MEZHEP DÜŞMANLARI SON ZAMANLARDA İYİCE AZITTI..
NE YAZIK Kİ, MÜSLÜMAN GEÇİNENLER DE MEZHEP NEDİR? DİYE SORSANIZ, BİR ŞEY BİLMEZ. BİLENLERDE DE GAYRETİ DİNİYYE VAR MI, YOK MU, DOĞRUSU MERAK KONUSUDUR.
DİN VE MEZHEP DÜŞMANLARININ KÜFRE HİZMET İÇİN GAYRET ETTİĞİ KADAR, BİZİM GAYRETİMİZ YOK İSE, MAHŞERDE HESAP VERMEK ÇOK ZOR...
SON DERECE ÖNEMLİ OLAN BU MESELEDE ÇOK FAYDALI OLABİLECEK BİR YAZI PAYLAŞIYORUM.. KELİME KELİME OKUYUP, BİR DEFA BİLGİ SAHİBİ OLUNCA ARTIK GERİSİ GELİR..
MESELEYİ BİR KAVRAMAK, HAYATİ EHEMMİYET TAŞIR.. SONRA DA YERİ GELDİKÇE MEZHEB NEDİR, HERKESE İZAH ETMEK KOLAY OLUR...
BÜTÜN İSLAM DÜŞMANLARININ EN ÇOK SALDIRDIĞI BU MESELEYİ İYİ KAVRAMAK İÇİN YAZIYI DİKKATLİCE OKUMAKTA ZARURET VARDIR.
MEZHEB MESELESİ MEZHEB, bir Müslümanın, “olmazsa olmaz” manasında ayrılmaz bir vasfıdır. Müslüman bir kimsenin “mezhebsiz” olması mümkün değildir. Bir müslüman’a Mezhebsiz demek, en büyük hakaret sayılır.
MEZHEB : mana itibariyle ve en kısa ifade ile YOL demektir. İslami mana ise kur’anı kerimin hükümlerin ve Hz. Peygamberin sünneti üzere Allahın rızâsına (cennet ve cemaline) giden YOL anlamına gelir. Durum böyle olunca, bir insan, hem Müslüman olsun, hem de Mezheb üzere bulunmasın, buna imkân yoktur. Müslümanlıkta böyle bir insana “Mezhepsiz=yolunu şaşırmış” denilir ki, zavallı ve şaşkın bir kimse demek olur. Kısaca özetlenen bu mana ile Müslüman bir kimsenin mezhebsiz olmayı kabul etmesine imkân olmayacağı açıktır. İmandan ve ehl’i sünnet itikadından mahrum olanlar ise müstesnâdır. Gel gör ki, zamanımızda acâyip inanç ve fikirlere sahip nice Müslüman geçinenler türedi. Adam mezhepsizliği kabul ettiği gibi, üstelik (Resulüllah aleyhisselam’ın üzerinde yürüdüğü YOL, demek olan) MEZHEB aleyhinde pervasızca konuşabiliyor.
"Hz. Peygamber aleyhisselâm zamanında mezheb var mıydı?” diye soruyor. Bunu sorarken de oldukça rahat ve buna cevap verilemeyeceğinden emin bir halde ve zafer sevinci içerisindedir. Evet, yalnız bu soruyu sormakla, MEZHEBSİZ olmanın rahatlığı ile ilericiliklerini isbat etmiş oluyor kendince.. Bu soruya cevap vermeden önce, bu fikrin menşeini kısaca tesbit edelim:
Memleketimizin içanadolu ve batı bölgelerinde bu fikri öne sürenler ve mezhep mevzuunda “acaba?” diyenlerin tek-tük varlığını görmekle beraber tesbit ve müşâhedelerimiz göstermektedir ki, bu fikir akımı, DOĞU kesiminde daha çok dile dolanmaktadır. Bâtıl mezheb ve fikirlerin kol gezdiği bazı komşu devletlerin bu sınır bölgelerimizde tesiri önceden olduğu gibi son yıllarda da şiddetini hissettirmektedir. Bu mezhebsizlik cereyanı, öyle gelişi güzel ortaya atılmış veya zihinlere takılmış bir mesele değildir. İslâm düşmanlarının onu yok etmeye gücü yetmediğinden tahrif yolunda faaliyet göstererek temiz inançları bulandırmak suretiyle, böylece islâmı zayıflatma hedefi güdülmektedir. İnanç birliğini ve islamın nezih itikat esaslarını tahrif ederek mülümanları, birbirinin inanç ve ibadetini anlayamaz hale getirip, ehli sünnet esaslarını Müslüman halkımızın kalbinden silmek gibi hâince bir plân yürütülmektedir.
MEZHEBSİZLİK, İslâm düşmanlarının, ezelden beri sistemli bir şekilde sarılıp yaymaya çalıştıkları en önemli bir saldırı silahlarıdır. Bu fitnenin temeli, çok eskilere dayanır. Bir çok karışık fikirleri ile Müslümanları şüpheye düşürmeğe çalışan İbni Teymiye’ye ve sahâbe dönemindeki Yahudi
Abdulah ibni SEBE’ye kadar gider. İbni Teymiyenin fedaisi Abdulvahhab ile hızlanır ve dünyaya yayılan onun tâbileri ile yaşatılıp zamanımızdaki mezhepsiz sapıklara kadar uzanır. Devamlı geveledikleri bu fitne sakızını her vesileyle yaymağa çalışmışlardır.
Nitekim bu sapıkların ekseriyette bulunduğu bölgelerde, memuriyet icâbı bir müddet kalan nice temiz duygulu insanların, ve o bölgelerde eğitim alan saf Müslümanların da mezhepsizlik akımına kapıldıkları ve zaman zaman mezhep ihtilaflarını körükledikleri bilinmektedir. Kim bilir bizim bilmediğimiz daha nice saf Müslümanlar, bu fitnenin kurbanı olmuş, bunlar yüzünden, güzel itikatlarını bozmuşlardır.
GELELİM SORUNUN CEVABINA : Hem de kendini Müslüman tanıtan kimsenin sorduğu soruya bir bakınız : -
"Hz. Peygamber zamanında mezheb var mıydı?” Evet, bu bir soru ve bu sorunun cevabı gayet basittir : -
"Hz. Peygamber zamanında mezheb vardı”. -Hangi mezheb vardı? denilecek olursa o da kolaydır: -Hz. Peygamberin mezhebi vardı. Evet, Kur’ânın ve Allahın sevgili Peygamberinin çizdiği bir YOL, bir Mezheb vardı. Hz. Peygamberin yürüdüğü o yol, işte Resulüllah aleyhisselamın Yolu ve mezhebi idi. Hatta sadece Hz. Peygamberin değil, istisnâsız bütün peygamberlerin mezhebi vardı ve bir de hepsinin müştereken üzerinde olduğu bir YOL vardı ki, hiç değişmeyen ve kur’anda zikredilen bu esasa “Üssül-Esas=İlahi Anayasa” denilmektedir. Kur’anı kerimde Hz. Allah :
“Allah katında DİN İSLÂM’dır” buyurarak “Din“ hususunda, hiçbir peygamberi ayırmamıştır. Her şeriatta aynı din vardır yani İslam.. (Elmalılı tefsiri 6-16) bak Fakat, her peygamber’in şeriat hükümlerinde teferruat itibariyle, kendine mahsus bir takım hususi hükümler de vardır. Nitekim bir âyet-i kerimede :
(Ey peygamberler ve Ey ümmetler) Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir YOL tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin O, size verdiği (şeriat ölçüleri) içinde sizi imtihan etmek için ayrı ayrı fırkalara ayırdı. Binâenaleyh hayırlı işler hususunda birbirinizle yarışın. Dönüşünüz toptan Allah’adır. O da size ihtilaf etmekte bulunduğunuz şeyleri haber verecektir. (Maide sh-117 Elm.3-255) bak)
MEZHEP ŞİR’A MİNHÂC “Siz (peygamberler) den her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik” buyurulmuştur. Sizden her birine yani siz İslâm ümmetinden yahut siz ümmetlerden her birinize, biz bir şir’a, HAK maksuda götürür özel birer yol ve bir MİNHÂC, yani bütün o yolları içine alan umumi bir cadde, açık bir yol (Ana kanun) tayin ettik. (Maide 48 sh-117 D.oğ.trc) Böylece, her peygamberin kendi ümmetine hâs hükümler de olmuştur. Bununla beraber, kur’an ile âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafâ’ya ve onun ümmetine şeriat yapılan meselâ iki temel husus vardır ki bu İKİ TEMEL HÜKÜM’de, bütün peygamberlerin şeriatleri birleşmiştir. O emir, şura suresinde şöyle bildirilmiştir :
"DÎN’İ AYAKTA TUTUN VE ONDA AYRILIĞA DÜŞMEYİN” diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musâ'ya ve İsâ'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de KANUN –anayasa-yaptı.. (Şura sh-485 D.oğ-Elm.7-12)
Din ki, islâm’dır. O, Allah’ı tevhid’dir. Yalnızca O’na ibadettir. Allah’ın bütün kitaplarına, Allahın bütün peygamberlerine ve âhiret gününe inanmaktır. Ve kişiyi mü’min yapan hususlara, iman etmektir. İşte bu din’i, bu mânadaki İslâm dini’ni ayakta tutun, demektir. (Şura sh-485 D.oğ.trc.R.beyan 8-296)
MUHİDDİN’İ ARABİ (K.S) DİYOR Kİ : Ruhul-beyan tefsirindeki açıklamaya göre, Muhiddin-i Arabi hazretleri Futuhât’ı Mekkiye isimli meşhur eserinin son vasiyet bölümünde bu âyet-i kerimeden başlayarak diyor ki : “Yüce Allah, bütün kulları için umumi vasiyette :
Dini ayakta tutun, (Onu dürüst ve doğru tatbik edin) ve din’de ayrılığa düşmeyin. (Şura 13 sh-485 ) buyurdu. Şimdi Hak Taâlâ, “Din’i ayakta tutmayı Onun üzerinde bir araya gelmemizi ve dinde ayrılık çıkarma-mamızı” emreyledi ki, bu emir, her zaman ve her millette o zamanın şeriatı (anayasası) olmuştur. Yani peygamber aleyhisselam’ın yürüdüğü yol ve mezheb üzerinde olmak demektir. Zira, Allahın kudret ve yardımı, cemaatle beraberdir. Kurt da sürüden ayrılan koyunu kapar ki, o koyun, topluluğun bulunduğu yerden kaçıp uzaklaşarak yalnız kalandır” (Ruhul.beyan 8-298)
İşte Kur’an âyetleri ile çizilen YOL, Hz. Peygamberin mezhebi idi. -Peki daha sonra müctehidler neden dört mezheb ihdas etmiş, ortaya koymuşlardır? Denilecek olursa, o takirde bilinmesi gereken şudur ki, Müctehidler hiçbir zaman mezheb ihdas etmemiş, sadece Allahın Resulünün yürüdüğü yolu araştırıp, onun hükümlerini tesbit etmiş ve ortaya koymuşlardır. Bütün beşeriyeti ebedi saâdete kavuşturmak için kâinatı ve insanları yaratan yüce Allah tarafından gönderilen âhir zamanın cihan peygamberi, Yasin suresinin 4. âyet-i kerimesinde:
Diye bildirildiği üzere, “SIRÂT-I MÜSTAKİM=Dosdoğru yol” üzere gönderilmiştir :
Hz. Peygamberin, elbette bir yolu ve mezhebi olacaktı. İşte Kur’anı kerimin hükümleri ile çizilen YOL, yani şeriat-ı Muhammediyye’nin bütünü o yüce peygamberin (s.a) mezhebi olmuştur. Bu MEZHEBE, Kur’anı kerim ifadesiyle ŞİR’A denilmiştir. Şir’a, yol demektir, Mezheb demektir. Her müslüman’ın bildiği, kur’anın diğer bir ifadesiyle “Sırât-ı Müstakim” denilmiştir. Ki dosdoğru YOL demektir.
Ve enne haza sırati müstekimen fettebiuuh… suresi Ayeti kerimesinde ifade edilen o sırat-ı müstakim’in nasıl ve hangi hükümlerden meydana gelen ilâhi bir yol yani, “mezheb” olduğunu iyi kavramak ve kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler için tek tek tesbit edip ortaya koymak için, Ehliyetli ve rüsuh sahibi müctehidler bütün imkânlarını, takvâ ve ilim kudretlerini ve hatta canlarını ortaya koyarak gece gündüz çalışmışlardır.
Amelde dört mezheb, demek de işte Hz. Peygamberin, bir hayat boyu DİN’in hükümlerini nasıl uyguladığının, çeşitli halleriyle tatbikatının gösterilme şeklidir.
Bütün mezheblerin hükümleri asr-ı seâdette ya Hz. peygamber tarafından işlenmiş veya işlenmesine müsâde edilmiş hükümlerdir. Ya da yeni zuhur eden hâdiselerin asr-i seadette yaşanan tatbikatına KIYAS edilerek hüküm altına alınmasından ibârettir.
Bu itibarla DÖRT MEZHEBİN bütün esasları Hz. Peygamber zamanında şartlara göre bazen farklı tatbik edilmiş islâmi hareketlerin, ayrı ayrı tesbit edilip en ince noktasına kadar gösterilmesinden ibarettir.
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellem zamanında bütün Müslümanlar, yapacakları ibadetler hususunda Hz. Peygamber’i örnek alıyor ve müşkillerini bizzat ondan sorup öğreniyorlardı. Bid’at ehli sapıkların söz ve fetvâları o devirde ortalarda yoktu. Bunun için o asırda islâm’ın, bazı değişik tatbikat şekilleri de bir tek mezheb halinde görünmekte idi. Herkes, görerek yaptığı için, ufak tefek değişiklikler fark edilmiyordu. Resulüllah aleyhisselam’dan sonra ve hele onun mübarek ashâbının da dünyadan ayrılmasından sonra Tâbiin devrinde Hz. Peygamber’den görüldüğü gibi aynen fetvâ verecek kişilerin azalmaya başlaması ve zamanla bid’at ehli bir takım kötü niyetli kişilerin yalan yanlış fetvâ vermeye kalkışması,
ilim erbâbı Müctehidleri yeni bir vazifeyi ifa etmeye mecbur etti.
Kur’anı kerim ve Hadis ilmine hakkıyla vâkıf müctehid derecesine yükselmiş büyük âlimler Kur’anın hükümleri ve Hz. Peygamberin söz ve fiillerini en ince notasına kadar büyük bir hassasiyetle tetkik ve tesbit ederek, Resulüllahın yolunu (yani onun mezhebini) bütün İslam âlemine tanıtmışlar ve bütün hükümleri kitaplara kaydederek elden ele, gönülden gönüle zamanımıza kadar ve dolayısıyla kıyamete kadar harfiyen ulaşmasını sağlamışlardır.
Dört mezhebden her biri, ana nokta olarak KİTAP VE SÜNNET’te birleşmekte olup, sadece Hz. Peygamberin tatbikatından bazı meselelerde bir kısmı azimetle amel etmeyi tercih ederken, bir kısmı ruhsatla yani, yine Hz. Peygamberin tatbikatında görülmüş câiz olabilecek bir başka şekli ile amel etmeyi uygun görmüşlerdir. Bu ise, ümmet için büyük bir rahmet olup Müctehidlerin nice ilim ve gayretleriyle tesbit edilip hüküm altına alınmıştır. İctihad ehliyetinin zirvesinde olan İmam-ı A’zam hazretleri, koyduğu bütün hükümleri, kur’anı kerim ve sünnetten istimbat ederek kaydetmiştir. Bu gün ise, nice âlim geçinenlerin; değil bu hükümleri kitap ve sünnetten bulup ortaya koyabilmek, o mübarek müctehidlerin ortaya koyduğu hükümlerin inceliklerini kavramak ve onu tatbik emekten bile yoksundurlar.
İmam-ı A’zam’ın yetiştirdiği büyük âlimlerin sayısı BİN kadar olup bunlar içinde seçme ilim adamı olarak kırk tanesi vardır ki, hepsi de MÜCTEHİD’lik mertebesini almışlardır. Gecelerini sabaha kadar ibadet ve ilim tetkiki ile geçiren imam-ı A’zam hazretlerinin yatağı yoktu. Uzanıp yatmaz. İlim okurken oturduğu yerde bir nebze kestirir, sonra abdestini tazeleyerek ilim tetkikine devam eder ve aslâ abdestsiz gezmezdi. İki rek’atlik namazda kur’anı kerimi baştan sona okuyup namazda hatmetmek onun vasıflarındandır. Ki bir defasında da ka’be’i muazzamanın içinde ve yine iki rek’atte kur’anı hatmetmiş idi. (Bu meziyet, bilindiği gibi Hz. Osman, Said ibni Cübeyr ve Temim-i Dâri gibi) çok az insana nasip olmuş bir mazhariyettir. Yatağı olmadığının delili ve Kesin olarak sâbit bir meziyeti de kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kılmış olmasıdır. Sadece şu vasıflar bile onun nasıl bir takvâya ve nasıl bir Allah sevgisine sahip olduğunu göstermeğe kâfidir.
Amelde bu gün DÖRT MEZHEB’in bulunması, görünüşte Dört ayrı YOL gibi ise de, bu yollar başlangıç ve varış noktası bakımından TEK merkeze bağlı bulunduğundan, fesat ehlinin iddiası ve basiretsiz gâfillerin zannettiği gibi ayrı ayrı yollar değildir. Dört mezhebin hepsi de Resulüllah aleyhisselam’ın, yürüdüğü mübarek YOLLAR’ın tarif edilmesinden ibarettir. Peygamber efendimiz, bu mezheblerdeki hükümlerin hepsini de söz veya fiilleri ile yaşamış ve te’yid etmiş bulunmaktadır. Bazen birisinde câiz olduğu bildirilen hususun, daha ihtiyatlı şekli diğer mezheb’de yer almıştır. Fakat aslında hepsi de câiz olan hükümlerdir. Kitap ve sünnette câiz görülmeyen bir hüküm, dört mezhebin hiç birinde yer almaz. Zâten mezhepler arasında detaylarda olmak üzere sayılı birkaç farklı hüküm vardır. Meselâ Hanefi mezhebi ile MÂLİKİ mezhebi arasında yirmi kadar mesele farkı vardır. İslâm’ın emir ve yasakları bakımından ana noktada hiçbir mezheb arasında fark yoktur ve olamaz.
Namaz, Oruç, Zekât gibi esaslardan her hangi birinin, Dört mezhepten birinde olmamasına imkân var mıdır?.. Mezhepler arasında teferruattaki görüş farkına bir misâl olmak üzere SABAH NAMAZI vaktini ele alalım :
Hanefi mezhebine göre şafak iyice attıktan sonra ve güneşin doğması, 20-30 dakika gibi yaklaştıktan sonra kılınması daha faziletli kabul edilmiştir.
Şafii mezhebinde ise, sabah namazının, şafak attıği ilk anda ve henüz yarı karanlık iken erkenden kılınması daha faziletli görülmüştür.
Hanefiler : Uykunun dağılıp daha şuurlu olarak namaz kılınmasını kazançlı görürken
Şâfiiler de, erken vakitte ve uykunun vereceği ağırlığı yenerek kılınmasının daha fazla sevâba vesile olacağı görüşüne sâhip olmuşlardır. Esasta ise ikisi de Hz. Peygamberin tatbikatından örnek almaktadır. Zira bir defasında Cebrâil aleyhisselâm gelip sabah namazında imam olmuş ve Hz. peygamberle birlikte şafak atımının ilk ânında namazı kıldıkları gibi başka bir zaman gelip yine sabah namazını güneşin doğmasından az bir zaman önce kıldırdığı bir vâkıadır. İmâmı A’zam hazretleri Resulüllah’ın ikinci tatbikatını, Şâfii hazretleri de birinci şıkkını daha kazançlı mütâlea etmişlerdir.
İşte dört mezheb arasındaki ufak tefek ictihâd farkları, hep böyle hikmetli esaslara dayanmaktadır. Bu farklılıklar da çeşitli şart ve imkânlar altında yaşayan insanlar için kolaylık sağlamaktadır. Hem bu gibi farklılıklar ana noktada değil meselenin dallarındadır.
Diğer bir örnek vermek gerekirse meselâ : Şâfii mezhebine göre
kadının elini tutmakla abdest bozulduğu halde Hanefi mezhebinde bozulmamaktadır. Hz. Peygamberin bu iki şekilde de uygulaması görülmüştür. Birçok hikmetlerinden birini şöyle izah edebiliriz : Hayatı kırda ve tenhâ alanlarda geçen insan için, kadının elini tutmak hassasiyete ve büyük heyecâna sebep olur. Fakat şehirlerde her gün kadın-erkek bir arada yaşayan insanlar için, karşı cinsin elinin tutulması halinde, aşırı hassasiyet ve sinirlerinde gevşeme ihtimâli daha az olduğunda şüphe yoktur. Ama her hâlu-kârda (idrara benzer) bir sıvı (yani mezi) gelmesi hâlinde idrarda olduğu gibi abdesti bozmaktadır. Bu sebeple, daha çok şehirlerde yaşayan Hanefilere göre abdest bozmayan bu meselede, ekseriya köylerde ve kırda yaşayan Şâfiilere göre abdestin, bozulduğuna hükmedilmektedir. Esâsen bu tür kişilerde kadın (ve erkek) eli değmekle aşırı tahrik meydana gelmeyebilir ise de cemiyetteki bu iç-içe yaşamaya alışkın olmayan kırsaldaki insanında fazla etki sebebiyle bir nevi inzâl (mezi) ihtimâli bulunmaktadır. İşte İmam Şâfii hazretlerine göre el değmekle abdestin bozulması bu gibi sebeplere istinâd etmektedir.
KAN AKMASI ABDESTİ BOZAR MI?
Önemli bir örnek de kan akma meselesidir. İnsan vücudundan kan akması Hanefi mezhebinde abdesti bozar. Şâfii mezhebinde ise bozmaz. Her ikisi de Hz. Resulüllah’ın uygulamasından alarak bu hükme varmışlardır. Dağda ve kırsal alanlarda şartlar zorladığından, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Müslümanların şart ve imkânlarına göre Hz. Peygamberin uygulamalarında, rahmet eseri olarak bir kolaylık mutlaka görülmüştür. Türkiyenin batı bölgelerinde yaşayan insanlarda belki aylarca bir tarafının kanadığı görülmezken, doğu bölgelerinde ve kırsalda yaşayan insanların, değil ayda bir, gün içinde bile def’alarca elinden ayağından kan aktığı görülür. Dağlık, dikenlik arâzide yaşamayanlar bunları pek bilmez. Onun içindir ki, Hz. Resulüllah, bütün ümmetine bir kolaylık olsun diye, “kan aktığında da” abdestin bozulmadığını çok ender de olsa, mübarek şahsında uygulayarak, kıyamete kadar gelecek insanlara rahmet olmuştur. Onun içindir ki, batı bölgelerimizde Müslümanların kahır ekseriyeti Hanefi mezhebini tercih etmiş iken, doğu ve kırsal bölgelerimizde Şâfii mezhebinin tercih edildiği görülmektedir. Burada her iki mezhebin ictihadı da, yine Müslümanlar için bir rahmet ve kolaylık vesilesi olmuştur Görülüyor ki, tesbit edilen ve dört HAK mezhebde hüküm altına alınan Hz. Peygamberin (s.a) uyguladığı farklı hususlar, çeşitli bölgeler ve şartlar altında yaşayan müslümanlar için, birçok kolaylık getirmekte ve nice hikmetler taşımaktadır.
Şunu kesin olarak bilmelidir ki, mezheb imamlarından hiçbiri, kendileri ortaya atılıp : “
Biz mezheb tesis ettik bize uyun” diye kimseye bir şey söylememişlerdir. Kendilerine sorulan suallere (Kur’an ve sünnet esaslarına göre) cevap vermişler, ilmi incelemelerle Kur’an ve Hadis-i şerif hükümlerini ortaya koymuşlardır. Müslüman topluluklar da, onların kitap ve sünnete uygun olarak gösterdikleri yola tâbi olduklarından böylece, bazı müctehidlerin beyan ve ictihadları, bir yol ve mezhep olarak takarrur etmiş, yani Resulüllah aleyihisselam’ın yürüdüğü YOL yani MEZHEB ortaya çıkmıştır. Ve böylece, Müslümanlar tarafından benimsenmiştir. Hz. peygambere uymayı kendileri için ŞEREF bilenler o YOL’u benimseyerek mezheb sahibi olmuştur.
Kısacası bu yol, müctehidlerin yolu değil, müctehidlerin gösterdiği, Hz. Peygamberin yoludur. Bu meseleyi, bir başka ifade ile ifade etmek gerekirse, Gurbet diyarında yolcuya yol gösteren bir çoban, şüphe yok ki, o yolu yapan ve tesis eden değildir. Bir hedefe giden ve daha önce tesis edilmiş bulunan, mevcut yolu gösteren ve tarif edendir.
İşte gerçek manası ile değerlendirildiği zaman, MÜCTEHİD’lerin; olmayan bir şeyi yani MEZHEBİ, sonradan kuran kişiler değil, Hz. Peygamberin ve ashâbının yürüdüğü yolu, en ince noktasına kadar araştırıp, daha sonra gelen nesiller için ortaya koyan ilimde rüsuh bulmuş büyük Mimarlar demektir. Evet müctehidler, İslâm peygamberinin yürüdüğü yolun en ince noktasına kadar araştırıp umum Müslümanlara tarif etme görevini ifa etmişler, bu mukaddes davanın yol gösteren ÇOBANLARI olmuşlardır.
Her mezheb bir İmam’ın adı ile anılmakla beraber aynı mezhebe mensup nice müctehid imamlar daha vardır ki, onların adı ile anılan bir mezheb yoktur. Bu müctehid imamlar, kendileri de Resulüllah’ın yürüdüğü yolu araştırmışlar, incelemişler fakat, sonunda kendi tesbit ve ictihâdlarının da aynı noktaya geldiği veya dört mezheb imamının ictihadlarının daha isâbetli olduğu hükmüne vararak bunlardan birine intisâb etmeyi kendileri için şeref bilmişlerdir. (Nerede kaldı ki, İslâmın şartlarını doğru dürüst bilmeyen, günümüzün ilimsiz bilim adamları kendi kafasına göre mezheb ihdâs ve ittihaz edebilsin?..
Tek bir mezheb olmaması, bazı meseleler hakkında birkaç vecih câiz olmasındadır. Bu da, çeşitli şartlar altında yaşayan Müslümanlar için çok önemli kolaylıklar demektir. Nitekim, yüce peygamberimizin, (s.a) bir hadisi şeriflerinde meâlen : “
ÜMMETİMİN İHTİLÂFI UMUMİ BİR RAHMETTİR” buyurmasının bir hikmeti de budur. Zira burada sözü edilen İHTİLAF, “Ayrı çekmek” manasındaki ihtilaf değildir. İzah, görüş ve rey farklılığı demektir ki, müctehidlerin çeşitli ve hikmetli ictihâdlarını ifade eder. Bu hikmete mebni olarak KİTAP ve SÜNNET‘in bütün hükümleri incelenmiş Kur’an ve Sünnete göre câiz olan veya olmayan her husus, delilleriyle birlikte hükme bağlanmıştır.
Böylece, Hz peygamberin, fi’len ve kavlen İSLAM’I uygulama hususunda, üzerinde yürüdüğü YOL, en ince ayrıntılarına kadar incelenmiş ve ortaya konulmuştur. Ancak islam’da MEZHEB, “GİDİLEN YOL” demek olduğuna göre işte Resul-i Erkem’in gittiği YOL bu tarzda tezâhür etmiş, demektir. Bu yollar sonradan bulunmuş değildir. Zira bunlar Hz. Peygamberin kendi zamanında ve bizzat üzerinde yürüdüğü yollardır. Müctehidler; Hz. Peygamber’de görülen bu yolu, kendisinde görülen ve nakledilen şekli ile araştırıp tesbit etmişler ve bütün kurallarını ortaya koymuşlardır.
Dünyada ilimden, irfandan ve insaftan nasibi olan herkes bilir ki, MEZHEB denildiği zaman, zaten başka bir mana ve tefsir, kimsenin aklına gelmez. Yani mezheb, Cihan peygamberi Muhammed Mustafâ sallellahu aleyhi vesellem’in, üzerinde yürüdüğü yolun adı’dır. Yoksa, Hz. Peygamberden sonra kendiliğinden yeni bir yol ve mezheb ihdâs edecek kişinin imânından bile söz edilemez. Böyle bir kişinin Müslümanların İMAMI olabilmek şöyle dursun, peygamberin sünnetinde olmayan bir tek şeyi ona veya islâma atfen söyleyen kişinin İslâm toplumunun ferdi olarak kabul edilmesi bile mümkün değildir.
Müctehidlerin yaptığı bu büyük hizmeti, gerek Resulüllahın sahâbesi o mübarek insanlar ve gerekse sahabeleri gören tabiin neslinin o kıymetli insanları büyük bir takdir ve hayranlıkla karşılamış iken, 1400 sene sonra gelmiş, âhir zamanın ilimsiz bilim uleması, eğer onlara dil uzatıyorsa, bunun bir kıyamet alâmeti olması gerekir.
Şimdi, her müslümanın, Resulüllah aleyhisselamın yaşayarak tanıttığı islam hükümlerini ortaya koyan dört büyük mezhebden hangisini üstün ve faziletli görür ve hangisini uygulamakta kendisi için kolaylıklar olduğunu düşünürse o mezheb imamına tâbi olması icap eder. Bir Müslüman, Allah’a kulluk vazifesini yaparken (Resulüllah aleyhisselamın tatbikat şekillerini gösteren) bu dört mezheb’den birine uyacaktır. İslâm’ı başka türlü yaşama imkânı yoktur. Zira Hz. Peygamber alehisselam böyle uygulamıştır. Yani mezheblerin hükümleri, Resulüllah’ın SÖZLERİ, FİLLLERİ ve İKRARINDAN alınmıştır. Demek oluyor ki, dört mezheb’den herhangi birine giren kimse, bizzat Resulüllah aleyhisselamın YOLUNA girmiş demektir. Ve bir Müslüman için Mezhepsiz olmak mümkün değildir.
Allah’a ibadet ve KULLUK yaparken, müslümanların dayandıkları DÖRT ESAS vardır ki bunlar : KİTAB, SÜNNET, İCMA’I ÜMMET ve KIYÂS-I FUKAHÂ’dır. Her müslümanın yaptığı ibadetin mahiyet ve şekli bu dört esasa uymak durumundadır. Bunların her birine uymak, aynı zamanda diğerine de uymuş olmak demektir.
1- KİTAB, yani Kur’anda bulunan hükümler. Bunlar aynen uygulanır ve başka bir dayanak aranmaz.
2- SÜNNET, yani Hz. Peygamber’in sözü, fi’li ve ikrarı ile sâbit olan meselede yine, başka hiçbir delil aranmadan o hüküm uygulanır.
3- İCMÂ-I ÜMMET, yani bir asırdaki ehliyetli hakiki DİN alimlerinin bir araya gelerek bir mesele hakkında kur’an ve sünnet esaslarına uygun olarak verecekleri hüküm ve fetvâlar da aynı şekilde güvenilir ve istinad edilir esaslardandır. İcma-i Ümmet demek, Ümmetin DİNİ bir hususda verilen hükümde birleşmesi ve İTTİFAK etmesi demektir.
4- KIYÂS’I FUKAHÂ, yani müctehid mertebesindeki ilim ehli fukâha’nın Kitab ve Sünnette cevabını bulamadıkları bir meselede, Ümmetin üzerinde İCMÂ ettiği bir fetvâ yok ise, Kitab ve Sünnet esâslarındaki benzeri hükümlere KIYÂS ederek o Allah için verecekleri FETVÂ’lar da Müslümanlar için, güvenilir ve istinâd edilir hükümlerdir.
Bu açıklamalar ile EDİLLE-İ ŞER’İYYE diye bilinen ve Müslümanların her türlü davranışlarını tanzim hususunda baş vuracakları DÖRT ŞER’İ DELİL ve temel esas dile getirilmiş oldu. İşte, Müslümanlar için “Ehl’i sünnet yolu” denilen, gidilecek yol budur. Bir başka ifade ile : Müslümanların her husustaki davranışları için baş vuracakları KAYNAK, bir değil, iki değil, Dörttür. Zira, bütün Müslümanlar, doğrudan doğruya kitap’dan yani kur’anı kerim’den hüküm çıkarmağa muktedir olamayacağı gibi, Hz. Peygamberi bizzat görüp, DİN hükümlerini O’ndan öğrenmeye imkânları da yoktur.
Zamanlar geçtikçe Ehli sünnet düşmanı sapıkların, islâmda olmayan şeyleri onun içine sokarak müslümanları fikir kargaşasına sokmağa çalıştıklarını, hiçbir zaman gözardı etmemek gerekir. Ehli sünnet düşmanlarının en açık alametleri : -Kur’anda varsa inanırız, başkasına güvenmeyiz” demeleridir. Halbuki, geçen asırlar içerisinde, İslam esaslarını, en ince noktasına kadar yaşayabilmek bakımından “
Sevad’ı a’zam yolunu” yani İslam cemaatının ittifakla yürüdüğü yolu yaşatan ve yaşayan İslam büyüklerinin hizmeti, her türlü takdirin üstündedir.
İCMÂ’I ÜMMET ve KIYÂS-I FUKAHÂ müessesesinin; İslam birliğini ve hakkaniyetini korumak bakımından ne büyük hizmet verdiğini anlamak istemeyenler; esâsen İSLAM DİNİ’ni tahrif ederek, Yahudilik ve hıristiyanlık gibi aslından çıkarılmayı hedef alan din ve mezheb düşmanlarıdır. Zaman zaman bazı cahil müslümanların da cehâlet yüzünden ve bilmeyerek bu sapıkların telkinlerine kapıldıkları, ne yazık ki görülmektedir. Bu gibi gafil müslümanların, yarın hesap gününde: -Ya Rabbi, câhildim, bilemedim” demesi, bir kıymet ifade etmez. BİLMEMEK bir mazeret değildir. Herkes, inandığı yüce islâm’ın esaslarını öğrenmek, iyi kavramak mecburiyetindedir. Kanun önünde suç işleyenin: -Bu işin, böyle cezâsı olduğunu bilmiyordum” demesi, onu mahkumiyetten kurtarmayacağını bilmeyen yoktur. Onun içindir ki, Kitab ve Sünnetten sonra islam’ın bu iki esâsı’ndan yani, İCMÂ ve KIYÂS kaynağından çıkarılan hükümler de aynen iki büyük kaynak gibi umum Müslümanlar için kesin delildir.
İşte, Kitab ve Sünnetin bütün hükümlerini tek tek, en ince noktalarına kadar inceleyen yüzlerce Müctehid, netice olarak bu dört mezhebde toplanan esaslarda birleşmişlerdir. Ufak tefek farklı görüş ve tesbitler olsa bile, Resulüllah aleyhisselamın yürüdüğü cadde üzerinde bunların dışında başkaca kesin hükümler tesbit edememişler ve yüzlerce müctehid, netice olarak Dört Mezheb’de toplanan bu esaslarda birleşmişlerdir.
Nitekim ilk takarrur eden Hanefi mezhebinden sonra takarrur eden MÂLİKÎ mezhebini EVZAÎ ve SEVRÎ mezhebleri takip etmiş, ancak bunlardan sonra takarrur eden ŞÂFİİ ve HANBELİ mezheblerinin daha çok tutulup yayılması ve hükümlerinin, önceki diğer iki mezhebe yakın bulunması sebebiyle zamanla EVZAÎ ve SEVRÎ mezheplerinin etbâı kalmamıştır. Zaten çok az ictihâd farkları bulunduğundan, bu mezhebe mensup olanlardan bir kısmı Hanefi mezhebine ve bir kısmı da Şâfii mehebine tâbi olmakla adı geçen iki mezheb munkarız olmuş ve etbâı kalmamıştır.
Demek oluyor ki, bu gün bütün Müslümanlar, mesela, HANEFÎ mezhebine geçmiş olsalar, yeryüzünde tek bir mezheb bulunmuş olur. Ve bu mümkündür, câizdir. Ancak dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Müslümanların hayat şartları hep aynı olmadığından bütün müslümanlar için kolaylık sağlama açısından dört mezhebden hangisini tatbik etmeleri daha kolay düşüyorsa ona göre amel edilmesi mümkündür. Şu kadar var ki, herkes, üstün ve faziletli saydığı ve yle kabul ettiği mezheb imamına tâbi olması icap eder.
Bir mezhebe mensup kişinin, artık her hususta o mezheb hükümlerine uyması gerekir. Bazı hafif meşreb insanlarda (bilhassa nikâh ve talâk mevzuunda) görüldüğü gibi, işine geldiği zaman HANEFÎ ve menfaatine yaradığı zaman ŞÂFİÎ mezhebine uyması makbul bir hareket değildir. Ayet’i kerimelerde işaret edildiği üzere, iman ve ibadet hususunda “zigzag” hareketi, son derece tehlikelidir.