Gönderen Konu: Kabe'deki son Osmanlı mirası da yıkılıyor !  (Okunma sayısı 29448 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

mazhar

  • Ziyaretçi
Revaklardan sonra sırada Kâbe var!
« Yanıtla #30 : 29 Ocak 2013, 08:33:05 »


Revaklardan sonra sırada Kâbe var!

29 Ocak 2013 Salı 01:30


Dünyanın muhtelif yerlerinden Mekke’ye gelip hac farizasını ifa eden müslümanlar evlerine döndü. Allah kabul etsin! Hacları mebrur olsun!
 

Önümüzdeki yıl hacca gidenler, büyük bir ihtimalle, Osmanlı revakları olmayan bir Harem-i Şerif görecekler. Osmanlı revaklarının yıkılmasıyla tavafın daha kolay yapılabileceği söyleniyor. Gerçekten böyle mi olacak, bunu göreceğiz.

Elbette, Osmanlı eseri olduğu için revaklara kudsiyet atfetmek, dokunulmaz saymak doğru değil. Kendini Mekke ve Medine’nin hadimi (hizmetçisi) olarak gören Osmanlı sultanı Kanuni Süleyman’ın mimarbaşısı Sinan’a Kâbe ve civarının yeniden düzenlenmesi vazifesi verdiği anlaşılıyor. Çünkü Mimar Sinan Harem-i Şerif’i de eserleri arasında sayıyor. İşte Osmanlı revakları olarak bilinen beş yüz küsur küçük kubbeli yapı ya Koca Sinan’ın bizzat nezaret ederek yaptığı bir eserdir, ya da planını çizip inşasını kalfalarından birine emanet ettiği bir yapıdır.
 

Bu tür mimarî eserlerin, kutsal bir yerde olması şart değil; dağbaşında bile olsa, dünya mirası listesindedir. Türkiye’de antik devirden bugüne ulaşan harabelere, Roma ve Bizans eserlerine gösterilen hassasiyeti hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

Hiç şüphe yok ki, Osmanlı revakları zamanında hac farizasının mühim bir unsuru olan tavafın suhuletle ifasını sağlamak maksadıyla yapılmıştı. Yüzlerce yıl hizmet verdi, şimdi müslümanların nüfusu çoğaldı, ulaştırma imkânlarının gelişmesinden ötürü hacca gidenlerin sayısında çok büyük artışlar oldu.
 

Osmanlı revakları, tam bir Osmanlı hassasiyeti ile inşa edilmişti: Esas olan Kâbe’dir. Hiçbir yapı Kâbe’nin ehemmiyetini gölgelemeyecek ve görünmesini engellemeyecek!

Otuz kırk yıl öncesine kadar Mekke’ye gelen müslümanlar, revaklara rağmen, Kâbe’yi uzaklardan görebiliyordu. Suudi idaresi, revakların etrafına onu çevreleyen daha yüksek yapılar inşa etti. Bu bir çözüm olarak düşünüldüyse, demek ki, kısa vadeli bir çözümmüş!
 

Suudi yapıları, Osmanlı hassasiyetinden yoksundu, bu yüzden Kâbe’yi artık Harem-i Şerif içine girmeden görmek mümkün olamıyordu.
 

Suudi idaresi, Mekke’de sadece Osmanlı geçmişini değil, bütün bir medeniyet mirasını silip süpürdü. Bütün bunları hacıların rahatı için yapmış olabilir. Fakat, hassasiyetten yoksun bir inşai faaliyet ile karşı karşıya olduğumuz şüphe götürmez.

Gerçek bir mimarî uygulama, Osmanlının bıraktığı yerden sürdürülmeliydi. Osmanlı hassasiyeti korunmalı, mevcut Mekke şehrine dokunulmamalı, onun dışında yeni bir şehir kurulmalıydı.

Harem-i Şerif’de ise, Osmanlı nisbetleri korunarak revaklar genişletilecek şekilde bir çözüm bulunmalı, ya da revakların dışında yüksekliği onu aşmayan yeni revaklar veya Kâbe’yi kapatmayacak zerafette yapılar inşa edilmeliydi.

Osmanlı Mekke ve Medine’de maneviyatın, ruhaniyetin dili ile konuşmayı tercih etmişti. Suudi yapıcılığı ise bütünüyle maddiyat dilini kullanıyor. Artık Mekke bir maneviyat merkezi değil, maddenin alabildiğine yüksek sesle konuştuğu her hangi bir Avrupa veya Amerika şehri. Mekke’nin maddiyatı bugün bütün görünürlüğü ile gözümüzün önünde. Bir Amerikan şehrinin yüksek binaları, otelleri, İngilizlerin saat kuleleri şehrin hafızalardan silinmeyen siluetini teşkil ediyor.

Harem ve Kâbe ise bu maddî görünürlük ortasında zorlukla ulaşılan bir mekkân haline gelmiş durumda.
 

Ecyad kalesi yıkılırken konuştuklarımızı hatırlayalım. Kalenin yerine ne yapıldı? Şehrin ruhaniyetini ifade eden bir eser mi ortaya konuldu? Kral sarayının mütehakkim mevkiini tahkim eden başka binalar yapıldı.

Bırakalım, Osmanlı revakları da yıkılsın! Zaten Harem-i Şerif’e artık bir müslüman mimarisi örneği şehirden geçerek girmiyoruz. Yüksek binalarla dolu bir Amerika veya Avrupa şehrinden geçip Harem’e dâhil oluyoruz. Orada da tek dokunulmamış yapı Kâbe var!
 

Peki Kâbe dokunulmaz mı?

Kâbe bir timsal. Mimarî nisbetleri gayri muntazam. Böylece estetik harikası bir mimarî esere duyulan saygıyla ona yaklaşmıyoruz. Fakat, Kâbe de daha önce yıkılıp yeniden yapılmış. Yaklaşık bir insan boyunda iken, bugünkü yüksekliğe çıkarılmış…

Suudilerin son hamlesi şu olmasın: Kâbe görünmüyor! Onu yükseltelim! Beş, on yıl sonra, Körfez emirliklerindeki göktırmalayan kuleler yüksekliğinde bir Kâbe projesi ile karşılaşırsak, hiç şaşırmayalım!
 


16 kasım 2011’de Yeni Akit’te yayınlanan yazımızı Mekke intibalarımı kaleme almadan önce okuyucularımla tekrar paylaşmak istedim. İnşAllah konuyla ilgili yazmaya devam edeceğiz.
D.Mehnet Doğan.Habervaktim.com

mazhar

  • Ziyaretçi
Mekke’de yıkımın canlı şahidiyiz!
« Yanıtla #31 : 03 Şubat 2013, 10:06:19 »
03 Şubat 2013 Pazar 01:58
Şu günlerde Mekke’de Osmanlı revaklarının yıkılışının canlı şahidi olarak bulunuyoruz…

Zihnimizde günlerdir Süleyman Nahifi’ye ait olduğunu sandığımız bir beyit dolaşıp duruyor:

Her kime Kâbe nasib olsa, Huda rahmet eder
Her kişi sevdiğini hânesine dâvet eder



Gerçekten dâvetli miyiz?

    Ehli-i irfanın ifadesiyle, “buraya dâvetsiz gelmek mümkün değil”! Hac için üç yıl önce müracaat ettiğimiz halde sıramız bir türlü gelmiyor, âni bir kararla Kaşgar ve Endülüs seyahatlerinde beraber olduğumuz Mehmet Sılay’la birlikte umreye niyetleniyoruz. Olan biteni görünce, hele de bu günlerde, 2013’ün ocak ayı sonu ve şubat başında, Mekke’de bulunmamızı bir şâhitlik çağrısı olarak görüyorum.
Konuyla ilgimiz okuyucularımızın malûmudur. Tarihî çevre konusundaki hassasiyetimiz bizi bu mevzularla meşgul olmaya sevk etti. Geçmiş yıllarda konuyla ilgili olarak bir hayli yazdık, çizdik. “Yaşayan Geçmiş” ve “Kaybolan Şehirler” isimli belgesellerin yapımında emeğimiz geçti. Büyük şairimiz Mehmed Âkif’in Ankara’da bulunduğu zaman ikamet ettiği Taceddin Dergâhı ve çevresinin kurtarılması, yaşatılması mücadelemizi bilenler bilir.
Ankara’nın merkezinde, Hacı Bayram Veli Camii civarının uzun süre belediyece yıkılmaya terk edilmesi üzerine kaleme aldığımız “Mahzun Hacıbayram” yazısının bir dönüm noktası olduğunu düşünüyoruz. Hacı Bayram Camii ciddi bir onarımdan geçirildi. Çevresi tanzim edildi ve şu sıralar sivil yapıların ihyası için hummalı bir faaliyet göze çarpıyor.
“Şehir ve kutsal” konusu üzerinde kafa yorduğumuz için Eyüp Belediyesi’nin sempozyumuna davet edildik ve orada “Yaşayan Sultanlar: Semerkand’da Şah Zinde, İstanbul’da Eyüp Sultan” başlıklı bir tebliğ sunduk. İstanbul’un fethi seferine yaşlı hali ile katılan Peygamberimizin Medine’deki ev sahibi Eba Eyyub el Ensari’nin İstanbul’daki türbesi ve çevresinde oluşan yapılaşma ile Semerkand’ın fethine katılan Resulullah’ın amca oğlu Kusem bin Abbas’ın şehid düştüğü yerde yapılan türbe ve zamanla etrafında teşekkül eden külliye hakkındaki bildirimiz ilgi ile karşılandı.

  Bir seneye yakın zamandır gündemde olan Çamlıca Camii projesi ile ilgili ilk yazılarımız da kamuoyunun malûmudur. Burada, büyük cami yapmak değil, çevreye uyumlu, cemaati gözeten, aynı zamanda güzel ve mütenasib bina yapmanın esas olduğunu, camilerin, mabedlerin yüksek yerlere yapılmasının onların kadrini yükseltmeyeceğini, Kâbe örneğine dikkat çekerek ifade etmeye çalıştık.
Evet Kâbe, dağlık ve kayalık Mekke’nin irtifaı en düşük yerinde bina edilmiş… Mabudlarını yüceltmek için yüksek tepeleri seçen putperest dinlerin aksine.


  Suudilerin benimsediği dini görüş, Vehabilik tarihe ve tarihî olana düşman bir akım. Bu yüzden birçok tarihi eser ortadan kaldırılmış durumda. Henüz ayakta bulunanlar da sırasını bekliyor!
20. yüzyılda devletleşen Suudilik, kendisinden öncesini umursamıyor. Ama kendi kısa tarihini önemsediğinden şüphe yok. Her yerde Suudi kralların isimleri ve resimleri var. Resimle arası iyi olmaması gereken bu anlayışın resmi dairelerde ve işyerlerinde kralların resimlerinin asılmasına nasıl müsaade ettiğinin bir açıklaması olmalı.

Mekke’de sadece tarihi yapılar ortadan kaldırılmıyor, tabii çevre de bu müdahaleden nasibini alıyor. Tepeler, dağlar düzleniyor.
Eski bir belediye başkanı şehircilik gözüyle bakınca şunları söyledi: “Kâbe’yi kuyunun içine atmışlar!”
Söylediği doğru: Kuyunun başına varmadan içindekini göremiyorsunuz!
  
  Suudilere gelinceye kadar, Kâbe Mekke’nin en görünür yapısı idi. Onun etrafına yapılanlar Kabe’yi örtmüyordu. Hele Osmanlıların yaptığı (önce Kanuni zamanında, sonra şiddetli bir sel yüzünden 4.Murat zamanında) revaklar, Kâbe dikkate alınarak hem daha alçak, hem de sade, basit ve süssüz olarak yapılmıştı. Kemerler Kâbe’yi kapatmıyor, çevreliyor. Önemini böylece ortaya çıkarıyor.

   İlk Suudi yapıları Mekke ile Kâbe’nin ilişkisini kesti. Artık Kâbe Mekke’yi göremiyor, Mekke de Kâbe’yi… Mekke Kâbe’ye hasret, Kâbe de Mekke’ye.
Osmanlı revaklarının yıkılışını ayan beyan görüyoruz. Kırıcı ve deliciler durmaksızın çalışıyor. Dört küsur asırlık kemerler, Kâbe’nin dört asırlık şahitleri yok ediliyor.
Bir tarih cinayeti işleniyor. Fakat hiç kimsenin sesi çıkmıyor! Dünya bu cinayete seyirci kalıyor…


D.Mehmet Doğan / Yeni Akit.Habervaktim.com

mazhar

  • Ziyaretçi
“Sakın terk-i edepten” diyor. Yani “edebi terk etme”.
« Yanıtla #32 : 06 Şubat 2013, 09:14:32 »
Sakın terk-i edepten!
Bir daha Mekke’ye gelebilecek, Kâbe’yi görebilecek miyiz?
 

Gelsek bile, şimdi arkasında oturduğumuz Osmanlı sütunları, revakları olmayacak.

Revaklar en tabiî ve basit malzemeden yapılmış. Mermer sütun başlıklarının ön sırada olanları Osmanlı işi. Arka sıradakiların bir kısmı devşirme, muhtemelen yakınlardaki tarihî yapılardan getirilmiş.
 

Kâbe’nin haremini, tavaf alanını çevreleyen sütunların üstündeki kubbeler bildik Osmanlı kubbeleri değil. Adeta Selçuklu-Osmanlı asker miğferi görünümünde. Üzeri kurşunlanmamış. Alemler taştan. Kubbeler kurşun yerine tamamen mahallî malzeme ile kaplanmış. Arka kubbeler hayli yayvan.
 

Dendanlar lâle şekilli. İki üç yerde mermer kullanılmış, geri kalanı taş. Bütün kemer aralarında Lâfza-i celâl (Allah) levhaları var. Bazı yerlerde, daha aşağıda, Muhammed ve dört reşid halifenin isimleri madalyon olarak konulmuş. Suudların yaptığı yeni kısımlarda sadece Lâfza-i celâl ve “Allahüekber” yazıları mevcut. Bir de kapılara, merdivenlere Suud kırallarının isimleri verilmiş. Kıral isimleri Kâbe’yi çevreleyen merdivenlerin üzerinde kapı ismi olarak yer alıyor. Bu isimler Kâbe ile karşı karşıya..

Yıkım tamamlandığında dört halifenin ismi silindiği gibi, Haremde Hz. Muhammed adı da silinmiş olacak… Artık Harem-i Şerif’te Muhammed’in kösü çalınmayacak, kesin olarak Suud’un borusu ötecek!
 


Lütfen dikkat: İslâm’ın temel ibadet mekânında İslâm Peygamberi’nin adı yok! Ama Suud kırallarının isimleri bir şekilde bu mekânda varlığını sürdürüyor!

Yavuz Sultan Selim zamanından beri Kâbe’nin hâkimi değil “hadimi”, yani hizmetçisi olma yolunu seçen Osmanlı sultanları isimlerini Harem-i Şerif’te kapılara vs. vermeyi düşünmediler. Tevazu ve alçakgönüllülük sözde değildi, her yerde ve her şeyde hissediliyordu.
 

Arabistan’ın yüzlerce, binlerce yıllık yokluk ve kıtlıkla imtihanından sonra günümüzde varlık ve servetle imtihanı yaşıyor. Bu imtihan çok çetin, çok müşkil… Büyük meblağlar İslâmiyeti bir hanedana, kabileye (isterseniz “devlete” diyelim) mal etmek için sarfediliyor. Bütün isimler, bu arada Hz. Peygamber’in ismi siliniyor, sadece Suudi kırallarına saygıya işaret eden isimler kalıyor.
 

40-50 yıl önce beton ve demirle yapılanlar da yıkılıyor. Yerine daha fazla beton ve demir kullanılarak yeni büyük yapılar inşaa ediliyor. Bu inşaî faaliyette Kâbe ölçü olmaktan çıkarılıyor. Nisbetler o kadar büyük ki, bu nisbetlerde Kâbe’nin hükmü yok!

Kâbe ve civarında her yeni çözüm, eskisinden daha fazla çözümsüzlük getiriyor. Binalar çoğaldıkça, kat sayıları arttıkça külfet artıyor, hac zorlaşıyor.

Mekke’nin tabiî dokusu neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış. İki tepe Safa ve Merve ancak karikatür olarak bırakılmış.
 

Kâbe’nin etrafı olduğu gibi bırakılsa, tabiî çevresiyle ve tarihî yapılarıyla korunsa ne olurdu? Elbette, hacc tabiatına uygun olarak ve kolaylıkla eda edilirdi.

Tavaf artık mermer levhalar üzerinde yapılıyor. Eskiden kumlar üzerinde yapılırmış. Mermer parlak ve gösterişli. Fakat gerçeği daha güzel, kızgın Arabistan kumları üzerinde tavaf daha heyecan verici olmalı.
 

1400 yıl önce Resulullah’ın yaptığı gibi kumlar üzerinde tavaf etmek, say yapmak… Şimdi ayağınız toprağa, kuma değmiyor. Her taraf asfalt, beton ve mermer kaplı.

Kâbe’nin etrafında Peygamber’den ve sahabeden kalan hatıralar hiçe sayılmış. Şimdi onları yerinde dünya kapitalizminin Hilton başta olmak üzere otelleri yükseliyor.Modernlik Kâbe’yi tamamıyla kuşatmış. Artık Mekke yok, Mekkeli yok.

“Şehirlerin anası” (Ümmülkura) artık bir şehir değil, otelkent!
 

Büyük şairimiz Nabî, Peygamberin kabrine ve mescidine saygısız davrananlar için

“Sakın terk-i edepten” diyor. Yani “edebi terk etme”. Daha açığı: “Edepsizlik etme”!

Bütün tavaf ehline tavsiyemiz, tavaf bittikten sonra civardaki Kâbe’nin üzerine düşecek gibi duran ucubeye (tower ve saat kulesi) doğru dönüp “edep ya hu!” demeleridir!

 

D.Mehmet Doğan.Haber Vaktim.com


mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Kabe'deki son Osmanlı mirası da yıkılıyor !
« Yanıtla #33 : 12 Şubat 2013, 08:11:23 »



Suudlar Kâbe’yi de Yıkabilir!

Yazar D. Mehmet Doğan, Harem’i Şerif’teki “yenileme” çalışmalarını değerlendirirken, Suudların bir gün Kâbe’yi de “yıkabileceklerini” söyledi.

D. Mehmet Doğan, sessiz ama derinden çalışmalar yürüten gerçek bir aydın. Bugünkü AÜ İletişim Fakültesi’nin ilk(1972) mezunlarından.. O zamanki adı Basın Yayın Yüksekokulu olan İLEF’i birincilikle bitiren Doğan, Türk Tarih Kurumu, TRT, Kültür Bakanlığı ve RTÜK gibi kurumlarda önemli görevlerde bulundu.

 

Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı ve Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın kurucularından olan Mehmet Doğan,  Büyük Türkçe Sözlük’ü hazırlayan; Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi ile Türk Aile Ansiklopedisi’nin yayınını yöneten isim.

 

Bazı üniversitelerde yazarlık dersleri verdi.. Hareket, Türk Edebiyatı, Mavera, İslâm, İlim ve Sanat, İzlenim ve Nehir dergilerinde yazılar kaleme aldı. Halen Akit’te yazıyor, Türkiye Yazarlar Birliği’nin Şeref Başkanlığı görevini yürütüyor.

 

Suudilerin modernize politikalarından Harem’i Şerif’in şuan ki haline, yeni kitaplarından TYB’nin çalışmalarına, Türk insanının neden okumadığından Türkiye’nin aydın sorununa, sol ve muhafazakar camiaların içinde bulundukları durumlardan medyanın genel tavrına kadar pek çok konuda sorular yönelttiğimiz D. Mehmet Doğan, çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Doğan, ayrıca 28 Şubat sürecinin RTÜK’üyle ilgili son derece çarpıcı bilgiler verdi.

 Umre’den yeni gelmişti, izlenimlerini Habervaktim’le paylaşan Doğan, Harem’i Şerif’teki “yenileme” çalışmalarını değerlendirirken, Suudların bir gün Kâbe’yi de “yıkabileceklerini” söyledi.

Mehmet Doğan’la söyleşimizin birinci bölümü şöyle:
 

HAREM-İ ŞERİF’TE DURUM İÇLER ACISI

-Umredeydiniz, nasıl geçti? İzlenimleriniz nelerdir?D. M. Doğan- Kısacık bir umre, sadece10 gün. Mekke, Kâbe, Medine, Kubbe-i Hadra… Zaman, kısıtlı. İbadet, muhasebe ve murakabe ile geçen günler. Bu arada Yeni Akit’e günlük yazmaya devam ettim.



-Suudiler Harem-i Şerif’te bir takım yenileme çalışmaları yapıyor. Bu konuda İslâm dünyasının görüşlerine başvurulmaması sizce ne anlama geliyor ?


D. M. Doğan- Suudilerin İslâm dünyasının görüşlerine başvurmak, onlardan yararlanmak, ortak İslâm aklını ortaya çıkarmak, Müslümanları ikna etmek-razı etmek gibi bir tutumları yok. Kendi görüşlerini, yaklaşımlarını en doğru olarak görüyorlar. İslâm dünyası kendi görüşlerine uyum sağlarsa ancak felaha erer diye düşünüyorlar. Onlar Mekke ve Medine’nin hâkimleri, sahipleri, onlar ne derse o olur!



-Çalışmalar kapsamında “Harem’deki Osmanlı izlerinin bir bir silinmesi” konusundaki düşünceleriniz  nelerdir?

D. M. Doğan- Mesele “Osmanlı izleri” meselesi değil. Dört yüz yıldan fazla zamandır Kâbe’yi çevreleyen, Harem-i Şerif’in tanzimi hususunda basit ama hâlâ geçerli düşünce temeline dayanan bir çözüm sözkonusu. Osmanlının veya başkasının olması o kadar önemli değil.

Tabiî şunu da gözden kaçırmayalım: Osmanlı büyük bir mimarî gelenek devraldı ve bunu çok geliştirdi. Yaptıklarını bu çerçevede yaptı. Osmanlının maddî izlerinin silinmesinden çok bu büyük mimarî geleneğin anlaşılması, bugüne uyarlanması esas olmalı.



VAHABİLİK MODERNİZME TESLİM OLDU


-Modernize edelim derken, Harem ruhundan; çevresi Hz Peygamber’in hatıralarından adım adım uzaklaşıyor mu sizce de?

D. M. Doğan- Suudların benimsediği “vahabilik” modernizme, her türlü yeniliğe kökten karşı bir akım idi. Osmanlıyla zıtlığının temelinde de bu vardı. Selefiliği son noktaya kadar götürmüş bir zihin, bugün geldi modernizme külliyen teslim oldu. Çünkü kendi çözümleri yoktu, sıfır noktasındaydılar.


Bunu da daha yeni Mekke’yi, Medine’yi görmüş olarak söylüyoruz. Bu karşıtlığın nasıl bir aynılığa dönüştüğünü anlamak da mümkün.

Siz reddediyorsanız, bu reddin gereği olarak yıkıyor ve yok ediyorsunuz. Suudlar 19. Yüzyılın başında Mekke ve Medine’yi ele geçirdiler. Bid’at olduğu için bütün türbelerin kubbelerini yıktılar, kabir ziyaretini, bu arada Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etmeyi de yasakladılar. Bir şey daha yaptılar: "Hücre-i Saadet” denilen Peygamberimizin kabrini yağmalamadılar! Kubbe-i Hadra’yı, yani Peygamber kabrinin üstündeki kubbeyi, yıkamadılar. Osmanlı merkezinin talimatıyla Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ve oğulları Suudları mukaddes topraklardan çıkardı.

 İkinci dalga yüz yıl sonra geldi…Birinci hamlede yapılamayanları sindire sindire yapmak için neredeyse yüz yıllık bir süre…Şimdilik sadece Kâbe kalacak…
 
DİNDEN ÇOK KAPİTALİZMİN DEĞERLERİNİN ORTAKLIĞI SÖZKONUSU

-Bu hususta Türkiye’nin yapabileceği bir şeyler olamaz mı?
D. M. Doğan- Türkiye bugüne kadar bir şeyler yapmış olmalı. Cumhurbaşkanı, Başbakan. Onlar da “ne olacak Türkler atalarının mirasını korumak istiyor” demişlerdir. Dünya hiç yok ortada. Afganistan’da budist mabedlerinin tahribi için ayaklanan dünya sanat, kültür, tarihi eser camiası, ortalıklarda görünmüyor. İslâmî devre ait eserler, Osmanlı yapıları korunmayı gerektiren, dünya mirasında yeri olmayan eserler olmalı!
Ya Türkiye’nin dinî kanaat önderleri, tarikat, cemaat temsilcileri? İçeride herkes birbirini çok basit konularda eleştirirken, Suudlara yönelik dedikodudan başka bir şey görülmüyor. Hatta işin ticaretini yapan bazıları Suudların tam bir tekebbür örneği olan, Londra’da Westminister Katedrali’nin kulesinin benzerini, Zemzem Tover denilen kule ve binayı yeni tanıtma broşürlerine iftiharla yerleştirmişler. Altı yüz katlı devasa bina ve onun önünde nokta gibi Kâbe... Bunlar neyi öne çıkardıklarını, alkışladıkların bilmiyorlar!

“Bilmiyorlar” diyoruz ama, kapitalizmin müşterekleri Suud’da olduğu gibi, bunlarda da aynı. Dinden çok, kapitalizmin değerlerinin ortaklığı sözkonusu.
“KÂBE KÜÇÜK KALIYOR, YÜKSELTELİM” DİYEBİLİRLER

-Şimdilik “Kâbe” dediniz. Yani bir gün Kâbe’yi de yıkabilirler mi?

D. M. Doğan-Bu tahakkümcü, tagallüpcü anlayış Kâbe’nin etrafını bu kadar değiştirdikten sonra, Kâbe’yi neden değiştirmesin? Kâbe çok katlı binaların kuşatması altında, adeta kuyuda gibi. Ta yanına varmadan göremiyorsunuz. Eskiden Mekke’ye gelen en önce Kâbe’yi görürdü, Kâbe’de Mekke’yi. Şimdi ne Mekke Kâbe’yi görebilir, ne de Kâbe Mekke’yi! Bu durumda pekâlâ “Kâbe görünmüyor, küçük kalıyor, bunu büyütelim, yükseltelim!” diyebilirler!
YARIN: MUHAFAZAKAR CAMİA ŞU SIRALAR KAPİTALİNİ MUHAFAZA EDİYOR

 Fatih Akkaya / Habervaktim.com

mazhar

  • Ziyaretçi
Kabe Esir
« Yanıtla #34 : 24 Ekim 2013, 09:41:02 »
   Kabe Esir
   Dİ Başkanı Mehmet Görmez gerçekten farklı bir başkan. Kalbimizden geçenleri dilimizin ucuna gelenleri söylenmeyenleri söylemeye çalışıyor. Hac zamanı Mekke’de TRT Türk kanalında söylediği sözler gerçekte diplomatik bir kriz çıkaracak kadar ağır sözlerdi. Söylenenlerin haklılığı bir yana bir Dİ Başkanı tarafından söylenmesi sözleri daha önemli kılıyordu. Haber anında Kabe Esir başlığı ile gazetelerin internet sayfalarına düştü. Haber ise şöyleydi “ Kabe'nin etrafına yapılan ve dünyanın en büyük otelleri ve AVM'leri arasında gösterilen yapılara sert tepki gösterdi. Kabe'nin adeta 'esir' alındığını söyleyen Görmez şöyle devam etti: "İbadet mekanları bu kadar daraltılıp devasa binalar altında Kabe'yi esir bırakmasaydı. Ben ne zaman gitsem o etraftaki binalardan dolayı kalbimde Kabetullah mahzun".
 
 Mekke’de olanlar bir imar hareketi değildir. Aralıklı olarak hacca gidenler her gidişlerinde bir önceki Mekke’yi yerinde bulamadıklarını itiraf etmektedirler. Ne Safa ne de Merve var artık Hacer’in koştuğu yerde İsmail’in bulduğu zemzem şimdilerde pet şişelerde plastik bardaklarda sunulmakta hüccaca. Efendimizin mübarek hatırasını yok etmek için her şey yapılmış. Ümmül Kura ( şehirlerin anası ) yok edilmekte Mekke inanç turizmi merkezine dönüştürülmektedir. Yapılanlar sadece devasa binalar dikmek yıkmak dağları düzlemek daha büyüğünü yapmak . Alev Alatlı bir makalesinde şöyle der ” Bunları söyledikten sonra itiraf etmeliyim ki, bugüne kadar görkemli bir metropol görmedim ki, insan kemikleri üzerine bina edilmemiş olsun.”
 
 Mekke’de yapılan görkemli binaların Kabe’ye tepeden bakan saat kulesi otellerin temelinde yatanlar yukarıda sayılanlardır. Tunus’ta Mısır’da Müslümanların iktidara gelmemesi için liberal seküler darbeci kadrolara para yağdıranlar Mekke’yi inanç turizmi merkezi yapmaya çalışmaktadırlar. Kölelik düzenini devam ettirenler Kabe’yi esir etmişlerdir. Ümmetin yoksulluğu için harcanacak para Mekke’nin yok edilmesi için harcanmaktadır. Haccın içi boşaltılıp şekli bırakılmaktadır. İbrahim’in çağrısı açıkça bütün insanlara idi ve gücü yeten herkes beyti ziyarete çağrılmıştı. Bugün hac etmek beyti tavaf etmek sadece parası olan değil çok parası olanların yapabileceği bir ibadet haline gelmiştir. Hac ve umre bir meditasyon arınma olarak değerlendirilmektedir.
 Diyanet İşleri Başkanının sözleri çok ciddi ve ağır ifadelerdir.
 
 Hepimizin içindekini söylemiş ve bir tehlikeyi haber vermiştir . Bir alim olarak bizleri yapılanın gayretullaha dokunacağı konusunda bizleri uyarmaktadır. Sözleri mevcut Suud yönetimine karşı söylenmiş olarak algılanmıştır. Fakat Kabe’nin sahibinin geçmişte evini Ebrehe’ye karşı nasıl koruduysa aynı şekilde koruyacağını ama bu sefer bizimde o taşlardan payımıza düşeni alacağımızı hatırlatmaktadır. Bunu dert edindiği ve rahatsız olduğu bellidir. Bizleri de rahatsız etmeye çalışmaktadır. Fakat Kabe’yi esir alma girişimlerine verdiği tepki sadece Osmanlı revaklarının muhafaza edilmesi çabasında olan bir devletin resmi görevlisi olunca çok ciddiye alınmamış olabilir. Bu yapılanlara itiraz edecek olanlar devletler değil Müslümanlardır. Allah’ın beytine sahip çıkmak için illa NATO uçakları veya İsrail uçaklarının saldırması mı gerekmektedir. Kabe’nin bu hale düşürülmesine asıl cevap verip sahip çıkacak olan Türkiye Müslümanları ise duyarsız kalmayı karakter haline getirdiler tepki vermeyi çoktan bıraktılar. Her şeyi her tepkiyi sayın başbakandan bekler hale geldiler. Bu konuda da o tepki verip söz söyleyinceye kadar kulaklarının üstüne yatıp bekleyecekler. Mısır’da ki darbeye hükümetin tavrı netleşinceye meydanlarda Mısır’da ki kardeşlerine destek veren darbeyi protesto edenler İHH ve Özgür-Der di.
 
 Son söz olarak esir alınmak ancak düşman bir güç tarafından gerçekleştirilecek bir eylemdir. Esir alınan Allah’ın evi ise esir edenler Allah düşmanlarıdır.
Mevlüt Yurtseven.timeturk.com