Gönderen Konu: Kur'an ve Tefekkür  (Okunma sayısı 4290 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı mahmud_sami

  • okur
  • *
  • İleti: 62
Kur'an ve Tefekkür
« : 02 Eylül 2005, 20:03:28 »

Kur'an ve Tefekkür  


Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî sıfatlarının bu âlemde kâmil mânâda üç tecellî mekânı vardır:

İnsan, Kur’ân ve kâinât...

İnsan, bütün esmâ tecellîlerinden nasîb almış bir varlık olarak âlemin özünü teşkîl etmiştir. Aynı esmâ tecellîlerinin kelâm hâlinde tecellîsi de Kur’ân’ı ifâde eder. Kur’ân, insana nazaran daha mufassaldır. Ancak özdeki beraberliğinden dolayı:

“İnsan ve Kur’ân, ikizdir…” buyurulmuştur.

Esmâ-yı ilâhiyyenin üçüncü tecellî mekânı olan kâinât ise, Kur’ân’ın bir nevî tefsîridir. Kâinat sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir kâinattır. İnsan ise -öz cevheri itibâriyle- bu sesli ve sessiz Kur’ân nûrları içinde kemâl bulan bir tecellî sultânı mevkiindedir. Bu bakımdan “insan, Kur’ân ve kâinat” tam bir tevhîd âilesidir.

Semâlar, nasıl ki yıldızlar ile kıyâmete kadar saltanatlı bir kudret yapısı olarak kalacaksa, Kur’ân da insanlığın bir ikbâl ve istikbâl semâsı gibi “âyet” yıldızları ile parlayacak ve kıyâmete kadar yaşayacaktır. Bu cihetledir ki, cihânın en hayırlı ve mes’ûd insanları, Kur’ân gölgesi altında toplanan ve onun hayat nûru ile beslenenlerdir.

Her sır, hikmet ve hakîkat Kur’ân’da gizli, her saâdet îmânda zâhirdir. Bu uçsuz bucaksız âlem de gösterir ki; Cenâb-ı Hak, dilerse zerrede ummânı, dilerse ummanda zerreyi gizli kılar veya âşikâr eder.

Bu hakîkatlere istinâden Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Birgün bende Allâh Teâlâ’nın nûrunu insanlarda göreyim diye bir arzu uyandı. Sanki denizi damlada, Güneş’i ise zerrede görmek istiyordum…”

Bir bakıma hakîkate ulaşma arzu ve iştiyâkını ve hakîkatteki derinliği ifâde eden bu beyânın da ortaya koyduğu gerçek, insanoğlunu zirvelere götürecek en büyük vâsıtanın, hakîkati tefekkür olduğudur. Zîrâ, hakîkate ulaşmanın yegâne vâsıtası, tâbir câizse şah damarı, tefekkür ve tecessüstür.

Kâinâtın gönülle tefekküründe ince gâyeler, nâzenîn hikmetler tezâhür etmektedir ki, cihânın -umûmî bakışa göre- imtihan iklîminde bir îmân dershânesi olduğu meydandadır. İlâhî terbiye ve idârenin yürürlükte olduğu bu âlemde aykırılıklar ve menfîlikler gösteren insanlar ise nefsî ve şahsî kıymetlerini Hâlık’ın rızâsı dışında bir yaşayışla ziyan ettikleri ve gerekli ebediyet sermâyesini temin edemedikleri cihetle ne büyük bir hüsrân girdabı içindedirler.

İnsanoğlu, Hakk’a kul olabilmenin haysiyet ve şerefi ile yaşayarak istikbal düğümünü, yâni ölüm muammâsını çözmeli, onu vahyin içinde tefekkür edip hakîkatine bağlamalıdır. Zîrâ herkesi hayat mevzuunda ateşli bir girdap hâlinde saran ölüm, istisnâsız başlara çökecek en çetin istikbal gerçeği olunca, onu tefekkür edip mûcibince yaşayıp huzura ermek, beşerî gâyelerin önünde gelir.

Bu itibarla insanoğlu, kâinâtı tanımak, ve ondaki ilâhî sır ve hikmetlere vâkıf olmak istikâmetinde tecessüs ve tefekküre hakkıyla yol bulmak için ancak Kur’ân’ın irşâdına muhtaçtır.

Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm olmadan insan tefekkürü kâmil şekilde bir akıl, iz’an ve idrâk sergileyebilseydi, Allâh Teâlâ, kullarına ilâve bir yardım olarak ne enbiyâ gönderirdi ne de yüce kitâbını inzâl buyururdu. Demek ki insanın, yaratılışında bulunan tecessüs ve tefekkür istîdâdını lâyıkıyla kullanabilmesi için, böyle bir ilâhî yardıma ihtiyaç vardır. Eğer insan, Kur’ân’a muhâtab olmasaydı, acabâ Allâh’ın meselâ “ehadiyyet” ve “samediyyet” gibi vasıflarına vâkıf olabilir miydi? Demek ki Kur’ân, insandaki tefekkür ve tecessüse zemin olan bütün hakîkatlerin deryâsına açılabilmek için sayısız irşâd ve îkaz ile o fıtrî sermâyeyi en doğru ve en güzel şekilde yönlendirmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bize açtığı tefekkür kapısı olmasaydı, birçok hakîkatleri hem idrâkten hem de ifâdeden mahrum kalırdık. Bu itibarla Kur’ân’ın sonsuz muhtevâsı üzerinde zihin yormak zarûrîdir. Tabiî bu da, belli ölçü ve hudud içerisinde olmalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm, “yaş ve kuru her ne varsa” kendisinde mevcud bulunduğunu beyân ettiğine göre, ondaki hakîkatler manzûmesinin kâinât gibi nihâyetine varılması imkânsızdır.

Bu demektir ki, tefekkür ve tecessüsü nasıl kullanmak lâzım geldiği husûsunda Kur’ân’ın sayısız irşad ve îkâzla beşere çizmiş olduğu bir ufuk vardır. Bu husus iyi anlaşılmalı ve onun hangi noktalara kadar mevcûd olduğu idrâk edilmelidir. Çünkü bize verilen akıl, bir el terazîsi hacminde; lâkin tartılacak olan hakîkat ise Kaf Dağı cesâmetindedir. Onun için aklı vahyin potasında eritmek, onu teslîmiyetle müzeyyen kılmak zarûrîdir.

Bu bakımdan aczinin idrâkinde ve haddini bilen müfessirler, herhangi bir âyet-i kerîmenin yüklendiği mânâları liyâkatleri nisbetinde îzâh ettikten sonra:

“En doğrusunu Allâh bilir…” diyerek onun Cenâb-ı Hak katındaki hakîkatinin nasıl ise öyle olduğuna inanmak lâzım geldiğini beyân buyurmuşlardır.

Çünkü bir evin mutfağındaki herhangi bir kapta mevcûd olan su ile okyanustaki su arasında mâhiyet farkı olmamakla berâber, sonsuz bir hacim ve kemiyet farkı vardır.

Diğer taraftan anadan doğma bir âmâya renk anlatılsa onun zihninde mutlaka bir iz bırakır. Lâkin bu izle rengin gerçeği arasında acabâ ne kadar büyük bir mâhiyet farkı vardır! Bu ölçülemez.

Dolayısıyla Kur’ân’ın ihtivâ ettiği bütün lâfızlara işte bu mantık penceresinden bakmak ve oradan beşerî şartlarla kavranabilen mânânın, tam ve kâmil mânâ olduğunu iddiâ etmekten kaçınmak lâzımdır.

Hâsılı bütün bu keyfiyetler hakîkate ulaşmak için tefekkür ve tecessüsün insan idrâki ile kavranabilme hudûduna dikkat çekmektedir. Şimdi bu istikâmette gerekli dirâyet için Kur’ân’ın îkâz ve irşâdından gönüllere birkaç demet sunmaya çalışalım:

Eşsiz bir hidâyet ve saâdet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyet-i kerîmesinde insanın yaratılışındaki hikmetleri, kâinattaki hârikulâde nizâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir beyan mûcizesi olduğunu düşünmeye dâvet eder. İnsanlık haysiyetine lâyık bir şekilde yaşamak isteyenler, Kur’ân-ı Kerîm’in istikâmetlendirdiği bu tefekkür dünyâsına girmek mecbûriyetindedirler.

Kâinat hâdiseleri üzerinde tefekkür eden insan şuuru:

“Bu cihân nedir? Niçin yaratıldım? Fânî günlerin hakîkati ve mâhiyeti nedir? Saâdet yolu hangisidir?” Velhâsıl: “Kimin nesiyim?.. Nasıl yaşamalıyım?.. Nasıl düşünmeliyim?.. Ve nasıl bu fânî âleme vedâ etme hazırlığı içinde olmalıyım?..” gibi uzayıp giden istifhamların cevabını arar.

Topyekün kâinat, ince kudret akışları ve hasas bir hesap içinde çalkalanırken âlemin en üstün varlığı ve ziyneti olan insanın hesapsız, gelişigüzel, nefsâniyetine mağlûb olarak hareket etmesine yol var mıdır?

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

“İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36)

İnsanın masumluk devri, bülûğa ermesi ile nihayet bulur. Kulluğu lâyıkıyla gerçekleştirme gayreti içinde olan mü’minlere bu ikinci merhalede yeni bir mesuliyet devri başlar. Bu olgunlaşma devrinde akla ilâveten bir de gönül gözü ile tefekkür etmek gerekir ki, cihân ilâhî sırlarını, kudsî hikmetlerini, hakîkî renklerini, ancak îmânlı gönüllere açar. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişizdir bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur. Arzı (yeryüzünü nasıl) yaydık, ona sağlam dağlar attık, onda gönül açan her çiftten bitirdik?! (Bütün bunları) Allâh’a yönelen her kulun, gönül gözünü açmak için ve (ona) ibret vermek için (yaptık).” (Kâf, 6-8)
ŞARET OLSA YOL SAPTIRMAZ,BİLGİ OLSA SÖZ SAPTIRMAZ.

Çevrimdışı mahmud_sami

  • okur
  • *
  • İleti: 62
Kur'an ve Tefekkür
« Yanıtla #1 : 02 Eylül 2005, 20:04:46 »
Direksiz çatılan güneşin batışı ve doğuşu ile gece-gündüz açılıp kapanan yıldız, hilâl ve mehtap cümbüşleri ile donatılan saltanatlı bir semânın altında türlü nîmet ve lezzetler içinde safâ sürerken bu cihânın sanatkârını, bu nîmetlerin hakîkî sahibini aramaya üşenen bir nankörlük ve körlük içinde ömrünü ziyân edenler hakkında âyetler ne müthiş bir îkâz ve irşaddır:

“Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık.” (Sâd, 27)

“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak gerektiği gibi, gerçek bir sebeple yarattık, ama insanların çoğu bilmezler.” (ed-Duhân, 38-39)

Cihân ilâhî azamet tezâhürlerinin sanat hârikası bir sergisidir. Bu bediî mekânda şuurla dolaşan her îmanlı sîne, fikrî uyanışlara, kâinattaki kudret akışları karşısındaki ürperişlere ve ne dehşetli mânevî lezzetlere mazhar olur.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Allâh’ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki menbâlara koyduğunu görmedin mi? Sonra onunla türlü renklerde bir ekin çıkarır, sonra onun olgunlaşıp sarardığını görürsün. Sonra da onu bir çöpe çevirir. Elbette bunda temiz akıllılar için bir ihtar vardır.” (ez-Zümer, 21)

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allâh’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allâh’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.” (el-Bakara, 164)

Gökyüzünden muhabbet nurları yağmakta, topraklardan zümrüt sevdâlar fışkırmakta… Öyle ki, semâ ve yeryüzü gibi iki muhabbet çemberi ile kuşatılan derin tefekkür sâhibi her insan, zâhirî ve derûnî duyuşlarını, zarûreten ilâhî muhabbetle te’lif ederek mânen tekâmül etmeyi kendisine meslek tutacaktır. Allâh Teâlâ buyurur:

“Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (er-Ra’d, 3)

Rabbine kul, Rasûlü’ne ümmet olabilmeyi saâdet bilenler, bu muhabbet râbıtasında saf tutarlar. Bu ulvî cephenin adı îmandır. Îman ki gönülde Hak nûrunun parlamasından muhabbetin yüreği doldurup taşırmasından ibâret kudsî bir duyuştur. Feyizli bir gönül ile kâinâta nazar edenler, öyle bir duyguya nâil olurlar ki, nazarlarında sanki üzerlerindeki semâ, muhteşem bir billur avize gibi ilâhî sırlardan göz kırpan bir derinlik sunmakta; yeryüzü ise her ağaç ve onların yaprakları ile niyaz ellerini açarak neşeli ürperişlerle Rabbine yalvarmakta… Çimenler, sanki Muhammedî bir cemaat için seccâde, onun üzerinde çiçekler sefâlı bir ümmet olarak dalgalanmakta… Kudret nişâneleri olan dağlar, ilâhî huzurda kıyam hâlinde… Bulutlar, seyyar feyz ü bereket menbaı olarak semâda dolaşan birer deniz… Rüzgârlar, ilâhî ilhâmın gaybî habercileri… Şimşekler, korku ve ümit şerâreleri. Gürlemeler ve yıldırımlar, Kahhâr’ın saltanatının fermanları ve gafletten îkaz edici bombardımanları… Gündüzler, onun nûrunun zuhûru; geceler, sırlar ve hikmetlerin cümbüşü... Hulâsa cihan, onun câzibe âyetleri ile dolu bir tecellî ve esrar kitabı; esmâ-yı ilâhiyyenin fiilî tecellîsi, âdetâ sessiz bir Kur’ân... Kur’ân da, kelâma bürünmüş bir cihân… İnsan da, her ikisinin kavşağında bulunan bir irfan mihrâkı ve tecellî âbidesidir.

Âişe -radıyallâhu anhâ-, Rasûlullâh

- sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî rikkatine dâir bir manzarayı şöyle sergiler:

“Bir gece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de:

«–Vallâhi seninle berâber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce:

«–Yâ Rasûlallâh! Allâh Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«– Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve şu âyetleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmran, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386)

Bu âyet-i kerîmeler inzâl olduğu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, göklerin yıldızlarını imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Allâh’ın lutfu ile mü’minlerin de gözyaşları, muhakkak ki fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, âhiretteki cennet bahçelerinin şebnem damlalarıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği bâzı aylar, günler ve geceler vardır ki vuslata nâil olmanın fırsat demleridir. Rabbimiz, inşâ ettiği semâ takviminde on iki aydan bâzılarını diğerlerine üstün kılmıştır. Şehrullâh olarak da anılan “Receb” ayı, bunlardan biridir.

Câhiliyye devrinde dahî bu ayda kılıçlar kınına sokulur, kanlı ihtiraslara sükûnet örtüsü çekilirdi. İslâmiyet gelince de Receb ayına gösterilen bu hürmet ve tâzim devâm etti. Bu mübârek ay, ilk Cuma gecesi -meleklerin diliyle-Regâib ve 27. gecesi Mîrâc olmak üzere iki kandil gecesiyle şereflendirildi.

Bu geceleri Allâh Rasûlü’nün feyz ve muhabbeti ile tezyin etmek en mühim vazîfelerimizden biri olmalıdır. Zîrâ Allâh Rasûlü’nün muhabbeti, kalblerimizin saâdet sermâyesidir. O’na muhabbetle itaat eden, O’na gönül veren bahtiyarlar; Allâh’ın nîmetlerine nâil olan peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihler kâfilesine katılan ebediyet yolcularıdır.

Allâh Teâlâ kalblerimizi; hulûlüyle müşerref olduğumuz bu mübârek gün, gece ve ayların feyz ve bereketi ile doldursun, Rasûlullâh’ın nûru ile aydınlatsın, O’nun muhabbetiyle donatsın. Bizleri mahşerde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in sancağı altında haşretsin ve O’nun şefaatine nâil eylesin.

Memleketimizi ve bi’l-cümle İslâm âlemini hayırlara, fütûhâta ve füyuzâta mazhar eylesin.

Yâ Rabbî! Uzun bir gurbet ve derin bir yalnızlık yurduna akıp gitmekteyiz. Orada güneşimiz îmân, dostlarımız nebîler ve sâlihler, saâdet bahçelerimiz de sâlih ameller olsun!

Allâh’ım! Bizleri, kâinât ve hâdiseleri gönül gözü ile seyredebilen hakîkî idrâk sahibi kullarından eyle! “Oku” emr-i celîlinin muhtevâsından kalblerimize nasipler...
ŞARET OLSA YOL SAPTIRMAZ,BİLGİ OLSA SÖZ SAPTIRMAZ.

Çevrimdışı Mstfx67

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 354
Kur'an ve Tefekkür
« Yanıtla #2 : 22 Eylül 2005, 13:57:00 »
cok güzel bir yazi olmus
BA$KASININ AYIBINI SÖYLEMEYi DÜSÜNDÜGÜN ZAMAN NEFSININ AYIBINI hATIRLA!!!