Gönderen Konu: Kutub ve Kutublar  (Okunma sayısı 14845 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı talibülilm74

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 5
Kutub ve Kutublar
« : 10 Mayıs 2008, 22:48:15 »

Kutub ve Kutublar,
izahini beklerim...
simdiden Tesekkürler...
Allah razi olsun...

Çevrimdışı ruy-ı zemin

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1109
  • Seher vakti bereket vakti...
Ynt: Kutub ve Kutublar
« Yanıtla #1 : 14 Mayıs 2008, 22:19:47 »
VELİ EVLİYA

Velilik çok yüksek bir mertebedir.Bu sebeple herkese kolay kolay nasib olmaz.Veliliğin belli çileleri vardır.Gerçek velilerin hayatını okuduğumuzda bu çilelerin neler olduğunu kolayca anlamak mümkündür.

Evliya veli kelimesinin çoğuludur.Veli lugatte dost manasınadır.Din ve tasavvuf istilahında ise;Allahın kendilerini dost olarak seçtiği, keramet sahibi şeriat ehli mümin zatlardır.Velilerde derece derecedir.Veliliğin en küçük derecesine “velayeti suğra makamı denir.”Bunun işareti şudur:
Bu derecede olan bir veli, yüzlerce sene uğraşsa kalbine Allah fikrinden başka bir düşünce sokmak isteseyinede kalbine Allahtan başka bir düşünce sokamaz.Velayette bu makamın adına fenai kalb makamı denir.Manevi derecesi bu durumda olmayan birine veli veya evliya demek caiz değildir.Yine, bu durumda olmayan birinin velilik iddiasında bulunması dini açıdan son derece mahsurludur.

Veliliğin diğer üst derecesi şöyledir:Velayeti kübra, velayeti ulya, velayeti nübüvvet, velayeti risalet velayet-i ülül azmiyyet makamlarıdır.Tasavvufta velilere “Velayet-i ülya ” ve diğer üst makamların esrarında haber vermek yasaktır.Bunlara velilik sırlarıdır.Çünkü sıradan insanlar bu hakikati anlayamazlar.(Nitekim Ebu Hureyre Hazretleri de Rasülüllahın kendisine sır olarak bildirdiği fakat açıklamaya izin vermediği bilgilerden bahsetmektedir.

İMAM-I GAZALİ HAZRETLERİ BUYURUYOR

Velilik ve velayet sırları hakkında İmamı Gazali (r.a.)Hazretleri “el munkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:
-“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim.Yakinen anladım ki, hak  yolunda olanlar ancak tasavvuf erbabı olan sofilerdir.Onların iç alemleri (kalpleri ), yolları ve ahlakları en güzel şekildedir.Eğer akıl, ilim ve hikmet sahipleri bir araya toplanıpda sofilerin tarikatini değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir YOL BULALIM DİYE BİRLEŞSELER, MÜMKÜN DEĞİL BULAMAZLAR.

Çünkü onların görünür ve görünmez hareket ve durumları, Hazret-i Rasülüllahın hallerinden örnek alınmıştır.Dünyada ve ahirette Peygamber nurundan daha yüksek nur yoktur ki onunla nurlanmak mümkün olsun.

Sofiler Peygamberlik nurundan o kadar istifade eder, Kuran ve sünnete bağlılıkla o kadar nurlanırlar ki bazen uyanık halde melekleri görürler.Peygamberlerin nurlarını müşahede ederler.Daha nice faydalara kavuşurlar.

Bundan başka, suret ve misal müşahadesinden (maddi alemden sıyrılıp öyle bir mertebeye varırlar ki, dil onu anlatmaktan acizdir.)”

KUTUP VE KUTUPLAR

Veliliğin en üst derecesindeki zatlara “kutup” denir.Kutuplar her devirde bir veya iki, en fazla üç kişi olur.Bunlara üçler denir:Kutbül Aktab, gavsül azam, kutbul üla diye isimlendirilir.Üçlerin en yüksek derecesinde olanı “Kutbü’l-aktab”tır.BU ZAT PEYGAMBER EFENDİMİZİN TAM VARİSİDİR.”El ülemaü verasetül enbiya” sırrının tam sahibi bunlardır.”Ulemai ümmeti enbiyai beni israil” hadisinin delalet ettiği zatlarda bunlardır.

Velayet derecelerinin en yüksek makamına çıkmış bu zatlara, mürşidi kamil, insanı kamil, Şeyh veya varis-i Rasül ismi verilir.Bu zatlar, Rasülüllahın manevi vücudundan aldıklarıAllahın nurlarını kendi manevi vücutlarına dağıtırlar.Yaşadıkları devrin insanlarını irşad ederler.

sadakat kütüphanesi
پاى مار      چشم مور      نان منلا      كس نديد

Çevrimdışı ankebut-57

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 908
Ynt: Kutub ve Kutublar
« Yanıtla #2 : 15 Mayıs 2008, 13:01:29 »


Tasavvufta Kutub, Kutbü'l-Aktab, Kutb-i İrşâd...


Yazar: Halis ECE



Kutub, lûgatte medâr yani değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir anlamınadır.

Kutub’la alâkalı olarak İslâmî/tasavvufî kaynaklarda şu bilgilere rastlamaktayız:

Kutub; en büyük velî, her zaman âlemde Allâh’ın nazar kıldığı tek kişi.
Kutub, bir tarîkatın en büyüğü, âlemde Allâh’ın irâdesini temsil eden evliyâullâh’ın, rütbe ve derece bakımından en yüksek olanı, Allâh adına kâinatta tasarruf eden velî…

Kısacası kutub, Hâtemü’l-enbiyâ, Resûl-i kibriyâ Efendimizin (s.a.v.) vârisidir; “vâris-i resûl”.

Kutub âlemin ruhu, âlem de onun bedeni gibidir.

Her şey kutbun çevresinde ve onun sayesinde hareket eder, her şeyi o idare eder.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) zâhir ve bâtınana tamamiyle ve kemaliyle vâris olan kutba kutbu’l-aktâb (kutubların kutbu), kutbu’l-irşâd (rehber/kılavuz kutub)veya kutbu’l-ekber (en büyük kutub) denir. Her üç tabir de insanları-cinleri irşad ve onların hidâyete ermelerine kılavuzluk etmekle vazifeli velî kişi (Allâh dostu) manasınadır. Bu velînin yeryüzünden Arş’a kadar her şeyde tasarrufu vardır.(1) 

Kutbun yanında (sağ ve solunda) bulunan iki zâta “İmâmân (iki imamlar)”(2) , bunların mânevî meclisine “Dîvân-ı Sâlihîn (salihler meclisi)”, bu velîler topluluğuna “ricâlullah (Allâh adamları)” veya “ricâlü’l-gayb (gayb erenler)”(3) denilir. Kutub, bu meclisin başında yer alır.

Her hafta uygun görülen bir gecede “Dîvan-ı Sâlihîn” kurulur. Eğer dîvanı Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) teşrîf ederse, meclisin reisi O’dur. Teşrîf etmezlerse, vâris-i resûl olan zât yani kutub bu meclise başkanlık eder… Ve ahvâl-i âleme (dünyanın durumuna) ait kararlar alınır, hükümler verilir. Meydana gelen hâdiselerin/olayların çoğu burada alınan hükümlere/kararlara bağlıdır.

İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (k.s.) hazretleri, yazdıkları bir mektupta, bu mevzuda bizlere şu bilgileri vermektedir(4):

«Kutb-i irşâd ile alâkalı mârifeti, Mebde’ ve Maad Risâlesi'nin 'ifade ve istifâde' (faydalı olma ve faydalanma) bâbında yazmıştım. Lâkin onun, bu makamla münâsebeti olduğu ve burada da anlatılması faydalı olacağı için, bu mektupta da yer vermek münasip oldu. Binâenaleyh dikkat etmeli, ehemmiyetle üzerinde durmalıdır.

«Kemâlât-ı ferdiyeyi câmi bulunan (yani ilim, amel, ihlâs, hakîkat, mârifet ve güzel ahlâk bakımından ferdî bütün olgunluklara sahip olan) Kutb-i irşâd, cidden azîzü’l-vücuddur, pek muhterem bir zattır.

“… Bu cevherin (çok kıymetli ve muhterem zâtın) misli-benzeri, uzun zamanlar ve birçok asırlardan sonra zuhûr eder, ortaya çıkar. Onun nûrunun zuhûru, zulmanî âlemi (karanlıklar içerisindeki âlemi) tenvîr eder, aydınlatır. Hidâyetinin nûru ve irşâdı bütün âleme şâmildir, hepsini kuşatır. Muhît-i Arş’tan merkez-i ferşe kadar (Arş-ı a’lâ’dan yeryüzünün merkezine kadar) kime rüşd, hidâyet, îman ve mârifet hâsıl olursa, ancak onun tarîkıyla/kanalıyla hâsıl olur, bunlar ondan alınır. Bu devlet, onun tavassutu/aracılığı olmaksızın, kimseye müyesser olmaz, kolay elde edilemez. Onun nûru, bütün âlemi bahr-i muhît (büyük bir okyanus) gibi ihâta etmiş, kuşatmıştır. Ve bu deryâ, sanki donmuş gibidir, aslâ hareket etmez.

«Bir tâlip ona ihlâsla teveccüh eder/yönelir, veya o bir tâlibe teveccühte bulunursa; teveccüh vaktinde, tâlibin kalbine sanki bir pencere açılır. Ve bu yolla bu deryâdan, teveccühü ve ihlâsı kadar, kana kana istifade eder.

«Kezâ, kim Allâh’ı zikre teveccüh eder (yönelir); ve fakat, –asla inkâr ettiği için değil de bilmediği için– o kutba teveccüh etmezse, bu istifade ona da hâsıl olur. Lâkin, ona teveccüh etmesi sûretinde daha ziyade olur. Ama kim onu inkâr eder veya o kutub ondan rahatsız olursa, Allâh’ı zikirle meşgul olsa bile, rüşd ve hidâyetin hakîkatinden mahrum olur. Bu inkâr ve eziyeti, feyz yoluna set olur… Bu Kutb-i azîmüşşân (şânı çok yüce olan kutub); ona faydalı olmamaya, onun faydalanmasına mâni olmaya ve zararına niyet etmemiş olsa dahi, onda hidâyetin hakîkati yoktur… Belki onda, irşâdın sadece sûreti vardır. Mânâdan boş olan sûretin ise, faydası azdır. Bu kutba ihlâsla muhabbeti onlarlar, Allâh’ı zikirden ve anlatılan teveccühten boş olsalar bile, sadece bu samîmi muhabbetleri vâsıtasiyle, onlara rüşd ve hidâyet nûru ulaşır…

«Şiir meali: “Kulak verenlere defalarca seslendim, anlattım / Zekî olanlara bu kadarı yeter; bununla iktifâ ediyorum.»
***

Yazıya, yüce kutbun hususiyetlerinden birini anlatan bir kıssa ile nihayet vermek istiyorum.
Nakşî yolu müceddidîn kolunun 5’inci halkası Ebû Yezîd-i Tayfûri’l-Bestâmî kuddise sırruh (H. 188/M. 803–H. 261/M. 874) devrinde, âbit-zâhit, ârif-fâzıl, keramet ve keşif sahibi pekçok veli yaşıyordu. Bununla beraber “asrın kutbu” ümmî bir demirciydi. Bunu bilen Bâyezid hazretleri onu ziyarete gitti.

Demirci her zamanki gibi örsün başında demir dövüyordu. Bâyezid hazretleri selâm verdi. Demirci selâmını büyük bir sevinçle aldı, ellerine sarıldı ve ondan dua istedi. Bâyezid hazretleri tebessüm ederek:

- Asıl ben sizin duanıza muhtacım. Ellerinizden öpeyim de siz bana dua buyurun, dedi.

- Ben kim, sizin gibi bir âlime dua kim, diye cevap verdi demirci şakınlıkla… Hem ben size dua etsem de benim içimdeki dert hafiflemeyecek.

- Sizin derdiniz nedir? Söylerseniz belki bir çare bulunur.

Demirci hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Göz Yaşları arasında:

- Yarın kıyamet gününde insanların hâli ne olacak? Sürekli bunu düşünmekten, buna yanmaktan kendimi alamıyorum, dedi.

Bu sözleri duyunca Bâyezid-i Bestami hazretleri de ağlamaya başladı. O anda hâtıftan bir ses duydu: “Ey Bâyezid! Bu demirci ‘nefsim!’ diyenlerden değil, ‘ümmetim!’ diyenlerdendir” deniliyordu. Böylece Kutubluk makamının niçin böyle bir zata verildiğini anlamış oluyordu.

- Ey kardeşim, dedi, insanlar azap çekerse bundan sana ne?

- Ey üstâz! Cehennemliklerin bütün azabını bana verseler ve onları bağışlasalar ben derdimden kurtulur, saadete ererim.
***
Evet bu gibi zatlar, “ümmetim, ümmetim!..” diyen iki cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) gibi insanlığın hidayetine kilitlenmiş er kişilerdir. Onlar Sevgili Peygamberimizin zâhir ve bâtınına hakkıyla ve kemâliyle vâristirler. Mevlam şefaatlerinden mahrum bırakmasın.


DİPNOTLAR
(1) Tehânevi, Muhammed b. Ali, Keşşâf-ı Istılât-ı Fünûn, Hind, 1862, İst., 1318, 2, 1268; İbn Arabi, Füsûs, 39; Kâşâni, Abdurrezzak, Istılâhâtu’s-Sûfiyye, Kahire, 1981.
(2) Tasavvuf ıstılahında “imâmân” denilen bu iki zattan biri kutbun sağında, diğeri solunda bulunur. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine bakar. Soldakinin rütbesi daha yüksek olduğu için, kutbun halifesi de odur. (Kâşânî, Abdurrezzak, a.g.e.)
(3) Ricâlullah, Ricâlü’l-gayb: Recül kelime olarak adam, merd ve kişi manasınadır. Tasavvuf dilinde ise, ister erkek ister kadın olsun, Hakk’ın dostluğunu kazanmış, ruhen yücelmiş kâmil ve faziletli kişi demektir. Bu manada kadın veliler de bu tabirin içinde yer alırlar. Ricâlullah, Ricâlü’l-gayb; ehlullah, evliyaullah, Allâh adamları, Hak erenler, gayb erenler anlamındadır. (Mu’cemü’s-Sûfiyye, Beyrut, 1981; Bursevi, İsmail Hakkı, Faslu’l-Hitâb, 399, 346)
(4) el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbâni, İstanbul, 1963, 1, 260.


Kaynak>>
« Son Düzenleme: 24 Mayıs 2008, 01:05:30 Gönderen: mystic »
Âlimleri irfan sahib eden, üç harf ile beş noktadır.(عشقْ)
Mü'minleri duhûlü cennet eyleyen, beş harf ile üç noktadır. (ايمان)

www.ayasofya.org

Çevrimdışı talibülilm74

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 5
Ynt: Kutub ve Kutublar
« Yanıtla #3 : 24 Mayıs 2008, 00:39:50 »
Allah     razi olsuun......

Çevrimdışı tk1978

  • IZLEMCI
  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 455
Ynt: Kutub ve Kutublar
« Yanıtla #4 : 16 Nisan 2012, 02:15:12 »


Tasavvufta Kutub, Kutbü'l-Aktab, Kutb-i İrşâd...


Yazar: Halis ECE



Kutub, lûgatte medâr yani değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir anlamınadır.

Kutub’la alâkalı olarak İslâmî/tasavvufî kaynaklarda şu bilgilere rastlamaktayız:

Kutub; en büyük velî, her zaman âlemde Allâh’ın nazar kıldığı tek kişi.
Kutub, bir tarîkatın en büyüğü, âlemde Allâh’ın irâdesini temsil eden evliyâullâh’ın, rütbe ve derece bakımından en yüksek olanı, Allâh adına kâinatta tasarruf eden velî…

Kısacası kutub, Hâtemü’l-enbiyâ, Resûl-i kibriyâ Efendimizin (s.a.v.) vârisidir; “vâris-i resûl”.

Kutub âlemin ruhu, âlem de onun bedeni gibidir.

Her şey kutbun çevresinde ve onun sayesinde hareket eder, her şeyi o idare eder.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) zâhir ve bâtınana tamamiyle ve kemaliyle vâris olan kutba kutbu’l-aktâb (kutubların kutbu), kutbu’l-irşâd (rehber/kılavuz kutub)veya kutbu’l-ekber (en büyük kutub) denir. Her üç tabir de insanları-cinleri irşad ve onların hidâyete ermelerine kılavuzluk etmekle vazifeli velî kişi (Allâh dostu) manasınadır. Bu velînin yeryüzünden Arş’a kadar her şeyde tasarrufu vardır.(1)  

Kutbun yanında (sağ ve solunda) bulunan iki zâta “İmâmân (iki imamlar)”(2) , bunların mânevî meclisine “Dîvân-ı Sâlihîn (salihler meclisi)”, bu velîler topluluğuna “ricâlullah (Allâh adamları)” veya “ricâlü’l-gayb (gayb erenler)”(3) denilir. Kutub, bu meclisin başında yer alır.

Her hafta uygun görülen bir gecede “Dîvan-ı Sâlihîn” kurulur. Eğer dîvanı Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) teşrîf ederse, meclisin reisi O’dur. Teşrîf etmezlerse, vâris-i resûl olan zât yani kutub bu meclise başkanlık eder… Ve ahvâl-i âleme (dünyanın durumuna) ait kararlar alınır, hükümler verilir. Meydana gelen hâdiselerin/olayların çoğu burada alınan hükümlere/kararlara bağlıdır.

İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (k.s.) hazretleri, yazdıkları bir mektupta, bu mevzuda bizlere şu bilgileri vermektedir(4):

«Kutb-i irşâd ile alâkalı mârifeti, Mebde’ ve Maad Risâlesi'nin 'ifade ve istifâde' (faydalı olma ve faydalanma) bâbında yazmıştım. Lâkin onun, bu makamla münâsebeti olduğu ve burada da anlatılması faydalı olacağı için, bu mektupta da yer vermek münasip oldu. Binâenaleyh dikkat etmeli, ehemmiyetle üzerinde durmalıdır.

«Kemâlât-ı ferdiyeyi câmi bulunan (yani ilim, amel, ihlâs, hakîkat, mârifet ve güzel ahlâk bakımından ferdî bütün olgunluklara sahip olan) Kutb-i irşâd, cidden azîzü’l-vücuddur, pek muhterem bir zattır.

“… Bu cevherin (çok kıymetli ve muhterem zâtın) misli-benzeri, uzun zamanlar ve birçok asırlardan sonra zuhûr eder, ortaya çıkar. Onun nûrunun zuhûru, zulmanî âlemi (karanlıklar içerisindeki âlemi) tenvîr eder, aydınlatır. Hidâyetinin nûru ve irşâdı bütün âleme şâmildir, hepsini kuşatır. Muhît-i Arş’tan merkez-i ferşe kadar (Arş-ı a’lâ’dan yeryüzünün merkezine kadar) kime rüşd, hidâyet, îman ve mârifet hâsıl olursa, ancak onun tarîkıyla/kanalıyla hâsıl olur, bunlar ondan alınır. Bu devlet, onun tavassutu/aracılığı olmaksızın, kimseye müyesser olmaz, kolay elde edilemez. Onun nûru, bütün âlemi bahr-i muhît (büyük bir okyanus) gibi ihâta etmiş, kuşatmıştır. Ve bu deryâ, sanki donmuş gibidir, aslâ hareket etmez.

«Bir tâlip ona ihlâsla teveccüh eder/yönelir, veya o bir tâlibe teveccühte bulunursa; teveccüh vaktinde, tâlibin kalbine sanki bir pencere açılır. Ve bu yolla bu deryâdan, teveccühü ve ihlâsı kadar, kana kana istifade eder.

«Kezâ, kim Allâh’ı zikre teveccüh eder (yönelir); ve fakat, –asla inkâr ettiği için değil de bilmediği için– o kutba teveccüh etmezse, bu istifade ona da hâsıl olur. Lâkin, ona teveccüh etmesi sûretinde daha ziyade olur. Ama kim onu inkâr eder veya o kutub ondan rahatsız olursa, Allâh’ı zikirle meşgul olsa bile, rüşd ve hidâyetin hakîkatinden mahrum olur. Bu inkâr ve eziyeti, feyz yoluna set olur… Bu Kutb-i azîmüşşân (şânı çok yüce olan kutub); ona faydalı olmamaya, onun faydalanmasına mâni olmaya ve zararına niyet etmemiş olsa dahi, onda hidâyetin hakîkati yoktur… Belki onda, irşâdın sadece sûreti vardır. Mânâdan boş olan sûretin ise, faydası azdır. Bu kutba ihlâsla muhabbeti onlarlar, Allâh’ı zikirden ve anlatılan teveccühten boş olsalar bile, sadece bu samîmi muhabbetleri vâsıtasiyle, onlara rüşd ve hidâyet nûru ulaşır…

«Şiir meali: “Kulak verenlere defalarca seslendim, anlattım / Zekî olanlara bu kadarı yeter; bununla iktifâ ediyorum.»
***

Yazıya, yüce kutbun hususiyetlerinden birini anlatan bir kıssa ile nihayet vermek istiyorum.
Nakşî yolu müceddidîn kolunun 5’inci halkası Ebû Yezîd-i Tayfûri’l-Bestâmî kuddise sırruh (H. 188/M. 803–H. 261/M. 874) devrinde, âbit-zâhit, ârif-fâzıl, keramet ve keşif sahibi pekçok veli yaşıyordu. Bununla beraber “asrın kutbu” ümmî bir demirciydi. Bunu bilen Bâyezid hazretleri onu ziyarete gitti.

Demirci her zamanki gibi örsün başında demir dövüyordu. Bâyezid hazretleri selâm verdi. Demirci selâmını büyük bir sevinçle aldı, ellerine sarıldı ve ondan dua istedi. Bâyezid hazretleri tebessüm ederek:

- Asıl ben sizin duanıza muhtacım. Ellerinizden öpeyim de siz bana dua buyurun, dedi.

- Ben kim, sizin gibi bir âlime dua kim, diye cevap verdi demirci şakınlıkla… Hem ben size dua etsem de benim içimdeki dert hafiflemeyecek.

- Sizin derdiniz nedir? Söylerseniz belki bir çare bulunur.

Demirci hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Göz Yaşları arasında:

- Yarın kıyamet gününde insanların hâli ne olacak? Sürekli bunu düşünmekten, buna yanmaktan kendimi alamıyorum, dedi.

Bu sözleri duyunca Bâyezid-i Bestami hazretleri de ağlamaya başladı. O anda hâtıftan bir ses duydu: “Ey Bâyezid! Bu demirci ‘nefsim!’ diyenlerden değil, ‘ümmetim!’ diyenlerdendir” deniliyordu. Böylece Kutubluk makamının niçin böyle bir zata verildiğini anlamış oluyordu.

- Ey kardeşim, dedi, insanlar azap çekerse bundan sana ne?

- Ey üstâz! Cehennemliklerin bütün azabını bana verseler ve onları bağışlasalar ben derdimden kurtulur, saadete ererim.
***
Evet bu gibi zatlar, “ümmetim, ümmetim!..” diyen iki cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) gibi insanlığın hidayetine kilitlenmiş er kişilerdir. Onlar Sevgili Peygamberimizin zâhir ve bâtınına hakkıyla ve kemâliyle vâristirler. Mevlam şefaatlerinden mahrum bırakmasın.


DİPNOTLAR
(1) Tehânevi, Muhammed b. Ali, Keşşâf-ı Istılât-ı Fünûn, Hind, 1862, İst., 1318, 2, 1268; İbn Arabi, Füsûs, 39; Kâşâni, Abdurrezzak, Istılâhâtu’s-Sûfiyye, Kahire, 1981.
(2) Tasavvuf ıstılahında “imâmân” denilen bu iki zattan biri kutbun sağında, diğeri solunda bulunur. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine bakar. Soldakinin rütbesi daha yüksek olduğu için, kutbun halifesi de odur. (Kâşânî, Abdurrezzak, a.g.e.)
(3) Ricâlullah, Ricâlü’l-gayb: Recül kelime olarak adam, merd ve kişi manasınadır. Tasavvuf dilinde ise, ister erkek ister kadın olsun, Hakk’ın dostluğunu kazanmış, ruhen yücelmiş kâmil ve faziletli kişi demektir. Bu manada kadın veliler de bu tabirin içinde yer alırlar. Ricâlullah, Ricâlü’l-gayb; ehlullah, evliyaullah, Allâh adamları, Hak erenler, gayb erenler anlamındadır. (Mu’cemü’s-Sûfiyye, Beyrut, 1981; Bursevi, İsmail Hakkı, Faslu’l-Hitâb, 399, 346)
(4) el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbâni, İstanbul, 1963, 1, 260.


Kaynak>>

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Kutub ve Kutublar
« Yanıtla #5 : 16 Nisan 2012, 11:40:05 »
Kutb'ül-Aktab(Kutuplar kutbu..), Gavs-ü Azam(En büyük gavs..), Kutb-ü Ulâ(İlk kutup..) ve Diğer Kutublar


Kutb'ül-Aktab(Kutuplar kutbu..)

Üstün hizmet sayılan kutuplar kutbu olma görevi, Allah tarafından her asırda tek değerli zata verilir. Tek kişiye havale edilir, tek kişiye bı­rakılır. Bundan sonra o, Yüce Sübhanın lütfü ile, o kimse, Allah'ın halifesi olur.
İki cihanın yönetimi bizzat kendisine ihsan edilir; onları dilediği gibi yönetir.


Gavs-ü Azam(En büyük gavs..)

Bu değerli zat, kutuplar kutbunun emrindedir. Bu zat da, her ne kadar muktedir, yönetme yetkisinde güçlü olsa da; destur almadan, ne dil oynatabilir, ne de bir şeye el atabilir. İzin­siz karışmaz.


Kutb-ü Ulâ(İlk kutup..)
Diğer kutupların ilki demektir.

Üçler
Buraya kadar anlatılan zatlar, halk arasında "üçler.." diye anlatılan değerli zatlardır. Yani İlki kutuplar kutbu, ikincisi en büyük gavs, üçüncüsü de ilk kutuptur.

Diğer kutuplar

Yediler, kırklar..
Bunların da her biri kutub olup ancak, Allah'ın ihsanı ile kutuplar kutbuna hizmetçi olmuşlardır. Bun­ların her biri, haline göre bir yere memur edilmiştir.
Meselâ:
İlk kutup Bağdad, Şam, Halep beldelerde tasarruf ederler. Diğer kutuplar da, hal­lerine göre birer ikişer yerlerde tasarruf eder.. Oraları yönetirler. Hatta, kâfirlerin ülkelerini dahi yönetirler. Ancak, bunların tasarrufu, yöne­mi kutuplar kutbunun emri ile olmaktadır. Zira, kutuplar kutbunun ta­sarrufu dışında kalan iki cihan içinde hiç bir şey yoktur. Bütün eşyayı, bütün ehlüllahı kuşatmıştır. İki cihanda iyi kötü her ne olursa, onun bilmesi, dilemesi, kalbinin hareket etmesi ile olur; o anlarda, memur­ları gereken ne ise onu yaparlar.

Kutuplar tasarruf ederken:
"Her biri, yönetmeye memur oldukları yerde dururlar ve öyle ta­sarruf ederler." gibi bir mana anlaşılmamalıdır. Zira, durum aslında böyle değildir. Kendisi İstanbul'da olabilir; görevi de Hindistan'dadır. O anda, Hin­distan'daki görevini yerine getirir. Onlara göre, uzak yakın aynıdır.

Yüzler, Üç Yüzler, Yedi Yüzler, Binler
Bunlar da, Allah tarafından kutuplar kutbunun ve diğer kutupla­rın hizmetlerini görmeye memurlardır.

Üç Binler, Beş Binler, Yedi Binler, On Binler
Bunların kâmil ve mükemmili olsa dahi, yönetim işlerine karışmaz.

Bu anlatılanlarla beraber, her bir asırda, bir rivayete göre "Yüz yirmi dört bin tane" Allah'ın velîsi vardır.
Kıyamet gününe kadar, bu mevcudlar hiç eksik olmaz.

Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)