Gönderen Konu: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler  (Okunma sayısı 48594 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #15 : 30 Mart 2012, 10:47:18 »

Fiillerin Tecellileri


Hak yolcusu salik, şevkle ve sevgi ile ah edip inlerken murakabesi ile de meşgul olursa.. Allah'ın ihsanından fililerin tecellisi ortaya çıkar.
Bu durumda Hak yolcusu salik, kendisine bakıp görür ki: Bir ağaç du­rumundadır. Cümle gidiş-duruş, oturup kalkmak, kuvvet-kudret, bunlardan başka benzeri olan bütün fiillerden her ne olursa, kendisinden çıkıp işleniyor.. Ama, hepsini yapan Hak'tır. Bu arada, kendisi, ağaç du­rumunda olan bir şeydir. Bu hali; yakin gözü ve yakin açıklığı ile mü­şahede eder.
Kuşlar, vahşî hayvanlar, yerde ve gökte bulunan canlılar ve ağaçlar, ağaçların meyveleri, bitkiler ve verdikleri yemişler tamamen birer âlettir.
Bütününden, yani insanlardan, cinlerden, tüm mevcudattan, sair şeylerden ortaya çıkan işlerin cümlesini yapan Hak'tır. Bunların birer âlet olduklarını müşahede eder. Hem de yakin gözü ile..
Ne var ki, burada da, ikilikten kurtulmak yoktur. Bu yüzden gece gündüz dost cemalini arzular, ona iştiyak duyar. Ah edip inler.
Bu arada, mürşid şeyhinin ruhaniyetinden yardım isteyip murakabe­sini sürdürürse, sıfatların tecellileri, zat ve tecellisi belirtileri ortaya çıkar.

Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #16 : 02 Nisan 2012, 11:16:19 »
Sıfatların Tecellileri ve Zat Tecellisi


Hak yolcusu salik, sürekli murakabe işi ile uğraşırken, sıfatların te­cellileri zuhur eder. Bu yoldan da Allah'ın ihsanına zuhur yeri olur. Hak yolcusu salik, kendisini bir ayna gibi görür. O aynada, Al­lah'ın sıfatlarını müşahede eder.
Hak yolcusu salik, bu mertebede bulunurken gökte, yerde, hava boş­luğunda; kuşlardan, vahşî hayvanlardan, insanlardan, cinlerden, ağaç­lardan, meyvelerden, bitkilerden ve onların verdikleri yemişlerden taa zerreye varıncaya kadar gördüğü her varlığı birer ayna bilir ve görür. O aynalarda dahi, Allah'ın sıfatlarını müşahede eder.
Her bir aynada salike; yakin gözü ile, yakin ilmi ile müşahede vaki olur.
Burada, şöyle bir soru akla gelebilir.
Bu kadar yüz bin renkte görünmek nedendir? Çünkü, aslında görünen birdir.

Bunun için şu kısa cevap verilir :
— Her aynadan görünen aynanın rengidir; zuhur eder. Yine de gö­rünen birdir; Hakkın sıfatlarıdır.

Hak yolcusu salik, şevkle sevgi ile ah edip inleyerek yükselir. Halini artırır. Artan güzel hali Mürşidinin Ruhaniyetinden yardım isteyerek mu­rakabe halini sürdürür. O, bu durumda iken; Yüce Hak, sonsuz keremi, bitip tükenmeyen lütuf ve ihsanından o kuluna acıyarak şekilsiz ve ben­zersiz olarak Yüce Zatından tecelli eder. Ne var ki, Hak yolcusu salik, bu tecelliye dayanamaz. Vücud iklimine büyük bir sarsıntı gelir; her bir azası parça parça olur. Bu yüzden Hak yolcusu salik, yanıp kül olur. Bu külü de, rahmet denizine atarlar, orada yok olur. Artık, Hak yolcusu sa-likin kendisinden zerre kadar bir iz kalmaz.

Bunun daha açık manası şöyledir :
Yerden arşa, arştan yere kadar olan melekler, insanlar, cinler, kuş­lar, vahşî hayvanlar, bitkiler, denizler, karalar, dağlar, taşlar, zerreye varıncaya kadar her şey, tüm varlıklar; Yanar ve Yüce Hakkın zatında silinip yok olur. Bundan sonra, Yüce Zat'tan başka bir şey kalmaz.

Hak yolcusu salik, anlatılan halde iken; bir şekil, bir durum, bir ses, bir harften temiz ve beri olarak sırrına şu mana gelir :
«Saygılar, kulluklar Allah içindir. Salâtlar, güzellikler, selâm sa­na; keza Allah'ın rahmeti ve bereketleri de..»

Hak yolcusu salikin kulağına üstteki hitab gelir gelmez, elinde olma­dan şöyle okur :
«Selâm bize ve Allah'ın salih kullarına..»

Hak yolcusu salik, bu halde iken, şekilsiz benzersiz bir halde, sırrına şu hitap gelir :                                                
—  Kulum, ben senden hoşnutum; sen de benden hoşnut musun?.
Bunun üzerine, takatsiz düşüp secdeye kapanır.

O bu halde iken, ke­mal, kerem, sonsuz lütuf ve sonsuz ihsanından şöyle buyurur :
—  Kulum, şu kadar zamandan beri ettiğin ibadetler ve kulluklar, zi­kir, fikir, bunlardan başka tüm ibadetlerin rızaya uygundur. Hoşnut olduğum için bundan sonra istirahata çekil.

Bu hitap, Hak yolcusu salikin sırrına geldiği zaman şöyle der :
—  Sana sığınırım ya Rabbi, sana sığınırım.. Bu madde libasında bu­lundukça, kula kulluk gerekir..
Der, öncekinden daha fazla zikre, fikre dalar. Titizlik ve kulluğun ke­maline ayak basar; ihlâsla devam eder.
Yoluna acaip bir şekilde, şaşkın, hayretler içinde koyulup giderken; akıllar kavramaktan yana kusurlu, anlayışlar aciz kaldığı bir şekilde lütuf, kerem, ihsan olarak bir başka tecelli zuhur eder. Bunda dahi bir şekil ve belli bir durum yoktur.

Her gezdiği, her oturduğu, görüp bulunduğu yerde ve halde :
— Hak ben..

Sırrı zuhur eder. Elinde olmadan içi:
— Hak ben Hak ben..
diye çağırır.

İşbu hal, fenafillah (Allah'ın zatında ve sıfatlarında yok olmak) sır­larının zuhuruna işarettir.


Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #17 : 03 Nisan 2012, 11:27:36 »
Fenafillah "Hazreti Allah'ın zatında ve sıfatlarında yok ol­mak"


Bu mertebeye ermek için, Hak yolcusu salikin sürekli murakabe gö­revi ile meşgul olması gerekir. Onunla meşgul olursa, şevki ve sevgisi ar­tar. Hak yolcusu salikin doğrulukla kullukta hazır olması, istikamet üze­re bulunması, mürşid şeyhinin ruhaniyetinden de yardım istemesi ile fe­nafillah tecellisi gelir. Ama, Rahman zat tarafından bir lütuf, bir kerem, bir ihsan olarak.. Bu durumda, Hak yolcusu salik, kendisini fena (yok­luk) alanında bulur. Mal mülk, çoluk çocuk, ibadet taat tamamen silinir gider. Böylece, Allah'ın himayesinde bulunan iflâs edenlerden olur.

Bu durumda olan Hak yolcusu salik sanır ki; kendisi, âdem soyun­dan gelmemiş. Ne âlem var, ne de Âdem.. Yerden arşa, arştan da yere kadar olan melekler, insanlar, cinler, dağ, sahra, ırmak, deniz, zerreye varıncaya kadar hiç bir şey meydana gelmemiştir. Ne kendisi var, ne de diğer varlıklar. Bu hal içinde, aklı ermeyen bir sarhoş gibi durur.

Hak yolcusu salik, bu halde iken, Rahman suresinin 26 ve 27. âyetlerindeki şu manalar zuhura gelir :
—  «Yeryüzünde bulunan her şey yok olacak; celâl ve ikram sahi­bi Yüce Zat'ın yüzü kalacak..»
Ve., salik, bu mana içine düşer.

Soracak olan şöyle bir şey sorabilir :
—  Bu varlıklar, nasıl yok olur ki?. Hemen her şey açık açık görül­mektedir.
Üstteki soruya, güneşle yıldızların durumunu göstererek cevap vere­biliriz. Geceleri görünen yıldızlar, gündüz güneş doğduğu zaman, tamamı yok olma makamında silinmiş görülür. Bütün varlıklarla bu iş âlemi; Allah'ın yüce zatına nisbetle bir yıldız hükmünde dahi değildir; daha da küçüktür. İşte, anlatılan misale göre, tüm varlıklar Yüce Zat'ın tecellisi ile silinmiş ve yok olmuştur. Fenafillah makamına tam geçen, bu manayı anlar..


Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #18 : 04 Nisan 2012, 11:19:12 »
Bekâbillah "Hazreti Allah'ın zatında ve sıfatlarında var ol­mak"


Hak yolcusu salik, bu makamda şevk ve muhabbet işinde ileridir.
Hak yolcusu salik, bu makamda, mürşid şeyhinin ruhaniyetinden yar­dım dileyip murakabesini sürdürürken; kemal, fazl, kerem, lütuf ve bol ihsanından Yüce Zat'ın bekabillah tecellisinin izleri belirmeye başlar. O zaman, Yüce Hak ile beka alâmetleri ortaya çıkar, sahibini lâhut âlemi­ne kadar götürür. Bu durumda, Hak yolcusu salikten hiç bir şey saklı kalmaz; doğudan batıya, bütünüyle tamamen tüm varlıklardan melekler insanlar, cinler, kuşlar, vahşî hayvanlar, diğer canlılar, ağaçlar, bitkiler, meyveler çeşidinden zerreye varıncaya kadar her şey.. Bundan sonra; karanlık gecede, karataş üzerindeki kara karıncanın yürüdüğünü görür ve ayağının sesini işitmek kendisine ihsan olunur..

Bu mertebelerde; tarife hacet bırakmayan bir hal daha ihsan olunup ortaya çıkar. Şöyle ki; yukarıda anlatılan şeylerden zerreye varıncaya kadar hemen her şey emrine boyun eğer.

Sonra da, Yüce Zat'ın hitabına mazhar olur :
"Evvellerin ve âhirlerin ilmini sana ihsan eyledim. Şimdiden son­ra git; Kullarımı irşad edip bana getir!" buyurulur.
Hak yolcusu salike, Hakkanî bir giysi giydirilir. Şeriat-ı Ahmediye'ye bürünüp mülk âlemine gelir.
«Her şey, aslına döner» manasının sırrına zuhur yeri olur.

Şiir :
Fena sahrasını görmezse salık; Olamaz billah irfana malik..
Ne bilsün bekada seyri o salik; Enelhak sırrında kalur utanık..


Mânâsı :
Salik, fena alanına görmeyince, vAllahi irfan sahibi olamaz.
Enelhak (Ben Hak) sırrında utanıp kalan salik, bekada gitmeyi nasıl bilsin?.



Ey kıymetli, şu da bilinmiş olsun ki..
Yukarıdan beri anlatılan yerleri okuyup gördüğünde; değişik bir düşün­ceye kapılıp kısır akıl, eksik anlayışla sakın ha çok sakın dil uzatmayasın. Buna çok dikkat edilmesini umar ve beklerim. Zira, bu makam, çok tehlikelidir. Allah bizi de, sizi de korusun. Bu makam, hal kabilinden bir şeydir. Düşenin parçası bulunmaz; ye­ri de cehennemde gayya kuyusudur.


Durum, sözle, ancak bu kadar anlatılır. Bilen irfan sahibidir ki, şu mana onun içindir:
«İrfan sahibine bir işaret yeter.»


Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #19 : 05 Nisan 2012, 11:37:18 »
Müstağrakıyne Fizatillah "Allah'ın zatında dalgın ya­şamak"


Buraya kadar anlatılan dört mertebede; Hak yolcusu salik yoluna girip giderken Yüce Sübhan Hakkın verdiği başarı ve mürşidinin de himmeti ile kendisine müşahede hali ihsan olunur. Bundan sonra; güçlü, yar­dımına sığınılan mutlak feyiz sahibi Yüce Zat, sonsuz fazlı ve keremi ile bir tecelli daha ihsan eyler. O zaman, müstağrakıyne fizatillah (Allah'ın zatında dalgın yaşamak) sırrı zuhur eder.

Bunun daha açık manası şöyle anlatılır :

Zerreye varıncaya kadar bütünüyle baştan başa tüm eşya Yüce Zatta silinmiş ve yok olmuş görülür. Hak yolcusu salik dahi, şekilsiz, keyfiyetsiz bir şekilde zamandan mekândan beri olur. Yüce Zat'a dalar gider.
Anlatılan durumda, Hak yolcusu salik, damlasını denize vermiş olur. Artık ne can var, ne de cihan.. Ne salik var, ne de zerre.. Hiç bir şey yok.. Bütün varlıklar, silinir; hiç birinden iz kalmaz. Hemen hepsi de, Yüce Zat'da silinir gider, işte anlatılan bu mertebeye :
Muktağrakıyne fizatillah (Allah'ın zatında dalgın yaşamak)... derler.

Şiir :
Aradık Yusuf ü Ken'an ilinde; Yusuf bulundu Ken'an bulunmaz...

Şiirin Mânâsı:
Yusuf aleyhisselâmı Ken'an ilinde aradık; Yusuf bulundu, ama Ken'an ili bulunmadı..

Hal, sözle bilinmez.. denildiği gibi, anlatılan, Allah'ın ihsanıdır; sözle anlatılamaz. An­latılacak olsa da, ancak bu kadarına işaret edilir ve anlatılır. İrfan sa­hibine de bu kadarı yeter.

Ancak..
Bu mertebeye gelen Hak yolcusu salikin, baştan buraya kadar an­latılan tecelliyat seyri, Allah iledir. Burası, Hak yolcusu salikin, kendisine başkalarını da irşad etme kabiliyetinin geldiği derecesidir.

Yüce Allah'ın zatına dalgın yaşamak, Allah ile seyrin gizli derecesi­dir; Allah ehli zatların alfabe okudukları makamın başlangıç derecesidir. Zira, Allah'ta seyire son olmaz.

Şöyleki:
Hak yolcusu bir salik, Allah'ın ihsanına zuhur yeri olarak bin sene ömür sürecek olsa, her nefes alış verişinde bir tecelliye zuhur yeri olsa; bir kere gelen tecelli bir daha aynen gelmez. Taa, ezelden ebede kadar bu böyledir. Ne kadar Allah ehli zat gelip geçmişse., bir velideki tecellinin tekrarı hiç bir velide olmamıştır.
İşbu anlatılan sebepledir ki : Allah'ta seyre bir son yoktur. Son olmaktan yana çok çok uzaktır.


«Allah'a hamd olsun ki, bunu bize hidayet etti. Eğer Allah bize hidayet etmemiş olsaydı; biz hidayeti bulamazdık.» duâ makamında gelen A'raf suresinin 43. âyetindeki bu mana pek güzeldir.

Şiir :
Seherlerde gör âşıklar gider sahraya ifnaya;
Olurlar cümleten ifna giderler andan ifnaya;
Varırlar öyle kim güya yoğimiş bir eser anda;
Ne kendü var ne âlem tefekkürsüz bu esrada..
Dururken bir nida gelir : "Ne istersiz, verem size"; Benim ihsan-ı lütfumdan ne istersiz verem size..
Diyeler : "Rabbena..";
Bunlar, bu gönlümüz seni özler; Gerekmez gayrı nesne hiç cemalin gözedir gözler..
Bu hali diyicek anlar tecelli kıla sultanı; Beka ender beka olup görünür ruy-ü Sübhanî..
Görünce dost yüzün bunlar safalar bahşolur cana; Bekada saltanat sürer şükürler lutf-ü Yezdan'a.. Cenab-ü Kibriya Hakki ne ihsandır bu ihsanlar; Akıllardan fikirlerden müberradır bu ihsanlar.. Üçüncüde yine bizzat tecelli eyleye ol zat;
Eser kalmaya bunlarda olalar zat ile bizzat..
Yeter bu sözlerin Nuri alan bir noktadan almış; Bulan dostunun visalini hakikat nuruna dalmış..

Mânâsı
Âşıkları seher vakitleri görmelisin, çöle kaybolmaya giderler; tamamen yok olurlar, ondan sonra yok olmaya giderler.
Varacakları yere öyle varırlar ki, kendilerinde bir iz yokmuş gibi; bu gece yolculu­ğunda ne kendileri, ne de fikre dalmayan başkaları var., Durup dururken, bir ses gelir :"Ne isterseniz, size vereyim. Benim ihsanımdan, lütfumdan neler istiyorsanız, size onu vereyim."
Bunlar şöyle derler :"Rabbimiz, bu gönlümüz seni özler; başka hiç bir şey gerekmez, gözler cemalini görmeyi bekliyor."
Onlar böyle deyince, sultanî bir tecelli kılar; beka içinde beka olur, Sübhanî yüz görünür.
Bunlar dost yüzünü görünce, cana safalar gelir; beka makamında saltanat sürerler, Allah'ın lütfuna şükürler olsun.
Cenab-ı Kibriya hakkı için söyleyin, bu ihsanlar nekadar büyük ihsanlardır; bu ih­sanların ne olduğunu anlamak, hatta düşünmek, akıldan fikirden uzaktır. Yüce Zat, üçüncü kere bizzat yine tecelli eyler; o zaman bunlarda eser kalmaz, bizzat Yüce Zat ile olurlar.
Nurî, bu kadar söylediğin yeterlidir; zaten alan tek noktadan almış, dostuna ulaş­mayı bulan hakikat nuruna dalmıştır.



Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #20 : 06 Nisan 2012, 10:45:44 »
Mürşid - Mürid Arasındaki İncelik Taşıyan Bağlantılar 1


Hak yolcusu salik, önce kâmil bir mürşidin elini tutacak. Onun hiz­metini tercih ederek, her bir emrini yerine getirmek için bütün gücünü harcayacaktır.
Mürid, anlatılan halde bulunurken, kendisini "O gün anadan doğ­muş, dünyaya o gün gelmiş gibi" bilecek. Bu durumda mürşid şeyhi, onun manevî babası olur. İlâhî feyiz memesini ağzına verir; ilâhî feyzi emzirir, Allah'ın hoşnut olduğu yola götürür.

Bu arada şunu da belirtelim ki, müridlerin kabiliyeti değişiktir; tes­limiyetleri birbirinden ayrıdır. Bazısı, kısa zamanda buluğa erer; bazısı­nın buluğa erip ergenlik çağına gelmesi uzun zaman alır.

Her ne ise bir müridin ergenlik çağına gelip buluğa ermesi sonun­da; manevî babası olan kâmil mürşidi ve efendisi o müridin haline uy­gun olarak biraz mücevherat verir, ilâhî feyiz ticaretinin yolunu göste­rin. Zira, o mürşid; sonsuz, hesapsız mücevherata sahiptir. Eğer mürid, kendisine verilen bu mücevheratın değerini bilmez de, sermayeden kaybederse, bütününü elinden alır, o hal ile, bir zaman gez­dirir.
Sonra biraz daha mücevherat verir. Yine sermayeden kaybedecek olursa, yine elinden alır. Bu durumda mürid, biraz terbiyeye muhtaçtır; biraz terbiye kapıları açılır. Bu terbiyeden sonra; kendisine verileni boşa gidermeyeceği, kârını bileceği anlaşılır ise, o zaman, kendisine daha çok ihsanlar bahşişler ve­rir. İlk sülük halini de ihsan eder.
Hak yolcusu salik, kendisine yapılan iyiliği boşa gidermez de, yük­selmeye devam ederse, mürşid şeyhi, kendisine daha çok ihsanlar eder, iyiliklerde bulunur. Yükseldikçe verir, yükseldikçe verir; o kadar ki: Hak yolcusu salik, o mücevherat içinde boğulur.
Anlatılan hal bulunduktan sonra; artık Hak yolcusu salik, ergenlik çağına gelmiş ve rüşdünü isbat etmiş olur. Bu durumda, manevî babası olan değerli zat, her ne gerekse onu verir; alış veriş yollarını kendisine gösterir.
Amma, Müride düşer ki :
Mürşid şeyhinin himmeti ile kendisine ve­rilen mücevheratı yitirmeye.. Onu, sağlam bir altın sandığa yerleştire.. Sonra da, bu sandıkta her ne var ise, başka neye sahip ise;
—  "Benim neyim var ki.. Cümlesi mürşidimin ihsanıdır. Ben muhtaç, müflis çaresiz biriyim.." dedikten sonra, onun tüm hizmetini yerine getirmeli; emrini tutma­lıdır. Hatta bu işe, öncekinden daha çok dikkat etmelidir. Hemen her yol­dan onun hoşnutluğunu elde etmeye, duasını almaya bütün gücünü harcamalıdır. Kendisine verilen emaneti de yitirip telef etmemek için tam bir gayrete sahip olmalıdır.

Durumu anlatıldığı gibi olan müride; mürşid himmeti ile, Allah'ta seyirden yana sonsuz dereceye ulaşmak ihsan olunacağından hiç şüphe edilmeye..

Ancak, bu arada, mürid :
—  "Rüştümü isbat edip ergenlik çağına geldim. Bu kadar da mücev­herata sahibim. Bundan sonra, manevî babaya ne ihtiyaç var?." Yollu sözler etmeye cesaret eder ve hoşnutsuzluk yolunu gözetmeden :
—  "Bundan böyle biz de başlı başına, bir sultan olduk." sözündeki manaya benzer haller meydana gelir ise., en kısa zaman­da, elindeki mücevheratı zay eder. Allah'a sığınan bir müflis olur.

Bundan sonra, kendisine Allah tarafından mücahede kapıları açılır. Bir zaman o mücahede halinde çalışıp didinirse de, hiç bir faydası olmaz; kendisi mahzun ve şaşkın olur.
Bu arada kusurunu anlar, bu mücahede rüzgârının ne yüzden mey­dana geldiğini ayırd edip aman dileyebilir. İçtenlikle, mürşidine yüz döndürür. Ne var ki, işin sonucu, manevî babası olan büyük zatın merha­metine, şefkatine kalmıştır. İsterse, eski halini verir; istemezse, bulun­duğu halde bırakır.


Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #21 : 09 Nisan 2012, 11:05:58 »
Mürşid - Mürid Arasındaki İncelik Taşıyan Bağlantılar 2


Bazı Hak yolcusu salikin tecelli gereği Allah'a seyirdir; ulaşması da karanlıkta zuhur eder.

Açıkçası :
Yedi latifede bir nur belirtisi görün­meden ulaşmak olur. Ne var ki, bu şekilde giden Hak yolcusu salik, an­cak kendi nefsini kurtarmış olur. Başkalarını alıp gitmeye, onları teselli etmeye, irşada kabiliyeti olmaz.
Bu şekilde, karanlıkta gidip kendisini kurtaran müridin terbiyesi, yedi latifeden başlar. Zikirle, tefekkürle meşgul olur. Bu hallerde iken, yine karanlıkta olmak üzere kalb tarafından biraz ağaç, akarsu ve ben­zeri alâmetler görür. Durumu, mürşid şeyhine ifade ettiği zaman, küllî letaif dersine varıncaya kadar mürşidi kendisine telkin eder; bir süre de bu şekilde gider.
Yine karanlıkta olmak üzere; kalbde, diğer latifelerde, ruhaniyette veya cismaniyette nasıl olacaksa o şekilde Fahr-i Âlem Resulüllah Efen­dimizi görebilir; Allah ona salât ve selâm eylesin. Dört halifeyi de gö­rebilir; Hazret-i Pir efendimizi de görebilir.
Anlatılan hale eren müride, mürşidi, küllî letaif de telkin eder. Mürid, burada dahi biraz gider. Belirtileri meydana gelince de, nefiy ve isbatı telkin eder. Bunun da olması gereken belirtileri meydana çıkınca, mura­kabeyi telkin eder.                    
Hak yolcusu saliklerden bazısı, isimlerin, fiillerin, sıfatların tecelli­lerinden birinde kalır ki, daha ileri gidemez.
Tecelli durumunun bir gereği olarak orada takılır, kalır. O zaman, mürşidi olan değerli zat, o müride zat tecellisinden teveccüh eder. Bunu, iki veya üç günde bir kere yapar; her gün de olabilir. Bu teveccühleri yaparken, müridi huzuruna alır.                
O Hak yolcusu salik, düştüğü tehlikeden kurtulur da selâmet bulur­sa, kendisini ileri geçirir. İlerisine geçmek mümkün olmadığı zaman, o halde çalıştırır ki, tecellisinin gereği artık budur.

Ancak, hali anlatılan müridin mürşidi olan büyük zat; kudsî bir kuv­vete sahip, kemalli ve kemale erdirici bir zat ise, o zaman Hak yolcusu saliki kudsî kuvveti yolu ile taa, Allah'ın zatına dalıp yaşayanlar dere­cesine kadar götürür.


Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #22 : 10 Nisan 2012, 11:10:51 »
Mürşid - Mürid Arasındaki İncelik Taşıyan Bağlantılar 3


Hak yolcusu salik, bu yola ilk girdiğinde, kendisine kalb nuru zuhur eder ve bu durumu şeyhine anlatırsa., onu birden ileri geçirmemelidir. O nurun büyük şanı için, birkaç gün orada tutmalıdır. Ruha, ondan sonra geçirebilir; burada dahi anlatıldığı gibi yapar.
Açıkçası; her birinin nur belirtileri ortaya çıktığı zaman, oralarda üçer beşer gün eğlendirir; son­ra külli letaife getirir.
Adı geçen salik; nefis latifelerine vardığı zaman, aradakilerden bi­rinin nurunu kaybederse, o nuru tekrar bulmadıkça, kendisi ileri geçirilmemeli..
Hak yolcusu saliklerden bazısına bu latifeleri geçip giderken, gizli sayılan bazı şeylerin kapısı açılır.

Meselâ :
Kabirlerin keşfi, kalblerin keşfi gibi..

Bu gibi açılmalarla, Hak yolcusu salikte bir ilişme, takılma alâmeti anlaşılırsa, o Hak yolcusu saliki o tehlikelerden geçirip kurtarmak için:

—  "Bu gibi şeyler, ölüm uçurumudur.." diyerek, kendisine asık yüz göstermeli..

Sonra :
—  Bunlar, hayz-ı rical (erkekleri esas işten alan aybaşı hali) gibi şeylerdendir. "Bizim gayemiz ise, ulaşmaktır." diyerek, onun ilişkilerini koparıp o uçurumdan almalıdır. Bunun için de, mürşid, kendi hücresinden, onun olmadığı zamanlar, geriden müride teveccüh etmelidir.

Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #23 : 11 Nisan 2012, 11:20:41 »
Hilafet Sırrı 1


Hilâfet sırrı, her asırda, değerli bir zata Allah'ın ihsanı olan bir hu­sustur.
Bu yoldaki izin ve icazet, Hazret-i Seyyid'ül-Enbiya ve sened-i Asfi­ya ve etkıya (Peygamberlerin efendisi evliyanın, seçme kulların, mütta­kilerin dayanağı Hazretleri) tarafından gelir. Allah ona salât ve selâm eylesin. Durum esasta böyle olduğundan, bütün Muhammed ümmetinin terbiye edilme hususu kendisine bırakılan Allah'ın bir ihsanı olur. Aynı zamanda bu yolda emir almışlardır.
Değerli bir kimseye, hilâfet sırrı verileceği zaman, Yüce Mukaddes Cenab-ı Hak tarafından Hızır aleyhisselâma şöyle bir işaret verilir :
—  "Falanın oğlu falan kuluma hilâfet sırrını ihsan eyledim. Git, müj­de ver."

Bu emirle, Hızır aleyhisselâm, Peygamberlerin efendisine gelir, der ki :
"Ya Resulellah, falan oğlu falan ümmetine hilâfet sırrı Allah'ın ihsanı oldu. Bu husustaki emriniz nedir?."

Böyle deyince, Allah, kendisine salât ve selâm eylesin; Fahr-i Âlem Resulüllah efendimiz, Hızır aleyhisselâma yeşil bir forma verir :
—  "Şimdi git, bu formayı o zata giydir; sonra al buraya getir." buyurur.

Bunun üzerine, Hızır aleyhisselâm da o formayı alır, o zata getirir. Şöyle der :
—  "Allah, kendisine salât ve selâm eylesin; Resulüllah size selâm eyledi, bu formayı da gönderdi. Allah tarafından sana hilâfet sırrı verildiğinin müjdesi ile geldim. Buyurun, sizi bekliyor."

O çok değerli zat da, hemen :
"Olur.." der, hiç eğlenmeden Resulüllah'ın huzuruna gelir; Allah ona salât ve selâm eylesin. Yüce bir divan kurulmuştur. Öyle güzel ki, vasfı kalemle anlatılamaz. Müberra, müan bir husus.. (Her bakımdan temiz, tüm nok­sanlıklarından uzak, eksiksiz..)
Âlemin baştacı kâinatın efendisi Âdemoğullarının efendisi Resulüllah efendimiz; çeşitli mücevherat ile süslü çok değerli, bezeli yapılmış bir yüksek kürsü üzerinde oturmuş. Allah ona salât ve selâm eylesin. Onun vasfı dille yapılamaz; kalemle anlatılamaz, yazı ile anlatmaktan yana da çok yüksek..
Sağında ve solundaysa.. tüm nebiler ve resuller oturmuşlar; Allah onlara salât ve selâm eylesin. Dört halife dahi oradalar; keza diğer ashab dahi oradalar.. Allah onlardan razı olsun. Bütün pirler, kutuplar, ehlüllah dahi oradalar.. Allah, sırlarının kudsiyetini artırsın. Bunların her biri, kendi mertebelerine göre; süslenmiş, bezenmiş bir kürsü üzerinde oturmaktalar. Bütün bunları olduğu gibi görür.

Bundan sonra, Resulüllah efendimiz, o zatı nurlu huzuruna alır. Son­ra bizzat karşısına getirtir ve ona teveccüh buyurur.
                
Bu teveccühle; söz, iş, amel çeşidinden ne gibi güzel işleri varsa, tü­münü o zata ihsan buyurur. Her ne hali varsa ona giydirir.
Bundan sonra o zata; mücevherat ile süslü yeşil renkte değerli bir forma giydirir. Başına yine mücevherat işlemeli bir taç giydirir. Onun üzerine, yine mücevheratla süslü bir sorguç takar.

Bundan sonra şöyle buyurur :
—  "Cenab-ı Hak, tarafından sana hilâfet sırrını ihsan buyurdu. Be­nim de halifemsin. Tümden ümmetimin terbiyesi sana bırakıldı, uhdene tevdi edildi."

Bundan sonra ona terbiye âletlerinden bazı şeyler verir; Meselâ : Cendere, kamçı, ayaktan bağlamak, boyundan bağlamak için kementler..

Bu âletleri şöyle anlatalım ki: Dünya âletleri ile ölçülmesin.
O âletlerle terbiye edilmesi gereken kim varsa; kendisi doğuda, ter­biye edecek olan dahi batıda bulunsa, aynı anda o âletler terbiye edile­cek kimseye yetişir. Her ne gerekse icra edilir.

Sonra, hilâfet sırrı verilen değerli zat için o büyük mecliste hazırla­nan hilâfet sırrı makamı olan irşad postuna oturması emredilir.
Bundan sonra; peygamberlerin başkanı evliyanın bastacı varlıkların iftihar ettiği yaratılmışların en şereflisi Resulüllah efendimiz Hazretleri el kaldırıp büyük ve üstün bir duâ okur. Allah ona salât ve selâm eylesin.

Oradakilerin de cümlesi :
—  "Âmin !." deyip ellerini yüzlerine sürerler; daha sonra Fatiha okurlar.
Bundan sonra, bu değerli zatın devrinde irşad olacak ne kadar kimse varsa, ne kadar ehlüllah gelip geçecekse, ne kadar inabe edecek derviş varsa hemen hepsi de o üstün meclise davet edilir. Resulüllah'ın emri ve icazeti île o değerli zatın saltanat elini öperler; kendisi ile biat ederler.

Bundan sonra, o zata şu emri verir :
—  "Artık git, ümmetimi dilediğin gibi terbiye ederek Hakka ulaştır." Bu şekilde izin ve ruhsat verilmiş olur.
Ve.. Resulüllah'ın verdiği icazetle evine gelip oturur. Kendisine ve­rilen hizmet emrini yürütür.

...

Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #24 : 12 Nisan 2012, 11:32:07 »
Hilafet Sırrı 2


Anlatılan terbiye âletlerinden cendere; bu hilâfet sırrını alan zatın iç âleminde bulunur. Dıştan bildiğimiz cendereye benzemez. Allah'ın ihsanı olan hilâfet sırrının gerektirdiği bir durumdur. Diğerleri de böyle­dir; yani kementler de..

Terbiye edilecek kimse, ister doğuda, ister batıda bulunsun; bu zat hilâfet sırrının nuru ile kendisinden daha fazla o terbiye edilecek kimse­nin haline vâkıf olur. Aynı anda, o kimsenin mana âleminde el ve aya­ğını bağlar, bir yere getirir.
Açıkçası :
—  Tesbih böceği..
Tabir edilen böcek benzeri o kimseyi tortop eder o cenderenin içine koyar. Ağzını da sıkıca bağlar ve sıkar. Bu iş, dıştan görünmez. Böylece, o kimsenin içinin yağı erir.
Bazıları da kamçı ile terbiye edilir.
Bazılarının da eline ve ayağına kement atılır; bağ vurulup bağlanır.
Bazılarına da, boynundan ve ağzından geçirilir gibi, dizgin vurulur.

Hâsılı: Her kimin terbiyesi ne gerektiriyor ve neyi icab ediyorsa.. o şekilde terbiye eder.

Hilâfet sırrını alan bu zat, hemen her şeyi görür; zerreye varınca­ya kadar kendisinden gizli hiç bir şey yoktur. Gördüğünü hilâfet sırrı nuru ile görür.

Şöyle ki :
Müridinin biri doğuda, biri batıda bulunsa, kendisi de ikisinin ortası bir yerde bulunsa., ikisine birden ölüm işi gelse, ölüm hallerinde, onlara şeytan saldıracak olsa, her ikisine de aynı anda yetişir ve şeytanın şer­rinden kurtarır.

Hâsılı:Bu zata, gizli hiç bir şey yoktur; ister yakın, ister uzak, is­ter gece, ister gündüz..  Bunların hepsi de ona göre aynıdır. Herkesin haline vâkıftır; herkesin halini, kendinden daha iyi bilir. Nereye uzansa yetişir. İster yakın, ister uzak; nereyi isterse oraya ayak basar. Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman içinde; nereyi isterse, nereyi görmek arzu ederse., orayı görür. Bu zat için gizli bir şey yoktur; istediğini, istediği yerde bulur. Neresi olsa orada var olur; herkesi, kusuruna ve tecellisine göre ter­biye eder. İsterse, bir müridini bir bakışta Allah'a ulaştırır. Ulaştırmadığının da, bir illetin iktiza ettiği hikmeti vardır. Bazısı da, bu zatın elinde kısa zamanda Allah'a ulaşır; uzun süreli zamanda ulaşanlar dahi vardır..
Bu mutlu zat, daima Resulüllah'ın huzurunda bulunur. Bunun için, her ne işler ve isterse.. Resulüllah'ın izni ve ruhsatı ile olur. Sonra bu zat, kendiliğinden, kendi başına hiç bir iş yapmaz.
Anlatılan halle sıfatlanmış, hallenmiş olan bir kimse, kibrit-i ahmer çeşidindendir.

Hal böyle iken; her Hak yolcusu salike, Allah rızası yolunda bulun­mak isteyen özünde ve sözünde gerçekçi olan arayıcı kişiye bu zatı ara­mak ve bulmak düşer. Amma, bulmak için tam manası ile çalışmak şartı ile.. Kendisi bir iklimde, bu zat dahi bir başka iklimde bulunsa, lâzımdan geç; lâzımın da lâzımı olup mutlaka böyle bir kibrit-i ahmeri bulup sahip olmalıdır.

Burada, Hak yolcusu salik, şöyle bir şey sorabilir :
"Bu zat nasıl bilinir?"


Bunun için şöyle bir açıklama yapabiliriz:
—  Onu bulup bilmek için alâmetlerin sonu yoktur. Ancak, en baş­taki şudur : O değerli zatın her işi, sözü, amelleri, tavrı Resulüllah'ın gidişatındadır; Allah ona salât ve selâm eylesin. Kesin olarak, onda hiç bir aykırı hareket bulunmaz. Aykırı hareketi kabul de etmez.

Bir alâmeti de şudur :
Gamlı biri, onun mübarek huzuruna girecek olsa, yüzünü gördüğü anda, bütün derdi gamı biter. Derdin gamın aksine bir ferahlık belirtisi meydana çıkar; gönül açıklığı gelir. İnciler saçılan dilinden, mübarek sözlerinden sürür meydana gelir. Hiç kimse, onun meclisinden kalkmak istemez.

Üçüncü bir alâmet daha anlatalım. Şöyle ki :
Büyüklerden, vezirlerden padişah dahi olsa onun meclisine geldikleri zaman; elde olmadan elini öpmeye ve hayır duasını dilemeye mecbur olurlar.

İş bu vasıflarla bilinen ve sıfat alan mübarek zatı; Hak yolcusu sa­liki ve talibi bulduğu zaman, hiç tereddüd etmeden elini öpmelidir. Onun hizmetini görmeğe de, canla başla girmelidir. Malla, bedenle bütün gü­cünü harcamak sureti ile hizmetinde olmalıdır. Bu arada, kendisine ver­diği her emri bir nimet bilmelidir. Ona itaat etmeli, emrine boyun eğip teslim olmalıdır. Ama, tam manası ile teslim olmalı.. Hemen her husus­ta..

Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)



Not:
Yukarıda anlatılanlar bilgilendirme amaçlıdır. Tasavvufa intisab etmiş salik, hocasından aldığı manevi dersleri, yalnız ve yalnız hocasının tarif ettiği usul üzere yapmak zorundadır. Aksi halde istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #25 : 16 Nisan 2012, 11:38:49 »
Kutb'ül-Aktab(Kutuplar kutbu..), Gavs-ü Azam(En büyük gavs..),
Kutb-ü Ulâ(İlk kutup..) ve Diğer Kutublar
1


Kutb'ül-Aktab(Kutuplar kutbu..)

Üstün hizmet sayılan kutuplar kutbu olma görevi, Allah tarafından her asırda tek değerli zata verilir. Tek kişiye havale edilir, tek kişiye bı­rakılır. Bundan sonra o, Yüce Sübhanın lütfü ile, o kimse, Allah'ın halifesi olur.
İki cihanın yönetimi bizzat kendisine ihsan edilir; onları dilediği gibi yönetir.


Gavs-ü Azam(En büyük gavs..)

Bu değerli zat, kutuplar kutbunun emrindedir. Bu zat da, her ne kadar muktedir, yönetme yetkisinde güçlü olsa da; destur almadan, ne dil oynatabilir, ne de bir şeye el atabilir. İzin­siz karışmaz.


Kutb-ü Ulâ(İlk kutup..)
Diğer kutupların ilki demektir.

Üçler
Buraya kadar anlatılan zatlar, halk arasında "üçler.." diye anlatılan değerli zatlardır. Yani İlki kutuplar kutbu, ikincisi en büyük gavs, üçüncüsü de ilk kutuptur.

Diğer kutuplar

Yediler, kırklar..
Bunların da her biri kutub olup ancak, Allah'ın ihsanı ile kutuplar kutbuna hizmetçi olmuşlardır. Bun­ların her biri, haline göre bir yere memur edilmiştir.
Meselâ:
İlk kutup Bağdad, Şam, Halep beldelerde tasarruf ederler. Diğer kutuplar da, hal­lerine göre birer ikişer yerlerde tasarruf eder.. Oraları yönetirler. Hatta, kâfirlerin ülkelerini dahi yönetirler. Ancak, bunların tasarrufu, yöne­mi kutuplar kutbunun emri ile olmaktadır. Zira, kutuplar kutbunun ta­sarrufu dışında kalan iki cihan içinde hiç bir şey yoktur. Bütün eşyayı, bütün ehlüllahı kuşatmıştır. İki cihanda iyi kötü her ne olursa, onun bilmesi, dilemesi, kalbinin hareket etmesi ile olur; o anlarda, memur­ları gereken ne ise onu yaparlar.

Kutuplar tasarruf ederken:
"Her biri, yönetmeye memur oldukları yerde dururlar ve öyle ta­sarruf ederler." gibi bir mana anlaşılmamalıdır. Zira, durum aslında böyle değildir. Kendisi İstanbul'da olabilir; görevi de Hindistan'dadır. O anda, Hin­distan'daki görevini yerine getirir. Onlara göre, uzak yakın aynıdır.

Yüzler, Üç Yüzler, Yedi Yüzler, Binler
Bunlar da, Allah tarafından kutuplar kutbunun ve diğer kutupla­rın hizmetlerini görmeye memurlardır.

Üç Binler, Beş Binler, Yedi Binler, On Binler
Bunların kâmil ve mükemmili olsa dahi, yönetim işlerine karışmaz.

Bu anlatılanlarla beraber, her bir asırda, bir rivayete göre "Yüz yirmi dört bin tane" Allah'ın velîsi vardır.
Kıyamet gününe kadar, bu mevcudlar hiç eksik olmaz.


Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #26 : 17 Nisan 2012, 11:13:07 »
Kutb'ül-Aktab(Kutuplar kutbu..), Gavs-ü Azam(En büyük gavs..),
Kutb-ü Ulâ(İlk kutup..) ve Diğer Kutublar
2


Kutuplar kutbu olan zat, vakti gelir de ölüm işi olur ve beka âlemine göçünce, yoluna ve gereğine göre kutupluk en büyük gavse Allah'ın ihsanı olur. Nasıl olacağı da, hilâfet bahsinde anlatıldığı gibidir.

Kısaca­sı şöyle olur :
Hızır aleyhisselâma Yüce Mukaddes Allah tarafından şöyle bir ilham gelir :
—  "Falan oğlu falana selâm söyle, müjde ver. Kendisine kutupluk ihsan eyledim."

Bu emir, Hızır aleyhisselâmın kulağına geldiği zaman, peygamber­lerin efendisi, Resulüilah efendimizin huzuruna gelir; Allah ona salât ve selâm eylesin.Derki:
—  "Ümmetinden falan oğlu falana kutupluk Allah'ın ihsanı oldu. Bu haberle geldim; emrinizi bekliyorum."

Böyle deyince, o anda Hızır aleyhisselâma yeşil bir forman verilir :
—  "Var, o ümmetime benden selâm eyle, bu formayı giyip gelsin." buyurulur.

Hızır aleyhisselâm dahi o anda gelir, müjdeyi ve mutlu selâmı ulaştırır, formayı sunar. Hiç durmadan da, o kimseyi alır, Resulülllah'ın huzuruna getirir.
Gelir gelmez görür ki : Yüce bir divan kurulmuş, öylesini gözler hiç görmemiştir; bakan gözle kamaşır.
Sonra mücevherat ile süslü yüksek bir taht kurulmuş. Hemen her türlü zinetle bezelidir. Mücevherata boğulmuş. Peygamberler sultanı Re­sulüllah efendimiz de onun üzerinde oturmaktadır. Sağında ve solunda dahi, her biri kendi mertebelerine göre nebiler ve resuller var. Onlara salât ve selâm olsun. Dört halife, diğer ashab dahi oradalar; Allah onlar­dan razı olsun. Bütün ehlüllah dahi, makamlarına uygun yerlerde otur­muşlar ; Allah-ü Taâlâ, sırlarının kudsiyetini artırsın.
Bundan sonra, Resulüllah efendimiz o değerli zatı çağırır; yüce hu­zuruna alır. Bizzat, kendisi teveccüh buyurur. Bu teveccühünde, kendi hallerini ona ihsan eyler :
—  "İki cihanın yönetimi sanadır; dilediğin gibi yönet.." buyurduktan sonra, onun tasarrufuna işaret olarak, bir mühür verir.

Üzerine de, mücevherat ile süslü yeşil bir forma giydirilir. Başına da, çeşitli mücevherat ile süslü sorguçla beraber bir taç giydirilir. Kutup­lar kutbuna has olan mücevherat ile yapılmış süslü bir kürsü üzerine oturtulur.
Bundan sonra, bütün kutuplara da, Resulüllah'ın emri ulaşır, bu değerli zatın ayaklarını öper ve ona biat ederler; emrinden çıkmamaya söz verirler. Cümle ehlüllah'a dahi, aynı şekilde biat ettirirler.
Bundan sonra, Resulüllah efendimiz el kaldırıp güzel bir duâ okur; Allah ona salât ve selâm eylesin.
Orada bulunanların tamamı:
—  "Âmin !." deyip Fatiha okurlar.

Bundan sonra, zamanın kutbu olan bu zat, Resulüllah'ın müsaadesi ile bütün kutuplara ve ehlüllah'a şu emri verir :
—  "Hemen her gün, bu büyük mecliste toplanmanız lâzımdır."
Çünkü, kutuplar kutbu olan değerli zat, şekli ve hali olmayan bir halle, Allah'ın huzurunda bulunur ve oradan ayrılmaz. Yüce Allah, şa­nına lâyık olmayan sözlerden beridir. Harfsiz ve sessiz olarak, kutuplar kutbuna Yüce Allah'ın zatı için ilham yollu her ne emir gelir ise, diğer kutuplara hemen o emri yerine getirmek emri verilir.

Bu şekilde bütün işler, zerreye varıncaya kadar, görülür, gözetilir. Bu yoldan, işler önce bâtında yürütülür; sonra da zahirde yürütülür.

Bazan olur ki; kutuplar kutbu hayatta iken, en büyük gavsin güzel gidişatı, güzel huyları, sözleri ve beğenilen halleri dolayısı ile karşılıklı hoşnutlukla gavs-ı azam'ı kendi makamına getirir; kendisi tasarruftan el çeker. Tüm işleri ona teslim eder.
Bundan sonra kutuplar kutbu hayatta iken, en büyük gavsın kutup­lar kutbu olması vukubulur.

Kutuplardan birine ölüm emri geldiği zaman, Rahman Allah tarafın­dan kutuplar kutbu zata Hızır aleyhisselâm gelir, durumu haber verir. Kutuplar kutbu da, halin ve Rabbani ilhamın bir gereği olarak, bazan şöyle eder :
"Katarı oynatıp sonda bulunanı öne doğru çeker; dışarıdan birini katara alır."

Bazan da şöyle olur :
—  "Falan yerde, falan mahallede, şu şekilde bir adam vardır. Git, onu getir." şeklinde, kutuplar kutbu ile Hızır aleyhisselâma emir gelir; gider o zatı getirirler.

Bazan da, Hızır aleyhisselâma şu emir gelir :
—  "Git, gece yarısı dünyayı dolaş. Gece yarısı ayık ve uyanık birini bulursan getir."
O da gidip getirir. Bunlar, birkaç kişi olursa, aralarından en lâyık olan seçilir.
Hızır aleyhisselâm, Müslümanlardan ayık ve uyanık birini bulamaz­sa, diğer milletler arasında olanı alıp getirir. Anlatılan yoldan gelen kimseyi, kutuplar kutbu alır, Resulüllah'ın divanına getirir ve o huzurda forması giydirilir ve ölen kimsenin yerine geçirirler.

Hemen her asırda; kutuplar kutbu, en büyük gavs, ilk kutup ve di­ğer kutuplar bu halle gelip gitmektedirler. Kıyamete kadar da böyle gelip gidecektir. Bazan, kutuplar kutbu olmak, hilâfet sırrı, en büyük gavs olmak mertebelerinin üçü de kutuplar kutbu olan değerli zatta birleşir.

Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #27 : 18 Nisan 2012, 11:26:54 »
Kâmil Mürşid


Kâmil mürşid, kısaca şu isimlerle anlatılır: "Hakim", "hazik", "Resul-ü Ekrem'in halifesi", "kâmil mükemmil" ...

Açık tabiri ile kâmil mürşid; olgun bir zattır, hemen her işi yerli yerince yapar, işinin ehli­dir, Resulüllah efendimizin yerine halifedir, kendisi nasıl olgun bir zat ise, kendisine uyanları öyle olgunlaştırma meharetine ve bilgisine sa­hiptir.

İşte, anlatılan manalarda olmak üzere, vaktine göre kâmil mürşid on veya on beş kadar bulunur; bazan daha da fazla.. Ama, her asırda..
Bazan, bunların her biri, vaktine göre, büyük bir beldede irşada memur olur.
Bazan da, bunların üçü, beşi büyük bir beldede bulunup irşada me­mur olurlar.
Ancak, bunların tamamı, kimliği kimliğine uygun olarak, Resulüllah efendimizin gidişatını baş tacı ederler. Bir adım dahi ayrı gayrıları yok­tur. Aynen, Resulüllah efendimizin yolunda gider; onun sünneti ile amel ederler.
Hemen her zaman, Resulüllah efendimizin huzurunda olmak üzere teveccüh halindedirler.

Terbiye edecekleri müridi de, izinle ve müridin tecellisine göre ter­biye ederler. Seyrini ve sülûkünü de ona göre gösterirler.
Bunlar, irşad halifeleridir. Hilâfet sırrı bahsinde açıklandığı gibi, peygamberlerin efendisi Resulüllah'ın huzurunda bunlara dahi aynen Al­lah'ın ihsanı olur; müridi terbiye âletleri her birine verilir. Aynı şekilde terbiye etmeye memur olurlar.


Hilafet Sırrı Makamı

Ancak, hilâfet sırrı makamında bulunan yüksek zat, bu değerli zat­ların üstündedir. Bu yüzden, daha önce de olduğu gibi, Resulüllah'ın pos­tunda oturur. Dolayısı ile, iki cihanda mevcud olan tüm Muhammed Üm­meti, kendisine biat eden müridler, diğer kimseler hep terbiyesi altında­dır. Her birinin tecelli gereği ne ise, o şekilde terbiye etmeğe memurdur.

İnabe Almak

Bir mürid, irşad halifesi olmaya memur olan zatın birinden inabe alacağı zaman bakmalı; gidişatı,
Hazret-i Peygamber'in gidişatına uy­gun mu?,
ona tam uymuş mu?,
Mustafa şeriatına tutunup yapışmış mı? ...

İşte mürid bunları görüp kalben tatmin olduktan sonra inabe alır. Bun­dan sonra ona, yıkayıcı elindeki ölü gibi teslim olur. Ama, tam manası ile.. Müride düşen ilk görev budur.

Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #28 : 20 Nisan 2012, 11:29:25 »
Müridin Görevleri


Müridlerin bazısına az, bazısına da çok zikir verilebilir.
Müridlerin bazısına da, ayrıntıları fıkıh kitaplarında yazıldığı şe­kilde; farzlardan başka teheccüd, işrak, duha, evvabin, tahiyyet-i mes-cid, salât-ı vüdu gibi nafile namazlar dahi emr'edilir.

Müridlerin bazısına da, savm-ı biyd, bazısına savm-ı Davud ve ben­zeri oruç tutmaları emr'olunur.

Bunlar kime verilirse, onun tecellisine göre verilmiş olur.

Bunlar için, birbirine bakıp da :
"Falana az, bize çok; falana çok, bize az.." diyerek, çoğumsamak veya azımsamak yerinde olmaz. Hiç kimse böyle bir şeyi gönlüne getirmemeli; kendisine verilen emri yerine ge­tirmeli.. Hemen görevi yapmaya çalışmalı, dikkat ye gayret etmelidir.

İrşada memur olan halife; dış hizmetlerden dahi bazısına hafif, ba­zısına da ağır görevler verebilir.
Bu arada, bazılarını huzura alır, kendisine lütufkâr muamele eder. Bazılarını da huzura seyrek getirir; celalli muamele eder.
Hali anlatıldığı gibi olanlar dahi birbirlerine incinmemelidirler. İs­ter celâl yüzü, ister cemal yüzü olsun; hangi yüzle görünürse görünsün, cümlesini büyük bir nimet bilmelidir. Cemale sevindiği gibi, celâle dahi sevinmelidir. Hemen her birini, bir hikmete yorup içine hoş olmayan bir düşünce düşürmemeli.. Daima, hoşnutluk halinde bulunmaya çalışıp gayret etmeli.. Zira, bu kısa aklın; ehlüllahın hikmet inceliklerini bilip akıl erdirmeye, düşünmeye gücü yetmez.
Hâsılı..
Her halde ve her hususta hoşnut olmaktan büyük yol olmaz. Bu ara­da, müride baştan sona gereken dahi, hemen her halde edebe, erkâna uy­gun hareket etmektir.

Şiir :
Edeple şeyh huzuruna girenler; Anlardır hep saadeti bulanlar..
Dost ile dost olup didar görenler; Belki sultan olup seyran sürerler..


Mânâsı :
Mutluluğu bulanlar, edeple şeyh huzuruna girenlerdir. Dostla dost olup yüz görenler, sultan olup safa sürerler..


Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Miftah'ül-Kulûb'dan Derin Hakikatler
« Yanıtla #29 : 24 Nisan 2012, 11:15:43 »
Müridde Edep


Şeyhin tekkesi, konuk almak için dışta bir yeri yok ise, evine gidil­diği zaman, kapıyı hafif vurmalıdır.
İçeriden;
- "Kim o?.." diye sorulmadıkça, o yana dönüp durmalıdır.

Sorulduğu zaman da, şu şekilde cevap vermelidir :
"Duacınız falan.."

Bundan sonra, izin verilir ise, içeri girer. Etrafına bakınmadan şey­hin huzuruna varmalı.. El göğüs üzerine bağlı, namaza kalkar gibi etekler düşük bir şekilde gidip diz çökmeli.. İki eli ile, o değerli zatın elini tutup öpmeli. Sonra, yine kalkıp ayakta durmalı.
Bu arada eğer;
"Otur.." diye emir verir ise, işaret edilen yere tereddüd etmeden oturur. Teveccühünü de bozmaz.
    
Şeyh bir şey sormadıkça, ister dıştan, ister içten ne olursa olsun söyleyeceğini söylememeli. Sorulduğu zaman da, sert sert söylememeli, yumuşak hafif söylemeli. Sorulmaz ise, sessiz durmalı; konuştuğunu da anlamaya çalışarak dinlemeli. Anlayış ve kavrayış verildiği kadar, o söz­lerden bir şeyler almaya bakmalıdır.

Kendisinin sorduğu bir suâle cevab olaraktan da, menkıbeye ben­zer bir şey anlatabilir ki, buna da dikkat edip anlamaya çalışmalı..
Hâsılı; şeyhi bir şey sormadıkça, söze başlamamalı.. Kendisine zor gelen bir husus varsa, onu kalbinde tutmalı; teveccüh halinde durmalı.. Soracak olunca da olduğu gibi söylemeli.. Müşkül işini gizleyip şeyhi, tekrar tekrar soru sormaya zorlamamalı.. Eğer kalbe bir hatıra gelecek olursa., onu atmaya da kalkmamalı:
"Beni benden daha iyi bilir.. Duruma daha vâkıftır.." diyerek, tam manası ile teslim olup durmalı..

Bu arada, kendisine bir cezbe, bir dalgınlık gibi bir şey gelir ise, onu atmaya çalışmamalı, teslim olup durmaya gayret etmelidir.
Şeyhin huzuruna vardığı zaman; meclisinde başka meşayih bulunur ise, onların da ellerini öpmelidir.
İster şeyhin huzurunda, isterse başka yerde :
—  "Falan şeyh.." diyerek, ne birini övmeli; ne de kötülemelidir.

Başka biri tarafından buna dair söz açılır ise, cevap da vermek gerekir ise, övüp şöyle deme­lidir :
—  "Onlar da, şeyhtir; ama şeyhime onları tercih edemem."

Böylece, bulunduğu makama ayağını kuvvetli basmış olmalıdır.

Şeyhin huzurunda iken tükürme, aksırma, sümkürme hali geldiği zaman; kalben izin isteyip dışarı çıkmalı ve o işlerini orada bitirmeli.. Huzurda iken, tükürme, aksırma, sümkürme gibi bir şey etmemeli..

Kendisine :
"Hal yönünden bir şey olursa, hemen gel söyle; sana izin vardır.." denilmiş, izin ve ruhsat verilmiş olsa dahi, yine de dikkat etmeli; bu işte dahi edebe uygun tavır takınmalı.. Tenha ve boş bir zaman araştırmalı; böyle bir zaman bulunca da huzura varmalı.. Orada elini öpüp ne gerekse söylemeli.. Karşılığında ne emir alırsa, candan gönülden kabullenmeli.. Verilen hizmete girmeli..
Anlatıldığı yolda, kendisine bir izin verilmemiş ise, huzura varıp te­veccüh ederek durmalı.. Halinden sorulur ise, söylemeli..
Anlatılan hususta olsun, başka şekilde olsun; huzurda çok otur­mamalı..

Kendisine :
"Otur.." emri verilir ise, biraz daha oturup sonra izin isteyip kalkmalıdır..

Dışarı çıkarken, şeyhin elini tekrar öpmeli; edep üzere çıkmalı. Yü­zünü şeyhine, arkasını kapıya döndürmeli. Dışarı çıkıncaya kadar böyle gitmel; Yolda yürürken, binek üzerinde iken şeyhe raslarsa; gizlenmeye im­kân varsa gizlenmeli; gizlenmeye imkân yoksa hemen el etek kavuşturup edeple verilecek selâmı beklemeli. Kendisine selâm verilirse, boyun büküp selâmı kalbden almalı. Ses çıkararak teklifsizce selâm almamalı. Yani : Ona, herhangi bir kimse gibi davranmamalı.

Müridin sıkıntılı bir hali varsa, şeyhinin yapacağı her ihsanı, ken­disine bir nimet bilerek almalı. Onun mutlu meclisinde otururken, ken­disine az veya çok bir şey verirse, onu oturduğu yerden uzanıp almamalı. Ayağa kalkarak tazimle, ikram bilerek almalı. Eğer mümkünse, bu ara­da onun elini de öpmeli.

Bu arada şeyhin de; geçim ve giyim işinde bir sıkıntısı varsa, mü­ridin de hali vakti yerinde ise, ona verilmesi gereken giyecek, yiyecek, harçlık çeşidinden hangisi ise, bir istek vakti olmadan hemen yetiştir­meli.

Burada anlatılanlara benzer edepler çoktur. Ancak, o büyük zatlar, Allah'ın büyük ihsanına zuhur yeri olduklarından olur olmaz kusura bakmazlar. Ne var ki, anlatılan ve anlatılmayan edeplere uygun hareket eden Hak yolcusu salik, Yüce Sübhan Hakkın lütufları ile en kısa zaman­da en yüksek gayeye ulaşır; gönül kapısı açılır. Kendisinin edebi, terbi­yesi, uyumlu hareketi gönül açıldığına işarettir.

Dışta konuk almaya yarayan yeri veya dergâhı, tekkesi bulunan şeyhlerin huzuruna varmak, hizmetlerini nimet bilmek, emir ve yasaklarını yerine getirmek ve bu uğurda çalışmak dahi tekkesi ve dışta konuk almaya yarayan yeri olmayan şeyhlere gitmek ve emirlerini tutmak gi­bidir. Yani: Bunlara karşı da aynı şekilde anlatılan edeplere uygun hareket edilmesi gerekir. Bu husus da unutulmamalı..

Şiir:

Ne güzel ihsandır bu kul iken sultan olur; Alem içre hükm'edip her dertliye lokman olur..
Evvelin ve âhirin hem zahiri ve batım; Ne olur ise bu cihanda zahiren hem batını..
Kutb-ü aktab hükm'eder aktabdır hem işleyen; Cümle emrine ram olmuşdurur kevn ü mekân..
Hem halifedir cihanda kutb-ü âli serteser; Ne dilerse hep vücut bulur ol zat ey bihaber..
Hızır İlyası dahi hükmüne almıştır o şah; Ne dilerse işletir emrindedir biiştibah..
Şöyle bilkim bu cihan içre veli ol şahdır; Ne ki olur ve olacak cümleye agâhdır.
Ger der isen Haktır ol sen böyle güftar söyledin; Hak sözün doğru kelâmın amma yanlış söyledin,
Aç gözünü kıl tefekkür işbu nazmı ey deli; Kul olan hiç Hak olur mu kim meğer ola velî..
Bu cihanda kutb-ü aktab ne kılarsa cümlesin; Emr-i Hakla kılar ol arada koymaz kendüsin..
Kutb-ü aktab birdir canım haber al Nuri'den; Kafı ba ta eyleyen mime varınca al haber..

    
Mânâsı
Ne güzel ihsandır, şu kul olduğu halde sultan olur; âlem içinde hükmeder, her dert­liye Lokman Hekim olur-
Öncekilerin ve sonrakilerin hem içi, hem dışı; içten dıştan bu cihanda ne olursa olsun...
Hep kutuplar kutbu hükmeder, kalan kutuplar da işi yürütür; hepsi emrine girmiş, ne yer kalmış ne mekân...
Büyük kutuptur cihanda baştan başa halife olan; ne isterse var olur o zat, ey ha­bersiz...
O şah, Hızır'ı da, İlyas'ı da emrine almıştır; hiç şüphe edilmeye onlar emrindedir, ne isterse yaptırır.
Şunu bilesin ki, bu cihan içinde velî o şahtır; olanların ve olacakların hepsini bilir. Eğer dersen : — O Haktır..
Çünkü, sen böyle söyleyip anlattın; senin sözün gerçek, konuşman da doğru, ama yan­lış söyledin..
Gözünü aç, bu şiiri iyice okuyup düşün, ey deli; kul olan hiç Hak olur mu, meğerki velî ola...
Bu cihanda kutuplar kutbu ne ederse hepsini; Hakkın emri ile eder, kendisini araya sokmaz.
Kutuplar kutbu birdir canım, haberi Nuri'den al; kafı ba ta eden mime gelince al haber...



Miftahü'l-Kulûb / Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî (k.s)
(Kalplerin Anahtarı)