Gönderen Konu: Mebde' ve Me'âd (Başlangıç ve Son) / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)  (Okunma sayısı 45543 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #15 : 02 Ağustos 2011, 12:35:43 »

Müşâhade

Meşâyıh [büyük tasavvuf âlimleri] buyurmuşlardır ki; Evliyânın, velâyet mertebesine kavuştuktan sonraki müşâhedesi enfüstedir. Seyr-i ilAllahda yolda ilerlerken hâsıl olan âfâkın müşâhedesi mu’teber değildir.
Bu fakîre keşf olunan ise, dahâ başka olup, onda nefsdeki [kendindeki] müşâhede de, âfâkdaki [dışarıdaki] müşâhede gibi mu’teber değildir. O müşâhede Hak Teâlâ’nın gerçek müşâhedesi değildir. Hak Teâlâ bîçûn ve bîçigûnedir [Nasıl ve ne hâlde olduğu bilinemezdir]. Çün [ta’rîf edilen] aynasına sığmaz; bu ayna ister âfak, ister enfüste olsun.

Allahû Teâlâ âlemin ne içindedir, ne dışındadır.Ne âleme bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Allahû Teâlâ’yı müşâhede ve rü’yet de, ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Ne âleme bitişiktir, ne de âlemden ayrıdır.
 Bunun içindir ki, âhiretteki rü’yete, ya’nî Cennet’te Allahû Teâlâ’yı görmeğe, “nasıl olacağı bilinmeyen bir görmedir” demişlerdir. Bu akıl ve düşünce ile anlaşılamaz. Dünyâda bu sırrı seçilmişlerin seçilmişlerine açıklamışlardır. Onlara olan rü’yet değilse de, rü’yet gibidir. Bu öyle büyük devlet ve sa’âdettir ki, Ashâb-ı Kirâmın “aleyhimürrıdvân” zamânından sonra çok az kimse bununla şereflenmiştir. Bugün bu söz kabûlden uzak görünse ve çokları doğruluğuna yanaşmasalar da, büyük bir ni’meti izhâr etmektedir. Kısa görüşlü ve dar düşünceliler inansın veyâ inanmasın! Bu nisbet bu özelliği ile yarın hazret-i Mehdî’de görülecektir, inşâAllahü teâlâ.

Doğru yolda olanlara ve Resûlullaha “sallAllahü aleyhi ve sellem” uyanlara selâm olsun!

Salavâtullahi Teâlâ ve teslimâtühü aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ecma’în.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #16 : 03 Ağustos 2011, 12:05:06 »
Dünyevi bilgilerin geri dönmesi kusur değildir.

Fenâ mertebesinde, gitmiş olan eşyâya âit ilimler, bekâdan sonra tekrâr gelirlerse, ârifin kemâlinde bir noksanlık sayılmaz. Hattâ onun kemâli, gitmiş olan o ilimlerin geri gelmesindedir.Ve hattâ insanları kemâle getirmesi bunların geri gelmelerine bağlıdır. Zîrâ ârif, bekâdan sonra Allahû Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmış olmaktadır.
Vâcib Teâlâ’da eşyânın ilmi [Allahû Teâlâ’nın mahlûkâta âit bilgileri ve her şeyi bilmesi] kemâlin kendisidir. Zıddı ise noksanlığı mucîbdir, ya’nî Allahû Teâlâ’nın eşyâyı bilmemesi, Ona noksanlık getirir ki Allahû Teâlâ noksandan berî ve münezzehtir. Allahû Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmış ârifin hâli de böyledir. Onun sırrı insanın ilminde ma’lûm sûretinin husûlüyle hâsıl olur. Şüphe yoktur ki, o ma’lûm olan sûretin onda husûlü zamânında, âlim müteessir olur [etkilenir]. İlim dahâ çok oldukça, âlimdeki te’sîri de dahâ ziyâde olur. Öyleyse âlimdeki tegayyûr ve televvün [değişme ve başka hâl alma] de önceki hâlinden dahâ geniş ve dahâ basît [yaygın] olur ki, bu hâl noksanlıktır. Hak tâlibine lâzımdır ki, bu ilimlerin her birini kendinden uzaklaştırsın, nefyetsin ve o eşyânın cümlesini unutsun.
Vâcib Teâlâ’daki ilim böyle değildir. Çünki Hak Sübhânehu ve Teâlâ eşyânın ma’lûm sûretlerinin kendisinde hâl olmasından [karışmasından, çözülüp erimesinden] müberrâ ve münezzehtir. Hak Teâlâ’nın ilminin onlara ta’alluku sebebi ile eşyâ ona münkeşîf olur. Mahlûkâtta olan değişikliklerden, zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmayan Allahû Teâlâ, her kusûrdan münezzehtir. Allahû Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmış olan ârifin ilmi de böyle olur. Ma’lûmâtın [eşyânın, bilinen şeylerin] sûretleri onda hâl olmaz. Ondan etkilenmez, değişmez, başka şekil de almaz. O hâlde bu hâl ârife noksanlık değil, belki kemâldir.
Bu sır, ilâhî sırların en derinlerinden ve müşkillerindendir.
Allahû Teâlâ Habîbinin hurmet ve bereketine, kullarından dilediğini bu sırra mazhar eder.




Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #17 : 04 Ağustos 2011, 12:04:40 »
Peygamberimizin Ayrıcalığı

Son Peygamber “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” diğer Peygamberler “aleyhimüssalavâtü vet-tes-limât” arasında zâtın tecellîsine kavuşmakla mümtâzdır ve bütün kemâlâtın fevkinde olan bu devlet ve sa’âdet O’na mahsûstur.
Ona tâbi’ olanların en kâmillerinin de bu husûsî makâmdan nasîpleri vardır. Bu sözümüzden, o hâlde, bu ümmetin en kâmil evliyâsı diğer peygamberlerden üstün olmak îcâb eder anlaşılmasın.Böyle düşünmek Ehl-i Sünnet ve cemâ’at i’tikâdına aykırıdır.  Bu cüz’î bir fazîlet değildir ki, onunla şüphe izâle edilmiş olsun. Hâyır küllî bir fazîlettir. Zîrâ insanların fazîleti Allahû Teâlâ’ya yakınlıklarına göredir. Her fazîlet bu üstünlüğün altında kalır.

Cevâb’ında deriz ki, bu ümmetin en kâmil evliyâsının ve büyüklerinin o makâmdan nasîb almaları ve o makâma kavuşmalarından, diğer peygamberlerden üstün olmaları lâzım gelmez. Fazîlet vusûle [üstünlük kavuşmaya] bağlıdır. Ümmetlerin en hayırlısı olan bu ümmetin en büyük evliyâsının yükselmesi, Peygamberlerin “aleyhimüssalavâtü vet-teslimât” ayaklarının altına kadardır. Peygamberlerden “aleyhimüssalavâtü vet-teslimâtü vet-tehiyyât” sonra bütün insanlardan yüksek olan Sıddîk-i Ekber’in “radıyAllahü anh” yükselmesinin sonu bir peygamberin ayağının altına kadar olup, bütün peygamberlerden aşağıdır. Ya’nî demek istiyoruz ki, bu ümmetin peygamberine en çok tâbi’ olanları için, peygamberlerine “aleyhissalâtü vesselâm” mahsûs fevk-ul fevk makâmına mahsûs kemâlâtın altındaki makâmdan tam nasîpleri vardır. Hâdim [hizmet edici] nerede olsa, mahdûmun [efendinin] artığı ona yetişir. Uzak olan hâdim, mahdûmun tufeylisi olarak öyle şeyler bulur ki, yakında olanlara hizmet sa’âdeti olmaksızın müyesser olmaz.


Beyt:

Onun kâfilesine ulaşamam bilirim,
Çıngırak seslerini duymayı ni’met bilirim.


Şunu da bilmelidir ki, müridler ba’zan pîrleri hakkında bir tevehüme kapılıp, pîrlerin makâmına kavuştuklarını, onunla berâber ve eşit olduklarını düşünürler. İşin hakîkati anlattığımız gibidir. Onunla eşit görmesi, ancak o makâmlara kavuşması hâlindedir, o makâmların hâsıl olmasında değildir. Zîrâ hâsıl olan, tufeylî olmakla hâsıl olmuştur.
Buradan, müridin mürşidi derecesine çıkamayacağı, onunla aynı seviyeye gelemeyeceği de anlaşılmasın. Öyle değildir. Aynı seviyeye gelmek mümkin ve câizdir. Hattâ vâki’dir. Lâkin fark, o makâmın hâsıl olması ile, o makâma vâsıl olmakta olup, çok incedir. Her mürid bunu anlayacak dereceye ve hâle kavuşamaz. Bu farkı anlayabilmekte sahîh keşif ve sarîh ilhâm şarttır.

Allahû Teâlâ en doğrusunu ilhâm edicidir. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun!




Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: "Bahr-i Umman" İmam-ı Rabbâni El-Müceddid-i Elf-i Sani (k.s.)
« Yanıtla #18 : 05 Ağustos 2011, 11:52:59 »
Şeyhe Muhabbet

Mürşidimin hizmet ve sohbetinde dört kişi idik. Diğer talebe ve müridler arasında ayrı bir yerimiz ve husûsiyyetimiz vardı. Her birimizin hazret-i Hâcemize başka davranışı ve ayrı i’tikâdı [bağlılığı ve teslimiyyeti] var idi. Bu fakîr kesin olarak biliyordu ki, böyle bir sohbet, buna benzer bir topluluk, bunun gibi bir terbiye ve irşâd, O din ve dünyânın Serveri'nden “aleyhi ve alâ âlihis-salâtü vet-teslimât” sonra hiç bir zamân bulunmamıştır.

Bu ni’metin şükrünü şu sözle yerine getirdim:
“Her ne kadar insanların En Hayrlısının “aleyhi ve alâ âlihissalâtü ves-selâm” sohbetine yetişmedimse de, hazret-i Hâce'nin sohbetinden de mahrûm kalmadım.”

Hazret-i Hâcemiz, diğer üçü için buyurdular ki;
Filân beni tekmîl sâhibi biliyor, ammâ irşâd sâhibi bilmiyor. Ona göre irşâd makâmı, tekmîl [kemâle getirme] makâmından yüksektir.
Filânın ise, bizimle işi yok.
Üçüncüsü için ise, o bizi inkârdadır [kabûl etmiyor] buyurdu.
Her birimiz hazret-i Hâce'ye olan i’tikâdımıza göre, ondan nasîb aldık.

Bilmek lâzımdır ki, müridin mürşidinin üstünlüğüne ve onun en kâmil olduğuna i’tikâdı, ona olan muhabbeti netîcesidir ve ifâde [fâide verme] ve istifâde [fâidelenme] sebebi olan münâsebetin, berâberliğin ve sohbetin meyvesidir. Bununla berâber, mürid mürşidini, dînimizde üstünlüğü, fazîleti bildirilmiş olan zâtlardan üstün tutmamalıdır. Yoksa muhabbette ifrât etmiş olur. İfrât ise kötülenmiş sıfatlardandır.

Şiî’îler, Ehl-i Beyt muhabbetindeki ifrâtları yüzünden hak yoldan ayrılıp, perîşân olmuşlar.
Hıristiyanlar Îsâ Âleyhis-selâma olan aşırı sevgileri sebebiyle, ona “Allahın oğlu” demişler ve ebedî ziyânda kalmışlardır.
Lâkin, büyüklükleri ve üstünlükleri kabûllenilmiş olanları hâriç tutar ve: “Benim mürşidim diğerlerinden üstündür” derse, câizdir; hattâ tarîkatta vâcibdir. Bu üstün bilmek, müridin elinde değildir. Hattâ deriz ki, eğer mürid kâbiliyyetli ise, gayr-i ihtiyârî bu i’tikâd onda hâsıl olur ve o muhabbeti ve üstün bilmesi sebebi ile, mürşidin kemâlâtını iktisâb eder. Eğer bu üstün bilmek müridin irâde ve isteği ile olur ve zorlama hâli görülürse, câiz olmaz ve netîce vermez.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah Teala'yı Görmek; Akıl, Firaset ve Keşf

Allahû Teâlâ’yı görmek, âhirette mü’minlere haktır [olacaktır]. Bu öyle bir mes’eledir ki, Ehl-i Sünnet ve cemâ’atden başka, hiç bir İslâm fırkası ve felsefecilerden hiçbiri, bunu câiz görmemiştir.
Onların inkârlarına sebep, gâibin şâhide kıyâs edilmesi ve bunun ise, fâsid olmasıdır. Görülen bîçûn ve bîçigûne olunca, onunla alâkalı olan görme de, bîçûn [nasıl olduğu bilinmiyen bir görme] olacaktır. Ona inanmalı, nasıl olacağı ile meşgul olmamalıdır. Bu sırrı bugün evliyânın en seçkinlerine izhâr ettiler. Her ne kadar görme yoksa da, görmemezlik de yoktur. Ya’nî, O’nu görür gibidir. Kıyâmette [Cennet’te] bütün mü’minler Hak Teâlâ’yı baş gözüyle göreceklerdir. Ammâ anlayamayacaklardır. (Onu gözler idrâk edemez) âyet-i kerîmedir. İki şey idrâk edecekler: Biri, gördüklerine ilim-i yakîn, diğeri rü’yete bağlı olan lezzeti duyma. Rü’yetin levâzımından bu iki şeyden başkası yoktur.
Bu konu, kelâm ilminin en derin ve zor bahislerindendir. Akıl bunu bulmağa ve anlatmağa yeterli değildir. Âlimler ve mutasavvıflardan Peygamberlere tâbi’ olanlar, nübüvvet nûrlarından alınmış ferâset nûru ile bunu anlamışlardır. Bunun gibi, aklın, isbâtından âciz kaldığı ve hayrân olduğu ilim-i kelâmın diğer bahislerini, sâdece Ehl-i Sünnet âlimleri ferâset nûru ile bilmişlerdir. Mutasavvıflarda ise, ferâset nûru ile birlikte keşif ve şühûd da vardır. Keşifle ferâset arasındaki fark, hadsiyyâtla hissiyyât arasındaki fark gibidir. Ferâset, nazarî olanları hadsiyyât yapar, keşif ise, hissiyyât yapar. Ehl-i Sünnetin söyledikleri ile, muhâliflerinin akla uyup, inkâr ettiklerinin hepsi, bu kabîlden olup, ferâset nûru ile bilmişler ve sahîh keşife müşâhede etmişlerdir. Eğer bu mes’elelerin beyânında bir îzâh yaparlarsa, maksat nazar ve delîlle isbât değil, anlatma ve uyarmadır. Zîrâ onların tasvîrinde aklın nazarı [bakışı] kördür. Şaşılır o âlimlere ki, bu mes’elelerde kendilerini istidlâl [delîl getirme] makâmında görürler ve delîlle isbât etmek isterler ve muhâliflerine tam bir hüccet gösterirler. Ammâ bunu da yapamazlar ve tamâmına erdiremezler. Muhâlifleri de düşünürler ki, onların mes’eleleri de, kendi istidlâlleri gibi za’îf ve eksiktir.
Meselâ, Ehl-i Sünnet âlimleri, istita’atin [gücü yetmenin] fi’lle berâber olduğunu isbât etmişler [bildirmişlerdir.] Bu mes’ele doğru mes’elelerden olup, ferâset nûru ve sahîh keşifle bilinmiştir. Ammâ bunun için getirdikleri delîller, za’îf ve eksiktir. Bu mes’elenin isbâtında onların delîllerinin en kuvvetlisi iki zamânda a’razın devâm etmemesidir. Çünki a’raz [sıfat] devâm ederse, a’razın kıyâmının [varlıkta durmasının] a’razla olması lâzım gelir ki, bu muhâldir. Muhâlifler bu delîli za’îf ve eksik bulunca, bilemediler ki, onların bu husûsta ve benzeri husûslarda tâbi’ oldukları şey, nübüvvet nûrundan alınmış ferâset nûrudur. Ammâ bu bizim kusûrumuz olup, hadsî ve bedihî olanları muhâliflerin nazarında, nazarî yapıyoruz ve isbâtı için çok zorluklara girişiyoruz. Ya’nî bize hadsî ve bedihî olanlar, muhâliflerimize hüccet değildir. Varsın olmasın; bize bildirmek ve duyurmaktan başka vazîfe verilmemiştir. İslâm’ın güzelliğini benimseyenler, ister istemez kabûl edeceklerdir. İslâm’ın güzelliğinden nasîbi olmayanların ise, inkârları artmayacaktır.

Ehl-i Sünnet âlimleri arasında, şeyh-ül islâm şeyh Ebû Mansûr Mâtüridî Hazretleri’nin ashâbının yolu ne kadar güzeldir ki, maksatla yetindiler ve felsefî incelemelerden yüz çevirdiler. Nazar ve istidlâl yolu, felsefecilerin yaptığı gibi, Ehl-i Sünnet ve cemâ’at âlimleri arasında şeyh Ebül Hasen Eş’arî’den neş’et etmiş [ortaya çıkmış]tır. Ehl-i Sünnetin i’ti-kâd bilgilerini felsefî istidlâllerle [aklî delîller getirerek] tamâmlamak istedi. Ammâ bu çok zor bir iştir ve muhâlifleri din büyüklerine karşı cesâretlendirmek ve selef-i sâlihînin yolunu terk etmektir. Allahû Teâlâ bizi, nübüvvet nûrlarından alınmış olan Ehl-i Sünnet âlimlerinin sağlam rey ve görüşleri üzere bulundursun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ruh ve Mânevi Yolculuğu

Rûh bîçûn [nasıl olduğu anlaşılamayan, anlatılamayan] âlemdendir. Bunun için, onun özelliklerinden biri, mekânsız olmasıdır. Gerçi Allahû Teâlâ’nın mekânsız olmasına nisbetle mekânlı gibi, O’nun “Teâlâ ve Tekaddes” vücûb mertebesindeki bîçünlüğüne göre çûnun [bilinenin ve anlatılabilinenin] tâ kendisi olmaktadır. Sanki rûhlar âlemi, bîçûn mertebesi ile âlem arasında berzahtır, geçittir. Bunun için ikisine de benzemektedir. Bu sebepten çûn [madde] âlemi onu bîçûn bilmekte, ammâ bîçûn mertebesine göre de ayn-ı çûn [çûnun, anlaşılabilenin ta kendisi] görülmektedir. İkisi arasında berzah, geçit konumunda bulunması, aslî fıtratı i’tibâriyle onda mevcûttur.
Bu maddî bedene ve bu zulmânî heykele taalluk ettikten sonra, geçit olmaktan, çûn ile hakîkî bîçûn arasında vâsıta olmaktan çıkmış, tamâmen çûn âlemine inmiş, bîçûn tarafı örtülmüştür. Hârût ve Mârût gibi olmuştur. Onlar da ba’zı hikmet ve maslahatlar için meleklere mahsûs yüksek makâmlarından insanlığın aşağı seviyesine indirilmişlerdi. Tefsîrlerde ve benzeri kitâplarda böyle yazılıdır. Bundan sonra, eğer Allahû Teâlâ’nın inâyeti ve yardımı elinden tutar ve bu yolculuğundan geri döner ve bu aşağılığından kurtulup tekrâr yükselirse, zulmânî nefs ile maddî beden de onunla birlikte yükselip, mertebeleri aşarlar. Bu arada rûhun taalluk ve tenezzülünden maksat ne ise, o da zuhûr eder ve emmâre itminâna kavuşur, zulmânî nûrânî olur.
Rûh bu yolculuğu tamâmlayınca ve nüzûlden maksat ele gelince, aslî olan berzahiyyete, çûn ile bîçûn arasında vâsıta olmaklık vazîfesine döner. Bidâyetteki urûc ve rücu’un nihâyetini bulmağı arzûlar. Kalb de rûhlar âleminden olduğu için, o da berzahlıkda, ya’nî arada kalacaktır. Âlem-i emirden bir şeyler edinmiş olan mutme’inne nefs -ki bedenle kalb arasında geçittir- aynı yere yerleşecektir. Dört unsûrdan [ateş, hava, su, toprak] mürekkep [birleşip meydâna gelmiş] olan beden, kevn ve mekân [varlık, vücûd, dünyâ] âleminde bulunacak ve tâ’at ve ibâdetle meşgûl olacaktır. Bundan sonra eğer [dîne, şerî’ate karşı] serkeş-lik ve muhâlefeti görülürse, unsûrların tabî’atlerinin îcâbı olarak îzâh edilir. Meselâ aslı i’tibâriyle serkeşlik ve aksilik isteyen ateş cüz’ü, iblîs gibi, “Ben ondan [Âdem Aleyhisselâm’dan] hayırlıyım” diye haykıracak, serkeşlikten vazgeçmiş olup, Hak Teâlâ’dan râzı bulunan ve Allahû Teâlâ’nın da kendisinden râzı olduğu ve râzı olunandan ve râzı olandan serkeşliğin beklenmediği nefs-i mutme’inneden bir serkeşlik meydâna gelirse, bu serkeşlik ondan değil, artık kalıptan, ya’nî bedenin tabi’î hâlindendir. İnsanların Efendisi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ”, bu nev’î iblîsvârî serkeşlik için, (Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda geldik) buyurmuş olsa gerek ki, o muhâlefetin menşei kalıp cüz’üdür. (şeytânım müslümân oldu) buyurmasından murâtları, ya O yüce Peygamberin yanındaki şeytândır -ki burada murât, içindeki şeytân olup, her ne kadar onun hâkimiyyeti kırılmış ve inâd ve ısrârından vazgeçmiş ise de, zâtî olanlar zâttan ayrılamaz, nitekim mısra’:

Zenciden siyâhlık nasıl gitsin ki, kendi rengidir.

Veyâ ondan murât enfüsî [insanın içinde bulunan] şeytândır. Onun müslümân olması ise, serkeşliğinden tamâmen vazgeçer, hiç hatâ etmez demek değildir. Müslümân olduğu hâlde azîmeti bırakıp, ruhsat ile amel etmesi câizdir. Eğer içinde bir hasene [iyi taraf ve sevâp] bulunmayan küçük bir günâh işlese, yine yeri vardır. Ebrârın hasenesi, mukarreblere göre günâhdır sözü de bu kabîldendir. Bu saydıklarımız, serkeşliğin, muhâlefetin ve karşı gelmenin kısımlarıdır. Bu kadar serkeşliğin insanda bırakılmış olması, insanın ıslâh ve ilerlemesi içindir. Zîrâ noksan ve kusûrun en büyüğünü terk-i evlâyı yapmasında bulduğu o işleri yaptıktan sonra, o kadar pişmanlık ve nedâmet duyar ve o kadar tevbe ve istiğfâr eder ki, sayısız terakkîlere, ilerlemelere mazhar olur. Beden unsûru kendi yerinde bulunduğundan, altı latîfeden ayrıldıktan ve bunların âlem-i emirde yükselmelerinden sonra, şüphesiz bu âlemde onların halîfesi [vekîli] işte bu beden kalacak ve hepsinin işini o görecektir. Bundan sonra, eğer ilhâm varsa, hakîkat-i câmi’a denen kalb latîfesinin halîfesi [yerine bakanı] olan yüreğe olmaktadır. Hadîs-i şerîfte vârid olan, (Kırk sabah Allahû Teâlâ’ya karşı ihlâs üzere olanın kalbinden diline hikmet pınârları akar gelir) ifâdeden murât işte bu kalbdir. Her şeyin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir. Ya’nî et parçası olan yürektir. Bir başka hadîs-i şerîften bu ma’nâ ve maksat dahâ iyi anlaşılmaktadır. Nitekim sallAllahü aleyhi ve sel-lem Efendimiz, (Kalbime bir bulanıklık geliyor...) buyurmakla, kalb ismi verilen yürek üzerine bir bulanıklığın geldiğine işâret etmektedir. Çünki hakîkat-i câmi’a denen hakîkî kalbde keder ve bulanıklık olmaz. Zîrâ o, bulanıklıktan tamâmen kurtulmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfte, kalbin hep değiştiğinden bahisle, (Mü’minin kalbi Rahmânın iki [kudret] parmağı arasındadır...) buyurdu. Yine bir hadîs-i şerîfte, (Mü’minin kalbi geniş bir arâzîdeki bir iplik lifi gibidir...) buyurdu. Yine bir duâsında, (Ey kalbleri değiştiren Rabbim, kalbimi tâ’atin üzere sâbit eyle!) buyurdu. Bir kararda kalmamak ve değişmek, hep, et parçası olan yürekte olmaktadır. Çünki hakîkat-i câmi’a denen gerçek kalbde hiçbir zamân değişme olmaz. Zîrâ o artık itminâna kavuşmuş, en sağlam hâlde karar kılmıştır. Halîlullah “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, (Yâ Rabbî, kalbimin itminânını istiyorum) demekle, yürekteki değişikliğe işâret etmiştir. Bundan başkası olamaz. Çünki Onun hakîkî kalbi, şübhesiz itminân bulmuştu. Hattâ nefsi bile, hakîkî kalbinin hâkim ve gâlib olmasıyla itminâna ermişti.
(Avârif-ül Me’ârif) kitâbının sâhibi [İmâm-ı Sühreverdî] Hazretleri “kuddise sirruh” der ki: İlhâm, kalb makâmına çıkan mutme’inne nefsin sıfatı olur. O zamânki telvîn ve taklîbler [renkden renge girmeler ve değişmeler] de nefs-i mutme’innenin sıfatlarından sayılır. Avârif sâhibinin bu açıklamaları, gördüğünüz gibi, bildirilen hadîs-i şerîflere muhâlifdir. Şeyh, haber verdiği bu makâmdan yukarı çıkabilseydi, işin hakîkatini ve iç yüzünü anlar ve benim bildirdiğimin doğruluğunu görürdü. Benim keşif ve ilhâma mutâbık olarak vâki’ olan haberlerimin doğruluğu Resûlullah’ın “sallAllahü aleyhi ve sellem” haberleri, hadîs-i şerîfleri ile ortaya çıktı.
Yüreğin altı latîfeye halîfe olması ve üzerine ilhâmın gelmesi, hâl ve telvînlere sâhip bulunması hakkındaki haber ve bildirdiklerimi öğrendikleri zamân, taassub ehline ağır gelecektir. Zîrâ işin hakîkatini bilmiyorlar. Bilmedikleri için, de anlamıyorlar. Bunun için onlara ağır gelmektedir. Ammâ Resûl-i ekremin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” şu hadîs-i şerîfine ne diyecekler? (Âdemoğullarının cesedinde bir et parçası vardır. Bu et parçası sâlih olur, ya’nî işe yarar ise, bütün beden sâlih [sağlam ve iyi ve işe yarar] olur. Eğer fâsid olursa [işe yaramaz hâlde bulunursa], bütün beden fâsid [bozuk] olur. Uyanınız, dikkatle dinleyiniz! O et parçası kalbdir [yürektir].) Et parçasının kalp olduğunu, sallAllahü aleyhi ve sellem Efendimiz mübâlağa [kuvvet] ile beyân edip, cesedin salâh ve fesadını, et parçasından ibâret olan o kalbin salâh ve fesadına bağlı kıldı. Hakîkî kalb için câiz olan şeyler, hilâfet ve nihâyet, ya’nî vekâlet yoluyla yürek için de câiz olur, ya’nî o da latîfeler gibi iş görür.

Biraz da rûhtan bahsedelim:

Rûh, ölümden evvelki ölümle cesetten ayrılınca, vâsıl olan ârif, rûhunu ne bedeninin içinde, ne dışında, ne bedenine bitişik, ne de ayrı bulur. Yalnız cesedin ıslâhı, iyi olması için, bedene ta’alluk etmiş olduğunu anlar. Hattâ deriz ki, rûh kendi kemâline kavuşmak maksat ve arzûsu sebebiyle bedene ta’alluk etmiştir. İşte rûhun bedene olan bu ta’alluku, ceset için salâh ve hayrın menşe’ ve nüvesini teşkîl etmektedir. Bu ta’alluku olmasaydı, beden tamâmen şer ve noksanlık mahallî olurdu.
Allahû Teâlâ’nın da, rûh ve diğer mahlûklarla hâli böylecedir. Hak Teâlâ âlemin içinde değildir, dışında değildir, âleme bitişik değildir, ondan ayrı değildir. Âlemle ta’alluku, irtibât ve münâsebeti onu yaratmak, varlıkta tutmak, kemâlâta âit feyzleri, ni’met ve iyilikleri vermekledir.

SUÂL:
Eğer suâl eder ve dersen ki, hak yolun âlimleri, sizin konuştuğunuz gibi, rûhtan bahsetmediler; hattâ ondan konuşmaya izin vermediler. O büyük âlimlere, küçük ve büyük, az ve çok her şeyde uyan sizin gibi bir kimsenin rûhtan bahsetmesi ne sebeple olur ve neye yorumlanır?

CEVÂB:

Âlimlerden rûhun hakîkatini bilenler azdır. Bu ilmi bilenler, az olmakla berâber, kendilerine münkeşîf olan kemâlât-ı rûhiyyeyi, tafsîlen beyân buyurmayıp, halkın yanlış anlamasından ve dalâlete düşmesinden sakınarak icmâl ile yetinmişlerdir. Çünki kemâlât-i rûhiyye [rûhla alâkalı mertebe ve olgunluklar] sûreta [görünüşte] kemâlât-i vücûbiyyeye benzer olduğundan, aralarındaki fark çok incedir. Bunu ancak râsıh [doğru ve kuvvetli] ilme sâhip olan âlimler anlayabilir. Doğru yolun âlimleri maslahatı [halka yarayışlı olanı] icmâlde [kısa ve öz olarak beyân etmekte] gördüler. Hattâ rûhun hakîkatini olduğu gibi izhâr ve beyân edenlere inkâr ehli dediler. Lâkin yukarıda zikredildiği gibi, rûhun kemâlâtını inkâr etmediler. Bu za’îf kulun, rûhun ba’zı hâllerini beyân ve ba’zı husûsiyyetlerini açıklaması, sahîh ilmine ve sarîh keşfine dayanarak ve güvenerektir. Allahû Teâlâ kendi yardımı ve tevfîkı ve Habîbi-nin “aleyhissalâtü vesselâmü ve âlihil-kirâm” sadakası olarak, beyâna mâni’ olacak şüpheleri de gidererek hepsini bildirdi. Dikkat et, iyi anla!
Bilinmesi lâzım gelen şeylerden biri de şudur: Ceset rûhtan sayısız kemâlât edindiği gibi, rûh da cesetten büyük fâideler kazanmaktadır. Bu fâidelerden bir kısmı, rûhun da beden sâyesinde işitmesi, görmesi, konuşması, bedeni hâline girmesi, çalışıp kazanır olması ve âlem-i ecsâda [ya’nî beden, madde âlemine] münâsip olan işleri yapması şeklinde sıralanabilir.
Yukarıda geçtiği gibi, mutme’inne olan nefs, rûhânîlere, ya’nî beş latîfeye mülhak olunca, ya’nî âlem-i emre dönünce, âlem-i ecsâdda, akıl onun yerine oturur ve akl-ı meâd ismini alır. O zamân bütün düşünce ve endişesi âhiret için olur. Mâ’işet, ya’nî dünyâ hayâtı düşüncesinden kurtulup, kendisine verilmiş olan bir nûr vâsıtasıyla ferâsete lâyık olur. Bu mertebe, akıl için olan kemâlât mertebelerinin nihâyetidir. Olgunlaşmamış birisi, burada i’tirâzla kalkıp, “Aklın kemâlât mertebelerinin sonu, dünyâ ve âhireti unutmasıdır. O artık Hak sübhânehü ve teâlâdan başka, ne dünyâyı, ne de âhireti düşünmez olur” demesin. Derse,
Cevâb’ında derim ki, bu unutma hâli, tasavvuf yolculuğunda ilerlerken, Fenâfillah makâmında hâsıl olmaktadır. Şimdi bahsettiğimiz kemâl mertebesi, ondan kat kat ilerdedir. Burada cehlden sonra ilme, Cem’den sonra Farka dönüş vardır. Cem’ mertebesinde olan tarîkat küfründen sonra Hakîkî İslâm’a kavuşmak vardır. Aklın dört mertebesi vardır ve aklın kemâlâtı bunlardan ibârettir diyen sefîh [akıldan uzak] felsefeciler, aklın kemâlinin ne demek olduğunu bilmiyorlar. Aklın hakîkati ve ona tâbi’ olan kemâlâtı akıl ve düşünce ile anlaşılamaz. Anlamak için Peygamberlik kandilinin nûrlarından iktibâs etmiş sahîh keşif ve sarîh ilhâm sâhibi olmak lâzımdır. Salavâtullahi teâlâ ve teslimâtühü alâ cemi’il enbiyâi vel-mürselîn umûmen ve efdalihim Habîbil-lahi husûsen.

SUÂL:
Büyük evliyânın sözlerinde, “Akıl rûhun tercümânıdır” ifâdesi geçmektedir. Bu ne demektir? diye sorulursa,

CEVÂB
’ında deriz ki, Mebde-i Feyyâzdan [Hak Teâlâ’dan] rûhânî telakkî, ya’nî ilhâmla gelen ilim ve ma’rifetleri, rûhlar âleminden olan kalb alır ve onun tercümânı olan akıl, o ilim ve ma’rifetleri, âlem-i halka tutulmuş olan insanların anlayışına göre düzenler, özetler söyler ve yazar. Eğer akıl onları bu şekilde tercüme etmemiş olsaydı, bunları anlamak çok zor, belki imkânsız olurdu. Yürek, hakîkat-i câmi’a denen kalbin yerine oturduğundan, o makâmın aslî sâhibi gibi olmuş, ona olan ilhâm da, rûhânî ilhâm gibi olup, tercümâna ihtiyâç hâsıl olmuştur.
Şunu da bildirelim ki, akl-ı meâd üzerine bir zamân gelir ki, nefs-i mutme’inneye yakınlık şevk ve arzûsu son dereceye varır ve onun makâmına kavuşmak ister. İşte o zamân kalıbı [bedeni] boş ve hâli bırakır. O zamân anlama ve hâtırlama da yürekte karar kılar. (Kalbi olan için burada çok nasîhatler vardır.) İşte bu zamân kalb, yine kendisinin tercümânı olur. Bu durumda ârifin mu’âmelesi kalıbı ile ol-maktadır. (Ben ondan dahâ hayırlıyım) diye feryâd eden ateş cüz’ü, inkıyâd ve itâ’ate yüz tutar ve tedrîcen hakîkî İslâm şerefi ile şereflenir. İblîslik sıfatını ondan izâle edip, nefs-i mutme’inne aslî makâmına ulaştırırlar ve onun vekîli yaparlar. Öyle olunca kalıpta kalb-i hakîkînin yerine yürek oturdu ve nefs-i mutme’innenin vekîli ateş cüz’ü oldu.

Mısra:
Aşk kimyâsından altına döndü vücûdumun bakırı.

Hava cüz’ünün rûh ile münâsebeti vardır. Bunun için sâlikin hava makâmına vüsûlü ve urûcu [yükselip kavuşması] vaktinde, ba’zan hava Hak olarak bilinir ve zan eder ki, Haktır ve onun giriftârı olarak kalır. Nitekim rûh makâmında böyle şühûdlar el verir ve rûha Hak diye tutulmalar olur. Meşâyıhdan biri, “Otuz sene Hak Teâlâ diye rûha taptım” demiştir. O makâmdan geçirilince, hak bâtıldan ayrıldı. Bu hava cüz’ü, rûh makâmına münâsebeti sebebiyle, bu kalıpta, ya’nî bedende rûhun vekâletini üslenir ve ba’zı işlerde rûh hükmünü alır.
Su cüz’ü, hakîkat-i câmi’a olan kalble münâsebete sâhip olduğundan, onun feyzi bütün eşyâya ulaşır.
Âyet-i kerîmede:
(Biz her şeye sudan hayât verdik) buyuruldu. Onun dönüşü de yüreğedir. Bedenin en büyük cüz’ü olan toprak unsûru, aşağılık ve alçaklık kirlerinden temizlendikten sonra -ki onun aslî sıfatlarıdırlar- bu bedende hâkim ve gâlib olur ve bedende ne varsa onun hükmünde ortaya çıkar ve onun hâliyle hâllenir. Onun bu tam câmi’ olmaklığı vâsıtası iledir ki, bedenin bütün cüz’leri, gerçekte onun cüz’leridir. Bunun için anasır ve eflâkın merkezi kürre-i arz, ya’nî dünyâdır. Onun merkezi de âlemin merkezidir. Bu zamân bedenin işi de sona erer ve uruc ve nüzûlün [yükseliş ve inişin] sonu ele geçmiş olur ve tekmîlin kemâli elverir. Nihâyetin başlangıca dönüşü de budur.
Rûh, bütün mertebe ve ona tâbi’ olanlarla birlikte yükselme yoluyla, karar kılacağı makâma ulaşsa da, kalıbın terbiyesi için dahâ çok mesâfe olduğundan, bu âleme teveccühü lâzımdır. Kalıbın işi nihâyete vardığından, rûh, sır, hafî, ahfâ ile birlikte ve kalb, nefis ve akılla berâber, Hak Teâlâ Hazretleri’ne müteveccih olup, bütün varlığı ile bu kalıptan yüz çevirir. Kalıp da bütün varlığı ile kulluk makâmına yönelir. O hâlde rûh, mertebeleri ile birlikte, şühûd ve huzûr makâmına yerleşir ve ma’sivâyı [Allah’tan başkasını] görmekten ve bilmekten tamâmen kesilir, kalıp ta tamâmen tâ’at ve kulluk makâmında kuvvet bulur. Cem’den sonra Fark makâmı budur. Allahû Teâlâ kemâlâta kavuşmak için tevfîk ve kolaylık ihsân eylesin.
Bu fakîrin bu makâmda husûsî bir kademi [adımı, yol alması] vardır. O da, rûhun tâbi’leri ile birlikte âlem-i halka dönüşüdür ki, onları Hak Teâlâ’ya da’vet eder. Rûh, bu zamân beden hükmünü alır ve ona tâbi’ olur. İş oraya varır ki, beden hâzır ise, rûh da hâzır olur. Beden gâfil ise, rûh da gâfil olur. Ancak namâz kılarken rûh, bütün mertebeleri ile birlikte Hak Teâlâ’ya yönelir, beden gâfil olsa da, onun teveccühüne mâni’ olmaz. Çünki namâz, mü’minin mi’râcıdır.
Şunu da bildirelim ki, vâsılın [Hakka kavuşmuş olanın] bütün ma’nâsıyla vâki’ olan rücû’u [geriye dönüşü] da’vet makâmlarının en yüksek mertebelerindendir. Bu gaflet çoklarının huzûr sebebidir. Gâfiller bu gafletten gâfillerdir ve hâzır olanlar bu geriye dönüşten câhillerdir. Bu makâm, zemme benzeyen medh kabîlinden bir makâmdır. Her kısa görüşlünün idrâki ve anlayışı buraya ulaşamaz. Bu gafletin kemâlâtını beyâna kalkışırsam, aslâ hiç kimse huzûra kavuşmak arzûsunda olmaz. Bu o gaflettir ki, insanların seçilmişlerini meleklerin seçilmişlerinden üstün eder. Bu o gaflettir ki, Muhammedi “sallAllahü aleyhi ve sellem” bütün âlemlere rahmet edici kılar. Bu o gaflettir ki, velâyetten nübüvvete eriştirir. Bu o gaflettir ki, nübüvvetden risâlete ulaştırır. Bu o gaflettir ki, insanlar arasındaki evliyâyı, insanlardan uzak duran evliyâdan üstün eder. Bu o gaflettir ki, Muhammedi “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” Sıddîk-ı Ekber’in “radıyAllahü anh” önüne geçirir. Bu o gaflettir ki, sahvı sekre tercîhe götürür. Bu o gaflettir ki, nübüvveti ve-lâyetten efdal eder. Bu o gaflettir ki, Onun sebebiyle irşâd kutbu, ebdal kutbundan üstün olur. Bu o gaflettir ki, Sıd-dîk-ı Ekberi “radıyAllahü anh”, “Âh, keşke Muhammed’in bir sehvi [yanılması] olaydım” dedirtmiştir. Bu o gaflettir ki, huzûr onun aşağı bir hizmetçisidir. Bu o gaflettir ki, kavuşmak onu elde etmenin başlangıcıdır. Bu o gaflettir ki, görünüşte inmek, gerçekte ise yukarılara çıkmaktır. Bu o gaflettir ki, seçilmişleri sıradan insanlar gibi yapar ve onların kemâlâtını insanların gözünden örter.

Mısra’:
Söylemeğe kalkarsam, şerhinin sonu gelmez.

Az çoğa işâret eder. Damla engin bir denizden haber verir. Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın izinden gidenlere selâm olsun. Aleyhi ve alâ âlihi mines-salavâti vet-teslimâti etemmühâ ve ekmelühâ.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Yâd Daştın Mertebeleri

Yâd-ı dâşt, Allahû Teâlâ’nın huzûrunun devâmından ibârettir.
Bu ma’nâ ba’zan olur ki, kalbin hakîkat-i câmi’a olmasından dolayı, kalb sâhiplerinin hayâllerine de gelir. Zîrâ bir insanda bulunanların hepsi, kalbde yalnızca bulunmaktadır. Evet, tafsîl ve icmâl bakımından fark vardır. O hâlde kalb mertebesinde de Allahû Teâlâ’nın zâtının huzûru devâmlı olarak ele geçmektedir. Ammâ bu yâd-ı dâştın hakîkati değil, sûretidir.
Nihâyetin başlangıca yerleştirilmiş olmasına, yâd-ı dâştın bu sûretiyle işâret edilmiş olabilir. Yâd-ı dâştın hakîkatine kavuşmak ise, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesinden sonradır. Eğer Hazret-i Zât’tan Zâtın vücûbî sıfatları kendinde bulunduran, vücûb mertebesi kasd edilmiş ise, yâd-ı dâşta kavuşmak, ancak bu mertebenin şühûdüne erişmekle olur ve bu da bütün imkân mertebelerini aştıktan sonra elverir. Sıfatların tecellîlerinde de bu ma’nâ ele geçer. Çünki sıfatları düşünmek, bu durumda Zât-ı Teâlâ’nın huzûruna mâni’ olmaz. Yok, eğer Hazret-i Zât’tan murâd, isim, sıfat, nisbet ve bütün i’tibârlardan mu’arra [uzak], sırf ehadiyyet mertebesi ise, yâd-ı dâşta kavuşmak, bütün isim, sıfat, nisbet ve i’tibârların mertebelerini geçtikten sonradır.

Bu fakîr, nerede yâd-ı dâşt dediysem, bu ikinci ma’nâda demişim. Her ne kadar, o makâma kavuşmuş olanlarca gizli olmadığı gibi, huzûr kelimesini kullanmak tam yerinde olmasa da! Çünki O, huzûr ve gaybetden [bulunmak ve bulunmamaktan] yüksektir. Huzûr kelimesinin kullanılmasında sıfatlardan bir sıfatın hâtıra gelmesi şarttır. Huzûr sözüne yakışan yâd-ı dâştın ikinci ma’nâda kullanılmasıdır. O zamân yâd-ı dâşta nihâyet demek, şühûd ve huzûr itibâriyledir. Çünki bu mertebenin üstünde şühûd ve huzûra yer yoktur. Yâ hayret [şaşkınlık], yâ cehl [bilememek], yâ da ma’rifet vardır.
Bu senin bildiğin ma’rifet değildir. Senin bildiğin ma’rifet fi’l ve sıfatlara âit ma’rifetlerdir. Bu makâm ise, isim ve sıfatlara âit ma’rifetlerin çok çok dahâ yukarısındadır.

Vesselâtü vesselâmü alâ seyyid-il beşer ve alâ âlih-il-ether.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kelime-i Tevhid ve Allah'ın Zâtını İdrak

Tâlibin [Lâ derken] âfâkî ve enfüsî [dışındaki ve içindeki] bâtıl ilâhları [Allah’tan başka taptığı, gönül verdiği, kulluk ettiği her şeyi] silip yok etmeğe çok çalışması lâzımdır. İllAllah derken, ya’nî Hak’tan başka ma’bûd yoktur derken, hâtırına ve düşüncesine gelen her şeyi, Lâ derken kastettiklerine dâhil etmeli, Allahû Teâlâ’nın vücûdu ile yetinmelidir; her ne kadar o makâmda vücûd bile yolda kalıyor ve vücûdun ötesini aramak gerekiyor ise de.

Ehl-i Sünnet âlimleri, “Allahû Teâlâ’nın vücûdu zâtından başkadır” demekle ne güzel söylemişlerdir. Vücûda zâtın aynısı demek ve vücûddan başka bir şey yokdur, Allahû Teâlâ’nın zâtı vücûddur demek, görüş, bakış ve gerçeği bilmekteki kusûr ve eksiklikten doğmaktadır.
Şeyh Alâüddevle Semnâni Hazretleri “kuddise sirruh”, “Vücûd âleminin üstü, melik-i vedûd âlemidir” demişlerdir.
Bu fakîri vücûd âleminden yukarı çıkardıklarında, bir müddet bu hâle mağlûb oldum. Taklîdî ilim mucibince kendimi müslümânlardan sayardım. Velhâsıl mümkin ve mahlûk olanın havsala ve hâtırına gelen şeylerin de mümkin ve mahlûk olmaları lâyık ve uygundur. İnsanlara, kendisini tanıyamamaktan başka açık yol bırakmayan Allahû Teâlâ her eksik ve ayıbdan münezzehtir. Buradan bu fenâ ve bekâya kavuşan mümkinin [velînin] vâcib olacağı, sakın akla ve hayâle gelmesin. Bu imkânsızdır ve hakîkatlerin değişmesine yol açar. O hâlde mümkin vâcib olmayınca, Vâcib Teâlâ’dan nasîbi, anlayamamazlıktan başka bir şey olamaz.

Beyt:
Anka kuşu avlanamaz, tuzağını topla,
Çünki orada sâdece hava girer tuzağa.


Yüksek himmetli olmak, hiç kavuşulamayan, kendisinden nâm ve nişân görünmeyen böyle bir maksûdu matlûb edinmekle ifâde edilir. Bir kısımları vardır ki, kendilerinin aynı görmek istedikleri matlûbu isterler ve isterler ki, onunla aralarında yakınlık ve berâberlik olsun.

Mısra:
Onlar onlardır ve ben böyleyim, yâ Rab.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Evliyânın Halktan Biri Gibi Görünmesinin Hakikati

Evliyâullahı insanların gözünden saklayan perde ve örtüler, insanlık sıfatlarıdır. Diğer insanlar neye muhtâç ise, bu büyükler de ona muhtâçdır. Evliyâlıkları onları bu ihtiyâçlardan hâric tutmaz. Onlar da, diğer insanlar gibi kızarlar. Peygamberlerin Efendisi “aleyhi ve aleyhimüs-salavâtü vet-teslimât”, (Ben de insanım, diğer insanlar gibi ben de kızarım) buyurunca, evliyâya ne düşer. Bu büyükler, aynı şekilde, yemekte, içmekte, çoluk çocuğu ile görüşmekte, onlara yakınlık ve alâka göstermekte, diğer insanlarla aynıdır. İnsanlığın îcâbı ve ihtiyâcı olan çeşitli bağlar ve alâkalar, avâmdan da, havâsdan da gitmez. Allahü Teâlâ, Peygamberler hakkında, (Biz Peygamberleri yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Dünyâda ebediyyen kalıcı da değillerdir) [Enbiyâ Sûresi, 8.âyet] buyuruyor. Şekle, görünüşe bakan kâfirler diyorlardı ki, (Bu Peygambere ne oluyor? Yemek yiyor, çarşıda yürüyor...) [Furkan Sûresi, 7.âyet]
O hâlde Evliyâullahın dış görünüşüne bakan, mahrûm olmuş, dünyâ ve âhirette hüsrân ve ziyâna uğramıştır. Bu dış görünüşe bakmak değil midir ki, Ebû Cehili ve Ebû Lehebi İslâm devlet ve sa’âdetinden mahrûm edip, sonsuz zarara soktu.

Mes’ûd o kimsedir ki, evliyânın dış görünüşüne değil, bu büyüklerin iç güzelliğine, kalblerinin yüksek hâl ve sıfatlarına bakar. Onlar Mısırdaki Nil gibidir. İnanmayanlara belâ, sevilenlere sudur. Hattâ şaşılacak şeydir ki, ehlullahda insanlık sıfatları o kadar çok görünür ki, diğer insanlarda bu kadar görünmezler. Sebebi şudur ki, zulmet ve küdüret [karanlık ve bulanıklık] açık ve temiz yerde olunca, az da olsa, çok görünür. Kirli ve açık olmayan yer böyle değildir. Çok da olsa, orada, o kadar belli olmaz ve göze batmaz. Lâkin insanlık sıfatlarının zulmeti avâmın bütün varlığına sinmekte, kalıbına, kalbine ve rûhuna işlemektedir. Ammâ havâsta, ya’nî evliyâda bu zulmet, sâdece kalıp ve nefste bulunmakta olup, seçilmişlerin seçilmişlerinde nefs de bu zulmetten kurtulmuştur. Sâdece kalıbadır. Bunun gibi bu zulmet avâmda noksanlığa ve ziyâna, havâsta kemâle ve parlaklığa sebep olmaktadır. İşte havâssın bu zulmetidir ki, avâmın zulmetlerini gideriyor, onların kalblerini tasfiye ediyor, parlatıyor. Nefslerini tezkiye ediyor, temizliyor. Bu zulmet olmasaydı, havâssın avâmla münâsebet kurmasında hiç bir yol olmaz, ifâde ve istifâde bağlantısı kesilirdi. Bu zulmet havâsta, onun kalbini bulandıracak kadar kalmaz. Arkasından gelen pişmânlık, tevbe ve istiğfâr, yalnız o zulmet ve bulanıklığı değil, onlar gibi dahâ nice nice zulmet ve bulanıklıkları temizler ve nice terakkîlere yol açar. Bu zulmet, meleklerde olmadığı için, onlar ilerleyemezler. Buna zulmet demek, zemme benzeyen bir medhtir.

Sıradan insanlar, ehlullahın sıfatlarını, kendi insanlık sıfatları gibi bilirler ve bunun için mahrûm ve mahzûl [ziyânda] kalırlar. Hâlbuki gâibi şâhide kıyâs fâsiddir. Her makâmın ayrı ayrı husûsiyyetleri ve her yerin başka gerekleri vardır.

Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın “aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimât” izinde gidenlere selâm olsun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
İrşad İcâzeti

Ba’zan kâmil-i mükemmil bir velî, tarîkat ta’lîmi için, kemâle gelmemiş bir velîye izin verir.Henüz kemâle gelmemiş bu mürşid de, müridleri ile toplanıp vazîfelerini icrâ ederken olgunlaşır. Nitekim Hâce Şâh-ı Nakşi-bend Hazretleri, Mevlânâ Ya’kûb-ı Çerhîye “aleyhirrahme” kemâl derecesine kavuşmadan önce, tarîkat ta’lîmi için icâzet vermişler ve “Ey Ya’kûb, benden sana ne ulaştıysa, onları insanlara ulaştır” buyurmuşlardır. Mevlânâ Ya’kûb-ı Çerhî Hazretleri’nin kemâle gelmesi, dahâ sonra Hâce Alâ-eddîn-i Attâr Hazretleri’nin “kuddise sirruh” hizmet ve huzûrunda olmuştur. Bunun için Abdürrahmân Câmî Hazretleri, (Nefehât) kitâbında, Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhî Hazretler’ini önce Alâeddîn Attâr Hazretleri’nin müridleri zümresinden sayar, sonra Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ne bağlar.

Mürşid-i kâmil-i mükemmilin, velâyet derecelerinden sâdece bir derecede içtihâd ve kâbiliyyeti bulunan bir müridine, o dereceye kavuştuktan sonra tarîkat ta’lîmi için icâzet vermesi de, bu kabîldendir. O mürid bir bakımdan kâmildir, bir bakımdan nâkısdır. Velâyet derecelerinden iki veyâ üç dereceye isti’dâdı bulunan müridin hâli de onun gibi, bir bakımdan kâmildir, bir bakımdansa nâkısdır. Çünki, nihâyetin nihâyetindeki bütün derecelere ulaşmadan bir bakımdan kemâlde, bir bakımdan da noksandadır. Bununla berâber kâmil ve mükemmil şeyh, isti’dâdında mevcûd olan velâyete kavuştuktan sonra, tarîkat ta’lîmi için icâzet verir.
Demek ki, icâzet [hilâfetnâme], mutlak olarak kemâle gelmiş olanlara verilmez.
Şunu da bildirelim ki, kemâle gelmemiş olmak icâzete mâni’ ise de, kâmil-i mükemmil, noksan birini, ya’nî kemâle gelmemiş birini kendine nâib eder ve “Onun eli benim elimdir” derse, huzûruna gelenlere bir zararı olmaz.

Her işin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

İrşad Kutbunun Feyzi

Ferdiyyet kemâlâtını da kendinde bulunduran bir irşâd kutbunun vücûdu [varlığı] çok azîzdir.
Bir çok asırlardan ve hesâbı zor zamânlardan sonra ancak böyle bir cevher zuhûr eder ve karanlık âlem onun nûrû zuhûruyla aydınlanır. Onun irşâd ve hidâyet nûru bütün âlemi içine alır. Arşın tepesinden dünyânın merkezine kadar, kimde rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet hâsıl olursa, onun vâsıtasıyla olur ve ondan istifâde olunur.
Onun tavassutu olmadan hiç kimse bu devlet ve ni’metlere kavuşamaz.
Onun hidâyet nûru dünyâyı kuşatan okyânus gibi, bütün âlemi içine almıştır. O deniz donmuş gibi olup, aslâ hareket etmez.

O büyüğe müteveccih olan bir şahıs, ona ihlâsla bağlı ise, yahut o büyük, bir tâlibin hâline teveccüh ederse, işte bu teveccüh esnâsında, tâlibin kalbinde sanki bir pencere açılır ve o yoldan, teveccüh ve ihlâsı miktarınca, o deryâdan içer içer ve kanar. Bunun gibi, Allahû Teâlâ’nın zikrine müteveccih olan bir kimse, o azîze hiç teveccüh etmese, ammâ onu inkârından değil, tanımadığı için böyle yapsa, aynı istifâde onda da hâsıl olur. Lâkin birincisinde olan istifâde bundan dahâ fazladır.
Fakat bir kimse o azîzi inkâr etse, onun büyüklüğünü kabûllenmese, yâhud o büyük zât, ondan incinse, her ne kadar Allahû Teâlâ’nın zikri ile meşgûl olsa da, rüşd ve hidâyetin hakîkatinden mahrûmdur. Ona feyz gelmesine onun inkarı sed ve sebeb olmaktadır. Yoksa o azîz, onun istifâde etmemesini ve onun zarar görmesini istememektedir. Hidâyetin hakîkati ondan uzaklaşmıştır. Eğer rüşd varsa, sûret ve şekildedir. Ma’nâsız sûretin ise fâidesi pek azdır.
O azîze karşı ihlâs ve muhabbet üzere olanlar, her ne kadar yukarıda bildirilen teveccüh ve zikr-i ilâhî ile meşgûl olmasalar da, sırf muhabbetleri sebebi ile, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar.

Hidâyet üzere olanlara selâm olsun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Evliyâ Mertebeleri

Velâyet kemâlleri, ya’nî evliyâ mertebeleri çeşit çeşittir.
Bir kısmının velâyet derecelerinden nasîbi bir derece olur.
Bir başka kısmının isti’dâdı iki derece, ba’zılarının üç derece, ba’zılarının kâbiliyyeti dört derece olur.
Kiminin de isti’dâdı beş derece olur. Bunlar çok azdır.

Bu beş dereceden birinci derecenin hâsıl olması, fi’llerin tecellîsine, ikinci derece sıfatların tecellîsine ve son üç derece, mertebelerine göre zâtın tecellîlerine bağlıdır.

Bu fakîrin sohbetinde bulunanların çoğu, bu derecelerden üçüncü derecede bulunmaktadır. Azı da dördüncü derecede, pek azı ise, evliyâlık derecelerinin nihâyeti olan beşinci derecededir.

Bu fakîre göre kemâl, ya’nî velâyetteki olgunluk derecesi, bu derecelerin ötesindedir. Ashâb-ı Kirâmın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” zamânından sonra bu kemâl kimsede görülmemiştir. Bu mertebe, cezbe ve sülûkun çok üstündedir. İleride inşâAllahü Teâlâ bu kemâl hazret-i Mehdî’de zuhûr edecektir.

Vessalâtü vesselâmü alâ hayr-il beriyye!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
İniş ve Halk Arasına Tam Dönüş

Nihâyet-ün-nihâyeye kavuşmuş olanlar, geriye dönüşte de en aşağı mertebeye inerler. Nihâyet-ün-nihâyeye kavuşmuş olmanın alâmeti, işte bu en aşağı mertebeye inmektir. Geriye dönüş ve iniş, bu şekilde olunca, geriye dönen ve çıktığı gibi en aşağı mertebeye inen, tamâmen sebepler âlemine müteveccih olur. Onun bir kısmı Hak sübhânehuya, bir kısmı ise insanlara müteveccih [yönelmiş, yüzünü çevirmiş] değildir. Zîrâ bu hâlde bulunmak, nihâyet-ün-nihâyeye [sonun sonuna] kavuşmamanın alâmetidir ve böyle olan en aşağı mertebeye inemez.
Ya’nî demek istiyoruz ki, mü’minin mi’râcı olan namâz kılma esnâsında geriye dönmüş velînin latîfeleri [kalb, rûh, sır, hafî ve ahfa ve nefs]inin Allahû Teâlâ’ya husûsî teveccühü hâsıl olur ve namâz bitinceye kadar devâm eder. Namâzdan sonra, yine bütün varlığıyla insanlara döner. Lâkin farz ve sünnetleri edâ ederken, altı latîfe Allahû Teâlâ’ya müteveccih olur.

Nâfile namâz esnâsında ise, yalnız latîfelerin en latîf olanı ile müteveccih olmaktadır. (Allahû Teâlâ ile öyle zamânlarım oluyor ki...) hadîs-i şerîfi, herhâlde bu husûsî vakte işârettir ki, bu da namâza mahsûstur. Bu işârete bizi yaklaştıran delîl de, (Gözümün ışığı [bütün neş’em] namâzdadır) hadîs-i şerîfidir. Bu karîneye [ipucu-na] ekleyeceğimiz iki işâret dahâ vardır ki, bunlar da sahîh keşif ve sarîh ilhâmdır. Bu ma’rifet, bu fakîre mahsûs ma’rifetlerdendir. Meşâyıh bu kemâli, iki teveccüh arasını birleştirmede bilmişlerdir.

Her şeyin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir.

Vesselâmü alâ menittebe’al-hüdâ veltezeme mütâ-ba’at-el Mustafâ aleyhi ve alâ âlihis-salavâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ.




Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Allah' a, Allah'ta ve Allah'tan (Halka) Yolculuk

Seyr-i ilAllah, Allahû Teâlâ’nın isimlerinden sâlikin mebde-i teayyünü bulunan isme kadar olan seyrinden, ilerlemesinden ibârettir.
Seyr-i fillah ise, o isimde ilerlemek demektir. Bu seyr, esmâ, sıfat, şuûn ve i’tibârâtdan mücerred olmak i’tibâriyle zât-ı ehadiyyete kadar devâm eder.
Bu tefsîr, ya’nî yaptığımız bu açıklama, Allah mubârek isminden murâd, bütün isim ve sıfatları kendinde bulunduran vücûb mertebesinde tutulduğu takdîrdedir. Ammâ Allah mubârek isminden murâd, zât-ı baht [sırf zât-ı ilâhî] ise, o zamân seyr-i fillah, bildirilmiş olan bu ma’nâ ile, seyr-i ilAllaha dâhil olur ve bu durumda seyr-i fillah hiç bir zamân ele geçmez. Çünki zât-ı bahtdaki seyr, nihâyetün-nihâye noktasında tasavvur olunamaz. Zîrâ o noktaya kavuştuktan sonra, orada hiç duraklamadan geri âleme dönülür. Bu geri dönüşe Seyr-i anillahi billah denir.
Bu anlattığımız öyle bir ma’rifettir ki, nihâyet-ün-nihâyeye kavuşanlara mahsûstur. Bu fakîrden başka, Evliyâdan hiç kimse bu ma’rifetden bahsetmemiştir. Âyet-i kerîmede, "Allah, dilediklerini kendine seçer" buyuruldu.

Velhamdü lillahi Rabb-il âlemîn, vessalâtü ves-selâmü alâ Seyyid-il mürselîne Muhammedin ve âlihi ecma’în.



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Mutlak Olanın Yalınlığı

Mutlak, kendi sarâfeti üzere kayıdsızdır. Ona hiçbir kayd, bağ yol bulmamıştır. Ammâ kayd aynasında zuhûr edince, onun aksi [parıltısı] o aynanın hükmüne bürünür de, mukayyed ve mahdûd görünür. Böylece görülebilir ve bilinebilir.
O hâlde, görme ve bilme ile iktifâ, o matlûbun akslerinden bir aks [parıltı] ile yetinmek olur. Maksadı yüksek olanlar ceviz mevizle kanmaz.
Hadîs-i şerîfte, "Allahû Teâlâ himmetleri yüksek olan kulları sever" buyuruldu.

Allahû Teâlâ bizi himmeti, arzûsu yüksek olanlardan eylesin.


Bu duâmızı insanların Efendisi’nin “aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimât” hürmetine kabûl buyursun!



Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)

Amin.