Ruh ve Mânevi Yolculuğu
Rûh bîçûn [nasıl olduğu anlaşılamayan, anlatılamayan] âlemdendir. Bunun için, onun özelliklerinden biri, mekânsız olmasıdır. Gerçi Allahû Teâlâ’nın mekânsız olmasına nisbetle mekânlı gibi, O’nun “Teâlâ ve Tekaddes” vücûb mertebesindeki bîçünlüğüne göre çûnun [bilinenin ve anlatılabilinenin] tâ kendisi olmaktadır. Sanki rûhlar âlemi, bîçûn mertebesi ile âlem arasında berzahtır, geçittir. Bunun için ikisine de benzemektedir. Bu sebepten çûn [madde] âlemi onu bîçûn bilmekte, ammâ bîçûn mertebesine göre de ayn-ı çûn [çûnun, anlaşılabilenin ta kendisi] görülmektedir. İkisi arasında berzah, geçit konumunda bulunması, aslî fıtratı i’tibâriyle onda mevcûttur.
Bu maddî bedene ve bu zulmânî heykele taalluk ettikten sonra, geçit olmaktan, çûn ile hakîkî bîçûn arasında vâsıta olmaktan çıkmış, tamâmen çûn âlemine inmiş, bîçûn tarafı örtülmüştür. Hârût ve Mârût gibi olmuştur. Onlar da ba’zı hikmet ve maslahatlar için meleklere mahsûs yüksek makâmlarından insanlığın aşağı seviyesine indirilmişlerdi. Tefsîrlerde ve benzeri kitâplarda böyle yazılıdır. Bundan sonra, eğer Allahû Teâlâ’nın inâyeti ve yardımı elinden tutar ve bu yolculuğundan geri döner ve bu aşağılığından kurtulup tekrâr yükselirse, zulmânî nefs ile maddî beden de onunla birlikte yükselip, mertebeleri aşarlar. Bu arada rûhun taalluk ve tenezzülünden maksat ne ise, o da zuhûr eder ve emmâre itminâna kavuşur, zulmânî nûrânî olur.
Rûh bu yolculuğu tamâmlayınca ve nüzûlden maksat ele gelince, aslî olan berzahiyyete, çûn ile bîçûn arasında vâsıta olmaklık vazîfesine döner. Bidâyetteki urûc ve rücu’un nihâyetini bulmağı arzûlar. Kalb de rûhlar âleminden olduğu için, o da berzahlıkda, ya’nî arada kalacaktır. Âlem-i emirden bir şeyler edinmiş olan mutme’inne nefs -ki bedenle kalb arasında geçittir- aynı yere yerleşecektir. Dört unsûrdan [ateş, hava, su, toprak] mürekkep [birleşip meydâna gelmiş] olan beden, kevn ve mekân [varlık, vücûd, dünyâ] âleminde bulunacak ve tâ’at ve ibâdetle meşgûl olacaktır. Bundan sonra eğer [dîne, şerî’ate karşı] serkeş-lik ve muhâlefeti görülürse, unsûrların tabî’atlerinin îcâbı olarak îzâh edilir. Meselâ aslı i’tibâriyle serkeşlik ve aksilik isteyen ateş cüz’ü, iblîs gibi, “Ben ondan [Âdem Aleyhisselâm’dan] hayırlıyım” diye haykıracak, serkeşlikten vazgeçmiş olup, Hak Teâlâ’dan râzı bulunan ve Allahû Teâlâ’nın da kendisinden râzı olduğu ve râzı olunandan ve râzı olandan serkeşliğin beklenmediği nefs-i mutme’inneden bir serkeşlik meydâna gelirse, bu serkeşlik ondan değil, artık kalıptan, ya’nî bedenin tabi’î hâlindendir. İnsanların Efendisi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ”, bu nev’î iblîsvârî serkeşlik için, (Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda geldik) buyurmuş olsa gerek ki, o muhâlefetin menşei kalıp cüz’üdür. (şeytânım müslümân oldu) buyurmasından murâtları, ya O yüce Peygamberin yanındaki şeytândır -ki burada murât, içindeki şeytân olup, her ne kadar onun hâkimiyyeti kırılmış ve inâd ve ısrârından vazgeçmiş ise de, zâtî olanlar zâttan ayrılamaz, nitekim mısra’:
Zenciden siyâhlık nasıl gitsin ki, kendi rengidir.
Veyâ ondan murât enfüsî [insanın içinde bulunan] şeytândır. Onun müslümân olması ise, serkeşliğinden tamâmen vazgeçer, hiç hatâ etmez demek değildir. Müslümân olduğu hâlde azîmeti bırakıp, ruhsat ile amel etmesi câizdir. Eğer içinde bir hasene [iyi taraf ve sevâp] bulunmayan küçük bir günâh işlese, yine yeri vardır. Ebrârın hasenesi, mukarreblere göre günâhdır sözü de bu kabîldendir. Bu saydıklarımız, serkeşliğin, muhâlefetin ve karşı gelmenin kısımlarıdır. Bu kadar serkeşliğin insanda bırakılmış olması, insanın ıslâh ve ilerlemesi içindir. Zîrâ noksan ve kusûrun en büyüğünü terk-i evlâyı yapmasında bulduğu o işleri yaptıktan sonra, o kadar pişmanlık ve nedâmet duyar ve o kadar tevbe ve istiğfâr eder ki, sayısız terakkîlere, ilerlemelere mazhar olur. Beden unsûru kendi yerinde bulunduğundan, altı latîfeden ayrıldıktan ve bunların âlem-i emirde yükselmelerinden sonra, şüphesiz bu âlemde onların halîfesi [vekîli] işte bu beden kalacak ve hepsinin işini o görecektir. Bundan sonra, eğer ilhâm varsa, hakîkat-i câmi’a denen kalb latîfesinin halîfesi [yerine bakanı] olan yüreğe olmaktadır. Hadîs-i şerîfte vârid olan, (Kırk sabah Allahû Teâlâ’ya karşı ihlâs üzere olanın kalbinden diline hikmet pınârları akar gelir) ifâdeden murât işte bu kalbdir. Her şeyin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir. Ya’nî et parçası olan yürektir. Bir başka hadîs-i şerîften bu ma’nâ ve maksat dahâ iyi anlaşılmaktadır. Nitekim sallAllahü aleyhi ve sel-lem Efendimiz, (Kalbime bir bulanıklık geliyor...) buyurmakla, kalb ismi verilen yürek üzerine bir bulanıklığın geldiğine işâret etmektedir. Çünki hakîkat-i câmi’a denen hakîkî kalbde keder ve bulanıklık olmaz. Zîrâ o, bulanıklıktan tamâmen kurtulmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfte, kalbin hep değiştiğinden bahisle, (Mü’minin kalbi Rahmânın iki [kudret] parmağı arasındadır...) buyurdu. Yine bir hadîs-i şerîfte, (Mü’minin kalbi geniş bir arâzîdeki bir iplik lifi gibidir...) buyurdu. Yine bir duâsında, (Ey kalbleri değiştiren Rabbim, kalbimi tâ’atin üzere sâbit eyle!) buyurdu. Bir kararda kalmamak ve değişmek, hep, et parçası olan yürekte olmaktadır. Çünki hakîkat-i câmi’a denen gerçek kalbde hiçbir zamân değişme olmaz. Zîrâ o artık itminâna kavuşmuş, en sağlam hâlde karar kılmıştır. Halîlullah “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, (Yâ Rabbî, kalbimin itminânını istiyorum) demekle, yürekteki değişikliğe işâret etmiştir. Bundan başkası olamaz. Çünki Onun hakîkî kalbi, şübhesiz itminân bulmuştu. Hattâ nefsi bile, hakîkî kalbinin hâkim ve gâlib olmasıyla itminâna ermişti.
(Avârif-ül Me’ârif) kitâbının sâhibi [İmâm-ı Sühreverdî] Hazretleri “kuddise sirruh” der ki: İlhâm, kalb makâmına çıkan mutme’inne nefsin sıfatı olur. O zamânki telvîn ve taklîbler [renkden renge girmeler ve değişmeler] de nefs-i mutme’innenin sıfatlarından sayılır. Avârif sâhibinin bu açıklamaları, gördüğünüz gibi, bildirilen hadîs-i şerîflere muhâlifdir. Şeyh, haber verdiği bu makâmdan yukarı çıkabilseydi, işin hakîkatini ve iç yüzünü anlar ve benim bildirdiğimin doğruluğunu görürdü. Benim keşif ve ilhâma mutâbık olarak vâki’ olan haberlerimin doğruluğu Resûlullah’ın “sallAllahü aleyhi ve sellem” haberleri, hadîs-i şerîfleri ile ortaya çıktı.
Yüreğin altı latîfeye halîfe olması ve üzerine ilhâmın gelmesi, hâl ve telvînlere sâhip bulunması hakkındaki haber ve bildirdiklerimi öğrendikleri zamân, taassub ehline ağır gelecektir. Zîrâ işin hakîkatini bilmiyorlar. Bilmedikleri için, de anlamıyorlar. Bunun için onlara ağır gelmektedir. Ammâ Resûl-i ekremin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” şu hadîs-i şerîfine ne diyecekler? (Âdemoğullarının cesedinde bir et parçası vardır. Bu et parçası sâlih olur, ya’nî işe yarar ise, bütün beden sâlih [sağlam ve iyi ve işe yarar] olur. Eğer fâsid olursa [işe yaramaz hâlde bulunursa], bütün beden fâsid [bozuk] olur. Uyanınız, dikkatle dinleyiniz! O et parçası kalbdir [yürektir].) Et parçasının kalp olduğunu, sallAllahü aleyhi ve sellem Efendimiz mübâlağa [kuvvet] ile beyân edip, cesedin salâh ve fesadını, et parçasından ibâret olan o kalbin salâh ve fesadına bağlı kıldı. Hakîkî kalb için câiz olan şeyler, hilâfet ve nihâyet, ya’nî vekâlet yoluyla yürek için de câiz olur, ya’nî o da latîfeler gibi iş görür.
Biraz da rûhtan bahsedelim:
Rûh, ölümden evvelki ölümle cesetten ayrılınca, vâsıl olan ârif, rûhunu ne bedeninin içinde, ne dışında, ne bedenine bitişik, ne de ayrı bulur. Yalnız cesedin ıslâhı, iyi olması için, bedene ta’alluk etmiş olduğunu anlar. Hattâ deriz ki, rûh kendi kemâline kavuşmak maksat ve arzûsu sebebiyle bedene ta’alluk etmiştir. İşte rûhun bedene olan bu ta’alluku, ceset için salâh ve hayrın menşe’ ve nüvesini teşkîl etmektedir. Bu ta’alluku olmasaydı, beden tamâmen şer ve noksanlık mahallî olurdu.
Allahû Teâlâ’nın da, rûh ve diğer mahlûklarla hâli böylecedir. Hak Teâlâ âlemin içinde değildir, dışında değildir, âleme bitişik değildir, ondan ayrı değildir. Âlemle ta’alluku, irtibât ve münâsebeti onu yaratmak, varlıkta tutmak, kemâlâta âit feyzleri, ni’met ve iyilikleri vermekledir.
SUÂL:
Eğer suâl eder ve dersen ki, hak yolun âlimleri, sizin konuştuğunuz gibi, rûhtan bahsetmediler; hattâ ondan konuşmaya izin vermediler. O büyük âlimlere, küçük ve büyük, az ve çok her şeyde uyan sizin gibi bir kimsenin rûhtan bahsetmesi ne sebeple olur ve neye yorumlanır?
CEVÂB:
Âlimlerden rûhun hakîkatini bilenler azdır. Bu ilmi bilenler, az olmakla berâber, kendilerine münkeşîf olan kemâlât-ı rûhiyyeyi, tafsîlen beyân buyurmayıp, halkın yanlış anlamasından ve dalâlete düşmesinden sakınarak icmâl ile yetinmişlerdir. Çünki kemâlât-i rûhiyye [rûhla alâkalı mertebe ve olgunluklar] sûreta [görünüşte] kemâlât-i vücûbiyyeye benzer olduğundan, aralarındaki fark çok incedir. Bunu ancak râsıh [doğru ve kuvvetli] ilme sâhip olan âlimler anlayabilir. Doğru yolun âlimleri maslahatı [halka yarayışlı olanı] icmâlde [kısa ve öz olarak beyân etmekte] gördüler. Hattâ rûhun hakîkatini olduğu gibi izhâr ve beyân edenlere inkâr ehli dediler. Lâkin yukarıda zikredildiği gibi, rûhun kemâlâtını inkâr etmediler. Bu za’îf kulun, rûhun ba’zı hâllerini beyân ve ba’zı husûsiyyetlerini açıklaması, sahîh ilmine ve sarîh keşfine dayanarak ve güvenerektir. Allahû Teâlâ kendi yardımı ve tevfîkı ve Habîbi-nin “aleyhissalâtü vesselâmü ve âlihil-kirâm” sadakası olarak, beyâna mâni’ olacak şüpheleri de gidererek hepsini bildirdi. Dikkat et, iyi anla!
Bilinmesi lâzım gelen şeylerden biri de şudur: Ceset rûhtan sayısız kemâlât edindiği gibi, rûh da cesetten büyük fâideler kazanmaktadır. Bu fâidelerden bir kısmı, rûhun da beden sâyesinde işitmesi, görmesi, konuşması, bedeni hâline girmesi, çalışıp kazanır olması ve âlem-i ecsâda [ya’nî beden, madde âlemine] münâsip olan işleri yapması şeklinde sıralanabilir.
Yukarıda geçtiği gibi, mutme’inne olan nefs, rûhânîlere, ya’nî beş latîfeye mülhak olunca, ya’nî âlem-i emre dönünce, âlem-i ecsâdda, akıl onun yerine oturur ve akl-ı meâd ismini alır. O zamân bütün düşünce ve endişesi âhiret için olur. Mâ’işet, ya’nî dünyâ hayâtı düşüncesinden kurtulup, kendisine verilmiş olan bir nûr vâsıtasıyla ferâsete lâyık olur. Bu mertebe, akıl için olan kemâlât mertebelerinin nihâyetidir. Olgunlaşmamış birisi, burada i’tirâzla kalkıp, “Aklın kemâlât mertebelerinin sonu, dünyâ ve âhireti unutmasıdır. O artık Hak sübhânehü ve teâlâdan başka, ne dünyâyı, ne de âhireti düşünmez olur” demesin. Derse,
Cevâb’ında derim ki, bu unutma hâli, tasavvuf yolculuğunda ilerlerken, Fenâfillah makâmında hâsıl olmaktadır. Şimdi bahsettiğimiz kemâl mertebesi, ondan kat kat ilerdedir. Burada cehlden sonra ilme, Cem’den sonra Farka dönüş vardır. Cem’ mertebesinde olan tarîkat küfründen sonra Hakîkî İslâm’a kavuşmak vardır. Aklın dört mertebesi vardır ve aklın kemâlâtı bunlardan ibârettir diyen sefîh [akıldan uzak] felsefeciler, aklın kemâlinin ne demek olduğunu bilmiyorlar. Aklın hakîkati ve ona tâbi’ olan kemâlâtı akıl ve düşünce ile anlaşılamaz. Anlamak için Peygamberlik kandilinin nûrlarından iktibâs etmiş sahîh keşif ve sarîh ilhâm sâhibi olmak lâzımdır. Salavâtullahi teâlâ ve teslimâtühü alâ cemi’il enbiyâi vel-mürselîn umûmen ve efdalihim Habîbil-lahi husûsen.
SUÂL:
Büyük evliyânın sözlerinde, “Akıl rûhun tercümânıdır” ifâdesi geçmektedir. Bu ne demektir? diye sorulursa,
CEVÂB’ında deriz ki, Mebde-i Feyyâzdan [Hak Teâlâ’dan] rûhânî telakkî, ya’nî ilhâmla gelen ilim ve ma’rifetleri, rûhlar âleminden olan kalb alır ve onun tercümânı olan akıl, o ilim ve ma’rifetleri, âlem-i halka tutulmuş olan insanların anlayışına göre düzenler, özetler söyler ve yazar. Eğer akıl onları bu şekilde tercüme etmemiş olsaydı, bunları anlamak çok zor, belki imkânsız olurdu. Yürek, hakîkat-i câmi’a denen kalbin yerine oturduğundan, o makâmın aslî sâhibi gibi olmuş, ona olan ilhâm da, rûhânî ilhâm gibi olup, tercümâna ihtiyâç hâsıl olmuştur.
Şunu da bildirelim ki, akl-ı meâd üzerine bir zamân gelir ki, nefs-i mutme’inneye yakınlık şevk ve arzûsu son dereceye varır ve onun makâmına kavuşmak ister. İşte o zamân kalıbı [bedeni] boş ve hâli bırakır. O zamân anlama ve hâtırlama da yürekte karar kılar. (Kalbi olan için burada çok nasîhatler vardır.) İşte bu zamân kalb, yine kendisinin tercümânı olur. Bu durumda ârifin mu’âmelesi kalıbı ile ol-maktadır. (Ben ondan dahâ hayırlıyım) diye feryâd eden ateş cüz’ü, inkıyâd ve itâ’ate yüz tutar ve tedrîcen hakîkî İslâm şerefi ile şereflenir. İblîslik sıfatını ondan izâle edip, nefs-i mutme’inne aslî makâmına ulaştırırlar ve onun vekîli yaparlar. Öyle olunca kalıpta kalb-i hakîkînin yerine yürek oturdu ve nefs-i mutme’innenin vekîli ateş cüz’ü oldu.
Mısra:
Aşk kimyâsından altına döndü vücûdumun bakırı.
Hava cüz’ünün rûh ile münâsebeti vardır. Bunun için sâlikin hava makâmına vüsûlü ve urûcu [yükselip kavuşması] vaktinde, ba’zan hava Hak olarak bilinir ve zan eder ki, Haktır ve onun giriftârı olarak kalır. Nitekim rûh makâmında böyle şühûdlar el verir ve rûha Hak diye tutulmalar olur. Meşâyıhdan biri, “Otuz sene Hak Teâlâ diye rûha taptım” demiştir. O makâmdan geçirilince, hak bâtıldan ayrıldı. Bu hava cüz’ü, rûh makâmına münâsebeti sebebiyle, bu kalıpta, ya’nî bedende rûhun vekâletini üslenir ve ba’zı işlerde rûh hükmünü alır.
Su cüz’ü, hakîkat-i câmi’a olan kalble münâsebete sâhip olduğundan, onun feyzi bütün eşyâya ulaşır.
Âyet-i kerîmede:
(Biz her şeye sudan hayât verdik) buyuruldu. Onun dönüşü de yüreğedir. Bedenin en büyük cüz’ü olan toprak unsûru, aşağılık ve alçaklık kirlerinden temizlendikten sonra -ki onun aslî sıfatlarıdırlar- bu bedende hâkim ve gâlib olur ve bedende ne varsa onun hükmünde ortaya çıkar ve onun hâliyle hâllenir. Onun bu tam câmi’ olmaklığı vâsıtası iledir ki, bedenin bütün cüz’leri, gerçekte onun cüz’leridir. Bunun için anasır ve eflâkın merkezi kürre-i arz, ya’nî dünyâdır. Onun merkezi de âlemin merkezidir. Bu zamân bedenin işi de sona erer ve uruc ve nüzûlün [yükseliş ve inişin] sonu ele geçmiş olur ve tekmîlin kemâli elverir. Nihâyetin başlangıca dönüşü de budur.
Rûh, bütün mertebe ve ona tâbi’ olanlarla birlikte yükselme yoluyla, karar kılacağı makâma ulaşsa da, kalıbın terbiyesi için dahâ çok mesâfe olduğundan, bu âleme teveccühü lâzımdır. Kalıbın işi nihâyete vardığından, rûh, sır, hafî, ahfâ ile birlikte ve kalb, nefis ve akılla berâber, Hak Teâlâ Hazretleri’ne müteveccih olup, bütün varlığı ile bu kalıptan yüz çevirir. Kalıp da bütün varlığı ile kulluk makâmına yönelir. O hâlde rûh, mertebeleri ile birlikte, şühûd ve huzûr makâmına yerleşir ve ma’sivâyı [Allah’tan başkasını] görmekten ve bilmekten tamâmen kesilir, kalıp ta tamâmen tâ’at ve kulluk makâmında kuvvet bulur. Cem’den sonra Fark makâmı budur. Allahû Teâlâ kemâlâta kavuşmak için tevfîk ve kolaylık ihsân eylesin.
Bu fakîrin bu makâmda husûsî bir kademi [adımı, yol alması] vardır. O da, rûhun tâbi’leri ile birlikte âlem-i halka dönüşüdür ki, onları Hak Teâlâ’ya da’vet eder. Rûh, bu zamân beden hükmünü alır ve ona tâbi’ olur. İş oraya varır ki, beden hâzır ise, rûh da hâzır olur. Beden gâfil ise, rûh da gâfil olur. Ancak namâz kılarken rûh, bütün mertebeleri ile birlikte Hak Teâlâ’ya yönelir, beden gâfil olsa da, onun teveccühüne mâni’ olmaz. Çünki namâz, mü’minin mi’râcıdır.
Şunu da bildirelim ki, vâsılın [Hakka kavuşmuş olanın] bütün ma’nâsıyla vâki’ olan rücû’u [geriye dönüşü] da’vet makâmlarının en yüksek mertebelerindendir. Bu gaflet çoklarının huzûr sebebidir. Gâfiller bu gafletten gâfillerdir ve hâzır olanlar bu geriye dönüşten câhillerdir. Bu makâm, zemme benzeyen medh kabîlinden bir makâmdır. Her kısa görüşlünün idrâki ve anlayışı buraya ulaşamaz. Bu gafletin kemâlâtını beyâna kalkışırsam, aslâ hiç kimse huzûra kavuşmak arzûsunda olmaz. Bu o gaflettir ki, insanların seçilmişlerini meleklerin seçilmişlerinden üstün eder. Bu o gaflettir ki, Muhammedi “sallAllahü aleyhi ve sellem” bütün âlemlere rahmet edici kılar. Bu o gaflettir ki, velâyetten nübüvvete eriştirir. Bu o gaflettir ki, nübüvvetden risâlete ulaştırır. Bu o gaflettir ki, insanlar arasındaki evliyâyı, insanlardan uzak duran evliyâdan üstün eder. Bu o gaflettir ki, Muhammedi “sallAllahü aleyhi ve âlihi ve sellem” Sıddîk-ı Ekber’in “radıyAllahü anh” önüne geçirir. Bu o gaflettir ki, sahvı sekre tercîhe götürür. Bu o gaflettir ki, nübüvveti ve-lâyetten efdal eder. Bu o gaflettir ki, Onun sebebiyle irşâd kutbu, ebdal kutbundan üstün olur. Bu o gaflettir ki, Sıd-dîk-ı Ekberi “radıyAllahü anh”, “Âh, keşke Muhammed’in bir sehvi [yanılması] olaydım” dedirtmiştir. Bu o gaflettir ki, huzûr onun aşağı bir hizmetçisidir. Bu o gaflettir ki, kavuşmak onu elde etmenin başlangıcıdır. Bu o gaflettir ki, görünüşte inmek, gerçekte ise yukarılara çıkmaktır. Bu o gaflettir ki, seçilmişleri sıradan insanlar gibi yapar ve onların kemâlâtını insanların gözünden örter.
Mısra’:
Söylemeğe kalkarsam, şerhinin sonu gelmez.
Az çoğa işâret eder. Damla engin bir denizden haber verir. Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın izinden gidenlere selâm olsun. Aleyhi ve alâ âlihi mines-salavâti vet-teslimâti etemmühâ ve ekmelühâ.
Mebde' ve Me'âd / İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.)
(Başlangıç ve Son)