DİNİ KATEGORİLER > KUR'AN-I KERİM VE SÜNNET-İ SENİYYE

Meallerle Münasebetimiz Nasıl Olmalı?

(1/5) > >>

Fatihan:
Bu yazıyı özellikle "herkes meal okumamalı, her meal okunmamalı, meal okunurken bazı hususlara dikkat edilmeli" dediğimiz zaman, bizi Allah'ın kitabını okumayı yasaklamakla suçlayan ve bizi direk cehennemlik yapan bazı taassub sahibi insanların dikkatine sunuyoruz.(Fatihan)

***
Her alanda yeni fikirlerin, yeni yaklaşımların ortaya çıktığı, kitle iletişim araçlarıyla sesini duyurduğu ve taraftar topladığı bir çağda yaşıyoruz. Bunlar arasında ufuk açan, hayatı zenginleştiren pek çok fikir var elbette. Fakat din söz konusu olduğunda durup, ciddi şekilde düşünmek gerekiyor.

Düşünmek gerekiyor, çünkü din göndereni tarafından tamamlanmış, doğru anlayış ve uygulamanın sınırları net olarak belirlenmiştir. Bu çerçevenin dışında kalan her tür yaklaşım “bid’at” olarak isimlendirilmiştir.

Bugün özellikle hadis, fıkıh, tefsir gibi İslâmî ilim külliyatını göz ardı eden, önemsizleştiren ve anlayış ve uygulamada doğrudan Kur’an-ı Kerim’e dönmeyi öneren düşünce dikkatli değerlendirilmeli, dayanakları ve sonuçları bakımından sorgulanmalıdır.

Son zamanlarda şu sözleri ne çok duyuyoruz: “Kur’an İslâm’ına dönüş”, “Kur’an’ı doğru anlamak” ya da “Müslümanı Kur’an’la buluşturmak”, “İslâm’ı hurafelerden temizlemek”.  

Bu sözler televizyonlarda, gazetelerde, internette medya diliyle çok sık kullanılıyor. Yeni, farklı bir yaklaşımı haber veren bu ifadeler ilk bakışta kulağa hoş geliyor. Herhangi bir mümin, kendisini Mukaddes Kitabıyla buluşturmayı vaat eden bu söylemlere neden itiraz etsin?

Fakat bir adım sonra, Kur’an’la buluşma başlığı altında “asırlardır dinimizin ana esasları arasına karışmış hurafelerin varlığını” duymaya başlıyoruz. Meğer bizim bugüne kadar bel bağladığımız akaid, tefsir, fıkıh gibi ilimler Mukaddes Kitabımızla bizim aramıza giriyormuş. Hurafe diye yatıra çaput bağlamak, türbeye mum dikmek gibi uygulamaları biliyorduk. Oysa akaid ve fıkıh kitapları gibi kaynaklarımızda ne hurafeler varmış. Dinimizin asıl bu hurafelerden temizlenmesi gerekiyormuş.

İşte böyle bir temizlik harekâtıyla hakiki müslüman olup, ümmet olarak yaşadığımız sefaletten kurtulabilmek için de “Kur’an İslâmı”ına dönüş yapmamız öneriliyor. Söyleme göre bunun için fazla uğraşmaya gerek yok. Bir Kur’an meali alarak herkesin kendi kendine bunu yapabileceği öne sürülüyor.

Bu tür söylemler, düz mantığa hitap eden, ilk bakışta akla uygun gelen bir yönü olduğu için bir dereceye kadar kolay kabul görebiliyor.

Dinde modernlik dalgası

Avrupa’da zihinleri Kilise’nin bağından kopartan “Aydınlanma Çağı” ile başladı modernleşme dediğimiz süreç. Kilise babalarının yasakçılığına aldırmadan yenilikçi ve daima hür fikirden yana olmak olarak açıklayabileceğimiz bu durum, dinî sahaya taşındığında, dinde de yenilik taraftarı olmak şeklinde kendini gösterdi. Dinî anlayış da çağın gerekleri göz önüne alınarak yeniden şekillendirilmeliydi.

Görüldüğü gibi dinde modernleşme, dini reforma tabi tutma konusunun bizimle, İslâm’la bir alakası yok. Ortaçağ karanlığında nefessiz kalan Hıristiyan dünyasının bir çıkış çabası. Fakat 19. asrın sonlarından itibaren, İslâm dünyası Batı karşısında büyük bir siyasi ve ekononomik krize düşünce, bu söylemi bize de taşındı.  

Buna göre, müslümanlar içinde bulunduğu yenilmişlikten kurtulmak için dinde bir tecdit/yenileme ve ıslah çalışması yapılmalıdır. Bu ıslah ve tecdit çabasına ilk olarak Hindistan ve Mısır’da rastlanılır. İlk İslâm modernistleri olarak isimlendirilen ve bu gruba dahil olanlar, Kur’an’ı akla, çağın bilimsel verilerine ve sebep-sonuç ilişkisine göre açıklama ve anlama gayreti içine girerler. Bu sebeple yeni tefsirler yazarlar, birçok ayeti yeniden yorumlarlar. Müslümana karşı adeta yeni bir İslâm propaganda etme çabasına girişirler.

Burada dikkat çekici bir hususa değinmekte yarar var: Bu gayretlerin ortaya çıktığı her iki bölge de o dönemde İngiliz hâkimiyetinde idi. Bu garip tesadüf, bu hareketin öncesinde ve sonrasında, bu tarz akımlarda genellikle karşımıza çıkar.

Bahsettiğimiz bu tecdit/ıslah anlayışının en belirgin özelliklerinden birisi, şimdiye kadar Kur’an’ın yanlış anlaşıldığı fikridir. Buna göre “geleneksel yorumlar” terk edilerek Kur’an’ı yeniden anlama gayreti içerisine girilmeli, yeniden yorumlanmalıdır.

Hareketin ikinci temel özelliği ise hadislerin çok önemli bir bölümünü ve mucizeleri reddetme fikridir. Bu fikir çerçevesinde yazılmış siyer kitaplarında Allah Rasulü s.a.v.’in mucizeleri yer almaz.

Tecdit/ıslah yanlıları kendilerince müslümanları modern dünya ile, bugünkü “gelişmiş” uygarlık ve bilimle buluşturma çabası içindedirler. Onlara göre müslümanlar geri kalmışlıktan kurtulmak için evvela mevcut İslâm anlayışını ve İslâmî hayat modelini sorgulamalıdır.

Fakat daha baştan bu düşüncenin önemli bir açmazı olduğunu görmek gerekir. Müslüman toplumların Batı’ya göre geri oluşları dünyevî alanda değil midir? Yani siyasi, askeri, teknolojik ve ekonomik gerilik... Burada dinin anlaşılmasında eksiklik ya da yanlışlık arayışı, pekâlâ yenilmişlik psikolojisinden doğan bir kimlik krizi olarak yorumlanabilir. Çünkü İslâm’ı anlama ve yorumlama yanlışlığı bu meselenin tamamen dışındadır. Zira  müslümanlar, aynı İslâm anlayışıyla uzun çağlar boyunca yeryüzünün hakim medeniyetine hayat verdiler. İslâm dünyasının içine düştüğü siyasi, ekonomik, askeri krizle İslâm telakkisinin gerçekte bir ilgisi yok.

Fatihan:
Meal okuma modası
Söz konusu dinde yenilik çabaları günümüzde de farklı görünümlerle devam etmekte. Fakat bu çabalar genellikle doğrudan, adı konularak değil, çeşitli kamuflajlar altında yapılmakta. Öyle görünüyor ki bu ciddi bir “yeniden yapılandırma” projesidir. En gözde yöntemi ise meal okumaya teşvik etmek.

Herkesi meal okumaya yönlendiren, böylece Yüce Kitabımız’ın herkes tarafından anlaşılacağını öne süren yaklaşım, bir adım sonra, “Kur’an’dan başka kaynak yoktur, Kur’an tek başına yeterlidir. Dini anlamada ve dinî hayatı şekillendirmede meal okumak yeterlidir.” tezini öne sürüyor. İşte asıl tehlike de burada ortaya çıkıyor. Çünkü bu anlayış, Kur’an-ı Kerim’in açıklayıcısı ve uygulayıcısı olan Peygamber Efendimiz s.a.v.’i devre dışı bırakmaya kadar gidiyor. Böylece İslâm köklü bir müdahaleye maruz kalıyor. Okuyucu kendi anlayış ve aklına göre bir “İslâm” inşa etmiş oluyor.

Meali merkeze koyan anlayış, “Kur’an’ı anlamaya doğru”, “Kur’an uyarıyor”, “Kur’an’ın temel kavramları, buyrukları” gibi şık başlıklar altında dile getiriliyor. Çağlar boyunca alimlerimizin yine Kur’an ve Sünnet’e dayanarak çıkardığı hükümler için “Bu Kur’an’da yok!” hükmü veriliyor. Mesela bir dönem TV’lerde sıkça izlediğimiz başörtü tartışmalarında kimi çevrelerin temel tezi buydu.

Yine Allah Rasulü s.a.v.’in görüş birliği ile “sahih” kabul edilen hadis kitaplarında yer alan sözlerine şüpheyle yaklaşılıyor. Pek çok dinî hükme kaynaklık eden sahih hadis-i şerifler uydurma diye yok sayılıyor. Yine dinî hükümde asla göz ardı edilemeyecek bir kaynak olan Sahabiler, onlardan sonraki nesil olan Tâbiîn, mezhep imamları, alimler devreden çıkartılıyor. Mesele bu noktaya geldiğinde anlıyoruz ki, asırlar içinden süzülerek gelmiş Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışı yok sayılıyor. Kısaca, dinimize müdahale söz konusu.

Fatihan:
Peygambersiz Kur’an arayışı

Bu söylem karşısında öncelikle Hz. Peygambersiz Kur’an-ı Kerim olmayacağını, olamayacağını bilmemiz gerekir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak isimlendirilen hak yolun en temel özelliği bu konudaki hassasiyettir.

“Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.” (Nahl, 64)

“Sana da o zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (Nahl, 44)

Bu ve benzeri ayet-i kerimelerden de anlaşıldığı gibi, Kur’an-ı Kerim’in açıklayıcısı Allah Rasulü s.a.v.’dir. Allah Tealâ, Yüce Kitabımız’ı indiriliş amacına göre açıklama görevini Efendimiz’e vermiştir. Eğer O’nun bu vazifesi olmasaydı İslâm’ın birçok kesin hükmü anlamsız kalır, ayetlerin doğru anlaşılması imkansızlaşırdı. En başta İslâm’ın ibadet sistemi çökerdi. Çünkü Kur’an; namaz, oruç, zekât ve hac ibadetlerinin yerine getirilmesinin zorunlu olduğunu bildirir. Fakat bu temel ibadetlerin nasıl, ne zaman, ne şekilde yapılacağının açıklamasını Hz. Peygamber s.a.v.’e bırakır.

Allah Rasulü s.a.v., Kur’an’ı açıklarken de ilâhi kontrol altındadır. Necm suresinin 3. ve 4. ayetlerinde açıkça ifade buyrulmuştur: “O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. Konuştuğu, kendisine vahyedilenden başka bir şey değil.”

Bu ayet aynı zamanda, Allah Rasulü’nün sadece Kur’an’ı açıklama hususunda değil, bütün konuştukları, yaptıkları, emredip yasakladıklarıyla da ilâhi yönlendirme ile hareket ettiğini gösterir. İşte Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışı Allah Rasulü s.a.v.’in yolunu bütün yönleriyle takip etmekle şekillenmiştir.

Öyleyse Peygamber’i devre dışı bırakan, rolünü küçülten, önemsizleştiren bir Kur’an ve din anlayışı düşünülemez. Hadis-i şerifler olmadan İslâm’ı anlamak mümkün değildir. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in yolunda yürüyen Sahabiler, Tabiîn, mezhep imamları, İslâm âlimleri de bu noktadan hareketle önem kazanır. Onlar olmadan, onların açıklamaları, onlar kâle alınmadan, sadece yüzeysel bilgi ile Kur’an’ı anlayıp yorumlamaya çalışmak, kesinlikle yanlıştır.

Fatihan:
Yazara göre meal görüşe göre anlam
Baştan beri çizdiğimiz çerçeve dikkate alındığında, günümüzde iyice yaygınlaşan meal konusu, kendi içinde büyük problemler barındırıyor. Herhangi bir dilde yazılmış bir cümleyi başka bir dile aktarmak, özünü vermek mümkündür. Fakat baştan aşağı edebî bir mucize olan Kur’an için bu geçerli değildir.

Kur’an’ı nazil olduğu halden, ayetlerin iniş sebeplerinden, başka ayetlerle irtibatından, Rasulullah Efendimizin uygulama ve açıklamalarından ayrı düşünürek anlamaya ve açıklamaya çalışmak daha baştan son derece yanlış bir adımdır. Oysa meali yeterli gören anlayış, bir ayetin mealini, doğrudan o ayetin tam anlamı olarak kabul eder.

Ebubekir Sifil, “Muradullah mı, Meal Yazarının Kanaati mi?” (Rıhle dergisi, Sayı 4) adlı yazısında meseleyi derinlemesine ele alıyor. Sifil, herhangi bir dile tercüme edilen ve Kur’an’ın daha kolay anlaşılması için yapılan bu çalışmanın, bu amaca hizmet etmesinin mümkün olmayacağını ve bunun birçok yanlışı da beraberinde getirdiğini belirtiyor. Makalede özetle şöyle deniliyor:

“Meselenin bir de meal yazarına göre ifade ve anlam değişikliği boyutu var ki, çok önemli bir sorun da burada ortaya çıkıyor. Mealden meale anlamlar tamamen değişebiliyor ve okuyan üzerinde farklı tesirler uyandırıyor. Falan kişinin meali okunduğunda başka, filan kişinin meali okunduğunda ise çok daha başka anlamlar ortaya çıkıyor. Bir çeşit ideolojik meal yazarlığı olarak kendini gösteren bu durum, ne yazık ki, aslında Kur’an’ı açıklamaktan ve anlatmaktan ziyade, yazarın kendi maksat ve kanaatini söylemeye ve Kur’an’a söyletmeye kadar varabiliyor.

Bunun dışında bazı kelimelerin meal yazarının görüşüne göre tercüme edildiği ve asıl mananın bütünüyle yok olup gittiği de oluyor: Mesela kader inancıyla problemi olan bir meal yazarının, ayette geçen ‘kader’ kelimesini ‘ölçü’ şekilde tercüme etmesi ve ‘kader ölçü’dür; kadere iman Allah’ın hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmamış olduğuna imandır’ diyebilmesi, konuya dair çarpıcı bir örnektir.

Yine Allah’ın dilediğine şefaat izni vereceğini bildiren ayetleri, Allah Rasulü s.a.v.’in hadis-i şeriflerindeki açıklamalara bakmadan yorumlayıp, ‘şefaat edecek olanlar meleklerdir’ diye anlam çıkaran meal yazarı da hata yapmaktadır. Tehlikeli olan, bu tür hataları meal okurunun fark edemeyecek olmasıdır.”

Burada, “Tefsirlerde de farklı görüşlerden kaynaklanan yorum farkları var. Bunları nasıl değerlendirmeliyiz?” diye sorulabilir. Müfessirlerin farklı yorumları, onların kendi akıllarınca yorum yapmalarından değildir. Usulle ilgili farklılıklardan kaynaklanır. Dinî ilimlerde kişisel yorum farklılığı ile usul farklılığı konusu erbabınca bilinen teknik bir meseledir. Burada şu kadarını söyleyelim: Tamamen kişisel görüşe dayalı tefsir (rey tefsiri), isabetli bile olsa reddedilmiştir. Usul’e uygun tefsir yapan alim ise, isabet edemese bile sevapla mükafatlanır.

Fatihan:
Mukaddes Kitabımızla irtibatımız konusunda Ehl-i Sünnet alimlerinin ittifakla kabul ettiği yol baştan aşağı, saygı, edep, haddini bilme esasına bağlıdır.

Mümin, Kur’an-ı Kerim’i çok okumalı, Allah kelamıyla kalbini ve hayatını feyzlendirip bereketlendirmelidir.

Kur’an-ı Kerim’i anlamını bilerek ya da bilmeyerek okumak,  dokunmak, hatta yüzüne bakmak ibadettir. Bunların hepsi Cenab-ı Hak’la irtibattır. İbret için, maneviyatının güçlenmesi için okumak yerine kendi aklınca hüküm çıkarma çabası ise bâtıldır, reddedilmiştir.


İslâm ümmeti, her biri aynı zamanda bir maneviyat yıldızı olan alimlerimizce kılı kırk yaran bir titizlikle Allah Kelamından, Sünnet-i Seniyye’den ve usule göre diğer diğer kaynaklardan süzdüğü hükümlere göre imanını ve yaşantısını tanzim etmiştir. Şimdi bu noktada “Dinimizi anlamak ve yaşamak için tek başına Kur’an yeter!” demek ne anlama gelebilir? Alimlerimizden bize miras olan anlayış ve yaşantı ne bakımdan yetersiz ya da yanlıştır? Bütün bunları Kur’an’dan kendimizin çıkartabileceğimizi iddia edenler bir yoldan kopartırken nereye sevk etmeye çalışıyor olabilirler?

Sıradan müslümanlar olarak meal okuyarak imanımızı ve yaşantımızı düzenlememiz gerektiği tezine karşı şunu net olarak bilmemiz gerekir: İslâmî ilimler olarak adlandırdığımız akaid, tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimleri ve bunların usullerini bilmeden Kur’an’dan hüküm çıkarmak, onu yorumlamaya çalışmak bid’attır, hatta tahriftir, kesinlikle yanlıştır.

İslâm âlimleri asırlardır yapmış oldukları bütün çalışmaları halk için yapmış, İslâm’ın doğru anlaşılması ve yaşanması için gerektiğinde canlarını feda etmişlerdir. Elde hazır olan doğru bilgiyi kullanıp hak yolu seçmek yerine, başı sonu belli olmayan bir maceraya girmek büyük hatadır.

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git
Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek