Gönderen Konu: Mebde' ve Me'âd (Başlangıç ve Son) / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)  (Okunma sayısı 45554 defa)

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

"Allah'ı Tanıyan Kişiye Günah Zarar Vermez" Cümlesinin Mânası

Büyük evliyâdan biri, “Allahû Teâlâ’yı hakkıyle tanıyana günâh zarar vermez” buyurdu. Ya’nî ma’rifetten, tanımadan önceki günâhı zarar vermez demektir. Çünki İslâm, kendinden evvel işlenmiş olan günâhları geçersiz kılar. İslâm’ın hakîkati, tasavvuf dilinde, fenâ ve bekâdan sonra kavuşulan gerçek ma’rifettir, Allahû Teâlâ’yı bilmekdir. İşte bu ma’rifete ulaşmak da, kavuşmadan önceki günâhları mahveder, geçersiz kılar. Bu sözdeki “zarar vermez” ifâdesinin, ma’rifete kavuştuktan sonraki günâhları bildirmesi de mümkündür. O zamân, büyük günâh değil, küçük günâh kastedilmiş olur. Çünki evliyâullah büyük günâh işlemekten mahfûzdur. Küçük günâhın zararı ise, ısrâr ve devâmlı olması hâlindedir. Evliyâullahda ısrâr olmadığı ve aralıksız istiğfâr ve tevbe ile tedârike çalışma bulunduğu için, küçük günâh onlara zarar vermez. Ve yine mümkündür ki, bu sözün ma’nâsı, fenâ ve bekâdan sonra günâh meydâna gelmez, demek ola. Çünki günâh meydâna gelmeyince, zararı da olmaz.
Mülhidlerin bu sözden anlamak istedikleri, mâdem ki, günâh işlemek ârife zarar vermiyor, o hâlde istedikleri kadar günâh işlerler, sözleri zındıklıktır. Kat’î olarak yersizdir, bâtıldır. (Onlar şeytânın takımıdır. Uyanınız ve iyice biliniz ki, hüsrân ve zararda olanlar, şeytânın takımı olanlardır), âyet-i kerîmedir. Yâ Rabbî, bize hidâyet verdikten, doğru yolu gösterip, hidâyet üzere bulundurduktan sonra kalplerimizi kaydırma ve bize yüce katından rahmet ver. Sen çok ihsân edicisin. Ve SallAllahü Teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sellem ve bârek.

Mağfireti bol ve çok kerîm olan Rabbimden, İslâm’ın hakîkati ile şereflenen ârifin, bu ma’rifete kavuşmadan önceki günâhlarının, mezâlim ve kul hakkı cinsinden de olsa, kendine zarar vermeyeceğini umarım. Hak Teâlâ mutlak mâliktir ve kulların kalbi, O’nun iki parmağı arasındadır; dilediği gibi onları çevirir. İslâm zulüm ve kul hakları hâriç, bütün günâhları kesip atınca, Onun hakîkatinde, elbette mutlak olanında olmayan meziyyet ve fazîletler bulunur.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
On Makamı Aşmadan Yolun Sonuna Ulaşılamaz

Bu büyükler yolunun tamâmlanması ve nihâyetin nihâyetine kavuşmak, meşhûr on makâmın aşılmasına bağlıdır. Bu on makâmın ilki tevbe, sonuncusu rızâ makâmıdır. Kemâl mertebelerinde rızâ makâmından yukarıda hiçbir makâm yoktur. Hattâ âhirette Allahû Teâlâ’yı görmek bile, ondan yüksek değildir. Bununla berâber rızâ makâmının hakîkati, gerçek ve tam olarak âhirette zuhûr edecektir. Âhirette diğer makâmların elvermesi ise yoktur. Tevbenin orada bir ma’nâsı, zühdün orada bir yeri, tevekkülün orada bir makâmı, sabrın husûsî bir hâli orada bulunmaz. Evet, şükür orada vardır, ammâ o da rızânın bir kısmı olup, ondan ayrı bir şey değildir.

SUÂL: Zamân olur ki, kâmil-i mükemmilde, dünyâya karşı bir rağbet ve istek olur ve onda tevekkülü gideren ba’zı şeyler ve hâller görülür. Aynı şekilde sabırla bağdaşmayan, dayanamamazlık ve tahammülsüzlük ve bunun gibi rızâsızlık ifâde eden hâller ortaya çıkar. Bunların sebebi nedir?

CEVÂB’ında deriz ki, bu makâmlar kalbe ve rûha mahsûs makâmlardır. Seçilmişlerin seçilmişlerine göre, bu makâmlar nefs-i mutme’innede de hâsıl olur. Ammâ kalıbın bundan nasîbi ve hissesi yoktur, şiddet ve kuvvetin gereğini yapmasa da böyledir. Birisi Şiblî Hazretleri’nden, “Sen muhabbet ehli olduğunu söylersin, ammâ senin bu gürbüz hâlin muhabbetle bağdaşmıyor” deyince, ona bir şi’rle cevâp verdi.

Beyt:
Kalbim sevdi, bedenim, habersizdir sevgiden,
Bedenim sevse idi, erirdi muhabbetten.


O hâlde, o makâmlarla bağdaşmıyan hâller, eğer bir kâmilin kalıbında, bedeninde görünüyorsa, o makâmların hâsıl olmasında, bâtınları [kalb ve rûhları] için bir zararları olmaz. Kâmil olmayan velîde, o makâmlardaki noksanlıklar bütün varlığında görülür ve bâtın ve zâhiri ile dünyâya rağbet eder ve tevekkülü bozan birşey, onun sûretini de, hakîkatini de içine alır. Kalıbında ve kalbinde râhatsızlık ve tâkatsızlık görülür. Beden ve rûhu ile rızâsızlık gösterir. Allahû Teâlâ’nın evliyâsı için örtü kıldığı, onları insanların gözünden sakladığı hâller, bunun gibi bedenin ihtiyâcı olan şeylerdir. Çok kimseleri bu büyüklerin kemâlâtından bunlar mahrûm bıraktı. Bu gibi şeylerin evliyâda bırakılmasında ince hikmetler, derin sırlar vardır. Onlardan biri, bu dünyâ hâline, imtihân yeri olan bu dünyâda hakla bâtılın karışmış olmasıdır. Biri de, öyle görünüyorlarsa da, aslında onların terakkîlerine sebeb olmaktadırlar. Eğer bu gibi, insanlık ihtiyâçları evliyâdan tamâmen kalksaydı, ilerleme yolları kesilir, melekler gibi belli bir makâmda kalır, ileri gidemezlerdi.

Hidâyet üzere olana ve Muhammed Mustafâ’nın “aleyhi ve alâ âlihis-salavâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ” yolunda gidenlere selâm olsun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Yâd Daştın Mertebeleri

Yâd-ı dâşt, Allahû Teâlâ’nın huzûrunun devâmından ibârettir. Bu ma’nâ ba’zan olur ki, kalbin hakîkat-i câmi’a olmasından dolayı, kalb sâhiplerinin hayâllerine de gelir. Zîrâ bir insanda bulunanların hepsi, kalbde yalnızca bulunmaktadır. Evet, tafsîl ve icmâl bakımından fark vardır. O hâlde kalb mertebesinde de Allahû Teâlâ’nın zâtının huzûru devâmlı olarak ele geçmektedir. Ammâ bu yâd-ı dâştın hakîkati değil, sûretidir. Nihâyetin başlangıca yerleştirilmiş olmasına, yâd-ı dâştın bu sûretiyle işâret edilmiş olabilir. Yâd-ı dâştın hakîkatine kavuşmak ise, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesinden sonradır. Eğer Hazret-i Zât’t an Zâtın vücûbî sıfatları kendinde bulunduran, vücûb mertebesi kasd edilmiş ise, yâd-ı dâşta kavuşmak, ancak bu mertebenin şühûdüne erişmekle olur ve bu da bütün imkân mertebelerini aştıktan sonra elverir. Sıfatların tecellîlerinde de bu ma’nâ ele geçer. Çünki sıfatları düşünmek, bu durumda Zât-ı Teâlâ’nın huzûruna mâni’ olmaz. Yok, eğer Hazret-i Zât’tan murâd, isim, sıfat, nisbet ve bütün i’tibârlardan mu’arra [uzak], sırf ehadiyyet mertebesi ise, yâd-ı dâşta kavuşmak, bütün isim, sıfat, nisbet ve i’tibârların mertebelerini geçtikten sonradır.
Bu fakîr, nerede yâd-ı dâşt dediysem, bu ikinci ma’nâda demişim. Her ne kadar, o makâma kavuşmuş olanlarca gizli olmadığı gibi, huzûr kelimesini kullanmak tam yerinde olmasa da! Çünki O, huzûr ve gaybetden [bulunmak ve bulunmamaktan] yüksektir. Huzûr kelimesinin kullanılmasında sıfatlardan bir sıfatın hâtıra gelmesi şarttır. Huzûr sözüne yakışan yâd-ı dâştın ikinci ma’nâda kullanılmasıdır. O zamân yâd-ı dâşta nihâyet demek, şühûd ve huzûr itibâriyledir. Çünki bu mertebenin üstünde şühûd ve huzûra yer yoktur. Yâ hayret [şaşkınlık], yâ cehl [bilememek], yâ da ma’rifet vardır. Bu senin bildiğin ma’rifet değildir. Senin bildiğin ma’rifet fi’l ve sıfatlara âit ma’rifetlerdir. Bu makâm ise, isim ve sıfatlara âit ma’rifetlerin çok çok dahâ yukarısındadır.

Vesselâtü vesselâmü alâ seyyid-il beşer ve alâ âlih-il-ether.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Müteşabih Âyetlerin Tefsiri

Bu fakîre bildirildi ki, Kur’ân-ı Kerîm’de vâki’ olan Allahû Teâlâ’nın kuluna kurbu [yakınlığı], ma’iyyeti [kulu ile berâberliği] ve ihâtası [herşeyi kaplaması] da, yed [el] ve vech [yüz] gibi müteşâbihler cümlesindendir. Evvel, âhir, zâhir ve bâtın sözleri ve benzerleri de bunlar gibidir. İşte Allahû Teâlâ’ya karîb [yakın] deriz, ammâ kurbun [yakınlığın] ne demek olduğunu bilmeyiz. Aynı şekilde O’na, evvel deriz, ammâ evvelin ne demek olduğunu anlamayız. Bizim ilim ve anlayış dâiremize sığan Kurb ve Evvele âit ma’nâlardan Allahü Teâlâ münezzehtir ve çok yüksektir. Bizim keşif ve şühûdumuza gelip, münkeşif ve müşâhede olunandan, çok yüksek ve müberrâdır. Ba’zı tasavvuf ehlinin keşif yoluyla anladıkları ve o keşifleri ile Allahû Teâlâ’yı yakın ve berâber bildikleri ma’nâlar hoş değildir. Mücessime mezhebine doğru atılmış bir adım gibidir. Ba’zı âlimlerin bunları te’vîl ederken, kurbdan [yakınlıktan] murât, ilmî yakınlıktır, demeleri, eli kudretle, vechi zâtla te’vîl etmeleri gibi olup, te’vîli câiz görenlerce câizdir. Biz te’vîli câiz görmüyoruz ve öyle müteşâbih kelimelerin te’vîllerini, ne demek olduklarını Allahû Teâlâ’ya havâle ediyoruz.

En iyisini Allahû Teâlâ bilir. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Sünnet'e Uymak ve Bid'atten Sakınmak

Sünnet-i seniyye üzere amel etmek için çok çalışmalıdır. Bid’atden sakınmak için de bir o kadar gayret lâzımdır. Bilhâssa sünneti kaldıran bir bid’atden, dahâ çok kaçınmalıdır.
Resûl-i Ekrem “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sel-lem”, (Bizim bu dînimizde, ona uymayan bir şey ortaya çıkaranın, bu uydurduğu şey reddedilir) buyurmuşken, din kemâle gelmiş ve tamâmlanmış iken, bir takım kimselerin, dinde bir takım yenilikler [reformlar] ihdâs etmelerine ve bu uydurmalarla, dîni tamâmlıyoruz sözlerine çok şaşılır. Bu uydurdukları şeyler ile, sünnetin ortadan kalkacağından hiç korkmuyorlar.

Meselâ sarığın sarkan ucunu iki omuz arasından arkaya sarkıtmak sünnettir. Bir takım kimseler bu sarkan kısmı sol taraftan sarkıtıp, bunu yapmakla ölüye benzemeyi kastediyorlar. Büyük bir kalabalık da bu işde onlara uyuyor. Bilmiyorlar ki, bu hareketleri sünneti ortadan kaldırıp, bid’ate götürüyor ve harâma ulaştırıyor. Muhammed Resûlullah’a “sallAllahü aleyhi ve sellem” benzemek mi, yoksa ölüye benzemek mi dahâ iyidir. SallAllahu aleyhi ve sellem efendimiz, ölmeden evvelki ölümle şereflenmiştir. O hâlde ölüye benzemeyi arıyorlarsa, en münâsibi yine O’na “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” benzemektir.
Ölünün kefenine sarık koymak bid’at olunca, bunun sarkan kısmı üzerinde fikir yürütmek ve bununla dîni tamâmlıyoruz demek, dahâ çok şaşılacak bir hâldir. Sonra gelenlerden ba’zıları, âlimlerin kefenine sarık da koymalıdır demeleri, bu fakîre göre fıkıh mes’elelerinde değişiklik olur ve değişiklik ile dînin hükmünü kaldırmak arasında fark yoktur.


Allahû Teâlâ bize, Muhammed Mustafâ’nın “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” sünnetine tâbi’ olmakta sebât ve devâmlılık ihsân eylesin!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Peygamber Efendimiz (a.s.) Hazretlerine Uymak

Bu fakîr, salât-i vitri ba’zan gecenin evvelinde, ba’zan sonunda kılardım. Bir gece bana gösterdiler ki, vitir namâzını gecenin sonunda kılmak niyyetiyle yatana kâtip melekler bütün geceyi ibâdetle geçirmiş gibi sevâp yazarlar. Bu sevâp yazma meşgûliyyetleri, vitir namâzını edâ edinceye kadar devâm eder. O hâlde salât-ı vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar çok sevâp olmaktadır. Bununla berâber, bu fakîr, vitrin erken veyâ geç edâsında, insanların Efendisine “aleyhi ve alâ âlihis-salavâtü vet-teslimât” tâbi’ olmakdan başka bir şey düşünmüyorum ve mütâba’atle aynı seviyede bulunabilecek hiç bir fazîlet bulamıyorum.

Resûl-i Ekrem “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” efendimiz ise, vitir namâzını ba’zan gecenin evvelinde, ba’zan da âhirinde [sonunda] edâ ederlerdi. Kendi sa’âdet ve kurtuluşumu, herhangi bir işte o Server’e uymada biliyorum; isterse bu uyma ve O’na benzeme sûret ve şekilde olsun.
Ba’zıları ba’zı sünnetleri edâ ederken, geceyi ihyâ etmek gibi ba’zı niyyetleri de ekliyorlar. Böylelerinin ne kadar kısa düşünceli ve dar görüşlü olduklarına şaşıyorum. Binlerce geceyi ihyâ etmeği, mütâba’atin yarım arpası ile değişmek istemem.

Ramazân-ı şerîfin son on gününde i’tikâfda idim. Talebe ve sevdiklerimi toplayıp, dedim ki, Resûlullah’a “sallAllahu aleyhi ve âlihi ve sellem” tâbi’ olmaktan [uymaktan] başka niyyet etmeyiniz. Bizim gibilerin insanlardan kesilmesinden ve uzak durmasından ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı bir mütâba’ata kavuşmak için kabûl ederim; ammâ binlerce kesilme ve insanlardan uzak durmayı mütâba’at vesîlesi yoksa kabûl etmem.


Beyt:
Sevgilinin sarâyında olanlar,
Bağ, bostan ve lâlezara bakmazlar.


Allahû Teâlâ bize, Habîb-i Muhammed Mustafâ’ya “aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ” tam tâbi’ olmayı ihsân eylesin!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Amin.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Görülen ve Hayale Sığan Şeyler Allah Teâla Değildir (2)

Görülen ve bilinen her şey, mukayyeddir, mahdûddur.
Mutlak olan sarafetten [hiçbir kayd ve bağla bağlı olmamaktan] aşağı mertebededir.
Matlûb, ya’nî Hak Teâlâ O’dur ki, bütün kayd ve bağlardan münezzeh ve müberrâ ola.
O hâlde O’nu, görmenin ve bilmenin ötesinde aramalıdır.

Bunun nasıl olduğunu akıl anlayamaz. Çünki akıl, görmenin ve bilmenin ötesinde aramağı muhal [imkânsız] bilir.

Beyt:

Perdenin arkasını, mest olmuş rindlerden sor,
Ki yüksek makâm sâhibi sofîye, bu hâl çok zor.


(Rind: gönül adamı, sûfi)


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Bâtın İlminin Fazileti ve Şeyhin Âdabına Riayet

İlmin şeref ve kıymeti, âit olduğu şeyin şeref ve rütbesi miktârıncadır. Âit olduğu ne kadar şerefli ise, onun ilmi, ya’nî o şeyi bildiren, tanıtan ilim de o kadar yüksektir. O hâlde tasavvuf ehline mahsûs bâtın [kalb ve rûh] ilmi, zâhir âlimlerinin sâhip oldukları zâhir ilminden dahâ şereflidir.
Zâhir [fıkıh] ilmi de, dokumacılık ve hacamat ilimlerinden şereflidir. Bunun için kalb ilimlerini aldığı mürşidine karşı edepleri, zâhir ilmini aldığı üstâdına karşı edeplerinden kat kat ziyâdedir. Zâhir ilmini aldığı üstâdına karşı edepleri de, dünyâ işlerinde meslek öğrendiği ustasına karşı edeplerinden kat kat çoktur. Aynı fark, zâhir ilminin kolları arasında da geçerlidir. Kelâm ve fıkıh hocası, nahiv ve sarf hocasından önce, sarf ve nahiv hocası, felsefî dersleri öğreten öğretmenden önde yer almaktadır.
Şunu da söyleyelim ki, felsefî ilimler, mu’teber [kıymetli] ilimlere dâhil değildirler. Çok konuları lüzûmsuzdur ve kişiye bir şey vermezler. İslâm kitâplarından aldıkları bir kaç konuyu da değiştirmişlerdir. Bunlarda da hâkim olan cehl-i mürekkeb olmaktır. Çünki aklın oralarda işi yoktur.
Nübüvvet [Peygamberlik] hâli ve bilgileri, normal insanların aklının çok üstündedir.

Mürşidin hakkı [ve edepleri] diğer hak sâhiplerininkinden çoktur. Hattâ mukâyese edilemeyecek kadar fazladır. Mürşidin üstünde, ancak Allahû Teâlâ’nın ni’metleri ve Resûlünün “aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimât” ihsânları vardır. Hattâ deriz ki, herkesin hakîkî mürşidi Resûlullah’tır “sallAllahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem”. Evet, maddî olarak dünyâya gelmek, ana ve baba vâsıtası ile olmaktadır, ammâ ma’nevî olarak doğmak, mürşid-i kâmille husûle gelmektedir. Maddî olan doğumla ilgili olan hayât birkaç gün sürer, ammâ ma’nevî doğum, sonsuz hayâta sebep olur. Mürîdin ma’nevî kirlerini ve pisliklerini, kalbi ve rûhu ile süpürücülük yapıp temizleyen, içini ve mi’desini zararlı şeylerden uzak tutan hep mürşid-i kâmildir. İrşâd edilecek ba’zı talebe, mürşidin, kendilerine yapmış olduğu teveccühlerle, kalb ve rûhlarındaki necâset pisliklerini temizlerken, bunların mürşidine de sıçradığını, böylece kalbini de bir nev’î kirlettiğini, bu kir ve bulanıklığın bir müddet devâm ettiğini, kendilerinin de hissettiğini bildirmiştir.

Pîr [mürşid], kendisi ile Allahû Teâlâ’ya kavuşulan büyük velî ve sevgili kuldur. Bu ise, dünyevî ve uhrevî bütün sa’âdetlerin fevkindedir. Pîr [mürşid] odur ki, yaratılıştan habîs ve aşağı olan nefs-i emmâre onun eliyle temiz ve pâk olur. Emmârelikten itminâna, cibillî küfürden hakîkî İslâm’a kavuşur.

Mısra:

Açıklamağa kalksam, şerhinin sonu gelmez.


O hâlde kendi sa’âdetini pîrin [mürşid-i kâmilin] kabûlünde, şekâvetini de onun reddinde bilmelidir. Bundan Allahû Teâlâ’ya sığınırız. Allahû Teâlâ’nın rızâsı, pîrin rızâ perdesinin arkasına konmuştur. Açıkçası, mürid, mürşidinin rızâsını almadıkça, Allahû Teâlâ’nın rızâsına kavuşamaz. Müridin en büyük tehlikesi, mürşidin ondan incinmesindedir. Bundan başka her hatânın tedâriki mümkündür, ammâ pîrin incinmesini hiç bir çâre düzeltemez. Pîrini incitmek, mürid için şekâvet tohumu ekmektir. Allahû Teâlâ bizi bundan korusun. İslâm akâidindeki bozukluk ve şerî’atin emir ve yasaklarına ri’âyetsizlik, hep onun netîcelerindendir. Kalbe âit hâllerden ve kendinden geçmelerden ne diyeyim. Mürşidini incitmekle berâber hâlâ kalb hâllerinden bir eser, alâmet kalmışsa, onu istidrâç bilmelidir ki, sonunda onu harâb edecek ve zarardan başka hiç bir netîce vermeyecektir.

Allah yolunda olanlara selâm olsun.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)


Seyr-i Sülûk yolunda ilerleyen maneviyat yolcularının okuyup idrak etmeleri gereken bir mevzuu.



"Arş-u âlâdan düşenin parçası bulunur amma üstazların kalbinden düşenin, zerresi dahi bulunmaz"

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Seyr-î İcmali, Seyr-î Tafsilîden Üstündür

Seyri, ya’nî tasavvuf yolundaki ilerlemesi, isim ve sıfatların tafsîline düşmüş olan sâlikin, hazret-i Zât’a kavuşma yolu tıkanmıştır. Çünki isim ve sıfatların nihâyeti yoktur ki, onları aştıktan sonra nihâî maksada kavuşabilsin. Meşâyıh bu makâmdan haber vermiş olup, kavuşma mertebelerinin nihâyeti yoktur demişlerdir. Çünki mahbûbun kemâlleri nihâyetsizdir. Burada kavuşmaktan murâtları, isim ve sıfatlarla alâkalı kavuşmadır.

Mes’ûd o kimsedir ki, isim ve sıfatlardaki seyri icmâlen vâki’ olur da, sür’atle hazret-i Zâta “teâlâ ve tekaddes” kavuşur.
Zâta kavuşmuş olanların nihâyet-ün-nihâyeye, ya’nî varılabilecek en son makâma kavuştuktan sonra, da’vet için geri dönmeleri lâzımdır. O mertebeden geriye dönüş olmaz diye bir şey yoktur. Ortada olanlar böyle değildir. Onlar isti’dâtlarının nihâyetlerine kavuştuktan sonra, geriye dönebilirler; dönmeyip bulundukları makâmda kalabilirler de. O hâlde nihâyete varmış olanların, bütün mertebelere kavuşması mümkündür, hattâ lâzımdır. İsimlerin ve sıfatların tafsîlinde ilerleyen ortalardakiler için kavuşma mertebelerinin sonu yoktur. Bu ilim de, bu fakîre mahsûs olan ilimlerdendir.
Her şeyin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir.





Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Büyük Zâtlara Tâbî Olmak ve Onları Taklid Etmek

Tasavvuf büyüklerinin yolundan, hattâ İslâm milleti ve şerî’atinden büyük pay alanlar, taklît fıtratına ve mütâba’at yaratılışına sâhip olanlardır.
Bu fıtrat ve yaratılış kimde dahâ çoksa, nasîbi de çoktur. Burada işin esâsı, taklîtte ve bu yerde esâs mes’ele, mütâba’attadır.
Peygamberleri “aleyhimüssalavâtü vet-teslimât” taklît, en yüksek derecelere ulaştırır ve asfiyâya mütâba’at, yüksek makâmlara erdirir.
Ebû Bekr-i Sıddîk’ta “radıyAllahü anh” bu fıtrat ziyâde bulunduğundan, hiç duraklamadan, Resûlullah’ın peygamberliğini tasdîk etmek sa’âdeti ile şereflendi ve bütün sıddîkların re’îsi oldu. Ebû Cehil mel’ûnunda, taklît ve tâbi’ olma isti’dâdı az bulunduğundan, o büyük sa’âdetle şereflenemedi ve lanetlenmişlerin önderi oldu.

Mürid kavuştuğu her kemâle, mürşidini taklîtle kavuşur. Mürşidin hatâsı müridin sevabından [doğrusundan] iyidir. Bunun için Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyAllahü anh”, Resul-i Ekrem’in “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” bir sehvi [yanılması] olmağı tercîh ediyor ve: (Âh, ne olaydı, Muhammed’in “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” bir sehvi [yanılması] olaydım) buyuruyor.

Resûlullah Efendimiz “aleyhis-salâtü ves-selâm”, (Bilâlin (ﺲ) sin’i, Allah katında (ﺵ) şın’dır) buyurdu.
Çünki hazret-i Bilâl-i Habeşî “radıyAllahü anh” arap değildi. Yabancı idi, ya’nî Habeşli idi ve ezân okurken eşhedü yerine eshedü derdi ve Allah katında onun eshedüsü, eşhedü olarak kabûl edilirdi. O hâlde Bilâl-i Habeşî’nin “radıyAllahü anh” hatâsı, başkalarının doğrusundan dahâ iyi ve makbûl olmaktadır.

Mısra:
Senin eşhedüne güler,
Bilâl’in eshedüsü.


Azîzlerden birinden işittim. Dedi ki, meşâyıhdan nakledilen ba’zı duâlarda, her nasılsa ba’zı şeyhler hatâ etmişler ve aslına uygun okumamışlar. Ammâ eğer onlara tâbi’ olanlar, o duâları aslı üzere değil de, şeyhlerinin okuduğu gibi okurlarsa, yine te’sîri görülür. Eğer şeyhlerinin okuduğu gibi değil de, doğru okurlarsa, te’sîri görülmez.

Allahû Teâlâ Habîbinin hürmetine “aleyhi ve alâ cemi’il-enbiyâ-i vel-mürselîn ve alâ mütabi’ihim-üs-salavâtü vet-teslimât” bizi peygamberlerini taklît ve evliyâsına tâbi’ olmak üzere bulundursun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Amin.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Velî'nin Kısmî Üstünlüğü

Velî, bulduğu her kemâli ve kavuştuğu her derece ve makâmı, kendi Peygamberine mütâba’atla, tufeyli olarak bulur ve kavuşur. Eğer peygambere mütâba’at olmasaydı, îmânın kendisi bile yüz göstermezdi, nerede kaldı ki, yüksek derecelere çıkaran yol ona açılmış olsun. O hâlde Velîde, Nebîde bulunmayan cüz’î bir fazîlet ve yüksek derecelerden husûsî bir derece hâsıl olursa, peygamberinin de o cüz’î [kısımî] fazîletten ve husûsî dereceden tam nasîbi olur. Çünki o kemâlin ele geçmesi, Peygamberine tâbi’ olmak sebebiyledir. O, sünnetine uymanın meyvelerinden bir meyvedir. O hâlde o Peygamberin o kemâlden tam nasîbi ve hissesi olur.
Nitekim Peygamber efendimiz “sallAllahu aleyhi ve alâ âlihi ve sellem”, (Kim iyi bir yol açarsa, onun sevâbını aldığı gibi, onunla amel edenlerin sevâpları kadar da sevâp alır) buyurdu. Lâkin Velî, bu kemâle kavuşmakta ve bu derecenin hâsıl olmasında ondan dahâ öncedir. Velînin nebî üzerine cüz’î olan bu fazîletini câiz görmüşlerdir. Bu kısmî, ya’nî bir bakımdan olan fazîlet, her bakımdan nebîde bulunan üstünlükle çatışmaz.

(Fusûs-ül Hikem) Kitâbı’nın sâhibinin [Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin], Peygamberlerin sonuncusu, ilim ve ma’rifetleri velâyetin sonuncusundan alıyor, buyurması, bu fakîri şereflendirdikleri bu ma’rifet içindir. Bu söz baştan başa şerî’ate uygundur. Fusûs’u şerh edenler ise, bunun tashîhinde, doğru îzâh ve isbâtında çok zorlanmışlar ve, (Velâyetin sonuncusu, nübüvvetin sonuncusunun haznedârı gibidir. Pâdişâh kendi hazînesinden bir şey alırsa, onun için bu işte hiçbir noksanlık lâzım gelmez) demişlerdir. İşin esâsı ise, bizim bildirdiğimiz gibidir. O zorlanmaların menşei, işin esâsına varamadıklarına dayanmaktadır.

Her şeyin hakîkatini Allahû Teâlâ bilir. Vessalâtü ves-selâmü alâ seyyid-il beşer ve âlihil ether.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
"Velînin Velâyeti, Peygamberin Velâyetinin Bir Parçasıdır"

Velînin velâyeti, kendi Peygamberinin velâyetinin kısımlarından bir kısımdır. Velî ne kadar yüksek derecelere kavuşursa, kavuşsun, Peygamberinin derecelerinin kısımlarından bir kısım olmaktan ileri geçemez. Kısım ve parça ne kadar büyük olsa da, külden, ya’nî bir şeyin bütününden küçüktür. “Kül cüzden dahâ büyüktür” mantık kâidesi de herkesin bildiği bir gerçektir. Cüz’ün külden [parçanın bütününden] dahâ büyük olduğunu sanmak ahmaklık ve sefîhlik olur. Çünki bütün, o ve diğer parçalardan meydâna gelmektedir.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Zâtî Tecelli'ye Göre Peygamberlerin Derecelerindeki Farklılık

Muhammedün Resûlullah “sallAllahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem”, Resûllerin, ya’nî bütün peygamberlerin “aleyhi ve aleyhimüs-salavâtü vet-teslimâtü vet-tehiyyât” efendisidir, büyüğüdür. Nerede kaldı ki, diğer insanlardan yüksek olmasın. Hâlbuki Îsâ ve Mûsâ’nın “aleyhimes-selâm”, mertebe ve isti’dâtlarına göre zâtın tecellîlerinden nasîpleri vardır.
Nitekim Allahû Teâlâ Mûsâ aleyhis-selâma: (Ben Seni kendime [zâtım için] Peygamber seçtim.) [Tâhâ sûresi, 41.ci âyet-i kerîmesi] buyurdu. Îsâ aley-his-selâm ise, rûhullah ve kelimetullah olmakla, Resûlullah Efendimiz ile münâsebeti çoktur. Ammâ İbrâhîm aleyhis-selâm, sıfatların tecellîsine kavuşmuş olmakla berâber, keskin ve ileri görüşlüdür. Zâtın tecellîsi makâmında bizim Peygamberimize “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” müyesser olan husûsî şân ve mertebe, İbrâhîm aleyhis-selâma, sıfatların tecellîsi makâmında hâsıl oldu. Tabi’i ki aralarındaki isti’dâd göz ardı edilmeyecek. O hâlde bu bakımdan O, hazret-i Îsâ ve hazret-i Mûsâ’dan efdal [üstün] olur ve haz-ret-i Îsâ da hazret-i Mûsâ’dan efdaldir ve onun mertebesi hazret-i Mûsâ’nın fevkindedir. Keskin görüşlü ve ayırıcı bakışlıdır. Onlardan sonra Nûh “aleyhisselâm” gelir. Nûh aleyhis-selâmın makâmı, sıfatlar makâmında İbrâhîm aleyhis-selâmın makâmından dahâ yukarıda ise de, İbrâhîm aleyhis-selâmın o makâmda husûsî şânı ve keskin görüşü vardır ki, başkasında yoktur. Lâkin evlâd-ı Kirâmı’nın, O’na tâbi’ olmak ve O’ndan gelmekle, O’nun makâmından da nasîbi vardır. Âdem aleyhis-selâm ise, Nûh aleyhis-selâmdan sonradır “alâ nebiyyinâ ve alâ cemî’ihimüs-salavâtü vetteslimât”. Bu anlattıklarımı bana Rabbim bildirdi ve keremi ile ilhâm eyledi. Her şeyin en iyisini Allahû Teâlâ bilir.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Zâtî ve Sıfatî Muhabbet Arasındaki Fark

Bir gün dervişler ile oturuyorduk. Bu fakîr, Resûl-i Ekrem’in “sallAllahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” hizmetçilerine olan muhabbetimden, “O Server’in muhabbeti beni öyle kaplamıştır ki, Allahû Teâlâ’yı, O’nun vâsıtası ile, ya’nî Allahû Teâlâ’yı Muhammed’in “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” Rabbi olduğu için seviyorum” dedim.
Hâzır olanlar bu sözden hayrette kaldılar, ammâ muhâlefet edemediler. Benim bu sözüm, hazret-i Râbia'nın sözünün tersi oluyor.
O şöyle demişti:
Resûlullah’ı “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” rü’yâda gördüm. Kendisine, “Allahû Teâlâ’nın muhabbeti beni öyle sardı ve kapladı ki, senin muhabbetine kalbimde yer kalmadı.”
Bu sözlerin ikisinde de sekr [muhabbet sarhoşluğu] var ise de, benim sözümde asâlet vardır. O tam sekirde iken söylemiş, bense sahvın [ayılmanın] başında söylemişim. Onun sözü sıfatlar mertebesinde, benim sözüm ise, Zât mertebesinden geriye dönüşten sonradır.
Çünki Zât mertebesinde böyle muhabbete yer yoktur. Bütün nisbet ve bağlantılar, o mertebe yanında eksiktir. Orada hep hayret, ya da cehl vardır. Belki o mertebede, zevkle muhabbeti uzaklaştırmaktır. Hiçbir şekilde kendini O’nun muhabbetine lâyık göremez. Muhabbet ve ma’rifet sıfatlarda olur. Bahsettikleri zâta âit muhabbetten maksat, Zât-i ehadiyyet değil, zâtın ba’zı i’tibârları ile, zât demelerindendir. O hâlde hazret-i Râbia'nın muhabbeti sıfatlar mertebesindedir.
Allahû Teâlâ doğruları ilhâm edicidir. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyid-il beşer ve âlih-il ether.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Rızâ Makâmının Üstünlüğü

Rızâ makâmı, bütün velâyet makâmlarının üstündedir. Bu yüksek makâmın ele geçmesi ise, sülûk ve cezbeyi tamâmladıktan sonradır.
Eğer denirse ki, Allahû Teâlâ’nın Zâtı’ndan, sıfatlarından ve fi’llerinden râzı olmak vâciptir ve îmânın kendisinde zâten vardır. O hâlde bütün mü’minler için, Allahû Teâlâ’dan, sıfat ve fi’llerinden râzı olmak gerektir.

İş böyle olunca, sülûk ve cezbenin tamâmından sonra hâsıl olur demenin ma’nâsı nedir?

Cevâb’ında deriz ki, îmânın diğer esâsları gibi, rızânın da bir sûreti, bir de hakîkati vardır. Başlangıçta hâsıl olan sûretidir; nihâyette ise hakîkatidir. Bir rızâsızlık olmayınca, şerî’atin zâhiri, rızâ hâsıl olmuştur der. Aynen kalbin tasdîki gibidir. Tasdîki bozan veyâ gideren bir hâl bulunmadıkça, "tasdîk ele geçmiştir" denir. Bizim burada kastettiğimiz, rızânın hakîkatinin hâsıl olmasıdır, sûretinin değil.

Her şeyin en iyisini Allahû Teâlâ bilir.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)