“Allah Teâlâ, nimetlerin ihsân edicisidir. Nimetlere nâil olanın, onları verene şükretmesi gerekir. İbâdet de, Allâh’ın nimetlerine karşı bir şükürdür.”
(Şah Veliyyullâhi’d-Dehlevî k.s., Huccetullâhi’l-Bâliğa, 1/143)
Bir başka ifadeyle; ibâdet, insanın gerek en güzel bir biçimde yaratılmış bulunmasından ve gerek hiçbir emek ve hakkı geçmeden en kıymetli ve en hassas iç ve dış uzuvlara nâil olmasından dolayı Hâlik’ına (Yaratan’ına) bir şükürdür. Nimete şükür ise, aklen ve şer‘an farzdır. Nasıl farz olmasın ki; insan, gördüğü en küçük bir iyiliği bile, karşılıksız, teşekkürsüz bırakmak istemez.
Hadîs-i şerifte,
“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allâh’a da şükretmez”
(Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 65) buyurulmuştur.
Başta peygamberler (aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât ve alâ Nebiyyinâ hâssa) olmak üzere, bütün insanlar ve cinler, Allâh’a kulluk ve ibâdet için yaratılmışlardır. (S. Zâriyât, 56) Her ümmete de, “Allâh’a ibâdet ediniz...”
(S. Ahzâb, 56)
diye teblîğâtta bulunan bir peygamber gönderilmiştir. İnsanların, Allâh’a ibâdetleri olmasa, Allah katında ne değerleri kalır? (S. Furkân, 77)
Binâenaleyh, ibâdetten müstesnâ kılınan, muaf tutulan hiç bir kul yoktur. Hatta Allah Teâlâ’nın ve meleklerin, kendisine salât ettikleri (S. Ahzâb, 56) en sevgili kulu olan Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz de, “Sana ölüm gelinceye kadar Rabb’ine ibâdet et” (S. Hıcr, 99) emrine muhâtap olmuştur. Mübârek rûhunu, Rabb’ine teslim ettiği güne kadar da farz ve nâfile ibâdetlerini aşk ve şevk ile edâ ve îfadan geri kalmamıştır.