Gönderen Konu: Mebde' ve Me'âd (Başlangıç ve Son) / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)  (Okunma sayısı 45552 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

Uyarı

Bu yazıları yazanın, ahvâl, mevâcid, ilim ve ma’rifetleri beyânındaki ifâde ve yazılarında, birbiriyle uyuşmayan ve çatışan bir şeyler anlaşılırsa, vakitlerin ve vaziyyetlerin ayrı ayrı oluşuna hamletmelidir. Zîrâ ahvâl ve mevâcidin vakti ayrıdır ve her vaziyyetin ilim ve ma’rifetleri başka başkadır. O hâlde aslında uyuşmamak ve çatışmak yok demektir. Ya’nî bunlar da şerî’atdeki hükümler gibi olup, nesihten ve tebdîlden sonra uyuşmaz ve çatışır görünürler. Ammâ vakitlerin ve durumların ayrılığı göz önüne getirilirse, o uyuşmazlık ve çatışma kalkar. Bunda Allahû Teâlâ’nın hikmetleri ve nice fâideleri vardır. O hâlde kabûlden uzak olma. Ve sallAllahü teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sellem ve bârek.
Bu fevkal’âde güzel ve eşsiz kitâbı toplayan bu za’îf kul, Hidâye lakablı Muhammed Sıddîk Bedahşî Kişmî derim ki, (Mebde' ve Me'âd) ismi ile bilinen bu yüksek ve şerefli ma’rifetlerin yazılmasını, 1019 [m. 1610] senesi Ramazân-ı şerîf ayının sonlarında i’tikâfta iken bitirdim.



Son Halin Başlangıca Yerleştirilmesi

Bu fakîr, Rebi’ül-evvel ayının sonlarında, bu büyük hânedânın [Nakşibendî büyükleri silsilesinin] halîfelerinden bir azîzin hizmet ve sohbeti ile şereflendi ve bu büyükler yolunu ondan aldı. Aynı senenin Receb ayının ortalarında, sonda olan hâllerin başlangıca yerleştirilmiş bulunduğu Nakşibendî huzûruna kavuştu. O azîz, “Nakşibendî nisbeti, bu huzûrdan ibârettir” buyurdu.
On tam sene ve bir kaç ay sonra Zilkâde ayının ilk yarısında, başlangıç ve ortalarda bir nice perdeler arkasında bidâyete yerleşmiş olan nihâyet, önündeki perdeleri yırttı ve gerçek yüzünü gösterdi. Hiç lekesiz ve engelsiz ve perdesiz ortaya çıktı. O zamân anlaşıldı ki, başlangıçta bu ismin sûreti, görüntüsü, o vücûdun bir karaltısı ve bu müsemmâdan bir isim var idi. Aralarındaki fark çok büyüktür. İşin hakîkati burada ortaya çıkdı. Mu’âmelenin sırrı burada âşikâr oldu. Tatmayan anlayamaz.

Vessalâtü ves-selâmü alâ Seyyid-il en’âm ve âlih-il Kirâm ve eshâbihil-izâm.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt:"Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #1 : 19 Temmuz 2011, 16:10:16 »
Bir Âyetin İnce Mânası

(Ey mü’minler, size verdiğim rızkların temiz ve helâlinden yiyin ve Allahû Teâlâ’ya şükredin, eğer hakîkaten O’na ibâdet, kulluk ediyorsanız) [Bakara-172] âyet-i kerîmesindeki, in küntüm “iseniz” şart ifâdesi, yemek ile emrin bağlılığı olması muhtemeldir. Yanî eğer Allahû Teâlâ’ya ibâdete tahsîs edecekseniz, size rızk olarak gönderdiğimiz lezzetli gıdâlardan yiyiniz. Ammâ eğer bunu yapamayacak, hattâ o lezzetli yiyecekleri ve rızkları, nefsinizin isteklerini yapmak ve nefsinize kulluk etmek için kullanacaksanız, onlardan yemeyiniz. Çünkü sizde bâtın [kalb] hastalığı vardır. Böyle lezzetli rızklar sizin için öldürücü zehirdir. Bu bâtın [kalb] hastalığınız giderse, o zamân bu lezzetli rızıkları yemek sizin için iyi ve fâideli olur. Keşşâf sâhibi, arkasında şükür ile emrolunduğuna bakarak, tayyibât kelimesini müstellezzât ile tefsîr etti.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #2 : 20 Temmuz 2011, 13:43:55 »
Allah'ın Varlığı Hakkında Özel Bilgi

Allahû Teâlâ, vücûdları ile mevcûd olan diğer varlıkların hilâfına, vücûdü ile değil, zâtı ile mevcûddur.

O hâlde varlığında vücûda ihtiyâcı yoktur ki, “Allahû Teâlâ’nın vücûdu, zâtının aynıdır, ondan başka değildir ki, başkasına ihtiyâcı yoktur” densin. Yoksa vücûdün zât ile aynı olduğunu isbâtta uzun delîllere ihtiyâç düşer. Eğer vücûd zâtın aynıdır dersek, bu sözle Ehl-i Sünnet ve cemâ’atin cumhûruna uymamış oluruz. Zîrâ bu büyükler ikisinin aynı olmadığını bildiriyorlar. Vücûdu zâid, ayrı olarak telakkî ediyorlar. Şûrâsı gizli değildir ki, vücûdün ziyâdeliğini söylemek, Vâcib Teâlâ ve Tekaddes’in başkasına muhtâç olduğunu gerektirir. Eğer Vâcib Teâlâ ve Tekaddes vücûd-i zâid ile mevcûddur, yâhud Hak Teâlâ zâtı ile mevcûddur dersek ve bu vücûdu umûmî araz [sıfat] kabûl edersek, hem Ehl-i Sünnet âlimlerinin müşterek sözüne uyarız, hem de muhâliflerin i’tirâzlarına hiç yer bırakmamış oluruz. Vâcib Teâlâ için, zâtı ile mevcûddur deyip, vücûdü hiç karıştırmamak ile vücûd ile mevcûddur deyip, o vücûda zâtın aynısıdır demek arasında büyük ve açık fark vardır. Bu, Allahû Teâlâ’nın bana mahsûs kıldığı marifetlerdendir. Bunun için Allahû Teâlâ’ya hamd ederim ve Resûlüne salâtü selâm ederim.

Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #3 : 21 Temmuz 2011, 12:37:39 »
"Görülen ve hayale sığan şeyler Allah Teâla değildir."

Şühûdun hâtasına giren, görünen, bilinen düşünce ve hayâle sığan bir hudâya [ma’bûda] aslâ tapmam. Çünki müşâhede edilen, görünen, bilinen, vehim ve hayâle gelen de, müşâhede eden, gören, bilen, düşünen ve hayâl eden gibi mahlûktur ve sonradan olmadır.ezelî ve ebedî değildir

Beyt:
"Ben, ağıza sığmayan lokmanın tâlibiyim."

Seyr ve sülûkden maksat perdelerin yırtılmasıdır. Bu perdeler, imkânî [mahlûkâta âit] olsun, vücûbî [Rabbe âit] olsun aynıdır. Ya’nî şühûde mâni’ olan nûrânî veyâ zulmânî perdeleri aradan kaldırmaktır ki, vasl-ı uryânî, ya’nî tam kavuşmak ele geçsin. Yoksa matlûbu kayda getirmek ve avlamak için değildir.

Beyt:
Anka kimseye av olmaz, tuzağını topla,
Ki ancak orada hava girer tuzağa.


Kaldı ki, âhirette rü’yet haktır, ya’nî Cennet’te olanlar Allahû Teâlâ’yı göreceklerdir. Buna îmân ederiz, ammâ nasıl olacağı ile meşgûl olmayız. Çünki avâm bunu anlayamaz; havâsın, seçkinlerin bunu anlayamamasından dolayı değil. Çünki havâs için dünyâda bu makâmdan nasîp vardır, ismi rü’yet olmasa da, vardır.

Hidâyet üzere olanlara selâm olsun!

Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #4 : 22 Temmuz 2011, 11:39:56 »
İnsanın Melekten Üstünlüğü

Bu büyükler yoluna girdiğim ilk zamânlarda idi. Gördüm ki, bir yerde tavâf ediyorum. Benimle birlikte bir cemâ’at de tavâf ediyordu. Ammâ onlar o kadar yavaş hareket ediyor ve dönüyorlardı ki, ben bir tavâf edinceye kadar, ancak bir iki adım atıyorlardı. O esnâda bana bildirildi ki, bu tavâf ettiğimiz yer, Arş’ın üzeridir ve tavâf edenler meleklerdir “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalavâtü vet-teslimât”. (Allahû Teâlâ ba’zı kullarına husûsî rahmet eder. O, büyük ihsânlar sâhibidir.)

Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #5 : 23 Temmuz 2011, 15:38:38 »
Dünyevi Bilgiler ve İlâhi Âleme Ait İlimler

İnsan ilme bağlı kaldığı ve ma’sivâya tutulma iz ve işâretlerini taşıdığı müddetçe, hor ve kıymetsizdir. Allahü Teâlâ’dan başkasını unutmak bu yolun şartıdır. Hak Teâlâ’dan gayrisini unutmak bu yolda ilk adımdır. Bâtın [kalb ve diğer latîfeler] aynası imkân [mahlûk] paslarından temizlenmedikçe, Hazret-i Vücûb’un onda görünmesi muhâldir. Çünki imkânın ilminin, Vücûbî olanın ma’rifetleri ile birleşmesi, cem’-i ezdâd [zıdların bir araya gelmesi] kabîlindendir.

Burada ciddî bir suâl ortaya çıkar ve şöyle denir:
Ârif bekâ ile şereflenip, nâkısları terbiye etmek ve kemâle getirmek için geriye döndürülünce, giden ilimler tekrâr geri gelir. Buna göre, imkânî ilimler [mahlûkâta âit bilgiler] vücûbî ma’rifetler [Hak Teâlâ’ya âit kalb ma’rifetleri] ile bir araya geliyorlar. Hâlbuki sen buna cem’-i zıddeyn [iki zıd şeyin bir araya gelmesi ki] muhaldir dedin.

Cevâb’ında deriz ki, bekâ billah makâmına kavuşmuş olan bir ârif, bu durumda berzâh [geçit] durumundadır. Sanki o vâcible imkân arasında berzâh [geçit ve vâsıta]dır ve her iki makâmın rengini taşımaktadır. Böyle olunca, her iki makâmın ilim ve ma’rifetleri birlikte onda bulunursa niçin zor olsun. Zîrâ iki zıd şeyin birleşme yeri bir olmuyor, sanki ayrı ayrı oluyor. O hâlde birleşme yoktur.

Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #6 : 24 Temmuz 2011, 15:15:04 »
Rızâ Makâmı

Bu fakîri, tevbe edip bu büyükler yoluna girdikten oniki sene sonra rızâ makâmı ile şereflendirdiler. Önce nefsi itminâna kavuşturdular. Bundan sonra tedrîcen, sırf Allahû Teâlâ’nın fadlı, ihsânı ile bu sa’âdete eriştirdiler. Allahû Teâlâ’nın rızâsından bir parıltı görülmeyince, bu devlet ve sa’âdetle şereflenmek nasîb olmadı. Rızâ makâmında, mutme’inne olmuş nefs, Mevlâsından râzı oldu; Mevlâsı da ondan râzı oldu. Bunun için Allahû Teâlâ’ya çok hamd ederim. Rabbimizin sevdiği ve râzı olduğu şekilde en güzel ve bereketli hamdler O’na olsun. Vessalâtü ves-selâ-mü alâ Resûlihi Muhammedin ve âlihî kemâ yahrâ.

Nefs, Mevlâsından râzı olunca, duâ etmek [Rabbinden istemek] ve belânın giderilmesini dilemek, ne ma’nâ taşır? denirse:

CEVÂB’ında deriz ki, Allahû Teâlâ’nın fi’linden, yaptıklarından râzı olmak, O’nun mahlûkundan [kulundan] râzı olmağı îcâb ettirmez. Hattâ çoğu zamân kuldan râzı olmak çirkin ve kötü olur. Küfür ve günâhlar gibi. O hâlde kabîhi [çirkini, kötülüğü] yaratmaktan râzı olmak lâzım gelir ve nefs-i kabîhden [aşağı, çirkin nefsden] hoşlanmamak vâcib olur. Allahû Teâlâ aşağı nefsden râzı olmayınca, kul ondan nasıl râzı olur, onun yaptığı kötü işleri nasıl beğenir? Bilâkis kul burada şiddet ve sertlik göstermekle me’mûrdur. O hâlde kuldan görülen bir kerahat, kötülük, onu yaratmağa râzı olmağa ters düşmez. Demek ki, belânın giderilmesini istemek, iyi bir ma’nâ taşımaktadır. Fi’lden râzı olmak ile mef’ûlden [yapılan işden] râzı olmamak arasında fark bulmayanlar, rızânın husûlünden sonra, rızâsızlığın bulunmasını anlayamadılar ve bu müşkillerini giderebilmek için çok zorlandılar ve dediler ki, rızâsızlığın bulunması, rızâ hâlini giderir, rızâ makâmını sarsmaz. Doğrusu, Allahû Teâlâ’nın bize ilhâm ettiğidir. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #7 : 25 Temmuz 2011, 12:04:47 »
Hanefi ve Matüridi Mezheblerinin Fazileti

Mâdem ki, namâzda kırâet farzdır ve hadîste gelmişdir ki, (Fâtiha'sız namâz yoktur). Bunun için hakîkî kırâeti bırakıp, hükmî kırâete karar vermek, ya’nî kendisi Fâtiha okumayıp, imâmın okuduğu Fâtiha ile yetinmek, bana pek ma’kûl gelmediğinden, hanefî mezhebinde imâm arkasında kırâete dâir, sarîh delîlin bulunmasını arzû ederdim. Ammâ mezhebe ri’âyet sebebiyle, yine Fâtihâ okumazdım ve bu okumamayı riyâzet ve mücâhede kabîlinden sayardım. Nihâyet Allahû Teâlâ mezhebe ri’âyet etmenin bereketiyle (ki durup dururken [veyâ dünyevî bir menfa’at için] başka mezhebe geçmek ilhâddır) hanefî mezhebinde imâmın arkasında namâz kılan cemâ’atin Fâtiha okumamasının hakîkatini bildirdi ve basîret nazarımda, hükmî kırâetin, hakîkî kırâetden dahâ güzel olduğunu gösterdi.

Şöyle ki:
İmâm ve cemâ’at hep birlikde, münâcât makâmında duruyorlar. Çünki namâz kılan Rabbine münâcâttadır buyurulmuştur ve imâmı bu işde re’îs edinmişlerdir. O hâlde imâm ne okur, ne söylerse, sanki cemâ’atinin dilinden söylemektedir. Şuna benzer ki, bir gurup insan büyük bir pâdişâhın huzûruna bir iş için çıkarlar ve içlerinden birini re’îs [başkan] seçerler ve hepsinin ağzından onun konuşmasını ve ihtiyâçlarını arz etmesini isterler. Re’îsleri ihtiyâçlarını arz etmek için konuşurken, onlar da konuşmağa başlarlarsa, edeb dâiresinin dışına çıkmış olurlar ve pâdişâhın rızâsından dışarı taşarlar ve o huzûrda uygun olmayan iş yapmış olurlar. Demek ki, bu cemâ’atin seçtikleri re’îsin onların dilinden ihtiyâçları arz etmesindeki hükmî konuşmaları, onların ayrı ayrı konuşmalarından dahâ iyidir. Bunun gibi, imâm okurken, cemâ’atin de okuması, ortalığı karıştırmak, huzûru bozmak olup, edepten uzaktır.
Hanefî mezhebi ile şâfi’î mezhebi arasındaki ihtilâflı mes’elelerin çoğu bu şekilde olup, görünüş ve şekil şâfi’î tarafını tercîh, içi ve hakîkati hanefî mezhebini te’yîd tarafındadır. Bu fakîre bildirildi ki, kelâm ilmindeki ihtilâflarda hak [doğru ve isâbetli görüş] hanefî tarafındadır. Ebû Hanîfe Hazretleri Tekvîn sıfatını, hakîkî [sübûtî] sıfatlardan biliyor. Her ne kadar görünüşte Tekvîn [yaratma], Kudret ve İrâdet sıfatlarına rücû’ ediyorsa da, ince ve dikkatle ve ferâset nûru ile bakılırsa, Tekvînin ayrı bir sıfat olduğu anlaşılır. Diğer ihtilâflı mevzû’lar da buna benzetilebilir.
Fıkh ilmindeki ihtilâflı mes’elelerin çoğunda, hakkın, ya’nî doğru içtihâdın ve isâbetin hanefî tarafında olduğu şüphesizdir. Az bir kısmında ise tereddüt vardır.
Bu fakîr, bu büyükler yolunun dahâ ortalarında idim ki, Resûlullah’ı “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” vâkı’amda [uyanıkken gözlerim kapalı veyâ rü’yâda] gördüm.
Bana:
“Sen, kelâm ilmi müçtehidlerindensin” buyurdu. İşte o zamândan beri kelâm ilmindeki mes’elelerin her birinde, bu fakîrin ayrı bir görüşü ve husûsî bir ilmi vardır. Mâtüridî ve Eş’arîler arasındaki ihtilâf olan mes’elelerin çoğunda, o mes’elelerin ilk anlaşılması zamânında hak Eş’arîler tarafında anlaşılıyor ise de, ferâset nûru ve keskin nazarla bakınca, Mâtüridîlerin haklı olduğu ortaya çıkıyor. Kelâm ilmindeki ihtilâflı mes’elelerin hepsinde, bu fakîrin görüşü Mâtüridî âlimlerinin görüşlerine [içtihâdlarına] uygundur ve gerçekden Mâtüridî büyükleri, Sünnet-i seniyyeye “alâ sâhibihassalâtü ves-selâmü vet-tehıyye” mütâba’atda yüksek ve büyük şân sâhipleridir. Diğerlerine ise, bir takım felsefî görüşler karıştırılmış olmakla, o mertebe müyesser olmamaktadır, her ne kadar ikisi de Hak ehli iseler de.

Bu büyüklerin en büyüğü olan İmâm-ı a’zam, en büyük rehber Ebû Hanîfe’nin “radıyAllahü anh” yüksek şân ve mertebesinden ne yazayım ki, Şâfi’î, Mâlik ve Ahmed bin Han-bel “radıyAllahü anhüm” dâhil, bütün müçtehidlerin ilmi, vera’ı ve takvâsı en çok olanı idi. Nitekim imâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, “Bütün fıkıh âlimleri Ebû Hanîfe’nin çoluk çocuğudur” buyurmuştur.

Sağlam haberlerle bize geldi ki, imâm-ı Şâfi’î, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin kabrini ziyârete gittiği zamân, kendi içtihâdını bırakır, kendi içtihâdı ile amel etmez ve:
“Bu büyük İmâmın huzûrunda, onun içtihâdına uymayan içtihâdımla amel etmekden hayâ ederim” buyurur ve orada namâz kıldığı zamân imâmın arkasında Fâtiha okumaz ve sabâh namâzında da kunût duâsını okumazdı. Evet, Ebû Hanîfe’nin büyüklüğünü, kıymet ve şânının yüceliğini Şâfi’î “radıyAllahu anhümâ” bilir. Yarın kıyâmete yakın Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökten inince, Ebû Hanîfe’nin mezhebi ile amel edecektir. Nitekim, Muhammed Pârisâ Hazretleri (Fusûl-i Sitte) kitâbında bunu yazmaktadır. Sâdece bu büyüklük ona yetişir ki, ulûl-azm bir peygamber onun mezhebi ile amel edecek. Diğer yüzlerce büyüklük ve mertebe buna eşit olamaz.

Yüksek mürşidim [Muhammed Bâkı Billah] “kuddise sirruh” buyurdular ki, bir kaç gün imâmın arkasında olduğum hâlde Fâtiha okudum. Bir gece rü’yâda İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Hazretleri’ni gördüm. Kendisini medheden çok güzel bir kasîde okuyordu.
Okuduğunun kısaca ma’nâsı şöyle idi:
"Benim mezhebimde nice evliyâlar var idi."
O geceden i’tibâren cemâ’atle kıldığım namâzlarda artık bir dahâ Fâtiha okumadım.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #8 : 26 Temmuz 2011, 11:34:18 »
İrşad Mâkâmı

Bu fakîre ilk açılan kapı, bulmak zevki olup, bulmanın kendisi değildi.
İkinci hâlde ise, bulmak ele geçti ve bulmak zevki gitti.
Üçüncüsünde ise, bulmak da, bulmak zevki gibi yok oldu.
İkinci hâl, kemâl ve velâyet-i hâssa derecesine kavuşma hâlidir.
Üçüncü makâm ise, tekmîl [tâlibleri kemâle getirme] ve insanları Hakka da’vet için geriye dönüş makâmıdır.
Önceki hâl, sâdece cezbe bakımından kemâldir.
Buna sülûk de eklenir ve tamâm olursa, önce ikinci, ardından üçüncü hâl hâsıl olur.
Sülûk yapmamış bir meczûb ikinci ve üçüncü hâle kavuşamaz.Kâmil ve mükemmil olan bir mürşid, cezbesi sülûkünden önce olandır.Ondan sonra sülûkü cezbesinden önce olan gelir. Bu ikisinden maadası aslâ kâmil ve mükemmil değildir.
Vessalâtü ves-selâmü alâ hayr-il beşeri Seyyidinâ Muhammedin ve âlih-il ethar.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #9 : 27 Temmuz 2011, 11:39:47 »
Bir Mânevi Halin Gelmesi ve Gitmesi

Tasavvuf yolunda çalışan birisi suâl etti.

Suâl: Bu yolda ilerleyen bir tâlib bir hâl ile hâlleniyor, bu hâl bir zamân kalıp, sonra örtülüyor. Bir zamân sonra aynı hâl tekrâr ortaya çıkıyor, yine bir müddet kalıp örtülüyor ve bu şekilde devâm ve tekrâr edip, sürüp gidiyor.

Cevâb: İnsanda yedi latîfe vardır. Her latîfenin devlet ve saltanât [hâkim olma] müddeti ayrı ayrıdır. Bunun için bunların en latîfi üzerine vâridât gelir ve kuvvetli bir hâl vâki’ olursa, sâlikin bütün varlığı, o latîfenin rengine ve hâline bürünür ve o hâl bütün latîfelere sirâyet eder ve o latîfenin hâkimiyyeti durduğu müddetçe o hâl devâm eder. Kuvvet ve hâkimiyyeti bitince, o hâl de gider.
Bir zamân sonra eğer o hâl tekrâr geri gelirse, iki şık vardır:
Yâ aynı latîfe üzerine döner; bu durumda ilerleme yolu o sâlike kapalıdır. Ya da diğer bir latîfeye gelir ki, ilerleme yolu açık demektir. O diğer latîfedeki durum da, birincisinde olduğu gibi devâm eder. Zîrâ o hâlin gitmesinden sonra, eğer aynı hâl geriye dönerse, önceki iki şıktaki durum meydâna gelir. İşte bütün latîfelerin hâli böyledir. Eğer gelen vâridât, bütün latîfelerde asl olarak cereyân ederse, hâlden makâma geçer ve artık gitmez.
Her işin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir.

Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidil beşer ve âlihil ethâr.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #10 : 28 Temmuz 2011, 11:37:08 »
Nimeti Anmak

"O hâlde Rabbinin ni’metlerini dile getir" (ed-duha, 93/11) âyet-i kerîmesi mûcibince derim ki:
Bu fakîr bir gün kendini sevenlerle birlikte halkada oturuyordum. Kendi harâblığıma, perîşânlığıma baktım. Bu bakışım o kadar kuvvetlendi ki, kendimi bu duruma [insanları irşâd ve hidâyete da’vete] münâsebetsiz buldum.
Bu esnâda, "Allah için tevâzu’ edeni, Allah yükseltir" hadîs-i şerîfi ma’nâsınca, hakîkatten uzak bu kulu mezellet [aşağılık] toprağından kaldırdılar ve kalbine şöyle seslendiler:
"Seni ve kıyâmete kadar, bana kavuşmak için seni vâsıtalı ve vâsıtasız tevessül edenleri mağfiret eyledim." Bir yanlışlık olmasın diye de tekrar ettiler. Bu, hayâl, zan cinsinden olan ve şüphe taşıyan bir söz değil, hakîkat ve vâkı’adır.
Bunun için Allahû Teâlâ’ya sayısız hamd ve senâ, en temiz tesbîh ve tehıyyeler olsun.
Rabbimizin beğendiği derecede medhler ve senâlar olsun.
Vessalâtü ves-selâmü alâ Resûlihi seyyidinâ Muhammedin ve Âlihi kemâ yahrâ.
Bundan sonra ilhâm ile bildirilen bu ma’nâlı sözü, herkese duyurmamı emir buyurdular.

Beyt:
Kocakarı kapısına gelirse bir pâdişâh,
Ağam, bıyığın burup, etme gizli gizli âh!


"Muhakkak ki, Rabbinin mağfireti çok geniştir" (âyet-i kerîme)



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #11 : 29 Temmuz 2011, 17:33:59 »
İnanç Konularında Bid'atın Zararı

Sofî kıyâfetinde birisi vardı. Bid’at i’tikâda kapılmıştı. Bu fakîr onun hakkında tereddütte idim. O sırada gördüm ki, bütün peygamberler "salavâtullahi teâlâ ve teslimâtühü aleyhim ecma’în" toplanmışlar ve hepsi bir ağızdan, o şahıs hakkında, "Bizden değildir" diyorlardı. Bu sırada, hâtırıma, hakkında tereddüd ettiğim bir başka şahsı da sormak, hâlini öğrenmek geldi. Onun için, "O bizdendir" buyurdular. Bozuk i’tikâddan ve Allahû Teâlâ’nın en seçkin temiz kulları olan Peygamberlere dil uzatmaktan Allah’a sığınırız.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #12 : 30 Temmuz 2011, 22:17:55 »
Tasavvuf Yoluna Giriş

Bir tâlib bir şeyhin [mürşid-i kâmilin] huzûruna gelince, şeyh ona istihâre etmesini söylemelidir. Üçten yediye kadar istihâre ettirmelidir. İstihârelerden sonra istek ve arzûsunda bir tezebzüb [dalgalanma ve tereddüd] meydâna gelmezse, ona büyükler yolunu açmalıdır. İlk iş ona tevbeyi öğretmektir. Bunun için iki rek’at tevbe namâzı kılmasını söylemelidir. Zîrâ bu yolda tevbesiz adım atmak fâidesizdir. Ammâ tevbede icmâl [kısa ve topluca bütün günâhlardan tevbe etmek] yeterlidir. Tafsîlini dahâ sonraya bırakır. Çünki bu günlerde, ya’nî ilk zamânlar himmetler düşük, kalpler dağınık olup, arzû edilen netîce elde edilemez. Eğer baştan tafsîli tevbe etmeğe mecbûr edilse, bunun ciddî olabilmesi için epey bir zamân gerekir. Bu zamân zarfında istek ve arzûsunda bir gevşeklik ve soğuma meydâna gelebilir ve bu yüzden istediği şeyden geri kalabilir. Hattâ baştan yapılan tafsîli bir tevbe beklenen netîceyi vermeyebilir.
Bundan sonra, tâlibin hâline münâsib olan bir vazîfe vermelidir. İsti’dâd ve kâbiliyyetine uygun zikir ta’lîm ve telkîn etmelidir. Yoldaki işini kolaylaştırmak için tâlibin hâline teveccühte eksiklikte bulunmamalı, kalbinde hâsıl olan hâlleri gözetmeli, ondan uzak durmamalıdır. Yolun edep ve şartlarını ona açıklamalı, onu teşvîk etmelidir. Kitâba, Sünnete ve Selef-i sâlihînin eserlerine uymağa gayret ettirmelidir. Bu mütâba’at, ya’nî uymak olmadan maksada kavuşmanın mümkün olamayacağını ona bildirmelidir. Yine ona bildirmelidir ki, Kitâba ve Sünnete kıl ucu kadar muhâlif görünen keşif ve vâkı’alara hiç önem vermemeli ve i’tibâr etmemelidir. Hattâ bunlardan istiğfâr etmelidir.
Mürşid, müridinin, akâidini Ehl-i Sünnet ve cemâ’atin güzel akîdesine göre düzeltmesinde nasihatten geri kalmamalı, kendine lâzım olacak zarûrî fıkıh bilgilerini öğrenmesini ve her hâlükârda ilmi ile amel etmesini buyurmalıdır. Çünki bu yolda uçmak, i’tikâd ve amelin iki kanadı olmadan mümkün değildir.
Yine tâlibe sıkı sıkı, yemekte harâm ve şüphelilerden çok sakınmasını, bu husûsta ihtiyât üzere olmasını tenbîh etmeli, her bulduğunu yememesini, nereden geldiğini bilmeden ağzına koymamasını, bu husûsta parlak dînimizin fetvâsı olmadan el ve ağzını hareket ettirmemesini söylemelidir. Kısaca her işte, (Peygamberimin size verdiklerini [yapmanız iyidir buyurduklarını] alın, sizi men’ ettiği şeylerden sakının) âyet-i kerîmesini hep göz önünde bulundurmasını tenbîh etmelidir.
Tâlibler iki hâlde olurlar: Yâ keşif ve ma’rifet sâhibi, ya da cehl ve hayret erbâbıdırlar. Ammâ yoldaki konakları ve makâmları aşdıktan ve önlerindeki, ya’nî kendileri ile Rableri arasındaki perdeleri kaldırdıktan sonra, her ikisi de vâsıldır, Hakka kavuşmuştur. Kavuşmada birbirlerinden üstünlük ve meziyyetleri yoktur. Tıpkı iki kişinin birçok menzil ve konaklardan sonra Kâ’be’ye ulaşmaları gibidir. Bunlardan biri her menzilde, her konakladığı yer ve şehirde, küçük-büyük her şeye bakar, her şeyi görmeğe çalışır ve is-ti’dâdı miktârınca çok şeyler öğrenir ve öylece Kâ’be’ye ulaşır. Diğeri ise, bu konakladıkları yer ve şehirlerde bir şeye bakmaz, incelemez ve gözü kapalı gibi Kâ’be’ye varır. İşte Kâ’be’ye kavuşmada bunların ikisi de aynıdır. Kâ’be’ye kavuşmada birinin diğerine üstünlüğü ve meziyyeti yoktur. Evet, yolda ilerlerken gördükleri ve görmedikleri farklıdır ve fark bu kadardır. Ammâ kavuştuktan sonra ikisine de cehl, ya’nî önceki bildiklerini düşünmemek ve bırakmak lâzımdır. [Onlar buraya kadar lâzım idi. Maksada kavuşunca artık angarya olurlar.] Çünki Allahû Teâlâ’nın zâtının ma’rifetinde cehâlet ve bilememek vardır.
Şunu da bilmek lâzımdır ki, sülûk konaklarını aşmak, on makâmı geçmekTen ibârettir. On makâmı aşmak ve geçmek ise, fi’llerin, sıfatların ve zâtın tecellîlerine kavuşmağa bağlıdır. Bu on makâmdan Rızâ makâmının dışındakiler, fi’llerin ve sıfatların tecellîlerine bağlıdır. Rızâ makâmı ise, zât-i ilâhînin tecellîsine bağlıdır; Teâlâ ve Tekaddes. Aynı şekilde zât-i ilâhînin muhabbetine bağlıdır ki, bu muhabbet hâsıl olunca, muhib, mahbûbunun elem ve ni’metlerini eşit bulur. Böylece rızâ ele geçer, rızâsızlık kalkar. Aynı şekilde bütün bu makâmlara kelimenin tam ma’nâsıyla kavuşmak, tam fenâya kavuşmanın kendisine bağlı olduğu zâtın tecellîsinin hâsıl olduğu zamândır. Ammâ dokuz makâma kavuşmak, fi’llerin ve sıfatların tecellîsinde olmaktadır. Meselâ Allahû Teâlâ’nın kudretini, kendi üzerinde ve her şeyin üzerinde müşâhede edince, gayr-i ihtiyâri Tevbe ve İnâbete başvurur. Korkar ve titrer ve Vera’ [bütün günâhlardan sakınma] yolunu tutar. Allahû Teâlâ’nın takdîrine, kazâsına sabreder ve hiçbir şeye gücü yetmediğini anlar. Mevlâsının ihsân eylediği ni’metleri bilince ve vermenin ve vermemenin O’ndan olduğuna inanınca, çâresiz Şükr makâmına gelir ve tevekkülde ayağını sağlam ve sâbit tutar. Allahû Teâlâ’nın merhamet ve muhabbeti zâhir olunca, Recâ makâmına gelir. Allahû Teâlâ’nın azamet ve kibriyâsını müşâhede edince ve alçak dünyâ onun nazarında hor ve kıymetsiz bulununca, çâresiz dünyâyı istemekten ve ona kavuşmaktan kesilir ve Fakrı seçer ve zühdü kendisine âdet edinir.
Ammâ şunu da bilmelidir ki, bu makâmlar tafsîli olarak ve sırası ile sülûku cezbesinden önce olan sâlike hâsıl olur. Cezbesi sülûkundan önce olan sâlik ise, bu makâmları icmâlen geçer. Çünki onu ezelî inâyet, öyle bir muhabbete giriftâr etmiştir ki, bu makâmların tafsîli ile meşgûl olamaz. O muhabbetin içinde, bu makâmların özü ve bu konakların hulâsâsı, tam olarak kendisine, tafsîl sâhibinin müyesser olmadığı derecede ihsân olunur. Doğru yolda olanlara selâm olsun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #13 : 31 Temmuz 2011, 16:16:30 »
Evliyânın Zâhiren Sebeplere Sarılmasının Sırrı

Yâ Rabbî, bu ne hâldir ki, kendine evliyâ kullar edindin ki, onların bâtını âb-ı hayâttır. Ondan bir damla tadan ebedî hayâtı [sa’âdeti] buldu. Zâhirleri ise, öldürücü zehirdir. Onların zâhirine [dış görünüşüne] bakan, sonsuz olarak öldü. Onlar, onlardır ki, bâtınları rahmet, zâhirleri zahmettir. Bâtınlarına bakan onlardan, zâhirlerine bakan, tersine en kötülerdendir. Arpa gibi görünürler, ammâ hakîkatta buğdaydırlar. Zâhirde sıradan insan, bâtında meleklerin seçilmişlerindendirler. Görünüşde yeryüzünde, aslında göklerin üstündedirler. Onlarla oturan, sohbet eden şakîlikden [kâfir ve fâsık olmaktan] kurtulmuştur. Onlarla ahbâplık eden sa’âdete ermiştir. (Onlar Allahû Teâlâ’nın cemâ’atidir. Allah’ın cemâ’ati olanlar felâha, kurtuluşa ermişlerdir) âyet-i kerîmesi onları bildirmektedir. Ve sallAllahü teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sellem.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #14 : 01 Ağustos 2011, 12:42:15 »
Evliyânın Gizli Kalmasının Sebebi

Allahû Teâlâ, evliyâ kullarını öyle örtmüştür ki, onların zâhirlerinin bile bâtınlarındaki kemâlâttan haberleri yoktur; nerede kaldı ki, diğer insanların onların iç kemâlâtından haberleri olsun. Onların bâtınlarının bîçûn ve bîçigûne mertebesine olan nisbetleri de bîçûndur, ya’nî anlatılamaz, vasfedilemez. Bâtınları, âlem-i emirden olduğu için, bîçünîlikten nasîpleri olur.
Tamâmen bilinen ve anlaşılan hâlde olan zâhirleri, onu nasıl anlayabilir. Hattâ bu nisbetin sâhibi olduğunu nerede ise inkâr edecek durumda bulunur. Çünki, ondan hiç haberi yoktur; hattâ münâsebeti bile yok gibidir. Nisbetin hâsıl olduğunu bilebilir, ammâ kime bağlı olduğunu bilemez. Hattâ çok zamân gerçek bir bağlılığından haberi de olmaz. Bütün bunlar, o nisbetin çok yüksek olmasından ve zâhirinin çok alçak bulunmasındandır.
Bu arada şunu da söyleyelim ki, bâtını o nisbetin tamâmen hükmü altında bulunmaktadır.
O bilmek ve görmekten geçmiştir. Neye sâhib olduğunu ve kimi bulduğunu nereden bilsin?
Böylece, ma’rifete [bilmeğe, tanımağa] bilememekten ve tanıyamamaktan başka yol kalmaz.
Bunun için Sıddîk-ı Ekber “radıyAllahü anh”, “Anlayamamak anlamaktır” buyurdu.
İdrâkin [anlamanın] kendisi, husûsî bir nisbetten ibâret olup, onu anlayamamak lâzım gelir. Çünki idrâk sâhibi mağlûptur, anladığını bilemez. Başkaları ise, dahâ önce dediğimiz gibi, onun hâlini hiç bilemezler.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)