Gönderen Konu: Mebde' ve Me'âd (Başlangıç ve Son) / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)  (Okunma sayısı 45537 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

Kelime-i Tevhîd Zikri

(Lâ ilâhe illAllah) kelimesi ile bütün bâtıl ilâhları nefy ve ibâdet olunmağa lâyık ve müstehak olan Hak Teâlâ’yı isbâtda en yüksek derece odur ki, görülen, bilinen, keşif ve müşâhede edilen ne varsa, sırf tenzîh ve anlaşılmaz, anlatılmaz, vasfedilemez olsa da, hepsini Lâ’nın [yoktur] altına almalı, isbât tarafında ise, kalbin muvâtâdı [muvâfakatı, berâberliği] ile sâdır olan İllAllah’dan başka hiç bir şey düşünmemelidir.

Beyt:
Anka kuşu avlanmaz, tuzağını topla,
Çünki orda havâdır, yalnız giren tuzağa.


Hidâyet üzere olanlara ve Resûl-i Ekrem’in “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” izinde gidenlere selâm olsun!


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kur'an'ın, Kâbe'nin ve Hz. Muhammed'in Hakîkatleri

Kur’ân-ı Kerîmin ve Kâ’be-i Rabbânînin hakîkatleri, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın hakîkatinin üstündedir. Bunun için, hakîkat-ı Kur’ân, hakîkat-ı Muhammedînin imâmı ve hakîkat-ı Kâ’be-i Rabbânî, hakîkat-i Muhammedînin mescûdu [secdegâhı] oldu. Bununla birlikte Kâ’be-i Rabbânînin hakîkati, Kur’ân-ı Kerîmin hakîkatinin üstündedir. O mertebede tamâmen sıfatsızlık ve renksizlik
vardır. Şân ve i’tibârların orada yeri yoktur. Tenzîh ve takdîs dahî o hazrete yanaşamaz.

Mısra:
Orada olan her şey, beyândan da yüksektir.

Bu öyle bir ma’rifettir ki, bugüne kadar evliyâdan hiç biri bu hususta ağzını açmamış, dilini oynatmamıştır. Hattâ îmâ ve işâretle dahî bundan bahsetmemiştir. Bu fakîri bu büyük ma’rifetle şereflendirdiler ve kendi akranı [ya’nî büyük evliyâ] arasından seçtiler. Bütün bunlar Resûlullah ve Habîbullah'ın sadakası olarak, O’nun hürmetine verilmiştir.

Şunu da bildirelim ki, Kâ’benin sûreti, eşyânın mescûdu [secdegâhı] olduğu gibi, Kâ’be'nin hakîkati de, eşyânın hakîkatinin secdegâhıdır. Şaşılacak bir söz söylüyorum ki, şimdiye kadar onu kimse işitmedi, bir haberci haber vermedi.

Allahû Teâlâ’nın bana bildirmesi ve ilhâm etmesi ve bana mahsûs kıldığı fadl ve keremi ile derim ki:
Resûlullah’ın “aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-tehıyyât” âhirete intikâlinden bin bir kaç sene sonra, bir zamân gelecek. O zamân hakîkat-i Muhammedî kendi makâmından urûc edecek [yükselecek] ve hakîkat-i Kâ’be makâmı ile birleşecek. O zamân hakîkat-i Muhammedî, hakîkat-i Ahmedî ismini alır ve bir olan Zât-ı ilâhîye mazhar olur ve her iki mübârek isim müsemmâ ile mütehakkık olur, onun hâlini alır ve önceki makâm hakîkat-i Muhammedî'den boşalır. Bu hâl, Îsâ Âleyhis-selâmın gökten inmesine ve Muhammed Âleyhis-selâmın şerî’ati ile amel etmesine kadar devâm eder. O zamân hakîkat-i Îsevî, kendi makâmından yükselerek, boş kalmış olan hakîkat-i Muhammedî makâmına yerleşir.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kur'an-ı Kerim'in Hidayeti ve Hayali İlahlardan Kaçınmak

Bu işte benim imâmım [uyduğum] Kelâmullah’tır ve yine benim bu işimde pîrim [mürşidim] Kur’ân-ı Mecid’dir. Eğer Kur’ân-ı Kerîm’in hidâyeti olmasaydı, hak ma’bûd olan Allahû Teâlâ’ya ibâdet yolu açılmazdı. Bu yolda, her latîf ve eltaf [dahâ latîf] “ben Allahım” nidâsı vurur idi ve bu yolun yolcularını kendilerine taptırırlardı. Çün olan kendini bîçûn sûretinde izhâr ederdi. Teşbîh [benzetilen] ise, kendini tenzîh şeklinde gösterirdi. Burada imkân Vücûbla imtizâc, hudûs [sonradan olma] Kadîm olanla karışıktır. Bâtıl ise, hak sûretinde ortaya çıkmakta, dalâlet ise hidâyet şeklinde zâhir olmaktadır.
Çâresiz sâlik, kör misâfir gibi olup, her biri “Bu Rabbimdir” diyerek, yüz gösterir.

Hazret-i Hak Sübhânehü ve Teâlâ, kendini, (Göklerin ve yerin yaratıcısı) olarak senâ ediyor ve kendisi için:
"Doğunun ve batının [ya’nî, kâinâttaki her şeyin] rabbi) diye tanıtıyor ve uruc [yükselme] zamânında, bu sıfatları, hayâli ilahlara arz ettiklerinde, hepsi gayri ihtiyârî bundan kaçındılar ve ortadan kayboldular. Bunun için, (Üfûl edenleri [batanları kaybolanları] sevmem) diyerek, yüzünü hepsinden çevirdi ve teveccüh kıblesini, Vâcib-ül Vücûd olan Zât’tan başkası yapmadı." (Bizi buna hidâyet eden Allahû Teâlâ’ya hamd olsun. Allahû Teâlâ bize hidâyet vermeseydi, biz hidâyete kavuşamazdık. Elbette Rabbimizin Peygamberlerinin söyledikleri, getirdikleri haktır, doğrudur.)



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Cinlerin Halleri

Bir gün cinnîlerin hâllerini bu fakîre gösterdiler. Gördüm ki, cinnîler sokaklarda insanlar gibi dolaşırlar. Her cinnînin başının üzerinde müvekkel [onunla vazîfeli] bir melek vardır. Her bir cinnî o meleğin korkusundan başını kaldırıp, sağına, soluna bakamaz. Bağlı ve tutuklular gibi dolaşırlar ve aslâ o meleğe muhâlefet edemezler. O zamân bildirildi ki, sanki o meleğin elinde demirden bir gürz vardır ki, eğer cinnîden az bir muhâlefet görse, bir vuruşla onun işini bitirir.

Beyt:
O Allah ki, alçağı, yüksekleri yarattı,
Her elin üzerinde bir başka el yarattı.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah'ın Kelâmı ve Zaman Hakkında Özel Bilgi

Allahû Teâlâ ezelden ebede kadar bir kelâmla söyleyicidir. O kelâm bölünmez ve parçalanmaz. Çünki, sükût ve söylememek Allahû Teâlâ hakkında muhâldir. Şaşılacak ne var ki, orada ezelden ebede kadar denen zamân bir ândır. Çünki, Allahû Teâlâ üzerinden zamân geçmez. Bir ânda, basît bir sözden başka ne vâki’ olabilir. İşte o tek bir söz, çeşitli bağlantıları i’tibâriyle, kelâmın bu kadar çok kısımlarına esâs olmaktadır. Meselâ bir işin yapılmasını öngörüyorsa, emir, bir yasağın yapılmamasını gösteriyorsa, nehiy, bir şeyi haber veriyorsa, haber olarak ortaya çıkıyor. Ya’nî demek istiyoruz ki, geçmiş ve geleceğe âit haberler, bir takım kimseleri zora sokuyor ve öncelik ve sonralık ifâde eden sözler, o şeyin önceliğine ve sonralığına delîl gösteriliyor. Hâlbuki burada suâli ve zorluğu gerektirecek bir durum yoktur. Zîrâ geçmiş ve gelecek, delâlet edenin husûsî sıfatlarından olup, o bir ânın yayılmasından [genişlemesinden] hâsıl olmaktadır. Gösterdiği şey [medlûl] mertebesinde, o bir ân kendi hâlinde olup, hiç bir inbisât [yayılma, genişleme] hâli yoktur. Geçmiş ve geleceğin orada yeri yoktur.
Akıl sâhipleri demişlerdir ki, o bir ânın mâhiyyeti, vücûd-i hâricî [dışarıda bulunma] i’tibâriyle ayrı, vücûd-i zihnî [zihinde bulunma] bakımından başka sıfattır. O hâlde tek bir şeyde ayrı ayrı sıfatlar ve gerekleri, varlığın ve kimliğin değişmesi bakımlarından câiz oluyor da, gerçekte birbirinden ayrı olan dâl [gösterme] ve medlûl [gösterilen, işâret edilen] de niçin olmasın; evleviyyetle câiz olur. Ezelden ebede kadar tek bir ândır sözü, kelime bulunamadığı içindir. Yoksa orada ân demenin de yeri yoktur. Orada ân demek de, zamân demek gibi ağır ve yersiz kalır.
Şunu da beyân edeyim ki, mümkin [kul] kurb-i ilâhî [Allaha yakınlık] makâmlarında, adımını imkân [mahlûk] dâiresinin dışına atarsa, ezel ve ebedi birleşmiş bulur. Resûl-i Ekrem efendimiz “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” mi’râc gecesi, yükselme makâmlarında Yûnüs Âleyhisselâm’ı balığın karnında, Nûh Âleyhisselâm’ı Tufânda, Cennetlikleri Cennet’te, Cehennemlikleri Cehennem’de gördü. Âshâb-ı Kirâm’ın zenginlerinden Abdürrahmân bin Avf’ı “radıyAllahü anh” diğerlerinden, âhiret zamânı ile yarım gün, dünyâ zamânı ile beşyüz sene sonra Cennet’e girerken gördüğünde, geç kalmasının sebebini sormuş ve hesâbının çokluğundan, çektiği sıkıntılarını anlatmıştır. Bütün bunlar hep tek bir ânda görülmüştür. Orada geçmiş ve geleceğin yeri yoktu.

Bu fakîre de, zamân zamân Habîbullah’ın “aleyhissalâtü ves-selâm” sadakası olarak, bu hâl hâsıl olmaktadır. Bir defasında, meleklerin hazret-i Âdeme “aleyhisselâm” secde ettiklerini ve dahâ başlarını o secdeden kaldırmadıklarını ve illiyyûn meleklerinin ise, bu emirle emrolunmadıklarını, müşâhe ettiklerinde [Allahû Teâlâ’nın tecellîlerinde] kendinden geçmiş, o huzûr ve nûra dalmış olarak, âhiret için söz verilmiş hâllerin o bir ânda keşfolunduğunu gördüm. Bu hâllere şâhit olduğum zamândan beri epey bir vakit geçtiğinden, âhiret hâllerini geniş yazmıyorum. Zîrâ hâfızama tam güvenemiyorum. Fakat şunu bilmek lâzımdır ki, bu hâller, Resûlullah’ın “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” hem bedenine, hem de mübârek rûhlarına olmuştu. Hem gözle, hem de kalple görmüştü. O’na tufeyli olan başkalarına, eğer bu hâller, O’na tâbi’ olmanın bereketi olarak verilirse, ya’nî hâlleri görürlerse, rûhları ve kalp gözleri ile görmüş olurlar.

Beyt:
Onun kâfilesine bilirim yetişemem,
Yetişir, o kervânın çıngırağın işitsem.

Aleyhi ve alâ âlihis-salâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kelime-i Tevhîd'in Fazîleti

Lâ ilâhe illAllah kelime-i tayyîbesi olmasaydı, Allahû Teâlâ’ya kim yol bulabilir, tevhîdin yüzündeki örtüyü kim kaldırabilir ve Cennet kapılarını kim açabilirdi. Dağ dağ insanlık sıfatları bu LÂ kazması ile ancak kazılır ve devrilir; yüzlerce nefsânî bağlar bu LÂ İLÂHE kelimesinin tekrârı ile koparılır. O bâtıl ilâhlar, ancak bu kelime ile ortadan kaldırılır ve İLLAllah isbât kelimesi ile O hak ma’bûd isbât edilir. Sâlik [büyükler yolunun yolcusu] imkân medâricini [insanlara âit mertebeleri] bu kelimenin yardımı ile aşar. Ârif, vücûbî [ilâhî] yükselmelere, onun bereketi ile kavuşur. O öyle bir kelimedir ki, fi’llerin tecellîlerinden, sıfatların tecellîlerine götürür ve sıfatların tecellîlerinden Zâtın tecellîlerine ulaştırır.

Beyt:
Lâ süpürgesi ile yolu süpürmez isen,
İllAllah sarâyına kavuşamazsın aslâ.


Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın izinden gidenlere selâm olsun “aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ!


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Felâk ve Nâs Sureleri Kur'an'dandır

Mahdûm Şeyh Şerefüddîn Münîrî, (Mektûbât)ında yazıyor ki, Mu’avvizeteyni [Kul-e’ûzüleri] farz namâzlarında okumamalıdır. Zîrâ, Abdullah ibni Mes’ûd “radıyAllahü anh” bu iki surenin Kur’ân-ı Kerîm’den olduğunda cumhûra muhâlefetle, Kur’ân’dan değillerdir demektedir. O hâlde kat’î farz olan namâzlarda, bu iki sureyi okumamalıdır. Bu fakîr de bunun için okumuyordum. Nihâyet bir gün, bu fakîre gösterdiler ki, bu iki sure huzûr-i ilâhîye çıkıp hazret-i Mahdûm’un kendilerini farz namâzlarında okumaktan men’ ettiklerinden şikâyet ediyorlar ve bizi Kur’ân’dan çıkardı” diyorlar. O zamândan beri, onları okumamaktan vazgeçip, farz namâzlarında okumağa başladım. Her ne zamân bu iki sureyi farz namâzında okusam, acîb ve garîb haller müşâhede ediyorum. Gerçekten şerî’at bilgilerine baş vurulduğunda, farz namâzında bu iki sûrenin okunmaması hakkında bir sebep görülmüyor. Hattâ mushafın içindekilerin hepsinin Kur’ân olduğu hakkındaki kesin hükme şüphe bırakmamaktadır. Bununla berâber bu iki sûrenin, namâzda zamm-ı sûre olarak mezhebde okunmamasının vâcib olması zannîdir. [Zîrâ hanefî mezhebinde namâzda Fâtiha-i şerîfeyi ve herhangi bir zamm-ı sûreyi okumak vâcib, kırâet ise farzdır.] O hâlde, zannî de olsa, bu iki sure için, farzda okunmazlar demek, farz-ı muhâl [ya’nî bir an bu sözü kabullensek bile] hiç bir senede dayanmıyor. Çünki bunlar Fâtiha-i şerîfe üzerine zamm-ı sûre olarak okunmaktadır. Böyle büyük ve uyulması gereken bir şeyhin böyle bir söz söylemesine ne kadar şaşılsa yeridir.

Ves-salâtü ves-selâmü alâ Seyyid-il Beşer ve âlih-il et-hâr.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Yakînin Mertebeleri

"Rabbinin ni’metlerini dile getir" âyet-i kerîmesine uyarak, bu büyük ni’meti bildirmek için derim ki:

Bu fakîrin Ehl-i Sünnet ve cemâ’at âlimlerinin bildirdikleri kelâmdaki i’tikâd bilgilerinin doğruluğuna öyle bir yakînim [kuvvetli îmânım] vardır ki, o yakînin yanında, en açık ve bedihî olan yakînler, zan, hattâ vehim gibi kalır.
Meselâ kelâm mes’elelerinin her biri için hâsıl olan yakîni [îmânı], güneşin varlığına olan yakînim [inancım ve kabûlüm] ile karşılaştırırsam, ikincisine birincinin yanında yakîn demek, çok ağır ve esef verici gelir.

Akılla iş yapanlar bu sözümü ister kabûl etsinler, ister etmesinler. Hattâ kabûl etmeyeceklerdir. Çünki bu mevzu’, aklın görüşünün ve düşünüşünün ötesindedir. Zâhire [dış görünüşe] bakan aklın bu makâmdan inkârdan başka nasîbi yoktur.

Bu işin esâsı ve hakîkati şudur ki, yakîn kalbin işidir. Kalbin güneşin varlığına yakîni, habercileri gibi olan hislerin [duygu organlarının] vâsıtası iledir. Ammâ kelâm meselelerinden bir mes’ele hakkında kalbde hâsıl olan yakîn, herhangi bir organ ve kişi tarafından olmayıp, ihsânı bol olan Allahû Teâlâ’dan ilhâm yoluyla ve vâsıtasız olarak alınmıştır. O hâlde birinci yakîn, ilim-ül yakîn mertebesinde, ikinci yakîn ayn-ül yakîn mesâbesindedir. Aralarında çok fark vardır.

Mısra :
Hiç, işitmek görmek gibi olur mu?



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah'ın Sıfatlarının Üç Kısmı

Vâcib Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin sıfatları üç kısımdır:

Birincisi, izâfî sıfatlardır. Yaratmak ve rızık vermek gibi.
İkincisi, hakîkî sıfatlardır, bunların izâfî sıfatlara benzer tarafları vardır. İlim, kudret, irâdet, semi’, basar ve kelâm sıfatları gibi.
Üçüncüsü, sırf hakîkî sıfattır. Hayât gibi. Çünki onda izâfîlikten bir karışıklık yoktur. İzâfîlikten murât, âlem ile taalluktur.

Bu üçüncü kısım, üç kısmın en yükseğidir ve bütün kısımları kendinde toplamaktadır ve sıfatların esâsıdır.

İlim sıfatı, câmi’ [toplayıcı] olmakla berâber, hayât sıfatına tâbi’dir ve sıfat ve şüûnât dâiresi, hayât sıfatına kadardır. Matlûba kavuşmanın kapısı da O’dur. Hayât sıfatı, ilim sıfatından yüksek olunca, O’na kavuşmak da, elbette, ilim mertebelerini aştıktan sonra olacaktır. Söz konusu ilim, zâhirî veyâ bâtınî olsun, şerî’at ilmi veyâ tarîkat ilmi olsun aynıdır. O kapıdan içeri girenler ise çok çok azdır. Sokakların arkasından bile, içeriye bakmak isteyenler azdır. Bu sırlardan, işâretle bile konuşmağa kalkışırsam boğazımı keserler.

Beyt:
Ötesinde bir şey var, anlatmak dahâ zordur,
Bence onu saklamaktan dahâ güzel şey yoktur.

Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın “sallAllahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” izinde gidenlere selâm olsun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah'ın Benzeri Yoktur

Allahû Teâlâ misli olmaktan münezzehtir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, (Misli gibi bir şey yoktur) buyurulmuştur. Ammâ misâli olabilir demişlerdir. Meseli [benzeri] olmaz buyurmuşlardır. Nitekim âyet-i kerîmede, (En yüksek meseller [sıfatlar] Allah’ındır) buyuruldu.

Sülûk erbâbı ve keşif ashâbına misâl ile tesellî veriyorlar ve hayâl ile râhatlık bahşediyorlar. Bîçûnü çûn misâli ile gösteriyorlar. Vücûbü imkân sûretinde ortaya koyuyorlar. Çâresiz sâlik, misâli, misâlin sâhibinin aynısı, sûreti, sûret sâhibinin kendisi zannediyor. Bu yüzden Hak Sübhânehu ve Teâlâ’nın ihâtası sûretini eşyâda görüp, o ihâtanın misâlini âlemde müşâhede ediyor ve zannediyor ki, müşâhede edilen Hak Sübhânehu ve Teâlâ’nın hakîkî ihâtasıdır. Hâyır, böyle değildir. Allahû Teâlâ’nın ihâtası da bîçûn ve bîçigûnedir ve müşâhede edilmekten münezzehtir ve kimse onu keşfedemez.

İnanırız ki, Allahû Teâlâ her şeyi muhîttir [kuşatmıştır], ammâ O’nun ihâtasının ne ve nasıl olduğunu bilmeyiz. Bizim bildiğimiz o ihâtanın misâli ve benzeridir. Allahû Teâlâ’nın kurbu ve mâiyyeti de böyle olup, onlardan mekşûf ve meşhûd olan, benzeri ve misâlidir, hakîkati değildir; belki bunların hakîkatları hâsıl olduğu bilinemeyen mertebededirler.

Allahû Teâlâ’nın karîb [yakın] olduğuna ve bizimle olduğuna inanırız. Ammâ yakınlığının ve berâberliğinin hakîkatini bilmeyiz. Belki de Resûlullah’ın hadîs-i şerîfinde gelmiş olan,(Rabbimiz güler gibi tecellî eder) ifâdesinin ma’nâsı, misâlinin sûreti i’tibâriyledir. Zîrâ rızânın en yüksek derecesi, misâlde güler gibi sûreti ile şekillenir. El, yüz, ayak, parmak kelimelerinin Hak Teâlâ tarafından kendine nisbet edilmesi de, misâli sûret i’tibâriyle olur. Rabbim bana böyle bildirdi. (Allahû Teâlâ dilediğini rahmetine mahsûs kılar; O, büyük ihsânlar sâhibidir.)

Ve sallAllahü teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sellem ve bârek.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Tekvin (Yaratma) Hakîkî Sıfatlardandır

Tekvîn. Vâcib-ül vücûdün hakîkî [sübûtî] sıfatlarından biridir. Eş’arîler Tekvîni izâfî sıfatlardan sayarlar. Âlemin var olmasında Kudret ve İrâde sıfatlarını kâfî bilirler. Ammâ doğrusu Tekvîn, diğer sıfatlar gibi hakîkî bir sıfattır.
Kudret ve İrâdeden başkadır.

Bunun açıklamasında deriz ki:
Kudret, bir işi yapmak ve yapmamakta gücü yetmek demektir. İrâde ise, kudretin ta’rîfinde bulunan, yapmak veyâ yapmamaktan birini dilemektir. O hâlde kudretin rütbesi, [yeri] irâdeninkinden öncedir. Hakîkî sıfatlardan bildiğimiz Tekvînin yeri ise, Kudret ve İrâdeden sonradır. Bu sıfatın işi, bir şeyin yapılması veyâ yapılmamasını diledikten sonra, o dilenen şeyi yaratmaktır. O hâlde, kudret, bir işe gücü yetmek, irâdet, o işi yapmağı dilemek, tekvîn de onu vücûda getirmek, ya’nî yaratmak demektir. O hâlde Tekvîn muhakkaktır. Bu istitaatin [gücü yetmenin] me’al-fi’l [işle birlikte] olmasına benzer ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, kulda bunun bulunduğunu söylemişlerdir. Şüphe yoktur ki, bu istitaat [gücü yetme] kudretin sübûtundan sonradır. Hattâ irâdenin o işe bağlanmasından sonra olmakta ve meydâna gelmek [yaratılmak] bu istitaate bağlıdır. Belki o istitaat, işin olmasına sebeptir; orada olmamak söz konusu değildir.
Tekvîn sıfatının hâli de böyledir. Onunla meydâna gelmek, bir nev’î îcâptır, ammâ bu îcâp [gerekli olma] Vâcib Teâlâ’ya zarar vermez. Çünki Onun sübûtu, kudretin tahakkukundan sonradır ki, kudret bir işi yapmak veyâ yapmamağa gücü yetmek demektir. İrâdenin tahsîsinden de sonradır. Felsefecilerin dediği buna uymuyor. Birinci şartı [dilerse, yapar] vâcib-üs-sıdk bildiler. İkinci şartı [dilemezse ya’nî olmamasını dilerse, yapmaz], mümteni-üs-sıdk bilip, irâdeyi aradan çıkardılar. Sarîh olan îcâb olmasıdır. Allahü Teâlâ bundan çok yüksektir. Bir îcâb ki, ikisinden birinin tahsîsinden ve irâdenin taallukundan sonra ortaya çıkar, ihtiyârı îcâb ettirir. Ve onu kuvvetlendiren ihtiyârı nefy etmez. (Futûhat-ı Mekkiyye) sâhibinin görüşü de, hükemânın re’yine uygun olmuştur. O da kudretin ilk şartını vâcib-üs-sıdk, ikincisini mümteni-üs-sıdk bilmiştir. Bu söz îcâb olup [mecbûriyyet bildirip], irâdeye iş kalmamaktadır. Çünki iki müsâvîden [eşit ağırlıkta olan iki sıfattan] biri burada aradan çıkarılmış oluyor. Eğer bu ma’nâyı tekvîn için söyleselerdi, yeri vardı. Çünki, o îcâb şâibesinden uzaktır. Bu çok ince bir fark olup, bunun îzâhına çok az kimse girişmiştir. Mâtüridî âlimleri her ne kadar bu sıfatın bulunduğunu söylerlerse de, bizim yazdığımız kadar ince ve keskin bakışla bakamadılar. Sünnet-i seniyyeye “alâ sâhibihassalâtü ves-selâmü vet-tehiyye” çok tâbi’ olmaları, onları bu husûsda mümtâz kılmıştır. Diğer kelâmcılar onların vardığı yere varamadılar. Bu fakîr Mâtüridî âlimlerinin sofralarından dökülen ve artanlarla beslenmişim.

Allahû Teâlâ, Peygamberlerin efendisi “aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ” hürmetine bizi onların doğru i’tikâdları üzere bulundursun!


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
İradenin Fânî Olması

Allahû Teâlâ’nın fadlı ve ihsânı ile tâlibin sînesi, bütün arzû ve murâtlardan boşalır ve Allahû Teâlâ’dan başka hiçbir isteği kalmazsa, o zamân yaratılışından maksat ne ise, ele geçmiş ve kulluğun hakîkati yerine gelmiş olur. Bundan sonra, eğer nâkısların terbiyesi [yetiştirilmesi ve olgunlaştırılması] için geri gönderilmesi istenirse, kendi tarafından ona irâde ve ihtiyâr verilir de, söz ve fi’ldeki tasarruflarında muhtâr ve mucâz [serbest ve izinli] olup, me’zûn olan kul gibi olur.
Allahû Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmak olan bu makâmda, irâde [istek] sâhibi, ne isterse, başkaları için ister ve hep başkalarının menfa’atini göz önünde bulundurur. Kendi menfa’at ve çıkarını düşünmez. Vâcib Teâlâ’nın irâdesi işte öyledir ve âyet-i kerîmede, (En büyük sıfatlar Allah’ındır) buyuruldu. Bu irâde sâhibinin kendi menfa’atini düşünmesi lâzım değildir, hattâ câiz değildir. Çünki bu irâde sâhibi ne isterse, olur. O hâlde kendi menfa’atini düşünmesi ve göz önünde tutması şirkdir ve kulluk bunu kaldırmaz. Allahû Teâlâ Habîbine “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (Muhakkak ki, Sen istediğine hidâyet veremezsin. Lâkin Allah dilediğini hidâyete getirir) buyurmakla, insanların Efendisinin irâdesinde duraklama olunca, başkaları kendi için nasıl isteyebilirler.
Aynı şekilde, bu irâde sâhibinin bütün isteklerinin Hak Teâlâ’nın rızâsına uygun olması lâzım değildir.
Görmez misin ki, O insanların en büyüğü Efendimizin “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” ba’zı davranışlarına ve sözlerine Allahû Teâlâ tarafından i’tirâz vâki’ oldu.
Nitekim Tahrîm Sûresi birinci âyetinde, (Ey Peygamberim! Zevcelerinin gönül rızâsını arayarak, Allah’ın sana helâl kıldığını, niçin harâm edersin. Bununla berâber üzülme, Allah Gafûr ve Rahîmdir [mağfireti boldur ve çok merhametlidir]),
Âl-i İmrân sûresi 161. âyetinde, (Bir peygamber için emânete [ganîmet malına] hıyânet hiç olmuş şey değildir),
Tevbe sûresi, 43.cü âyetinde, (Ey büyük Peygamber! Allah senden hüznü gidersin! Doğru söyleyenler belli oluncaya kadar ve yalancılar bilininceye kadar, niçin beklemeyip, onlara izin verdin) buyuruyor.

Buradaki afv kelimesi, bir taksîri hâtırlatıyor. Hâlbuki, Allahû Teâlâ, kendinin bütün irâde ettiklerinden râzı değildir.

Küfür ve günâhlar böyledir.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah'ın Varlığı Hakkında Özel Bilgi (2)

Hazret-i Vâcib-ül Vücûd Teâlâ ve Tekaddes’in kendine mahsûs olanlardandır ki, zâtı ile mevcûddur ve var olmasında aslâ vücûda muhtâç değildir.
Vücûdu zâtın aynısı, yâhud zât üzerine zâid tutmamız aynıdır. Her iki takdîrde de, ya’nî vücûd zâtın aynıdır veyâ zât üzerine ziyâdedir de mahzûr vardır. [Aynı olduğunu söylersek, uzun delîllere ihtiyâç ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin cümhûru kavline muhâlefet vardır. Ziyâdeliğini söylersek, başkasına muhtâçtır ma’nâsı çıkar.] Allahû Teâlâ’nın âdeti şöyle cereyân etmekdedir ki, vücûb mertebesinde olan bir şeyin, imkânın her mertebesinde bir nümûnesini zâhir eder. İnsanların bundan haberi olsun veyâ olmasın. Bu husûsiyyetin nümûnesi âlem-i imkânda vücûddur. Vücûd her ne kadar mevcûd olmayıp, ma’kulât-i sâniyyeden ise de, vücûdunu [bu derecede var olduğunu] kabûl edelim. O zaman kendi zâtı ile mevcûd olacaktır, bir başka vücûdla değil. Diğer mevcûdlar ise böyle olmayıp, onların varlığı vücûda muhtâçtır, zâtları kâfi değildir. O hâlde eşyânın mevcûdiyyetinde dahlî olan vücûd, eğer mevcûd olursa, kendi zâtı ile mevcûd olacaktır ve başka bir vücûda muhtâç olmayacaktır. Bütün mevcûdâtın yaratıcısı Teâlâ ve Tekaddes, müstakil olarak, eğer zâtı ile mevcûd olur ve aslâ vücûda muhtâç olmazsa, bunda şaşılacak ne olabilir. Bunu uzak görenler, sözümüzün dışındadır. Elbette doğruyu ilhâm eden [bildiren] Allahû Teâlâ’dır.

Bir kimse derse ki, hukemâ, Eş’arî âlimleri ve ba’zı mutasavvıfların, zât vücûdun aynıdır sözleri, sizin bir önceki ma’rifette bildirdiğiniz gibi, Vâcib-i Vücûd Teâlâ ve Tekaddes, vücûdla değil, kendi zâtı ile mevcûddura benziyor. O zamân, “zâten aynı olan bir vücûdla mevcûddur” sözünün ma’nâsı, “kendi zâtıyla mevcûddur, vücûdla değil” olmaktadır.
Cevâb’ında deriz ki, bu şekil Ehl-i Sünnete uymuyor. Bu mes’elede Ehl-i Sünnet âlimleri ile berâber olmadılar. Şöyle gerekirdi ki, Ehl-i Sünnet âlimleri bu durumda, onlara mukâbil desinler ki, Hak Teâlâ vücûdla mevcûddur, zâtla değil. Bu sûretten ise, vücûdün zâid olmasının isbâtı anlaşılmaktadır. Demek ki, vücûdun ziyâdeliğinin isbâtı [var olduğunu kabûllenmek] şunu gösteriyor ki, iki fırka arasındaki ayrılık vücûdün kendisinde değil, sıfatında, onun aynı veyâ ziyâde oluşundadır. Ya’nî iki taraf da Hak Teâlâ’nın vücûd ile mevcûd olduğunu söylemekte berâberdir. Ancak aynı mıdır, ziyâde midir kısmında ayrılmaktadırlar.

Vâcib-ül Vücûd Teâlâ ve Tekaddes, kendi zâtı ile mevcûd ise, Vâcib Teâlâya mevcûd derken ne kastediliyor?
Çünkü, mevcûdün ma’nâsı vücûdla varlıkta duran demektir. Hâlbuki burada vücûddan hiç söz edilmiyor, denirse,

Cevâb’ında deriz ki, evet, Vâcib Teâlâ ve Tekaddes’in kendisiyle mevcûd olduğu vücûd, Hak Teâlâ hakkında söylenemez. Ammâ a’râz-ı ân [ma’kulat-i sâniyeden olarak] zât üzerine söylenen vücûdla Vâcib Teâlâ mevcûddur deyip, iştikâk yoluyla yorumlanırsa, hiçbir mahzûru yoktur.


Vesselâm.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Mânevi Yolda Yükseliş ve İniş Mertebeleri

Bu fakîrin kalbine bu yolun hevesi düşünce, Allahû Teâlâ’nın inâyet ve ihsânı onu, Nakşibendî Hâcelerinin “kaddesAllahü esrârehüm” hânedânının halîfelerinden birinin sohbetine eriştirdi. Ondan bu büyükler yolunu alıp, o azîzin sohbetine devâm etti. Ondan hiç ayrılmadı. O büyüğün [Hâce Muhammed Bâkibillah Hazretleri’nin] teveccühünün bereketi ile, istihlâk bakımından kayyûmluk sıfatına erişen hâcegânın yüksek cezbesi kendisinde hâsıl oldu. Ayrıca, bidâyetinde nihâyetin hâlleri münderic olan yoldan da bir parça nasîbi oldu. Bu cezbe ile hâllendikten sonra, işi ve mu’âmelesi sülûkde karar kıldı. Bu yolu hazret-i Alî’nin “kerremAllahü vecheh” rûhâniyyetlerinin terbiyesi ile sonuna kadar kat’ etti. Ya’nî Onun Rabbi olan ismin yardımı ile gitti. O isimden kâbiliyyet-i ûlâ [ilk kâbiliyyet] -ki, buna Hakîkat-i Muhammediyye denir- “alâ sâhibihessalâtü vesse-lâmü vettehıyye” hazret-i Hâce Nakşibend’in “kaddesAllahü teâlâ sirreh” rûhâniyyetinin yardımı ile yükseldi. Oradan, hazret-i Fârûkun “radıyAllahü anh” rûhâniyyetlerinin vâsıtası ile, o kâbiliyyetin üstüne çıkmak ele geçti. Oradan da, o kâbiliyyetin üzerinde bulunan ve onun tafsîli gibi bulunan makâma -ki O makâm aktâb-ı Muhammediyye makâmıdır-Resûl-i ekrem “sallAllahü aleyhi ve sellem” Hazretleri’nin rûhâniyyetlerinin terbiyesi ile ulaştı. Bu makâma kavuşma zamânında, Hâce Nakşibend Hazretleri’nin “kaddesAllahü teâlâ esrârehümâ” halîfesi olup, irşâd kutbu bulunan Alâed-dîn Attâr Hazretleri’nin rûhâniyyetlerinden de o dervişe bir nev’ yardım ulaşdı. Aktâbın, ya’nî irşâd kutublarının nihâyeti bu makâma kadardır. Zıl dâiresi de bu makâmda sona erer. Bundan sonra ya tam asıldır, yâhud zılle karışık asıldır. Efrâd ismini alan büyük evliyâ bu devlete kavuşmakla şereflenirler. Kutublardan ba’zısı da, efrâdla sohbet netîcesinde, asl ile zıllın karışık olduğu makâma kadar yükselip, bu karışık asla bakar. Fakat tam asla kavuşmak, yâhud ona nazar etmek, derecelerine göre, efrâda mahsûstur. Bu Allahû Teâlâ’nın büyük ihsânıdır. Dilediğine verir. O, büyük ihsân sâhibidir.

Bu dervişe kutubluk hil’atı [büyük makâmı], kutubların makâmı olan dereceye kavuştuktan sonra, din ve dünyânın Efendisi “aleyhissalavâtü vet-teslîmât-ül-mübârekâtü vet-tehıyyâtü-t-tâmiyât” tarafından ihsân edildi. Böylece bu fakîri bu makâmla şereflendirdiler.

Bundan sonra, Allahû Teâlâ’nın inâyet ve ihsânları yine onun hâlini kaplayıp, bulunduğu bu makâmdan dahâ yukarıya yöneldi. Bir defada asılla karışık olan makâma ulaştı ve o makâmda bir nev’î fenâ ve bekâ ele geçti. Geçmiş olduğu makâmlarda da böyle olmuştu. Asılla zıllın karışık olduğu bu makâmdan da ileri geçirip, asla âid makâmlarla şereflendirip, aslın aslına kavuşturdular. Asl makâmlarında yükselme olan bu son urûc, ya’nî ilerleme ve yükselmede Gavs-ı A’zam Muhyiddîn Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri’nin “kaddesAllahü teâlâ sirreh-ül-akdes” rûhâniyyetlerinden yardım geldi ve tasarruf kuvveti ile, o makâmlardan geçirip, asl-ül asla eriştirdiler ve o makâmdan tekrâr âleme döndürdüler. Nitekim bu geri döndürme işi, her makâmda olmuş idi.

Bu fakîre, son yükselmenin kendisine mahsûs olduğu ferdiyyet nisbetinin mayası, yüksek babasından hâsıl olmuş, yüksek babası da, bu makâmı, kuvvetli cezbe ve meşhûr hârikalar sâhibi bir azîzden elde etmişti. Lâkin bu fakîr, basîretinin [kalb gözü ile görmesinin] za’îfliği ve o nisbetin ortaya çıkmasının azlığı sebebiyle sülûk konaklarını aşmadan, onu kendinde bulamadı ve asla bundan hiç haberi olmadı.
O derviş, nâfile ibâdetlerde, bilhâssa nâfile namâzlarda, babasından çok yardım gördü. Yüksek babası ise bu sa’âdete Çeştî yolunda bulunan şeyhi vâsıtası ile kavuşmuştu.

O dervişin [ya’nî imâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin] ledünnî ilimlerle şereflenmesinde Hızır’ın “alâ nebiyyinâ ve aleyhis-salâtü ves-selâmü vet-tehıyye” rûhâniyyetinin yardımları oldu. Fakat bu hâl kutublara âit makâmdan geçmediği zamân süresince idi. O makâmdan geçtikten ve yüksek makâmlarda terakkiye kavuştuktan sonra ilmin alınması kendi hakîkatinden olmakta, kendinde, kendiyle ve kendinden bulmaktadır. Zîrâ başkasının araya girmeğe mecâli kalmamıştır.

O dervişe, seyr-i anillahi billah diye tâbir olunan nüzûl, ya’nî iniş ve geriye dönüş zamânında, diğer silsilelerdeki meşâyıhın makâmlarından geçmek de elverdi ve her makâmdan büyük pay aldı ve geçtiği makâmlardaki meşâyıh onun işi ve mu’âmelesine yardımcı oldular ve kendi nisbetlerinin hülâsâlarını, öz ve esâslarını ona verdiler. İlk önce Çeştî büyüklerinin makâmından geçirildi ve o makâmdan büyük haz ve nasîb aldı. Çeştî tarîkatindeki büyük meşâyıh arasından, Hâce Kutbüddîn Bahtiyârî Hazretleri’nin rûhâniy-yeti diğerlerinden önce yardımda bulundu ve gerçekten kendileri o makâmda büyük şân sâhibi olup, o makâmın reîsidirler.

Bundan sonra Kübrevî tarîkati büyüklerinin makâmlarından geçmek vâkı’ oldu. Bu iki makâm urûc, ya’nî yükselme bakımından berâberdir. Lâkin bu makâm, yukarıdan iniş, ya’nî geriye dönüş vaktinde, o ana caddenin sağında bulunmaktadır. Birinci makâm ise, o sırât-ı müstakîmin solundadır. Bu ana cadde öyle bir yoldur ki, irşâd kutublarının büyüklerinden ba’zısı o yoldan Ferdiyyet makâmına ulaşırlar ve nihâyet-ün-nihâyeye kavuşurlar. Efrâd-ı Tenhâ, yalnız olan efrâdın ayrı bir yolu vardır ki, kutubluk olmadan o yoldan geçilemez. Bu makâm sıfatlar makâmı ile bu ana cadde arasında bulunmaktadır. Sanki o, bu iki makâm arasında geçittir ve her iki taraftan nasîp almaktadır. Birinci makâm ise, o ana caddenin bir başka tarafında bulunmakta olup, sıfatlar ile münâsebeti azdır.

Dahâ sonra, şeyh Şihâbüddîn’in reîsi bulunduğu, Sühreverdî büyüklerinin makâmlarından geçildi. Bu makâm sünnete uymak nûrları ile parlamaktadır. “Alâ masdarihes-salâtü vesselâmü vet-tehıyye.” Aynı zamânda fevk-ul fevk müşâhedesinin aydınlığı ile süslenmiştir. İbâdetler bu makâmı elde etmekte yardımcıdır. Nâfile ibâdetlerle meşgûl olan ba’zı yetişmemiş, olgunlaşmamış sâlikler, nâfile ibâdetlere ülfetle, o makâma münâsebetleri sebebiyle, o makâmdan bir pay almışlardır. Nâfile ibâdetler, asâleten, ya’nî doğrudan doğruya o makâmla münâsebettedir. Diğerlerinin, mübtedî olsun, müntehî olsun, ya’nî yolun başında bulunsun veyâ sonunda bulunsun vâsıtalı, ya’nî dolaylı olarak o makâmla münâsebetleri vardır. [Burada vâsıta yine nâfilelerdir.] O makâm çok parlaktır. Bu makâmda müşâhede edilen nûrâniyyet, diğer makâmlarda azdır. Bu makâmdaki meşâyıh, sünnet-i seniyyeye ittiba’ ile, büyük şân ve yüksek mertebede bulunmaktadır. Kendileri gibi olanlardan husûsî özellikleri ile apayrı bir imtiyâzla ayrılmaktadır-lar. Onlara bu makâmda müyesser olanlar, başka makâmlarda, yükselme bakımından dahâ üstün olsa da, ele geçmez.

Ondan sonra cezbe makâmına indirdiler. Bu makâm, hesâbsız cezbe makâmlarını câmi’dir. Oradan da aşağı indirdiler. Geriye dönüş, ya’nî yükseldikten sonra tekrâr inme makâmlarının sonu, hakîkat-i câmi’a denilen kalb makâmıdır. İnsanları irşâd etme ve kemâle getirme bu makâma inmeğe bağlıdır. Bu fakîri bu makâma indirdiler. Bu makâma iyice yerleşmeden tekrâr bir urûc, yükselme vâkı’ oldu. O zamân aslı da, zıl gibi geride bıraktı. Kalb makâmında vâkı’ olan bu urûc sebebiyle temkîne kavuştu.

Vesselâm.


Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Altı Latifenin Mertebeleri ve Yükselişi

Kalb, âlem-i emirdendir. Kendisine âlem-i halka karşı bir alâka ve sevgi verildi de, âlem-i halka [insana] indirildi ve insanın göğsünün sol tarafında bulunan yüreğe husûsî bir alâka ve bağlantısı oldu. Pâdişâhın bir süpürgeci kıza âşık olup, o süpürgeci, hizmetçi kızın kulübesine gitmesi gibi, kalb de yürek kulübesine girdi.

Kalbden dahâ latîf olan rûh, ashâb-ı yemînden, ya’nî sağ taraf ehlindendir.
Rûhun üstünde bulunan diğer üç latîfe, “İşlerin hayrlısı ortada olandır” şerefiyle şereflenip, ortada oldu. Hangisi dahâ latîf ise, ortaya dahâ yakın ve uygun bulundu. Ancak sır ve hafî, ahfânın iki tarafında olup, biri sağında [hafî], diğeri [sır] solundadır.
Hislere [duygulara] çok yakın olan nefs, dimâga [beyne] alâkalıdır.

Kalbin terakkîsi [ilerlemesi] rûh makâmına ve rûhun üstündeki makâmlara kavuşmasıyla olur. Bunun gibi rûh ve üstündekiler, kendinden yukarıda makâmlara erişmekle terakkî ederler. Lâkin bu kavuşma, başlangıçta, hâller ile olmakta, sonda ise, makâm şeklinde vuku’ bulmaktadır. Nefsin ilerlemesi de, başta hâl yoluyla, kalb makâmına erişmesiyle, sonda ise, makâm i’tibâriyle olmaktadır. En sonunda bu altı latîfe ahfâ makâmına kavuşup, hepsi sözbirliği ile kudsî âleme doğru uçar ve kalıp latîfesini boş ve yalnız bırakırlar. Ammâ bu uçuşları da başlangıçta hâl, sonda ise makâm olarak hâsıl olmaktadır.

İşte o zamân fenâ hâsıl olur. Ölümden evvel ölüm dedikleri, işte bu altı latîfenin kalıptan ayrılmasıdır. Bunların ayrıldıktan sonra, his ve hareketin kalıpta kalmasının içyüzünü, başka yerlerde bildirmiştim. Oralardan bulup öğrenebilirsiniz. Bu küçük kâğıtta, bunları anlatmak mümkün değildir. İşâretle yetiniyoruz.

Şunu da bildirelim ki, bütün latîfelerin bir makâmda birleşip, oradan uçmaları lâzım değildir. Ba’zan kalb ve rûh sözleşip bu işe koyulurlar. Ba’zan üçü, ba’zan dördü berâber uçar. Önce söylediğimiz en kâmil ve tamâm olanıdır ve velâyet-i Muhammedîye “aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslîmât” mahsûstur. Ondan başkası velâyetin kısımlarından bir kısımdır.

Bu altı latîfe, bedenden ayrılıp, kuds makâmına varıp, onun renk ve sıfatına büründükten sonra, eğer tekrâr kalıba döner ve alâka peydâ ederlerse, makâm-ı kudse olan taalluk-i hubbundan [sevgi bağından] başkası, kalıbın hükmünü alırlar, sıfatları ile sıfatlanırlar ve imtizâc ettikten sonra bir nev’î fenâya kavuşurlar ve ölü gibi olurlar ve bu vakitte husûsî tecellîye kavuşup, yeniden hayât bulur ve Bekâbillah makâmı ile şereflenip, Allahû Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanır. Bu zamânda ona hil’at ihsân edip, tekrâr âleme döndürür-lerse, hâli Denâdan Tedellâya ulaşır. İnsanları kemâle erdirme ni’metine kavuşur. Eğer geri göndermezler ve Denâdan sonra Tedellâ hâsıl olmazsa, uzlet evliyâsından olur, tâlibleri terbiye, eksikleri tamâmlamak, ya’nî insanları irşâd edip, kemâle kavuşturmak, onun eli ve vâsıtası ile olmaz. İşâret ve remz ile bidâyeti ve nihâyeti anlatmak bu kadar olur. Ammâ bu sözleri tam anlamak, bu mertebelere kavuşmamış, bu menzîl ve konaklardan geçmemiş olanlara mümkün değildir. Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın “sallAllahü aleyhi ve sellem” izinden gidenlere selâm olsun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)