Gönderen Konu: Küçük Bir Pencere  (Okunma sayısı 2562 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Küçük Bir Pencere
« : 17 Mart 2009, 02:20:17 »

Küçük bir pencereden bakmayalı ne kadar zaman oldu? Yaşanan  bir masalı, bir akışı, bir serüveni izlemeyeli; içimize hayatı doyasıya çekmeyeli ne kadar zaman geçti?

Yoksa, pencerelerimiz ardına düşen, artık bir masalı anlatmayan, bir türküyü terrennüm etmeyen zamanlar hiç geçmedi, hiç değişmedi mi?

Evlerimiz küçücük bir pencereyle açılırdı bir zamanlar dünyaya ve neler neler sığardı o küçücük pencereye. Körebe oynayan çocuklar, mızıkçı çocuklarla yapılan kavgalar, annesinin bütün seslenmelerine rağmen oyunu bir türlü bırakmayan çocuğun umursamaz tavırları... Torununun oyununu seyreden dedelerin artık “bir varmış bir yokmuş” ömrünü bastonuyla sürüklemeleri, baston tak-taklarına karışan ezan sesleri... Anaç tavuğun kesinlikle düşman gibi görünmeyen evin kedisine horozlanmaları...

Ve tüm bunları kaneviçeli, dantelli örtülerin delikleri arasından, sardunyaların ve erik yapraklarının izin verdiği ölçüde izlerdiniz. İşte o aralıklarda dünya kare kare büyür, genişlerdi.

Mevsimler akıp giderdi pencerenizin önünden. Bir sabah gürültüyle uyanır, camınızda dağılmış bir kartopu, pencerenizin önünde haylaz çocukları buluverirdiniz. Titreyen erik dallarını bir de... O dallarla birlikte camınız da üşür, titrerdi. Yem arayan mini mini kuşlar için de bir ümit kapısıydı küçücük pencere önleri. Yine bir sabah erik dallarının çiçekleniverdiğini ilk gören, dallar kadar sevinen, ev halkına müjdeyi veren de o küçücük cam olurdu. Ve nice sevdalara tanıklık eder, nice kalpler saklardı buğusunda küçücük camlar. O sevdalarla daha bir yaşar, şenlenir, nazlanır, utanırdı -kimi zaman yapmacık da olsa.

Her zaman en son kapı uğurlasa da ayrılanları, en çok cam hüzünlenirdi gidenlerin ardından. Çünkü, yaşanılanları sergilerdi önünde. Çünkü, gidenler yokluklarından hep bir boşluk bırakır da giderdi  Daha dün körebe oynayan torununun askere gidişini seyrederdi dede ve yıllar önce kendisinin de bu pencerenin önünden nasıl ırayıverdiğini izlerdi torununun gidişinde. Yıllar önce kendisinden kalıveren boşluğu seyrederdi. Demek ki yıllar önce kendi gidişi de böyleydi. Sonra, gelenleri daha sokağın başında görüverip de ilk sevinen, ilk neşelenen yine küçücük cam olurdu.

Ve bir gün, cama bir çocuğun topu geliverirdi hane halkı kahvaltı sofrasındayken. Çünkü, minareleri ancak başını kaldırdığında görebilen pencereler, çocuk toplarının yetişebileceği yükseklikteydi. Tuz buz olurdu cam. O an bağırıp çağırsa da hane halkı, eşyanın da bir ömrü olduğunu bilirdi ve ömrün belli bir vakitten ibaret olduğunu... Öyle ya, cam da hayattaydı, hayata tanıklık ediyordu. Hayatı olanın ise vaktinin gelmesi kaçınılmazdı.

Ardında derin bir hüzün, kapanmayacak bir boşluk bırakarak giderdi gidenler. Ve cam önlerimiz boşaldı ilk önce. Hayatımızdaki boşluklar ilk önce cam önlerimize düştü. Bir gün o küçücük camları kendi ellerimizle kırıverdik. Sonra evlerimizi yükselttik, topraktan oldukça yukarılara. Geniş geniş ama bomboş pencerelerin ardında buluverdik kendimizi yüksek binalarımızda. Komşuları, kuşları, kedileri, sardunyaları, çocukları... hayata ait ne varsa kaybediyordu tenhalığında bu geniş pencereler. Bir bahar dalı, bir müjde uzanıvermiyordu artık odalarımıza. Bir kartopu sesiyle uyanıvermiyorduk bir sabah aniden. Çünkü pencerelerimiz ağaçların ve topların ulaşamayacağı kadar yüksekti artık. Çocuk kavgalarının, komşu seslenmelerinin uzağında bir sessizliğin ortasında kalıvermiştik. Kendi boşluğumuza bakıyor, kendi sessizliğimizi dinliyorduk. Hafızasını yitirmiş bir insan, bir hayat salınıyordu boşlukta. Boşlukta salınan geniş geniş camlardı belki de. Çünkü ne ayrılıklara ne vuslatlara şahit olmuştu ve olacaktı bu camlar. Sevdalarımıza tanıklık etmemiş kalpler saklamamıştı buğusunda.

Kuşlar da ümidini kesmişti artık pencerelerimizin önlerinden. Belki de kuşlar kendisiyle başbaşa kaldığı müddetçe kendisinin uzaklarına düşüvermiş insanlardan ümidini kesmişti. Öyle ya, bu binalardan ancak düşülürdü; bize ait olmayan ve olmayacak bir yaşamın köşesine düşülürdü.

Pencerelerimiz bir gün kör kalıverdiğinde, kapılarımız da hayata kilitleniverdi. Kapı önleri yoktu artık, konu-komşunun birbirini lafa tuttuğu. İki arada bir derede halleşmeler de kalmamıştı. İnsanın yaşamaya hali mi kalmıştı. Zaman durmuştu sanki pencerelerimizin önünde. Duvarlardaki saatlerin tik-taklarında zoraki diriltmeye çalışıyorduk zamanı.

Zaman sanki bir yolcuydu ve küçücük pencerelerimizle alıp götürmüştü hayata ait ne varsa giderken bavulunda. O dedeyi götürmüştü, hani torununu askere uğurlayan, zamanı bastonunun tak-taklarına nakşetmiş dedeyi. Ve askerden dönünce firak acısını bıraktığı yerde bulamayan torun, vuslat heyecanını bir türlü yakalayamamıştı geniş geniş camların ardında.

Minarelerden yukarılara düşüvermişti evlerimiz. Günde beş vakit minarelerin arıttığı, dirilttiği zaman, götürdüklerinin yerine zamansızlığı değil, durağanlığı bırakarak gidivermişti. Ezan seslerine baston sesleri karışmıyordu artık. Salâlar düşündürmekten, hüzünlendirmekten oldukça uzaktı. Bir salâ işitildiğinde “bir varmış bir yokmuş o da gidiverdi işte” diye rahmetliyi yad etmeler unutulmuştu...

Çünkü hayat, küçücük bir pencerenin önünden akıveren, o güzel masal değildi artık...


Zehra Korkmaz