Tekkeler En Kısa Zamanda Açılmalıdır | GDO’lu İthal Pirinçler

Başlatan Mücteba, 11 Nisan 2013, 11:16:48

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Tekkeler En Kısa Zamanda Açılmalıdır

Allahı zikr etmek Kur'anla, Sünnetle, icma ile farzdır. İnsan Rabbini ayakta, otururken ve yatmış olduğu halde hep anmalıdır.

Ehl-i Sünnet Müslümanlığında hak tarikatlar vardır.

Tasavvufu ve tarikatları inkar eden, sûfî Müslümanlara kâfir ve müşrik diyen Vehhabîler-Selefiler yanlış yoldadır.

Mü'mini tekfir edenlerin=küfürle suçlayanların kendilerdi kafir olur.

Tasavvuf tarikatlarında ölçü şudur: Şeriat sınırları içinde olacak, Şeriata aykırı bir şey yapmayacak, sahih itikad üzere olacak, beş vakit namazını kılacak...

Anadolu'ya ve Trakya'ya İslam tasavvufla, tarikatlarla, kamil mürşidlerle gelmiştir. Tasavvuf yıkılır, yasaklanır, darbelenir veya dejenere olursa İslam ve Ümmet de sarsılır.

Bir kısım reformcu, modernist, mezhepsiz, Kemalist, telfik-i mezahip taraftarı, BOP'çu, Afganîci, Abduhçu, Reşid Rızacı, Fazlurrahmancı, light İslamcı oryantalist ilahiyatçılar ve onların peşine düşenler tasavvufa ve tarikatlara düşmanlık ediyor ve dolaylı şekilde İslama ve Ümmete zarar veriyor.

Unutmayalım ki, Osmanlı Halife ve Sultanlarına tahta çıktıklarında Eyyüb Sultan'da Konya Mevlevî dergahı postnişini Çelebi Hazretleri tarafından kılıç kuşandırılırdı. (Son Padişah Sultan Vahidüddin Han'a Şeyh Ahmed Şerif Senusî kılıç kuşandırmıştır.)

1925'ten bu yana tarikatlar kapalıdır. M. Kemal Paşa Mason localarını da kapattırmıştı ama Millî Şef İsmet zamanında locaların tekrar çalışmasına müsaade edildi, fakat tarikatlar üzerindeki yasak hala devam ediyor.

Bugünkü iktidardan tasavvuf tarikatlarını ve İslam medreselerini en kısa zamanda açmasını bekliyoruz.

Medreselerin ve tarikatların kapalı olması, kapalı tutulması bir insan hakları ihlalidir.

Bugünkü haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı ne medreseleri, ne de tarikatları idare edebilir ve denetleyebilir.

Medreseler için bir Ehl-i Sünnet İslam Şûrası kurulmalıdır, tarikatlar için de bir Meclis-i Meşayih.

Açılacak olan binlerce tekke, dergah ve zaviyede vakit namazları kılınacaktır. Namazsız zikir olmaz!

Tarikatların ve tekkelerin başında icazetli ve ehliyetli şeyhler bulunacaktır.

Tarikatlar ve tekkeler ticarete, siyasete bulaşmayacaklardır.

Hiçbir tarikat ve tekke anonim şirket, holding, finans kurumu gibi çalışmayacaktır.

Tarikat ve tekkelerde militanlık, holiganlık ve fanatizm yapılmayacaktır.

Tasavvuf, tarikat yolları bugünkü gibi kapalı veya yarı kapalı olursa toplumun dejenere olması, ahlaksızlığın patlaması önlenemez.

Açılacak tekkelerin her biri ahlak ve fazilet mektepleri olarak hizmet etmeli, faaliyette bulunmalı, bağlılarını İslam ahlakının memduh=övülen güzel huylarıyla bezemelidir.

Tarikatlar ve tekkeler Ehl-i Sünnetin sahih itikadının etrafı aydınlatan fenerleri olmalıdır.

Ülkemizde haram yeme ve çeşitli azgınlıklar ayyuka çıkmıştır. Bunlar ancak tasavvuf, tarikat ve tekke terbiyesi ve eğitimiyle önlenebilir.

Tasavvuf ve tekkelere paralel olarak iş, ticaret, sanayi hayatını tanzim edecek ve temiz tutacak İslam Fütüvvet Teşkilatı da kurulmalıdır.

Hiçbir din sömürücüsünün, hiçbir arivistin tasavvuf yoluyla saf Müslümanları dolandırmasına, din sömürüsü yapmasına izin ve fırsat verilmemelidir.

Tasavvuf tekke ve dergahlarına gelen gayr-i Müslimler ve ateistler oradaki güzel ve cezbedici havaya, derviş ve muhiblerin iyi hallerine bakarak İslama ısınmalı ve nicesi ihtida etmelidir.

Böyle tekkeler açılırsa birkaç sene zarfında namaz kılanların nisbeti yüzde 10'dan, yüzde 50'ye çıkacaktır.

Tasavvuf ve tarikatlar kuvvetlenirse, her gün çöpe atılan ekmek sayısı altı milyondan birkaç yüz bine inecektir.

Tekkelerde halkın kurtları değil, halkın melekleri yetişecektir.

Tasavvuf, tarikat, tekke deyince hatıra Seyyid Abdülkadir Geylanî, Şah Bahaüddin Nakşibend, Seyyid Ahmed er-Rufaî, Hasan eş-Şazelî, Ahmed Bedevî, Ahmed Yesevî, Mevlana Celalüddin Rumî, Hacı Bayramı Veli, Şabanı Veli, Aziz Mahmud Hüdaî ve benzeri büyük şeyhler, büyük mürşidler, büyük Müslümanlar gelmelidir. Tasavvuf ve tarikat hizmet ve faaliyetleri Pîran hazeratının ahlakı ve prensipleri ile yürütülmelidir.

Bugünkü israf, aşırı tüketim ve aşırı konfor çılgınlığı ancak gerçek tasavvufla, gerçek tarikatlarla, gerçek kamil mürşidlerle ve gerçek şeyhlerle önlenebilir.

Gerçek şeyhlerden oluşan bir şûra ileride muhterem ve ehliyetli bir zatı İmam-ı Kebir seçer ve bütün Müslümanlar ona biat ve itaat ederek Ümmet birliği kurulur.

Müslümanlar bugünkü anarşi, kaos, tezebzüb, fitne, fesat, tefrika, nifak ve şikaktan İslam medreseleri ve Tasavvuf tarikatları sayesinde kurtulabilir.

Bütün mahlukat, zerrelerden kehkeşanlara kadar kendi lisanlarıyla hep Allahı zikr ediyor. Kuşlar, balıklar, böcekler, bitkiler, yapraklar, çiçekler hep zikirdedir. Siz taşları ölü mü sanıyorsunuz? Onları meydana getiren zerreler hep döne döne zikr halindedir.

Ey ateist!.. Senin şeytan dilin Allahı inkar ederken, vücudundaki milyarlarca zerre hiç durmadan "Birdir O, eşi benzeri ortağı yoktur Onun" diyor.

Tasavvuftaki, tarikatlardaki, tekkelerdeki bütün zikirlerin, ayinlerin, devranların fetva ve ruhsatı verilmiştir.

Mevlid-i şerif okumak nasıl bir bid'at-i hasene ise, zikrullah yapmak da öyledir.

Delail-i Hayrat kitabı okumak nasıl iyi bir yenilik ise zikrullah meclisleri de öyledir.

İnsanları azdıran, şehvetleri kamçılayan, günahları körükleyen, fısk ve fücura yol açan bütün kurumlar ve faaliyetler serbest... Hattâ Komünist Partisi bile legal... Mason locaları legal... Lakin İslam medreseleri yasak, tasavvuf tarikatları yasak... Bu çok büyük bir zulüm değil midir?



(İkinci yazı)

GDO'lu İthal Pirinçler


Halkımızı zehirleyen kötü, boyalı, kimyalı, koruyucu maddeli gıda ve meşrubat sektöründe en son GDO'lu ithal pirinçler bombası patladı.

Türkiye halkı, sağlığa zarar veren besin maddeleriyle toptan bir soykırım karşısındadır.

Toprakları, halkını doyurmaya yetecek miktarda hububat, bakliyat, pirinç üretmeye müsait olan ülkemiz dünyanın her yerinden gıda maddesi ithal etmektedir.

Hayvancılığımıza darbe üzerine darbe vurulmuştur.

Sıvı yemek yağı konusunda büyük sabotajlara ve ihanetlere uğramışızdır.

Halkını koruyan medenî ve âdil ülkelerin reddettiği GDO'lu pirinçlerin ülkemize ithal edilmesine hangi makamlar göz yummuştur?

Başbakan "Beyaz ekmekleri sofralarımızdan kaldıralım" dedi de ne oldu? Eski hamam eski tas... Bembeyaz, içinde on iki çeşit kimyevî madde bulunan ekmekler üretilmeye devam ediliyor.

Sahte bal satışının önü kesilebildi mi?

Halka bozuk yiyecek maddeleri satanlara yeteri kadar ceza verilebiliyor mu?

Sadece gıda ve içecek sektörü mü?.. Kanunen yasak olmasına rağmen cayır cayır bitkisel ilaç reklamı yapılıyor. Bir dergide tam sayfa bir ilan gördüm. Kanseri önleyen ve tedavi eden bitkisel ilacımız piyasadadır diyordu. Yahu böyle bir ilaç bulunsa yer yerinden oynar, dünya ayağa kalkar. Bendeniz şifalı tıbbî bitkilerle tedaviye taraftarım ama bunun sömürüsü yapılmamalı, halk aldatılmamalıdır.

Gıda ve meşrubat sektöründe bunca kimya, boya, koruyucu madde, hormon, GDO, cıvalı veya kadmiyumlu balık, şişirme sulu tavuk, antibiyotik, sahte yoğurt, sahte bal ve daha binlerce mağşuş yiyecek varken halkın sağlığını korumak mümkün müdür?

Temiz, doğal, sağlıklı gıda uzmanları feryat ediyor ama aldıran yok.

Soykırım sadece bombayla, mermiyle, silahla öldürerek, yok ederek yapılmaz. Bir halkı sinsice zehirlerseniz o da dolaylı bir soykırımdır.

Evcil domuz çiftliklerinde üretilen bunca domuz kimlere yediriliyor? Avcıların vurduğu bunca yaban domuzunu kimler yiyor? Bunca eşek etini kimler tüketiyor?

Endüstriyel işlemlere tabi tutulmamış bir bardak tabiî süt bulamaz hale geldik. Bir kâse tabiî yoğurt yok. İçine kimyevî madde karıştırılmamış gerçek doğal ekmek üretimi on binde kaçtır?

İçtiğimiz suların kaçta kaçı saf, doğal ve sağlıklıdır?

Büyük şehirlerde soluduğumuz hava temiz ve sağlıklı mıdır?

Herifin sahte bal fabrikasını başına yıkmadıkça bal konusundaki kötülükler önlenir mi?

Cezalar hafif ve yetersiz kalıyorsa suçları önlemek mümkün müdür?

Kötü, mağşuş, sahte, zehirli, kimyalı gıda maddeleri ve içecekler konusunda halkımız ve onların sivil temsilcileri son derece aciz ve pasiftir.

On milyonlarca vatandaşın bu konuda uyarılması, bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bu işi kim yapacak?

Büyük medyadan fazla bir şey beklenemez. Gazete ve dergiler ilan ve reklamlara bağımlıdır.

Beslenme konusunda herkes kendisinin ve çoluk çocuğunun canını kurtarmaya baksın!

Halkı zehirleyenlerle yeteri kadar mücadele etmeyenleri, halkı korumayanları, gerekli tedbirleri almayanları, sıkı analizler ve denetimler yapmayanları, vazifelerini yerine getirmeyenleri Cenab-ı Hakka şikayet ediyorum.


Mehmet Şevket EYGİ | 11 Nisan 2013 Perşembe 00:32

mazhar

Anıtkabir türbe mi?

1925'te ne denmişti? "Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde salâtine aid veya bir tarika veyahud cerr-i menfaate müstenid olanlarla bilumûm sâir türbeler mesdûd ve türbedarlıklar mülgâdır."
Ne deniyor yukarıdaki cümlede: "Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde sultanlara (padişahlara) ait veya bir tarikate veyahut çıkar sağlanmasına dayanan diğer bütün türbeler kapatılmıştır; türbedarlıklar da ortadan kaldırılmıştır."

Kim diyor bunu?

677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men'i ve İlgasına Dair Kanun. Yani TBMM'de, 30 Kasım 1925 günü kabul edilip 13 Aralık 1925 günü yürürlüğe giren kanun diyor.

Bu kanunla Türkiye'deki bütün türbeler kapatılıp kaderlerine terk ediliyor. Uzun süre büyük bir kısmı mezbele halinde kalıyor. 

Milletin saygı duyduğu manevi ve tarihi şahsiyetlerin ölüsünden bile korkan zihniyet, türbe ziyaretini bile halkına çok görüyordu. Ama öbür taraftan, Anıtkabir bir türbe hâline getiriliyordu. 

Anıtkabir ziyaretleriyle de türbe ziyaretleriyle de ideolojik olarak hiç ilgilenmedim; ilgilenmem de. İsteyen istediği kutsal bildiği mekânı, istediği gibi ziyaret eder.
Ama bir yandan halkın saygı duyduğu manevi şahsiyetlerin türbelerini, "akıl ve çağ dışı" diye kapat; öbür taraftan benzeri bir tavrı seküler bir zihniyetle sürdür.
Bu bir çifte standarttır.  

Halkın saygı duyduğu manevî şahsiyetlerin türbelerini ziyarette olsa olsa dinî bir inanç sorunu görülür. Bazıları bunu dinen bir sapma olarak görür... O kadar!.. Ama kimse türbe ziyaretini ideolojikleştirmez; türbede veya kabirde yatandan medet ummaz.
Anıtkabir ziyareti öyle mi?
Bilinçsiz dindarların hurafe şeklinde geliştirdikleri türbe ziyareti ile, Anıtkabir'i ideolojikleştiren kökten laikçilerin ziyareti arasında, fonksiyon olarak hiçbir fark yoktur.
Hatta sade vatandaşın, bireysel rahatlama için yaptığı  normal bir türbe ziyareti, ideolojik Anıtkabir ziyaretinin yanında çok masum kalır. Çünkü o vatandaş o türbeye sadece kendisi veya bir yakını için Allah'a dua edip rahatlamak için gider; oysa kökten laikçiler, her "Anıtkabir ayini" arkasından toplumsal gerilimler yaratma amacındadır. Yani, kökten laikçiler, eleştirdiklerine benzemişlerdir.

Prof. Dr. Kadir Cangızbay, bir kitabında güzel bir benzetme yapar. "Mesela bir 10 Kasım sabahı erkenden Marslılar Ankara'ya inse ve Hacı Bayram Camii'ne gitseler, orada birtakım insanların eğilip kalkarak sabah jimnastiği yaptığını zannederler. Aynı Marslılar aynı gün saat 9 civarı Anıtkabir'e gitseler, orada dinî bir ayin var zannederler" der.   
Mesele basit bir "ölüden medet umma" meselesi değil; bir zihniyetin yansıtılmasıdır.
Her ayranınız kabardığında, Anıtkabir ziyaretleriyle toplumu ajite etmeye kalkarsanız, yapılanın bilinçsiz dindarın türbe ziyaretine benzeyen ezberinden başka bir şey yapmamış olursunuz. 

Hiç darılmaca gücenmece yok...  Saygı duyulan bir şahsiyetin mezarı türbe veya ziyaretgâh haline getiriliyorsa, Anıtkabir'i de seküler bir türbe olarak görmek mümkündür.
O zaman nerde kaldı türbelerin kapatılması kanunu? 
16 Kasım 2013 Cumartesi 00:01


Prof. Dr. Namık Açıkgöz.Habervaktim.com

mazhar

Tevhid-i Tedrisat Kanunu iptal edilsin!

     Tarihimizdeki en “acı günler”den birinin 3 Mart olduğunu, çünkü o tarihte “İslam’ın bu topraklardaki ve bu toplumdaki hükümranlığı”na son verilerek tam bir “İslam dışılık”ın iktidara geldiğini dün ifade ettim. Yine dün, bu acı günde “İslam’ın egemenliği”ne vurulan “üç önemli darbe”nin ilkine, “Hilafet Müessesesi”nin kaldırılmasına değindim. Bugün ise “Tevhid-i Tedrisat Yasası” ile vurulan ikinci darbeye ve bu kapsamda, “Medreseler”in kapatılmasına dair birkaç kelam etmek istiyorum.
3 Mart 1924 Tarih ve 430 No’lu Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası ile, bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Ancak yasayı önemli kılan asıl husus, bu yasa ile eğitimde reform yapılarak eğitim-öğretimin “Laik”leştirilmiş olması. Yine bu yasanın, başta “Medreselerin kapatılması” olmak üzere, “Tekke ve Zaviyelerin kapatılması” ve “Harf Devrimi” gibi devrimlere de altyapı oluşturduğunu düşünürsek, yasanın önemini daha iyi anlamış oluruz. Çünkü biliyorsunuz, Harf Devrimi’nin tek gerekçesi, “Kur’an alfabesi”ni terk ederek “Latin Alfabesi”ne geçiş yapmaktı.
Tevhid-i Tedrisat Yasası’yla hedeflenen, “Laik-Kemalist rejimin istediği ve o rejime destek olacak tek tip insan” yetiştirmekti. Nitekim Saruhan Milletvekili ve Eğitim Bakanı Vasıf Bey ve 57 arkadaşının imzasıyla Meclis’e getirilen yasanın gerekçesindeki şu ifadeler dikkat çekicidir: “Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder.” Bu cümlenin, 28 Şubat Süreci’nde çıkarılan Kesintisiz Eğitim Yasası’na dair Cumhurbaşkanı Demirel’in kullandığı şu ifadelerle nasıl da örtüştüğüne dikkatinizi çekmek isterim: “Eğitim sistemi iki çeşit vatandaş yetiştirmez. İki çeşit vatandaş yetiştiriyorsanız, bir süre sonra aynı dili konuşan vatandaşlar birbirine düşman olur. O nedenle tek tip insan yetiştirilmeli.”
Bu “tek tip insan” hedefine ulaşıldığını bugün hepimiz görüyoruz. İslam’ı hayattan uzaklaştırarak kurulan “Laik rejim”in, kısa sürede kendi toplumunu yetiştirmeyi başardığına şahidiz. Bu “üretilmiş toplum”un, “inanç, kültür, kimlik ve kişilik bağları ve kökleri”nden koparılmış olduğunu da müşahede ediyoruz. Tüm eğitim kurumlarının tek bir merkeze bağlanması, eğitim-öğretimin tek elden, tek esasa göre ve tek-tip olarak yönetilmesi ile elde edilmek istenenin, “toplumu özünden koparan ve İslam’dan uzaklaştıran Devrimler”in halk üzerinde köklü ve etkili olabilmesini sağlamak olduğunu artık biliyoruz.
Tabiî ki, “köklerinden koparılan toplum”un bugün nasıl da “milli kimlik”ten yoksun olduğunu, nasıl da “az bir çıkar uğruna ülkesini ve toplumunu yabancı şer odaklarına satmak”ta tereddüt etmediğini de görüyoruz. Bugün yaşadıklarımızın altında yatan sebebi “Laik Eğitim Modeli’nin ürettiği insan tipi”nde aramak gerektiğine sanırım kimsenin itirazı olamaz, değil mi?
Tevhid-i Tedrisat Yasası ile “İslami eğitim kurumları” olan, “İslam alimi” yetiştiren “Medreseler” kapatıldı. 479 medrese kapandı, 18 bin medrese talebesi açıkta kaldı. Böylece “eğitim sisteminin Laikleştirilmesi” için en önemli aşama katedildi. Ayrıca, Adalet Bakanlığı’nın “Şeriat Mahkemeleri”ni kapatması üzerine, “Mekteb-i Kuzat (Kadı Okulu)” da kapatıldı. Müslüman toplumu Laik Devletin istediği “tek-tip”e dönüştürmek için ise, “İlahiyat Fakültesi” ve “İmam Hatip Okulları” kuruldu. Ancak İmam Hatip Okulları ilgi görmediği için 1931’de kapatıldı. 1934’te yapılan “Üniversite Reformu” ile İlahiyat Fakültesi de kapatılarak “İslam İncelemeleri Enstitüsü” kuruldu. Tevhid-i Tedrisat yasası ile “Din dersleri” de kaldırıldı. “Kur’an” ve “Arapça” dersleri müfredattan çıkarıldı. Sadece “Askeri Okullar” Milli Savunma Bakanlığı’nın yönetiminde kalmaya devam etti.
Görüldüğü gibi Tevhid-i Tedrisat Kanunu bize göre değil. Bu toplumun inanç, kimlik ve kişilik değerlerine uygun düşmüyor. Bu yüzden, Hükümet’e düşen en önemli görevlerden biri, TBMM’ye bir Yasa Tasarısı sunarak Tevhid-i Tedrisat kanunu’nu iptal etmek ve Medreselerin açılmasını sağlamak.
Şimdi diyeceksiniz ki, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Anayasa’nın “İnkılâp kanunlarının korunması” başlıklı 174. Maddesi’nde koruma altına alınmış. Ancak bu korumanın mahiyeti, iptal edilemezlik düzeyinde değil. Anayasada “inkılâp kanunları” için, “Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz” deniyor. Bu, “değiştirilemez” veya “iptal edilemez” demek değil. Yürürlükte olduğu sürece “Anayasaya uygun olduğu varsayılır”, o kadar.
Demek ki, istediğinde çok daha çetrefilli konularda sert yasaları kısa sürede çıkarabilen Hükümet için, basit bir yasa değişikliği ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu iptal etmesi mümkün.
O halde, bekliyoruz. Tam da çıkarıldığı bugünlerde Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu iptal edecek bir Meclis, gerçekten tarihe geçecektir. Bunu sağlayan Hükümet de tarih yazmış olacaktır. Gerçi tarih nasıl olsa bir şekilde yazılır da, önemli olan, tarihin nasıl yazılacağı ve gelecek nesillerin tarih yazanları nasıl anacağı, değil mi?
“İlahi sorumluluk”tan söz etmeye gerek bile duymuyorum.
04 Mart 2014 Salı 08:28
farukkose@yeniakit.com
Faruk Köse Habervaktim.com

mazhar


Hatırlatma

Yeri gelmişken içimi tırmalayan bir hatırlatmayı da yapayım. Bundan yedi yazı önce Başbakanı Feyzioğluna verdiği cevaptan dolayı tebrik etmiştim. Şimdi de eleştireceğim. Bu bizim adalet anlayışımızdır, sevdiğimize de sevmediğimize de doğru bildiğimizi söyleriz. Bazı nadanların bilmeden yaptıkları yağcılık ve dalkavukluk, semtimize uğramaz çok şükür. Onlar başkalarını da kendileri gibi zanneden zavallılardır.
Her neyse, Başbakan zaman zaman "istişareye açığız" diyor. Yapıyor da. Ama geçenlerde "Almanya'ya gitmeseniz" diyene, hem de grup toplantısında ve canlı yayında "o akılı kendine sakla" demek, istişare ruhuna uyar mı?
Böyle dediğin bir adam veya böyle denilme ihtimalini hisseden bir adam sizinle bir daha nasıl istişare edecek? Ya da istişarede nasıl doğru bildiğini söyleyecek cesareti bulacak?
Beğenmediğiniz bir fikirle karşılaşırsanız, karşıdakini ya ikna eder veya "tamam, sizin görüşünüz de bu, saygı duyarım" dersiniz. Ama hem de grup toplantısında bütün dünyaya duyurarak "Aklını kendine sakla" diye terslemek kabalık olmaz mı? Gönül kırmaz mı? Gelecek istişareleri tehlikeye atmaz mı?
Bir başka mesele daha var, bugünlerde ülkeyi yoracağa benzer. Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler, "A Haber"de katıldığı canlı yayında 'Alevi Açılımı' konusundaki sorularını cevaplandırırken şöyle diyor: "Cemevi konusu en önemli konu. Sayın Başbakanımızın yaptığı açıklamalarda var. Cemevini ibadethane olarak kabul edemeyiz. Çünkü biz Aleviliği İslam dairesi içerisinde kabul ediyoruz. Alevilerin büyük çoğunluğu zaten bu şekilde kabul ediyor. Kendilerini Müslüman olarak addettikleri için İslam'ın mabedi de mescittir, camidir. Dolayısıyla burada taviz vermemiz söz konusu olamaz."
Evet, kimilerine acı gelse de gerçek budur. "Size ne? Kim ne kabul ediyorsa etsin, başkası karışmasın" diyenler var. Yok öyle yağma! Sen babanın tarlasından dilediğin gibi ver istediğine. Ama Allah Teâlâ'nın dinine karışma. Onu bozmaya kalkışma. Müslümansan, mabed camidir, mescittir. Gelirsin veya gelmezsin, senin bileceğin iştir, ama mabed olmayan yere de mabed diyemezsin. Evet, yeryüzünün tamamı da icabında mescittir, ama o mecazi manada öyle, kimse saptırmasın.
İşin doğrusu nedir biliyor musunuz?
Cemevi dergah, tekke karşılığıdır. Onu da Kemalizm yasaklamış zamanında. Yiğitsen "bu din ve vicdan özgürlüğü çağında dergah, tekke yasağı olur mu?" desene! "Bırak, kim nerede, ne yapacaksa yapsın, sana ne?" diye devlete, yasamaya seslensene!
Eşeğini dövemeyen, semerini/palanını dövermiş. Kemalizmin sahibi bir sistem var, ona korkundan sesini çıkarma, ama Allah Teâlâ'nın dininin laik devlette sahibi yok diye istediğin gibi kes biç dik, öyle mi?
Yok öyle yağma! Kazın ayağı sizin bildiğiniz gibi değil işte. Hangi iktidar mabedimizi bölerse, ölene kadar lanet okunur ona bu Müslüman halk tarafından.
Beyler, tekrar ediyorum, cemevi tekke/dergah mesabesindedir. Eskiden alevilerin de dergahları vardı. Cemevi dergah yasağına bir çare arayışıdır, o kadar. Eğer siz ve biz bir hayırlı iş yapacaksak bu çağdışı tekke yasağını kaldırmayı isteyelim. Hükümete cesaret verelim. O da bu sorunu kökten çözsün. Yoksa daha bir on sene böyle gideceğe benzer. Nasreddin Hoca ahırda iğne yitirmiş, ama orası karanlık diye, iğneyi sokak lambasının altında arıyormuş. Ara ara, bulursun!

Bir konu daha var. Duyduğumuza göre Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan, internet fiyatlarında indirime gidileceğini açıklamış. Sayın.Elvan "internet toptan satışında bir indirime gidiliyor. Bu indirimden sonra internet servis sağlayıcılarının da bir indirime gitmesini bekliyoruz. Yani internet fiyatları daha da aşağı düşecek" demiş.
Bu kaçıncı deyiştir Allah aşkına! Artık laf değil, icraat istiyoruz.
Yok sayın bakan, artık bu laflara inanmıyoruz. Hiç kusura bakmayın, "internet ucuzlayacak" sözü, yalancı çobanın sözüne döndü. Biz bu lafı kaçıncı kere duyduk bu hükümetten?
Hatta birisi bana, "Başbakan sözünde duran adamdır. Bu zamana kadar söz verip de yapmadığı oldu mu?" diye sorsa, "evet, güven veren bir adamdır. Oyları da bundan alıyor zaten" derim ama ilave ederim: "Fakat unutmadık, 'internet ucuzlayacak' demişti Antalya'da, sene bilmem kaçtı, ama hala ucuzlamadı."
Başbakan da insandır, hata yapabilir. Bu sözünü unutabilir de. Ama Bakanın unutması affedilemez. İnternet artık bu çağda önemsiz değildir. Kaldı ki internet ucuzlarsa zarar etmez, sürümden kazanır. Şimdi insanlar üç beş kişi birleşerek kullanıyor. Ucuzlarsa, herkes özel bağlatır, kâr yine aynı olur.
Son bir konu, selam olsun Diyarbakır'lı annelere. Allah Teâlâ hayırlı dualarını kabul etsin. Kadınlar bir kere daha erkeklere yiğitlik dersi verdiler. Son günlerde sersemce işler yapmaya kalkışan PKK inşAllah bu anaların çıkışından ders alır da barışa darbe vurmaz. Azıcık aklı varsa, tabanını kaybedecek böyle bir yanlışı yapmaz.
Bu arada bu mübarek anaları hala huzuruna kabul etmeyen bayan Belediye Başkanı Kışanak'ı da kınıyorum. Davranışı anlşılır gibi değilnlCemal Nar Haber vaktim.com

[/size][size=78%]i değcil...[/size]