Gönderen Konu: Usul-u Fıkıh (ibareler ve mefhümü)  (Okunma sayısı 12635 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

zaman_1453

  • Ziyaretçi
Usul-u Fıkıh (ibareler ve mefhümü)
« : 04 Nisan 2012, 20:55:40 »


اُصُولُ الْفِقْهِ عِلْمٌ يُعْرَفُ بِهِ اَحْوَالُ اْلاَدِلَّةِ وَاْلاَحْکَامِ الشَّرْعِيَّتَيْنِ مِنْ حَيْثُ اَنَّ لَهَا دَخْلاً فىِ اِثْبَاتِ الثَّانِيَةِ بِاْلاُولیَ / وَالْفِقْهُ مَعْرِفَةُ النَّفْسِ مَا لَهَا وَمَا عَلَيْهَا عَمَلاً / فَخَرَجَ بِعَمَلاً اَلْکَلاَمُ وَالتَّصَوُّفُ / وَمَنْ لَمْ يَزِدْهُ اَرَادَ الشُّمُولَ  لَهُمَا /


Usul-u Fıkıh: Edile-i şer'iyye ve Ahkam-ı şer'iyyenin halleri kendisiyle bilinen ilimdir ki; Ahkam-ı şer'iyye'yi, Edile-i şer'iyye ile isbatta, bu haller için dahl-ü tesir vardır./ Fıkıh: Amel cihetinden kişinin leh ve aleyhine olan şeyi bilmesidir./ Amelen (kaydıyla) ilm-i kelam ve ilm-i tasavvuf (fıkhın tarifinden) çıktı. / Amelen kaydını tarife ilave etmeyen kişi (İmam-ı Azam Hz.), fıkhın, kelam ve tasavvufa da şamil olduğunu murat etmiştir.


 وَقِيلَ اَلْعِلْمُ بِالْاَحْکاَمِ الشَّرْعِيَّةِ الْعَمَلِيَّةِ عَنْ اَدِلَّتِهَا التَّفْصِيلِيَّةِ / اَْلاَصْلُ مَا يُبْتَنَی عَلَيْهِ غَيْرُهُ / قِيلَ وَنُقِلَ اِلیَ الدَّلِيلِ وَالْمُخْتاَرُ عَدَمُهُ / وَمَوْضُوعُهُ اَلْاَدِلَّةُ وَالْاَحْکاَمُ لاَ ماَ اخْتاَرَهُ صاَحِبُ اْلاِحْکاَمِ / وَفاَئِدَتُهُ مَعْرِفَةُ اْلاَحْکاَمِ / فاَنْحَصَرَ الْمَقْصُودُ فیِ مَقْصَدَيْنِ وَخاَتِمَةٍ /


Denildi ki fıkıh, Şer’î amelî hükümleri tafsilî delillerinden bilmektir./ Asıl, gayrisi kendisi üzerine bina kılınan şeydir./ Denildi ki bu asıl delil (manasına) naklolundu ancak muhtar olan bu naklin yapılmamasıdır. / İlm-i Usul-i Fıkhın Mevzuu: Edille ve Ahkamdır. Sahib-i İhkamın tercih ettiği (gibi sadece edille) değil./ İlm-i Usul-u Fıkhın Faidesi (gayesi): Ahkamı bilmektir. / Bu kitaptan maksud, iki Maksat ve bir Hatime’de munhasır oldu.


اَلْمَقْصَدُ الْاَوَّلُ فِی الْاَدِلَّةِ / وَهُوَ عَلَی اَرْبَعَةِ اَرْکاَنٍ / اَْلاَوَّلُ فىِ الْکِتاَبِ / وَهُوَ النَّظْمُ الْمُنْزَلُ عَلیَ رَسُولِناَ مُحَمَّدٍ صَلَّی للهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اَلْمَنْقُولُ عَنْهُ تَوَاتُراً / وَلَهُ مَباَحِثُ خاَصَّةٌ بِهِ وَمُشْتَرَکَةٌ / اَماَّ الْخَاصَّةُ فَهِیَ اَنَّ الْمَنْقُولَ بِلاَ تَوَاتُرٍ لَيْسَ بِقُرْأَنٍ / فَهُوَ شَرْطٌ قِيلَ مُطْلَقاً وَقِيلَ فِی الْجَوْهَرِ لاَالْهَيْئَةِ / فاَلشَّاذُّ لَا يُعْطَی لَهُ حُکْمُ الْقُرْأَنِ وَاِنْ جاَزَ الْعَمَلُ بِمَشْهُورِهِ / وَقُوَّةُ الشُّبْهَةِ فِی الْبَسْمَلَةِ فِی اَوَائِلِ السُّوَرِ تَمْنَعُ الْاِکْفاَرَ مِنَ الطَّرَفَيْنِ /


Birinci maksad edille hakkındadır./ Bu da dört rükün üzeredir./ Birinci rükün kitab hakkındadır./ Kitab, Rasülümüz Muhammed (sallAllahü aleyhi ve Selem) Efendimize inzal olunan ve O’ndan tevatüren naklolunan nazımdır./Kur’ân-ı Kerim için mebahis-i hassa ve mebahis-i müştereke vardır./ Mebahis-i Hassa: (üçtür) 1) bi-la tevatür naklolunan Kur’an değildir. /Tevatüren nakil şarttır. Denildi ki (bu tevatür) Mutlak olarak şarttır (ister cevherde olsun, ister hey'ette olsun). Yine denildi ki Cevher-i lafızda şarttır, hey’et-i lafızda değil./ 2) Her ne kadar meşhuruyla amel caiz olsa da Kıraat-i Şâzze'lere Kur’an hükmü verilmez. / 3) Sürelerin evvellerindeki besmelelerde şüphenin kuvvetli olması, Malikî ve Şafiilerin birbirini küfre nisbet etmelerine mâni'dir.




وَاَمَّا الْمُشْتَرَکَةُ فَهِیَ اَنَّهُ اِسْمٌ لِلنَّظْمِ الدَّالِّ عَلَی الْمَعْنَی / وَلَهُ اَرْبَعَةُ اَقْسَامٍ بِحَسَبِ اَحْوَالٍ تَرْجِعُ اِلَی مَعْرِفَةِ اْلاَحْکَامِ / اَْلاَوَّلُ بِاعْتِباَرِ وَضْعِهِ لَهُ وَهُوَ الْخَاصُّ الْعاَمُّ الْمُشْتَرَكُ الْجَمْعُ الْمُنَکَّرُ / اَلثَّانِی بِاعْتِبَارِ دَلاَلَتِهِ عَلَيْهِ وُضُوحاً وَخَفَاءً وَهُوَ ثَمَانِيَةٌ / اَلظَّاهِرُ النَّصُّ الْمُفَسَّرُ الْمُحْکَمُ الْخَفِیُّ الْمُشْکِلُ الْمُجْمَلُ الْمُتَشاَبِهُ /


Amma mebahis-i müştereke: Kur’ân nazmüd-dâl alel mana’nın ismidir./ Bu nazmın, ahkamı bilmeye raci haller hasebiyle, dört kısmı vardır./ Birincisi bi’tibari vaz’ıhî’dir. Bu da has, âm, müsşterek, cem-i münekker’dir. / İkincisi bi’tibari delaletihî’dir. Bu ise vuzuhan olur, hafaen olur ve sekizdir./ Zahir, nas, müfesser, muhkem; hafi, müşkil, mücmel, müteşabih.



اَلثَّالِثُ بِاعْتِباَرِ اسْتِعْماَلِهِ فِيهِ / وَهُوَ الْحَقِيقَةُ الْمَجاَزُ الصَّرِيحُ الْکِناَيَةُ / اَلرَّابِعُ بِاعْتِباَرِ الْوُقُوفِ بِهِ عَلَيْهِ / وَهُوَ الدَّالُّ بِعِباَرَتِهِ اَلدَّالُّ بِاِشاَرَتِهِ اَلدَّالُّ بِدَلاَلَتِهِ اَلدَّالُّ بِاقْتِضاَئِهِ / وَبَعْدَهاَ اُمُورٌ تَشْتَمِلُ عَلَی الْکُلِّ / وَهِیَ مَعْرِفَةُ مَآخِذِهاَ وَمَعَانِيهَا وَتَرْتِيبِهاَ وَاَحْکاََمِهاَ /


Üçüncüsü bi’tibari isti’malihî’dir./ Bu da hakikat, mecaz, sarih, kinaye’dir./ Dördüncüsü bi’tibari-l vukuf’tur./ Bu ise dal bil-ibare, dal bil-işare, dal bid-delale ve dal bil-iktiza’dır./ Bunlardan sonra hepsine şamil olan bazı emirler vardır./ Bu emirler de, (yukardaki kısımların) me’hazlerini, manalarını, tertiblerini ve hükümlerini bilmektir.


اَماَّ الْخَاصُّ فَلَفْظٌ وُضِعَ لِمَعْنیً وَاحِدٍ عَلیَ اْلِانْفِرَادِ / وَهُوَ فِی اْلاِسْمِ عَيْنٌ کَزَيْدٍ / اَوْ نَوْعٌ کَرَجُلٍ وَمِأَةٍ / اَوْ جِنْسٌ کَاِنْسَانٍ / وَحُکْمُهُ اَنَّهُ مِنْ حَيْثُ هُوَ هُوَ يُفِيدُ مَدْلُولَهُ قَطْعاً / وَلِذَا جُعِلَ الْخُلْعُ طَلاَقاً لاَفَسْخاً / وَصَحَّ طَلاَقُ الْمُخْتَلِعَةِ / وَ وَجَبَ مَهْرُ الْمِثْلِ بِالْعَقْدِ فِی الْمُفَوِّضَةِ / وَبَطَلَ تَأْوِيلُ الْقُرُوءِ بِالْاَطْهَارِ فِی آيَةِ التَّرَبُّصِ /


Amma has: Alel İnfirad (yani fertleri arasında müşareket kasdı olmaksızın) bir manaya vazı’ olunan lafızdır./ Bu mana isimlerde ya ayn olur, Zeyd gibi;/ ya nevi' olur, Racül ve mie gibi;/ veya cins olur, İnsan gibi./ Hassın hükmü: Has, has olması haysiyetiyle medlulünde kat’iyyet ifade eder./ Bu sebepten dolayı (yani medlülünde kat’iyyet ifade etmesinden dolayı)  Hulu, fesih değil de talak kılındı./ Yine muhteli’anın  (hulu yoluyla boşanmış kadının) talakı sahih oldu / Yine müvevviza hakkında mehr-i misil, akid sebebiyle vacib oldu / Ve terabbus ayetindeki kurû’ lafzını, ethar (temizlik hali) ile tevil etmek batıl oldu.


وَمُحَلِّلِيَّةُ الزَّوْجِ الثَّانىِ بِاِشاَرَةِ حَدِيثِ الْعُسَيْلَةِ وَاللَّعْنِ / وَهَدْمُهُ مَادُونَ الثَّلَثِ بِدَلاَلَةِ الثَّانىِ / کَمَا اَنَّ اشْتِرَاطَ دُخُولِهِ بِعِباَرَةِ اْلاَوَّلِ لاَبِحَتَّی تَنْکِحَ / قِيلَ وَبُطْلاَنُ عِصْمَةِ الْمَسْرُوقِ بِاِطْلاَقِ جَزَاءً لاَ فَاقْطَعُوا /


İkinci kocanın helal kılıcı olması, useyle ve la’n hadislerinin işaretiyle anlaşılır./ Yine ikinci kocanın, üç talakın altındaki (iki veya bir talakı) ortadan kaldırması, la’n hadisinin delaleti ile anlaşılır,/ (aynı) ikinci kocanın duhulünün şart olmasının, useyle hadisinin ibaresiyle anlaşılması gibi./ yoksa (İkinci kocanın helal kılıcı olması, iki veya bir talakı ortadan kaldırması ve duhulünün şart olması, yani yukarıdaki üç hüküm) (حتی تنکح) ile anlaşılmaz/ Denildi ki çalınan malın ma’sumiyetinin (ismetinin) batıl olması (جزاء) lafzının ıtlakıyladır (mutlak oluşuyladır)  da (فاقطعوا )  ile değildir.


وَمِنْهُ الْاَمْرُ وَهُوَ لَفْظٌ طُلِبَ بِهِ الْفِعْلُ جَزْماً بِوَضْعِهِ لَهُ اِسْتِعْلاَءً / وَيَخْتَصُّ مُراَدُهُ --- وَهُوَ الْوُجُوبُ لِلنَّصِّ --- بِصِيغَةٍ خاَصَّةٍ بِهِ لِلنَّصِّ وَالْاِجْماَعِ وَالْمَعْقُولِ / وَلِاَنَّ الْاَصْلَ وَفاَءُ الْعِباَرَةِ بِالْمَقْصُودِ / فَلاَ يَکُونُ الْمَنْدُوبُ مَأْمُورًا بِهِ/  وَلاَ مُوجَبُهَا نَدْباً وَلاَ اِباَحَةً وَلاَ تَوَقُّفاً وَلَوْ بَعْدَ الْحَظْرِ وَلاَ الْفِعْلُ مُوجِباً /


Emir has lafızlardandır./ Bu emir, isti’lâ yoluyla ve taleb-i fiile vaz olunması sebebiyle, kendisiyle fiilin katî olarak taleb edildiği lafızdır./ Emrin muradı ---[ki emrin muradı, nas (ayet ve hadis) sebebiyle vucubtur]--- sigaya mahsustur. Siga dahi [nas, icma ve kıyas sebebiyle] vucuba mahsusutur/ Ayrıca aslolan, ibarenin maksuda kafi gelmesidir./ Bu sebeple (Emrin muradı vucuba mahsus olduğu için) mendub me’murun bih olmaz/ Ve emir sıgasının mucebi nedib, ibaha ve isterse (bu emir) nehiyden sonra olsa bile tevekkuf değildir / Ve (vucub sıgaya maksur olduğu için de) fiil-i rasul mucib (icab eden-vacib kılan) olmaz.


ثُمَّ اخْتَلَفُوا فیِ کَوْنِهاَ حَقِيقَةً اِذاَ اُرِيدَ بِهاَ النَّدْبُ اَوِ اْلاِباَحَةُ / وَاَماَّ اِذاَ اُرِيدَ الْوُجُوبُ فَنُسِخَ حَتَّی بَقِیَ الْجَواَزُ عِنْدَ الشَّافِعِیِّ فَلاَ مَجاَزَ اَيْضاً / وَمُطْلَقُهُ لاَيَقْتَضِی التَّکْراَرَ وَلاَيَحْتَمِلُهُ مُطْلَقاً / بَلْ يَقَعُ عَلَی اَقَلِّ الْجِنْسِ وَيَحْتَمِلُ کُلَّهُ / لِتَضَمُّنِهِ مَصْدَراً لاَيِحْتَمِلُ مَحْضَ الْعَدَدِ / وَکَذاَ کُلُّ اسْمِ فاَعِلٍ دَلَّ عَلَيْهِ  /


Bundan sonra (usul alimleri), emir sigasının kendisiyle nedib ve ibaha murat edilince hakikat olup-olmamasında muhalefet ettiler./ Amma emir sigası ile vucub murat edilir ve bu vucub nesholunursa, İmam-ı Şafiî’ye göre cavaz baki kalır, ve (bu cevaz hakikat olmadığı gibi) mecaz da değildir./ Mutlak emir tekrarı iktiza etmez ve mutlak olarak tekrara ihtimali de yoktur./ Bel ki ekall-i cinsine vaki olur ve küllüne ihtimali vardır./ Çünkü bu mutlak emir mahz-ı adede ihtimali olmayan masdar manasını tazammun eder./Masdara delalet eden ism-i fail de aynıdır (o da tekrarı iktiza etmez ve tekrara ihtimali yoktur.)


وَهُوَ اِماَّ مُطْلَقٌ عَنِ الْوَقْتِ کَالْاَمْرِ بِالزَّکوَةِ وَنَحْوِهِ / وَالصَّحِيحُ اَنَّهُ لاَيوُجِبُ الْفَوْرَ بِلاَخِلاَفٍ بَيْنَهُماَ / وَالْخِلاَفُ فیِ الْحَجِّ اِبْتِداَئِیٌّ / اِماَّ لِهَذاَ الْوِفاَقِ / اَوْ لِعَدَمِ اْلاِطْلاَقِ / وَاِمَّا مُقَيَّدٌ بِهِ / وَهُوَ اِماَّ ظَرْفٌ لِلْمُؤَدَّی وَشَرْطٌ لِلْاَداَءِ وَسَبَبٌ ظاَهِرٌ لِنَفْسِ الْوُجُوبِ / کَوَقْتِ الصَّلَوةِ /


Bu emir ya vakitten mutlak olur, zekat ve benzerleriyle emri gibi. Sahih olan, mutlak emrin fevri icab etmemesidir ve bu hususta imameyn arasında hılaf yoktur./ Ancak imameyn arasında hac hususunda vaki olan hilaf, ibtidaîdir. / Bunun sebebi de ya (mutlak emrin fevri icab etmediği hususunda yapılan) ittifaktır / ya da emr-i haccın mutlak olmamasıdır./ Ve ya bu emir vakitle mukayyet olur. / Bu vakit ya müedda için zarf, edası için şart ve nefs-i vücübu için sebeb-i zahir olur./ Namazın vakti gibi.


وَلِمُناَفاَةِ الظَّرْفِيَّةِ لِلسَّبَبِيَّةِ قُلْناَ اَلسَّبَبُ جُزْءٌ هُوَ اْلاَوَّلُ / وَلِانْتِفاَئِهاَ فِی الْقَضَاءِ قُلْناَ هُوَ الْکُلُّ / ثُمَّ اِنْ وَلِيَهُ الشُّرُوعُ تَقَرَّرَتْ فِيهِ / وَاِلاَّ تَنْتَقِلُ بِالتَّرْتِيبِ اِلیَ جُزْءٍ يَسَعُ ماَبَعْدَهُ التَّحْرِيمَةَ / خِلاَفاً لِزُفَرَ / فَيُعْتَبَرُ حُدُوثُ اْلاَهْلِيَّةِ فِيهِ وَ زَوَالهُاَ اَيْضاً / خِلاَفاً لَهُ فِی اْلاَوَّلِ وَ لِلشَّافِعِیِّ فِی الثَّانىِ / وَيَتَوَقَّفُ تَقَرُّرُهاَ فِی الْجُزْءِ عَلیَ اتِّصَالِهِ وَتَقَرُّرُهاَ فِی الْکُُلِّ عَلَی انْتِفَائِهِ /


Zarfiyyet sebebiyete münafi (zıt) olduğu için diyoruz ki namazın sebebi cüzdür ve evvelki cüzdür./ Ve bu münafat (zıtlık) kaza hakkında ortadan kalktığı için diyoruz ki (kazanın sebebi vaktin) tamamıdır./ Bundan sonra eğer o evvelki cüz’ü şuru takib ederse sebebiyet o cüzde kararlaşır./ Eğer takib etmezse, bu sebebiyyet, ma-ba’di tahrimeyi içine alacak son cüz’e kadar (buraya İmam-ı Züfer muhalefet etmiştir.) sırayla (bit-tertib) intikal eder./ Bu son cüzde hudus-i ehliyet ve zeval-i ehliyet muteberdir./ Ancak İmam-ı Züfer hudus-i ehliyetin muteber oluşuna; İmam-ı Şafiî de zeval-i ehliyetin muteber oluşuna muhalefet etmişlerdir./ Sebebiyetin vaktin cüz’ünde kararlaşması, o cüz’e şurû’un bitişmesine; vaktin tamamında kararlaşması da , şurû’un müntefi olasına (ortadan kalkmasına-olmamasına) bağlıdır.


وَيُعْتَبَرُ فىِ کَمَالِ الْوَاجِبِ وَنُقْصَانِهِ مَا تَقَرَّرَ فِيهِ السَّبَبِيَّةُ / وَيَتْبَعُهُمَا التَّأْدِيَةُ فَلاَ يُقْضَی الْعَصْرُ فىِ النَّاقِصِ/  فَيَفْسُدُ الْفَجْرُ بِالطُّلُوعِ لاَعَصْرٌ بُدِئَ بِهِ فىِ الْاِحْمِرَارِ بِالْغُرُوبِ / اَلشَّافِعِیُّ لَمْ يُفْسِدِ الْاَوَّلَ بِالْقِيَاسِ عَلَى الثَّانىِ وَحَدِيثِ اَبىِ هُرَيْرَةَ / قُلْناَ اَْلاَوَّلُ قِياَسٌ مَعَ الْفاَرِقِ / وَالثَّانىِ قَبْلَ النَّهْیِ /


Vacibin kemal ve noksanlığında, sebebiyetin kendisinde kararlaştığı cüz itibar olunur./ Eda da vacibin kemal ve noksanlığına tabi olur. (Böyle olunca kamilen vacip olan nakısan eda olunamaz) / Bu sebeple nakıs vakitte ikindi namazı kaza olunamaz./ Sabah namazı, tulû’ sebebiyle fasid olur./ Ancak ihmirar vaktinde başlanılmış ikindi namazı, gurub sebebiyle fasid olmaz./ İmam-ı Şâfiî hazretleri birincisini (sabah namazını) ikincisine (ihmirar vaktinde başlanılmış ikindi namazına) kıyas ederek ve Ebû Hüreyre (r.a.)’ın hadis-i şerifini delil getirerek fesadıyla hükmetmemiştir./ Biz de cevaben deriz ki; Birincisi kıyas mea’l-fârıktır,/ ikincisi (hadis-i şerif) nehiyden evvel vârid olmuştur./


وَاَمَّا وُجُوبُ الْاَدَاءِ فَسَبَبُهُ الْخِطَابُ الْمُتَوَجِّهُ عِنْدَ مَايَسَعُ الْفَرْضَ اَوِ الشُّرُوعَ / وَحُکْمُهُ اشْتِرَاطُ التَّعْيِينِ فىِ النِّيَّةِ وَاِنْ ضَاقَ وَعَدَمُ التَّعْيِينِ اِلاَّ بِاْلاَدَاءِ / وَاِمَّا مِعْياَرٌ لَهُ وَشَرْطٌ لِاَدَائِهِ وَسَبَبٌ لِوُجُوبِهِ / کَاَياَّمِ رَمَضَانَ عِنْدَ الْاَکْثَرِ / وَالشَّهْرِ عِنْدَ الْبَعْضِ لِظَاهِرِ الْآيَةِ وَالْحَدِيثِ  /


Vucub-i Eda’ya gelince bunun sebebi ise, farzı veya şurû’u içinde alan son cüzde teveccüh eden hıtab-i ilahidir. Bu kısmın hükmü, vakit daralsa bile niyette tayinin şart olması ve niyetin ancak eda ile birlikte olmasıdır. /Veya bu vakit müedda için mi’yar, edası için şart, ve nefs-i vucubu için sebeb olur./ Ekser indinde Ramazan Ayının günleri gibi,/ veya ayet-i kerimenin ve hadis-i şerifin zahirine istinad eden diğer bazılarına göre Ramazan-ı Şerif ayı gibi


وَلِذَا جَازَتِ النِّيَّةُ فىِ اللَّيْلَةِ اْلاُولىَ / وَقَضَی مَنْ جُنَّ فِيهَا وَامْتَدَّتْ اِلىَ الْعِيدِ / وَاِنْ لَمْ يَجُزْ لَيْلاً / کَآخِرِ وَقْتِ الصَّلَوةِ / وَاْلاَوَّلُ هَهُنَا مُتَعَيِّنٌ بِخِلاَفِ الظَّرْفِ / وَحُکْمُهُ نَفْیُ صِحَّةِ الْغَيْرِ / وَعَدَمُ اشْتِرَاطِهِ / فَيُؤَدَّی بِمُطْلَقِ الْاِسْمِ / وَالْخَطاَءِ فىِ الْوَصْفِ / اِلاَّ فىِ مُسَافِرٍ يَنْوِی وَاجِباً آخَرَ / وَفىِ النَّفْلِ رِوَايَتاَنِ / بِخِلاَفِ الْمَرِيضِ فىِ الصَّحِيحِ


Bu sebeple (Ramazan Ayı mutlak olarak sebeb olduğu için) birinci geceden niyet etmek caizdir. / Ve birinci gece cinnet geçirip, bu hali bayrama kadar uzayan kimse tamamını kaza eder./ Her ne kadar gece oruç tutmak caiz olmasa da (hüküm böyledir)./ Bu, namaz vaktinin ahiri gibidir  (orda da namaz mümkün değildir ancak gene de sebeb olmaktadır)./ Bu kısımda zarftakinin hilafına, vaktin birinci cüz’ü taayyün etmiştir./ Bu kısmın hükmü, gayrın sıhhatinin nefyidir. (Yani başka oruç tutulamaz, sahih olmaz)/ Ve tayinin şart olmamasıdır./ Bu sebeble mutlak isimle (sadece oruca niyetle) eda olunur./ Yine vasıfta hata ile (mesela nafileye niyet gibi) eda olunur./ Ancak başka bir vacibe niyet eden müsafir müstesna. (Niyet ettiği vacibi tutmuş olur.) / Müsafirin nafileye niyet etmesinde ise iki rivayet vardır./ Başka bir vacibe niyet eden hasta ise, sahih görüşe göre, (başka vacibe niyet eden) müsafirin hilafınadır. (Yani hasta, başka vacibe niyet ederse Ramazan orucundan sayılır).



وَاِمَّا ظَرْفٌ لَهُ وَشَرْطٌ لِاَدَائِهِ بِمَعْنىَ فَوْتِهِ بِفَوْتِهِ وَسَبَبٌ لِوُجُوبِ اَدَائِهِ / کَمُعَيَّنٍ نُذِرَ فِيهِ الصَّلَوةُ اَوِ الصَّدَقَةُ / وَاَمَّا نَفْسُهُ فَبِالنَّذْرِ / وَحُکْمُهُ جَوَازُ التَّقْدِيمِ عَلَيْهِ / وَاِمَّا مِعْياَرٌ وَشَرْطٌ لِلْاَدَاءِ وَسَبَبٌ لَهُ / کَمُعَيَّنٍ نُذِرَ فِيهِ الصَّوْمُ اَوِ الْاِعْتِکاَفُ / وَيَلْحَقُ بِهِ سَنَةٌ نُذِرَ فِيهَا الْحَجُّ / وَحُکْمُهُ نَفْیُ النَّفْلِ لاَ وَاجِبٍ آخَرَ / فَيُؤَدَّی بِالْمُطْلَقِ وَالْخَطَاءِ وَنِيَّةٍ قَبْلَ الزَّوَالِ /


Veya vakit müedda için zarf edası için fevtihi bi fevtihi manasına şart ve vucub-i edası için şarttır./ Kendisinde namaz ve sadaka nezrolunan muayyen vakit gibi./ Nefs-i vucub ise nezir ile sabit olur./ Bu kısmın hükmü edanın vakit üzerine takdiminin (yani vakitten önce eda etmenin) cevazıdır./ Veya bu vakit müedda için mi’yar, edası için fevtihi bi fevtihi manasına şart ve vücüb-i edası için sebeb olur./ Kendisinde oruç ve itikaf nezrolunan muayyen vakit gibi./ Kendisinde hac nezrolunan sene, bu kısma mülhaktır./ Bu kısmın hükmü başka bir vacibe niyetin değil de nafilenin nefyidir./ Bu sebeple mutlak isimle, (vasıftaki) hata ile ve zevalden önceki niyet ile eda olunur.


وَاِمَّا مِعْياَرٌ فَقَطْ کَوَقْتِ صَوْمِ الْکَفَّارَةِ وَصَوْمِ النَّذْرِ الْمُطْلَقِ وَ الْقَضَاءِ / وَحُکْمُهُ وُجُوبُ تَبْيِيتِ النِّيَّةِ وَتَعْيِينِهَا وَعَدَمُ الْفَوَاتِ وَاَنْ لاَيَتَضَيَّقَ هُوَالصَّحِيحُ / وَ اِمَّا مُشْكِلٌ يُشْبِهُ الْمِعْياَرَ وَ الظَّرْفَ / كَوَقْتِ الْحَجِّ / وَ حُكْمُهُ الصِّحَّةُ فىِ الْعُمْرِ وَ الْاِثْمُ بِالتَّفْوِيتِ / اَبوُ يُوسُفَ رَحِمَهُ اللهُ تَعَالىَ رَجَّحَ الْمِعْياَرِيَّةَ فَأَثَّمَ بِالتَّأْخِيرِ / وَاِنْ قَالَ بِالْاَدَاءِ بَعْدَهُ / وَ مُحَمَّدٌ رَحِمَهُ اللهُ تَعَالىَ الظَّرْفِيَّةَ / فَجَوَّزَهُ اِنْ لَمْ يُفَوِّتْ / وَقِيلَ اِنْ لَمْ يَمُتْ بَعْدَ الظَّنِّ بِهِ / وَلِذَا صَحَّ تَطَوُّعُ مَنْ عَلَيْهِ الْفَرْضُ


Veya bu vakit sadece mi’yar olur. Kefaret, nezr-i mutlak ve kaza oruçlarının vakti gibi./ Bu kısmın hükmü geceden niyetin ve tayinin vacib olması ve (ömrün sonuna kadar) fevt olmaması (geçmemesi) ve (vaktinin) daralmamasıdır. Sahih olan budur./ Veya bu vakit, müşkil olup, zarf ve mi'yara benzer./ Hac vakti gibi./ Bu kısmın hükmü: Ömürde sıhhattir ve geçirilmesi sebebiyle (mükellefin) günahkâr olmasıdır./ İmam-ı Yusuf hazretleri Mi'yariyyetini tercih edip, te’hir etmekle günahkâr olur buyurdu./ Her ne kadar haccın vacip olduğu ilk seneden sonra yapıldığında, eda olması ile hükmetse de. /İmam-ı Muhammed hazretleri ise zarfiyyetini tercih edip,/ geçirmediği müddetçe te'hirine cevaz vermiştir./ Yine "Öleceğini zannettikten sonra ölmemek şartıyla" denilmiştir./ (Hac bil-ittifak ömrî olduğu için) üzerinde farz (hac borcu) olan kimsenin nafile (haccı) sahih olur.


وَالْمَأْمُورُ بِهِ نَوْعَانِ / اَدَاءٌ وَهُوَ تَسْلِيمُ عَيْنِ الْواَجِبِ بِالْاَمْرِ / وَ قَضَاءٌ وَهُوَ تَسْلِيمُ مِثْلِهِ مِنْ عِنْدِهِ / وَ يُسْتَعْمَلُ كُلٌّ مِنْهُمَا فىِ الْآخَرِ / وَيَجِبُ الْقَضَاءُ اِنْ عُقِلَ الْمِثْلُ بِمُوجِبِ الْاَدَاءِ / خِلاَفاً لِلْبَعْضِ قَالوُا لاَ مِثْلَ لِلْعِباَدَةِ اِلاَّ بِالنَّصِّ / قُلْناَ لَمَّا عُقِلَ ماَ فىِ الصَّوْمِ وَالصَّلَوةِ مِنَ الدَّالِّ عَلىَ بَقَاءِ الْوُجُوبِ قِيسَ بِهِماَ النَّظَائِرُ /


Me’murun bih iki nevi’dir. / Edâ: Emir ile vacip olanın aynını teslim etmektir. / Kazâ: Emir ile vacip olanın benzerini kendi indinden teslim etmektir./ Eda ve kazadan her bireri diğerinin yerinde mecazen kullanılır./ Kaza eğer bi misl-i makul ise edayı vacip kılan şeyle vacip olur./ Bazıları buna muhalefet ettiler ve dediler ki: İbadet için misil (kaza) ancak (yeni bir) nas ile sabit olur./ Biz de diyoruz ki oruç ve namazın kazası, vucubun bekasına delalet eden naslardan (dolayı) makul olunca, benzerleri bu ikisine kıyas olunmuştur.


اَلْاَدَاءُ اِمَّا مَحْضٌ کَامِلٌ کَالصَّلَوةِ بِالْجَمَاعَةِ وَرَدِّ عَيْنِ الْمَغْصُوبِ / اَوْ قَاصِرٌ کَالصَّلَوةِ مُنْفَرِداً وَرَدِّهِ مَشْغُولاً بِجِنَايَةٍ / وَاِمَّا شَبِيهٌ بِالْقَضَاءِ کَفِعْلِ اللاَّحِقِ بَعْدَ فَرَاغِ اْلاِمَامِ / حَتىَ لاَيَتَغَيَّرُ فَرْضُهُ بِنِيَّةِ اْلاِقَامَةِ / وَتَسْلِيمِ عَبْدٍ مَشْرِیٍّ بَعْدَ اِمْهَارٍ / حَتىَّ تُجْبَرُ عَلَی الْقَبُولِ / وَيُعْتِقُهُ هُوَ لاَهِىَ /


Eda ya Eday-ı Mahz-ı kâmil olur. cemaat ile namaz ve gasp olunmuş (malın) aynını vermek gibi / ya Eday-ı Mahz-ı Kâsır olur. Münferiden namaz kılmak ve gasp olunan şeyi bir cinayet ile meşgul (noksan-zarar görmüş) olduğu halde (sahibine) vermek gibi./  Ya da Eda Şebihün bil kaza olur. İmamın fâriğ olduktan sonra lahikın fiili gibi. Hatta (kazaya benzediği için müsafir olan) lahıkın farzı ikamete niyet ile değişmez./ Bir de mehir olarak vaad edildikten sonra satın alınan kölenin teslimi gibi./ Hatta zevce bunu kabule mecbur kılınır./ O köleyi de zevce değil zevc azad edebilir.


وَالْقَضَاءُ اِمَّا مَحْضٌ بِمَعْقُولٍ کَامِلٍ کَالصَّوْمِ بِالصَّوْمِ وَضِمَانِ الْمَغْصُوبِ بِالْمِثْلِ / اَوْ قَاصِرٍ کَضِمَانِهِ بِالْقِيمَةِ / وَهَذَا خَلَفٌ عَنِ اْلاَوَّلِ / اَوْ غَيْرِ مَعْقُولٍ کَالْفِدْيَةِ لِلصَّوْمِ وَالْمَالِ لِلْقِصَاصِ / وَاْلاَمْرُ بِهَا فىِ الصَّلَوةِ لِلْاِحْتِيَاطِ /  کَاِيجَابِ التَّصَدُّقِ بِالْعَيْنِ اَوِ الْقِيمَةِ بَعْدَ اَيَّامِ التَّضْحِيَةِ / وَلاَسَبِيلَ اِلَيْهِ اِلاَّ النَّصَّ اَوْ دَلاَلَتَهُ /


Kaza, ya Kaza bi-misl-i mâkul kamil olur. Orucu, oruçla kaza gibi yine gasp olunan malı misli ile ödemek gibi./ Veya Kaza bi-misl-i makul kasır olur. Gasp olunan malı kıymeti ile ödemek gibi./ Bu kısım kaza evvelkiden (kamilden) haleftir. /Veya Kaza bi-misl-i gayr-ı makul olur. Şeyh-i fânî'nin tutamadğı oruçların yerine fidye vermesi gibi. Yine kısas için mal vermek gibi./ Şeyh-i fânînin namazı hakkında fidye ile emir ise ihtiyat içindir. / Aynı (kaybolup sonra bulunan kurbanın) aynını (kendisini) veya (helak olup kesilemeyen kurbanın) kıymetini,  kurban günlerinden sonra tasadduk etmenin vacib oluşu gibi. (Bu da ihtiyatla ameldir) / Kaza bi-misl-i gayr-i makul ancak nas ile veya delalet-i nas ile sabit olur.



« Son Düzenleme: 04 Nisan 2012, 21:18:17 Gönderen: zaman_1453 »

zaman_1453

  • Ziyaretçi
Usul-u Fıkıh (ibareler ve mefhümü)
« Yanıtla #1 : 04 Nisan 2012, 21:24:57 »

وَلاَبُدَّ لَهُ مِنَ الْحُسْنِ بِمَعْنىَ کَوْنِهِ مُتَعَلِّقَ الْمَدْحِ وَالثَّوَابِ / اَلْاَشَاعِرَةُ هُوَ مُوجَبُ الْاَمْرِ وَالْحَاکِمُ بِهِ هُوَ الشَّرْعُ / وَاِنَّمَا الْعَقْلُ آلَةٌ لِفَهْمِ الْخِطَابِ/  وَمِنَّا مَنْ وَافَقَهُمْ / وَالْمُعْتَزِلَةُ مَدْلُولُهُ وَالْحَاکِمُ الْعَقْلُ / وَالشَّرْعُ مُبَيِّنٌ فىِ الْبَعْضِ / وَمِنَّا مَنْ وَافَقَهُمْ فىِ اِيجَابِ الْمَعْرِفَةِ / وَقِيلَ مَدْلُولُهُ فىِ الْمَفْهُومِ وَمُوجَبُهُ فىِ غَيْرِهِ / وَالْمُخْتاَرُ اَنَّهُ مَدْلُولُهُ مُطْلَقاً لِحِکْمَةِ اْلآمِرِ وَالْحَاکِمُ هُوَ الشَّرْعُ / وَالْعَقْلُ يَعْرِفُهُ فىِ بَعْضٍ قَبْلَ السَّمْعِ بِلاَ کَسْبٍ اَوْ بِهِ وَفىِ آخَرَ بَعْدَهُ


Me’murun bih için dünyada medha ahirette sevaba müstehak olma manasına bir husün lazımdır./ Eşaire (bu hususta şöyle diyor:) Husün emrin mücebidir. Hasenin husnüne hâkim şer-i şeriftir./ Akıl ise ancak hıtab-ı İlâhî'yi anlamak için bir alettir./ Biz hanefiyyeden, eşaireye bu görüşte muvafakat edenler vardır./ Mutezile ise şöyle diyor: husün emrin medlülüdür, hâkim akıldır./ Şeriat ise (aklın anlamadığı) bazı yerlerde beyan edicidir./ Yine biz hanefiyyeden bazıları Marifetullahın vücubunda mutezileye muvafakat etmişlerdir./ Bir de denildi ki; (güzelliği akıl ile) anlaşılabilen yerlerde husun emrin medlülüdür; anlaşılamayan yerlerde husun emrin mucebidir./ Ancak muhtar olan görüş şudur  (Cumhur-u Hanefiyye’nin görüşü) : Amirin (Allah azze ve celle’nin) hikmeti sebebiyle, husun emrin mutlak surette (güzelliği akılla anlaşılsın veya anlaşılmasın)  medlülüdür. Hakim şer-i şeriftir./ Akıl bazı hususların güzelliğini, (şer-i şeriften) işitmezden evvel, kesb ile veya kesb olmaksızın bilebilir/ Bazılarını da (şer-i şeriften) işttikten sonra bilebilir


فَالْمَأْمُورُ بِهِ اِمَّا حَسَنٌ لِحُسْنٍ فىِ نَفْسِهِ / حَقِيقَةً / فَاِمَّا اَنْ لاَ يَقْبَلَ سُقُوطَ التَّكْلِيفِ كَالتَّصْدِيقِ اَوْ يَقْبَلَهُ كَالْاِقْرَارِ وَالصَّلَوةِ / لَكِنَّهَا دُونَهُ وَ تَسْقُطُ بِاَعْذَارٍ وَ هُوَ بِعُذْرٍ / اَوْ حُكْماً كَالصَّوْمِ وَ الزَّكَوةِ وَالْحَجِّ / وَحُكْمُهُ عَدَمُ سُقُوطِهِ اِلاَّ بِاْلاَدَاءِ اَوْ عُرُوضِ مَا يُسْقِطُهُ بِعَيْنِهِ /

Me’murun bih Ya kendi nefsindeki bir güzellikten dolayı güzel olur./ Bu da ya hakikaten olur/ Bu hakikaten olan da ya teklifin sukutunu kabul etmez. Tasdik gibi./ Veya teklifin sukutunu kabul eder. İkrar ve namaz gibi./ Lakin namaz ikrarın altındadır. (Zira) namaz bir çok özürler ile sakıt olurken ikrar tek özürle sakıt olur./ Ya da hükmen olur.  Oruç, zekât, ve hac gibi. / Bu kısmın hükmü: Ancak eda ile veya edayı iskat eden özürlerin arız olmasıyla sakıt olmaktır.


وَاِمَّا فىِ غَيْرِهِ / فَاِمَّا اَنْ يُتَأَدَّی بِنَفْسِ الْمَأْمُورِ بِهِ کَالْجِهَادِ وَصَلَوةِ الْجَنَازَةِ / وَهَذَا الضَّرْبُ شَبِيهٌ بِاْلاَوَّلِ / اَوْ لاَيُتَأَدَّی بِهَا کَالْوُضُوءِ وَالسَّعْیِ / وَحُکْمُهُ وُجُوبُهُ بِوُجُوبِ الْغَيْرِ وَسُقُوطُهُ بِهِ / وَاْلاَمْرُ الْمُطْلَقُ يَقْتَضِی الْاَوَّلَ مِنَ الْاَوَّلِ / لِاقْتِضَاءِ الْکَمَالِ الْکَمَالَ /


Veya Me’murun bih gayrisindeki bir güzellikten dolayı güzel olur / ve bu gayr ya me’murun bihin edası ile eda olunur. Cihat ve cenaze namazı gibi./ Bu kısım birincisine (yani kendi nefsindeki güzellikten dolayı güzel olan) benzer./ veya bu gayr me’murun bihin edası ile eda olunmaz. Abdest ve (nida vakti Cuma namazına) sa’y gibi./ Bu kısmın hükmü gayrin vucubu sebebiyle vacib olması ve gayrin sukutu sebebiyle sakıt olmasıdır/ Mutlak emir birinci kısmın (kendi nefsindeki güzellikten dolayı güzel olan) birincisini (hakikaten olanı) iktiza eder./ Çünkü kemal kemali iktiza eder.


ثُمَّ التَّكْلِيفُ بِمَا لاَ يَقْدِرُ عَلَيْهِ الْمَأْمُورُ مُحَالٌ / فَلاَ بُدَّ لَهُ مِنْ قُدْرَةٍ بِهَا يَتَمَكَّنُ مِنْ اَدَاءِ مَا لَزِمَهُ بِلاَ حَرَجٍ غَالِباً / وَ هِىَ شَرْطٌ لِوُجُوبِ الْاَدَاءِ لاَ الْاَدَاءِ / لِوُجُودِهِ قَبْلَهَا / وَلاَ لِنَفْسِ الْوُجُوبِ لِاَنَّهُ جَبْرِىٌّ / وَهِیَ نَوْعَانِ اَدْنىَ مَاذُکِرَ / وَيُسَمَّی الْمُمَکِّنَةَ وَهُوَ شَرْطٌ مُطْلَقاً /


Bundan sonra, me’murun üzerine kadir olamayacağı bir şey ile teklif muhaldir. Memur için ekseriyetle zorlanmaksızın üzerine lazım olan şeyleri edaya, kendisiyle muktedir olduğu bir kudret lazımdır./ Bu kudret eda için değil de edanın vücubu için şarttır./ Çünkü eda bu kudretten önce mevcut olabilir./ Nefs-i vücup için de şart değildir. Çünkü nefs-i vücup cebrîdir./ Bu kudret iki kısımdır. Birincisi zikrolunan mananın ednası (en alt seviyede olanı, birinci basamağı) olur./ Ve Kudret-i Mümekkine diye isimlendirilir. Bu mutlak olarak şarttır.


وَاَقْصَاهُ وَيُسَمَّی الْمُيَسِّرَةَ / وَبَقَاؤُهُ شَرْطٌ لِبَقَاءِ الْوَاجِبِ / لِئَلاَّ يِنْقَلِبَ الْيُسْرُ عُسْرًا / دُونَ الْاَوَّلِ / وَالتَّمَکُّنُ مِنَ الْاَدَاءِ يَسْتَغْنىِ عَنِ الْبَقَاءِ/  وَلِذَا قِيلَ لَمْ يُشْتَرَطْ لِلْقَضَاءِ فَلاَ يَبْقىَ الزَّکَوةُ وَالْعُشْرُ وَ الْخَرَاجُ بِهَلاَكِ الْمَالِ النَّامِى / بِخِلاَفِ الْحَجِّ وَصَدَقَةِ الْفِطْرِ /


Ve yine bu kudret, zikrolunan mananın aksası (en üst seviyesi, zirvesi) olur. Bu da Kudret-i Müyessire diye isimlendirilir./ Bunun devamı, vacibin devamı için şarttır. / (Bu şart oluş da) Kolaylık zorluğa dönüşmesin diyedir./ Ancak birinci kısım böyle değildir (yani vacibin bekası için birinci kısmın bekası şart değildir.) / Edaya imkan bulmak (muktedir olmak), kudret-i mümekkine’nin devamından müstağni kılar. / Bu sebeple denildi ki bu kudret-i mümekkine’nin bekası, kaza için şart olmadı/ Dolayısıyla mal-i nami helak olursa, zekat, öşür ve harac, zimmette kalmaz (borç düşer. Çünkü bunlar kudret-i müyessira ile vacib olmuşlardır) / Ancak Hac ve Sadaka-i Fıtr bunların hilafınadır. (Bunlar bir defa zimmette sabit oldu mu, mutlaka ifa edilmeleri icab eder. Zimmetten düşmezler. Çünkü bunlar kudret-i mümekkine ile vacib olmuşlarıdr)


اَلْاَمْرُ بِاَمْرِ الْغَيْرِ لَيْسَ اَمْرًا لَهُ اِلاَّ بِدَلِيلٍ / وَاِتْياَنُهُ عَلَی وَجْهِهِ يُوجِبُ الْاِجْزَاءَ / وَ انْتِفَاءَ الْکَرَاهَةِ / وَيَزُولُ جَوَازُهُ بِنَسْخِ وُجُوبِهِ / وَاِرَادَةُ وُجُودِهِ لَيْسَتْ شَرْطاً لِصِحَّةِ اْلاَمْرِ / وَيُؤْمَرُ الْکُفَّارُ بِالْاِيماَنِ وَالْمُعَامَلاَتِ وَالْعُقُوباَتِ وَاعْتِقَادِ وُجُوبِ الْعِباَدَاتِ / لاَ بِاَداَءِ ماَيَحْتَمِلُ السُّقُوطَ مِنْهَا / وَهُوَ الصَّحِيحُ /

Gayra emretmek ile emir, gayr için emir değildir. Ancak delil varsa müstesna. / (Me’murun bih’in) ala vechihî (emrolunduğu şekliyle) yerine getirilmesi kifayeti icab eder./ Aynı şekilde kerahetin ortadan kalkmasını icab eder./ Vucub nesholunduğu zaman (me’murun bih’in) cevazı zail olur./ (Me’murun bih’in) vucudunu murat etmek, emrin sıhhati için şart değildir./ Kafirler iman, muamelât, ukûbât ve ibadetlerin vucubuna itikat ile me’murdurlar. /Ancak, (ibadetleden) sukuta ihtimali olanlarla me’mur değilidrler./ Sahih olan budur.


وَمِنْهُ النَّهْىُ / وَهُوَ لَفْظٌ طُلِبَ بِهِ الْكَفُّ جَزْماً بِوَضْعِهِ لَهُ اِسْتِعْلاَءً / وَهُوَ يُوجِبُ دَوَامَ التَّرْكِ اِلاَّ لِدَلِيلٍ /  وَيَقْتَضِى الْقُبْحَ بِمَعْنىَ كَوْنِهِ مُتَعَلِّقَ الذَّمِّ وَالْعِقَابِ / فَهُوَ اِمَّا لِعَيْنِهِ / وَضْعاً كَالْكُفْرِ / اَوْ شَرْعاً كَبَيْعِ الْحُرِّ /  وَحُكْمُهُ الْبُطْلاَنُ / وَاِمَّا لِغَيْرِهِ / وَصْفاً کَصَوْمِ الْاَياَّمِ الْمَنْهِيَّةِ / اَوْ مُجَاوِرًا کَالْبَيْعِ وَقْتَ النِّدَاءِ /

Nehiy de bu has lafızlardandır./ Nehiy, isti’lâ yoluyla (Yukarıdan aşağıya doğru) ve fiili terk manasına vazı’ olunması sebebiyle, kendisiyle kat’î olarak fiilin terki taleb olunan lafızdır./ Nehiy, terkin devamını icab eder, ancak (bunun hılafına bir) delil olması müstesna./ Ve dünyada zemme, ahirette ıkaba müstehak olması manasına kubhu iktiza eder. / Bu kubuh ya li-aynihi olur / bu da vaz’an olur; küfür gibi,/ veya şer’an olur; hür kimsenin bey’ı gibi. / (İster vaz’an olsun ister şer’an olsun) kubuh li-aynihinin hükmü butlandır./ Veya bu kubuh, ligayrihî olur./ Bu da vasfen olur, eyyam-ı menhiyye’de oruç tutmak gibi./ veya mücaviran olur, nida vakti alış-veriş gibi.



وَالنَّهْیُ عَنِ الْاَفْعَالِ الْحِسِّيَّةِ يَقْتَضِی اْلاَوَّلَ کَالظُّلْمِ / وَبِالْقَرِينَةِ الثَّانِیَ / فَفىِ الْوَصْفِ کَالْاَوَّلِ کَالزِّناَ / لاَالْمُجَاوِرِ کَوَطْئِ الْحَائِضِ / وَعَنِ الشَّرْعِيَّةِ اَوَّلَ الثَّانىِ / فَيَصِحُّ بِاَصْلِهِ وَاِنْ فَسَدَ بِوَصْفِهِ / اَلشَّافِعِیُّ اَلْاَوَّلَ فَيَبْطُلُ لِاقْتِضَاءِ الْکَمَالِ الْکَمَالَ کَمَا فىِ الْاَمْرِ /


Ef’âl-i hisssiyyeden nehiy (buradaki nehiyle kasıt, karinelerden mutlak olarak yapılan nehiydir) birincisini (kubuh li-iaynihî’yi) iktiza eder. (Yani hükmü butlandır). Zulum gibi/ Ef’âl-i hissiyyeden (karineli olarak yapılan) nehiy ikincisini (kubuh li-gayrihî’yi) iktiza eder. / Vasıfta (yani vasfen olanlarda) birincisi gibidir. ( Yani li-aynihî gibidir. Hükmü butlandır) Zulum gibi./ Ancak mücavirde (yani mücaviran olanlarda) birincisi gibi değildir. (Yani hüküm butlan değildir, fesattır.)  vat-ı haiz gibi. / Ef’âl-i şer’iyyeden  (mutlak) nehiy ikincisinin (li-gayrihî’nin) birincisini (vasfen olanını) iktiza eder./ Ve her ne kadar vasfında fasid olsa da aslında sahih olur./ İmam-ı Şafiî Hz. (şöyle buyurmuştur) : Ef’âl-i şer’iyyeden  (mutlak) nehiy, birincisini (li-aynihî’yi) iktiza eder ve batıl olur. Çünkü emirde olduğu gibi  kemal,  kemali iktiza eder.


تَذْنِيبٌ اَلْاَمْرُ بِالشَّيْئِ يَسْتَلْزِمُ تَحْرِيمَ ضِدِّهِ اِنْ فَوَّتَ الْمَقْصُودَ بِهِ / وَاِلاَّ فَالْکَرَاهَةُ /// وَالنَّهْیُ عَنْهُ وُجُوبَ ضِدِّهِ اِنْ فَوَّتَ عَدَمُهُ الْمَقْصُودَ بِهِ / وَاِلاَّ فَيَحْتَمِلُ السُّنَّةَ الْمُؤَکَّدَةَ / وَلاَيَسْتَلْزِمُهَا / وَمِنْهُ الْمُطْلَقُ وَهُوَ الشَّايِعُ فىِ جِنْسِهِ بِلاَ شُمُولٍ وَلاَ تَعْيِينٍ / وَالْمُقَيَّدُ وَهُوَالخْاَرِجُ عَنِ الشُّيُوعِ بِوَجْهٍ مَا / وَحُكْمُهُمَا اَنْ يُجْرَياَ عَلَی حَالِهِمَا /

Teznib. Bir şeyi emir, o şeyin zıddının haramlığını icab eder ---- eğer o zıt, emirle maksud olanı ortadan kaldırırsa. / Eğer ortadan kaldırmazsa (hüküm) kerahettir. /// Bir şeyi nehiy, o şeyin zıddının vucubunu icab eder ---- eğer o zıddın ademi (yani yokluğu, bulunmaması), nehiy ile maksudu ortadan kaldırırsa. / Eğer ortadan kaldırmazsa, sünnet-i müekkede olmaya ihtimali vardır / ancak sünnet-i müekkede’yi icab etmez./ Mutlak da hâs lafızlardandır. Bu mutlak, şumul ve ta’yin olmaksızın, cinsinde şamil olandır./ Mukayyed de has lafızlardandır. Bu mukayyed, herhangi bir vecihle şuyû’dan haric olandır./ Bu ikisinin hükmü, halleri üzere (mutlak ıtlakı, mukayyed takyidi üzere) cereyan etmeleridir. (veya icra olunmalarıdır)


وَاَمَّا الْعَامُّ فَلَفْظٌ يَسْتَغْرِقُ مُسَمَّيَاتٍ غَيْرَ مَحْصُورَةٍ / وَحُكْمُهُ اِيجَابُ الْحُكْمِ فِيمَا يَتَنَاوَلُهُ قَطْعاً / لِاحْتِجَاجِ اَهْلِ اللِّسَانِ / فَلاَ يُخَصُّ بِالظَّنِّىِّ / اَلشَّافِعِىُّ اَلتَّخْصِيصُ مُحْتَمَلٌ وَهُوَ يُنَافىِ الْقَطْعَ / فَيُخَصُّ بِهِ اِبْتِدَاءً / قُلْنَا اِحْتِمَالُ الْعَامِّ غَيْرُ ناَشٍ عَنِ الدَّلِيلِ /

Âmm: Hudutsuz fertleri içine alan (kaplayan) lafızdır. / Amm’ın hükmü, şamil olduğu fertlerde kat’î olarak hükmü icab etmesidir./ Zira ehl-i lisan (kat’î hükümlerde âm lafızların umumiyetiyle) delil getirmişlerdir. / Âmm (Kat’î olduğu için), zanni delillerle tahsis olunmaz. / İmam-ı Şafii Hz. (şöyle buyurmuştur) : Tahsis muhtemeldir. Bu ihtimal ise âmmın kat’îliğine zıddır. / Dolayısıyla âmm (zannî olup), ibtidaen zannî deliller ile tahsis olunur. / (Ona cevaben) deriz ki: Âmmın tahsise ihtimali, delilden neş’et eden (delilden kaynaklanan, delile dayanan) bir ihtimal değildir.  (İhtimal-i Mücerred’tir.)
« Son Düzenleme: 05 Nisan 2012, 12:56:49 Gönderen: zaman_1453 »

zaman_1453

  • Ziyaretçi
Usul-u Fıkıh (ibareler ve mefhümü)
« Yanıtla #2 : 05 Nisan 2012, 12:56:34 »

فَاِذَا اخْتَلَفَا تَعَارَضَا فَاِنْ عُلِمَ التَّارِيخُ يُخَصِّصُهُ اِنْ قَارَنَهُ / وَيَنْسَخُهُ فىِ قَدْرِ مَا يَتَنَاوَلاَهُ اِنْ تَرَاخَی / وَيُنْسَخُ بِهِ اِنْ تَقَدَّمَ / وَاِنْ جُهِلَ حُمِلَ عَلَی الْمُقَارَنَةِ / اَلشَّافِعِیُّ رَحِمَهُ اللهُ تَعَالىَ يُخَصُّ بِهِ مُطْلَقاً / وَاِذَا خُصَّ بِکَلاَمٍ مُسْتَقِلٍّ مَوْصُولٍ يَکُونُ ظَنِّياًّ فَيُخَصُّ بِالظَّنِّیِّ / لِشِبْهِ اْلاِسْتِثْناَءِ وَالنَّسْخِ فىِ الْمَجْهُولِ / وَصِحَّةِ التَّعْلِيلِ فىِ الْمَعْلُومِ


Has ile âmm (aynı hükümde) muhalefet ederse, aralarında teâruz vaki olur. / Eğer tarih biliniyorsa ve (nuzul ya da vurud’da birbirlerine) yakın iseler has, âmmı tahsis eder. / Eğer has âmm’dan sonra gelmişse,  şamil olduğu miktarda has, âmmı nesheder. /Eğer has âmm’dan önce gelirse hâs,  âmm ile nesholunur (âmm hâssı nesheder.) /Eğer tarih mechul olursa mukarenete hamlolunur. / İmam-ı Şafiî Hz. (şöyle buyurmuştur): Âmm hâs ile mutlak olarak tahsis edilir. / Âmm, müstakil ve mevsul (bitişik) bir kelam ile tahsis olunduğu zaman, zannî olur ve (zannî olunca da) zannî ile tahsis olunur. (Bunun iki sebebi vardır. Şöyle ki )  / 1- (Âmm) fertleri mechul olan yerlerde (tahsis edildiği zaman)  (bu tahsis), istisnaya ve neshe benzer. /    2- Fertleri malum olan yerlerde ise, ta’lil sahihtir. 


اَلْفَاظُ الْعُمُومِ الْجَمْعُ الْمُعَرَّفُ حَيْثُ لاَعَهْدَ وَمَافىِ مَعْناَهُ / وَيُخَصَّصُ اِلىَ الثَّلَثَةِ لِاَنَّهَا اَدْناَهُ / وَقَوْلُهُمْ مُحَلاَّهُ بِاللاَّمِ مَجَازٌ عَنِ الْجِنْسِ لَيْسَ عَلَی اْلاِطْلاَقِ / بَلْْ فىِ صُوَرٍ لَيْسَ فِيهَا الْعَهْدُ وَاْلاِسْتِغْرَاقُ / وَالْمُفْرَدُ الْمُعَرَّفُ حَيْثُ لاَعَهْدَ وَمَافىِ مَعْنَاهُ / وَيُخَصُّ اِلىَ الْوَاحِدِ لِاَنَّهُ اَدْناَهُ /


Elfaz-ı Umum : / 1- Lam, ahid için olmadığı zaman, cemi muarraf ve cemi muarraf manasına olanlar. / Cemi muarraf ve bunun manasında olanlar üçe tahsis olunur. / Çünkü ceminin ednası (en az adedi) üçtür. / Meşayihimizin “lam ile süslenmiş (lam-ı tarifli) cemi’, cinsten mecazdır” sözü ale’l-ıtlak (mutlak) değildir. / Belki kendisinde ahd ve istiğrak olmayan suretler hakkındadır. / 2- Yine lam ahid için olmadığı zaman,  müfred muarraf ve müfred muarraf manasına olanlar. / Müfred muarraf ve müfred muarraf manasına olanlar, bire (vahid) tahsis olunur. Çünkü (müfredin) ednası birdir.

وَالنَّكْرَةُ الْمَنْفِيَّةُ حَقِيقَةً اَوْ حُكْماً / وَاْلاِعاَدَةُ بِالْمَعْرِفَةِ تَقْتَضِى اْلاِتِّحاَدَ وَبِالنَّكْرَةِ التَّغاَيُرَ / اِلاَّ لِماَنِعٍ / وَمَنْ لِذَوَاتِ مَنْ يَعْقِلُ وَ عاَمَّةٌ قَطْعاً اِنْ كَانَتْ شَرْطِيَّةً اَوْ اِسْتِفْهاَمِيَّةً / لاَ مَوْصُولَةً اَوْ مَوْصُوفَةً / وَلِذَا سَوَّياَ بَيْنَ مَنْ شَاءَ مِنْ عَبِيدِی عِتْقَهُ فَهُوَ حُرٌّ وَمَنْ شِئْتَ مِنْ عَبِيدِی عِتْقَهُ فَاَعْتِقْهُ فىِ الْعُمُومِ / وَ رَاعاَهُ مَا اَمْکَنَ / لِاَنَّ مِنْ لِلتَّبْعِيضِ

Hakikaten veya hükmen olan nekre-i menfiye (de âm lafızlardandır.) / Ma’rife veya nekreyi, ma’rife ile iade ittihadı; nekre ile iade tegayürü iktiza eder. / Ancak bir mâni olursa müstesna. / Kat’î olarak akıl sahipleri için olan “men” de, şartıyye veya istifhâmiyye olduğu zaman “âm” lafızlardandır. / Mevsûle veya mevsûfe olduğu zaman değil.  / Bu sebeple İmam-ı Ebu Yusuf  ve İmam-ı Muhmmed Hz., {من شاء من عبيدی عتقه فهوحر}  sözü ile  {ومن شئت من عبيدی عتقه فاعتقه} sözünü umumlukta müsavi kabul etmişlerdir. / Ve İmam-ı Azam Hz. de mümkün oldukça (bu iki surette) umumluğa riayet etmiştir. / Çünkü min (her ne kadar elfaz-ı âmm’dan olsa da) teb’îz içindir.


وَمَا کَمَنْ لَکِنَّهُ لِصِفَاتِ مَنْ يَعْقِلُ وَذَوَاتِ غَيْرِهِمْ / وَيَتَنَاوَلاَنِ الْمُذَکَّرَ وَالْمُؤَنَّثَ وَاِنْ عَادَ اِلِيْهِمَاضَمِيرُهُ / وَيُسْتَعاَرُ اَحَدُهُماَ لِلْآخَرِ / وَالَّذِی يَعُمُّهُماَ / وَاَيْنَ وَحَيْثُ لِتَعْمِيمِ اْلاَمْکِنَةِ / وَمَتىَ لِلْاَوْقاَتِ / وَکُلٌّ لِشُمُولِ اْلاَفْرَادِ اَوِ اْلاَجْزاَءِ/  وَهِیَ تَلِى اْلاَسْمَاءَ وَتَعُمُّهَا صَرِيحاً وَاْلاَفْعاَلَ ضِمْناً /

Yine “mâ”  da elfaz-ı umumdandır ve “men”  gibidir. / Ancak akıl sahibi olanların sıfatları için, akıl sahibi olmayanların zatları içindir. / Her ne kadar bu ikisine (men ve mâ) müzekker zamiri raci olsa da bunlar müzekkere de ve müennese de şamildirler. / Her ikisi de, diğeri yerine istiâre olunur (mecazen kullanılır). / Yine ellezî de elfaz-ı umumdandır ve hem akıl sahibleri hem de akıl sahibi olmayanlar için umumidirler. / Yine “eyne ve haysü” mekanların umumileştirilmesi içindir. / “Meta” vakitlerin umumileştirilmesi içindir. / Ve “Kül” lafzı, ferdlerin veya cüzlerin şumulü içindir. / Bu “kül” lafzı isimleri takib eder ve isimlere sarahaten, fiillere de zımnen umumi olur.


وَکُلَّماَ بِالْعَکْسِ / وَتُصْرَفُ اِلىَ الْوَاحِدِ فِيمَا لاَيُعْلَمُ مُنْتَهاَهُ مِمَّا يَجْرِی فِيهِ النِّزاَعُ / وَتُخَصُّ اِذاَ لَحِقَهاَ اَوَّلاً / وَجَمِيعٌ لِلشُّمُولِ عَلَی اْلاِجْتِماَعِ / وَهُوَ فىِ جَمِيعُ مَنْ دَخَلَ اَوَّلاً مُسْتَعاَرٌ لِلسَّابِقِ / اَللَّفْظُ الْوَارِدُ بَعْدَ سُؤَالٍ اَوْ حاَدِثَةٍ اِنْ لَمْ يَکُنْ مُسْتَقِلاًّ اَوْ کَانَ جَوَاباً قَطْعاً اَوْ ظَاهِرًا فَجَوَابٌ / وَاِنْ کَانَ الظَّاهِرُ اْلاِبْتِدَاءَ فَابْتِدَاءٌ / وَاِنْ قاَلَ عَنَيْتُ الْجَوَابَ صُدِّقَ دِياَنَةً لاَ قَضَاءً /

 “Küllema” lafzı ise (kül lafzının) aksine amel eder. (yani fiilleri takib eder ve fiillere sarahaten, isimlere de zımnen umumi olur). / “Kül” kelimesi, kendisinde niza’ (ihtilaf) cereyan eden akidler içinde (beyi’, icare gibi), nihayeti bilinmeyen ifadeler (de geçtiği zaman, mesela “küllü dirhemin” demek gibi) bire sarf olunur. / Bu “kül” kelimesi, kendisine “evvelen”  lafzı bitiştiği zaman tahsis olunur./ Yine “Cemî’un”  lafzı, ictima yoluyla şumül içindir. (hepsine şamildir ancak tek tek değil  hep birlikte, toplu olarak) / Bu  “cemî’un” lafzı,  “cemî’u men dehale  evvelen”  kavlimizde, en önce dahil olan (kişiden) mecazdır. / Bir süal veya bir hadiseden sonra varid olan lafız, eğer müstakil olmazsa veya kat’î bir cevap olursa veya zahiren bir cevap olursa, işte ( varid olan bu lafız) cevaptır. / Eğer zahir ibtida ise, o zaman ibtidadır. / Ancak (mütekellim)  “ben cevabı kasdettim” derse kazaen değil de diyaneten tasdik olunur.


حِکاَيَةُ الْفِعْلِ الْمُثْبَتِ لاَتَعُمُّ لِاَنَّهُ نَکْرَةٌ فىِ اْلاِثْباَتِ / بَلْ فىِ مَعْنىَ الْمُشْتَرَكِ فَاِنْ تُرُجِّحَ الْبَعْضُ / وَاِلاَّ فَالْبَعْضُ بِفِعْلِهِ / وَالْباَقىِ بِالْقِياَسِ عَلَيْهِ بِخِلاَفِ الْحِکاَيَةِ بِلَفْظٍ ظَاهِرُهُ الْعُمُومُ / لِاَنَّ الْعَدْلَ الْعاَرِفَ لاَيَنْقُلُهُ عاَمًّا اِلاَّ بَعْدَ عِلْمِهِ بِعُمُومِهِ / اَلْجَمْعُ الْمَذْکُورُ بِعَلاَمَةِ الذُّکُورِ يَخْتَصُّ بِهِمْ / اِلاَّ عِنْدَ اْلاِخْتِلاَطِ / وَبِعَلاَمَةِ اْلاِناَثِ يَخْتَصُّ بِهِنَّ/  فَفىِ اَمِّنُونىِ عَلَى بَنِیَّ وَلَهُ الْفَرِيقاَنِ يَتَناَوَلُهُماَ اْلاَماَنُ / لاَ فىِ بَناَتىِ /


Müsbet fiilin hikayesi, umumi olmaz, çünkü o (fiil) isbat (siyakında) (yani müsbet cümle içinde) nekiredir./ Bel ki müşterek (lafzın) manasında (vaki) olur. / O zaman (yani müşterek olup birkaç vecihe ihtimali olunca teemmül olunur ve bu vecihlerden) bazıları tercih olunursa (ne a’la) (yani vecihlerden tercih olunan sabit olmuş olur.)/ Eğer tercih olunmazsa bazısı (Peygamber Efendimiz (s.z.v.)’in) fiili ile sabit olu;/diğerleri de bu fiiline kıyas ile sabit olur./ Ancak fiilin, zahiri umum ifade eden lafızla hikaye edilmesi bunun hilafınadır (yani bu şekilde hikaye edilen fiil umumi olur)/ Çünkü ârif olan (kelimelerin vaz’ını, delalet cihetlerini bilen) adil kişi, bu fiilin umumiliğini bildikten sonra onu umumi nakletmiştir. (yani biliyor ki umumi nakletmiş)  / Müzekkerlik alametleri ile zikrolunan cemi, müzekkerlere mahsustur./ Ancak ihtilat halinde (yani müzekker ve müenneslerin karışık olduğu durumlarda) müstesna (her ikisine de şamil olur) /  Aynı şekilde müenneslik alametleri ile zikrolunan cemi de müenneslere mahsustur. / (İşte bu iki sebebiyle)  (امنونی علی بنی) sözünde her ikisi de (yani erkek ve kız çocuklar) anlaşılır ve eman her ikisine de şamil olur. / Ancak  (امنونی علی بناتى)  sözü böyle değildir (bu söz sadece kız çocuklara şamil olur)




وَاَماَّ الْمُشْتَرَكُ فَماَ وُضِعَ وَضْعاً كَثِيرًا لِمَعْنَيَيْنِ فَصَاعِدًا بِلاَ نَقْلٍ / وَحُكْمُهُ التَّوَقُّفُ لِيُتَرَجَّحَ الْمُرَادُ / وَلاَ عُمُومَ لَهُ / وَاَماَّ الْجَمْعُ الْمُنَكَّرُ فَماَ وُضِعَ وَضْعاً وَاحِداً لِكَثِيرٍ غَيْرِ مَحْصُورٍ بِلاَ شُمُولٍ / وَحُكْمُهُ اَنْ يَتَناَوَلَ الثَّلَثَةَ وَ اْلاَكْثَرَ لاَ اْلاَدْنىَ / حَتىَّ لَوْ حَلَفَ لاَ يَتَزَوَّجُ نِسَاءً لاَ يَحْنَثُ بِوَاحِدَةٍ اَوْ ثِنْتَيْنِ /

Amma Müşterek: Nakil olmaksızın iki veya daha çok manaya vaz-ı kesir ile vazı’ olunan lafızdır./ Bunun hükmü; murad olunan mana tercih olununcaya kadar tevakkuftur. / Müşterek için cins-i umumilik yoktur. / Amma Cem-i Münekker: Şumül olmaksızın hudutsuz bir çok fert için vaz’-ı vahid ile vaz’ olunan lafızdır. / Bunun hükmü Üç ve daha fazlasına şamil olup, daha azına şamil olmamaktır. / Hatta “لاأتزوج نساء” (kadınlar ile evlenmeyeceğim) diye yemin eden kimse bir ve iki kadın ile evlenmekle yemininden hanis olmaz.



وَاَماَّ الظَّاهِرُ فَمَا عُرِفَ مُرَادُهُ بِسِمَاعِ صِيغَتِهِ / وَحُكْمُهُ وُجُوبُ الْعَمَلِ بِمَا عُلِمَ يَقِيناً مَعَ احْتِمَالِ التَّأْوِيلِ وَالتَّخْصِيصِ وَالنَّسْخِ / وَاَماَّ النَّصُّ فَمَا ازْدَادَ ظُهُوراً عَلَى الظَّاهِرِ بِمَعْنىً مِنَ الْمُتَكَلِّمِ / خَاصًّا كَانَ اَوْ عَاماًّ غَيْرَ مُخْتَصٍّ بِالسَّبَبِ / وَحُکْمُهُ وُجُوبُ الْعَمَلِ بِمَا وَضَحَ يَقِيناً مَعَ اْلاِحْتِمَالِ السَّابِقِ / وَقَدْ يُطْلَقُ عَلَی مُطْلَقِ اللَّفْظِ / وَعَلَی لَفْظِ الْقُرْآنِ وَالْحَدِيثِ /

Amma Zahir: Siğasını işitmekle kensiyle murad olunan mana bilinen lafızdır. / Bunun hükmü: Te’vil, tahsis ve nesha ihtimali olmakla beraber kendisinden yakînen bilinen mana ile amelin vücubudur. / Amma Nas: Mütekellim tarafından olan bir mana sebebiyle zahir üzerine zuhur (açıklık) cihetinden ziyade olan lafızdır / ve bu nas ister has olsun ister âm olsun sebebe mahsus değildir. / Bunun hükmü, (yukarıda) geçen ihtimallerle birlikte, yakinen anlaşılan mana ile amel etmenin vücubudur. / Nas (ifadesi) bazen mutlak lafız üzerine ıtlak olunur (yani bazen her lafza nas denir) / Bazen de Kur’an ve Hadis lafızlarına (ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere) nas denir.


وَاَماَّ الْمُفَسَّرُ فَمَا ازْدَادَ وُضُوحاً عَلَى النَّصِّ بِبَيَانِ التَّفْسِيرِ اَوِالتَّقْرِيرِ بِحَيْثُ لاَيَحْتَمِلُ اِلاَّ النَّسْخَ / نَحْوُ اِنَّ اْلاِنْساَنَ خُلِقَ هَلوُعاً وَ فَسَجَدَ الْمْلاَئِكَةُ كُلُّهُمْ اَجْمَعُونَ وَ طَلِّقِى نَفْسَكِ وَاحِدَةً / وَحُكْمُهُ وُجُوبُ الْعَمَلِ بِهِ وَاْلاِعْتِقَادِ مَعَ احْتِمَالِهِ /
Amma Müfesser: Sadece nesh’a ihtimali olması haysiyetinden, beyan-ı tefsir veya beyan-ı takrir sebebiyle, nas üzerine vuzuh (açıklık) cihetinden ziyade olan lafızdır. /  (ان الانسان خلق هلوعا) (فسجد الملائكة كلهم اجمعون) (طلقى نفسك واحدة) gibi. / Bunun hükmü: Nesha ihtimali olmakla beraber kendisiyle amel etmenin ve mucebine itikadın vacip olmasıdır.


وَاَمَّا الْمُحْكَمُ فَمَا ازْدَادَ قُوَّةً عَلىَ الْمُفَسَّرِ بِخُلُوِّهِ عَنِ احْتِماَلِ النَّسْخِ / وَحُكْمُهُ وُجُوبُ الْعَمَلِ بِهِ وَاْلاِعْتِقاَدِ بِلاَ احْتِماَلٍ / وَهُوَ اِمَّا لِعَيْنِهِ اِنِ انْقَطَعَ احْتِمَالُهُ بِمَا يَدُلُّ عَلَى الدَّوَامِ اَوْ بِحَسَبِ مَحَلِّ الْكَلاَمِ /// وَاِمَّا لِغَيْرِهِ اِنِ انْقَطَعَ بِمُضِىِّ زَماَنِ الْوَحْىِ وَقَطْعِيَّةُ کُلٍّ مُتَفاَوِتَةٌ / فَيَسْقُطُ اْلاَدْنىَ بِاْلاَعْلَی عِنْدَ التَّعاَرُضِ اِذاَ تَسَاوَياَ رُتْبَةً /

Amma Muhkem: Nesih ihtimalinden hâli olması sebebiyle müfesser üzerine kuvvet cihetinden ziyade olan lafızdır. / Bunun hükmü: Te’vil, tahsis ve nesha ihtimali olmaksızın kendisiyle amel etmenin ve mucebine itikadın vacip olmasıdır. / Muhkem ya Muhkem li-aynihi olur, eğer nesih ihtimali, devam üzerine delalet eden bir lafız ile / veya kelamın mahalli sebebiyle kesilirse.  ///  Ya da Muhkem li-gayrihi olur, eğer nesih ihtimali vahiy zamanının geçmesiyle kesilmişse. / Bu (kısımların) tamamının katiyeti derece derecedir. / Rütbeleri müsavi olduğu zaman (mesela her ikisi de mütevatir oluunca) ve aralarında tearuz meydana gelirse ednâ olan (mesela zahir), a’lâ sebebiyle (mesela nas) sakıt olur.