Gönderen Konu: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar  (Okunma sayısı 14780 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ferdi

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48
Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar
« : 22 Aralık 2009, 18:24:07 »

Bu yazı makalelerden karşılıklı diyolog şeklinde hazırlanmaktadır tamamlanmamıştır.

SELEFİ ;Sizler Peygamberimiz doğmadan evvelde onun hakkı için isteneceğini söylüyorsunuz,deliliniz nedir?

Delilimiz Hz.Ömer hadisidir Âdem aleyhisselâm, hatâ işlediğinde şöyle dedi: Ey Rabbim! Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem hakkı ile (onun hürmetine), senden, beni affetmeni istiyorum…. (Allah da şöyle buyurdu:) Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem olmasaydı seni yaratmazdım.

SELEFİ ;Bu hadis uydurma değilmidir?

Bu hadise İmâm Sübkî[Şifau's-Sıkam:134-135] Sahih Kastallânî,[Birçok yerde. Sonuncusu: 2/392 (Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye baskısı)], Mefâhîm, Tâ'lîk'i:120] hadîsin Sahîh olduğu kanâatindedirler. Süyûtî, hadîsin bazı tariklerinin zayıf olduğunu söylediyse de, hadîsin aslının bazı şâhid ve mütâbi’lerle Sahîh Liğayrihî olduğu kanaatine varmıştır.[Mefâhîm, Tâ'lîk'i:121-122] Kezâ Zürkânî de rivâyeti Sahîh kabûl etmişdir.[Şerhu'l-Mevâhib, Sahîhtir. 8/314], Mefâhîm, Tâ'lîk'i:120] EEEEEE..

SELEFİ ;Şu getirdiğiniz tevessül hadîsi Kur'ân’a ters, dolayısıyla da bâtıl değilmidir?

 Bu rivâyet, Kurân’a değil, O’nu anlayabilecek ilim, akıl, idrâk ve hidâyetten mahrûm olan mantar kafalara ters gelmiş olabilir.Bu ise mü’minlerce mühim değildir.Tevessül etmeden tevbe etseydi affedilmeyecekti diyen mi vardı?.… Olmadığına göre…Oysa, imâmınız İbnü Teymiyye hadîs’i[Muhammed (sallAllahu aleyhi ve sellem) olmasaydı seni yaratmazdım sözünün] uydurma i'lân etse de, ma'nâsının, bir takım âyetler istikâmetinde bazı yönleriyle doğru olabileceğini söylüyor.

[[El-Fetâvâ, 11/96], Seyyid Muhammed Alevî Mâlikî, Mefâhîm:123-124]Âdem aleyhisselâm’ın tevessülü ile alâkalı bu rivâyeti pekiştiren ona Mütâbi’ ve Şâhid olan başka rivâyetler de vardır: Hâfız Ğumârî bunlardan üç tanesini er-Reddü’l-Muhkem isimli kitâbına almıştır:[er-Reddü’l-Muhkem:128-129] (Birincisi), İbnü’l-Münzir’in, Tefsîr’inde, (İkincisi), İbnü’l-Cevzî’nin el-Vefâ’sında, (Üçüncüsü) de Âcürrî’nin eş-Şerîa’sında yaptıkları rivâyetlerdir.

Ğumârî, İbnü’l-Cevzî’nin rivâyetinin isnâdının kuvvetli olduğunu ifâde ettikten sonra, sahîfenin dibinde bu sahîh hükmünü İbnü Hacer’in Fethu’l-Bârî’de ve başkalarının (da başka yerde) söylediğini yazdı.[Aynı yer: 129] Sizin ve size bu yorumu öğreten Albani'nin Şeyhülislam dediği İbni Teymiyye bile Fetâvâ’sında, İbnü’l-Cevzî’nin bu babdaki rivâyeti ile Ebû Nüaym’ın rivâyetlerini aldıktan sonra, Bu ikisi, sahîh hadîslerin tefsîri gibidir demiştir.

[[El-Fetâvâ:2/150], Mefâhîm:121-122] Tevessül inkârcılarının Şeyhu’l-İslâm(!)larının uydurma rivâyetleri her hâlde sahîh hadîslerin tefsîri kabûl etmemesi lâzımdı; ama kabûl etmiş; biz ne yapalım?

SELEFİ ;Öyle bir şey olsaydı büyük imamlar bu hadisi alırdı?

Almadıklarını kim söyledi? Mesela İmâm Mâlik'te bu rivâyeti kabûl etmiştir: İbnü Humeyd, Mâlik’den, (Kendisine Kıbleye dönüb de mi düâ edeyim, yoksa yüzümü Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e mi çevireyim diye soran Halîfe) Ebû Ca’fer’e, Niye Ondan yüzünü çevireceksin, O, senin ve baban Âdem aleyhisselâm’ın vesîlesidir dediğini rivâyet etmiştir.

İmâm Mâlik, (Abdurrahman’dan gelen) haberin doğruluğunu kabûl ettikten ve O'nu delîl olarak ileri sürdükten sonra......

SELEFİ ;Peki, İmâm Mâlik’in Abdu’r-Rahmân İbnü Zeyd’in şu rivâyetini delîl kabûl ettiğine dâir haberin isnâdı sahîh midir?
Sanki hadisten bir şey anlıyormuşunuz gibi?

Neyse İmâm Mâlik’in bu rivâyeti Kâdî İyâd, , Şifâ-i Şerîf’de, senediyle zikretmiştir.Hâfız Muhaddis Hafâcî şöyle der ''Allah Kâdî İyâd’ın hayrını bol etsin, bu hikâyeyi Sahîh bir senedle rivâyet etmiştir ve bunu hocalarının sikalarının (sağlam ve güvenilirlerinin) bir çoğundan aldığını söylemiştir''.(Hafâcî, Nesîmu’r-Riyâd:3/398)


SELEFİ ;Başka Deliliniz  varmı? doğmada evvele

(Hâlbuki onlar (Yehûdîler) kâfirlere karşı,  (O'nunla Allah'dan yardım ve ) fetih istiyorlardı..)[Bakara:89]
Bu âyet-i celîlenin tefsîrinde, İbnü Ebî Hâtim[İbnü Ebî Hâtim: 1/171], İbn-i Cerîr[İbnü Cerîr: 2/333-336], Beğevî[Beğevî: 1/93], Kurtubî,[Kurtubî: 2/21] ve Âlûsî[Rûhu’l-Meânî: 1/320] şu rivâyeti getiriyorlar:

(Yehûdîler'e bir musîbet geldiği, bir düşman ansızın onlara saldırdığı zaman, “Ey Allah’ım! Onlara karşı Âhir Zamanda gönderilecek olan, sıfatını Tevrat’ta bulmakta olduğumuz Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ile/onun hatırına bize yardım et” diye duâ ederlerdi.)bu rivâyet, İmâm Beyhekî'ye göre en az Hasen rütbesindedir. Zîrâ bu, kitâbı için gözetmeyi va'dettiği bir esastır.

(Delâilü'n-Nübüvve Mukaddimesi: 1/46)Buradaki, rivâyetin Sahîhlik derecesinden çok, bizce en mühim noktalardan biri, onun bu büyük müfessirler ve muhaddislerce kabûl görüp kitâblarına alınmasıdır. Böyle bir tevessülün açık âyetlere ters görülmemesidir. Hattâ bazı âyetleri daha anlaşılır kılan, tefsîr eden mâhiyyette görülmesidir.

SELEFİ ;Ama Hanefi Mezhebinde birisinin falancanın hakkı dua etmek haram değilmidir?hatta Şirk değilmidir?

Cevap;Hanefi fıkhı kitâblarında falancanın hakkı ile düâ etmenin mekrûh olduğu mevcûd ise de bunu iyi anlamak lâzımdır. Hanefi fıkıh kitâblarının hemen hemen hepsinin Kerahiyye ve İstihsan yahut Hazar ve İbâhe bahislerinde falancanın veya falan şeyin hakkı için, Allah’tan bir şeyler istemenin Ebû Hanîfe rahmetüllâhi aleyh’e göre mekrûh olduğu geçmektedir.

Lâkin, Hanefî âlimlerinden ve muhaddislerinden İmâm Aliyyu’l-Kari, bu mekrûhluğun hakk sözüne vâciblik (mecbûri-yet) ma'nâsı yüklendiği takdîrde olacağını, zîrâ vâciblik veya mecbûriyyet ma'nâsında kimsenin Allah celle celâlühû üzerinde hakkı olmadığını, ancak hürmet ve ta’zım ma'nâsında kullanıldığı zaman bunun tevessül babından olacağını, Allah celle celâlühû nun, Ona varmaya vesîle arayın, buyurduğunu ve bunu el-Hısnu’l-Hasîn’de de yazdığına göre duânın âdâbından kabûl edildiğini ve bu husûsta (yukarıdaki) hadîsin geldiğini, söylüyor.

[Aliyyu’l-Kârî, Fethu Bâbi’l-İnâye: 3/30]Yine, Hanefi âlimlerinden İbnü Âbidîn, Reddü’l-Muhtar’ında, bunu, O’ndan kabûllenerek naklediyor.[İbnü Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr: 5/540] Bunlardan da önce, Falancanın hakkı için ifâdesinin hürmetine demek olduğunu, vâciblik demek olmadığını ve bunun hadîslerle sâbit olduğunu, bu ifâdeyi câiz görmeyenlerin vâcibliğe mecbûriyet ma’nâsı yüklediğini, ama burada ma'nânın bu olmadığını daha önceleri İmâm Sübkî de söylemiştir.[İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm:138] ''Falan kişinin veya Kabe 'nin hakkı için ''denilerek yapılan duayı Ebu Yusuf ta caiz görmüştür.

(Reşid Rıza Tefsirul-Meani 11 372-373)  Alusi'de Peygamberimizin zatı ve makamı ile tevessülü caiz görmüştür (Alusi Ruhul Meani VI-128)Bu tâ'bîrin mahzurlu bulunmasının sebebi şudur: (Hakk sözünde vâciblik ma'nâsı da bulunmaktadır. Hâlbuki hiçbir kimsenin Allah celle celâlühû üzerinde vâciblik ma'nâsında hakkı yoktur. Oysa bu tâ'bîrde böyle bir yanlış ma'nânın anlaşılma ihtimâli vardır. Şöyle bir ifâdeden falancanın Allah celle celâlühû’nun üzerinde, ona vermeye mecbûr olduğu bir hakkı varmış gibi bir zan uyanabilir.

Bu sebeble, böyle bir tehlikeye düşmektense, Mütevâtir olmayan bir haberle amel etmemek evlâ olur), denilmiştir. Falancının hakkıyla ifâdesinin mahzurlu görülmesi işte bu görüşe dayanmaktadır Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Ebû Hanîfe bu sözünü bir şeylerin Allah’a vâcib olduğunu iddiâ eden Mu’tezile’nin şu batılının önünü kesmek için, Sedd-i zerîa kabîlinden söylemiştir. Bu gün ise henüz böyle bir tehlike yoktur. Mu’tezile yeniden hortlatılır ve buna benzer tehlikeler yine ortaya çıkarsa avam içün yine böyle bir yola gidilebilir. Ama işi bilerek ve Sünnet çerçevesinde yapanları şirkle suçlamak terbiyesizliğine saplanmadan.

Demek ki, Falancanın hürmetine, demek câiz değildir, sözü mutlak olarak ve sınırsız söylenirse, boş gürültü olur… Şu iddiânın sâhiblerinin bu husûsta hiçbir delîli yoktur. Aksine bu, düânın âdâbından olup, sünnet veya müstehabdır. Ulemânın küçük bir kısmı tarafından, belli şart ve kayıtlarla sınırlı olarak, en çok mekrûh olduğu söylenen, ama başka yönleriyle mahzûrlu olmayan, hattâ sünnet bile olan bir mes’eleye şirktir damgasını vurmak herhâlde çağdaş mukavva muctehidliğin alâmet-i fârıkalarından olmalıdır.

Kaldıki  koyu Selefi Albani bile Ahmed b. Hanbel'in tevessülü kabul ettiğini yazıyor (Albani Tevessül sh 62) İşte böyle Allah batıl bir kitaptan hakkı çırarıverir.Keza İmam Şafi durumunda bu yöndedir,İbni Hacer Sevaiku'l Muhrika li Ehli'd-Dalali vez-Zendeka adlı eserinde İmam Şafi ,ehli-Beyt ile Tevessülde bulunurdu der.İmam Malikin kabul ettiğnide bir önceki soruda naklettik.Onun bu olayını Subki Şifaü's-Sikam'ında ,Es-Seyyid Semhudi Vefa'ul Vefasında,Kastalani el-Mevahibu'l-Ledünniye'sinde zikretmişlerdir.

SELEFİ ;Sahabe Peygamberimizle yaşarken tevessül etmezdi öyle değilmi ?

Bu iddianın hiç bir delili yoktur.Aksinne delil ise doludur.Sayıları on beşe yaklaşan hadîs hâfızının Sahîh olduğuna hükmettiği rivayetle başalayalım Bir a'mâ adam Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve, bana âfiyet vermesi (gözümün açılması) için Allah celle celâluhu’ya düâ et, dedi. Resûlullah sallallâhu aleyhi ve selem de, İstersen düâ edeyim, dilersen sabret; bu senin için en hayırlısı olur, buyurdu.

Adam, düâ et, dedi. (Râvî), Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, güzelce abdest almasını ve şu düâyı yapmasını emretti, dedi: [Ey Allah’ım! ben rahmet Nebîsi, Nebîn sallallâhu aleyhi ve sellem ile senden istiyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed!.. sallallâhu aleyhi ve selem. Şübhesiz ben seninle, hâcetim yerine gelsin diye, hâcetim husûsunda Rabbime yöneldim.

Ey Allah’ım!.. O’nu hakkımda şefâatçi kıl..*(İmâm Buharî, Et-Tarîhu’l-Kebîr (Dârü’l-Fikir): 6/209-210Tirmizî, Sünen: (H:3578)İbnü Mâce, Sünen:1/157, (H:1385), Dârü’l-Ma’rife.).Bu hadîste Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in zâtı ve câhı/rütbesi ile tevessül vardır.Peygamberimizin a'mâ 'ya tevessül tatbikatını öğretmesi ,onun her halukarda meşru olmasını gerektirir.

O halde bunu yalnız Resulullahın hayatına has bir tatbikat olduğunu söyleyen kimse hakikaten Bidatçıdır. (Elhamdülillah ki bu hadise aynen Peygamberimizin ölümünden sonrada tekerrür etmesi aşağıdaki Sahih hadisle bize ulaşmıştır.)

SELEFİ ;Bunun neresinde tevessül vardır? bunda Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den sadece düâ isteniyor, Peygamber dua etti onun için dua ile tevessül var
 
Bunu diyebilmek için câhillik de yeter sebeb değildir. Evet, düâ isteniyor. Sonra? Ona öğretilen düâ? O'na gıyabında seslenme? Gözü olup görmemek, kulağı olup duymamak, kalbi olup anlamamak ne kötü bir şey Allah’ım!.. Ey Muhammed!.. Seninle Rabbime yöneldim sözü?... Bir köşeye çekilip böyle demek, tevessül ile alâkasız; öyle mi?!...

SübhânAllah. Körler çarşısında ayna satmak ne de çetin bir iş...  Peygamber dua etti onun için dua ile tevessül var demekte imkansızdır,çünki Peygamberimiz vefat etmiş ve o şahısa dua etmemiştir. Hiç bir kaynakta böyle bir bilgi bize ulaşmamaktadır.


SELEFİ ;Hem bu Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem hayâtındayken idi. Öldükten sonrası ile alâkası yok Peki sizler öldükten sonrada aynısını yapıyorsunuz?

Peki öyleyse şu gelecek olan rivâyete lütfedip bakıver,Halîfeliği zamanında bir adam, Osman radıyallâhu anhu'ya bir ihtiyacı için gidip geliyordu. Osman radıyallâhu anhu O'na iltifât etmiyor hâcetine bakmıyordu. Adam bunu Osman İbnü Huneyf’e şikâyet etti. Osman İbnü Huneyf radıyallâhu anhu da şöyle dedi; Abdest yerine git; abdest al ve namaz kıl; sonra da (Ey Allah’ım!.. Ben rahmet Nebîsi olan Nebîn Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile sana yöneliyorum ve senden istiyorum.

Ey Muhammed!.. Ben ihtiyacımın görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum) şeklinde düâ et ve hâcetini söyle. Adam gitti ve bunu yaptı. Sonra da Hz. Osman radıyallâhu anhu'ya geldi. Kapıcı O'na gitti, elinden tuttu; O'nu Hz. Osman radıyallâhu anhu'nun yanına soktu. Onunla oturttu ve O'na Hâcetini söyle dedi. O da, hacetini söyledi. Hz. Osman radıyallâhu anhu da hâcetini yerine getirdi.

İlk olayın kahramanı Osman İbnü Huneyf radıyallâhu anhu, hâcet düâsını (geçen şekliyle) Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in yaşadığı zamana hâs görmemiştir.Bu düâyı açık âyetlere zıt bulmaması ve şirk kabûl etmemesi.Bunu, zamâne hâricîleri gibi hâşa Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ibâdet etmek olarak kabûl etmemesi bu konunun mühim noktalarıdır.Bu arada bu hadisi Taberâni, el-Kebîrinde  El-Kebîr (9/30-31 ) aynı zamanda es-Sağir’inde de rivâyet edip Sahîh olduğunu Söylemiştir.

[Es-Sağîr (Er-Ravdu'd-Dânî:1/306-307).] Bu hakîkati, İbnü Teymiyye de i'tirâf etmektedir.[El-Kaidetün-Celîle’de; 98] Lâkin zavallı, Sahâbî radıyellahu anhu'nun fehmini ve anlayışını hatâlı buluyor. Bu toslamanın zararı elbette Sahâbî’ye değil, sadece kendinedir.Beyhekî, Delâilü'n-Nübüvve'sinde iki Sahîh isnâd ile rivâyet ettmiştir.[Beyhakî, Delâilü'n-Nübuvveh, Sahîh olan iki isnâd ile: 6/167-168 ] El-Heysemi, Mecma’u’z-Zevâid’de Taberânî’den İsnâdının sahîh olduğunu nakletmiş ve susmakla bu hükme iştirâk etmiştir.

[El-Heysemi, Mecmauz-Zevâid’de (2/279)] El-Münzirî de et-Terğîb ve’t-Terhîb’de[El-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb:129 H:1008] Taberânî’den naklen ve susmakla ikrâr ederek Sahîh olduğu hükmüne iştirâk etmiştir, El-Makdisî de bu haberin sahîh olduğunu söyleyenlerdendir.[Kevserî, Makâlât: 391] Budan sonra bu rivayeti sahih diyen ve kitaplarına alan ulemayı şirk ile suçlama bedbahtlığına düşmezsiniz Olaki sizin dediğiniz gibi dua bile kabul etsek ,Peygamberimizden öldükten sonra dua istemiş,gıyabında seslenmiş olursunuz?.Ğıyâbında O’na, yâ Muhammed! diye seslenmek de vardır.


SELEFİ ;Yani Ölüden yardım istenir mi? diyorsunuz.Muhaddisler ve İmamlar bundan beridir bu Tasavvufçuların işidir.

Bu itiraz sahipleri yazdıklarımı okurken önyargılarından biraz olsun sıyrılabilseler ve kendilerine, meseleye "insafla" bakma şansı tanıyabilseler, gerçeği açıkça görecekler. Zikrettiğim kaynaklar arasında Ehl-i Tasavvuf'a ait tek bir eser dahi mevcut değil,Meseleyi Ehl-i Tasavvuf'a mahsus bir uygulama olarak değil, sahih rivayetlerin gereği olarak görmek daha doğrudur.

Unutmayalım ki Efendimiz (s.a.v) terk-i dünya ettikten sonra kendisinden istimdad eden veya O'ndan kalan eşya ile teberrükte bulunan Hadis İmamları mevcuttur.İmam et-Tebarânî ile –kendisi gibi birer Hadis imam olan– Ebû Bekr b. Mukrî ve Ebu'ş-Şeyh, Medine'de bulundukları zamanlardan birinde yiyecekleri tükenmiş, aç kalmışlardı. Açlık dayanılmaz bir hal alınca Ebû Bekr b. Mukrî, "kabr-i saadet"e giderek, "Ey Ellah'ın Resulü! Açlık bizi perişan etti!" diye serzenişte bulunur.

Medine'de oturanlardan birisi aynı günün akşamı kapılarını çalar ve "Bizi Hz. Peygamber (s.a.v)'e şikâyet etmişsiniz. Rüyama geldi ve size yardım etmemi emir buyurdu" diyerek elindeki yiyecek dolu sepeti kendilerine verir.(Zehebî'nin Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ'dan XVI, 400-1,İbnul Cevzi el-vefa Bi Ahvali Mustafa) Şafii mezhebindeki büyük âlimlerden ibni Hacer-i Mekki  İmam-ı azamı tanıtmak için ayrı bir kitap yazmıştır. Kitabının ismi (Hayrat-ül-hisan fi-menakıb-in-Nu'man)dır.25. Bِlümünde diyorki;İ mam Şafi Baًğdatta bulunduًğu sıralarda ,Ebu Hanifenin mezar başına gelir ve ihtiyaçlarn Cenab Allah'n gidermesi için onunla tevessülde bulunurdu (Kevseri sahih tir der)Bu insanları ve rivayet edip bize ulaştıran ve bu ulema için şirk kelimesini ağzına almayan ulemayıda hadisçi saymıyorsanız

Sizin hadisçiliğinde hemfikir olduğunuz İbni Teymiyeden örnek verelim İbn Teymiyye İktizâu's-Sirati'l-Müstakim s.493 de ''Adamın biri Peygamberimizin mezarı başına gelerek .O'na -KülYılı-diye tarihe geçen o yılki şiddetli kuraklıktan yakındı.Bunu üzerine gözleri önünde beliren Peygamberimiz bu kişi aracılığıyla Hz. Ömere halkı yanına alıp yağmur duasına çıkmasını emretmiştir.

Talebesi İbni Kesir ''Bu olayın isnadı sahihtir'' c.7 s.92 der)hadisini zikrettikten sonra ''bu tür tezahürler, Peygamberimizden daha alt düzeyde olan salih şahsiyetler tarafında da ortaya konabilmektedir.Ben şahsen bu türde bir çok olay biliyorum.  Peygamber efendimizin veya ümmetine mensup salih bir şahsiyetten bir şey dilemeleri ve bu dileklerinin yerine getirilmesidir.Bu da çok görülen bir olaydır.'' der.Dikkat edin İbni Teymiyye'nin de fark ettiği gibi Peygamberimizin kabrinde olağan üstü tazahürler Salih insanların mezarlarında da gözlemlenir,

Teberrük  veya vesile Allah'tan bereketlenmek için vesile kılınan Peygamberimizde olduğu gibi Salih zatlarla da olmaktadır..Hanbeli Alim Muhaddis Ebu'l Ferec İbnu'l Cevzi derki;''Nefsimi terbiye edemedim bazı salih kişilerin kabrine gidip onları aracı yapıp düzelmem için dua ettim'' (Saydu-Hatır müminlere öğüt ,Ebu'l Ferec El-Cevzi Tevhid yayınları ,s.99-100,Baskı 1998)İbni Hacer el Askalani'nin El-İsabe fi Temyizi's-Sahabe adlı kitabında Abdurrahman b.Rabiatü'l -Bahali adlı zinnur lakaplı (r.anhu) zatın hal tercümesinde deniliyor ki;

Kendisi Türk toprağını Belencer ülkesinin Rabü'l-Ebvab nahiyesinde şehid olup orada yatmaktadır.Şimdiye kadar oranın ahalisi (Müslüman)onu şefaatçi edinerek Allah'tan yağmur talep etmektedirler.(Beraatü'l-Eşariyye 313)Konstantiyye sefer sırasında Ebû Eyyub el-Ensârî Kostantiniyye yakınlarında vefat edince surlara yakm bir yerde defnedilmişti.

Hâlâ o yerin halkı (Rumlar)yağmur duasına çıktıklarında onun kabrini ziyaret ederler. [İbnü’l-Esir, El Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 3/465-466.] Müsnedi Ahmed 5/419,İbni Sad 3/484,SiyerulA'lem 2/404,Mücemüs Sahabe 2/222,Üsdül Gabe 1/571,el-Mearif 278,el-İkdul Ferit 4,368) Allah Kafirlerin bile Ebu Eyyub hürmetine yaptıkları duaları kabul ettiğine göre Onu çok seven müminlerin Onun hürmetine istedikler şeyi verir,dualarını kabul eder.

SELEFİ ;Sahabe Bereketlenmek için bir şeyle yapmıştır ama.....

Teberrük dediğin Allah'ın bereketine ulaşmak için yapılan bir vesile türü değilmidir? Bu berekete ulaşmak için Sahabenin Peygamberimizin kılından tutunda,kıyafetine,abdest suyundan tutunda,kanına kadar hatta hastalandıklarında bu tür vesilelere başvurduğu Sahih hadis kitaplarını doldurmuştur


SELEFİ ;Peygamberimiz hayattaydı...Şimdi ise Peygamberin kabrine el sürmeye çalışıp bereketlendiklerine inananlar var.Sahabe böyle bir şey yapmamışken

O zaman sözü İmam Zehebi'ye bırakalım''İmam Ahmedi inkar edip beğenmeyenler neredeler acaba ?Abdullah bir gün Allah resülünün minberi ve hücreyi nebi ile teberrük edenlerin halinden sormuş .İmam Ahmed de;''Bunda bir sakınca görmüyorum''diye cevap vermiştir.Allah haricilerin ve bidatçilerin görüşlerinden bizleri ve sizleri muhafaza etsin.

Eğer Sahabe böyle bir şey yapmış mıdır ki bu caiz olsun? diye sorulursa ,şöyle cevap vermek mümkündür; ''Sahabeyi Kiram onu hayattayken görmüş ve yeteri kadar beraber olmuşlardır.Ellerinden öpmüş ,abdest suyunu alabilmek için birbirleriyle yarışmış ve hac yaptığı zaman onun saçlarını bölüşmüşlerdi. Burnunu temizlediğinde çıkanları elleriyle yakalayıp yüzlerine bile sürmüşlerdi.

Onun kabrine sürekli gelerek ,saygıyla el sürmek ve öpmek arzusu ,bizlere sahabe gibi bir imkan nasip olmadığından kaynaklanmaktadır.Görül müyor mu ki; Sabit el-Benani ''Bu eller Allah resülününün elllerine dokunmuştur'' dediğinde ,Enes b. Malik onun ellerini öpüp nasıl başına koymaktadır.Bu gibi işler sadece Allah resülü(sav) ne olan muhabbetin taşkınlığındann kaynaklanmaktadır.

(Zehebi,Siyer-ü Elemün Nübela 11/212)Şayet Resül-i Ekrem sallAllahu aleyhi ve sellem'in Hacerülesved'e doğru kaldırıp işaret ettiği, sonra da öptüğü bastonu bugün ele geçirmîş olsaydık, o bastonu görüp öpebilmek için bütün gayretimizi sarf etmemiz gerekirdi. Artık şunu kesin olarak biliyoruz ki, Hacerülesved'i öpmek, onun bastonunu ve pabucunu öpmekten daha değerli ve faziletlidir.

Tabiî alimlerinden Sabit el-Bünani, Enes b. Malik'i görünce elini tutar ve "bu el, Resulullah'ın eline dokunmuş bir eldir" diye öperdi. ... Şayet hacca gidememişsen, hacdan dönenlerden birini kucakla ve "bu ağız, sevgilim aleyhisselam'ın öptüğü taşı öpmüştür" diyerek sen de onun ağzını öp!" (Siyerü a'lami'n-nübela adlı eserinde c.IV ,s. 42-43)Buna cevaz veren Ahmed b/Hanbel mi yoksa Zehebi mi bu dini sizin kadar bilmiyordu?

Peygamberimizin dışında da Salih insanlardan bereketlenmek vardır/İmam Şafii'nin talebelerinden olan Rabi bin Süleyman anlatır ''Bir gün İmam Şafii bana ;Rabi bu mektubu al Ahmed b.Hanbele götür ve cevabını bana getir'' dedi. Ben mektubu Ahmed b. Hanbele götürdüm.Ahmed b. Hanbel üzerindeki gömleği çıkarıp bana hediye etti.

Mektubun cevabını İmam Şafiiiye getirdim İmam Şafii bana ;sana hediye edilen gömleği alıp seni üzmek istemeyiz.Ancak,hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize verki ,bizde o gömleğin bereketine böylece ortak olalım .(İbnu'l Cevzi Menakıbul İmam Ahmed b. Hanbel s.;609-610)

SELEFİ ;Duâ/çağırma bir ibâdet-tir. Ölülerle tevessül etmek onlara seslenmek, onlardan birşeyler istemek, yani duâ olacağından, bu ölülere yapılan bir tür ibâdet olmuş olur. Hâlbuki, “O hâlde Allah’la beraber hiçbir kimseye ibâdet etme.”[Cin:18] “Allah’ı bırakarak, Kıyâmet gününe kadar kendisine cevâb veremeyecek olan ve kendilerine yapılan duâlardan ğafil olan(haberi olmayan)lara ibâdet eden kimselerden daha şaşkın kim olabilir? (olamaz)”.[Ahkaf:5] “Allah’ın dışındaki sana fayda da veremeyecek zararda veremeyecek şeylere ibâdet etme.” [Yûnus:106] ...”Ondan başkasına duâ (ibâdet) ettikleriniz, hurma çekirdeğinin zarı kadar bir şeye (yani hiçbir şeye) malik olmazlar, onlara duâ ederseniz duânızı duyamayacaklar...”[Fatır:13-14] “O hâlde Allah’la beraber bir başka ilaha duâ (ibâdet) etme...”[Şuarâ: 213] gibi âyetlerle, “Duâ ibâdetin ta kendisidir.” “Duâ ibâdetin iliğidir” gibi hadîsler, Allah celle celâlühû’dan başkasına duâ edilmeyeceğini, yani onların çağrılmayacağını açıkça gösteriyor.

Sizler koyu câhil olmanızın  yanında aynı zamanda kıt anlayışlı kimselersiniz. Evet, biz bu âyet ve hadîslere îmân ediyoruz ve âyetlerin iniş sebeblerinin husûsi olmasının ifâde ettikleri ma'nânın umûmî olmasına mâni’/engel olmayacağını inkâr etmiyor, aksine kabûl ediyoruz. Ancak, bu âyetlerin, duâlarında tevessül ve istiğase edenleri içine almadığını söylüyoruz.

Zîrâ çeşitli ma'nâlara gelen duâ lafzı bu âyetlerde ibâdet ma'nâsındadır. Tevessül sünnetini kabûl eden mü'minler ise sadece Allah celle celâlühû’ya ibâdet ederler. Onların içinde Nebîleri ve velîleri ilah edinen yoktur ki, bu âyetler onları da içine alsın. Onların, ibâdeti hak eden kimseler olduklarına, herhangi bir şeyi yarattıklarına, herhangi bir faydayı ve zararı bizzât verebileceklerine inanmazlar.

Onların sadece Allah celle celâlü-hû’nun kulları olduklarına, kabirlerini ziyâret etmek ve kendileriyle tevessül etmekle sadece onlarla bereketleneceklerine, vesîlele-riyle istediklerine ulaşacaklarına, Allah celle celâlühû’nun has dostları olduklarına, vesîle ve bereketleriyle Allah celle celâlühû’nun kullarına rahmet edeceğine ve onlara istediklerini vereceğine inanırlar.Tevessül ve İstiğaseyi şirk kabûl eden câhil ve gerizekalılar, “Bu sizin ma'ziretiniz müşriklerin putlara ibâdet ederken ileri sürdükleri ma'ziretlerin ta kendisidir.

Onlar da, biz putlara bizi Allah’a celle celâluhu iyice yaklaştırmaları için ibâdet ediyoruz, diyorlardı. Putların birşeyi yarattıklarına inanmıyorlardı. Aksine, yaratılanları, yaratanın, Allah celle celâluhu olduğuna inanırlardı.

Bunun böyle olduğunu ‘yemin olsun ki şâyet onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını, güneşi ve ayı kimin (yaratılanların istifâdesine) musahhar kıldığını soracak olursan, elbette kesinlikle Allah yarattı, diyeceklerdir’ ile ‘yemin olsun ki şâyet onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını soracak olursan, elbette kesinlikle Allah yarattı’ diyeceklerdir âyetleri gösteriyor” diyorlar.

Bu zavallıların şu şeytânî kıyâsları birçok yönü ile bâtıldır, asılsızdır; şöyle ki,

Bir: Müşrikler putları ilâh/ma'bûd kabûl ediyorlar, oysa mü'minler tek bir ilaha inanıyorlar. O ilâh kendilerine Kabe’ye doğru bana ibâdet edin dediğinde biz taşa mı ibâdet edeceğiz, demeyip Allah celle celâlühû'ya ibâdet ettiklerini bilirler. Evet, taşa doğru Allah celle celâlühû'ya ibâdet... Allah celle celâlühû öyle istediği için….. İnsana doğru dönerek ibâdet edin deseydi, insana yönelerek Allah celle celâlühû'ya ibâdet edeceklerdi.

Ancak, Allah celle celâlühû emretmediği hâlde kendi kafalarından hareket edip bir mahlûka yönelerek, biz Allah’a ibâdet ediyoruz da demezler. Onlara göre, Nebî Nebîdir; Velî de Velîdir; bir başka şey değillerdir. Mü'minler Nebîleri aleyhi-müsselâm’ı ve velîleri müşrikler gibi ilah edinmezler.

İki: Müşrikler, putlarının ibâdeti hakettiklerine inanırlar. Ama mü'-minler Nebîlerin de velîlerin de ibâdet edilmeyi hak ettiklerine inanmazlar. Tevessül ettikleri hiçbir kimsenin ibâdet edilmeyi hak ettiğine inanmazlar. Onlara göre ibâdet edilecek tek varlık Allah celle celâlühû'dur

.Üç: Müşrikler ilahlarına bilfiil ibâdet ederler. Mü'minler ise tevessül ettikleri kimselere ibâdet etmezler.

Dört: Tevessül ibâdet olsaydı, yukarıdaki âyetleri getiren Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem ve arkadaşları radıyAllahu anhüm'u şirk ile itham etmemiz gerekecekti. Haşa ve kellâ... Çünkü tevessül etmeyi bazen câiz gören, bazen emreden onlardır.

Beş: Tevessül ile alâkalı olarak önceki makâlelerde naklettiğimiz onca âyetleri, onlarca hadîsi kitâblarına alan nice Müfessirler, muhaddisler, husûsan Buhârîler, Ebû Dâvûdlar, Tirmizîler, Nesâî-ler, İbnü Mâceler, Darimîler, İbnü Huzeymeler, İbnü Hıbbânlar, Taberâniler, Munzirîler, Sübkîler, Kurtubîler, Nevevîler, İbnü Hacer-ler, Kastallânîler, Süyûtîler ve daha niceleri bu âyetleri anlamayıp, tevessül etmenin mahlûka ibâdet olduğunun bu âyetlerle sâbit olduğunu bilemediler; hattâ tevessülü tasvib ettikleri güzel buldukları veya yaptıkları için şirke girdiler, öyle mi? Doğrusu bu kadar terbiyesizlik bu kadar alçaklık olmaz...

Altı: Başlı başına tevessül ve istiğasenin Allah celle celâlühû’dan başkasına ibâdet etmek demek olduğunu söylemek delîlsiz bir iddiâ ve kibirden kaynaklanan bir inad ve direnmedir. Çünki bu delîl diye ileri sürülen âyetler. Allah celle celâlühû’dan başkasına ibâdet eden ve Allah celle celâlühû’ya çocuk ve zevce isnâd eden kimseler için geçerlidir.



« Son Düzenleme: 22 Aralık 2009, 18:30:31 Gönderen: Tuğra »

Çevrimdışı ferdi

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48
Ynt: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar-2
« Yanıtla #1 : 22 Aralık 2009, 18:26:50 »
SELEFİ ;Allah celle celâlühû Mü’minlerin “sadece senden yardım isteriz” dediklerini Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve selem de “yardım istediğinde Allah celle celâluhû’dan yardım iste,” söylüyorlar.Öyleyse, ölüden ne yardım ne de başka bir şey istenmez

Sadece ölüden mi? Ya diriden? Hadîste bir ayrım yok… Delilsiz böyle bir ayrıma gitmek hevâya tâbi’ olmaktır. Hadîse göre, ne ölüden ne diriden yardım da, başka bir şey de istenmez. Ama nasıl?  Şimdi biri çıkıp da Miraç günü Musa (as)'nın defalarca yardımına  “Vefatından sonra Mûsâ (Aleyhisselâm) dan bir fayda beklenmez, onun için namaz elli vakit kalmalıdır” diyecek olsa, bunu hangi akıllı mâkul görebilir.

Bir: Kur'ân haber veriyor ki, Zülkarneyn çevresindekilere, kuv-vetle bana yardım edin dedi ve onlardan yardım istedi.

İki: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, buyurdu: “Kul kardeşine yardım ettiği müddetçe Allah celle celâlühû da ona yardım içredir.”[Müslim, Zikir: 37-38, Ebû Dâvûd, Edeb:60, Tirmizi, Hudûd 3, Kurân 10, İbnü Mace, Mukaddime: 17, Ahmed İbnü Hanbel: 2/ 252-296-500-514], Mu’cem]

Üç: “Câbir şöyle dedi: Abdullah İbnü Amr İbni Harâm üzerinde borç olduğu halde öldü. Bunun üzerine Resûlüllah sallAllahu aleyhi ve sellem’den alacaklılarına karşı, borcundan düşmeleri için istiâne ettim/yardım istedim.”[Buhârî, (2127)]

Dört: “Gündüzün orucu için sahur yemeğinden, gecenin namazı için gündüz kaylûle uykusundan istiâne edin/yardım isteyin.”[İbnü Mâce, Hâkimi, Taberânî, Beyhakî, İbnü Abbas radıyAllahu anhumâ’dan.], Et-Teysîr:1/147]

Beş: “Sizden biriniz, arkadaş bulunmayan bir yerdeyken, birşey kaybettiğinde veya bir yardım murâd ettiğinde, Ey Allah’ın kulları!.. Bana yardım edin, desin. Zîrâ Allah celle celâlühû‘nün göremediğimiz kulları vardır.” Bunu Taberânî rivâyet etmiş olup ravîleri sağlam bulunmuşlardır. Bununla beraber bazılarında zayıflık vardır. Şu kadar vardır ki, Yezîd İbnü Ali, Utbe’ye yetişmemiştir. (Senedi kesiktir.)[Mefâhim: 152]

Altı: “Hafaza dışında, yeryüzünde Allah celle celâlühû’nün düşen ağaç yapraklarını yazmakta olan melekleri vardır. O hâlde sizden birinize çorak bir yerde aksaklık (topallama) isabet ederse, Ey Allah’ın kulları!.. Bana yardım edin, desin!” Bunu Taberânî rivâyet etmiştir. Râvîleri sağlam kimselerdir. [Mefâhîm: 153]

İmâm Buhârî’nin rivâyet ettiği şefaat hadîsinde Mü'minler, Kıyâmet gününde) Âdem aleyhisselâm'dan, sonra Mûsâ aleyhisselâm'dan, sonra da Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'den istiğase edecekler/şefaat yardımı isteyecekler.[Buhârî, Sahîh: Zekât, 52], Mu’cem: 21]

Yedi: Gene İmâm Buhârî’nin İbnü Abbas radıyAllahu anhumâ dan yaptığı rivâyette, İmâm Buhârî rivâyet etti: İbnü Abbâs radıyellâhu anhümâ Hâcer kıssasında şunu anlattı: Ne zaman ki Hâcer ve çocuğu (İsmâil aleyhisselâm) susadılar, su aramak için koşmaya başladılar; Hâcer, bir ses işitti. Bir şahıs görmüyordu. Ona, Yanında bir ğavs (meded/yardım eli uzatma) varsa, yetiş imdâdıma!.. dedi.[Buhârî, Enbiyâ, 9], Mu’cem:5/21]

Sekiz: “Mazluma ğavs/medet edin.”[Ahmed İbnü Hanbel, 4/291.]

Dokuz: “Ya Resûlellah! Bana ğavs/medet et.” [66Buhârî, Cihâd:189, Müslim, İmâret:24]

On: “Çaresiz Mazluma ğavs/ medet etmeniz (müstesna)” [Ebû Dâvûd, Edeb:13 H:4817]

Demek ki, Kur'an, Sünnet ve akıl ölçülerine göre mahlûktan yardım istenir. Sadece senden yardım isteriz âyetiyle yukarıda zikrettiğimiz âyet ve hadîsleri yan yana getirirsek anlarız ki yardım hakîkatte Allah celle celâlühû’dan istenir ve ondan gelir. Vâsıta olarak da (sebeb olmaları yoluyla mecazen) O’nun güç ve kudret verdiği ve yardımına müsâade edeceği kullardan istenebilir veya gelebilir. Yukarıdaki hadîsi de böyle anlarız.

SELEFİ ;Sadece sana ibâdet eder sadece senden yardım isteriz âyeti ölüden yardım istenilemeyeceğini gösteriyor. Çağırmak duâdır, duâ da ibâdettir. Öyleyse, ölülerden birşeyler istemek onlara ibâdet etmek demektir. Bu takdîrde, “sadece sana ibâdet eder sadece senden yardım isteriz” demenin ma'nâsı kalmaz.

 Lâ fâile illâ Hû... Ya’nî O’ndan başka hiçbir fâil(-i hakîkî) yoktur.. Çünki, âyetlerde şöyle buyruldu: “Sizi de yapmakta olduklarınızı da Allah yarattı.”Allah'u teala Kuranı Kerimin bir çok yerlerinde bir işin hakiki yapıcısının kendisi olduğu,mecazi yapıcısının kullar olduğunu bildirmektedir.Hüküm ancak Allah'ındır( enam 5) Başka bir ayette Aralarındaki anlaşmazlıklarda,seni hakim yapmadıkça ,iman etmiş olmazlar buyuruyor .

Birinci ayette ,hakiki hakimin Allahu teala olduğunu bildiriyor.İkinci ayette ise mecaz olarak Hakim denebileceğini bildiriyor. Zümer 41'de Ölüm zamanı insanı, Allahuteala öldürüyor buyurulurken,Secde süresi 11.ayetinde mealen mecaz olarak Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor diye buyurulmaktadır.Hastalarada şifa veren yalnız Allahu teala dır Çünki Şu'ara süresinin 80. ayetinde Hasta olduğum zaman bana ancak o şifa verir buyuruldu.

Ali İmran süresi 49.ayetinde mealen İsa aleyhisselamın Ama'nın gözünü açarım ve Abras illetini iyi ederim ve Allahu tealanın izniyle ölüleri diriltirim dediği bildirilmektedir. Bakara 257.ayette mealen Allahu teala iman edenlerin velisidir buyurulmaktayken. Maide 56. ayetinde ise Sizin veliniz Allahdır ve onun resülüdür denilmektedir.Kulunda mecaz olarak veli olduğu bildirmektedir.

Dahada açarsak Kuranı kerim bazı tabirlerde fiili kesb edene izafe edilir.Mesela Hz. Peygamber(sav) Şu muhakakki hiç bir kimseyi kendi ameli cennete girdirmeyecektir(Müslim Hz.Aişe)Halbuki Allahu teala İşlerinizin karşılığı olmak üzere cennete giriniz (Nahl 32) diye buyurmaktadır.Yine Peygamberimiz(sav) Hz. Ali'ye Allaha yemin ederim ki Allahın bir tek adamı senin irşadınla Hidayete erdirmesi....

(Buhari Sehl b.Sad) kavlinde edebi sülük ederek Hidayeti Allahu tealaya isnad etmiştir.Allahu teala'da Gerçekten sen,dosdoğru bir yola hidayet ediyorsun (Şura 52) ayetiyle kesb itibariyle Hidayeti Peygamberimize, Birde onlara güçlüğe katlandıkları sırada buyruğumuzla onlardan Hidayet(doğru yolu) gösterir İmamlar(önderler) yaptık (secde 24)ayetiylede İmamlara isnad etmiştir.

Ayrıca Şüphesiz sen sevdiğini Hidayete(doğru yola) erdiremezsin ayetiylede Amcası Ebu Talib'in Müslüman olamama dolayısıyla kendisinde hasıl olan üzüntüye karşı teselli olmak irade edilmiştir.Sanki ''Sen üzerine vacip olan görevini yaptın ,ona islamiyeti tebliğ ettin.Hidayetin yaratılması sana aid değil.Çünkü o senin işin değildir.Öyleyse üzerine düşüp üzülme'' diye kendisine bildirilmiştir

.Bir: Her çağırma (duâ-da’vet) her zaman ibâdet değildir. Biraz önceki şübhelerinde bu isbât edildi. Aksi hâlde başkasını çağıran herkesin müşrik olması lâzım gelirdi. Bu ise bütün akıllılarca batıldır. Öyleyse da'vâları da batıldır.

İki: Herhangi birinden bir şeyi isterken, onu hakîkatte Allah celle celâluhû’dan, mecâz olarak da O kimseden istemek lâzımdır. Aksi hâlde akîde zedelenir. Bu, yalnız tevessülde değil her şeyde böyledir.

Üç: “Bizi Sırat-ı Müstakim’e sevket” âyeti, bir Cümle-i Müste’nefe olmakla geçmiş kelâmdan hâsıl olabilecek ve akla gelebilecek bir suâlin cevâbı ve açıklaması olur. Sanki, “hangi husûsta sadece Allahdan yardım istiyorsun” suâline bir cevâb veriliyor ve “bizi Sırât-ı Müstakîm’e hidâyet et, bu noktada yardımı sadece senden bekliyorum” deniliyor.

Bu yüzden denilebilir ki, bu âyetten anlaşılan, yalnız ondan yardım istemenin yeri hidâyet ve ibâdettir. Bunun böyle olduğunun karînelerinden biri de “başkalarından yardım istenilebileceği”ne, “başkalarına yardım yapılacağı”na ve “yardım isteme ve yardım yapmanın meşrûiyet çerçevesinde yapıldığı”na dâir olan nasslardır. Nitekim Tevessül ve İstiğâse delillerinin geçtiği makalede ele alınmıştı.

Dört: Üstelik Sa’düddîn et-Teftâzânî, Telhîs’e yazdığı Mutavvel isimli şerhinde, “İyyâke…” âyetinde mef’ûl olan “iyyâke”nin fiilden öne alınmasının tahsîs bildirmeyeceğini İbnü’l-Esîr’den ve İbnü’l-Hâcib’den nakletmektedir. Bunun İbnü’l -Esîr’e göre âyetin sonunun/nûn’un diğer âyetlerin sonlarına/nûnlara uyması, İbnü’l-Hâcib’e göre de ihtimâm gözetildiği içün olduğunu yazmıştır.

Teftâzânî bu görüşlere katılmadığını ve takdîm’in tahsîs bildirdiğini müfessirlerin tefsîrleri ve zevk delîliyle isbât etmeye çalışmaktadır. Lâkin Mutavvel’e Hâşiye yazan Abdül’l-Hakîm es-Siyâlkûtî Teftâzânî’ye i’tirâz ederek, ibâdetteki tahsîs’in şu âyetten değil de başka delîllerden anlaşıldığını ifâde etmektedir. Şu halde tefsîrcilerin “ibâdeti sadece sana yaparız” manası mutlak olup başka kat’î delîllerden hareketle verilmiştir. “Sadece senden yardım isteriz” manası ise mutlak değil “hakîkat”ı bakımındandır.

Bunun inkâr edilemez delîl-lerinden biri de yaratılanlardan dahi yardım istenilebileceğine ve onların da başkalarına yardım yapabileceğine dâir gelen nass-lardır.

Beş: Kaldı ki, hidâyette bile sebeb olma yoluyla mecâzen başkalarından yardım istenebilir. Çünki, bir yanda “Şübhe yok ki sen (ey Resûlüm!) sevdiğini hidâyet edemeyeceksin…”buyrulurken öte yanda da “hiç şübhe yok ki sen (ey Resûlüm!) elbette sırât-ı müstakîm’e hidâ-yet edersin” buyrulmaktadır. Yapılması câiz hattâ vâcib olanı yapandan istemek nasıl şirk olabilir?

Altı: Hâsılı bu “sadece senden yardım isteriz” âyetindeki yardım isteme hakîkat ma'nâsın-da olup, tevessüldeki yardım isteme ise sebeb olma alâkası ile mecâzî bir yardım istemekdir. Dolayısı ile aralarında çelişki yoktur.

SELEFİ ;Ölüler bir şeye güç yetiremezler, onlarda işitme ve idrâk yoktur.

Ölülerin rûhlarının yok olmadığını onlara bazı tasarrufların verildiğini, onların dirilerin bazı söz ve fiillerinden haberdâr olduğunu her Ehl-i Sünnet mü'min kabûl ve teslîm eder. Bu mevzû'lar kitâbların çeşitli yerlerinde bulunduğu gibi bazı kitâb-larda etraflıca olarak uzun uzadıya anlatılmıştır. İbnu'l-Kayyım’ın er-Rûh’u, Sübkî’nin Şifâu's-Sıkam’ı, Suyuti’nin Şerhu's-Sudûr’u, İbnu Receb’in Ehvalu'l-Kubur’u, Leknevi’nin Tezkiretü'r-Râşid’i hemen hemen bu mevzû lara munhasırdır. Emîr San’a-ni’nin el-Buşrâ el-Keîb’i, Hamdullah ed-Dacvî’nin el-Besâir’i, Neb-hanî’nin Şevahidü’l-Hakk’ı ve daha niceleri de bu mevzû'ları uzun uzadıya anlatır.
---------------------------------------------
Şu Ölüler İşitmez İddiâsını Çürüten Delîllerin Bir Kısmı
---------------------------------------------
Bir: Nebi sallAllahu aleyhi ve selem “ölüler hiç işitir mi” diye soranlara şöyle buyurdu: “Canım elinde olana yemin ederim ki, söylemekte olduğumu onlardan daha çok işiten kimseler değilsiniz.” [Buhârî (3976), Müslim (2875)], Ehvâlü’l-Kubûr (Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî):132]

İki: Kul kabre konulduğu arkadaşları onu bırakıp gittiklerinde, nihâyet o, onların nalin sesini işittiğinde ona iki melek gelir onu oturturlar ve ona, şu adam hakkında, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında ne derdin, derler. O da şahitlik ederim ki o Allah celle celâlühû’nun kulu ve Resûlüdür, der... [Ahmed (3:126,234), Buhârî (1338, 1374) ve Müslim (2870), Ebû Dâvûd (3231) Enes’ten radıyAllahu anhu'dan. Benzeri Yine Buhârî ve Müslim tarafından Esmâ radıyAllahu anha’dan], Ehvâlü’l-Kubûr (Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî):22-23]

Demek ölü işitebilir ve konuşabilirmiş.

Üç: Cenaze konulup adamlar onu (cenazeyi) boyunlarına yüklendiklerinde, ‘sâlih ise götürün beni’, der. Sâlih değilse, ‘yazık ona (cenazeye)! nereye götürüyorsunuz onu’, der. İnsan (şu sesi) işitse elbette çığlık atardı. [Buhârî, Cenâiz: 53, Ebû Said-i Hudrî radıyallâhu anhu’dan],Mu’cem: 5/373]

Bu husûsta onlarca, hattâ yüzlerce hadîs var.İmâm Sübkî şöyle diyor: Ehl-i Sünnet âlimleri kabirde (bir çeşit) hayâtın olduğunu isbât etmekte icmâ’ etmişlerdir.İmâmu’l-Harameyn, eş-Şamil de şöyle demiştir: Ümmet’in Selef'i kabir azâbını, kabirlerinde ölülerin diriltileceğini ve rûhların cesedlerine geri çevrileceğini isbât husûsunda ittifak etmişlerdir.[ Es-Sübkî, Şifau’s-Sıkam: 168]

Tenbîh: Buhârî’de ve Müslim’de yapılan bir rivâyete göre Âişe radıyallâhu anha vâlidemizin iki âyeti [“Şübhesiz sen ölülere işittiremeyeceksin” (Neml:80) ve “sen kabirdekilere işittirici değilsin” (Fâtır:22)] ileri sürerek ölülerin işitmesini inkâr etmesine gelince…

Âlimler buna birçok cevâb vermektedirler ki bizce hepsi de geçerlidir:

Birincisi: Âişe anamız “bilme”yi kabûl ettiğine göre işitmek de câiz olur… Üstelik Âişe radıyallâhu anhâ vâlidemiz Ömer radıyallâhu anhu’yu yanılmakla suçluyorsa da O bu “işitme” rivâyetinde tek kalmayıp Oğlu Abdullah ve Ebû Talha da bu “işitme”yi rivâyet etmişlerdir.

İkincisi: Âişe radıyallâhu anhâ’nın “işitme”ye şu âyetlerle karşı çıkması bazılarının bunu Nebi sallAllahu aleyhi ve selem’le hasretmesini ortadan kaldırmaktadır. Üstelik Allah celle celâlühû bu hâleti her ölü içün yaratmaya kadirdir.

Üçüncüsü: Âlimler bunu topluca kabul etmediler. İsmâilî şöyle dedi: “Âişe radıyallâhu anhâ anlayış, zekâ, çok rivâyet ve ilim inceliklerine dâir fazlaca sözlerin sahibi idi; lâkin makbûl bir râvinin sözü ancak nesh edildiğini, yahud tahsîs edildiğini veya imkânsız olduğunu gösterecek onun ayarında bir rivâyet olmadan mümkin olmaz. (Bu inkâr) nasıl olabilir?

Halbuki “şübhesiz ki sen onlara işittiremezsin” âyeti ile “onlar şu anda işitmektedirler” hadîsinin arası barıştırılabilir. Çünki “işittirmek”, sesi işittirenden işitenin kulağına ulaştırmaktır. Onlara Nebi sallAllahu aleyhi ve selem’in sesini işittiren Allah’tır; Mustafa sallalllahu aleyhi ve sellem onlara işittirmedi. Böylece âyetle hadîsin arası barıştırılmış oldu….

Dördüncüsü: “Mevtâ” ve “kabirdekiler”den murâd edilen mecâz olarak kâfirlerdir. Nasîhat-ları dinlemekten tesirlenmemeleri bakımından kalbleri ölü olan kimseler olmaları, yahud evleri veya kalblerinin bulunduğu cesedleri sanki onların kabirleri olması itibâriyledir. Bu, sözün hâkîkî manasına bakmadandır. “İşitmemeleri”yle anlatılmak istenen de hakka icâbet etmemeleridir. Bunun da delîli bu iki âyetin kâfirlerin îmâna çağrılmaları hakkında inmiş olmalarıdır.

SELEFİ ;Hakîkat manasına mani bir karîne olmadan mecâza nasıl gidilebilir?

''Onlar şu anda işitiyorlar” şeklindeki müttefekun aleyh hadîsden daha büyük hangi karîne aranıyor?”

Beşincisi: Âişe radıyallâhu anha vâlidemiz bu inkârından dönmüştür. Bunu İbnü İshâk Meğâzî’sinde Ondan Ceyyid (iyi) İmâm Ahmed İbnü Hanbel de Hasen bir isnâd ile rivâyet etmişlerdir. Âişe radıyallâhu anha vâlidemizin bu rivâyetinde “söylemekte olduğumu siz onlardan daha çok işitmiyorsunuz” ifâdesi vardır. [Zürkânî, “ bu rivâyet yani Yûnûs İbnü Bükeyr’in ceyyid senedli rivâyeti sahihse, Süyûti’nin de dediği gibi Âişe radıyallâhu anha vâlidemiz sanki kıssayı rivâyet eden Sahabîleri görünce inkârından döndü; çünki O hâdisede bulunmamıştı” dedi. (Şerhu’l-Mevâhib:1/434)],]

Belki de hadîs, Âişe radıyallâhu anha vâlidemiz’in yanında birçok Sahâbînin rivâyetiyle sübût bulunca inkârından döndu ve onlara uyan bir rivâyet yaptı. Bu husûstaki mazereti ise (Bedr’de) bulunmamasıydı.[Buna göre rivâyeti Mürsel olmuş oluyor. Sahâbe’nin irsâli ise (küçuk bir şâz topluluk dışında) Mürsel’i kabûl etmeyenlerce de makbûldür. Kaldı ki bu irsâl Sahâbe’den olmakla haydi haydi makbûldür]

Âişe radıyallâhu anha vâlidemiz’in inkârından dönmesinin delillerinden ikisi şunlardır:

(Bir): Tirmizî Âişe radıyallâhu anha vâlidemiz’den rivâyet etti: Kardeşi Abdurrahmân’ın kabrinin başında durdu, O’na hitâb etti ve “vAllahi yanında olsaydım seni ancak öldüğün yerde gömer-dim…” dedi. [Tirmizî, Cenâiz:60], Mu’cem:139]

(İki): Ahmed İbnü Hanbel yine Âişe radıyallâhu anha vâlide-miz’den rivâyet etti: “Resûlüllah sallAllahu aleyhi ve sellem ve Ebû Bekr’in defnedilmesinden sonra evde (dış) elbiselerimi çıkarıyordum. Çünkü orada ancak kocam ve babam vardı. Oraya Ömer de defnedilince Ondan utandığımdan kendimi örtüyordum.”[Bu hadis Kastalânî bunu Ahmed İbnü Hanbel’in de Hasen bir isnâd ile rivayet ettiğini söylemiş (Şerhu Mevâ-hib:1/434) ve İmam Sindî bunu ondan aynen nakletmiştir. Lakin uzun aramalara rağmen bu Müsned’de bulunamamıştır.

Başka bir eserinde rivayet edip edilmediği araştırılsın.] Bu rivâyette, ölünün, dirinin -sesini işitmesi şöyle dursun- şeklini bile idrâk edeceğinin isbâtı vardır.[Muhaddis ve Fakîh Muhammed Âbid]

O hâlde ölü bir şey işitmez, birşeye muktedir olamaz diyerek sahîh hadîsleri hesaba katmadan Tevessül’ü inkâr, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalanlamaya kadar varan cür’etkârâne bir iş olup, akıl, ilim ve hidâyetten nasîbi olanların cesaret edebileceği bir şey değildir.

“Benim hayatım sizin için hayırlıdır, (benim sağlığımda bir takım işler) yaparsınız, size (onlarla ilgili hükümler) bildirilir Ben öldüğümde ise vefâtım sizin için hayırlı olur, çünkü amelleriniz bana (kabrimde) arz edilir, hayır görürsem Allâh’a hamdederim, şer görürsem Allâh’tan sizin için af dilerim” Sahih hadîs-i şerîfidir Artık “Ben vefatından sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in istiğfârından bir şey ummuyorum” diyene, “İnkârcının nasibi ancak mahrûmiyettir” demekten başka ne denebilir?

Oysa bu hadîs-i şerîfi Bezzâr gibi bir hadîs hâfızı Müsned’inde zikretmiştir. Hâfız Irâkî “Bu hadîsin isnâdı çok iyidir” demiştir.Heysemî “Bu hadîsi Bezzâr rivâyet etti, ricâli sahihte geçen zevâttır” demiştir. İmam Süyûtî “Bu hadîs sahihtir” demiştir. Kastalânî “Buhârî Şerhi”nde Sahih, Ali el-Kârî “Şifâ Şerhi”nde Sahih, Zerkanî de “Mevâhib Şerhi”nde bu hadîs-i şerîfin sahih olduğunu söylemişlerdir.

Abdullâh ibn-i Sıddîk el-Gumarî (Rahi-mehullâh) “Nihâyetü’l-âmâl fî şerhi ve tashîh-i hadîs-i arzi’l-e’mâl” isimli müstakil bir risâleyi sadece bu hadîsin sıhhatini beyâna tahsis etmiştir. Bu hadîsin sahîh olduğuna ve dört mezhep imamı dâhil bir çok imama göre huccet kabul edilen sahîh ve mürsel yollarla rivâyet edildiğine dâir, müstakil kitaplar yazılacak kadar ilim mevcutken, inançlarını hadîslere göre ayarlamak yerine, hadîsleri inançlarına göre tahlîle tâbi tutma yolunu seçen sizin gibilerin bu hadîsi zayıf kabul etmeleri, hilekâr tilkilerin, ars-lanların silsilesini koparma teşebbüsü gibi gülünç ve tehlikelidir. Ama elden ne gelir? Hadîs-i şerîfte vârid olduğu üzere: “Dini iyi anlamak ancak Allâh’ın, kendileri hakkında hayır dilediği kimselere nasiptir.

” Saîd ibn-i Müseyyeb (Radıyallâhu anh), ümmetinin amellerinin Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e arzedilişini Kur’ân-ı Kerîm’den istinbât etmiştir. Nitekim Abdullah ibn-i Mübârek (Radıyallâhu anh) onun şöyle dediiğini nakletmiştir: “Ümmetinin amellerinin sabah-akşam Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e arzedilmediği bir gün yoktur, zaten o, bu nedenle onlar hakkında şahitlikte bulunabilecektir.

Allâh-ü Teâlâ “(Habîbim! Seni inkâr edenlerin hâli) nasıl olacak o zaman ki; her ümmetten (kendileri hakkında) bir şâhit (olmak üzere peygamberlerini) getireceğiz, seni de işte şunlar üzerine bir şâhit olarak getireceğiz?(Nisâ Sûresi:41) buyurmaktadır. (Ümmetinin ne yaptığını görmeden, onlar hakkında nasıl şahitlik yapabilir?) (Seyyid Ebu’l-Haseneyn, er-Rasâil fî tahkîkı’l-mesâil, Def’u şübuhâti’l-mâni’în, sh:13)

Görüldüğü üzere; biz, vefâtından sonra da sağlığındaki gibi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in dua ve istiğfarından faydalanmaya devam etmekteyiz. Yine böylece herkesin bildiği ve kimsenin itiraza yeltenmediği sahih hadîs-i şerîfte “Mi’râc gecesi Mûsâ (Aleyhisselâm) ın şefâatiyle farz namazın elli vakitten beş vakite indirildiği(Buhârî, no: 3207) anlatılmıştır.

Binlerce sene evvel vefât etmiş olan Mûsâ (Aleyhisselâm) ın, bu ümmete ne büyük iyiliği olduğu nasıl göz ardı edilebilir. Bundan dolayı Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Mûsâ (Aleyhisselâm) size ne güzel şefâatçi olmuştur, ona çok salât okuyun” buyurmakla, bize onun iyiliğini takdir etmemizi talim etmiştir. Şimdi biri çıkıp da “Vefatından sonra Mûsâ (Aleyhisselâm) dan bir fayda beklenmez, onun için namaz elli vakit kalmalıdır” diyecek olsa, bunu hangi akıllı mâkul görebilir.

Selefi; Şirk olan kulların yapmaya güç yetirebilecekleri şeyleri değil de sadece Allah celle celâlühû’nun muktedir olabileceği şeyleri Nebîlerden ve sâlihlerden istemektir. Allah celle celâluhû’nun muktedir kılması olmasa, kimin gücü neye yeterdi ki? Yoksa bu zavallılar Allah celle celâluhu vermese mahlûkta güç ve kudret olduğunu mu zannederler?

Nice kez geçti ki hadîsde gelmiştir: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh”. Günâh işlememek ancak Allah’ın korumasıyladır; Allah’a tâat da ancak Allâh’ın yardımıyladır; Cibrîl bunu bana işte böyle haber verdi, buyurdu.[Ebû Ya’lâ, İbnü Mes’ûd radıyellâhu anhu’dan. Zayıf bir senedle.], El-Metâlibu’l-Âliyye ve dipnotu: (3/262),Kezâ, [Bezzâr, İbnü Mes’ûd radıyellâhu anhu’dan, birisi kopuk ve içinde Zayıf bir râvî bulunan, diğeri de muttasıl/bitişik ve Hasen olan iki isnâdla.], Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid: (10/99) Rivâyetlerden Ebû Ya’lâ’nın rivâyet zayıf, Bezzâr’ın iki rivâyetinden biri Zayıf diğeri de Hasen’dir.

Hâsılı, hadîs mu’teber bir rivâyetle gelmiştir.]Yani, Allah celle celâluhû’nun vermedikçe (hiçbir kimsede) hiçbir güç, hiçbir kuvvet yoktur. Kudret Allah celle celâluhû’nun vermesi ile ise -ki öyledir- bunun küçüğü büyüğü sorulmaz. Küçük verirse bu güç küçük, (mu’cize ve kerâmet yoluyla) büyük verirse de büyük olur.Bu Dediğimizin Bürhânlarından Bir Kısmı: ...

(Mu’cize olarak) Allah celle celâlühû’nün izniyle diriltirim...[Âli-İmran: 49]Allah celle celâluhû’nun izni ile muktedir kılması olmasa… hangi kulun (peygamber de olsa) ölüyü diriltmeye gücü yeter? Bakınız, Süleyman aleyhisselâm çevresindeki ilâh ve Peygamber olmayanlara seslenerek ne buyurdu?Ey eşraf taifesi!.. Hanginiz bana O’nun (Yemen kraliçesi Belkıs’ın) tahtını getirecek?

Yani Süleyman aleyhisselâm onlardan Yemen Melikesi Belkıs’ın büyük tahtını Yemen’den Şam’a olağanüstü bir yolla getirmelerini istiyor.İfrit, “Ben onu sana sen makamından kalkmadan evvel getiririm” dedi.Meclisinde oturanlardan, yanında kitâb bilgisi olan bir sıddîk, ‘Ben onu sana gözün geri dönmeden evvel getiririm’ dedi.[Neml: 38, 39, 40]Nebîden mu'cize beklemek, velîden kerâmet beklemek (ki o da Nebîsinin bir mu'cizesidir).

Nebî olmayandan olağanüstü bir şey istemek, gücün kaynağının Allah celle celâluhû olduğuna inanarak bunu yapmak küfür mü, şirk mi? SubhanAllah, bu ne dangalaklık.Ha, birine Allah’ın celle celâluhû bu gücü vereceğine inanırsınız da yanılırsınız, O, gerçekte Allah celle celâluhû bu gücü kendisine vereceği liyakatte olmadığı hâlde, hatâ eder öyle zannedersiniz, o zaman en fazla boşuna beklenti içine girersiniz.

Tamam, Allah celle celâlühû putlara her hangi bir gücü vermediğini, onların hiçbir şeye kadir olamayacağını söyledikten sonra onlardan bir şey beklemek elbette bir ahmaklık ve şirktir. Bununla şu mes’elemizi karıştırmak ise en hafîfinden aptallık olur.Mühim Bir Süâl \Bütün güç ve kudreti kullarda değil de Allah celle celâluhû’da bilip onun verdiği kadarıyla o gücü kullarda görmek mi şirke daha çok yakışır, yoksa o gücün bir kısmını kullarda görüp, kudrette kulları Allah celle celâluhû’nun ortakçısı gibi yapmak mı? Cevâb bekliyoruz…

Madem cevap yok bari yukarıda zikrettiğimiz gibi Taberini ve arkadaşlarının karnı acıktığında peygamberimize seslenmelerinden dolayı ve Hanbeli Alim İbnul Cevzi'nın Salih zatların mezarı başına gidip düzelmesini,Utbi'nın okuduğu şiiri Peygamberimizin mezarı başında okumayı müstehap gören İmam Nevevi'yi Şirk olarak anlamak zorunda kalırsınız ki;Bu ulema bunlardan beridir.Tarih boyunca kimse bu ulemayı şirk ile suçlamamıştır. Allah celle celâluhû akıl ve hidâyet vere...

Selefi;Kişi ile Allah celle celâluhu arasına mahlûk vâsıta (aracı) yapılamaz

Cevap| Tarihte bir grup Tevessül’ün her çeşidini inkâr etmiştir. Diğer şâzz bir gürûh ise, esma-i hüsna ve kişinin kendi ameliyle olan tevessülü kabûl etmekle berâber, başkasının amelleri ve zâtlar ile olan tevessülü meşrû' kabûl etmemişlerdir

Bir yanda, kişi ile Allah celle celâluhu arasına mahlûkun vâsıta (aracı) yapılamayacağını söyleyen, öte yandan da, kişinin kendi sâlih amellerini öne sürerek tevessül edilebileceğini ifâ-de eden câhiller, Allah celle celâlu-hu’nun, Allah’tır, sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratan buyurduğunu ve amellerin de mahlûk olduğunu bilmezler mi aceb?

Selefi;(O’na (ulaşmaya) vesîleyi arayınız.) Mâide: 35 ayetini kendi rey/görüşünzle zatlarla tevessle delil getiremezsiniz

|Bu âyet, çerçevesini çizdiğimiz vesîle ve tevessülün de meşrû' olduğunun bir delîli olup, îmânla, amellerle ve şahıslarla tevessül etmeyi dahî içine alır. Hattâ müfterî ve gevezelerin çenebazlıklarına rağmen, tevessül denilince her ikisi de hemen akla gelir. Bu âyetin, şahıslarla da tevessül etmeyi içine aldığını söylemek ne sırf rey/görüş iledir, ne de lüğatın genelliği iledir.

Aksine bu, İbnu Abdi'l-Berr’in el-İstîâb’ın-daki bir rivâyette vardır: Hz. Ömer radıyellâhu anh, Hz. Abbas radıyellâhu anhümâ ile istiska ettikten sonra şöyle demişti: VAllahi bu Allah celle celâluhû'ya bir vesîledir ve O'nun katından bir rütbedir.[[İbn-i Hacer, Fethu'l-Bârî: 2/519], Kevserî, Makâlât: 379 )

Selefi.“De ki, şefâatin tamamı Allah’a aittir,” âyetine göre Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’den dünyada şefâat istenmez; bu bir şirktir

Bazi Sahabeler Peygamberimizden Şefaat istemişlerdir. Peygamberimizin de onlara ''Senin Şefaat dilemen şirktir'' ''İsteyeceksen git Allahtan iste!''' Rabbine şirk koşma !'' dediği duyulmamıştır. Ne Kitâb'ta ne de Sünnet'te, dünyada Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’den şefaat istemeyi yasaklayan hiçbir delîl yoktur.

Aksine,O’ndan dünyada dünyâlık işler için şefâat edilmesi Kur’ân ve Sünnetle meşrû’dur ve hatta emredilmektedir. Allah celle celâlühû şöyle buyurdu: “Kim güzel bir şefâat ederse ondan nasîbi olur.”[Nisâ:85] Resûlüllah sallAllahu aleyhi ve selem de O’na bir hacet istemek için gelindiğinde şöyle buyurdu: “Şefâat edin ecir kazanın.”[Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Ebû Mûsâ radıyAllahu anhu’dan], Et-Teysîr:1/158] Dünyada Âhiret içün şefâat istenebileceği Tirmizî hadîsiyle sâbittir:

Hz.Enes ''Ey Allahın resülübana kıyamet gününde şefaat edermisin ?''diye sorunca,Peygamberimiz ''Allah izin verirse ederim'' buyurmuştur.(Tirmizi bu hadisi Sünen'de Kıyametin özellikleri kitabının ''sırat köprüsünde varit olanlar''babında zikretmiş ve ''Hasen''kabul etmiştir.)Diğer bir sahabi Sevad İbn Karib ,Allahrasülünün önünde şu şiiri okumuştur;Sen Peygamberlerden Allaha vesile kılınmaya enlayık olanısın ,Ey şerefli insanların oğlu Senden başka hiçbir şefaatçinin şefaatinin geçmediği o günde Sevad İbn Karibe Şefaat eyle! (Beyhaki ''Delailü'n-Nübüvve''de ,İbni Abdilberr''İstiab'ta nakletmişlerdir.

İbni Hacer de Sahihi Buhari Şerhi ''Fethu'l-Bari' 7/18'de Hz.Ömer 'in Müslüman olması başlığı altında zikretmiştir.)Halbuki zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz nice hadislerde Sahabe Peygamberimizden Şefaat taleplerinde bulunmuşlardır.Peygamberimizde hiçbirisini Şirkle itham etmemiştir. O’ndan Âhiret’te şefâat istenebileceği de Buhârî hadîsiyle sâbittir:“Mü'minler, (Kıyâmet gününde) Âdem aleyhisselâm'dan, sonra Mûsâ aleyhisselâm'dan, sonra da Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'den istiğase edecekler/şefaat yardımı isteyecekler.

”[Yukarıda geçti: [Buhârî, Sahîh: Zekât, 52]; Mu’cem:21] Sahabe Şefaat isterken bizler bunda mahrum kalacaz ,Tabiiki Hayır!“Benim hayatım sizin için hayırlıdır, (benim sağlığımda bir takım işler) yaparsınız, size (onlarla ilgili hükümler) bildirilir Ben öldüğümde ise vefâtım sizin için hayırlı olur, çünkü amelleriniz bana (kabrimde) arz edilir, hayır görürsem Allâh’a hamdederim, şer görürsem Allâh’tan sizin için af dilerim” (Ebu Züra el-Iraki ,Heytemi,Kastalani,Suyuti,İsmail el-Kadi gibi birçok hadis imamının Sahih dediği yukarıda geçmişti )Şimdi Kabrinde bile bizlere İstiğfar eden

Peygamberimizden Neden Şefaat ya Resülüllah demek şirk oluyor? Getirilen “şefâatin tamamı Allah’a âittir” meâlindeki âyet, şu iddiâ içün delîl olarak ileri sürülebilecekse, Resûlüllah sallâllahu aleyhi ve sellem’den sâdece dünyâda dünyalık bir şefâat da istenemez.

Halbuki yukarıda getirdiğimiz âyet ve hadîs bu iddiâyı çürütmektedir. Yine getirilen âyet, şu iddiâ içün delîl olarak ileri sürülebilecekse, Âhirette de şefaat istenmez; arada hiçbir fark yoktur. Hâlbuki, O’ndan Âhirette şefâat isteneceği, şu iddiâ sâhiblerinin bir çoklarınca Buhâri rivâyeti sebebiyle inkâr edilememektedir.

Nasıl Mülk sadece O’nundur[Teğâbun: 1] âyetiyle, Mülkü dilediğine verirsin[ Âlü İmrân: 26] âyeti çelişmiyorsa, İzzetin tamamı Allah'a aittir[Fâtır:10] âyetiyle, İzzet, sadece Allah'a, Resûlü'ne ve mü'minlere aittir[Münâfikûn: 8] âyeti, nasıl birbirine zıd değilse, aksine birbirlerini tefsîr ve îzâh ediyorlarsa, de ki, şefâatin tamamı Allah’a âittir[Zümer: 44] âyeti ile, Rahmân’ın yanında ahd edinenler (O'nun müsâade ettikleri) müstesna, onlar şefâate mâlik olmayacaklardır[Meryem: 87] âyeti de çelişmez.:

Hem, Şefâat ne demektir?... Şefaat, kendine karşı cinâyet/günâh işlenmiş kimseden (burada Allah’dan) günahın affını istemek demek idi.[Abdullâh İbnü Ahmed İbni Hanbel, Zevaidü’l-Müsned, Abbâs İbnü Mirdâs Es-Sülemî’den, Beyhekî, Şuabu’l-Îmân (İlmiyye) 1/ 304-305 H]. Yani Allah celle celâlühû’nün, bir günahı affetmesi için, O’na benim hatırıma veya başka bir şey hatırına bunu affet diyerek aracı olmak idi...

Hâşâ hangi yüksek makamdan şu suçlunun affını isteyecek? Evet, bazen sevdiği kulların zimmetinde olan bazı hakları onlara birtakım mükâfaatlar vermek karşılığında hak sâhiblerinin affetmesini isteyecektir:[Seyyid Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 68] Ancak bu, Şefâatin Şer'an gösterdiği bir ma'nâ değildir.Gerçi Seyyid Şerîf Cürcânî’nin ta'rîfi, gâlib ve meşhûr olan günah affı içün olan şefâatin dışındaki, hesapsız cennete girmek ve cennette derece yükselmek gibi şefâatleri kapsamadığından eksik ise de, mes'ele değişmez.

Zîrâ ma'nâ, şefâat, izin, müsâade ve kabûl bakımından Allah celle celâlü-hû’ya âiddir; O'nun katında bu talebi yapmak bakımından da bu yetkiyi verdiği kullara âittir, demektir. Her ne kadar mes’ele bu denli uzatmaya muhtâc olmayacak kadar -orta akıllı, vasat zekalı birazcık ilimli kimselere nisbetle- açık ise de iddiâ sâhibi olan muhâtabların seviyesini hesaba katmak, ifâde sanatının îcâbların-dan olmakla bir çoklarının kafasını şişirmek zorunda kaldık; affola...
« Son Düzenleme: 22 Aralık 2009, 18:43:16 Gönderen: Tuğra »

Çevrimdışı ferdi

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48
Ynt: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar-3
« Yanıtla #2 : 22 Aralık 2009, 18:27:34 »
Sizin Peygamberimizle yardim istenebileceine delilleriniz nedir

(-Hz. Ömer’in radıyallâhu anh halîfeliği zamanında insanlara kıtlık isabet etti de, bir adam Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve Yâ Resûlullah!.. Ümmet'in için (Allah celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar (neredeyse) helak oldular” dedi. Sonra, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem o adama rü'yâsında göründü ve Ömer’e git selâm söyle ve onlara yağmur yağdırılacağını söyle...buyurdu.)-

(Sahih Hadis, Muhtasar olarak Buhari et-Tarihu'-Kebir VII,304-305 ,Hadis Beyhaki,Delalil  VII.47 İbn Abdilberr,İstiab,II,464 ,İbni Asakir Tarihu Medineti Dımeşk LIII,294 -İbnü Ebi Şeybe, el-Musannef (6/356-357, H: 32002)

Muhim hususlar Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem kabrindeyken kendisinden bir Sahâbî tarafından yağmur düâsı istenmesi Ondan isteyenin isteğini Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in bilmesi.

Bu maksadla Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in düâ etmesi.Bu işe, Sahâbe radıyAllahu anhüm’un karşı çıkmaması, yani bu husûsta bir çeşit sükûtî icmâ’ın hâsıl olması.Zamanımızdaki âlimlik pozlarındaki kimi câhillerin yaptığı gibi Selef/Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim ve Tâbiîn tarafından bu işin Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ibâdet edilmesi, ve Allah celle celâlühû’ya şirk koşulması ma'nâsında kabûl edilmeyip açık ve kapalı âyetlere ters görülmemesi.

Bazı câhillerin bu rivâyetleri zayıf kabûl etmeleri, rivâyetin zayıflığını değil, kendilerinin hiçliğini gösterir. Hâfız İmâm Sübkî’nin rivâyet edib hüccet kabûl ettiği, Hâfız İbnü Kesîr, Hâfız İbnü Hacer ve benzeri hadîs hâfızları Sahîhtir dedikten sonra onlara susmaktan başka ne düşer ki?!.  İbni Teymiyye ise ''Böyle bir dileğin yerine gelmesi yanı başında dua edilen mezarda yatan ölünün kerameti olarak sayılabilir?  diyerek bu gerçeği itiraf etmiştir.(İbni Teymiyye İktizau's-Sıratı'l Müstekim s;373-374,Darul Marife,Beyrut,tsz.)

-Medineliler şiddetli bir kıtlık geçirdiler. Bundan Hz. Aişe radıyallâhu anhâ’ya şikâyet ettiler. O da şöyle buyurdu: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine bakın. Ondan gökyüzüne bakan bir delik açın. O delikle gökyüzü arasında tavan gibi bir şey bulunmasın. Medineliler bunu yaptılar. Derhâl bize öyle bir yağmur yağdı ki (onunla) otlar bitti develer semirdi ve yağlandı.-(Hafız Dârimî (H:92), Sünen,1/43. Mukaddime;15,No:92,1/47)

Bu Hadis'de de bir kaç tenbîh yapacağız:Birinci Tenbîh: Mü'minler yağmuru Mevlâ’dan beklerlerken bu işi, yağmurun yağmasına bir sebeb yaptılar; bununla tevessül ettiler; bunu Allah celle celâlühû’nun rahmetine vâsıta yaptılar; öyle değil mi?

İkinci Tenbîh: Kimi, sıkıntıya düştüklerinde, Allah celle celâlühû'ya değil de, Kabr-i Şerîf'e yönelmekle suçlayacaksınız? Hz. Aişe radıyallâhu anha’yi mi, yahud Medînelileri mi şirkle suçlayacaksınız, behey ilim adamı pozlarındaki çapulcular, kimi?..
Üçüncü Tenbîh: Bu rivâyeti yapan İmâm Dârimî acaba sizin kadar bilemedi mi? Ya şu rivâyeti -hâşâ- duvara çalmayan kitaplarına koyan İslâm âlimlerine ne diyeceksiniz?!..
 
Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde, sana gelseler ve Allah celle celâlühû'dan mağfiret isteseler ve Resûlullah sallallâhu aleyhi ve selem de onlar için mağfiret dilese, elbette Allah celle celâlühû'yu tevbeleri çok fazla kabûl edici ve çok merhamet edici olarak bulurlardı (Nisa: 64)
 
Şu âyet hayât hâlini de ölüm hâlini de içine alacak umûmî/ma'nası genel olan bir âyettir. Onu bunlardan biriyle sınırlandırmak bir delîle muhtâcdır. O da burada yoktur!Bu âyeti ölümden öncesi ile sınırlandırmak, hevâ îcâbı olan, hiçbir delîl bulunmaksızın yapılan bir sınırlandırmadır. Mutlak’ı mutlaklığı üzere bırakmak Ehl-i Hakk olan Ehl-i Sünnet’in ittifak ettiği husûslardandır.

Sınırlandırma da ancak delîl ile olur. Hâlbuki burada âyeti sınırlandırıcı hiçbir delîl yoktur. Aksine Hanbelîlere varıncaya kadar, mezheblerin fakîhleri, bu âyetin ölümden sonrasını da içine aldığı görüşündedirler
 
SELEFİ ;Âyete, umîmî olmak/genel olmak nereden geldi ki, onu, hayât hâliyle sınırlandırmak delîle muhtâc olsun?
Fiilin şart siyâkında/şarttan sonra bulunmasından. Usûlde yerleşmiş bir kâide vardır: Fiil şart siyâkında bulunursa umûmî olur. Çünki fiil, kendinde nekire bir masdarı bulundurduğu için nekire ma'nâsındadır. Nefiyden veyâ şarttan sonra gelen nekire ise vaz' bakımından umûmî/genel olur.
 
Yukarı daki ayetten dolayı Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyAllahu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi:

Söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allah’tan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, (şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler, hemen Allahtan af isteseler ve onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı) âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim.

Bunun üzerine kabirden hemen, (bağışlandın) diye ses geldi (Bu rivâyeti benzeri bir lâfızla şu İmâmlar da rivâyet etti:

İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân’da: 3/495,(4187), İmâm İbn-i Kesîr, Tefsîrinde: 2/306, İmâm Kurtubî, Tefsîrinde: 5/265, İmâm Nesefî, Tefsîrinde: 1/234, İmâm İbn-i Kudâme, el-Muğnî’de: 3/557, İmâm İzz b. Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik’de: 3/1383, İmâm İbnü’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin’de: 2/301, İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd’da: 12/380, İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ’da: 4/1361, İmâm Ebû’l-Yümn b. Asâkir, İthâfu’z-Zâir’de: 68-69, İmâm İbnü’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne’de: 224, İmâm İbn-i Hacer el- Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr’da: 55], Kitâbı tahkik edip neşredenin dıp notu: Aynı yer (22))
 
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbn-i Mûsâ İbn-i Nu’mân el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhamme İbn-i Nu’mân İbn-i Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti:

Medîneye girdim ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir duâ yaptı.

Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallallâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, (şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı) buyurdu.

Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yaparak geldim. O da (şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!.. /Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin.
Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/ Sıratta, kaydığı zamanda ayaklar.

Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem.Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah.

Muhammed İbn-ü Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: Ey Utbî! Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu bağışladığını müjdele.”Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî şöyle diyor:

Bu haberi, İmâm Nevevî, (El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/276) Ebû’l-Vefâ İbn-ü Ukayl, İbn-i Kesîr, Tefsîru'l-Kurani’l-Azîm (1/520-521),Ebû Muhammed İbn-ü Kudâme, (El-Muğnî, 3:556),Ebû’l-Ferec İbn-i Kudâme, (Şerh-i Kebîr, 3: 495),Mensur İbn-i Yûnus, (Keşşafu’l-Kınâ’, 5:30), İmâm Kurtubî (El-Câmi’, 5:265) gibi büyük müfessirler ve muhaddisler nakletmiştir. Hattâ, (büyük fakîh koca muhaddis)

İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir. (El-Mecmû', 8:274)Nevevî ve diğer büyük İmâmların hâdiseden müstehablık hükmünü çıkarmaları bu rivayeti kuvvetlendirmektedi. Hâdise birse de rivâyetler arasında çelişki yoktur. İki şekli de mümkindir.Kaldıki yukarıda bu rivayetleri eserlerini alan hiç bir ulema şirk ile suçlanmamıştır.Bu rivayetlerden alınacak dersler nelerdir;

Bir: Bunca büyük muhaddisler ve müfessirlerce şu rivâyet'in kabûl görmesi ve Kur'an’ın açık âyet-lerine ters bulunmaması ve şirk kabûl edilmeyip, güzel bulunarak kitâblarına alınmasıdır. Hattâ, müs-tehab kabûl edilmesidir.

İki: Bin seneyi aşkındır, hiçbir müctehid, muhaddis, müfessir ve fakîh tarafından şirk olarak görülmemesi, kimsenin Nevevî’ye müşrik damgası vurmaması… İbn-i Kesîr’in meşhûr dediği bu hikâyeye, kendisi ve hiçbir âlim tarafından karşı çıkılmaması… Bâtıl olmadığında bir çeşit sükûtî bir icmâın gerçekleşmesi gibi yanlarıdır.

Üç: Bu rivâyetin sıhhat derecesi ise daha sonra gelecek olan başka bir husûstur…

Dört: Bir de bilenler bilir ki, sahîh bir isnâdı yoksa da (müctehid ve muhaddis) insanların kabûl ettiği hadîsin sahîh olduğuna hükmedilir.[[İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstizkâr:1/203, Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî: 25, İbn-i Hümâm, Fethu’l-Kadîr: 1/217,3/143, Dârekutnî (Mâlik’den): 4/40, Süyûtî, Teakkubât: 12,13], Tânevî, İ’lâ Mukaddimesi, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs: 39-40   ] Hattâ, Ümmet’in kabûl ettiği hadîs, bize göre Mütevâtir ma’nâ-sındadır.

Çünki, büyük imâmlarımız-dan Cessâs, Ahkâmu’l-Kurân’ında bir başka münâsebetle şöyle dedi: Ümmet bu iki hadîsi her ne kadar gelişi âhâd olan/Mütevâtir ve Meşhûr olmayan yolla olsa da kabûl ile karşılamış ve almıştır.

Bu yüzden Mütevâtir kapsamında olmuştur. Çünki, insanların kabûl ile karşılayıp aldığı Haber-i Vâhidler bizce birçok yerde açıkladığımız sebeble Müte-vâtir ma’nâsındadır.[[Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân: 1/386], Tânevî, İ’lâ Mukaddimesi, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs: 40] (Cessâs’dan nakil bitti)

Beş: Utbî kıssası, yukarıdaki nakillerde de görüldüğü gibi âlimlerimizce kabûl gören ve muhtevâ-sıyla amel etmek müstehab kabûl edilen bir haberdir. O hâlde, bir görüşe göre, -senedi zayıf bile olsa- Sahîh, hattâ, Mütevâtir ma’nâ-sındadır.

Hâsılı, Utbî’nin haber verdiği bedevi’nin bu işi bir Tevessül’den ibârettir. Hakîkî fail Allah celle celâlühû’dur.Ve siz ey câhil yobazlar!... Hangi İslâm, hangi ilim, hangi irfan ve hangi hayâ ile bu ameli şirk, ve onu kabûl eden ve bununla amel eden bunca büyükleri müşrik ve kula ibâdet eden kimseler olarak kabûl edebilirsiniz?!...
 
 
ve nice deliller.......
« Son Düzenleme: 22 Aralık 2009, 18:48:00 Gönderen: Tuğra »

Çevrimdışı ferdi

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48
Ynt: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar-3
« Yanıtla #3 : 27 Aralık 2009, 13:37:12 »
SELEF;Peygamber (sav) cariye’ye: “Allah nerede” diye sormuş, o: “Semadadır” diye cevap vermiş. Bu sefer: “Ben kimim?” diye sormuş, yine cariye: “Sen Allah’ın Rasulüsün” deyince, Peygamber (sav): “Sen bunu azad et, çünkü o mü’min birisidir” demiştir. [11] (Allah’ın semada olduğunu söyleyen cariyenin Allah Rasulü (sav) tarafından mü’min ilan edilmesi, kişinin mü’min olabilmesi için Allah’ın semada olduğunu bilmesinin gerektiğini teşkil eder.)  
 
Çok şükür ki Albani'nin yaptığı gibi Ebu Hanife'yi bu yazıda hadis rivayetinde Zayıf görmemişler.Bu iyi bir gelişme olarak görüyoruz,ancak  Kişinin Mümin olabilmesi için Allah’ın semada olduğunu bilmesi gerektirdiğini söylemeleri gerçektende içler acısıdır.Tarih boyunca kişinin Mümin olup olmamasını anlamak adına bu hadisi delil getiren bir ulema var mıdır? acaba. Şimdi biz bu hadisin bütün varyantlarını vermeden önce bir kaç kelam yapalım;Aşağıda vereceğimiz  örnekler, Efendimiz (s.a.v)'in, karşısındaki kişinin mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine "Allah nerededir?" diye sormak yerine ekseriye, Allah Teala'nın birliğine ve kendisinin de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik edip etmediğini sorduğunu göstermektedir. "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen söz konusu rivayet dışında Efendimiz (s.a.v)'in, muhatabının mü'min olup olmadığını ortaya çıkarmak için kendisine "Allah nerededir?" diye sorduğunun nakledildiği bir başka rivayet bilmiyoruz.

 
Yukarıdaki hadisin geçtiği yerler;Müslim, Mesâcid 33, (537); Ebu Dâvud, Salât 171, (930, 931 ); Nesâî, Sehv 20, (3, 14-1 8).Başta Sahabe olmak üzere "Ehl-i Sünnet-i hassa" dediğimiz Selef ulemasının tavrı, müteşabih ayet ve hadislere varit oldukları gibi iman ve anlamlarını Allah Teala'ya havale etmek şeklindedir ve aslolan budur. "Ehl-i Sünnet-i amme" dediğimiz müteahhirun ise, yakin seviyesindeki azalma ve muhtelif cereyanlar(Müşebbihe yüzünden) sebebiyle imanî meselelerde şüphelerin artması gibi sebepler dolayısıyla bu türlü ayet ve hadisleri muhkem nasslar doğrultusunda ve sahih Arap dilinin ölçüleri içinde tevil etmiştir.

İbn Teymiyye ile başlayan ve kendisine "Selefî" diyen cereyan, müteşabih ayet ve hadislerin anlaşılması konusunda daha farklı bir yol izler ve şöyle der: Bu türlü ayet ve hadislerin anlamı malumdur; ancak "keyfiyeti" bizce bilinmez. Kur'an'da ve hadislerde Allah Teala'nın elinden, yüzünden, inmesinden... bahsedildiğine göre bunların "hakiki anlamda" mevcudiyetine inanır, "nasıl"lığı sorusunu ise, "O'nun uluhiyet, azamet ve şanına layık bir şekilde" diye cevaplarız.

Allah Teala'ya mekân izafesi problemi de bu bağlamda önemli bir yer işgal etmektedir. Gerek yukarıda bir varyantı verilen rivayetten, gerekse "Arş'a istiva" vs. ilgili diğer ayet ve hadislerden hareketle Selefî ekol, Allah Teala'nın (Arş, sema vb.) belli bir mekânda ve dolayısıyla (uluvv/yükseklik, yukarıdalık gibi) belli bir "yönde" bulunduğunu söyler. Bu bağlamda genel muhtevalı eserler yanında İbn Teymiyye'nin "Kitâbu'l-Arş"ı, Darimi ve Abdullaah b.Ahmed.es-Sunen'i ve ez-Zehebî'nin "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm"i gibi monografiler de mevcuttur.

Allah Teala'ya mekân izafesi, tabiatı gereği müstakil bir mesele olmayıp, beraberinde başka problemleri de getiren son derece temel bir tartışmadır. Arş'ı da, semayı da, diğer mekânları da yaratan Allah Teala olduğuna ve O'nun istivasının "mekân tutmak" anlamına geldiği iddia edildiğine göre, İmam Ebû Hanîfe'nin de dile getirdiği "Allah Teala bu mekânları yaratmadan önce neredeydi?" sorusuna İbn Teymiyye'nin bulduğu cevap, "Arş'ın nev'î kıdemi"dir. Bu, şu demektir: Allah Teala ezelden beri üzerine istiva ettiği Arşlar yaratmaktadır. Yenisini yarattığında bir öncekini yok etmektedir ve bu, ezelden beri böyle devam edegelmektedir. Bu izah tarzının ne kadar problemli olduğu ise açıktır. Zira Allah Teala dışında varlığı ezelî olan bir başka varlık tasavvur edildiğinde, zorunlu olarak o varlığın mevcudiyetinin bir yaratıcının varlığına mütevakkıf bulunmadığını, varlığının zorunlu ("vâcibu'l-vücud") olduğunu söylemiş olursunuz. Bunun ne anlama geldiği ise açıktır...

Bu, meselenin sadece bir yönüdür. Bunun dışında, muzaf mekânın Allah Teala'nın zatını ihata etmesi ya da O'nun azametiyle mütenasip bir azamette olması, "havadis"in (varlığı sonradan olan varlık ve olayların) Allah Teala'ya hululü... gibi meseleler de kaçınılmaz olarak yukarıdaki bakış açısının doğurduğu problemler olarak gündeme gelmiş ve tartışılmıştır.

Benim görebildiğim şudur: Selefî ekol sanki bu meselede yaklaşımının temeline haber-i vahid türü rivayetleri koymuş, muhkem nassları onlar doğrultusunda anlamayı tercih etmiştir. Oysa önemli bir kısmı rivayet tekniği açısından problemli olan bu rivayetlerin titiz bir ayıklamaya tabi tutulması ve sahih olanların muhkem nasslar doğrultusunda anlaşılması gerektiği açıktır.

Hanefî Usulü'nde mukarrer olan "Kur'an'a haber-i vahid ile ziyadenin mümkün olmadığı" ilkesinin önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Meselenin temeline tenzih ayetlerinin yerleştirilmesi ve diğer ayet ve hadislerin bu doğrultuda anlaşılması en sağlam yoldur.

"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" ayeti (42/eş-Şûrâ, 11), Allah Teala ile mahlukat arasındaki ontolojik farklılığı dile getiren muhkem bir nass olarak meselenin temelini teşkil etmektedir.

Bunun yanı sıra, "De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır" (6/el-En'âm, 12) ve "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir" (19/Meryem, 93) ayetleri, mekânın ve barındırdığı her şeyin; "Gecede ve gündüzde barınan her şey O'nundur" (6/el-En'âm, 13) ayeti de zamanın barındırdığı her şeyin Allah Teala'nın mülkü olduğunu açık biçimde ifade etmektedir.

"O'dur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir..." (57/el-Hadîd, 4) ayeti de konumuz bakımından son derece ilgi çekicidir. Zira burada Allah Teala'nın Arş'ı istivası ile "maiyyet" (kullarla birliktelik) bir arada zikredilmiştir. Neden buradaki "maiyyet"i, "ilmi ile kulların yanında olmak, onların her yaptığını görmek, işitmek, bilmek..." diye tevil etmek doğru ve gereklidir de, "istiva"yı "hükümranlığı altına almak" vb. bir şekilde tevil etmek yanlıştır?

literatüre "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" olarak geçen rivayete dayanarak bir kısım Selefîler işi şu noktaya kadar vardırmıştır: Bir kimsenin mü'min olup olmadığını öğrenmenin yolu, ona "Allah nerededir?" diye sormaktır. Çünkü Efendimiz (s.a.v), rivayette geçen cariyenin mü'min olup olmadığını tahkik etmek için ona böyle sormuştur. Bu sorunun muhatabı olan kişi eğer "Allah göktedir" derse, mü'min olduğuna hükmedilir. Çünkü cariye Allah Teala'nın gökte olduğunu söylemiş, Efendimiz (s.a.v) de bu cevap üzerine –kendisinin kim olduğu sorusuna da doğru cevabı aldıktan sonra– onun mü'min olduğunu söylemiştir.

Bu "tak'îd"in (kaideleştirme) ne kadar sağlıklı olduğunu görmek için bahse konu hadisin durumunu yakından incelemek gerekir. Bunun için hoşgörünüze sığınarak bazı teknik ayrıntılara girmek durumundayım.

Söz konusu hadisin muhtelif Hadis kaynaklarında nakledilen varyantları bir araya getirildiğinde şöyle bir arka planla karşılaşıyoruz: Sahabe'den birisinin, koyunlarını güden bir cariyesi vardır. Koyunlardan birisini kurda kaptırınca kızıp kendisine bir tokat atan sahabî, bilahare Efendimiz (s.a.v)'e gelerek durumu anlatır ve daha önceden bir mü'min cariye azad etme adağı bulunduğunu söyleyerek söz konusu cariyeyi azad etmesi halinde nezrini yerine getirmiş olup olmayacağını sorar. Efendimiz (s.a.v) de cariyeyi kendisine getirmesini söyler. Cariye geldiğinde Efendimiz (s.a.v), mü'min olup olmadığını öğrenmek için kendisine bazı sorular sorar. –Meselenin püf noktası burasıdır.–

Rivayetin bazı varyantlarında Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye, "Allah nerededir?" diye sorduğu nakledilmektedir. Cariye bu soruya "Allah göktedir" diye cevap verir. Ardından gelen "Ben kimim?" sorusuna, "Sen Allah'ın Resulüsün" cevabını alınca, efendisine dönerek, "Onu azat edebilirsin; zira mü'mindir" buyurur. (Müslim, "Mesâcid", 33; Ebû Dâvûd, "Salât", 166; en-Nesâî, "Sehv", 20; "el-Muvatta", "Itk", 6; Ahmed b. Hanbel, V, 447-9; İbn Ebî Şeybe, "el-Musannef", VII, 215.)

Bu rivayeti mahrecinden, yani olayın kahramanı sahabî Mu'âviye b. el-Hakem es-Sülemî (r.a)'den nakleden kişi Atâ b. Yesâr'dır. Ancak aynı ravinin, aynı olayı "Allah nerededir?" sorusunun yer almadığı değişik bir lafızla naklettiğini görüyoruz. Buna göre Efendimiz (s.a.v), "Semada kim var?" diye sorarcasına elini yukarıya kaldırarak işaret buyurmuştur. (ez-Zehebî, "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm", I, 254.)

Yine Atâ b. Yesâr'dan aynı rivayet şu lafızla da rivayet edilmiştir: "Cariyeye "Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi. "Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi..." (Abdürrezzâk, "el-Musannef", IX, 175;)

Aynı lafız, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes'ûd isimli tabiî tarafından, "Ensar'dan bir adamdan" nakledilmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; "el-Muvatta", "Itk", 6; Abdürrezzâk, a.g.e., a.y.; Ahmed b. Hanbel, III, 452.)

Her ne kadar bu haliyle zahiren mürsel ise de, bu varyant, mezkûr Ubeydullah'ın Ebû Hureyre (r.a)'den rivayeti olarak muttasıl bir senetle de nakledilmiştir. (Bkz. İbn Abdilberr, "et-Temhîd", IX, 114-5.)

Bu muttasıl senet Ahmed b. Hanbel (II, 291) ve Ebû Dâvûd ("Eymân", 16) tarafından zikredilmiş, ancak metinde Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye "Allah nerededir?" diye sorması üzerine cariyenin eliyle yukarıyı işaret ettiği zikredilmiştir. (Ayrıca bkz. Abdürrezzâk, IX, 176; İbn Huzeyme, "Kitâbu't-Tevhîd", 123; el-Beyhakî, "es-Sünenu'l-Kübrâ", VII, 388; ez-Zehebî, a.g.e., I, 260)

Bir diğer varyantta Efendimiz (s.a.v) cariyeye, "Rabbin kim?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiştir. (İbn Huzeyme, a.g.e., a.y.)

Bir başka varyantta cariye Efendimiz (s.a.v)'in sorularına sadece işaretle cevap vermiştir. Buna göre Efendimiz (s.a.v) "Allah nerededir?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiş, "Ben kimim?" sorusuna cevaben de cariye, "Sen Allah'ın Resulüsün" anlamında eliyle önce Efendimiz (s.a.v)'i, sonra da yukarıyı işaret etmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; Ahmed b. Hanbel, II, 291)

Bütün bu varyantlar bir noktayı açık biçimde göstermektedir: "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen bu rivayet kesinlikle mana ile aktarılmıştır. Bir diğer deyişle, Efendimiz (s.a.v) ile cariye arasında geçen konuşmanın, raviler tarafından kendi anladıkları lafızlarla aktarılması sonucunda, teknik tabiriyle "ızdırab" dediğimiz durum ortaya çıkmıştır ki, ehlince malum olduğu üzere, senedi sahih de olsa herhangi bir rivayetin metninde bulunan bu tür bir "uyuşmazlık", hadisi sıhhat derecesinden zaaf derecesine düşürür.

Bir an için bu gerçekten sarf-ı nazar edelim ve yukarıda verdiğim arka planını da dikkate alarak söz konusu hadise yakından bakalım: Bu hadiste Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye sorduğu sorunun, onun mü'min mi yoksa putperest mi olduğunu ortaya çıkarmaya yönelik olduğu açıktır. Cariyenin, soruya verdiği cevaptan putperest olmadığı ve bir "Allah inancına" sahip olduğu anlaşılmaktadır. "Allah nerede", "Rabbin kim" "Semada kim var"... gibi sorulara kadının verdiği cevap, ya da eliyle yaptığı işaret, herhangi bir puta değil, "Yüce bir Yaratıcı'ya" inandığını ima eder tarzdadır ki, bilgi ve kültür seviyesi düşük bir insanın putperest olmadığını anlamak için bu türlü cevaplarla yetinmek yanlış değildir.

Bir önceki yazıda, Mu'âviye b. el-Hakem (r.a)'den Atâ b. Yesâr kanalıyla nakledilen rivayetin "muzdarib" olduğunu, mana ile rivayet edildiğini, dolayısıyla ihticaca (delil olarak kullanılmaya) elverişli olmadığını ortaya koymaya çalışmıştım. Zikrettiğim hususlardan, mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine getirilen cariyeye Efendimiz (s.a.v)'in ne sorduğunu, tek başına o rivayeti veya onun varyantlarından sadece birisini esas alarak ortaya çıkarmak mümkün görünmemektedir. Öyleyse yapılması gereken şey, böyle durumlarda Efendimiz (s.a.v)'in, kendisine getirilen kişiye mü'min olup olmadığını tesbit için ne sorduğunu, benzer vakaları araştırarak tesbit etmektir.

Sahabe'den eş-Şerîd b. Süveyd (r.a)'den nakledilen rivayet bu konuda bize yol gösterici mahiyettedir. Ahmed b. Hanbel (IV, 222, 388-9) ve İbn Hibbân'ın (I, 419) rivayet ettiğine göre eş-Şerîd b., Süveyd (r.a), Efendimiz (s.a.v)'e gelerek, annesinin mü'min bir cariyeyi özgürlüğüne kavuşturmasını vasiyet ettiğini, kendisinin de siyahi bir cariyesi bulunduğunu söyler ve onu azat etmekle bu vasiyeti yerine getirmiş olup olmayacağını sorar. Efendimiz (s.a.v) cariyeyi kendisine getirmesini söyler. Cariye gelince Efendimiz (s.a.v), "Rabbin kim?" diye sorar. Cariye "Allah" der. Ardından "Ben kimim?" diye sorar. Cariye "Allah'ın Resulü'sün" diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), cariyeyi getiren sahabîye dönerek, "Onu azat edebilirsin, zira o mü'mindir" buyurur.

Bu rivayette zikredilen soruyu ed-Dârimî ("Nuzûr", 10), hemen aşağıda İbn Ebî Şeybe'den naklen zikredeceğim lafızla sevk etmiştir. Dolayısıyla eş-Şerîd (r.a) rivayetinin de mana ile rivayet edildiğini söylemek mümkündür.

Benzeri bir olay İbn Ebî Şeybe tarafından (VII, 215) rivayet edilmiştir. buna göre bir adam Efendimiz (s.a.v)'e gelerek annesinin mü'min bir köleyi azat borcu (adağı) olduğunu ve kendisinin de bir cariyesi bulunduğunu söyler. Efendimiz (s.a.v) cariyenin kendisine getirilmesini ister. Cariye gelince "Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorar. Cariye "Evet" deyince, sahabîye "Onu azat et" buyurur.

Yine benzeri bir olay el-Hâkim tarafından (III, 258) nakledilmiştir. Bu sefer Efendimiz (s.a.v)'e gelen bir kadındır ve yanında siyahî bir cariye vardır. Efendimiz (s.a.v), mü'min olup olmadığını öğrenmek için cariyeye şu soruları sorar: "Rabbin kim? Dinin ne? Ben kimim? Namaz kılıyor musun? Benim Allah katından getirdiklerimin hak olduğunu ikrar ediyor musun?" Cariyenin bütün bu sorulara olumlu cevap vermesi üzerine "Onu azat et" buyurur.

Ramazan hilalini gördüğünü söyleyen bir adamın mü'min olup olmadığını tesbit için Efendimiz (s.a.v) kendisine şöyle sormuştur: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" Adam "Evet" deyince oruca başlanmasını emir buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, "Sıyâm", 14; en-Nesâî, "Sıyâm", 8; et-Tirmizî, "Savm", 7; İbn Mâce, "Sıyâm", 6; Abdürrezzâk, VI, 35; İbnu'l-Cârûd, "el-Müntekâ", 157; el-Hâkim, I, 297, 424...)

Efendimiz (s.a.v), Yahudi bir anne-babanın çocuğu ölüm hastalığındayken yanına gitmiş ve kendisine "Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahitlik eder misin?" diye sormuş, çocuk "Evet" deyince, "Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" buyurmuş, çocuk yine "Evet" diye cevap vermişti. Bir süre sonra çocuk vefat ettiğinde Efendimiz (s.a.v) ve Sahabe onu yıkayıp defnettiler. (et-Taberânî, "el-Mu'cemu'l-Kebîr", VIII, 67. el-Heysemî, "Mecma'u'z-Zevâid"de (II, 323) isnadının hasen olduğunu söylemiştir.)

Keza başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok kaynakta zikredilen İbn Sayyâd kıssasında Efendimiz (s.a.v)'in, İbn Sayyâd'a, "Benim Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorduğu nakledilmiştir.

Bu örnekler, Efendimiz (s.a.v)'in, karşısındaki kişinin mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine "Allah nerededir?" diye sormak yerine, Allah Teala'nın birliğine ve kendisinin de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik edip etmediğini sorduğunu göstermektedir. "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen söz konusu rivayet dışında Efendimiz (s.a.v)'in, muhatabının mü'min olup olmadığını ortaya çıkarmak için kendisine "Allah nerededir?" diye sorduğunun nakledildiği bir başka rivayet bilmiyoruz.

Esasen "Allah inancı" gibi bütün hassasiyetlerin başını teşkil eden bir meselede muhtelif raviler ve kaynaklar tarafından birbirinden oldukça farklı lafızlarla aktarılan "muzdarib" bir rivayettense, muhtelif bağlamlarda varit olmuş yukarıdaki rivayetleri ve benzerlerini esas almak akla da, dinî hassasiyete de, Hadis tekniğine de en uygun olan yoldur.
Buhari Şarihi  İbni Hacer' de bu noktaya dikkat çekmiş ;Yahudilerden tecsim inancında olan birisi ‘kendisinden başka ilah olmayan Allah göktedir’ dese bu sözüyle iman etmiş olmaz.Âmmeden birisi aynı sözü söylese (tecsimin mânâsını bilmeyecek derecede bilgisizse) İslam’a girişi sahih olur. Cariye hadisindeki durum da bu çerçevededir.
 
SELEF;
 “Semada bulunan Allah’ın emini olduğum halde bana güvenmez misiniz?” hadisi de delildir


Semada olanın eminiyim,Allah lafzı nerede, yani meleklerin yanında güvenilen biriyim. (Vahyi melek getirir.)Vahiyi tebliğ etmede konusunda bana güveniyorlar.


Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu:

مَا فِيهَا مَوْضِعُ أَرْبَعِ أَصَابِعَ إِلا وَمَلَكٌ وَاضِعٌ جَبْهَتَهُ سَاجِدًا لِلَّهِ Anlamı: ”Semada dört parmak yer yoktur ki, alnın yere koyup secde eden bir melek bulunmasın.”
Bu hadisi İmam Tirmiz “Sünen et-Tirmiz”, İmam İbni Maceh “Sahih İbni Maceh”, İmam Ahmed B. Hanbel “Müsned Ahmed”, İmam Hâkim “ El-Mustedrak” ve İmam Tahavi “Mükilul Asar” adlı kitaplarında rivayet etmişlerdir.
Başka bir rivayette şöyle buyurdu:

مَا في السَّمَاءِ مَوْضِعُ كَفٍّ - أو قَالَ : شِبْرٍ - إِلا عَلَيْهِ مَلَكٌ سَاجِدٌAnlamı: ”Semada avuç içi veya karış kadar yer yoktur ki, secde eden bir melek bulunmasın. ”Hafız Abdurrazzâk “el-Musannef” adlı kitabında rivayet  etmiştir.                                                                                                                                                                                                                                    Allâh-u Teâlâ (Hâşâ) semada olsaydı bu dört parmak arasında mı olacak tı?


 
SELEF;Rasulullah (sav) buyurdu ki:“Merhametli olanlara, Rahman olan Allah’u Azze ve Celle’de merhamet eder. Dünya ehline merhamet edin ki: semada ki Rahman olan Allah’da size merhamet etsin.
Ebu Davud, Tirmizi, Ahmed, Humeyd Hakim ve Hatib sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.


İlk önce İmam Ahmed, İmam Hâkim, İbnil Mübarek ve Humeydi’nin rivayetlerinde “gökteki” değil, “gök ehli” diye geçmektedir. Ondan sonra İmam Ebu Davud ve İmam Tirmizi’nin rivayetinde “gökteki”nin yanında “Allâh” ismi yoktur. Belli ki, bunu milleti kandırmak için yorumladınız ve yazdınız.Burdada Selefilerin kalem oyunlarını görmekteyiz.

Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:
“Rahmet edenleri er-Rahman rahmet eder. Yeryüzündekileri rahmet ediniz ki, gök ehli de size rahmet etsin.” İmam Ahmed, İmam Hâkim, İbnil Mübarek ve Humeydi rivayet etmişlerdir.
Hafız Iraki “el-Emâli” adlı kitabında bu hadis birinci hadisi açıklıyor demiştir. Yani birinci hadiste geçen “gökteki” semadaki , yani “rahmetleri indirmekle görevlendiren melek demektir” diye bildirmiştir. Çünkü Allâh hakkında gök ,sema ehli denmez.


SELEF; Rabbimiz, gecenin üçte biri kaldığında (keyfiyeti bize meçhul bir halde) her gece dünya semasına inerek buyurur ki ?Bana kim dua eder ki, duasına icabet edeyim. Kim bir şey ister ki, ona dilediğini vereyim. Kim de affını talep eder ki, onu mağfiret edeyim.?[Buhari –teheccüd 590

 Hadis hafızı el-Irâkî, hadis-i şeriflerin hangi şekilde en hayırlı bir şekilde tefsir edileceği hususunda şöyle demiştir: ”Ve hayru mâ fessertehû bi’l-varidi” Yani, “Hadis için yapabileceğin tefsirin en hayırlısı varit olanladır (geçen bir başka hadisledir).”demiştir: “Hadisin en güzel açıklanması hadisledir.” Bu nüzul hadisinde geçen nüzul’den, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Allâh’ın emriyle bir melek iner. Bundan anlaşıyor ki, bu konuda değişik ama sahih açıklamalar var ama bu açıklamaların hiç birinde Allâh, bizzat kendisi iner diye kabul olunmamıştır.
-İmam Ahmed b. Hanbel Müsned’inde, İmam Kurtubi Tefsirinde, Hafız İbni Hacer Askalani “Fethul Beri” adlı kitabında ve Hafız İbnul Cevzi, “Zad el-Mesir” adlı tefsirinde şöyle dediler: “İmam Nesâ’i Ebu Hureyre’den naklettiğine göre Peygamber efendimiz şöyle mealen buyurdu: “Gecenin üçte biri geçtiğinde Allâh, birine (bir meleğe) şöyle nida etmesini emreder:.........”. İmam Kurtubî bu rivayetin sahîhliğine delîl olarak Nesâî'nİn " Sonra var mı duâ eden diyecek bir munâdîyi emreder.." rivayetini delîl getirip, böylece müşkilin kalkacağını bildirir (Fethu'l-Bârî, III, 272).Buhari Şarihi Bedrüddin Ayni 'nin Ümdetu'l-KaarT'sinde bu hadîs hakkında çok güzel tevcihler ve açıklamalar vardır. Bu tevcihlerden biri özetle şudur: Nuzûl, intikaal, i'Iâm, kavi, İkbâl, teveccüh ve bir hükmün çıkışı ma'nâlarına kullanılır. Bu ma'nâların hepsi lügatçılar arasında bilinen şeylerdir. Madem ki nüzulün böyle müşterek ma'-nâsı vardır; Allah'ın kendisiyle tavsîfi caiz olan bir ma'nâya hamledümesi en doğru bir harekettir. Burada Allah'ın rahmetle, dileklerini vermekle, mağfiretler etmek suretiyle teheccüd kılanlara ikbâl ve teveccüh buyurmasıdır denilebilir. Bu bir te'vîl değil, fakat lâfzı, medlulü olan müşterek ma'nâlardan birisine hamletmektir kî, îmâm Mâlik gibi bâzı selefin te'vîlleri de hep bu yolda bir te'vîldir (III, 618-623).Ehl-i Sünnet kelamcıları Allah Teala?yı, ?yüksek bir yerden daha alçak bir yere intikal etmek? anlamına gelen ?nüzul? kelimesinin zahiri anlamıyla ilişkilendirmekten sakınmışlardır. Zira hareket, durmak ve intikal gibi fiiller bir yerden ayrılıp başka bir yerde bulunmak anlamına gelir. İnsanlarda görülen ve bir yerde olunduğu bir anda başka bir yerde olamamayı gerektiren bu durumların Cenab-ı Hakk?a isnat edilmesi Kur?an ve Sünnet?e aykırıdır. Zira ayetler Onun insanlara benzemesini açıkça nefyetmiştir: ?Onun benzeri hiçbir şey yoktur.?, ?Allah Samed?dir.(Her şey Ona muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.)? Buna göre ?nüzul? kelimesine zahir anlamı verildiğinde hadis, Kur?an-ı Kerim?le çelişecektir. Sahih bir hadis için böyle bir durum söz konusu olmayacağına göre ?nüzul? kelimesi mecaz anlam çerçevesinde anlaşılmalıdır.

Buhari Şarihi  İbni Hacer' in anlayışıda farklı değildir. Allahın nüzûlü muhâldir. Hareket; yücelikten süfliyâta inmek mânâsına gelir. Allah ise bundan münezzehtir...Nüzûlden murad olan rahmet meleğinin inmesi de olabilir. Mânânın Allah’ın ilmine tafvid edilmesi de uygundur...Allah’ın yakınlığı mesafe yakınlığı mânâsında değildir.Yahudilerden tecsim inancında olan birisi ‘kendisinden başka ilah olmayan Allah göktedir’ dese bu sözüyle iman etmiş olmaz.Âmmeden birisi aynı sözü söylese (tecsimin mânâsını bilmeyecek derecede bilgisizse) İslam’a girişi sahih olur. Cariye hadisindeki durum da bu çerçevededir.Kulun Allah’a yakınlaşmasının mânâsı değerinin Allah katında yükselmesidirAllah’a yükselmesinin mânâsı; sadakanın ve salih amellerin kabul edilmesidir .(Fethul Bari) Yer yüzünün bir tarafı gündüz iken diğer tarafı da gece olur, bu itibarla gece ve gündüzler nisbidir. Dünyanın bir ucunda gündüz ise diğer ucunda da gecedir. Yani 24 saat bazında (tüm vakitlerde) yer yüzünün gece ve gündüzden hali (boş) olmadığını bilmek lazım. durum böyle olunca Allah, fiili olarak arş üzerindedir diyenlere ne demeli..!?

Çünkü bu gruba göre Allah, gecenin bir bölümünde dünya gökyüzüne iner, yukarıda izah edildiği gibi, gecenin o vaktine tevafuk etmeyen hiç bir yer yüzü yoktur. Gecenin tayin edilen o vakti her an ve her zaman dünyanın bir tarafına isabet eder, buna göre yukarıya çıkması imkansızdır. Durum böyle olunca sürekli aşağıda kalması gerekir, Çünkü hem arş üzerinde hem de yerin gök yüzünde bulunmak, iki zıttın bir arada bulunması demektir. Bu safsatalığı da akli selim sahibi kimseler asla kabul etmezler.

Diğer taraftan bu çarpık inancı çürüten bir başka delilimiz ise, Arş’ın göklerden çok daha büyük olduğunu belirten, sıhhatinde şek ve şüphe olmayan kuvvetli Hadis-i Şerifler mevcuttur. Peygamber efendimizصلى الله عليه وسلم bu büyüklük orantılarını anlatırken gökler, kürsünün yanında çölde bir halka gibi, Kürsünün Arşa göre büyüklüğü ise aynı şekildedir. (yani çölde bir halka kadardır) göklerin bir diğerine olan büyüklükleri de sabittir. Birinciden yedinci kat göğe kadar müthiş orantılarla büyüyerek yükseldiğine göre yukarıdan aşağıya inecek kişinin büyüklükten küçüklüğe şekilden şekle ve hacimden hacme, durmadan bir halden diğer hale değişip duran bir cisim midir? Böyleyse nasıl bir cisimdir? Diye bu şekilde ardı akası kesilmeyen istifham ve saçma sapan şeytani evhamların istilasına uğramaya mahkum kalınır. Başka hadislerde de Allahu Tealanın Semada ki bir münadi (melek)vasıtasıyla seslendiği hadislere örnek; Semadan bir münadi: Kulum doğru söyledi, ona cennetten bir döşek yayınız ve cennete giden bir kapı açınız, diye seslenir. Bunun üzerine ona cennetin hoş ve güzel kokuları gelmeye başlar..."
Ahmed Müsned, IV, 287, 295-296; Ebû Dûvûd 4753Buharı(1379)Müslim(2866) Öyleki  ”Semada dört parmak yer yoktur ki, alnın yere koyup secde eden bir melek bulunmasın.” hadisler mevcutken Allâh-u Teâlâ (Hâşâ) semada nuzul  ettiğinde bu dört parmak arasında mı olacak tı?
Bu hadisi İmam Tirmiz “Sünen et-Tirmiz”, İmam İbni Maceh “Sahih İbni Maceh”, İmam Ahmed B. Hanbel “Müsned Ahmed”, İmam Hâkim “ El-Mustedrak” ve İmam Tahavi “Mükilul Asar” adlı kitaplarında rivayet etmişlerdir.
Başka bir rivayette şöyle buyurdu:


مَا في السَّمَاءِ مَوْضِعُ كَفٍّ - أو قَالَ : شِبْرٍ - إِلا عَلَيْهِ مَلَكٌ سَاجِدٌAnlamı: ”Semada avuç içi veya karış kadar yer yoktur ki, secdeeden bir melek bulunmasın.       ”Hafız Abdurrazzâk “el-Musannef” adlı kitabında rivayet etmiştir.
Allâh-u Teâlâ (Hâşâ) semada olsaydı bu döavuç içi veya karışı kadar yerde mi  olacak tı?

Şurası iyi bilinmesi gerekir ki Allâh’ın haşa bizzat yukarıdan aşağıya indiğine inanmak küfürdür. Dolayısıyla bu inanca sahip olan bir kimsenin küfür olan bir inanca saplandığının bilincinde olarak, Kelime-i şehadeti getirerek İslâm’a geri dönmesi lazım gelir.


SELEF;Abdullah İbni Ömer radiyAllahu anh’den, şöyle dedi:

“…Ebu Bekir radiyAllahu anh Müslümanlara hitaben bir hutbe irad ederek şöyle dedi: Ey insanlar! Eğer ibadet ettiğiniz ilah Muhammed idiyse, o öldü. Eğer ibadet ettiğiniz ilah semada ki Allah idiyse, O ölmemiştir...” [ Bu eseri Ebu Said ed-Darimi er-Reddu ale’l Cehmiye nam kitabında hasen bir senedle rivayet etmiştir.]


Kesinlikle hiçbir rivayette “semadaki Allah” diye geçmiş değildir. Bu müşebbih ve mücessim olan ed-Darimi ve yandaşları tarafından iftira atılarak eklemişlerdir.
Ebu Bekir şöyle buyurdu: ”Her kim Muhammed’e ibadet ediyorsa Muhammed vefat etti ve her kim Allâh’a ibadet ediyorsa Allâh Hay’dır, ölmez. İmam Buhari ve İmam Beyhaki rivayet etmişlerdir.Bu kadar delili görmeyen gözler acaba körmüdür?
 Bilinmesi gereken bir şey vardır. O da adı geçen Ebu Said ed-Darimi, Osman B Said’tir(vefatı h. 280). Müşebbbihe/mücessime olmakla suçlanmakta.Ehli Sünnet’ten güvenilen -müsned ed-Darimi- adlı kitabın sahibi Muhaddis Ed-Darimi’nin ismi Ebu Muhammed B.Fadıl B.Bamram’dır (vefatı h.255)karıştırılmamalıdır.. Mesela Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: -"Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allah Teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür "- Oysa İmamı Azam Ebu Hanife ise Fıkhu'l Ekber'inde''Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değildir'' der. (Bkz. İmam-ı Azamın 5 eseri, terc.Mustafa Öz Marmara Üniversitesi İlahiyyat Fakültesi Vakfı yayınları)  Osman bin Said ed-Darimi aynı eserinde diyor ki: Sayfa 23 de: Allahü teâlâ için bir sınır olup mekânı için de bir sınır vardır. Göklerinin üstünde, Arş'ının üzerinde bulunmaktadır. İşte bunlar iki sınırdır.Sayfa 74 de: Allah, Kürsü üzerinde oturur da, Kürsü'den ancak dört parmak kadar boş yer artar.Sayfa 121 de: Mef'ulatın (nesnelerin) mutlaka mahluk oldukları şeklindeki iddiayı, kabul etmiyoruz. Hareket, iniş, yürümek, koşmak (**), Arş ve gök üzerinde istivanın kadim olduklarına ittifak etmişizdir.(Bkz.Nakd el-cehmiyye ve el-Red alâ Bişr el-Merîsî den naklen =Ebu Hamid bin Merzuk, Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, 1994; sh.34. Tercüme: Emekli Müftü Hasib Seven) Bu kötü ve sakınılması gereken bir inanç bozukluğudur.

Selef; İmam Malik Rahmetullahi Aleyh şöyle buyurmuştur:

“Allah semadadır. İlmi ise her yerdedir, ilminden de hiç bir şey gizli kalamaz.”


Bu hadisi Abdullah ibnu Ahmed ibnu Hanbel r.h dan, er-Reddu ale'l Cehmiyye isimli kitabında,babası Ahmed'den oda Abdullah ibnu Nafi'den oda Malik ibnu Enes r.h dan şöyle dediğini rivayet ediyor :
 diyerek Ebu Davut kitabına almıştır.Sahih bir isnatla rivayet edilmemiş olup, İmam Ebu Davud “el-Merâsil” adlı kitabında rivayet etmiştir. Muhaddisler diyorlar ki: ”Sadece rivayet etmek sabit olması
anlamına gelmez. Bir hadis sahihtir diyebilmemiz için ya bu hadis hakkında bir hafız bu sahihtir diyecek veya “Bu kitapta sadece sahih hadisleri yazacağım” dediği kitapta rivayet edilecektir.” Bu konu hakkında daha geniş bir bilgi için İmam Ebu Davud’un “el-Merâsil” adlı kitabına bakınız. İsterseniz birazda delil getirdiğiniz Abdullah ibni Ahmed 'itanıyalım Yukarıdaki rivayeti yaptığı eserinde “Allah kürsünün üzerine otururda, kürsünün yeni deve semerinin gıcırdaması gibi gıcırdaması vardır “- der ‘Allah Mûsâ aleyhisselâm’a nasıl konuştu?’ ‘Ağız ağıza’ dedi.” (s.64) Halbuki babası İmam Ahmed b. Hanbel bu konuda şöyle demektedir: "Allah Teala, (sesin çıktığı göğüsteki) boşluk, ağız, iki dudak ve dil ile olmaksızın, dilediği gibi konuşur."(E.Sifil)-“Allah celle celâlühû Tevrât’ı sırtını kayaya dayayarak eliyle dürrden levhalara yazdı, kalemin cızırtısı duyuluyordu. Onunla Allah arasında perdeden başka bir şey yoktu.” (s.67)-“Günün başında müşrikler kalktığı vakit, Rahmân Arşı taşıyanlara ağır geliyordu, tesbîh edenler kalktığında da Arşı taşıyanların yükü hafifletilir.” (s.142)-“Allah celle celâlühû dağlara, ‘sizden birinin üzerine ineceğim’ diye vahyetti. Bunun üzerine dağlar uzandılar. Tûr-i Sînâ tevazu edip, ‘benim için bir şey takdîr edildiyse, bana gelir’ dedi. Allah celle celâlühû da ‘tevazuun ve kaderime râzı olman sebebiyle senin üzerine ineceğim’ diye vahyet-ti.”(s.149) -“Rabbin yer yüzünde dolanmaya başladı.”(s.156) -“Sonra yürüyerek bize gelir.”(s.48) gibi niceleri icin Abdullah b. Ahmed ‘nin es-Sünne'sinden naklen Bkz. Ebu Hamid bin Merzuk, Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, 1994; sh.34. Tercüme: Emekli Müftü Hasib Seven)

SELEF;İmam Ebu Hanife Rahmetullahi Aleyh şöyle buyurmuştur:
“Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kafir olmuştur. Aynı şekilde: ‘O, arşının üzerindedir. Fakat arş gökte midir, yerde midir bilmiyorum’ diyen kimse de kafir olmuştur.”


Hanefi Mezhebi Alimlerinden Aliyyul Kari Ebu Hanife'nin Fıkhul Ekber adlı eserini şerh ederken şunları söyler;İmam Abdusselâm, “Hallür-Rumûz” adlı kitabında İmam Âzam'ın şu sözünü kaydediyor: “Kim Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum derse, kâfir olur. Çünkü bu söz, Allah'ın bir mekânı olduğu düşüncesini akla getirir. Allah'ın mekânı olduğunu düşünen kimse ise Allah'ı yaratıklara benzeten kişidir.”Şüphe yok ki Abdullah b. Selâm ilim adamlarının büyüklerinden biri olup güvenilir bir âlimdir. Şarihin naklettiğine değil, onun naklettiğine itimat etmek gerekir. Ebû Muti, aynı zamanda Hadis âlimlerince hadis uydurucusudur. Hulâsa, sarih Ebû Mutî teşbih'i nefy etmekle beraber Allah'a yüksek bir mekân isnad ediyor. Bu konuda Bidat ehli bir taifeye uymuştur. Daha önce geçtiği üzere Ebû Hanîfe Müteşâbih sıfatlara inanır ve tevilinden sakınırdı. Allah Teâlâ'yı bu sıfatların zahirî manasından da tenzih eder, dolayısıyla Selef âlimlerinin görüşünde olduğu gibi bu husustaki bilgiyi Allah Teâlâ'ya havale eder.(Aliyyul Kari)İmam Ebu Hanife bu konuda el-Vasiyye adlı eserinde şöyle der"Allahü teâlâ, kendisi için ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme) söz konusu olmaksızın Arş'ı istiva etmiştir. O, Arş'ı da, Arş'tan başkasını (diğer yarattıklarını) da korumaktadır. Eğer (Allahü teâlâ Arş'a ve bir yerde yerleşmeye) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olmazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ın yaratılmasından önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan (bir yere yerleşmek ve orayı mekân tutmaktan) münezzehtir"(Bkz. el-Vasıyye, 73. Çev: E.Sifil Bkz.İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2004; c.1, s.74-81.Çağdaş Dünyada İslami Duruş, 168 vd. ) Diğer mahlûkat gibi, mekânı, zamanı, arşı ve göğü yaratan da Allah Teala Celle Celâlûh olduğuna göre, burada tıpkı aşağıda İmamı Azam Ebû Hanîfe'den ('rahimehullah) naklen yer vereceğimiz gibi şu soru kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir:  Allah Tealâ Celle Celâlûh bunları yaratmadan önce nerede idi?  Şu da var ki; Allah Tealâ Celle Celâlûh'dan başka kadîm varlıklar bulunduğunu kabûl etmek, Allah Tealâ'nın Celle Celâlûh Kıdem ve Hâlık sıfatlarına halel getirir. Çünkü o zaman gök ve arş gibi varlıklar, bir yaratıcıya muhtaç olmaksızın, tıpkı Allah Tealâ Celle Celâlûh gibi varlığı zorunlu, yani vacibû'lvücut varlıklar olacaklardır. Bu ise, varlıklarında bir yaratıcıya muhtaç değildirler demektir.O.zaman İmamın bizzat kendi eserinden şu soruya verdiği cevaba bakalım Ebu Hanife'ye-Eğer Allah-u Taâla nerededir, diye sorulursa? diye sordum.
-O kimseye: Yaratılmadan önce mekân yoktu, halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiç biri yokken, "nerede" mefhumu mevcut değilken, Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır, diye söyle (İmam-ı Azamın 5 eseri)Bundan dolayıdır ki İbni Hacer 'de Fethul Bari'sin de Arş’a istivâ, Allah’ın arşa istikrar etmesi mânâsında değildir(136 ) Allah zâtıyla arştadır, itikâdı yanlıştır(.7 / 124) demiştir. İstivâ müteşâbihtir, mânâsı Allah’a tafvid edilir(13 / 383)Başta İmam- Azam'ın Fıkhul Ekberdeki Allah'a (c.c) yakınlık ve uzaklık ,mesafenin yakınlığı ve uzaklığı ile değildir. sözüne aykırıdır Kadıki Ebu Hanife ve Hanefî Mezhebi'nin üç imamının akidevî görüşlerini topladığı "İ'tikâdu Ehli'sSünne ve'lCemâ'a alâ Mezhebi Fukahâi'lMille Ebî Hanîfe ve Ebî Yusuf ve Muhammed b. elHasan Akidet'üt-Tahavî müellifi İmam Tahavi'de değindiğimiz gibi onun mezhebi üzerine konuşarak 6 yönünde onu ihata edemeyeceğini Allah Tealâ, sınırlar, son noktalar, erkân uzuvlar ve edevata sahip olmaktan Yüce ve Münezzeh’tir. O' nu altı yön kuşatmaz." söylemiştir


Çevrimdışı ferdi

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48
Ynt: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar-4
« Yanıtla #4 : 27 Aralık 2009, 13:41:29 »
SELEF;İmam Şafii Rahmetullahi Aleyh şöyle buyurmuştur:

“İmam’ı Malik, Süfyan ve daha onlardan başka Ehli Sünnet önderlerinden gördüğüm ve benim de üzerinde olduğum hak olan kavil şudur; Allah’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed -sallAllahu aleyhi vessellem-’in Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet edip, ve Allah’u Azze ve Celle’nin de semasında arşının üzerinde olduğunu, istediği gibi kullarına yaklaşıp ve istediği gibi de dünya semasına indiğini ikrar etmektir.”


 
İmam eş-Şâfi'î rahimehullah, kendisine nisbet edilen "el-Fıkhu'l-Ekber" adlı eserde şöyle der: "Eğer, Allah Teala -"Rahman ar-şa istiva etmiştir"- buyurmuştur" denirse şöyle cevap verilir: Bu (türlü) ayetler, bunlara ve benzerlerine, ilimde derinleşmek arzusunda olmayan kimseleri cevap vermede şaşkınlığa sürükleyen müteşabihattandır. Yani böyle kimseler bu türlü ayetleri olduğu gibi kabul edip, on-lar hakkında araştırma yapmamalı ve bunlar üzerinde konuşmamalıdır. Çünkü kişi ilimde rüsuh (derin vukufiyet) sahibi olmadığı zaman şüpheye ve vartaya düşmekten emin olamaz. Onun, Allah Teala'nın sıfatı hakkında, zikrettiğimiz gibi inanması gerekir. (Bu konuda şöyle ininmak icabeder): Allah Teala'yı hiçbir mekân ihata edemez, O'nun üzerinden zaman geçmez, O, hudut ve son noktalara sahip olmaktan münezzehtir; mekân ve yönlerden müstağnidir. "O'nun benzeri hiç bir şey yoktur." Kişi böyle inanmak suretiyle tehlikelere düşmekten kurtulur. Bu sebeple Mâlik, bu ayet hakkında kendisine soru soran kişiye sert davranmış ve "İstiva (Kur'an'da) mezkûrdur, bunun keyfiyeti ise meçhuldür. Buna inanmak vacip, bu konu hakkında soru sormak ise bid'attir. Eğer bu soruyu tekrar sorarsan, boynunun vurulmasını emrederim" demiştir. Allah bizleri de sizleri de teşbihe sapmaktan korusun."
İbni Hacer heytemi olsun İbni Hacer Askalani ,İmam Nevevi,İmam Suyuti olsun vd. Şafi Hadis ulemasıda bu görüştedir sözü uzatmamak için bu ulemadan nakiller yapmıyoruz.


SELEF;İmam Malik Rahmetullahi Aleyh şöyle buyurmuştur:

“Allah semadadır. İlmi ise her yerde…”

İmam Mâlik rahimehullah’ın, meclisine gelir ve kendisine bir soru sormak istediğini söyler. İmam Mâlik rahimehullah, başını önüne eğer ve cevap vermez. Adam, bir soru sormak istediğini tekraren ifade edince başını kaldırır. Adam, "Rahman arşa istiva etmiştir" ayetindeki "istiva" nasıldır?" diye sorar. İmam, bir süre başını önüne eğdikten sonra şöyle cevap verir: "Meçhul olmayan birşey hakkında soru sordun, malum olmayan birşey hakkında konuştun. Senin kötü bir adam olduğunu görüyorum. Onu dışarı çıkarın!"(Ebu'l-Feth Muhammed b. Abdulkerim Şehrestânî -(el-Milel ve'n-Nihal )2.Fasıl,Sıfatiyye başlığı.) Şehrestânî ,İmam Malik'in bu sözünde'' istiva''yı zahiri anlamında almadığına delil getirerek ne kadar da isabetli davranmıştır.Hatta bu sözün sahih bir rivayetle İmam Beyhaki'den geleni ,cümleyi daha anlaşılır kılmakta, şüpheleri gidermektedir. : “İmam Malik’e bir adam “Allâh, Arş’a nasıl istiva etmiştir?” diye sormuştur. İmam Malik de adama “Allâh’ın istivası malumdur, yani sabittir (Kur'an'da geçtiği ve bir benzetme içermediği malumdur). Keyfiyet ise imkânsızdır ve ona iman edilmesi farzdır. Bunun hakkında "Nasıl" diye soru sormak bid’at’tır” diye cevap vermiştir.
Bir diğer rivayette de bu cevap şu ifadelerle nakledilmektedir: "Allah Teala Celle Celaluhü’nün istivası meçhul değildir. Bunun nasıl olduğu ise makul (akılla bilinebilir bir şey) değildir. Bu hususta soru sormak bid'attir. Senin bid'atçi birisi olduğunu görüyorum"
İmam Mâlik rahimehullah'ın bu cevabı daha başka lafızlarla da nakledilmiştir. Ancak muhteva aynıdır..Malikî Mezhebi'ne mensup hadis hafızı Ebu Bekir b. elArabî, müteşabihat alanına giren ayet ve hadisleri zahirî anlamları çerçevesinde anlayan Müşebbiye/Mücessime hakkında şöyle der: "Yolculuğum esnasında bunlar ile epey uğraştım. Ben arzu etmediğim hâlde üzerime çok geldiler. Bu grubun Mısır, Şam ve Bağdat'taki temsilcilerinde en çok gördüğüm şey, "Allah Tealâ, nefsini, sıfatlarını ve mahlûkatını bizden daha iyi bilir. O bize öğretendir. O bize durumunu haber verdiği zaman biz O’na, haber verdiği gibi iman eder ve inanırız." demeleridir.
"Bunlar, "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelmesini beklerler", "Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman", "Allah da onların binalarını temellerinden söktü" gibi ayetleri ve "Rabbimiz her gece en yakın göğe iner" hadisini işittikleri zaman, "Allah Tealâ hareket eder, (bir mekândan başka bir mekâna) intikâl eder, bir yerden başka bir yere gider, gelir" dediler. "Rahman arşa istiva etti" ayetini işittikleri zaman, "Allah Tealâ arşın üzerine oturmuştur, arşa bitişiktir ve arştan dört parmak daha büyüktür. Zira O'nun arştan küçük olması doğru değildir. Çünkü Allah Tealâ "elAzîm"dir ve O'nun misli olmaz. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." Dolayısıyla Allah Tealâ, arştan dört parmak büyüktür." (...)
"Bilmeniz gerekir ki, bu taife sözkonusu haberlerin zahirini muhafaza etme konusunda "Onlar bir saray bina etttiler" veya "bir şehri yıktılar" denemez. Onlar kâbe'yi yıkmışlardır. (...)
"(Onlara denir ki:) "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelmesini beklerler" ayetinin zahirini esas aldığınız hâlde, "Allah Tealâ'nın arştan bir miktar büyük olduğunu söylediniz. Öyleyse buluttan bir gölge O'nu nasıl içine alabilir? Kıyamet günü Hak Tealâ, mahlûkatı ile birlikte nasıl gelecektir? Oysa O'nun arştan daha büyük olduğunu siz söylediniz. Arş da göklerden ve yerden daha büyüktür!
"Onlara, "Rahman arşa istiva etti" ayeti hakkında da şöyle denir:
Allah Tealâ, "Sonra arşa istiva etti" buyurmuştur. Peki "arş" nedir? Buradaki "istiva"nın manâsı nedir? Hepinizin, sizlerin ve onların bilmeniz gerekir ki, "zhr" fiilinin binası Arapça'da, "gizlilik ve bilinmezlik sınırından çıkıp bilgi sahasına giren herşey"i ifade eder. (Dolayısıylâ bu fiilin konusu olan şeyler) görme, işitme ve sair duyulara gizli veya akla gizli kalan manâlardan iken, duyularla algılanabilir hale gelir. İfadelerin zahirini esas alarak onu te'viliyle batın sınırına getirenlerden yahut gizli bir manâya zahir ile hükmeden kimselerden sakının!
"Rahman arşa istiva etti" ayetinin anlamı burada üç noktayı göz önünde bulundurmamızı gerektirmektedir:
Birincisi "erRahman"ın manâsı, ikincisi "istivâ"nın manâsı, üçüncüsü de "arş"ın manâsıdır.
"erRahman" kelimesinin manâsı hakkında herhangi bir ihtilâf ve aykırı söz yoktur. "Arş"a gelince, Arapça'da bu kelimenin birçok anlamı vardır. Sizler bu anlamlardan hangisini kastediyorsunuz? "İstiva" kelimesi de böyledir. "İstevâ aleyhi"" ifadesi lûgatta onbeş anlama ihtimallidir. Bunlardan hangisini murad ediyorsunuz? Yahut bu onbeş anlamdan hangisinin "zahir anlam" olduğunu iddia ediyorsunuz? Niçin "Buradaki arş, hususi bir mahlûktur" diyorsunuz ve bu kelimeyi Arapça'ya ve Şer'î anlama nisbet ediyorsunuz? Niçin "İstivâ'nın manâsı "ka'ade" veya "celese"dir" diyorsunuz ve zorlama bir yorumla Allah Tealâ'nın, arşa bitişik bulunduğunu söylüyorsunuz?.."
Yine Ebu Bekir b. elArabî, "Sünenu'tTirmizî"ye yazdığı şerhte, Allah Tealâ Celle Celâlûh’un dünya semâsına (veya en yakın göğe) inmesi hakkındaki rivayet hakkında da kıymetli açıklamalar yapmıştır.
Sözü uzatmamak için bukadarla yetineceğiz.
SELEF;İmam Ahmed İbnu Hanbel Rahmetullahi Aleyh şöyle buyurmuştur:

“Ebu Abdullah’a (yani Ahmed ibnu Hanbel’e) denildi ki: ‘Allah’u Azze ve Celle, yarattıklarından ayrı olarak kudreti ve ilmi ile her yerde olduğu halde yedi kat semanın üzerindemidir?’ Ahmed ibnu Hanbel’de cevaben şöyle dedi: ‘Evet, Allah’u Azze ve Celle arşının üzerindedir, hiç bir şeyde ilminden gizli değildir.”
 
 Nitekim el-Hallâl, İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah Teala arşı, sınırsız (kendisi için bir sınır sözkonusu olmaksızın) ve sıfatsız olarak, vasfedilemeyecek bir tarzda, dilediği gibi ve dilediği şekilde istiva etmiştir."
Özellikle İmam Ahmed rahimehullah'ın mezhebine müntesip olduklarını iddia eden bazı aşırı kimselerin, teşbih ve tecsim ifade eden itikatlarını ona nisbet etmeleri, o büyük imama iftiradan başka birşey değildir. İmam Ahmed rahimehullah'ın itikadî görüşleri ve bilhasse müteşabih ayet ve hadisler konusundaki kanaati, Hanbeli alim İbnu'l Cevzî'nin "Def'u Şübehi't-Teşbîh"inde ve Takiyyuddîn el-Hısnî-'nin "Def'u Şübehi Men Şebbehe ve Temerred ve Nesebe Zâlike ile's-Seyyid el-İmâm Ahmed" isimli eserlerinde bütün netliği ile ortaya konmuştur.İbnu'l Cevzî, adı geçen eserinde, Hanbelî olduklarını söyleyen Mücessime/Müşebbihe taifesine şöyle seslenir:"Ey arkadaşlarımız! Sizler, nakil ve ittiba ehlisiniz. Sizin en büyük imamınız Ahmed b. Hanbel rahimehullah'dır ve O, kırbaç altındayken bile, "(Allah Teala ve Resulü'nün) söylemediğini ben nasıl söylerim?" demiştir..."Sakın ola ki, onun mezhebinden olmayan şeyleri bu mezhebe bid'at olarak sokmayın!"Sonra sizler, hadislerin zahiri üzere hamledileceğini söylediniz. "Ayak" kelimesi, zahiren bir uzvu anlatmaktadır. Hazreti İsa Aleyhisselem hakkında, "O ruhullah'tır" dendiği zaman Hristiyanlar: (Allah onlara hidayet etsin) "Allah Teala'nın bir sıfatı vardır ki, O, Meryem'e ilka edilen ruhtur" dediler ve böyle inandılar. Kim, Allah Teala arşa mukaddes zatı ile istiva etmiştir" derse, O'nun duyularla idrak edilebileceğini söylemiş olur. Aslolanın kendisiyle sabit olduğu şeyi, yani aklı ihmal etmemek gerekir. Zira bizler Allah Teala' yı onunla bilir ve Allah Teala'nın kadim olduğuna hükmederiz.
"Eğer sizler, "Biz (bu türlü konularda) hadisleri okur ve susarız (başka birşey söylemez, yorum yapmayız) deseydiniz, kimse sizi bundan men etmezdi. Ancak sizler bu hadisleri çirkin bir şekilde zahirlerine hamlettiniz. O salafî ve salih zatın mezhebine, bu mezhepten olmayan şeyleri sokmayın!.." Keza el-Hısnî'nin yukarıda zikrettiğimiz eseri de, Müşebbihe/Mücessime taifesinin, kendi sakat görüşlerini İmam Ahmed'e nisbetine reddiye olarak kaleme alınmıştır.
İmam Ahmed rahimehullah'ın bu taifeden beri olduğu kesindir ve sadece burada örnek olması kabilinden zikrettiğimiz bu "istiva" meselesinde değil, Akaid ile ilgili bütün konularda Ehl-i Sünnet imamlarının (Allah Teala hepsinden razı olsun) görüşü birdir.

SELEF;Seleften hiç kimse Arşın üzerinde istiva ettiğine, ilmiyle herşeyi kuşattığına ve keyfiyet nisbeti olmaksızın inandılar. Kur’an’da geçen “istiva”ya “istila etti” yahut “malik oldu” yahut “galib geldi ve kahretti” anlamları kesinlikle vermediler........

Arşın üzerinde istiva ettiğine, ilmiyle herşeyi kuşattığına ve keyfiyet nisbeti olmaksızın inandılar.Amenna ve Saddekna.... Kur’an’da geçen “istiva”ya “istila etti” yahut “malik oldu” yahut “galib geldi ve kahretti” anlamları kesinlikle vermediler. Selef için Amenna ve Saddekna....Hatırlatmalıyız ki;Seleften hiç kimse Kur'an'da geçen ''İstiva'' ya ''istikrar'' (yerleşti) yahut ''celese''(oturdu) anlamlarını da kesinlikle vermediler.Allah-u alem..Selefin herhengi bir yorum yapmama sebebi Muradullah kesin budur diyememeleridir.Hanbeli Alim İbni Kudame Selefi bir tutumla ne güzel ifade ediyor;İstivâ sıfatına meselâ istevlâ denilse, bunu diyenler, Allah’ı, kendisini bununla vasfetmediği halde vasfetmiş durumuna düşecekler, ya da istivâ sıfatını Allah kendisi hakkında yedi yerde isbat etmişken, inkar durumunda kalacaklardır.Bu lafızlara ve ayetlere Allah’ın muradı üzere iman edilmeli, bunların manalandırılmasından sükût edilmelidirBu lafızlara ve ayetlere Allah’ın muradı üzere iman edilmeli, bunların manalandırılmasından sükût edilmelidir. Yine bu konularla tevil için meşgul olunmamalı; güçlü rasih ilim adamlarının tavrı gibi; “iman ettik hepsi rabbimizdendir” denilmelidir. Bu davranış, en güvenli davranıştır. Böyle yapan bir âyet, ya da hadisle çelişki durumunda kalmaz. Bir günah işleme ya da dinden çıkma vartasına düşmez.Netice itibarıyla bu sözlerimizi yanlış bulanlar iki temel hatayla karşı karşıyadırlar. Ya bizleri lafızlârın doğruluğuna iman etmemiz sebebiyle, ya bu ayet ve sıfatların manalarının hakkında susmamız sebebiyle, ya da her ikisi sebebiyle yanlış yapıyorlar, şeklinde tenkîd edebilirler(1)
Halef ise bu tür nassları zahiri anlamlarını alıp teşbihe düşenleri görünce Tenzih akidesini korumak adına mesela '' isteva'' kelimesi arap dilindeki on küsür anlamından (2) anlaşılınca(ki bunlar tevildir( “istila” veya “hükmetme”anlamını verip Allah-u alem (en iyisini Allah bilir )demeyi Allah'ın şanına yakışır bulmuşlar ve avamı teşbih\tecsimden korumuşlardır.
1-İbn Kudame, Tahrimu’n Nazar , s. 54 İbn-i Kudâme’nin naklettiğimiz şu sözlerinden, Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye’nin sonradan gelen kimi âlimlerinin muhkem ayetler ve şu sıfatların lugat manaları ışığında, kesin hükme varmadan, bir takım yakın te'vîllerinin dahî Kitâb’a, Sünnet’e, hâsılı Selef’in yoluna ters olduğuna inandığımız anlaşılmamalıdır. Maksadımız, müellifin bu husûstaki sözlerini naklederek Selef iddiasında olanların aslında kötü birer te'vîlci olduklarını ortaya koymaktır. Yoksa, Mâtürîdiyye mensûbları olarak bizler de, her ne kadar tenzîh/icmâli te'vîl (bunların ne olmadığını söylemek) ile berâber, ne olduklarının bilgisinin Allah’a havâle edilmesini kabûl ediyor ve zorakilikler taşımayan yakın te'vîlleri yapanları hakkın dışına taşmakla suçlamıyoruz. Çünkü onlar lugat ma'nâsından hareketle muhkem âyetlerin ışığında böyle bir te'vîl yapmakla murâd-ı ilâhînin ta'yînini kesin iddia etmemekte, işin hakîkatini Allah’a havâle etmektedirler. Kesin bir ta'yîn cihetine gitmiş olsalardı, İbn-i Kudâme’nin sözünü ettiği mahzurlar doğmuş olabilirdi. Ancak böyle bir şey olmadığına göre onları bu noktada suçlamak ma'nâsız olur. Te'vîli kabûl etmeyen İbn-i Kudâme hakkındaki hüsn-i zannımız da onun murâdın ne olduğunu gösteren te'vîl-i tafsîliyi inkâr ettiği, muhkem âyetlerin ve hadîslerin muktezâsı olan tenzîh ma'nâsındaki te'vîli icmâlîyi inkâr etmediğidir. Âyetlerin ve hadîslerin ma'nâlarının ne olduğununun belirtilmemesine dâir sözü bu dediğimizin açık bir isbâtıdır. Zîrâ kelimelerin açık ma'nâları ortada iken bunların ma'nâlandırılmamaları bir başka şeyi göstermez.
2-Abdullah b. Ahmed der ki: "İstiva, "oturmak"tan başka bir şekilde olur mu? "(Abdullah b. Ahmed Kitabu's Sünne s:11'' Çev: E.Sifil Beyan derg) İbni Useymin;''Allah'ın arşı üzerine istivası Onun büyüklüğüne ve yüceliğine yaraşır bir şekilde arşın üstünde olması,ona yerleşmesidir'' der.sh.93 -Yerleşme kelimesinin arapça karşılığı'' İstikrar''dır.İbni Hacer'in '' Arş’a istivâ, Allah’ın arşa istikrar(yerleşme) etmesi mânâsında değildir'' sözüyle İbni Useymin ile aynı yolda olduğunu söylemek bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da mümkün olmamaktadır

SELEF;İstiva Arap dilinde “yüksek oluş” ve “yükseğe çıkmak” demektir. Burada ise istiva lafzından ancak istikrar etti (yerleşti), üstüne çıktı, üzerine yükseldi ve üzerine çıktı anlaşılır.

Sizin akide kitabı olarak gördüğünüz Abdullah b. Ahmed'in es-Sünne sh11'de ''istivayı'' ''celese''(oturdu olarak almıştır?Tabiki bu Maliki hadis hafızı Ebu Bekir b. elArabî'nin dediği gibi ''celese ''(oturdu)istivanın 15 anlamından birdir.Ebu Bekir b. elArabi derki;Rahman arşa istiva etti" ayetinin anlamı burada üç noktayı göz önünde bulundurmamızı gerektirmektedir:
Birincisi "erRahman"ın manâsı, ikincisi "istivâ"nın manâsı, üçüncüsü de "arş"ın manâsıdır.
"erRahman" kelimesinin manâsı hakkında herhangi bir ihtilâf ve aykırı söz yoktur. "Arş"a gelince, Arapça'da bu kelimenin birçok anlamı vardır. Sizler bu anlamlardan hangisini kastediyorsunuz? "İstiva" kelimesi de böyledir. "İstevâ aleyhi"" ifadesi lûgatta onbeş anlama ihtimallidir. Bunlardan hangisini murad ediyorsunuz? Yahut bu onbeş anlamdan hangisinin "zahir anlam" olduğunu iddia ediyorsunuz? Niçin "Buradaki arş, hususi bir mahlûktur" diyorsunuz ve bu kelimeyi Arapça'ya ve Şer'î anlama nisbet ediyorsunuz? Niçin "İstivâ'nın manâsı "ka'ade" veya "celese"dir" diyorsunuz ve zorlama bir yorumla Allah Tealâ'nın, arşa bitişik bulunduğunu söylüyorsunuz?.."
Hanbeli Alim İbnul Cevzi derki;Eğer sizler, "Biz (bu türlü konularda) hadisleri okur ve susarız (başka birşey söylemez, yorum yapmayız) deseydiniz, kimse sizi bundan men etmezdi. Ancak sizler bu hadisleri çirkin bir şekilde zahirlerine hamlettiniz. O salefî ve salih zatın mezhebine, bu mezhepten olmayan şeyleri sokmayın!.."
Yine Sizler -istikrar etti (yerleşti), üstüne çıktı, üzerine yükseldi ve üzerine çıktı- yerine Hanbeli Alim İbni Kudame gibi ;Bu lafızlara ve ayetlere Allah’ın muradı üzere iman edilmeli, bunların manalandırılmasından sükût edilmelidir  deseydiniz kimse size bir şey demezdi.Müşebbihe/Mücessime taifesinin, kendi sakat görüşlerini İmam Ahmed'e nisbetine reddiye olarak kaleme alınmıştır.İmam Ahmed rahimehullah'ın bu taifeden beri olduğu kesindir ve sadece burada örnek olması kabilinden zikrettiğimiz bu "istiva" meselesinde değil, Akaid ile ilgili bütün konularda Ehl-i Sünnet imamlarının (Allah Teala hepsinden razı olsun) görüşü birdir.
SELEF;Bazılarının (ta’tilcilerin) körükledikleri, istivanın kabul edilmesi halinde doğru olmayan birtakım şeylerin de kabul edilmesi gerekir, şeklinde ifadeler bağlayıcı değildir. Çünkü ehl-i sünnet ve’l cemaat, O’nun arşın üzerinde oluşu herhangi bir mahlukun, bir başka mahlukun üzerinde oluşu gibidir, demiyor. Burada ve Allah’ın diğer sıfatlarında da uydukları kaide de yüce Allah’ın: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur ve o herşeyi işitendir, görendir” buyruğudur. Acaba bu bazıları: Semada kendisine yönelinecek bir Rab, arşın üzerinde kendisine ibadet olunan bir İlah yoktur mu demek istiyorlar? Acaba bu bazıları bu inaçlarıyla Allah’ın ve Rasulünün getirdiklerine karşı geldiklerinin ve böylece de delalete düştüklerinin farkındamıdırlar? Resûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Allâh, kendisinden başka hiç bir şey yokken vardı...“
Bu demektir ki; ezelde (başlangıçsızlıkta) Allâh’tan başka hiç bir şey yoktu. Ne zaman, ne de mekân ne insan ne de melek ne hayvan ne de cin ne gök ne yeryüzü, ne kainatın dışı ne de içi var idi. Rasûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Ya Allâh sen zahirsin senin üstünde bir şey yok ve sen bâtınsın senin altında bir şey yoktur“ (Buhari)
Beyhakî demiştir ki; dostlarımız bu Hadisi delîl göstererek: “Üstünde ve altında bir şey bulunmayan mekansız olarak vardır“ demişlerdir.
Büyük imâm Âbdul-Kâhir bin Tahir Et-Temîmî El-bağdâdî “El-farku beynel-fırak“(Fırkalar arasındakı farklar) adlı kıtabında şöyle demiştir: “Onlar (Ehl-iSünnet) O’nu (Allâh’ı) mekân kuşatmadığına ve O’na zaman cereyân etmediğine dâir icmâ etmişlerdir.“
Allah ondan ra­zı olsun Mü'minlerin Emîri Ali şöyle demiştir:

“Doğrusu Yüce Allah, arşı kudretini ortaya koymak üzere yaratmıştır. Kendi Zâtı için bir mekân ola­rak değil.” Yine o, şöyle demiştin “O, herhangi bir mekân yok iken de vardı. O, şimdi de, daha önce de var olduğu gibi vardır.”


“İstiva” kelimesinin diğer manalarından bazıları şöyledir:
1-Düz olmak ve kuvvetlenmek.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:
فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ
(El-Fetih /29).
Anlamı: “Gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış.” (Ebu Hayyen-tefsiri, Beyzavi- tefsiri, İmam Nesefi- tefsiri ve İmam Kurtubi- tefsiri )
2-Olgunlaşmak.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:
وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَاسْتَوَى
(el-Kasas /14)
Anlamı: ” Musa yiğitlik çağına erip olgunlaşınca.” (İmam Tabari, İbni Kesir, el-Ferra’, Muhtarus Sihah, Lisanul Arap)
3-Pişmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.”
4-Kastetmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir” ve İbni Manzur Lisanul Arap.”
5-Eşit olmak: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
6-Yükselmek: İbni Manzur “Lisanul Arap.”
7-Kast etmek: El, Feyyümi- el-Mısbah el-Münir, İbni Manzur Lisanul Arap” ve “Muhtar es-Sıhah”
8-Kahretmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
9-Temellük, yani mülkiyetine almak. Hafız Zebidi “ Tac el-Arus”
10-Murada ermek: Hafız Zebidi “ Tac el-Arus”,İbni Manzur Lisanul Arap” ve “Muhtar es-Sıhah”
11-İstilâ:
A-Ehli Seleften olan İbnil Mübarek “Garibul Kur’an”,
B-İmam Ez-Zaccac ”Meanil Kur’an”,
C-Hanefi olan İmam Maturidi “Te’vilat Ehli Sünne”
E-Müfessir Maverdi “En-Nuket vel Uyun”
F-İmam Suyuti ”El-Kenzul Medfun”
Burada “İsteva”, “İstila etti” manasında da kullanılabilir. Yukarıda beş zâtın isim ve kitaplarını yazdık. Kontrol etmenizi tavsiye ediyorum. Hocalarınıza sorar adı geçen zatların kim olduğunu öğrenebilirsiniz. Daha fazla istiyorsanız şu anda bende birçok zatın kitabı var ve hepsi “İstiva” sözcüğünü, “istila” veya “hükmetme” anlamlarıyla açıklamışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Bazılarının (ta’tilcilerin) körükledikleri, istivanın kabul edilmesi halinde doğru olmayan birtakım şeylerin de kabul edilmesi gerekir, şeklinde ifadeler bağlayıcı değildir sözünüze gelince işte bazı size göre Ta'tilci ulema;

1-Ehli Seleften olan İbnil Mübarek “Garibul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” demiştir.
2-Hanefi İmam Cassas “Ehkamul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
3-Şafii İmam el-Cuveyni “el-İrşad” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani hükmetti” dedi.
4-İmam Ragib el-Asbahani “el-Mufradet” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
5-Hanefi İmam Nesefi “Tebsiratul Edilleh” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
6-İmam Razi “Tefsir”inde bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
7-Hanbelî İmam Seyfuddin el-Emidi “Ebkerul Efkar” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
8-İmam Suyuti’nin hocalarından imam Muhammed el-Kâfici “Et-Teysir” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
9-İmam Kastalani “İrşadus Seri Şerh Sahih Buhari” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
10-İmam Beyzavi’nin “Tefsir”inde bu ayet hakkında ”isteva, yani İstila etti” demiştir.
Umarım ki, aklıselim sahibi olan her kimse yukarıda geçen zatların görüşlerini okursa bizim yazdıklarımıza inanır. Yine de bu kadar delili yeterli görmüyorsanız daha fazlasını da yazabiliriz.
 
SELEF “Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz?” ayeti varken 

Hâlbuki müfessirlerin bir kısmı “Gökte olanın” yani “meleklerin” olduğunu, bazılarının da “ Mülkü ve kudreti göklerdedir” ve bazılarının da “Şanı yüksek veya Şanı en yüksek olan yerdedir”, yani göklerde olduğunu söylemişlerdir.” Hiçbir Ehlisünnet Vel Cemaat âlimi, Allâh’ın zatıyla göklerde olduğunu söylememiştir.
 Müfessirlerin bazılarının bu konudaki görüşleri şöyledir:
1- أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء
“Meleklerdir” demektir. İmam Beyzavi (Tefsiri Beyzavi)
2-أَأَمِنتُم مَّن فِي السَّمَاء
“Kudreti ve Sultanı” demektir. Celaleyn Tefsiri
أأمِنتُم مَنْ في السماءِ3- “Melekler” demektir. İmam Maverdi (Tefsiri Maverdi)
4-من في السماء
Anlamı: ”Bu mecazdır. Allâh’ın bir yönde bulunmaması akli delillerle sabittir. Bunun mecaz anlamı şöyledir: “O’nun Mülkü göklerdedir. O’nun Mülkü her şeydedir ama sema meleklerin yeri olduğu için sema zikredilmiştir.” Müfessir Ebu Heyyâ Endelusi (El-Bahrul Muhit Tefsiri)

ءامِنتم مَّن فِى السماء5- Bil ki Müşebbihe, bu ayeti delil getirerek, Allah'ın bir yeri olduğunu söylemiştir. Buna şu şekilde cevap veririz: "Bu ayetin, Müslümanların ittifakıyla, zahirî manasına alınması caiz değildir. Çünkü Hakk'ın gökte olması, göğün Allah'ı, her yanından kuşatmış olmasını gerektirir. Dolayısıyla da Allah, -hâşâ- gökten küçük olmuş olur. Hâlbuki gök Arş'tan çok daha çok büyüktür. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın Arş'a nispetle çok küçük olması gerekir. Hâlbuki bu, bütün Müslümanların ittifakıyla imkânsızdır. Bir de Allâh,
قُل لّمَن مَّا فِى السموات والأرض قُل لِلَّهِ
"’Gökteki ve yerdeki şeyler kimindir?’ de. De ki: Allâh'ındır" (En’am, 12) buyurmuştur. Buna göre eğer Allâh-u Teâlâ, gökte olmuş olsaydı, kendi kendinin maliki olmuş olurdu ki, bu imkânsızdır. Böylece bu ayetin, zahirî manasına göre anlaşılmaması gerektiğini anlıyoruz. Bunun tevili ve tefsiri sadedinde şu izahlar yapılabilir:
1)Ayetin takdiri, "Göktekinden, yani Allâh'ın azabından emin mi oldunuz?" şeklinde niçin olmasın? Çünkü âdet, hep belaları, inkârcı ve isyankârlara gökten indirme şeklinde cereyan etmiştir. Dolayısıyla gök, Allâh'ın rahmet ve nimetinin iniş yeri olduğu gibi, azabının da iniş yeridir.

2) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Araplar bir tanrının varlığını kabul ediyorlardı, fakat bu tanrının, tıpkı Müşebbihe'nin inandığı gibi, gökte olduğuna inanıyorlardı.
Buna göre Hak Teâlâ sanki onlara, "Gökte olduğuna inandığınız ve dilediği şeyi yapabileceğinikabul ettiğiniz o Zâtın, sizi yere batırmasından emin mi oldunuz?" demiştir."

3)Ayetin takdiri, "Gökteki olandan, yani Allâh'ın saltanatından, mülkünden ve kudretinden emin mi oldunuz?" şeklindedir. Fakat ayette "gök" sözünün yer alışı, Allah'ın saltanatını ululamak ve O'nun kudretini yüceltmek içindir. Bu tıpkı,
وَهُوَ الله فِى السموات وَفِى الأرض"O, yerde de, gökte de gerçek ilâhtır" (En'&m, 3) ayeti gibidir. Çünkü tek bir şeyin aynı anda iki ayrı yerde olması mümkün değildir. Binaenaleyh Allâh'ın yerde ve gökte oluşundan maksat, O'nun emrinin, kudretinin ve iradesinin göklerde de, yerde de geçerli olduğunu anlatmaktır. (Veya semalarda ve yerde hakkıyla ibadet edilen Allâh’tır) İşte bu ayette de böyledir.

4) "Gökteki" ifadesi ile "azapla görevli meleğin" kastedilmiş olması niçin caiz olmasın. Bu melek de Cebrail'dır. Buna göre mana, "Cebrail'in, Allah'ın emri ve müsaadesi ile sizi yere batırmasından emin mi oldunuz?" şeklinde olur. İmam Razi (Tefsiri Kebir)

أأمِنتُم مَنْ في السماءِ6- “Melekler” demektir. İmam Kurtubi (Tefsiri Kurtubi)

أأمِنتُم مَنْ في السماءِ7- “Melekler” demektir. Hafız Iraki (el-Emâli)

Bu alimlerin kitaplarına da bakabilirsiniz:
1-İmam Kurtubi–el-Cami Li Ahkamil Kur’an
2-İmam Beyzavi–Haşiyetuş ŞehâB
3-İmam İsmaik Hakki Bursavi-Ruhul Beyân
4-İmam Muhammed es-SebzevSari- el-Vedid Fi Tefsiril Kur’an-il Mecid
5-Hafız Suyuti ve Allame Mahelli-Tefsir el-Celâleyn
Arapça’da övmek için gökte denir:
1-İmam Suyuti–Ukud ez-Zeberced Ala Müsnedil İmam Ahmed
2-İmam Zebiydi–Tac el-Arus
3-Allame İbni Manzur–Lisanu Arap
4-İmam es-Semin el- Hanbelî- Umdetul Huffaz

Ama işlerine gelen ve kendilerine göre kendilerini haklı çıkartmak için başka ayet ve hadisleri de tevil etmekten geri kalmazlar. Peki, bunu neye dayanarak yapıyorlar? Bazı ayet ve hadislerin tevil edildiğini söylerken bazılarının da tevil edilemeyeceğini ısrarla iddia etmektedirler. Böylece kendi kendilerine bir metot çıkartmış olmaktadırlar. Hâlbuki onların Şeyhi İbni Teymiye ve onların ikinci Şeyhi Albani diyorlar ki: ”Te’vil ta’tildir, yani inkârdır.” Yani te’vil tamamen yasaktır. Bunlar ise istediklerini te’vil yapar istediklerini yapmazlar. Ne bu? Yeni bir din mi?
Şimdi bazı ayetleri sunmak istiyorum:
1-Allâh-u Teâlâ “en-Nahl süresinin 49. ayetinde şöyle buyurdu:

وَلِلّهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ


Anlamı: ”Göklerde ve yerdekiler Allah'a secde ederler.”
Hâşâ Allâh gökte olsaydı kendi kendine mi secde edecekti!?Hâşâ, Hâşâ. Diyecekler ki; “Melekler secde ederler.” O zaman da Allâh, meleklerle beraber gökte olur hâşâ!! Kur’an’ın en açık ve net ayetlerinden olan “Allâh hiçbir şeye benzemez” eş-Şurâ / 11. ayeti nerede kalır.
2- Allâh-u Teâlâ “El-En’âm suresinin 3. ayetinde şöyle buyurdu:

وَهُوَ الله ُ فِي السَّمَوَاتِ وَفِي الأَرْضِ


Bu ayet te’vil etmeden alınırsa zahiri manası şöyledir: ”Allâh, hem göklerde hem de yerdedir.” Bu da imkânsızdır. Hâlbuki ayetin manası: “Allâh, göktekileri ve yerdekileri bilendir” veya “Allâh, göktekiler ve yerdekiler tarafından ibadet edilendir.”

3-Allâh-u Teâlâ “Ez-Zuhruf” suresinin 84. ayetinde şöyle buyurdu:

وَهوَ الذِّي في السَّماءِ إِلَه ٌ وفي الارْضِ إله ٌ


Bu ayet tevil etmeden alınırsa zahiri manası şöyledir: ”Allâh, hem göklerde hem de yerdedir.” Bu da imkânsızdır. Hâlbuki ayetin manası: “Allâh, göktekilerin ve yerdekilerin ilâhıdır.”

4-Allâh-u Teâlâ “Fussilet” suresinin 54. ayetinde şöyle buyurdu:

أَلا إِنَّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ مُحِيطٌ


Bu ayet tevil etmeden alınırsa zahiri manası şöyledir: ”Allâh, zatıyla her şeyi kuşatmıştır.” Bu da imkânsızdır. Hâlbuki ayetin manası: “Allâh, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır, yani her şeyi bilendir.”

5-Allâh-u Teâlâ “Al-Bakarah” suresinin 115. ayetinde şöyle buyurdu:

فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ


Bu ayet tevil etmeden alınırsa zahiri manası şöyledir: ”Nereye dönerseniz Allâh’ın vechi oradadır.” Bu da imkânsızdır. Hâlbuki ayetin manası: “(Yolculuk esnasında ve nafile namazında) nereye dönerseniz Allâh’ın Kıblesi oradadır.”

6- Allâh-u Teâlâ “El-Hadid” suresinin 4. ayetinde şöyle buyurdu:

وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ


Bu ayet tevil etmeden alınırsa zahiri manası şöyledir: ”Nerede olursanız olun Allâh sizinle beraberdir.” Bu da imkânsızdır. Hâlbuki ayetin manası: “Nerede olursanız olunuz Allâh ne yaptığınız bilir.”

Göstermiş olduğu ayetler tevil edilmeden alınırsa Allâh hem Arş’ın üzerinde hem semadadır. Bu da Yahudilerin ve Hıristiyanların inancıdır.
Ve burada yazılan ayetler tevil etmeden alınırsa Allâh, hem göklerde hem de yerdedir. Hem âlemin her tarafında hem de herhangi bir tarafa dönerse oradadır, yani her yerde, herkesle beraberdir. Bu da Hulul akidesinin ta kendisidir.

Şimdi başka ayetler bakalım:
1-Allâh-u Teâlâ “El-Enaâm” suresinin 12. ayetinde şöyle buyurdu:

قُل لّمَن مَّا فِى السموات والأرض قُل لِلَّهِ


Anlamı:"’Gökteki ve yerdekiler kimindir?’ de. De ki: Allâh'ındır" Buna göre eğer Allâh-u Teâlâ, gökte olmuş olsaydı, kendi kendinin maliki olmuş olurdu ki, bu da imkânsızdır. Böylece bu ayetin, zahirî manasına göre anlaşılmaması gerektiğini anlıyoruz.

2- Allâh-u Teâlâ “Ez-Zumar” suresinin 68. ayetinde şöyle buyurdu:

وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَصُعِقَ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الأَرْضِ



Anlamı: ”Sûr’a üflenince GÖKLERDE ve yerde ne varsa hepsi ölecektir.” Allâh göklerde olsaydı; O da mı ölecektir ( Hâşâ).
3-Allâh-u Teâlâ “En-Necm” suresinin 31. ayetinde şöyle buyurdu:

وَللهِ مَا في السَّمَواتِ وَما في الارْضِ


Anlamı: ”GÖKLERDE ve yerde bulunanlar hep Allâh’ındır.” Allâh hakkında Allâh’ındır denilir mi?
4-Allâh-u Teâlâ “El-Enbiyâ’” suresinin 104. ayetinde şöyle buyurdu:

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِ لِلْكُتُبِ


Alamı: ”(Düşün o)günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz.” Allâh, kendi üzerine mi göğü toplayıp dürecek. (Hâşâ)
Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu:

مَا فِيهَا مَوْضِعُ أَرْبَعِ أَصَابِعَ إِلا وَمَلَكٌ وَاضِعٌ جَبْهَتَهُ سَاجِدًا لِلَّهِ Anlamı: ”Semada dört parmak yer yoktur ki, alnın yere koyup secde eden bir melekbulunmasın.”
Bu hadisi İmam Tirmiz “Sünen et-Tirmiz”, İmam İbni Maceh “Sahih İbni Maceh”, İmam Ahmed B. Hanbel “Müsned Ahmed”, İmam Hâkim “ El-Mustedrak” ve İmam Tahavi “Mükilul Asar” adlı kitaplarında rivayet etmişlerdir.
Başka bir rivayette şöyle buyurdu:

مَا في السَّمَاءِ مَوْضِعُ كَفٍّ - أو قَالَ : شِبْرٍ - إِلا عَلَيْهِ مَلَكٌ سَاجِدٌAnlamı: ”Semada avuç içi veya karış kadar yer yoktur ki, secde eden bir melek bulunmasın. ”Hafız Abdurrazzâk “el-Musannef” adlı kitabında rivayet etmiştir.
Allâh-u Teâlâ (Hâşâ) semada olsaydı bu dört parmak arasında mı olacak tı?     Son olarak “Allâh semadadır” diyene deriz ki       “Semalar ezeli mi yaratılmış mıdır?
1-“Ezelidir” der ise, Allâh’a ezeliyyette ortak koşmuş olur ve Kur’an’a muhalif olup küfre düşer. Çünkü Allâh-u Teâlâ “El-Hadid’” suresinin 3. ayetinde şöyle buyurdu:

هُوَ الاوَّلُ


Anlamı: ”İlk, yani Ezeli O’dur (Allâh).”
Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu:

كَانَ الله ُوَلَمْ يَكُنْ شَىْءٌ غَيْرُهُ


Anlamı: “Allâh vardı, ondan başka hiçbir şey yoktu.”

-2“Yaratılmıştır” der ise, o zaman deriz ki, Allâh ezelidir. Demek ki, Allâh semayı yaratmadan önce semada değildi. Semayı yarattıktan sonra semada olmuş ise demek ki, değişikliğe uğramıştır. Değişikliğe uğramak yaratılmışların sıfatlarındandır. ( İmam Ebu Hanife- el-Fıkhıl Ebsat)
Ondan sonra semada olsaydı, semadan daha büyük, sema kadar veya semadan daha küçük olacaktı.
Birincisi, yani semadan daha büyük olsaydı bu aklen imkânsızdır. Çünkü bir şeyin içinde olan ondan büyük olmazdı.
İkincisi, sema kadar olsaydı demek ki, sema ile eşit olurdu. Bu da Kur’an’a aykırıdır (Eş-Şura /11). Semadan daha küçük olsaydı o zaman da sınırlı bir cisim olurdu. Bu da imkânsızıdır. Çünkü sınırlı olan sınırlandırana ihtiyacı olur, başkasına muhtaç olan acizdir, aciz olan da İlâh olamaz.
Dördüncü Halife İmam Ali şöyle buyurdu: “Her kim İlâhım sınırlıdır der ise, bu kimse ibadet edilen Yaratanı tanımamış olur.“ (Hafız Ebu Nuayim –El-Hilyeh.)
Dördüncü Halife İmam Ali’nin torunu ve İmam Hüseyin’in oğlu İmam Zeynel Abidin Ali B. Hüseyin B. Ali B. Ebi Talib şöyle buyurdu:
“Sınırlı değil ki, sınırlandırılsın.” (İmam Bağdadi- el-Farku Beynel Fırak.)


Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Ynt: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar
« Yanıtla #5 : 22 Temmuz 2010, 00:58:20 »
Teşekkür ederiz.
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Devri Âlem

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 429
اَلْعِلْمُ يَرْفَع بُيوتًا لاَعِمَادًا لَهَا وَالْجِهلُ يَهْدِم بِيُوتَ اْلعِزَّ وَلْكَرَمِ

Çevrimdışı ruy-ı zemin

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1109
  • Seher vakti bereket vakti...
Ynt: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar
« Yanıtla #8 : 22 Temmuz 2010, 19:45:28 »

Alıntı yapılan: Tuğra
Teşekkür ederiz.
پاى مار      چشم مور      نان منلا      كس نديد

Çevrimdışı ggedavett

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 20
Ynt: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar
« Yanıtla #9 : 24 Ocak 2011, 08:22:04 »
teşekürler istifade ettik..

Çevrimdışı muhabbeteri

  • okur
  • *
  • İleti: 98
Ynt: Kandırılan Selefi Gençlerin Sorularına Cevaplar
« Yanıtla #10 : 25 Ocak 2011, 14:26:01 »
Allah razi olsun...
"KULUNA HIŞM EYLEMEZ HÜDASI
KULUN ÇEKTİĞİ HEP KENDİ CEZASI"

Çevrimdışı tk1978

  • IZLEMCI
  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 455

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."