BEŞİNCİ FASIL
Kasîde-i Nûniyye’nin Mevzu ve Bahislerinin Bir Kısmı
Biz bu bölümde önce İbn-i Kayyim’in görüşlerinden bir kısmını “bahis” “bahis” verecek, sonra da Sübki ve Kevseri’nin tenkitleri ışığında onları tahlil edeceğiz. İbn-i Kayyim, düşüncelerini, hayali bir “karşılıklı konuşma” şekliyle yazıyor. Bu karşılıklı konuşma (diyalog) meclisini toplayan meclis reisi ise ya kendisi veya şeyhidir.
Birinci Bahis
Allah’ın Kelâmı
İbn-i Kayyim: Sıfatları ve ulüvv’u/Allah teâlâ’nın maddî olarak yüksekte olduğunu kabûl edenle, muattıl arasında müzakere meclisini topladı… Müsbit’in sözlerinden biri de, (كهيعص, حمعسق, ق, ن ) “ayetlerin yazı ve seslerinin” gerçekten Allah’ın kelâmı olduğu ve ‘Allah’ın, Sahabe’nin işittiği Kurân’la konuştuğu’dur.
Sübkî: Bununla (İbn Kayyim’in) murâdı ‘Allah’ın kelâmının harf ve ses olduğu’dur. Bu câhil, Allah’ın kelâmı ile ona delâlet eden lafzın arasını ayırmıyor.
Kevserî: İbn-i Kayyim, sadece o kadar değil, “Kelâm-ı Lafzî” ile “Kelâm’ı Nefsî” arasını da ayıramıyor. “Rûhu’l-Meânî” tefsirinin başlarında, “Kelâm-ı Nefsî” hususunda latîf ve uzun bir îzâh vardır. Öyle ki, tereddüt sâhibine hiçbir şek bırakmayacaktır. Âlûsî burada “Kelâm-i Nefsî” hakkındaki sözüne son verdikten sonra şöyle demiştir:
Bu izahı kim kavradıysa, ondan bu babdaki (Kelâm-i İlâhî mevzuundaki) içinden çıkılmaz gibi gözüken problemler savulmuş oldu ve gördü ki, İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim, İbn-i Kudâme, İbn-i Kadı el-Cebel, Tûfî, İbn-i Nasr es-Siczî ve emsallerinin teşnî’leri kapı zırıltısı ve sinek vızıltısıdır… Fikirleri inhiraf etti. Görüşleri karmakarışık oldu ve Ümmetin alimleri ve imamların büyükleri aleyhlerine konuştular ve kınamada ileri gittiler. Düşüncesizlikle, akletmemekle ve haddi aşmakla, suçlamada ölçüyü kaçırdılar, ileri gittiler.
İbn-i Kayyim: “Allah semâvâtın üstündedir.”.
Sübkî: O’na, “Allah ve Resûlü, hangi ayet ya da hadiste ‘Allah semâvâtın üstündedir’, buyurdu?” denilir. Halbuki sözünün başında “Rabbimizin dediğini diyoruz” demiştin. Rabbimiz nerede, “O mahlükatı’ndan bâindir (ayrıdır). Mahlûkatında onun zatından hiçbir şey yoktur. Zatında da mahlûkatından hiçbir şey yoktur” dedi?
Sen, Allahın demediğini O’nun “dediği”ne nisbet ettin.
İbn-i Kayyim: Muattıl (sıfatları kabul etmeyen) bunu müsbitten duyunca sustu, bunu içine attı ve şeytanlarıyla baş başa kaldı. Kimileri kimilerine…vahyetti…
Sübkî: Onun bütün bunlarla anlatmak istediği, Allah-u a’lem Eşariyye, Şafiiyye, Mâlikiyye ve Hanefiyye taifeleridirler ki, onlar, İbn-i Teymiyye’ye karşıdırlar. “Muattıla” diye isim verdikleri de onlardır. “Müsbit” ile muradı İbn-i Teymiyye’dir.
İbn-i Kayyim: Bunlar, “Muattıl”, “Müşebbih” ve “Muvahhid” için verilen güzel misallerdir.
Sübkî: “Muattıl” ile kasdettiği, Eşarîler Cemaati, “Muvahhid” ile kasdettiği kendisi ve taifesidir. “Müşebbih” ise, O’na göre mevcüd değildir. Muarızlarının “Müşebbih” ile kasdettikleri, O ve taifesi, “Muvahhid” ile kasdettikleri, kendileri, “Muattıl” ise Onlara göre yoktur. Zira, Muattıl yaratıcıyı (sıfatlarını) inkâr edendir. Müşebbih de Allah’ı yaratıklarına benzetendir. Görünürde buna hükmeden yoksa da, bunu, yani “benzetme”yi lâzım getiren şeylere hükmeden vardır.
Şunda hiçbir şek yoktur ki, kendisi için, “benzetmenin lâzım gelmesi”, düşmanları için “(sıfatları) nefyetmenin lazım gelmesi”nden daha açıktır. İnsan kendini imtihan etse, Eşarî’nin Muattıl olmadığında (ama bu adamın) Müşebbih olduğunda hiç şüphe etmez. Diliyle bunu inkâr etmesi onu kurtarmaz. O “Allahı yaratıklarına benzetenin küfre girdiğini” kendi nefsi aleyhine itiraf etti…
İbn-i Kayyim: Cehm ve yandaşları Allah’ın sıfatlarını inkâr ettiler. Hatta O’nu en üstün semalardan nefyettiler (göklerde O yoktur dediler). Arş’ı Rahmandan boşalttılar. (Allah Arş’ta değildir dediler).
Sübkî: Cehm çok seneler önce geçti gitti. Bu gün onun mezhebinde bilinen bir kimse de mevcûd değildir. Böylece bilindi ki; İbn-i Kayyim’ın “Cehmiyye” ile muradı Şafiî’ler, Malikî’ler, Hanefî’ler ve Hanbelî Fâdıllarından olan Eşarîler’dir. Öyleyse, Manzûme sahibinin ıstılahı bilinsin. Cehmiyye’ye nisbet ettiği her bir şeyle kastı onlardır.
Bu hususta Mu’tezile de Eşariyye görüşündedirler. Ancak onlardan bu memleketlerde bulunan yoktur. Varsa da görünmemektedirler. Öyleyse, Kasîde’nin sahibinin bu kasidede bahsettiği, Eşariyye mezhebinde olanlardır.
İbn-i Kayyim: Onlara göre, “kul fail değildir”. Aksine kulun fiili göz kapaklarının hareket etmesi gibidir.
Sübkî: “Kul onlara göre fail değildir” sözünde bu cahil yalan söyledi. Lâkin bununla onların muradı “Kul fiilini yaratmaz. Yaratıcı değildir. Kulların fiillerini yaratan Allah sübhânehû’dur”. Bu yüzden bu cahil bununla onların “kul fail değildir” dediklerine inandı. “Kulun hâlık olmadığı” doğrudur. “Fâil olmadığı” da bâtıldır. Fail, fiil kendisiyle kâim olan, hâlık da fiili var edendir. Fiili yoktan var eden ancak Allah’dır. “Göz kapaklarının hareket etmesi gibi” sözü ondan sadır olan büyük bir câhilliktir. Zira O, cebir ile Eşarî mezhebini ayırmadı. Sonra, “Allah kulu kendi fiili olmayan bir işle Cehennem ateşine atacak” dedi. Bu câhil câhilliği ve yalanına devam etti. Sonra “lâkin onları Allah kendi fiilleri ile cezalandıracak” dedikten sonra “Zulüm ise onlara göre bizzat imkansız, bir şeydir” dedi. Ardından, “(böyleyken, Allah) o (zulümden) nasıl tenzih edilir ve bu tenzih nasıl medih olur” dedi.
Deriz ki: Ey câhil Allah’a ve kullarına karşı cüretkâr davrandın da fiil ile yaratmayı ayırt etmedin. Câhilliğinle ikisinin de bir olduğunu ve kulun fiiliyle cezalandırılmayacağını zannettin ve “bu akıl sahiplerince akla sığmayan bir şeydir” dedin. Sen, Rubûbiyyet hükümlerini akletmekten uzak olmana rağmen, sende hangi akıl var da, onunla akledeceksin?!.
Kevserî; Bu kasîde sahibi hakkında en azından söylenebilecek olan “câhil olduğu” dur. Şifâu’l-Alîl de, kulun kesbi hakkında anlattıklarını okuduğunda, onu, İmâmül Harameyn’in el-Akîdetü’n-Nizamiyyesi’nden kulların fiilleri hakkında söylediğini nakledip de sonuna kadar onu takip eder halde bulacaksın. Sonra dönüp “Cebr”in en aşağı mertebesine düşer. Ardından Mu’tezileyi nihâi mertebede yerer. Sonra onu, cüretkârlıkta onları geri bırakır halde görürsün. Hasılı Onu, insanların görüşlerini, anlamadan bir araya toplayan ve cin çarpmış gibi aklı fesada uğramış biri olarak bulursun.
İkinci Bahis
Allahın Fiilleri Muallel midirler?
İbn-i Kayyim: Keza, (Muattıl) Allah’ın emrinin ve ıtkânının/(muhkem yapmasının) gayesi olan “hikmet” için, “yoktur” dediler.
Sübkî: Alimlere karşı şu cüretkârlığı’na, yalan ve iftirasına bakın!….
Kevserî: Bunu, mümin fırkalar arasında söyleyen, hiç bir kimse yoktur. Onlar dinden bizzarûre/kaçınılmaz olarak, Allah’ın, “Azîz ve Hakîm” olduğunu bilmişlerdir.
“Allah sübhânehû ve teâlâ’nın fiillerinin, maksadlarla sebeblendirilemeyeceği”ne gelince, bunun, “hikmeti, inkâr etmek”le alakası yoktur. Aksine bu, öyle bir hüküm vermekten korkmak ve sakınmak kabilinden bir şeydir.
“Allah’ı, bir iş yapmaya sevk eden maksad (ve hikmet) varmış ta, o (maksad ve hikmet) olmasa, sanki Allah o işi yapmayacakmış”, gibi bir hükme varmaktan korkuyorlar. Çünki, Kitab ve Sünnet’te böyle bir söz kullanıldığının gelmediği ve yine bunda başkasıyla kemâl talebi bulunduğu için, bunun sakınılacak ve kaçınılacak şeylerden olması gizli değildir.
Muhakkık fıkıh âlimlerinin, -biz onları anlatsak da anlatmasak da,- kurallara dönecek olan hikmetler ve maslahatların var olduğuna hükmetmelerine gelince; bunda korkacak bir şey yoktur. Aksine bu katıksız bir doğrudur. Bu, Allah’ın “(kendi) ihtiyar(ı/irâde ve seçimi) ile iş yapan olduğu”na inananlara göredir. Nitekim hak olan da budur.
Allah’ı vaciblik yoluyla iş yapan bir varlık olarak kabul edenlere gelince… Onlar ortada ne bir maksad ne de bir hikmet tasavvur etmezler. Burada vaciblik ile murad edilen mahmul şartıyla zaruret değildir.
Garibdir ki, İbn-i Kayyim, vacibliğe kaildir. O kadar ki, sen onu “öncesi olmayan hâdisler/sonradan olma şeyler” fikrini savunur halde görürsün. Bununla beraber bunların (olanların) maksadlarla illetlenmiş/sebeblendirilmiş olduğu kanaatinde olur. Bu birbirini yalanlayan şahadetlerden başka bir şey değildir.
İbn-i Kayyim: Cehm ve taraftarları Allah’ın muattal olduğuna, sonradan değişikliğe uğrayarak, Deyyân (Allah) ile kaim bir emir olmaksızın Allah’ın kâdir olduğu şey haline geldiğine hükmettiler.
Sübkî: Maksadı “Allah’ın ezelden beri bir iş yapmakta olduğu”dur. Bu, “âlemin kadîm ve ezelî” olduğunu lazım getirir. Bu ise küfürdür.
Kevserî: Bu lâzım getirme “açıktır”. “Mezhebin lâzımı Mezheb değildir” şeklinde söylenen söz, lüzûm (açık) olmadığı yerlerdedir. Öyleyse, akıllı olanın mezhebinin lâzım getirdiği, onun için mezhebtir. “Açık lâzım”ını inkâr ile beraber, “lâzım”ın “melzûm”una (ayrılmayıp yapıştığı, beraber olduğu şeye) hükmeden, “bu lâzım”ı kendisi için mezheb saymaz. Lâkin bu inkâr onu akıllılar rütbesinden düşürür. “Mezhebin lâzımı” hakkındaki tahkik (işin hakikatının ortaya konması) işte budur. O halde, küfrü, “açık bir luzûm” ile lâzım getirecek şeye inanan kimsenin işi “kafir” veya “akılsız bir yaratık” olmak arasında deverân eder.[19]