Gönderen Konu: Kayip Sehir:Petra  (Okunma sayısı 3711 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı kayıp_şehir

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 12
Kayip Sehir:Petra
« : 24 Kasım 2006, 05:44:24 »

Kayıp Şehir:Petra









Texas’ın Galveston limanından hareketle başlayan seyrimizin yirmidördüncü günü, Kızıldenizin kuzeyinde ki, Sina Yarımadası’nın ikiye böldüğü körfezlerden, doğuda kalan Akabe Körfezi’nden geçerek, Ürdün’ün Akabe Limanı’na varmıştık. Yolculuğun son gününde Tiran ve Sanafir Adaları’nın dar bir geçit oluşturduğu bu sularda, mavinin en güzel tonlarını görmek mümkündü. Deniz, bu göz alıcı rengini sahillere dek uzanan çeşitli mercanlardan almaktaydı. İlginçtir, suyun altında yaşadıkları sürece rengarenk bir sualtı cennetini andıran mercan resifleri, öldüklerinde, kaya ve kum yığınlarına dönüşüyorlardı. Dünya fani idi, güzellikleri de öyle...

•••

Ürdün’de ilk dikkatimi çeken, bir Ortadoğu ülkesi için hiç beklemediğim kadar çok batılı turistin olmasıydı. Üstelik, hemen hepsi, sualtı turizmi için çok cazip mercan denizlerini değil de “kayıp şehir” diye adlandırılan “Petra harabeleri”ni görmek için buradaydılar. Çarşı pazarda gezdiğim süre içinde de, üzerinde bu kayalara oyulmuş şehrin görüntüleri yer alan tişörtler ve benzeri hediyelik eşyalara raslamıştım.

•••



Güzel bir mayıs akşamı çarşının arkasındaki kahvehanelerden birinde, içine tek nane yaprağı atılmış duble çaylarımızı yudumlarken, yan masada daha önce limanda da gördüğüm bir gençle karşılaştık. Değişik konular üzerinde konuşurken, söz bir ara terkedilmiş kent Petra’ya geldiğinde, bana kısaca şunları anlattı:




“O kayalara oyulmuş vadilerin yaslandığı dağların birinin üzerinde Musa (a.s.) nın kardeşi ve yoldaşı Harun (a.s.) ın mezarı vardır. Ayrıca İsa (a.s.) dünyadan gerçek âleme kaldırıldığında, şerefli ve mübarek annesi Meryem ile devrin ilk Hristiyanları, cüzzamlılarla birlikte oraya sürgüne yollanmışlardı.” Sözlerini, “Kuran’da yokedildiği bildirilen Kavimlerden Semud’un yurdu olduğuna inanılır Petra’nın..” diyerek bitirmişti. Duraksadım ve gemiye döndüğümde ilk işim meâle bakmak oldu.




Hud sûresinde Semud şöyle anlatılıyordu; “Zulme sapmış olanları o korkunç titreşimli ses yakaladı da öz yurtlarında yere çökmüş hale geldiler.”




Eğer bahsedildiği gibi Petra harebeleri, diğer anlatılanların yanında Semud’un da kayıp yurdu ise, oraya bu kadar yakın olupta görmemek yazık olurdu. Ertesi gün rastladığım bütün Ürdünlülere sorduğumda, tamamı o gençten duyduklarımı doğrulayıcı şeyler anlattılar..

6 Mayıs 1998 sabahı gemideki üç personel ve Ürdünlü şöförümüz ile yola koyulduk. Akabe’den ayrılıp kuzey yönündeki Ürdün platosuna doğru ilerliyorduk. Boz renkli kayalar ve dağlarla çevrili yolun kıyısındaki tabeladan 53 nolu Akabe-Amman karayolunda olduğumuz anlaşılıyordu. Etrafımızdaki çorak arazi yüksek yerlerde ağır ağır yerini çalı ve yeşilliklere bırakırken, uzaklarda, keçi sürüleri ve çobanlar görülüyordu.

Bakir Dağını geçerken, yamaçlardaki develerin çıngırak sesleriyle, hayalim beni asırlar ötesine uzanan bir yolculuğa çıkardı.

Salih (a.s.) Peygamber Semud kavmine gönderilmişti. Birbirleriyle savaşarak bozgunculuk yapan ve akla gelebilecek her türlü kötülüğü alışkanlık haline getirmiş Semud’lulara Putları bırakarak Allah’a ibadet etmelerini söylemişti. Fakat O’nu “sen de bizim gibi bir insansın” deyip yalanlamışlar, eğer doğru isen, hadi bize bir mucize gösterde, görelim” demişlerdi. Mucize olarak gözlerinin önünde kayalardan bir deve yaratıldı. Ama bu da Semud’luları, ikna etmedi, deveyi kestiler ve Azgınlıklarından vazgeçmediler. (Bu konuda daha geniş bilgi için, Bkz. Gerçeğe Doğru cilt 5 - fas. 24) Sonunda hiç beklemedikleri bir anda korkunç bir sesle yok edildiler.

Ra’s An Naqb kasabasını geride bırakırken etraftaki meyva ağaçlarıyla dolu bahçeleri seyrederek ilerliyorduk. Ardımızdan koşan neşeli çocuklarla birlikte Ma’an kasabasına ulaştık. Kayıp şehre giderek yaklaşıyorduk. Yola çıkışımızın üçüncü saati dolmak üzereydi ki, Ürdünlü şöför sol tarafımızda kayalardan oluşan uzak bir vadiyi göstererek işte Petra dedi. Akşam saat altıda tekrar buluşmak üzere ondan ayrılarak hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçen toprak bir yolla, kayıp kente doğru yaya olarak ilerledik.





Aşağıdaki kayalık vadiye doğru alçalırken, yaya ve deve üzerinde çıkışa doğru ilerleyen turist kafilelerini gördük. Vadinin girişinde, önceleri bizlerle aynı seviyede olan kayalar, her geçen dakika yolun derinleşmesiyle gitgide üzerimizde yükseliyordu. Birkaç yüz metre sonra kayalık yolun kenarındaki duvarlarda eski devirlerden kalma taş barınaklar belirdi. Üzerinde bulunduğumuz yol, arada bir dar bir geçide dönüşürken, her metrede vadinin derinliklerine doğru uzanan gizemli bir kızıllık etrafımızı sarıyordu. Birde vadiye girdiğimizden bu yana kıvrıla kıvrıla ilerleyen yolun sağında ve solundaki kayalara açılmış su kanalları dikkatimi çekmişti. Meyili dik olmayan bir taşın üzerinden bu kanallardan birinin yanına çıkınca yağmur sularını aşağılardaki şehre taşıyan oluklu kiremit parçalardan bazılarının günümüze kadar sağlam kalmasına hayli şaşırmıştım.



Artık öyle bir labirentte ilerliyorduk ki yukarıda bulunan platonun yakıcı çöl sıcaklığı, bulunduğumuz yerde hafif bir serinliğe dönüşmüştü.

Bir iki kilometre kadar yürümüştük ki, karanlık yol bizi birden güneşin ışıkları altında parlayan bir mabedin karşısına çıkardı. Bu devasa yapıdan yansıyan güneş ışıkları karanlığa alışan gözlerimizi kamaştırmıştı. Yaklaşık yirmi-yirmibeş metre yüksekliğindeki bu mabedin girişinde bir zamanlar hazine ve tapınak amacıyla kullanıldığı yazıyordu, üst kısımlarında bazı heykel kabartmalarının da bulunduğu yapının çevrelediği meydanda turist gruplarını farkedince, bizde onların geldiği yöne doğru inişimize devam ettik.




Birkaç kilometre sonra gerçektende Kuran’da belirtildiği gibi kayalara yontulmuş pekçok evin bulunduğu bir yere geldik. Meydanın güneybatı tarafında ise büyük bir açık hava tiyatrosu yeralıyordu. Hemen hemen bu noktaya kadar beş-altı kilometre yol yürümüştük.




Bir mağara evin girişindeki taşın üzerinde hem biraz dinlenmek hem de yanımızda getirdiğimiz sandviçlerimizi yemek üzere oturduk. Başka bir mağara girişinde, sazlardan örülü gölgeliğin altında, içecek birşeyler satan Ürdün’lüye Harun (a.s.)’ın mezarını sorduğumda, karşıdaki bir dağın tepesindeki hayal meyal gözüken beyaz bir silueti göstererek orası dedi. Fakat gösterdiği yere, katır sırtında bile beş saatlik bir yolculuktan sonra ancak ulaşılabilirdi.



Zaman geçmişti, birkaç turist kafilesi ve Ürdünlü satıcılardan başka kimsenin olmadığı bu ıssız kente akşam çökmek üzereydi.

Geldiğimiz koridor yola yaklaşırken, son birkez daha dönüp baktım vadilere ve vadilerdeki kayaların içlerine oyulmuş evlere. Aklıma Hud sûresinde ki âyetler geldi:

Zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sanki orada hiç oturmamışlardı. Biliniz ki, Semud kavmi gerçekten rablerini inkar ettiler. Yine bilesiniz ki, Semud kavmi (Allah’ın rahmetinden) uzak kılındı. 67-68







M.Cemal Çebi
img]http://img65.imageshack.us/img65/3452/imzakd4.jpg[/img]