Konfüçyüs, fikirleriyle, bugünkü Japonya’nın maddî ve mânevî dünyasını şekillendiren büyük bir filozof. Birgün meraklılar, Çin asıllı bu dehâya çıkmışlar:
— Size bir ülkenin idâresini teslim etselerdi, işe önce nereden başlardınız? İlk önce neyi ele alırdınız? diye sormuşlar.Konfüçyüs, hiç düşünmeden cevap vermiş. Demiş ki:
— Ben, ülke idâresinde, önce dili ele alırdım. Çünkü dil düzensiz olursa, sözler fikirleri iyi anlatamaz.
Fikir iyi anlatılmazsa, işler doğru yapılmaz.
İşler rayına oturtulmazsa, âdetler ve kültür bozulmaya başlar.
Âdetler ve kültür bozulursa, adâlet sağlanamaz.
Adalet nizamı sarsılınca, halkın devlete karşı itimat hissi kaybolur! İnsan, insanın kurdu haline gelir.
Böyle bir hâl cemiyette anarşi doğurur. Anarşiye batan bir ülkenin idâresi mümkün değildir. Bu bakımdan, bir ülke idâresinde dil çok mühimdir!
Radyolarımızın, televizyonlarımızın gazetelerimizin, zaman zaman cin çarpmış kelimelerle sancılı dili, bana hep Konfüçyüs’u hatırlatıyor. O cin çarpmış kelimeler, aynı zamanda Türkçemizin kâtilleridir de!
Ortaya çıkar çıkmaz bir çok keli-meyi sindiren, öldüren, güzellikler ve incelikler yerine kurulup kalan dil zındıklarıdır. Türkçe olsalar bile, ben maymuncuk hâli-ne getirilen veya kanlı-bıçaklı kâtiller gibi sağa–sola saldıran, etrafını silip süpüren bütün kâtil kelimelerden nefret ediyorum.
Uzun bir zamandan beri ortalıkta salınan kâtil kelimeler zincirinin başında, şimdi şu “olay” ucûbesi var. Geçen gün otobüste, bir üniversite talebesi, arkadaşını uyarıyordu:
— Görüyor musun? diyordu, dışarıda yağmur olayı var!
— Bir Türk çocuğu, böyle sefil bir üslupla konuşur mu hiç?
“Yağmur yağıyor” veya “yağmur başladı” yerine “yağmur olayı” diye söze başlamak ne büyük çirkinlik, çarpıklık örneği! Bir TV proğramında yine bir üniversiteli, bir müzik otoritesine, “Bende sinüzit olayı var. Bu müzik bana iyi geldi” diyerek ağzını çarpıtıyordu. Bir TV sunucusu ise, karşısındaki yarışmacıya, “para olayın nasıl?” diye sırnaşıyordu. Yerli-yersiz kullanılan bu “olay” kelimesinden iğreniyorum.
Geçenlerde, ünlü bir siyasînin, kalabalıklar karşısındaki konuşmasını dinlerken de utanmıştım. Şehirlerine üniversite açılmasını isteyen kimselere söz veriyordu:
— Sizin bu üniversite olayınızın tâkipçisi olacağım!
Allah! Allah! Eskiler, “üniversite dâvânızın” veya “üniversite işinizin” veya “üniversite ihtiyacınızın” veya “üniversite arzunuzun” veya “üniversite isteğinizi”... diye konuşurlardı ve doğru bir Türkçeyle meramlarını ifade ederlerdi.
Demek şimdi bu hınzır “olay” kelimesi; dâvâ-iş-ihtiyaç-arzu-istek... gibi zenginliklerin, güzelliklerin kâtili oldu. Bir üniversitede, ihânet ocakları, fitne-fesat çıkarmışlarsa vurmuşlar, kırmışlar, yakmışlar yıkmışlarsa... Üniversite olaylarından bahsedebilirsiniz. Ama üniversite açılması isteğine, üniversite olayı diyemezsiniz.
Beş-on yıl önce, ortalıkta bir “hikâye” serserisi dolaşıyordu. Gencimiz yaşlımız ağızlarını; “yağmur hikâyesi” “sinüzit hikâyesi” “para hikâyesi” “üniversite hikâyesi” diye çarpıtıyorlardı. Şimdi yanımızda-yöremizde, önümüzde-ardımızda arsız bir “olay” maymuncuğu sallanıp duruyor.
-Yavuz Bülent Bakiler’in aynı başlıklı makâlesinden-