bir harp yapılmış rivayete göre 500 kadar kuran kerim hafızı şehit edilmişti. Hz. Ömer efendimizin telkinleriyle kuranı kerimin bir kitap haline getirilmesi kararlaştırıldı. Hz. Ebu Bekir, hafızasının güçlü olduğu herkesçe bilinen hafızları topladı.  Aralarında Hz. Ali , übeyye b. Ka’b ve Osman b.affan da bulunuyordu. Bu zatlar büyük çalışmalar neticesinde peygamberimizden aldıkları şekil ve tertibe göre kuranı kerimi yazdılar. Bu şekilde hem yazılı hem de sözlü ittisal sağlanmış oldu. Böylece kuranı kerim hem yazılı hem de sözlü olarak mütevatir olmuş bulundu.
Usulu fıkıhta Kuranı kerimle ilgili iki bahis vardır
   Mebahis-i hassa      (Kuranı kerime mahsus olan bahis)
   Mebahis-i müştereke      (Kuran ile sünnet arasında müşterek olan bahisler)
Mebahis-i hassa: Menkulun Kuran olmasında tevatür şarttır. Tevatürün şart olmasına binaen şaz rivayetler için gerek meşhur gerek ahat tariki ile olsun Kuran hükmü verilmez. Binaen aleyh, şazları inkâr eden kâfir olmaz, namazda kıraati caiz olmaz, kat’ı hüküm ifade etmez, muhdisin (abdestsizin) dokunması caiz olur cünüp olan okuyabilir. Şazlar iki kısımdır 1) meşhur olan şaz rivayetler: bunlarla amel caizdir. İbni mesud hz.lerinin mushafın da olduğu şekilde kefareti yemin ayetinde (                                                 )
“mütetebiat” kıraeti meşhur olduğundan, yemin kefaretinde üç gün peş peşe oruç tutmak lazımdır.
2) Gayri meşhuru ile amel caiz değildir: übeyye bin ka’b (radıyAllahü anh)ın mushafında olduğu şekilde ramazanı şerifin kazası hakkındaki(                  )“mütetebiat “kıraatı ahat tarıki ile sabit olduğundan ramazanı şerifin kazasında peş peşe tutmak şart değildir.  
Mebahis-i müştereke: nazmüddel alel manadır. (                  )
Biz, dini hükümleri Kuranı kerimin mukaddes nazmından ve sünnetlerin mübarek lafızlarından, ibarelerinden anlamak ihtiyacındayız. Bu cihetle, lafızlar hakkındaki bir takım lisan kanunlarını, bilgilerini nazara almaya mecburuz. Dört kısma ayrılan bu lisan kanunlarını (yani                )
   Vücuhu nazım      vaz olunduğu mana bakımından    
   Vücuhu beyan      manaya delaletinin vuzuh (açıklık) ve hafa ( kapalılık) derecesi            bakımından  
   Vücuhu isti’mal      kullanıldığı mananın vaz olunduğu mana olup olmaması bakımından
   Vücuhu vukuf      lafızla manaya vukuf itibarı ile (lafızdan maksadın ne olduğunu anlama)
HAS
 alelinfirad (nevileri ve cinsleri bir olan fertler arasında müşareket olamaması, yani efrad mülehazası olmamaktır.) bir manaya vaz olunan lafızdır.
Hassın mevzu olduğu mana isimde ayn olur. Yani asla iştiraki kabul etmeyecek şekilde muayyen ve müşahhas olur. Ali, Veli, Hasan, Hüseyin gibi. Veya hassın medlülü olan mana isimlerde cins olur. Cins: hükümleri bir olmayan birçok fert arasında müşterek bir manaya vaz edilen isimdir. “İnsan” lafzı gibi bu lafzın medlülü olan fertler çok olmakla beraber hükmen muhteliftir. Veya hassın medlülü olan mana isimlerde nev’ı olur nev’: hükümleri bir olan birçok fert arasında müşterek bir manaya vaz edilen isimdir. Racül ve mie(100 ) lafızları gibi. Bunların medlülü olan fertler çok olmakla beraber hükmen birdir. Hulasa: kadın,erkek,insan, on,yüz,bin, gibi lafızların birtakım fertlere şümulu vardır. Fakat bu fertler, bir nevi veya bir cins altında toplanmışlardır. Nev’de veya cinste birdirler.
Hassın hükmü: vaz olunduğu manaya beyana ihtimali olmaksızın kat’ı bir şekilde delalet etmektir. Bu sebepten tarabbus (boşanan kadının iddetini beyan eden ayet) ayetinde “kuru’” lafzı tuhur ile değil hayız ile te’vil edilmiştir. Şöyle ki  (                        )
“boşanmış kadınlar kendi başlarına (evlenmeden) üç kur’ bekler. “(bakara 228)  bir kadın boşandıktan sonra başka biriyle evlenebilmesi için bir müddet beklemesi lazımdır. Ancak bu beklemenin müddetinde ihtilaf olunmuştur. Ayeti kerimede (            ) “ÜÇ KUR’ diye açıktan zikredilse de kur’ lafzı müşterek bir lafız olup hayız ve tuhur manalarına vaz edilmiştir. İmamı Şafii tuhur manasına, ulama i hanefiyye hayız manasına haml etmiştir. Talakın mesnün (sünnete uygun) olanı tuhur esnasında olmaktır. (İçinde talak vakı olan tuhur imamı şafi ındinde üç kur’ dan birincisidir.) tuhur kasdedilince şu iki halden biri meydana gelir 1- talakın vaki olduğu tuhru iddete dahil edersek iki tuhurdan fazla, fakat üç tuhurdan az olacaktır.2- iddete dahil etmezsek, talakın vaki olduğu tuhrun dışında üç tuhur daha bekler ki bu durumda üç tuhurdan fazla beklemiş olur. Böyle olunca “selase” olan has lafzın hükmü bozulmuş olur. Ancak hayız kast edilirse böyle bir sıkıntı olmaz. Emir ve nehiy hassın kısımlarındandır.
EMİR
 Bir lafızdır ki:  onun vasıtasıyla başkasından bir işin yapılması isti’la tarikiyle(üst mertebeden alt mertebeye olacak şekilde, mütekellimin kendisini muhataptan daha ali görerek ) cezmen (kesin bir şekilde )istenilir. Namaz kıl, borcunu ver ibarelerindeki “ver” ve “kıl” lafızları gibi. Bizim Allaha dua ederken söylediğimiz “affet” ,“rahmet et” gibi lafızlar emir değildir (isti’la olmadığı için )
Emredene “amir” emir olunana “me’mur” emir edilen şeye “me’murun bih” denir.
Emir sıgası vücuba mahsustur. Nedip ve ibahaya geçmez. Vücup dahi sıgaya mahsustur. Fi’li rasül ve takriri rasüle geçmez. Mesela: gel, git, namaz kıl, zekât ver emirlerinden hep bunların vücubu anlaşılır. Yoksa bunların mendup veya mübah oldukları anlaşılmaz. Vücup ancak sıgadan anlaşılır. Bu suretle efali nebeviye yani rasülüllah efendimizin devamlı surette yapmadığı fiiller.kavl-i şerifleri gibi vücup ifade etmez. Fi’li resul eğer sehiv, veya bir fi’li tabii olur yahut peygamber efendimize mahsusu bulunursa vücup ifade etmez. Kuranı kerimdeki bir mücmeli beyan için varit olursa bilittifak ona ittiba vacip olur (mesela başa meshin miktarının ne kadar olduğu peygamberimizin tatbiki ile sabit olmuştur.)
Emrin mucebi (gerekli kıldığı sonuç): vücuptur. İster nehiyden önce olsun ister sonra olsun. Yani cenabı Allah bize bir şeyi emrederse o şeyi yapmak bizim için bir farz olmuş olur. Mesela Allahü Teala hazretleri bize namazı kılın            zekatı verin             diye emrediyor. Binaen aleyh bizim için namaz kılmak ve zekât vermek bir fariza oluyor.
Allah tarafından evvelce nehyedilmiş olan bir şeyin, daha sonradan yapılması hakkında bir emir sadır olsa bu emrin muktezası da vücup olur. Mesela: sarhoş olanlar hakkında” sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız”                     diye bir nehyi ilahi vardır. Bunlar bu halin zevalinden sonra yine namaz kılmakla memurdurlar. (yani önce bunlar namaz kılmakla emrolunmuş sonra yasaklanmış  burada emir nehiyden önce )Yine: bir Müslüman ı veya bir zimmîyi öldürmekten Müslümanlar nehyedilmişlerdir. Fakat böyle bir şahsın mürtet olması veya yol kesiciliği takdirinde katledilmesi için de cenabı Allahın emri vardır. İşte bu emirde nehiyden sonra olmakla beraber vücup ifade eder.
Mutlak olan, yani: karine bulunmayan bir emir sığası, tekrar iktiza etmez. Me’murun bih bir kere yapılmakla emre imtisal edilmiş olur. Mesela

“ey iman edenler namaz kılacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın, başınızı mesh edin ve topuklarınızla beraber ayaklarınızı yıkayın” maide 6 bu ayeti kerime namaz kılınacağı zaman abdest alınmasını emretmektedir. Namaz kılmak abdestin sebebini teşkil etmektedir. Her ne zaman bu sebep tekerrür etse abdeste tekerrür eder (yani her namaz kılışımızda abdest almamız emrin tekrar iktiza ettiğinden dolayı değil sebebin tekrarındandır.)
EMİR İLE VACİP OLAN ŞEYLERİN HÜKÜMLERİ
(Eda ve Kaza)
Cenabı Allah ın emrettiği bir şey vacip olunca, bunu yerine getirmek gerekir bu da ya eda veya kaza suretiyle olur. Eda: emirle vacip olan şeyin aynını teslim etmektir. Üç kısımdır 1- eda-i kâmil: meşru kılındığı bütün sıfatları ile yerine getirilen edadır. Cemaat le farz namazı kılmak gibi 2- eda-i kasır: meşru kılındığı sıfatlarda noksan olan edadır. Farz bir namazı cemaatsiz kılmak veya tadili erkâna riayet etmeden kılmak gibi. 3- eda şebih bilkaza(kazaya benzeyen edadır): bir bakımdan kaza gibi görülür. İmam namazı bitirdikten sonra lahıkın fili gibi lahık: imamla beraber başlayıp, vakit devam ettiği için edadır fakat kazaya benzer. İmamla başladığı namazı imamla bitirmesi lazım gelirken kendi başına bitirdiği için. Kaza: emir ile vacip olanın mislini (benzerini) teslim etmektir. Üç kısımdır 1- kaza bimisli makul: kendisindeki mümaselet (benzerlik) anlaşılan kazadır orucun oruçla, namazın namazla kazası gibi 2- kaza bimisli gayri makul : eda ile kaza arasındaki mümaseleti aklın anlamadığı kazadır. Şeyhi faninin (yaşlı kimsenin) tutamadığı oruçlar yerine fidye vermesi gibi. 3- kaza bi manel eda (eda manasındaki kaza): bayram namazında imam rükûda iken yetişip de, zevaid tekbirlerini rükûda almak gibi. Bu kazadır zira tekbirlerin yeri olan kıyam geçmiştir. Edaya benzer, çünkü rükûda insanın yarısı dik olduğu için hakikaten kıyama benzer, imama rükûda yetişen o rekâta yetişmiş olacağından hükmen kıyama benzer
Eda ve kaza mecazen (yani bir karine ile )birbirinin yerine kullanılır. Mesela: falanca borcunu eda etti denilir. Buradaki borç kelimesi kendisinden kaza manasını anlamamıza bir karinedir. Zira borcu eda muhaldir. Yine cenabı Allah ayeti kerimede “Cuma namazı için “kaza” olunduğu zaman buyuruyor. Buradaki namazın Cuma olması kaza kelimesinden eda manasını anlamamıza bir karinedir. Zira cumanın kazası olmaz.
Eda ve kaza birbirinin niyeti ile yerine getirilirler (ancak yine karineye ihtiyaç vardır.) mesela: niyet ettim dünkü öğle namazını edaya veya bu günkü öğle namazını kazaya demek gibi.
Eda ve kaza aynı sebeple vacip olur. Yani edanın vücubiyyetinin sebebi ne ise kazanında odur. (ancak bazı Hanefiler ve bazı şafiler kaza nassı cedid (yeni bir delil) ile vacip olur demişlerdir. Mesela namazın kazası hakkında varid olan                   “kim bir namazı unutursa, hatırlayınca onu kılsın” hadisi gibi. Namazın edasının sebebi vakittir kazasının sebebi de vakittir. Fakat yukarıdaki zevata göre zikredilen hadisi şeriftir.

« Son Düzenleme: 07 Mart 2011, 22:43:48 Gönderen: Tuğra »
Gam değildir gide dünya kala din,
  Gam odur ki kala dünya gide din..!

Çevrimdışı thenaksi

  • okur
  • *
  • İleti: 96
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #1 : 07 Mart 2011, 17:27:41 »
ME’MURUN BİHDEKİ HUSÜN
Cenabı Allah hikmet sahibidir. Eğer bize bir şeyi emrettiyse onda mutlaka bir husün (güzellik) vardır. Me’murubih deki bu husünden dolayı Allah onu emretmiştir. (yani husun emrin medlülüdür emirde o husnün delilidir.) fakat bu husün bazen bizzat me’muru bihden kaynaklanır. Buna husün liaynihi denir iman gibi. Bazen de husün me’muru bihin haricindeki bir şeyden kaynaklanır buna da husün ligayrihi denir. Cihat gibi. Cihat haddi zatında insanları ta’zibe, beldeleri tahribe vesile olduğu için lizatihi güzel değildir. Belki dini i’laya (yüceltmeye) İslam yurdunu müdafaaya vesile olduğu için güzeldir. Burada husün denilince göze, kulağa, damağa, akla hoş gelen güzellikler değil de dünyada medih ahrette de sevapla alakalı olan demektir.(yani onu yapan dünyada methe, övülmeye ahrette de sevaba hak kazanır demektir.)
Husün liaynihi iki kısımdır  1- vazındaki bir manadan dolayı hasen olan namaz gibi zira namazdaki güzellik bizzat kendinden neşet eder çünkü namazın tamamı tazim için vaz olunan fiil ve kavillerden ibarettir. 2- liaynihi hasen olup ancak ligayrihi hasene müşabih olandır.  Zekât, oruç, hac gibi ki bunlar kendilerinde biraz zahmet veya maldan mahrumiyet bulunduğundan ligayrihi hasene benzerlerse de haddi zatında yüksek birer ibadet oldukları cihetle liaynihi hasendir. Her iki kısmında hükmü: me’murun bihin ya eda ile veya vücubunu izale eden bir şeyin arız olmasıyla sukutudur. Mesela: farz bir namaz liaynihi hasendir. Eda olunmakla zimmetten sakıt olacağı gibi cinnet veya hayız ve nifas gibi bir arızadan dolayı da sakıt olur.
Husün liğayrihi iki kısımdır. 1- me’muru bihi yapmakla me’muru bihin husnünü kendisinden aldığı gayır eda olunmayan, yapılmayandır. Abdest gibi Allah ü tela bize abdesti emretmiş dolayısıyla abdest me’murun bih dir. Fakat abdest bizatihi hasen değildir husnünü namazdan alır.  Binaen aleyh me’murun bih olan abdest alınmakla gayır olan namaz yerine getirilmez. 2- kendisi yapılmakla, gayır da eda olunandır. Cihat ve cenaze namazı gibi. Biz bunlarla me’muruz me’murun bih olan cihat ve cenaze namazı kılınınca bunların kendisinden güzellik aldıkları i’la i din ve hakkı meyyit de ifa edilmiş olur. Her iki kısmın hükmü: me’muru bihin husnüne vasıta olan şeyin vücubu ile vacip, sukutuyla sakıt olmaktır. Mesela namaz vacip olunca abdest de vacip namaz sakıt olunca abdest de sakıt olur.
MUTLAK VE MUKAYYET OLAN ME’MURUN BİH
Me’murun bihin edası ya muayyen bir vakit ile mukayyet olur veya mukayyet olmayıp mutlak olur. Mutlak vakit: bu öyle bir vakittir ki, bunun fevt (geçmesi) olması o vakitte yapılacak bir ibadetin, bir teslim muamelesinin eda sıfatını izale etmez. Yani o ibadet veya muamele her ne zaman yapılırsa yapılsın eda olur kaza olmaz. Mesela: nisap miktarı bir mal üzerinden bir sene geçince zekâtını vermek lazım gelir. İşte bu zekât hakkındaki vakit, bir vakti mutlaktır. Hemen sene nihayetinde verilmesi bir eda olacağı gibi bir müddet sonra verilmesi de yine eda olmuş olur. Sdaka-i fıtırda böyledir. Mukayyet vakit öyle bir vakittir ki: o vaktin çıkması o vakte mahsus olan bir vecibenin eda sıfatını izale eder. Yani o vakit içinde yapılırsa eda, yapılmazsa kaza olur. Mesela: günde beş vakit namaz kılmakla memuruz. Bu namazlardan her birinin muayyen bir vakti vardır. O namaz bu vakit içinde kılınmazsa eda sıfatını kayb eder, kaza namını alır. Binaen aleyh namaz vakitleri birer mukayyet vakittir. Ramazanı şerif orucu da böyledir. Mukayyet vakitler dört türlüdür. 1- vakit müedda için zarf, edası için şart vücubu için sebep olandır. Zarf demek: müedda eda edildikten sonra geriye zaman kalması, aynı cins ibadetten birden fazla yapılmasının mümkün olması demektir. Mesela öğle namazı vaktinde öğle namazı kılınır, yine vaktin bir kısmı kalır. Başka bir namaz kılınmasına da müsait olur. Böyle bir vaktin tamamı o namaz için bir zarftır. Ancak vaktin eda olunacak namazdan önceki ilk cüz’ü de bu namazın farziyyetine sebeptir. Aynı zaman da vakit namazın edası için şarttır zira vakit çıkınca o namaz eda değil kaza olur. Bu nev’inin hükmü: bu gibi vakitler yalnız o ibadetlere müsait olmakla kalmayıp aynı cinsten başka ibadetlere de müsaittir. Bu sebeple böyle zarf olan vakitlerin hükmü kendilerinde eda edilecek ibadetlere niyet ederken o ibadetleri tayin etmektir. Mesela öğle namazı kılınacak ise onu niyette tayin etmek: bu günkü öğle namazını kılmaya niyet ettim demek lazımdır. Mutlak olarak namaz kılmaya diye niyet etmekle o vaktin namazı eda edilmiş olmaz. Zira vaktin başka bir namaz kılınmaya da ihtimali vardır. Hatta vakit kendi farzına kifayet edebilecek kadar dar olsa bile niyette tayinin şart olması yine sakıt olmaz. Zira geniş vakte binaen asli hüküm olarak sabit olan niyette ta’yin şartı avarız ve taksiri ıbad (insanların kusuru)sebebiyle sakıt olmaz. (edanın dışında sebebiyet için vaktin bazı cüzleri taayyün etmez. Yani namazın vücubu için sebep hemen peşinden eda olunmak kaydı ile vaktin ilk kısmıdır. Eğer namaz vaktin ilk kısmında eda edilmiş ise namazın vücubu için sebep budur. Şayet namaz vaktin daha sonraki kısmında eda edilmiş ise sebep bu kısımdır. Bu şekilde vaktin ilerlediğini ve namazın eda edilmediğini düşünelim. Nihayet ancak bu namazın eda olunacağı kadar bir zaman kalmışsa artık bu kısım sebebiyet için belirli hale gelir. Eğer namaz eda edilmeden vakit sona ererse bu defa vaktin tamamı sebeptir.) 2- müedda için mi’yar vücup için sebep lan vakittir. Mi’yar: vakit ile müeddanın aşit olması, vaktin ancak bir me’muru bihin edasına müsait olması demektlr. Ramazanı şerif orucunun vakti gibi ki, bir ramazan gününde yalnız bir oruç tutulabilir. Gün uzarsa oruçta uzar kısalırsa oruçta kısalır. Bu nevinin hükmü niyette ta’yin(belirleme) şart değildir. Zira niyetteki tayinin faydası, diğer muhtemelatı (ihtimal olunan şeyleri) ortadan kaldırmak içindi. Vakit mi’yar olunca artık diğer muhtemelat kalmayacağından, niyette de tayin şart olmaz. Bir de ramazan orucu, ramazan ayına mahsus olduğundan bu gibi müteaayyin(belirli) olan yerlerde ıtlak (genelleme) tayin sayılır. Yani ramazan da ,”ramazan orucuna” diye belirtmeden mutlak olarak “oruca” diye niyet etse ramazandan sayılır. Yine sahih ve mukim olan kimse eyyamı ramazanda(ramazan günlerinde) nafile, kaza veya nezir  niyetiyle oruç tutsa yine ramazandan sayılır. Çünkü Allah o günü ramazan orucuna tahsis etmiştir. Kulun niyetiyle, tasarrufuyla değişmez. Ancak eyyam-ı ramazandaki müsafirin orucuböyle değildir. İmamı azam hazretlerine göre o günlerde misafir hangi vacibe (önceki ramazan orucunun kazası veya nezir oruçları gibi.) niyet ederse tuttuğu oruç o vacip oruç olur. Çünkü sefer sebebiyle o ramazanın edası misafirden sakıt olmuş sanki şaban veya recebin orucu gibi olmuştur. Müsafirin ramazan günlerindeki nafile oruç hakkında imamı azam rahmetüllahi aleyh den   iki rivayet vardır. Birincisi : nafileye niyet ettiği zaman farzdan sayılır. (Sahih olanda budur.) ikincisi : nafileden sayılır. Hasta ise ramazanda ister nafileye ister başka bir vacibe niyet etsin ramazandan sayılır. 3- vaktin müedda için mi’yar olup sebep olmamasıdır. Ramazan orucunun kazası gibi ki o vakit kaza için mi’yardır zira o gün sadece kaza orucu tutulabilir ancak sebep değildir. Çünkü edanın sebebi ne ise kazanın sebebi de o dur. Niyette ta’yin şarttır. Çünkü ramazanın kazası için bir vakit belirlenmemiştir. Yine bu sebepten kaza orucunun geçmeye de ihtimali yoktur. 4- müşkil olan vakittir. Hac vakti gibi. Haccın vakti de mukayyettir. Çünkü hac ayları bellidir. (şevval, zilka’de ve zilhiccenin ilk on günü) bakıyoruz bir senede bir hac yapılmasına nazaran bu vakit mi’yara benziyor bir günde bir oruç tutulması gibi. Yine bakıyoruz ki haccın rükünleri hac vaktinin tamamını kapsamıyor. Bu cihetle de zarfa benziyor. çünkü bir kimse devamlı ihramda kalıpta tavaf,sa’y ve umre ile meşgul olmaz başka şeylerde eda edebilir. Binaen aleyh hac vakti müşkildir. Zarf olan vakte “müvess’a”,mi’yar olan vakte “mazik” zarf mı mi’yar mı olduğu bilinmeyen vakte “meşkük vakit denir.
Kâfirler bil ittifak iman ile muhataptırlar çünkü rasülülullah efendimiz bütün insanları imana davet için peygamber olarak gönderilmiştir. “el-araf 158 ancak kâfirler namaz ve oruç gibi sukuta ihtimali olan ibadetlerle muhatap değildirler. (Ancak bazı âlimler bunlarla da muhataptır demişlerdir. Hali küfürde bu ibadetleri eda zaten caiz değil zira kâfirler ibadet neticesi olan sevaba ehil değildirler. müslüman olduktan sonrada daha önceki namazları kaza ile mükellef değildirler. Bu husustaki ihtilafın neticesi şudur: onların böyle namaz oruç gibi ahkâm ile mükellef olması bunları terk sebebiyle azap olunmaları içindir. Aynen iman etmediklerinden dolayı hesaba çekilip azap olunacakları gibi.)
NEHY
Nehiy: lügatte men etmek yasak etmek demektir. Istılahta:
bir lafızdır ki, onunla bir şahsın bir  işi yapmaması cezmen isti’la tarikiyle istenir. nehyedene “nahiy” nehyedilen şahsa “menhiy” nehyedilen şeye de menhiyyün anh denir. Nehiy, terkin devamını icap eder. Mesela: “yalan söyleme” denilince bu yasak devamlılık gerektirir ve hiçbir zaman yalan söylenilmeyeceğini ifade eder. Ancak devama mani olan bir karine varsa o zaman muvakkat yasak icap eder “sarhoş olduğunuz zaman, ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayınız” ayeti kerimesi gibi sarhoşluk gidince nehiy kalkar namaz kılmak icap eder. Ve nehiy, gubuh (çirkinlik) iktiza eder. burada gubuh dan murat dünyada zem,ahrette de azap ile alakalı demektir. Yani menhiyyün anhı yapan dünyada zemmi ahrette de azabı müstehık olur. Menhiyyün anh gubuh itibarı ile liaynihi gabih ve ligayrigi gabih kısımlarına ayrılır. Liaynihi gabihde “liaynihi şer’an gabih” ve liaynihi vaz’an gabih diye iki kısma ayrılır. Ligayrihi gabihde “ligayrihi vasfen gabih” ve ligayrihi mücaviren gabih” diye iki kısma ayrılmıştır. Gabih liaynihi: kendi zatı gabih olup gubhiyyeti başkasından almayan menhiyyün anhtır ki: iki kısma ayrılır. 1- gabih liaynihi vaz’an gubhu akıl ile bilinen, vazıı lugat tarafından gubhuna delalet eden bir lafızla ifade edilmiş bulunan bir menhüyyün anhtır. “kizb” “zulüm” gibi yalan ve zulmün çirkinliği şer’i şerif tarafından yasaklanmamış olsa bile akıl ile malumdur, akıl ile anlaşılır. İşte: hakikate muhalif söz için kizb, başkasının hakkına tecavüz etmekten ibaret olan fiil için zulüm kelimeleri vaz’ edilmiştir. Sonra Şer’ı Şerif bunların çirkinliğini, bunları yasaklamak sureti ile beyan etmiştir bu sebeple böyle fiiller gubuh liaynihi vaz’andır. 2- gabih liaynihi şer’an  şer’şerif tarafından yasaklanması sebebiyle çirkinliği haber verilmiş olan şeylerdir. Hür insanı satmak gibi. Bir şeyin satılabilmesi, bey’a mahal olabilmesi için “mütekavvim mal” (kullanımına şer’ı şerifin müsaade ettiği ve fiilen elde bulunan mal) olması lazımdır. Hür ise mal olmadığından satışı caiz değildir. Gabih ligayrihi: kendi zatına nazaran gabih olmayıp başka bir şeyle alakasından dolayı gabih olan menhiyyün anhtır ki, bu da iki kısımdır. 1- gabih ligayrihi vasfen : menhiyyün anhın gubhiyyeti kendisinden aldığı gayır (diğer şey) menhiyyün anhın bir vasfı olup ondan ayrılması mümkün olmaz. Eyyam-ı menhiyye de (oruç tutulması yasak olan günlerde yani: ramazan-ı şerifin1. Kurban bayramının 1.2.3.4. günleri) oruç tutmak gibi. Şöyle ki “oruç” kendisi güzeldir fakat yasak günlere tesadüf ettiği takdirde gabih olmuş olur. Bu günlerde oruç tutan bir mümin ziyafetten kaçınmış olur. İşte bu kaçınma o günlerde tutulacak oruçlardan ayrılmayan bir vasıftır(yani hem oruç tutulsun hem de ziyafet yapılsın mümkün değildir.) işte bu sebepden eyyamı menhiyyede oruç tutmak gabih ligayrihi vasfendir. 2-gabih ligayrihi mücaviren: menhiyyün anhın gubhiyyeti kendisinden aldığı gayır (diğer şey) menhiyyün anhın bir vasfı olmayıp menhiyyün anhe yakınlığı sebebiyle çirkinlik meydana gelmesidir. Cum’a namazı için ezan okunurken yapılan alış veriş gibi. Alış veriş haddi zatında güzeldir. Ancak vaktin Cuma namazı vakti olması sebebiyle gabihdir. Çünkü cum’a günü ezan okunduğu zaman namaza sa’y etmemiz koşmamız emrediliyor.(cum’a günü namaz için nida olunduğu vakit alış verişi bırakın, Allahın zikrine koşun ) Alış veriş ise sa’ye manidir. Fakat sa’ye mani olmaksızın alış veriş yapmak mümkündür. Mesela insan hem cum’a namazına koşar hem de alış veriş yapabilir. Bu sebeple  Cum’a namazı için ezan okunurken yapılan alış veriş gabih ligayrihi mücavirendir.



ÂM

ÂM: müsemmeyatı gayrı mahsureyi(sınırsız, hudutsuz) istiğrag eden(kapsayan) lafızdır.  (başka bir ifade ile am tek vaz’ ile tek bir manayı göstermek üzere konmuş bulunan ve muayyen bir miktarla sınırlı olmaksızın bu mananın kendisinde gerçekleştiği bütün fertleri kapsayan lafızdır. Am. Tahtındaki bütün fertlerin hepsini birden ihata eder, kapsar. Binaen aleyh Zeyd, Ali, Veli gibi isimler, ebeveyn, imameyn gibi tensiye sığaları, müsemmaları sınırlı olduğundan am değildirler.) amın hükmü: şamil olduğu fertlerde kat’ı bir hüküm ispat etmektir. Yani am bir lafzın hükmü: delalet ettiği fertlerin hepsi hakkında birden sabit olur. Bunların hepsine birden şamil bulunur. Mesela: bir kimse kölesine “her ne zaman filan işi yaparsan azad ol” dese köle o işi herhangi bir zaman yapsa azad olur. Am olan delil, has olan delilden sonra olsa, am ile has nesh olunur. Mesela uraniyyin namındaki bir kabile Medine-i münevvere ye gelmişler, Medine nin havası onlara uygun gelmemiş ve yüzleri sararıp,karınları şişmiş. Rasülüllah efendimizde onlara sadaka develerinin sütlerinden ve bevillerinden içmelerini emretmiş (           “onların sütlerinden ve bevillerinden için” bu hasdır. Daha sonra                                              “bevilden sakınınız”                                           emri ile bevilden kaçınılması emredildi. Bu ikinci emir am olduğundan has olan birinci emri neshetmiştir. Binaen aleyh tedavi içinde olsa bevlin içilmesi mubah olmaz. Am olan lafızlar iki nevidir. 1- sıgası da manası da am olan lafızlardır. Bu kısma “mecmuullafız vel mana” denir. 2-yalnız manaları am olan lafızlardır. Bu kısma “müfredüllafız,müsteğragul mana” denir.
MÜŞTEREK

İki veya daha çok mana için ayrı vaz’larla vaz’ edilen lafızdır. Mesela (       ) “ayn” lafzı böyledir. Casus, pınar, göz, altın, diz kapağı manalarına gelir. Bu manalardan her biri için ayrı ayrı vaz’ edilmiştir. “kur’” (       ) lafzı da müşterektir. Hayız (kadının adet dönemi )ve tuhur(kadının temizlik dönemi) anlamlarına gelir. Bu manalardan her biri için ayrı ayrı vaz’ olunmuştur. müşterekin hükmü: manalarından bazısını tercih etmek ve onunla amel etmek için araştırmaktır. Mesela “kur’” (       ) lafzı Hanefilere göre hayız ile müevveldir. Fakat “kur’” (       ) lafzı müşterek lafızlardan olduğu için ilk önce derinlemesine bir şekilde tetkik edilmiş ve araştırılmıştır. Ulema bu lafzın me’hazı iştikakı olan “kar’’” (       ) maddelerine bakmışlar, bu sığaları tetkik etmişler, diğer ulemanın bu maddelerden müştak olan lafızlarına bakılmış, mesela “kur’an” (           ) “karye”(         ) lafızları gibi bir takım lafızlara bakmışlar ve görmüşler ki hepsi bir cemıyyet,  toplanma manasını ifade ediyor.bu sebeple hayız manasına te’vil etmişler. Çünkü hayız da da toplanma manası vardır. Zira hayız rahimde toplanılan kanın dışarıya atılmasıdır. Böyle olunca“kur’” (       ) lafzına tuhur değil hayız manasını vermek daha münasip olmuştur. Bir de “selase” lafzının has olması sebebiyle hayız manası daha uygundur.(izahı has bahsinde geçti )Ancak bu gün bu lafızda iştirak kalmamış ve hayız manasına tevil edilmiş ise de bu hükümler çıkmadan önce araştırılması lazım gelen bir husustu. Müşterekin vaz’ edildiği manalarından biri tercih edilince diğerleri itibardan düşer. Bu sebeple müşterek lafız için umumiyet yoktur. Yani müşterek bir lafız söylenince manalarının her birini birden kast etmek caiz olmaz. Mesela “ayn” denilince bu lafzın bütün manaları birden kast edilmez
MÜEVVEL

Müşterekin muhtelif manalarından biri, zannı galip ile diğer manalarına tercih edilen lafızdır. Yani lafız manalardan biri tercih edilinceye kadar müşterekti. Teemmül ve tetkik neticesinde manalardan biri tercih edilince, lafız o bulunan manaya nazaran artık müşterek değil müevvel olmuş olur. Mesela : “kur’” (       ) lafzı hayız ve tuhur manasında müşterek iken daha sonra hayız manasına müevvel olmuştur. Müevvelin hükmü: hata ihtimali olmakla beraber, amelin vücubudur. (yani itikat vacip olmaz şu halde müevveli inkâr eden tekfir edilmez.)
VÜCUHU BEYAN
Lafzın vaz’ edildiği manaya delalet etme şekilleri.  Bir lafzın vaz’ edildiği manaya delaleti ya açık olur veya kapalı olur. Dolayısıyla delaletinin açıklığı ve kapalılığı bakımından iki kısma ayrılır. Vuzuh (açıklık) cihetinden dört kısımdır. Zahir, nas, müfesser, muhkem. Bu guruba giren lafızlarda kastedilen mananın anlaşılması için bir açıklamaya veya harici bir karineye ihtiyaç yoktur.  Hafa (kapalılık) cihetinden de dört kısımdır. Hafi, müşkil, mücmel, müteşabih. Bu guruba giren lafızlarda kastedilen mananın anlaşılması için bir açıklamaya veya harici bir karineye ihtiyaç vardır.
« Son Düzenleme: 07 Mart 2011, 22:46:00 Gönderen: Tuğra »
Gam değildir gide dünya kala din,
  Gam odur ki kala dünya gide din..!

Çevrimdışı thenaksi

  • okur
  • *
  • İleti: 96
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #2 : 07 Mart 2011, 17:29:39 »
ZAHİR

Mücerret sığasını işitmekle maksadın ne olduğu bilinen lafızdır. Zahirin hükmü: te’vil, tahsis, nesh ihtimaliyle beraber, kat’ı olan manasıyla amelin vücubudur. (Yani, zahir olan lafız diğer bir itibarla yani lafzın manaya vaz’ı itibarıyla has veya am olabilir. Lafız eğer has olursa kendisinde tevil ihtimali bulunduğu gibi, am olursa tahsis ihtimali vardır. Yine gerek has gerek am olsun o sözün hükmünün nesh edilmiş olması da muhtemeldir.)
NAS

Mütekellim tarafından kaynaklanan bir sebeple, (mesela ne gibi bir maksada mebni söylenmiş olması karinesiyle) zahirden daha ziyade açık olan lafza denir. Nassın hükmü: te’vil, tahsis, nesh ihtimaliyle beraber, sığasından kat’ı surette bilinen şey ile amelin vücubudur.

“riba (faiz) yiyenler, (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların “alışveriş de riba gibidir” demelerinden dolayıdır. Hâlbuki Allah alışverişi helal, ribayı haram kılmıştır. (bakara 275) bu ayeti kerimedeki “ehalle” (      ) kelimesi alım satımın helal kılındığını “harrame” (        ) kelimesi ribanın haram kılındığını açık bir şekilde göstermektedir. (yani bu ayeti kerime tahlil ve tahrim hakkında zahirdir.) ancak ayetin sevkine (söylenmesine) esas olan mana alım-satım ile riba arasındaki farklılığı vurgulamak, bunların aynı şeyler olmadığını açıklamaktır. Çünkü “alışverişde riba gibidir” diyerek bu iki muameleyi eşit sayan müşriklerin görüşünü ret etmek üzere nazil olmuştur. İkisinin hükmünün farklı olması (alış verişin helal, ribanın haram olması) bunların farklı şey olduğunu gösterir. (yani bu ayeti kerime tefrika hakkında nastır. ) zahir ile nassı farklı kılan, va nassı daha kuvvetli kılan nassın mütekellimin maksadını ifade etmesi ve sözün asıl sevk edildiği manayı ifade etmesidir.
MÜFESSER

Beyanı takrir beyanı tefsir ile nasdan daha açık olan lafızdır ki tevil ve tahsis ihtimali yoktur. ( bir sözü, bir kelamı, eğer o kelam am ise tahsis ihtimalini ve eğer has ise mecaz ve tevil ihtimalini ortadan kaldıran, o sözü te’kit eden beyana “beyanı takrir” denir. Kelamda olan kapalılığı gideren şeye de “beyanı tefsir” denir) “meleklerin hepsi birden beraberce secde etti” sad: 73 meleklerin secde ettiklerini beyana sevk edildiğinden dolayı nasdır. Ancak “el-melaike” lafzı am olduğu için tahsise ihtimal vardır.(yani meleklerin tamamı secehalle” (      ) kelimesi alım satımın helal kılındığını “harrame” (        ) kelimesi ribanın haram kılındığını açık bir şekilde göstermektedir. (yani bu ayeti kerime tahlil ve tahrim hakkında zahirdir.) ancak ayetin sevkine (söylenmesine) esas olan mana alım-satım ile riba arasındaki farklılığı vurgulamak, bunların aynı şeyler olmadığını açıklamaktır. Çünkü “alışverişde riba gibidir” diyerek bu iki muameleyi eşit sayan müşriklerin görüşünü ret etmek üzere nazil olmuştur. İkisinin hükmünün farklı olması (alış verişin helal, ribanın haram olması) bunların farklı şey olduğunu gösterir. (yani bu ayeti kerime tefrika hakkında nastır. ) zahir ile nassı farklı kılan, va nassı daha kuvvetli kılan nassın mütekellimin maksadını ifade etmesi ve sözün asıl sevk edildiği manayı ifade etmesidir.
MÜFESSER

Beyanı takrir beyanı tefsir ile nasdan daha açık olan lafızdır ki tevil ve tahsis ihtimali yoktur. ( bir sözü, bir kelamı, eğer o kelam am ise tahsis ihtimalini ve eğer has ise mecaz ve tevil ihtimalini ortadan kaldıran, o sözü te’kit eden beyana “beyanı takrir” denir. Kelamda olan kapalılığı gideren şeye de “beyanı tefsir” denir) “meleklerin hepsi birden beraberce secde etti” sad: 73 meleklerin secde ettiklerini beyana sevk edildiğinden dolayı nasdır. Ancak “el-melaike” lafzı am olduğu için tahsise ihtimal vardır.(yani meleklerin tamamı secde etmemiş olma ihtimali vardır.)“küllühüm”(            ) kavli ile bu ihtimal ortadan kalkmıştır. Ancak melekler hep birden mi? Yoksa ayrı ayrı mı? Secde etti “ecmeun”(           )gelerek bu ihtimali de ortadan kaldırdı. Ve “el-melaike “lafzı artık tahsis ve tevil ihtimali kalmadığından müfesser olmuştur. Müfesserin hükmü: yalnız nesih ihtimali ile beraber,kendisiyle amel ve itikadın vücubudur.
MUHKEM
Nesih ihtimali olmadığı için, müfesser üzerine kuvvet bakımından daha ziyade olan lafızdır. Muhkem iki kısımdır. 1- muhkem liaynihi: muhkemde nesih ihtimali eğer devam ve ebediyete delalet eden bir şeyle yahut mahalli kelam hasebiyle münkatı olursa bu muhkeme liaynihi muhkem denir. Mesela

“Allahın rasülünü üzmeniz ve kendisinden sonra hanımları ile evlenmeniz asla (ebediyyen) caiz değildir.” Ahzap 53 süreklilik ifade eden “ebeda” (      ) lafzıyla nesih ihtimali kalmadığı için muhkem liaynihidir. Yine “Allah her şeyi bilir”(                   l                                                       ) “o her şey üzerine kadirdir”(                                     gibi ayeti kerimeler mahalli kelam hasebiyle muhkem liaynihidir. Yani burada bizatihi kelamın kendisinin nesih ihtimali yoktur. Cenabı hakkın bir zaman her şeye kudreti yetsin de bir zaman yetmesin veya bir zaman her şeyi bilsin de bir zaman bilemesin akıl bunu tasavvur edemez. Onun için bunların neshe ihtimali yoktur. Hâşâ eğer bu ayetlerin neshe ihtimali olsa ilim ve kudret sıfatlarının hadis, cenabı hakkın ise hadise mahal olması lazım gelirdi bu ise batıldır. Zira vacibül vücut olan Allah kadimdir. Hadisata mahal olmaz. 2-muhkem ligayrihi: eğer nesih ihtimali vahyin kesilmesi ve Rasülullah efendimizin irtihali sebebiyle ise buna liğayrihi muhkem denir. Binaen aleyh nebiyi zişanımızın âlemi ahreti teşriflerinden sonra zamanı vahyin geçmesi sebebiyle ne kadar ayeti kerime varsa hepsi “muhkem” olarak kendilerinden nesih ihtimali Kalkmıştır.
*Bu dört kısım arasındaki farklılık tearüz (çatışma, birbirinden farklı hüküm ifade etme) zamanında ortaya çıkar. Bunlardan kuvvetli olanlar diğerlerine tercih edilir. Yani nas zahire, müfesser nassa, muhkemde müfessere tercih olunup diğeri istidlalden sakıt olur. Zahirin nas ile tearuzu : “işte şunların (muharrematın) haricindekiler sizin için helal kılındı”                                                               nisa: 24 bu ayet kendinden bir önceki ayette zikredilen”muharremat”(kendileri ile evlenilmesi haram olan kadınlar, mahrem olanlar) dışında kalan kadınlarla evlenmenin caiz olduğunu göstermektedir. Buna göre bir erkeğin dörtten fazla kadını nikâhlaması mümkündür. Ancak “ size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder kadınla evlenin”                                                                         nisa : 3 bu ayeti kerime ise dörtten fazla kadınla evlenmenin haram olduğunu göstermektedir. Birinci ayeti kerimenin dörtten fazla kadınla evlenmenin caiz olduğuna delaleti zahirdir. Çünkü o bu hükmü ifade etmek üzere sevk olunmamıştır. Bu ayetteki esas maksat, bir önceki ayette zikredilen muharremat dışında kalan kadınlarla evlenmenin caiz olduğunu bildirmektir. İkinci ayetin dörtten fazla kadınla evlenmenin yasak oluşuna delaleti nasdır. Çünkü ayet esasen bu hükmü ifade için sevk olunmuştur. O halde ikinci ayetin bildirdiği hüküm birinci ayete tercih edilecektir. İşte bu sebeple bir kimsenin dört kadından fazla evlenmesi caiz değildir. Nassın müfesser ile tearuzu:  hz. Aişe radıyAllahü naha den bildirildiğine göre Fatma binti ebi hubeyş peygamberimize gelerek şu soruyu sormuştur. “ ben temizlik devresi olmaksızın sürekli istihaza (hastalık kanı) gören bir kadınım namazı tamamen terk etmem mi gerekir. Peygamberimiz ona sadece adet günlerinde namaz kılmamasını, sonra gusletmesini ve abdest alıp  –bulunduğu yere kan damlamakta bile olsa – namazını kılmasını emretmiştir.fakat hadisi şerifin abdest ile alakalı kısmı şu iki şekilde rivayet edilmiştir.1-“ her namaz için abdest al”                                                                                       2- “her namaz vakti için abdest al”                              
Birinci rivayete göre hadis, müstehazanın her namaz için abdest alması gerektiğine delalet etmektedir. O halde bir abdest ile aynı vakit içinde bile olsa, birden fazla namaz kılması geçerli olmaz. İkinci rivayete göre ise hadis, müstehazanın, her namaz için değil her namaz vakti için abdest almasını gerekli kılmaktadır. Buna göre bir abdest ile namaz vakti devam ettiği sürece dilediği kadar farz veya nafile kılabilir. Birinci rivayete göre hadis nastır. Tevil ihtimali vardır. (çünkü “her namaz için abdest al” her namaz “vakti” için abdest al diye vakit takdir edilerek tevil edilebilir.) İkinci rivayete göre ise hadis müfesserdir. Tevile kapalıdır. O ikinci rivayet tercih edilir ve artık müstehazanın her namaz vakti için abdest alması gerekir ve bu abdestle vakit içinde dilediği kadar namaz kılabilir.
HAFİ
Siğanın dışında arızi bir sebeple, maksat gizlenmiş olan lafızdır. Yani hafi, sığası itibarıyla malum ve o manada zahir olup, sığanın dışındaki arızi bir sebeple hafi oluyor. Mesela: “tarrar” (yankesici) ve “nebbaş” (kefen soyan) hakkında “sarık” (hırsız) lafzının isti’mali gibi. Şöyle ki: “hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin” maide 38 bu ayeti kerimedeki “sarık” (       ) lafzının bütün hırsızlara delaleti zahirdir. Ancak çalma fiilini işleyip de bu isimle anılmayan “tarrar” ve “nebbaş” a delaleti hafi (kapalı) dir. Bu durumda şöyle bir hal meydana gelir. Bunların başka isimle anılması “sarık” lafzından anlaşılan manadan daha eksik birer fiili işlemelerinden dolayı mıdır? –ki böylece hırsız sayılmayacak ve bunlara ayetin hükmü uygulanmayacaktır- yoksa hırsız manasını aşan birer fiili işlemelerinden dolayı mıdır? – ki bu takdirde hırsız kapsamında sayılacak ve bunlara ayetin hükmü tatbik edilecektir- işte bu yüzden her ne kadar “sarık” lafzı sığasına nazaran hafi değilse de tarrar ve nebbaşa tatbik hususunda hafidir. Yani hafa (kapalılık) sığada değil lafzın mahallinde tealluk ettiği manadadır. Ki bu mana acaba tarrar ve nebbaşa şamil midir yoksa değimlidir bu şüphelidir.  Müctehidler “tarrar” ın durumunu tetkik etmişler ve şu neticeye varmışlardır. Onun böyle hususi (özel) bir isimle zikredilmesi (yani sarık değil de tarrar denmesi) “sırkat” (hırsızlık) lafzının delalet ettiği manayı da aşmasından, ondan daha ziyade bir mana ifade etmesinden dolayıdır.  Çünkü hırsız bir malı muhafazalı mekândan gizlice mesela sahibi uyurken aldığı halde, tarrar çaldığı malı sahibinin gözü önünde ve uyanık halde çalıyor ki elbette bunda hırsızlık manası daha kuvvetlidir. Binaen aleyh hırsıza tatbik edilen ceza evleviyetle tarrara da tatbik edilir. Müctehitler nebbaşın durumunu da tetkik etmişler: kabirleri kazıp kefen soyan kimsenin nebbaaş diye zikredilmesi, bu fiilde “sırkat” (hırsızlık ) manasının tam olarak gerçekleşmemesindendir. Yani sarık lafzının nebbaşa şumulü nakıstır. Çünkü hırsızlık fiilinin gerçekleşebilmesi için malın muhafazalı bir mekanda bulunması lazımdır. Kabir ise mal muhafaza edilen bir yer değildir. Binaen aleyh ellerin kesilmesi hükmü nebbaşa tatbik edilmez. Şu kadar var ki hakim, bu kötü fiili işlemekten dolayı caydırıcı uygun bir ceza verir.
MÜŞKİL

Maksadı idrak etmek ancak teemmül ile hâsıl olabilecek surette hafi olan lafızdır. Mesela : “eğer cünup olursanız iyice temizleniniz”  
                                                       ayeti kerimesindeki “fettahharu” sığası mübelağa ifade eder. Ancak abdest ayetinde”ey iman edenler namaz kılacağınız zaman, yüzünüzü yıkayın, dirseklerle beraber ellerinizi yıkayın, başınızı mesh edin ve topuklarınızla beraber ayaklarınızı yıkayın” buyrulmuştur. Görüldüğü üzere burada taharette mübalağa yoktur. Şöyle ki: mübalağalı temizlik yapılabilmesi için zahiri bedenden olan her yerin yıkanması icap eder (dahili bedende zorluk olduğu için temizlik gerekmez) şu halde gusül ayeti, min vechin (bir bakıma) zahiri bedenden, minvechin dahili bedenden olan ağız hakkında müşkildir. (ağız bir bakıma zahiri(dış) beden sayılır zira oruçlu, ağzına bir miktar su alıp çalkalasa sonra onu çıkarsa orucu bozulmaz. Bir bakıma dahili bedenden sayılır, çünkü oruçlu tükürüğünü yutsa oruç yine bozulmaz) Acaba ağız ve burun içerisini zahiri bedenden sayıp yıkayacakmıyız, yoksa dahili bedendir diyerek yıkamayacak mıyız. Teemmül ve araştırma neticesinde şu ortaya çıkıştır. Gusül ayetinde mübalağanın bir gereği olarak, ağız zahiri bedenden sayılmış ve emrin mucebi olarak da yıkanması farz olmuştur. Abdest ayetinde ise mübalağa olmadığı için dâhili bedenden sayılmış ve yıkamak farz olmamış sünnet olmuştur.
MÜCMEL

Mücmel bir lafızdır ki, hakkında beyan varit olmadıkça manasını anlamaya yol bulunmaz. Yani hafi ve müşkilde olduğu gibi araştırmak ve tetkik ile değil, olsa olsa mücmilin beyanıyla, mücmelden maksadın ne olduğu bilinebilir. Bu bakımdan müşkilden daha müphemdir. Mücmel üç nevidir. 1-garabetinden, az istimal edildiğinden dolayı manası herkesçe anlaşılamayan her hangi bir lafızdır. “helu’” (   )   lafzı gibi. Bu sabrı az, hırsı çok olan kimse demektir. Kuranı kerim de(                                    )                                                 “hakikat insan pek hırslı yaratılmıştır” mearic: 19 buyrulmuştur. Sonra da  “kendisine fenalık dokundu mu sızlanır. Hayır dokunduğunda ise vermez.”                                                                                        Diye beyan buyrulmuştur. İşte bu beyan sayesinde mücmel olan “helu’ lafzının manası anlaşılmıştır. 2- lügatçe manası malum ise de, şer’i şerifteki manası müphem bulunan bir lafızdır.”salat”, (       ) “zekat”             lafızları gibi. Bunları lügat manası malumdur zira salat dua, zekat temizlik ve çoğalma manalarına gelir. Ancak bunların şer’i şerifteki manalarını anlayabilmemiz için şariin (şari : kanun koyucu demektir. Cenabı Allah veya Rasülullah efendimiz kastedilir) beyanına ihtiyaç vardır. Rasülullah efendimiz “beni nasıl namaz kılar görüyorsanız öylece namazı kılınız” hadisi şerifiyle  
                                                                           “mallarınızın kırkta birini getirip veriniz “ hadisi şerifiyle salât ve zekâtı izah buyurmuştur. İşte naslarda bulunan salât, zekât, hac, riba gibi lafızlar sünnet tarafından tefsir edilmiştir. 3- lügatçe manaları müteaddit olup, kasdedilen manasının belirlenmesi, bir beyan vuku bulmadıkça mümkün olmayan her hangi bir lafızdır. Müşterek lafızlar gibi.
MÜTEŞABİH

Kendisinden ne kastedildiğini bilmek ümidi ümmet hakkında munkati (kesilmiş) olmuş olan lafızdır. Müteşabih ibhamiyyetindeki ehemmiyeti itibariyle muhkeme mukabildir. Birinin manası ne kadar vazıh ise diğerinin de o nispette müphemdir. Müteşabih iki nevidir. 1- Kendisinden lügat itibariyle hiç bir şey anlaşılamayan lafızlardır. Bunlara “müteşabihüllafız” denir Surelerin evvelindeki hurufu mukataa gibi.
2- lugavi manasını murat etmek aklen mümkün olmayan bazı ayetlerdir. Bu kısma da “müteşabihül mana” denir.

Müteşabihin hükmü, hakkaniyetine itikat ve manasının kat’ı surette tayinini ilmi ilahiye havale etmekten ibarettir. Selefi salihin bu gibi müteşabihleri tevilden kaçınmışlardır. Müteahhirin ise görülen lüzumuna binaen müteşabihatı şeri şerife muhalif olmayacak bir tarzda tevil etmiş, mesela Allaha isnat edilen yed den murat kudreti ilahi dir demişlerdir.
VÜCUHU İSTİ’MAL
Lafzın manada istimali itibariyle hâsıl olan üçüncü taksim de dört kısımdır. Zira bir lafız eğer me vuzia lehinde istimal olunursa hakikat, eğer me vuzia lehin gayrinde istimal edilirse mecaz, eğer hakikat ile mecazdan her birinde mütekellimin maksadı zahir olursa sarih, eğer müstetir (gizli) olursa kinaye olur.
HAKİKAT
Vaz olunduğu manada kullanılan lafız demektir. Bazen lüğavi, bazen şer’ı, bazen de örfi olur.  Lügavi: kelime lügatte hangi manaya vaz edilmiş ise o manada hakikat olur. Mesela “salât” lügatte dua “kamer” ay manasına vaz edilmiştir. Bu manalarda istimal edilirlerse hakikatı lugaviyye olmuş olur. Yine “salat” şer’ı şerifte namaz manasına vaz olunmuştur (erkanı malume, efali mahsusa) bu manada kullanılırsa hakikati şer’iyye olmuş olur. Yine “dabbe” kelimesi “canlı” manasına değil de dört ayaklı hayvan, binek hayvanı manasına kullanılması bir hakikatı örfiye dir. (Yani burada biz hakikat denilince, bir lafzın şer’ı şerifte kastedilen manasını anlayacağız diğerlerini değil) Hakikatle amel mümkün iken mecaza gidilmez. Mesela: bir kimse “Ahmet in çocuğu” lehine vasiyette bulunsa, vasiyet hükmü Ahmet in çocuğu lehine sabit olur. Şayet Ahmet in çocuğunun da çocuğu varsa, o bu vasiyette hak sahibi olamaz; çünkü “çocuk” lafzı, kişinin kendi çocuğu için hakikat manasında, çocuğunun çocuğu içinse mecaz manasındadır. Hakikatin terk olunduğu yerler. Beş yerde hakikat terk edilir, gerçek mana kast edilmez.1- adetin delaleti ile namaza veya hacca nezir etmek gibi. Namaz lügatte “dua”, hac ise “kasıt” manasına gelir. Binaen aleyh bir kimse bunlara nezir ettiği zaman bu hakiki manaları terk edilip, namaz kılması ve Mekke-i mükerreme ye gidip hac vazifelerini yapması gerekir. 2- bizzat lafzın delaleti ile Mesela bir kimse “lahm (et) yemeyeceğim” diye yemin etse ve balıketi yese yemininde hanis olmaz (yani yemini bozulmaz) çünkü “lahm” kelimesi örfte balıketine şamil olmaz mesela “lahm” adı altında balık satılmaz. Yine    “lahm” kelimesi şiddet ve kuvvet üzerine delalet eder. harp şiddetlendiği zaman ”iltehamel kıtalü”……………………………………….denir. Bu ise kan sebebiyle olur halbuki balıkta kan yoktur. Bu sebepten dolayı suda yaşar ve diğer eti yenen hayvanlar gibi kesilmez. 3- nazmın sıyagının delaleti ile (yani kelamdan önce veya sonra zikredilen lafzı bir karine sebebiyle hakikat terk olunur.) mesela bir kimseye karşı………………………………………………………………….”eğer adamsan hanımımı boşa” demek gibi “hanımımı boşa” kelimesi hakikatte tevkil üzerine (yani zecesini boşamaya vekil tutmaya) delalet eder. Ancak “eğer adamsan” lafzının delaleti ile bu mana terk edilmiştir. Çünkü bu kelam muhatabı küçük düşürmek için söylenmiş bir kelamdır. Binaenaleyh o kimse gidip te boşama fiilini gerçekleştiremez 4- kelamın mahallinin delaleti ile yani kelamda haber verilen şey hakikatı murat etmeye mani mesela ……………………………………………………….”ameller ancak niyetler iledir” hadisi şerifi gibi bu kelam hiçbir amelin niyetsiz olarak mevcut olamayacağını ifade ediyor. Hâlbuki niyetsiz olarak meydana gelen bir sürü amele şahit oluyoruz. İşte bu sebeple burada hakikatin murat edilmemiş ve mecaz üzerine haml edilmiştir.  “amellerin hükmü” murat edilmiştir. Yani dünya itibari ile sıhhat veya fesadı ahret itibarı ile sevap veya günahı niyete göre demektir. 5- mütekellimden kaynaklanan bir sebepten dolayı hakikat terk edilir.
SARİH
Hakikat olsun, mecaz olsun kendisinden murat olunan mana kesreti istimalden dolayı, son derece zahir olan bir lafızdır. Önce şunu iyi bilmek gerekir. Mütekellimin muhatabına meram ve maksadını ifade yolları üçtür. Hakikat, mecaz, kinaye ancak bu taksim ulemai beyana göredir. Fakat ilmi usulde sarih ile kinaye hakikat ve mecaza dâhil olduğundan onlara göre beyan yolları ikidir hakikat, mecaz. Yani sarih lafız, ya hakikat veya mecaz olur. Ancak onu sarih kılan şey ise lafzın manasında kesreti istimalidir (çok kullanılmasıdır.) Artık lafız işitişlince hemen maksad-ı mütekellim, muhataplar tarafından hiçbir karineye ihtiyaç olmaksızın son derece zahir olur. Mesela: bir kimse“bu evi sattım” dese izale-i mülk (mülkiyetten çıkarma )manası bu sözde sarihtir. Bunu kim işitirse işitsin mütekellimin maksadının; o evin kendi mülkiyetinden çıkıp, başkasının mülkiyetine intikal ettiğini anlar. O kimse çıkıp da ben “sattım” sözüyle kirayı kast ettim dese, sözüne itibar edilmez. (bu misal sarihin hakikat kısmına misaldir) yine “şu buğdaydan yemem” veya “ şu tencereden yemem” gibi sözler de sarihin mecaz kısmındandır. Çünkü bunlardan maksat, “şu buğdayın unundan yemem”  “şu tencerede pişen yemekten yemem” demektir. Bu lafızların bu maksatları ifade etmeleri ise, kesret-i istimalden dolayıdır.  Sarihin hükmü: mucebinin niyete ihtiyaç olmaksızın kazaen sabit olmasıdır. Mesela bir kimse hanımına …………………….”sen boşsun” dese hanımı boş olur. Çünkü talak; izale-i nikâh (nikâhı ortadan kaldırma)hakkında sarihtir. Mütekellimin Ben başka şey söylemek istemiştim gibi sözlerine itibar edilmez
KİNAYE
Kinaye, gerek hakikat, gerek mecaz olsun, kendisinden murat olunan mana istimalinin azlığından dolayı, müstetir (gizli) olan lafızdır. (ilmi beyan da ki kinaye ile mecaz birbirinden farklı şeylerdir. Ancak ilmi usulde kinaye mecaz olabilir )Mesela “bain”         ………..kelimesi talak hususunda kinaye bir lafızdır. Kinayenin hükmü: niyet veya halin delaleti gibi bir karine olmaksızın amel etmemektir. mesela bir kimse zevcesine rıza halinde yani aralarında bir şey yokken, güzel güzel oturup konuşurlarken …………………………..”sen bainsin “dese bu sözüyle hanımını boşamaya niyet etse, hanımı boş olur. Yine halat-i rızada olmazda, münezaa ve talak müzakeresinde böyle söylerse yine talak vaki olur. Ancak böyle bir karine veya niyet olmayınca bu sözle talak vaki olmaz. Sarih ile kinaye ara
« Son Düzenleme: 08 Mart 2011, 00:07:52 Gönderen: Tuğra »
Gam değildir gide dünya kala din,
  Gam odur ki kala dünya gide din..!

Çevrimdışı thenaksi

  • okur
  • *
  • İleti: 96
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #3 : 07 Mart 2011, 17:30:51 »
KİNAYE
Kinaye, gerek hakikat, gerek mecaz olsun, kendisinden murat olunan mana istimalinin azlığından dolayı, müstetir (gizli) olan lafızdır. (ilmi beyan da ki kinaye ile mecaz birbirinden farklı şeylerdir. Ancak ilmi usulde kinaye mecaz olabilir )Mesela “bain”         ………..kelimesi talak hususunda kinaye bir lafızdır. Kinayenin hükmü: niyet veya halin delaleti gibi bir karine olmaksızın amel etmemektir. mesela bir kimse zevcesine rıza halinde yani aralarında bir şey yokken, güzel güzel oturup konuşurlarken …………………………..”sen bainsin “dese bu sözüyle hanımını boşamaya niyet etse, hanımı boş olur. Yine halat-i rızada olmazda, münezaa ve talak müzakeresinde böyle söylerse yine talak vaki olur. Ancak böyle bir karine veya niyet olmayınca bu sözle talak vaki olmaz. Sarih ile kinaye arasında meydana gelen farklılık şüphe ile sakıt olan hadlerde (şeri cezalarda) zahir olur. Mesela bir kimse muhatabına …………………………” sen falancayla cima ettin” dese haddi kazif (haddi kazif: iffetli bir kimseye zina iftirasının cezasıdır ve seksen sopadır.)gerekmez. Çünkü “cima” kelimesi zinada sarih değildir. ancak ………………….” Falancayla zina ettin” dese haddi kazif gerekir.

VÜCUHU VUKUF
(İstidlalatı Sahiha-i Erbaa)
Del bil ıbare…………………… Kelamın kendisi için sevk olunduğu şeyin zahiri ile hüküm ispat etmektir. İbare: mana üzerine delalet eden lafza denir. Kitap ve sünnetin mübarek nazmına da “nas” denir.
Del bil işare …………………… Nazmın lügati ile sabit olan hüküm ile amel etmektir. Ancak bu hüküm nassın kendisi için sevk edilmediği ve maksut olmayan bir hükümdür. (yani ibare ve işareyi birbirinden ayıran hususiyet, lafzın maksadı ifade için söylenip söylenmemesidir. Maksadı ifade eden lafız ibare, etmeyen lafız işare oluyor. ) Mesela: …………………………………………………………………….”onların (annelerin) ma’ruf vech ile (babanın elinden geldiği miktara göre, örf ve adete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir”. Bu ayeti kerime nafakanın beyanı #8230;……………” sen falancayla cima ettin” dese haddi kazif (haddi kazif: iffetli bir kimseye zina iftirasının cezasıdır ve seksen sopadır.)gerekmez. Çünkü “cima” kelimesi zinada sarih değildir. ancak ………………….” Falancayla zina ettin” dese haddi kazif gerekir.

VÜCUHU VUKUF
(İstidlalatı Sahiha-i Erbaa)
Del bil ıbare…………………… Kelamın kendisi için sevk olunduğu şeyin zahiri ile hüküm ispat etmektir. İbare: mana üzerine delalet eden lafza denir. Kitap ve sünnetin mübarek nazmına da “nas” denir.
Del bil işare …………………… Nazmın lügati ile sabit olan hüküm ile amel etmektir. Ancak bu hüküm nassın kendisi için sevk edilmediği ve maksut olmayan bir hükümdür. (yani ibare ve işareyi birbirinden ayıran hususiyet, lafzın maksadı ifade için söylenip söylenmemesidir. Maksadı ifade eden lafız ibare, etmeyen lafız işare oluyor. ) Mesela: …………………………………………………………………….”onların (annelerin) ma’ruf vech ile (babanın elinden geldiği miktara göre, örf ve adete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olana (babaya) aittir”. Bu ayeti kerime nafakanın beyanı hususunda sevk olunmuştur. Binaen aleyh nafakanın babaya ait olduğu ibare ile sabittir. Ancak “mevlüdün leh” deki lamın ihtisas için olması sebebiyle “çocuğun nesebinin babaya ait olduğu” hükmü çıkmıştır. Mesela baba kureyşi olsa annede temimi olsa,  çocuk kureyşi sayılır. Fakat bu asıl maksat olmadığından (zira asıl maksat nafakayı beyandır)nesebin babaya aidiyeti del bil işare iledir. İbare ve işare hükmün ispatında müsavidir. Yani her ikisi de kat’i bir hüküm ifade eder. (Binaen aleyh nafakanın babaya ait olduğu ve nesebin de babaya ait olduğu birer kat’i hükümdür.) Ancak tearuz olduğu vakit ibare işare üzerine mukaddemdir. O tercih edilir. Zira maksadı ifade için sevk olunmuştur. Peygamber efendimiz kadınlar hakkında …………………………………………………..”kadınlar din ve akıl yönünden noksandırlar” rasülulah efendimize niçin kadın akıl ve dinde noksandır diye soruldu. Ona cevaben şerefi sadır olan hadisi nebeviyde …………………………………………………………...................”ömürlerinin yarısını evleri içinde oturarak geçirirler ne oruç tutarlar ne de namaz kılarlar” bu hadisi şerif nisanın (kadınların) akıl ve dinde noksan olduğunu beyan için sevk burulmuş olmakla hadisi şerifin ibaresi akıl ve din noksanlığına delalet eder. Binaen aleyh bu manada del bilibaredir. (hatta bunun için, şahitlikte iki kadın bir erkek yerine geçirilmiştir.) kadınların ömürlerinin yarısını namaz kılmadan, oruç tutmadan geçirmelerinde adet zamanının on beş gün olmasına işaret vardır. Dolayısıyla hayızın ekser müddetinin on beş gün olmasında del bil işaredir. Ancak bu hadisi şerif ………………………………………………………………………………….”hayızın en az müddeti üç gün üç gecedir, en fazla müddeti ise on gün ve gecedir.” Bu hadisi şerif müddet-i hayz hakkında del bil ibaredir. Binaen aleyh del bil işare ile tearuz etmiş ve del bil ibare tercih edilmiştir. Bu sebepten dolayı, on günden sonra görülen kan hayız kanı değil istihaza kanıdır. Del bil ibare gibi işare  içinde umum vardır.  
Del biddelale: lügaten anlaşılan hükmün illeti vasıtasıyla, lazım üzerine delalet eden lafızdır. ……………………………………..”onlara (anne ve babaya) “öf” bile deme” isra .23 ayeti kerimesi ibaresiyle, kişinin ana-babasına “öf” demesinin haram kılındığını göstermektedir. Lisana vakıf olan herkes bu ibareyi duyduğunda, bu hükümdeki illetin nehyedilen, yasaklanan sözün (öf demenin) ana-babayı üzmesi ve onlara eza vermesi olduğunu anlar. Bu illet (yani eza)ise “öf” demekten çok daha fazlasıyla olmak üzere; dövme, sövme, hakaret etme gibi başka durumlarda da mevcuttur. şu halde “öf” demenin haram kılındığını gösteren nas bunları da kapsamına almaktadır. Ve o durum için sabit olan haram hükmü nassın delaleti yoluyla (del biddelale ) diğer durumlar hakkında da sabit demektir. Netice olarak: bu ayeti kerime, “öf” demenin haram olduğuna ibaresiyle, darb ve şetmin (dövmek ve hakaret etmek)haram olduğuna delaleti ile delalet ediyor.  Burada hüküm “öf” demenin haram olmasıdır. Bu hükmün illeti ise ezadır. Darb ve şetim de ise “eza” daha çoktur. dolayısıyla bunlarda evleviyetle memnu (yasak) olurlar. Ancak buradaki hükmün illeti (yani eza) ictihat ile mi? anlaşıldı yoksa lugatten mi? anlaşıldı. “öf” denilince daha henüz ictihat yollarını bilmeyen kimseler, bu sözün manasını anlayan herkes, “eza” manasını zihninde tasavvur eder, mesela o kimseye sorulsa; ana- babaya öf demek niçin haram olabilir? diye hemen “onlara eza verdiği için, onları üzdüğü için” cevabını verir. Binaen aleyh bu illet, lügatten anlaşılmıştır.  Del biddelale ile sabit olan hüküm, ibare ve işare ile sabit olan hüküm gibi kat’ıyyet ifade eder. Ancak tearuz vuku bulursa, del bil işare, del biddelaleden mukaddemdir. Onun üzerine tercih olunur. Malumdur ki hataen katilde (yanlışlıkla adam öldürmede) kısas lazım gelmez, diyet ve kefaret lazımdır…………………………………………………………………………………………………….”kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet (kan bedeli) vermesi lazımdır”. Nisa 92 buyrulmuştur. Hataen katilde kefaret gerekirse, amden katilde (bilerek adam öldürmede) evleviyetle lazım gelir. Yani hataen katil hakkındaki ayeti kerime, amden katilde de kefaretin vücubunu delalet yoluyla ifade ediyor.  Ancak bu ayeti kerimeye muarız bir delil vardır o da………………………………………………………………..”kim kasden bir mü’mini öldürürse onun cezası içinde ebedi kalıcı olmak üzere cehennemdir.” Nisa 93 Nazmı celilidir ki, amden katilde kefaretin gerekmediğine del bil işaredir. Çünkü bu ayeti kerimede kasten bir mümini öldürenin cezasının cehennem olacağı ifade ediliyor.”ceza” denilince, işlenen bir cinayete, tamamen kafi gelecek bir fiil anlaşılır. Mesela bir cinayet işlenince mahkeme şöyle bir ceza verdi denilse, o cezadan başka bir cezanın da olabileceği akla gelmez. Şu halde cehennem kasten adam öldüren için bir cezayı tam ve kamildir. Eğer amden katilde kefaret lazım gelse ceza tam ve kamil olmamış olur. Halbu ki ceza denilince, ondan maksut cezayı kamildir. Binaen aleyh, katl-i amd hakkındaki nassın işareti, hataen katil hakkındaki nassın delaletine muarız olmuş ve del bil işare ile amel olunmuştur. Yani katl-i amit de kefaret lazım gelmez.  
Del bil iktiza
VÜCUHU FASİDE
(İstidlalatı faside -edile-i faside )
 Hanefi uleması indinde, yukarıda zikredilen dört istidlal şekli ile bir şer’ı hüküm ispat edilir. Bunların dışında bazı istidlal yolları var ki, onlara istidlalatı faside denir. (yani o yollar ındelhanefiyye bir hükmü şeriyi ispat için kullanılmaz. ).bunlar 1- tansis tahsis üzerine delalet etmez ister ismi cins veya alem olsun zat üzerine delalet eden bir isimle, bir şeyi zikretmek, o şeyin zikredilen isme mahsus olduğunu ifade etmez. Başka bir ifade ile, bir ismi cinsin veya alemin hükmünü, bunların şamil olmadığı şeylerden, kimselerden nefyetme, vücuhu fasidedendir. Mesela : “bu mal, erkeklere (ismi cins)veya Zeyd ‘e (alem-i şahıs) helaldir” denilse, bu malın kadınlara ve zeyd’ten başkasına helal olmadığı hükmü çıkarılmaz. (bu mes’ele ye mefhumu lakap ismi verilir.) eğer tansis tahsise delalet etse …………………………………………“Muhammet (aleyhisselam) Allahın rasülüdür”fetih 29 demek küfrü icap eder zira diğer peygamberlerden, risaletin nefyini icap eder. 2-nazımdaki mukarenet hükümdeki müsavatı icap etmez. Yani müstakil bir cümlenin, diğer cümleye atfedilmesi sebebiyle nazımda meydana gelen yakınlık hükümde de eşit olmalarını gerektirmez. Mesela ………………………………….”namazı kılınız, zekatı veriniz” bakara 43 burada bir biri üzerine atfedilen iki müstekil cümle vardır. Fakat nazımdaki bu yakınlık sebebiyle ikisinin de aynı hükümde olması gerekmez. Mesela: matufun aleyh olan cümledeki “sabiler üzerine namaz farz değildir” hükmü matuf olan cümlede de aynı hüküm olmasını gerektirmez. Yani “sabiler üzerine zekât farz değildir”, delilde, bu iki nazım arasındaki mukarenettir denilemez.   (evet, sabiye zekât farz değildir. Ancak bu hüküm, bu yakınlıktan değil, başka bir delilden çıkmıştır.)   3-mutlak mukayyet üzerine hamledilmez.  Mutlağı mukayyet üzerine hamilden maksat, mukayyet ten maksat ne ise onu mutlakta da icra etmektir. Mesela: yemin ve zıhar(bir boşama şekli) kefaretinde mutlak olarak (kâfir veya mümin) bir köle azat etmekle mükellefiz. Ancak katil kefaretinde ise “mümin köle”(burada köle mümin ile kayıtlıdır) azat etmekle mükellefiz. Binaen aleyh mutlak itlakı, mukayyet de takyidi üzerine kalır. İşte mutlağı mukayyet üzerine hamledip de “yemin ve zıhar kefaretinde de “mümin köle” azat etmenin gerekli olması vücuhu fasidendir.            


SÜNNET
Edile-i şeriyyenin ikincisi sünnettir. Sünnetin İslam hukuku kaynaklarından olduğu ve bunun gereğine göre amel etmenin vücubu üzerine bütün müctehitler ittifak etmişlerdir. Bu husustaki bazı ayeti kerimeler.”Allah a itaat edin, rasüle de itaat edin ve (kötülüklerden) sakının” maide 92 “kim Râsule itaat ederse, Allah a itaat etmiş olur” nisa 80 “(rasülüm) de ki: eğer Allah ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir”. Âli İmran 31”peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allahtan korkun çünkü Allahın azabı çetindir.” Haşr 7 “Allah ve râsülü bir işte hüküm verdiği zaman artık bir mümin erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve râsülüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzap 36
Sünnet lügatte: Alışılmış yol demektir. Şu halde her hangi bir kişiye nispetle sünnetten söz edildiğinde, onun ister iyi ister kötü sürekli ve çokça yapa geldiği fiilleri kastedilmiş olur. Mesela, “falan kavmin ya da falancanın sünneti budur” demek “falan kavmin veya falancanın âdeti budur” demektir. Rasülullah efendimizin şu hadisi şerifinde sünnet bu manada kullanılmıştır. “Kim güzel bir sünnet (adet) başlatırsa, kendisine hem onun hem de kıyamete kadar onu işleyenlerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir sünnet başlatırsa, kendisine hem onun hem de kıyamete kadar onu işleyenlerin günahı yüklenir”  ıstılah da sünnet: kavlen, fiilen, takriran Rasülullah efendimizden rivayet olunan şeylerdir. Şu halde sünnet üç kısımdır. 1- sünnet-i kavliyye, 2- sünnet-i filiyye, 3- sünnet-i takririyye sünnet-i kavliyye nebiyi Zişan efendimizden sadır olan mübarek sözlerdir. Buna (hadisi şerif) de denilir. Sünnet-i filiyye Rasülullah efendimizden sadır olan fiillerdir. Ancak bu fiil kasıtlı fiillerden olmalıdır. Kasıt olmaksızın, mesela: uyku halinde meydana gelen fiiller hariç kalır. Zelle ve efali tabiiyyeden sayılan fiillerle, bir mücmeli beyan kabilinden olan fiiller yine Rasülullah efendimize mahsus olan fiiller, sünnet-i filiyye den hariç kalır. Zelle: yürürken ayak kaymak ve konuşurken hata etmek (dil sürçmesi) manasınadır.”zelle gademühü, zelle lisanühü “ denir. Usulü fıkıh ıstılahında: asılında kast edilmemiş iken mübah bir fiilin neticesi olan haram bir fiilin ismine denir. Yani o fiil aslen haram ise de faili tarafından o fiili yapmak maksut değildir. (mesela yolda yürümek mübahdır. Fakat her nasılsa yürürken ayağımız kayıverse işte bu bir zelle olur. Bu şekilde birisinin malını telef etsek onu tazmin etmemiz lazım gelir.) enbiyayı ızam hazaratı günahtan masumdurlar. Onlarda Allah ü azimüşşana karşı masiyet yoktur. Fakat bunlardan da zelle sadır olabilir. Bir zelle sebebiyle yasak bir fiil işlemiş bulunurlarsa o fiil iktidaya (tabi olunmaya) uygun değildir. Bununla beraber enbiya-ı ızam zellenin meydana geldiğini ya kendileri beyan ederler veya Allah tarafından kendilerine beyan olunur. Sure-i kasasta anlatıldığı üzere hazreti Musa aleyhissselam Mısır a girdiğinde, beni israilden biriyle bir kıptinin kavga ettiklerini görmüş ve öldürmek kastı olmayarak kıptinin göğsüne dokunarak itivermişti, bunun neticesi olarak Kıpti öldü. Hazreti Musa aleyhissselam “bu şeytanın işindendir, o sizin için açık bir düşmandır” diyerek bu zelleyi bizzat beyan buyurdular. Kavgayı önlemek için hazreti Musa aleyhissselam ın araya girmesi mübah bir fildir. Lakin o dokunmanın bir neticesi olarak meydana gelen ölüm yasak bir fiildir ki işte buna zelle denir. İşte nebiyi Zişan efendimizden de böyle fiiller sadır olabilir. Fakat bunlar şer’i bir hükme delil teşkil etmez. Bunun gibi sehven ve nisyanen (unutarak) vuku bulan bil cümle efal (bütün fiiller) mukteda bih olamaz. Tabi fiillerden olan fiiller ki yeme içme oturma kalkma gibi bilittifak mübah olan şeylerdir. Bunlarda iktidaya Salih olamaz yani bunlara uymak güzel olmakla beraber vacip değildir. Mücmeli beyan kabilinden olan fiillerde sünneti fiiliyyeye dâhil değildir. Çünkü bu beyan mübeyyene (beyan olunana) tabidir. Eğer mübeyyen vacip ise beyanda vacip, mübah ise oda mübahtır. Mesela “hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin” maide 38 ayeti kerimesi mücmel olup elin nereden kesileceği bu ayeti kerimeden anlaşılmamaktadır. Rasülullah efendimiz bir hırsızın elini tam bileğinden keserek bu mücmeli beyan etmiştir. İşte bu beyan sünneti fiiliyyeye değil kitabı kerime mülhakdır. Peygamber efendimize mahsus bir takım fiiller kendilerine karşı vacip ise de bizim için onlara uymak vacip değildir. Teheccüd namazı gibi. Biz teheccüd namazını kılmadığımız zaman öğle veya ikindi namazlarını kılmamış gibi mesul olmayız. Yine Rasülullah efendimizin dörtten fazla kadınla nikâhlanması kendi zatına mahsustur. Bizim bu hususta ona uymamız caiz olmaz. İşte bu saydıklarımızın dışında kalan efali nebeviye mukteda bih olmaya Salih olduğu gibi onlar üzerine de ahkâmı şeriyye bina olunur. Bu efalede “sünneti fiiliye” denilir. Sünneti takririyye peygamber efendimizin sudurunu
« Son Düzenleme: 08 Mart 2011, 00:08:22 Gönderen: Tuğra »
Gam değildir gide dünya kala din,
  Gam odur ki kala dünya gide din..!

Çevrimdışı thenaksi

  • okur
  • *
  • İleti: 96
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #4 : 07 Mart 2011, 17:33:08 »
Sünneti takririyye peygamber efendimizin sudurunu görüp de reddetmeksizin sükût buyurdukları kavil veya fiillerdir. Şöyle ki Rasülullah efendimiz İslam ı tebliğ etmek ve ona muhalif olan şeylerin yanlışlığını göstermek için gönderilmiştir. Durum böyle olunca, bir kimsenin söylediği sözden veya yaptığı bir fiilden haberdar olduğu halde bunu reddetmemiş ise, bu hal onun söz veya davranışını tasvip ettiğini, bunun meşru ve caiz olduğunu gösterir. Sünnet bahsinde dört kısım zikredilmektedir. 1. Keyfiyet-i ittisal, 2. Inkıta, 3. Mahalli haber, 4. Nefs-i haber
1- KEYFİYET-İ İTTİSAL burada ittisalden murat, peygamber efendimizden başlayıp, en son raviye kadar olan ittisaldir. Sünnetler, ravilerin adetleri, kuvvetleri itibariyle mütevatir, meşhur, ahat kısımlarına ayrılmıştır. Haberi mütevatir: öyle bir haberdir ki, o haberin peygamber efendimizden bize kadar olan ittisali çok açık olup şüpheden beridir, uzaktır. Öyle bir ittisal ki Rasülullah efendimizden sabit olduğunda zerre kadar şüphe yoktur. İşte bu habere “kâmil ittisal”  denir ki ne zahiren nede hakikaten ittisalinde şüphe yok demektir. Peygamber efendimizden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda bir sahabe topluluğunun rivayet ettiği, daha sonrada bu topluluktan tabiin ve tebe-i tabiin devirlerinde de aynı özellikteki kalabalığın rivayet ettiği haberdir. Daha sonraki devirlerde bu şartın gerçekleşmiş olması dikkate alınmaz.  Velhasıl hadisi mütevatirin ravileri kurun-u muteberenin (yani karn-ı evvel: sahabe-i kiram asrı, karni sani tabiin asrı, karnı salis tebe-i tabiin asrı) her birinde kizb üzerine toplanmaları aklen mümkün olmayan haberdir. Haberi mütevatir iki nevidir. 1-lafzi mütevatir. Bütün ravilerin rivayetinin gerek lafız gerek manada bir olması halindeki mütevatir haberdir. Mesela ………………………………………………………………………….. “ kim bilerek bana yalan söz isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın” hadisi şerifi gibi bu hadisi şerifi aynı lafızlarla yüzden fazla sahabi rivayet etmiştir. 2- Manevi mütevatir lafız ve mana bakımından farklılıklar taşımakla beraber, bütün ravilerin rivayetinin ortak bir manada birleşmesi halindeki mütevatir haberdir. Ameli sünnetler arasında bol miktarda mütevatir sünnet mevcuttur. Mesela abdestin nasıl alınacağı, namazın nasıl kılınacağı, haccın nasıl i8221;  denir ki ne zahiren nede hakikaten ittisalinde şüphe yok demektir. Peygamber efendimizden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda bir sahabe topluluğunun rivayet ettiği, daha sonrada bu topluluktan tabiin ve tebe-i tabiin devirlerinde de aynı özellikteki kalabalığın rivayet ettiği haberdir. Daha sonraki devirlerde bu şartın gerçekleşmiş olması dikkate alınmaz.  Velhasıl hadisi mütevatirin ravileri kurun-u muteberenin (yani karn-ı evvel: sahabe-i kiram asrı, karni sani tabiin asrı, karnı salis tebe-i tabiin asrı) her birinde kizb üzerine toplanmaları aklen mümkün olmayan haberdir. Haberi mütevatir iki nevidir. 1-lafzi mütevatir. Bütün ravilerin rivayetinin gerek lafız gerek manada bir olması halindeki mütevatir haberdir. Mesela ………………………………………………………………………….. “ kim bilerek bana yalan söz isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın” hadisi şerifi gibi bu hadisi şerifi aynı lafızlarla yüzden fazla sahabi rivayet etmiştir. 2- Manevi mütevatir lafız ve mana bakımından farklılıklar taşımakla beraber, bütün ravilerin rivayetinin ortak bir manada birleşmesi halindeki mütevatir haberdir. Ameli sünnetler arasında bol miktarda mütevatir sünnet mevcuttur. Mesela abdestin nasıl alınacağı, namazın nasıl kılınacağı, haccın nasıl ifa edileceğine dair ve dinin nişanesi sayılabilecek diğer hükümlerle ilgili olan birçok haber böyledir. Haberi meşhur ittisalinde sureten şüphe olan haberdir. Yani karnı evvelde haber ahat karni sani ve saliste mütevatir derecesine ulaşan haberdir. Haberi meşhurun ittisalinde sureten şüphe vardir. Zira karnı evvelde haber ahatdır. Manen şüphe yoktur. Çünkü karnı sani ve salisde kalabalık bir cemaatten mütevatir olmuştur. Mestler üzerine mesh hadisi şerifi ve  …………………………………ameller niyetlere göredir hadisi şerifi gibi.   Hulasa mütevatir sünnet ile meşhur sünnet arasındaki fark, mütevatir sünnette her üç tabaka ravilerinin tevatür sayısında olmasına karşılık, meşhur sünnette birinci tabaka ravilerinin tevatür sayısına ulaşmamış olmasıdır. Haberi ahat: ittisalinde sureten ve manen şüphe olan haberdir. Fakat haber-i ahat denilince mutlaka ravi bir kişi olacak zannında bulunulmamalıdır. Vahidin vahitden (bir kişinin bir kişiden)naklettiği haber, haberi vahit olduğu gibi, cematın vahitten naklettiği haberde haberi vahittir. Bu nevi haberlerde kurunu selaseden hiçbir garında cemaat yoktur yani haber hiç tevatür derecesine ulaşamamıştır.                                     2-  INKITA rivayet olunan hadisi şerif bizden peygamber efendimize kadar vasıl ve muttasıl olursa o hadisi şerife “müsnet” ve ya “muttasıl hadis” denir. Eğer böyle muttasıl olmazsa o hadisi şerife “munkatı’ hadis” denir. Inkıta-ı hadis iki türlüdür. 1- zahir, 2- batın inkıta-ı Zahir ravi ile merviyyün anh arasındaki vasıtayı terktir. Buna irsal denir ve böyle vasıtanın terkiyle rivayet olunan hadise “mürsel hadis” denir. (mürsel hadisin izahı, usul uleması ile ulemai hadis arasın da farklılık arz eder) acaba mürsel hadisler mutlak olarak kabul olunur mu? Bir hüküm hakkında bunlarla istişhat olunsa(delil getirilse) senet ve huccet olur mu? Bunu bilmek için bu kabil mürselleri bir takım aksama ayırarak tetkik etmek lazımdır. Binaen aleyh mürsel dört nevidir. 1- mürsel-i sahabi ashabı güzinden bir zatın vasıtadan bahsetmeyerek doğrudan doğruya irsal ettiği hadisi şeriflerdir. Bunlar bil ittifak kabul olunur. Bunda hiçbir niza yoktur. Mesela Hazreti Ömer ül Faruk radıyAllahü anh ………………………………………………………. “Peygamberimiz ameller niyetlere göredir buyurdu” diye bir hadisi şerif naklettiği halde, daha sonra bu hadisin hazreti Ömer ce mişkatı nübüvvetten iktibas edilmediği (yani rasülüllah efendimizin ağzından duyulmadığı) mesela hazreti Ebu Bekir radıyAllahü anhten işitildiği anlaşılsa bil ittifak kabul olunur. 2- mürsel-i garn-ı sani ve salis mesela tabiin ve tebe-i tabiinden olan bir muhaddis bir hadisi şerif irsal eylese ındel hanefiyye makbuldür. Mesela hasan-ı basri hazretleri (kibar-ı tabiindendir) ibn-i mesud hazretlerinden telakki ettiği bir hadis-i şerifi doğrudan doğruya “rasülüllah şöyle şöyle buyurdular” dese bu hadis makbuldür. Bu kısım mürsel imamı şafi rahmetullahi aleyh e göre makbul değildir. Ancak bir ayet-i kerime veya meşhur bir sünnetle teyid edilir veya kıyasa ve sahabenin kavline muvafakat olursa o zaman kabul olunur (yani bunlar gibi bir takım şartlar mevcut olursa makbul ve illa fela….) 3-mürseli adl fi külli asr her asırda adaletli bir kimsenin mürseli ki meşayıhı hanefiyye ındinde muhtelefün fih dir. Yani kurun-u selaseden sonra asrımıza gelinceye kadar her hangi bir garında adaletinden şüphe edilmeyen bir zatın mürseli acaba kabul olunurda onunla amel edilir mi? Hanefinin büyük imamlarından imamı-ı kerhı rahmetullahi aleyhe göre bu nevi mürsel makbuldür.4- min vechin mürsel min vechin müsnet olan hadisi şerifler ki kavli sahihde makbuldür. Mesela ……………………………….”nikah ancak veli vasıtasıyla akdedilebilir”. Hadisi şerifini İsrail bin yunus hazretleri müsnet olarak rivayet eylemiştir. Halbu ki şu’be ve süfyanı sevri hazretleri mürsel olarak nakleylemişlerdir. (bu hadisi şerif bizce makbul olmakla beraber has bahsinde geçtiği vecih ile aleyhimizde delil olamaz zira kadının kendi başına nikah akdedebileceği has ile sabit bir hükümdür ahat tarikiyle sabit olan bu hadis, nassı kurana muarız olamaz. )
   Vaktiyle muhaddisini kiram tarafından süneni nebeviye, hadisi şerifler tamamen zapt edilmiş olduğundan artık öteden beri muteber bulunan bir hadis kitabında münderiç, mâruf bir hadisi şerifi …………………….”rasülullah demiştir”, veya ……………………………………. “Peygamberimizden rivayet olunmuştur” diye rivayet etmek caiz ve makbuldür. Fakat böyle bir kitapta yazılı bulunmadığı halde “Rasülullah şöyle buyurmuştur veya ondan şöyle rivayet olunmuştur” diye rivayet edilecek bir hadis, kabul edilemez ve böyle mazbut olmayan bir hadisi artık asrımızdan zamanı nebiye kadar bir senet ile rivayet etmeğe de imkân yoktur.
İnkıta-ı batın: nâkildeki veya muârız bir delil sebebiyle menkuldeki bir noksanlıktan dolayı munkatı’ olandır. Mesela: hadisi şerif müsnet olarak rivayet olunur, râviler zikredilir ancak nâkil ve ravilerde bulunması lazım gelen şartlardan biri (akıl, İslam, zabt, adalet) olmazsa, her ne kadar sureten muttasıl ve müsnet olursa da bu hadis batınen ve nâkildeki noksanlık sebebiyle munkatı’ olmuş olur. Veyahut bu suretle inkıta bulunmaz, nakil şartlarını cem etmiş olur fakat hadis kendisinden daha kuvvetli bir delile muaraza sebebiyle yani menkuldeki noksan itibariyle munkatı olur. Mesela Fâtıma binti gays “beni zevcim üç talak ile boşamıştı. Bende gidip rasülüllahın huzurunda ona arz eyledim ve nebiyi Zişan efendimiz benim için nafaka ve sükna takdir buyurmadılar” diye bir hadis rivayet etmiş idi bu hadis her ne kadar zahiren muttasıl olup nâkilde olması gereken şartlar bulunsa da, manen ve batınen münkatıdır. Çünkü nâkilde değil menkulde noksanlık vardır (yani hadisin kendisinde) buda; kendisinden daha kuvvetli bir delile muâraza sebebiyledir. O delil “(boşanan)o kadınları, gücünüzün yettiği kadar, ikamet ettiğiniz yerin bir kısmında oturtun. (evleri) başlarına dar etmek (onları çıkmaya mecbur kılmak) için kendilerine zarar yapmayın…..” (talak 6) ayeti kerimesidir. İşte rivayet olunan bu hadisi şerif ayeti kerimeye muârızdır.  Binaen aleyh bu hadis kendisinden daha kuvvetli bir delil ile yani kitap (kuran-ı kerim) ile taaruz etmiş olduğundan onunla amel caiz olmaz.
3- MAHALLİ HABER mahalli haber ile mütevatir ve meşhur tarikiyle değil de ahat tarikiyle rivayet edilen haberler, hadiselerin mahalleri, yani: bu haberlerin mevzuunu teşkil eden hadiseler, meseleler kast edilir. Kısacası haber-i vahidin kendisinde huccet kılındığı yerler anlamındadır. Burada mevzu bahis olan haber mutlaktır gerek nebiyyi Zişan efendimizden varit olsun gerek başkasından mahall-i haber ya hukukullah veya hukuku ıbadddır. Mahalli haber hukukullah olursa bu da iki kısımdır. 1- ibadetler 2- ukubat (cezalar) itikadiyyat haberi vahidin mahalli olamaz. Çünkü itikadi meseleler, yakiniyata, kat’ı delillere istinat eder. Haberi ahat ise zannidir. Binaen aley itikadi hususlar haberi vahit ile sabit olmaz. hukukullahdan ibadet kısmı akıl, İslam, zabt ve adalet şartları mevcut olmak ve haber, kitap ve sünnete muhalif bulunmamak şartıyla haber-i vahit ile sabit olur. İbadet ister namaz, oruç, hac, zekât gibi maksut olan bir ibadet ve gerek abdest ve kurban gibi başka bir ibadet ve taat maksadıyla matlup olan bir ibadet olsun. Mesela bir kimse öğle namazını bitirdikten sonra birisi gelip sen namazı iki rekât kıldın diye haber verse eğer muhbir rivayet şartlarını cem ediyorsa (akıl, İslam, zabt, adalet) namazı iade lazım gelir. Diğer ibadetlerde böyledir. Fâsıkların ve mestürül hâl (hali bilinmeyen)olanların haberleri ise kabul olunmaz. Ancak diyanet hususunda yani ibadetlerle alakalı şeylerde “taharri” (araştırmak) şartıyla kabul olunur. Mesela bir kimse abdest alacak iken fâsık veya mestürülhal olan bir şahıs “o ibrikten abdest alma pistir” deyip, kendisine haber verilende bu habere mebni teyemmüm ile namaz kılsa ve sonra suyun temiz olduğu anlaşılsa bakılır; eğer haber aldığı vakit suyun renk tat ve kokusuna bakmış bu şekilde araştırmış ise namaz makbul olur. Eğer böyle bir araştırma yapmamış ise namazı makbul olmaz iadesi lazım gelir. Hukukullahın ukubat kısmının haberi vahit ile sübütü muhtefün fihtir. Mesela hadd-i zina, hadd-i gazif, hadd-i şürb,  hadd-i sirgat gibi hudud-i şerıyye (şekilleri şer- i şerif tarafından beyan olunan cezalar)haberi vahit ile sabit olur mu? Olmaz mı? Bunda ihtilaf edilmiştir. Mesela bir adam gelse “ falanca şarap içti” veya “falanca hırsızlık etti” dese acaba bu haberle o adam hakkında içki ve hırsızlık cezası tatbik edilir mi? Edilmez mi? İmamı Ebu Yusuf rahimehüllahdan rivayet edildiğine göre bu haber kabul olunur. Ancak imam-ı kerhı hazretleri ve müteehhırın ulemaya göre bu haber kabul olunmaz. (her ne kadar ukubat beyyine ile sabit oluyorsa da bu sübüt alehılafılkıyas dır. “erkeklerinizden iki şahidin şehadetlerini isteyiniz” nassı celili ile sabit bulunmuştur. Böyle ale hılafılkıyas sabit olan bir nas ise mevridine maksurdur. Başkasına makısün aleyh olamaz) İşte görülüyor ki hukukullahın ibadet kısmı haberi vahit ile sabit olmakta ise de ukubatın haberi ahat ile sübütü ve ademi sübütünde ihtilaf vardır. Mahalli haber Hukuk-i ıbad  olursa bu da üç kısımdır.1- kendisinde ilzamı mahız bulunan akitlerdir. Alış veriş, kira gibi. Bu akitlerde ilzam vardır. Çünkü böyle bir akdin muktezasına, gereğine uymak lazımdır. Mesela: bir kimse bir malını satsa artık bundan dönemez, münferiden onu feshedemez. Akit lazım (bağlayıcı) ve nafiz (geçerli) olmuş olur. Bu kısımda haber-i vahidin kabulu için velayet, (yani muhbirin sözü geçerli olmalıdır, haber verilen üzerinde tesirli olmalıdır binaen aleyh çocuk, köle, deli bunlarda velayet yoktur. )“şehadet” lafzı, mümkün olan yerde adet şarttır. Rivayetlerdeki şartın mevcudiyeti de lazımdır. Çünkü bu kısımda ilzam bulunduğundan ziyade tekide ihtiyaç vardır. Haberde velayet şart olunca; bir sabinin veya bir kölenin bu gibi akitlerdeki haberleri makbul olmaz. Mesela: bir kimse bir evi satın aldığını iddia etse ve müddea aleyh (davalı) inkâr etse de müddei (davacı) davasını bir çocukla ispata kalkışsa kabul olunmaz çünkü çocukta velayet yoktur. Velayet şart olduğu gibi “şehadet” lafzı da şarttır. Muhbir “şehadet ederim ki evi sattı” diyecek. Buda haberi tekit için lazımdır. Zira şehadet lafzı esbab-ı tekidendir. Çünkü müşahededen me’huzdür böyle olunca şahit bilmediği bir şeye şahadet ederim demesi mümkün olmaz. Bir şeyi bilmek
« Son Düzenleme: 08 Mart 2011, 00:09:15 Gönderen: Tuğra »
Gam değildir gide dünya kala din,
  Gam odur ki kala dünya gide din..!

Çevrimdışı thenaksi

  • okur
  • *
  • İleti: 96
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #5 : 07 Mart 2011, 17:34:00 »
Bir şeyi bilmek türlü türlü sebeplerle olur, ancak bunun en kuvvetli olanı müşahededir. Yine velayet ve şahadet lafzı ile beraber imkân olunca adet de şarttır. Çünkü bir adamın sözüne inanmakla iki adamın sözüne inanmak arasında fark vardır. Ancak adette imkân yoksa şart olmaz bu takdirde adil bir kişinin hatta bir kadının şahadeti bile kabul olunur. Mesela bir odada iki kadın doğursa da çocukların hangisine ait olduğunda ihtilaf edilse erkeklerin buna muttali olması mümkün olmadığından ebe kadının haberi ile nispet tespit edilir.
« Son Düzenleme: 08 Mart 2011, 00:08:59 Gönderen: Tuğra »
Gam değildir gide dünya kala din,
  Gam odur ki kala dünya gide din..!

Çevrimdışı teksir

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 201
  • O mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #6 : 07 Mart 2011, 19:21:59 »
menari en son tekamulde okudum ondan sonra maalesef hic elime almadim.
O yuzdende bi sarf nahiv veya diger metinler kitablarinin yerlestigi gibi yerlesmedi. Ins bu bilgilerle tekrar kitabi elime alip bakmanin vakti geldigine inaniyorum.
tesekkur ederm  Allah razi olsun.
« Son Düzenleme: 08 Mart 2011, 00:08:44 Gönderen: Tuğra »
atilma dur, suhan-i ehl-i hali anlamadan
cevaba etme tasaddi suali anlamadan.
                                                 naci!

Çevrimdışı thenaksi

  • okur
  • *
  • İleti: 96
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #7 : 08 Mart 2011, 11:36:20 »
Cümlemizden inşaAllah...
Gam değildir gide dünya kala din,
  Gam odur ki kala dünya gide din..!

Çevrimdışı gözyaşı

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 2
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #8 : 14 Temmuz 2011, 02:15:24 »
hocam cok güzelolmuş .
Allah razı olsun
İnsan söylediği sözün mahkümu söylemediği sözün hakimidir. Hz. Ali (k.v.)

Çevrimdışı şeftali

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 12
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #9 : 28 Ekim 2013, 20:54:17 »
Selamun aleykum kardeşlerim.  ben Usul-ü Fıkıh derslerine başlarken hocamız bize okuduğumuz Muhtasaru'l-Menâr'ın musannıfının Ebu'l-Berekât en-Nesefî (v.710h.) olduğunu söylemişti. Aynı şeyi Türkiye'de de mevcût imiş. Ancak hocalarımızın gözünden mi düşmüş ki, biz okuduğumuz Muhtasaru'l-Menâr'ın musannıfı Nesefî değildir. Nesefî Menâru'l-Envar metninin müellifidir. bizim okuduğmuz eser ise bu Menâr'ın özeti/muhtasarıdır. yani Nesefî'nin Menârı'nı İbn Habîb el-Halebî (v.808h. bazı eserlerde 779h. olarak geçmektedir) adlı bilim adamı özetlemiştir. İşte bizim yurtlarımızda usûl-ü fıkh dersinde verilen Muhtasaru'l-Menâr'ın müellifi de İbn Habîb el-Halebî'dir. Hem Nesefî'nin Menârına hem de Halebî'nin yazdığı bu eserin muhtasarına çok şerhler yazılmıştır. lütfen kardeşlermizle bunu paylaşalım, talebeye doğru bilgiler verelim. bir hoca efendiye söyledim bunu görmezden geldi. inşAllah başka hoca efendilerimiz öyle değildir. bu inceliklere dikkat edelim ki milletin gözünde yüzümüz kızarmasın. yoksa 'okuttukları eserin yazarını bile bilmiyorlar' ya da 'okuttukları eserin müellifini yanlış biliyorlar' diyip ayıp ederler bizi. Nesefî'nin Menâr ve Halebî'nin Muhtasarı ile illgili bilgi edinmek isteyen kardeşlerimiz Katip Çelebî'nin Kefşu'z-Zunûn'una veya diğer tabakat eserlerine başvursunlar. ilginiz için teşekkür ediyorum.

Çevrimdışı a_kocak83

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 2
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #10 : 28 Mart 2015, 12:51:32 »
Cenabı  Hak sa`yinizi meşkur eylesin. Allah  razı  olsun hocam.

Çevrimdışı Uludag

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 928
  • man daqqa, duqqa.
    • www
Ynt: İzahlı Menar
« Yanıtla #11 : 31 Aralık 2016, 18:00:16 »
« Son Düzenleme: 21 Eylül 2018, 01:09:00 Gönderen: Uludag »
Ya rabbi, şu acizi ümmeti Muhammede hizmet etmeğe muktedir kıl.