Gönderen Konu: Edebin büyük önemi  (Okunma sayısı 4598 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Edebin büyük önemi
« : 26 Ağustos 2012, 08:47:05 »

Tasavvuf, baştan başa edeptir cümlesi, atasözü olmuştur. Edebi gözetmeyen bir kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz. Edeblerden birkaçını yapamadığı için üzülürse ve edebleri yerine getiremezse ve uğraştığı hâlde başaramazsa, afv olunur. Edebi olmayan hiçbir kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamamıştır.

Büyük Fıkıh âlimlerinden İmâm Zührî buyurdu ki:

“Biz, bir âlime gittiğimizde, bize göre, ondan edep ve terbiyeyi öğrenmemiz, onun ilminden istifâde etmemizden önce gelirdi.”

Adî bin Müsâfir (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki:

“Edebini, edeb öğreten hocadan almayan, kendisine uyanları yanlış yola götürür.”

Tasavvuf büyüklerinden biri; “Tasavvuf, edeb demektir. Edebleri gözetmeyen Rabbinin rızâsına kavuşamaz” buyurmuştur.

Îsâ aleyhisselâma; “Bu güzel ahlâkını kimden öğrendin” dediklerinde;

“Hiçbir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Onlarda olan hoşuma gitmeyen şeylerden sakındım ve beğendiklerimi yaptım” buyurdu.

Hazret-i Lokmân Hakîm‘e; “Edebi kimden öğrendin?” dediklerinde; “Edebsizden!” dedi.

“İLLE EDEP, İLLE EDEP”

Yûnus Emre hazretleri;

“İlim meclislerinde aradım kıldım talep/İlim geride kaldı, ille edep, ille edep” buyurmuştur.

Emre uymak, edebi gözetmekten önce gelir.

“Şerefü’l-insâni bi’l-ilmi ve’l-edeb, lâ bi’l-mâli ve’l-haseb (veya ve’n-neseb)”

Yani “insanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve hasebi-nesebi ile yani baba ve dedeleri ile değil.”

Sâdeddîn-i Kaşgârî talebelerine nasîhat edip buyurdu ki:

“Ey dostlarım! Biliniz ki, Allahü teâlâ, azamet ve büyüklüğü ile bizlere gâyet yakındır. Bu sözü anlayamasanız da, böylece i’tikâd edip inanmalısınız. Tenhâda ve açıkta edebi gözetmek başlıca vazîfenizdir. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahî, ayağınızı uzatmayınız. Her an Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz.

Kendinizi zâhir ve bâtının edebi ile süsleyiniz. Zâhirî edep; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, dâimâ abdestli bulunmak, istiğfâr eylemek, az konuşmak, her işi ihlâsla yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi husûslardır. Bâtınî edep ise; bid’at sâhibi ve fâsık kimselerle düşüp kalkmamak, dünyâya bağlanmamak, Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten, yani mâsivâdan uzaklaşmaktır.

Bir insanda bir kalp vardır. Oraya sâdece Allahü teâlânın sevgisi doldurulmalıdır. İnsan, her nefeste bir hazîneyi kaybeder. Ancak Cenâb-ı Hakk’ı hatırladığı zamanlar, bu hazîne kaybolmuş sayılmaz. Bu şuûr insanda hâkim olunca, Allahü teâlâdan utanma duygusu da berâber gelir ve gafletten uyanır. Gönül, Cenâb-ı Hakk’a yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o pencereden, İlâhî feyz nûru girer. Bu nûr, doğudan batıya kadar her zerreye hayât verir. Fakat penceresiz evler nasipsiz kalır.

İnsanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzûmsuz şeylerle uğraşmaktan hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalpten çıkarmalıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin, bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması lâzımdır. Çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu ni’meti ihsân etmek Allahü teâlânın âdeti değildir.”

“HAYÂ İMÂNDANDIR”

İmâm-ı Gazâlî, “Kimyâ-i seâdet” isimli kitâbında buyuruyor ki:

“Kur’ân-ı kerîm okumasını öğrenmek çok sevâbdır. Fakat, Kur’ân-ı kerîm okuyanların ve hâfızların, ona saygı göstermeleri lâzımdır. Bunun için de, her sözü, her işi Kur’ân-ı kerîme uygun olmalıdır. Onun edebi ile edeblenmelidir. Onun yasak etdiği şeylerden sakınmalıdır. Ona, böyle saygı göstermezse, Kur’ân-ı kerîm, kendisine düşmân olur, la’net eder.”

Bilgisi, anlayışı ve edebi az olan bir kimse, her yerde her şeyi söylemekden ve yapmaktan çekinmez, sıkılmaz. Hâlbuki Peygamber Efendimiz: “Hayâ îmândandır” buyurmuştur.

Allahü teâlâ, insan neslini devâm etdirmek için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı câzip kılmıştır. Aynı zamânda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları dünyâda çetin bir imtihâna tâbi tutmuştur. Dünyâdaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihân iffet imtihânıdır. Bu imtihânda kazanan bir insan, dünyâ ve âhıretin kahramânıdır. İnsanların kemâli (yani kusûrsuz olması) veyâ insanın düşüklüğü, dahâ ziyâde iffet işinde belli olur.

Ramazan Ayvallı

mazhar

  • Ziyaretçi
Edebsizliğe ve nezaketsizliğe cevap verilmez
« Yanıtla #1 : 05 Şubat 2013, 04:51:52 »

Edebsizliğe ve nezaketsizliğe cevap verilmez

05 Şubat 2013 Salı 00:09


Comte de Bonneval şöyle diyor: “Osmanlılar’ın edep, nezâket ve terbiyesi başka hiçbir millette yoktur. Onların âdâb-ı muâşeret anlayışı, görülmemiş bir mükemmellik ve inceliktedir.”
 

Edmondo de Amicis şöyle bir hüküm veriyor: “Tetkîk ve tesbîtlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur.”

Eskiden edepsizlik, nezaketsizlik ve gurur bilmezdik. Bunlar birer “Avrupalı hastalığı”ydı ve ölesiye sakınırdık.
 

Ne edepsizlik bilirdik, ne kabalık, ne gösteriş, ne gurur, ne tepeden bakma...

Kur’an’ın bize mesajı da buydu. Mevlânâ Hazretleri bunu veciz bir şekilde şöyle ifâde ediyor: “Gözünü aç da Allâh’ın kelâmına baştan başa bir bak! Âyet âyet bütün Kur’an, edep taliminden ibarettir!”
 

Tabii bunu görebilmek için gönülde Kur’an taşımak gerekiyor. Osmanlı veddimiz “Kur’an gönüllü” olduğu için “edeb”i ve “nezaket”i öncelemiş, kalb kırmayı Kâbe yıkmakla kıyaslamıştı.
 

Daha önce yazmıştım: Osmanlı tekkelerinin, dergâhlarının, hatta evlerinin duvarlarında, “Ebeb yahu!” yazılı levhalar asılıydı.

Osmanlılar, “nazik” ve “edepli” olmayı önemserler, çocuklarına da “edeb” ve “nezaket” öğretirlerdi.
 

Edeb dışı herhangi bir davranışta (büyüklere saygısızlık gibi) bulunan çocuk hayretle karşılanır, anne-babasının “terbiye” görevini yerine getirmediği düşünülür ve kınanırdı.

İstanbul’un Vefa semtine adını veren “Ebul Vefa” (öl. 1490) lâkabıyla meşhur Mustafa bin Ahmed Muslihuddîn Hazretlerinin oldukça yaramaz bir oğlu varmış. O kadar yaramazmış ki, görenler “FesübhanAllah” dermiş, “Böyle edepli bir insandan böyle edepsiz bir çocuk nasıl olmuş?”
 

Çocuğun en büyük zevki, mahalleye gelen sakaların (su satanlar) kırbalarına (deriden yapılmış su kabı) gizlice iğne batırıp delmekmiş.
 

Sakalar o kadar bîzar olmuşlar ki, sonunda Ebul Vefa’ya gidip oğlunu şikâyet etmişler.

Çok utanan Ebul Vefa, eve koşmuş, durumu karısına anlatmış, “Biz bu çocuğu yetiştirirken büyük bir hata ettik, ama ne?” diye sormuş.
 

Kadın düşünmüş, taşınmış ve hamileliği sırasında yaptığı bir “hata”yı anlatmış:

“Oğlana hamileyken, kız kardeşim çarşı sepetini bana bırakmıştı. Sebzeler arasında bir limon gördüm. Hamileliğimden dolayı aşeriyordum. Canım o kadar limon suyu çekti ki, kız kardeşimin dönüşünü bekleyemedim. İğneyle limon kabuğunu delip bir iki damla emdim. Kardeşim dönene kadar da unuttum, helâllık alamadım. Çocuğumuzun kırbalara iğne batırması bundan dolayı olabilir mi?”
 

“Bundan dolayıdır” demiş Ebul Vefa, “hemen kardeşinden helâllık alalım.”

Gidip helâlleşmişler. Ancak ondan sonra çocuk, kırbaları delme alışkanlığından vazgeçmiş.
 

Bu hikâyeyi günümüze de uyarlayabilirsiniz. Günümüzde de hem siyasette, hem ticarette, hem medyada ve sair alanlarda, insan yüreğine iğne batırmaktan zevk alanlar var. Herhangi bir konuda söylediğiniz fikri karşı fikirle çürütmek yerine, olayı anında şahsileştirip sizi küçümsemeye, hatta aşağılamaya kalkışıyor, hakkınızda “müptezel” ifadeler kullanıyorlar.
 

Aslında cevabınız vardır, ancak böyleleriyle polemiğe girmek, aynı seviyeye inmek ve aynı batağa saplanmaktır. Üstünüz ister istemez çamurlanacaktır. Çamura bulaşmamak için bataklıktan uzak durmak şart…
 

“Cevab-ul ahmak essüküt” kuralınca susmak...

“Câhile cevap vermemek de bir cevaptır” vesselâm.

 Yavuz Bahadıroğlu.Habervaktim.com